#gelecek nerede?
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yok Edilen Hayatları Kim Görecek
Dönüşümsüz, geri kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batmış bir ülkenin gerçeğini yaşıyoruz. Hemen her anlamda her yerde var edilen tahakküm veçhesi ile hayat mefhumu kuşatılıyor. Bedene yönelik bir politiğin sürekli damıtıldığı bir yerde hayat imgesinin hiç aralıksız bir güce maruz bırakılması kesintisiz kılınır. Mamafih yıkımın tezgahta yazıldığı ve biçimlendirildiği bir düzlemde o mahvetme halinden mülhem bir ülke gerçek kılınır. Etki ve tepkime somutlaştırılır. Düzen var edilmiş olanın yerle yeksan edilmesini göstere gelir. Yaşamı olumlanabilir olandan ayırırken, yerine konumlanan dayatmacı, kanun ile ol nizamın yerle bir edilmesinin meselidir ülke gerçekliği. Dönüştürülen cerahat menzilinin hali ortadayken bir geri dönüş de yoktur artık. Nefret, hiddet ve ayrımcılıkla birlikte dünü bugüne taşıyan bu kurumsal kimliğin ürettiği karanlığın yepyeni sürümleri var edilirken hayatın anlamca yıkımı gerçek kılınır.
Geriye kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batağa saplanmış her günü yara bereler ile donanmış, kuşatılmış bir yerin hazin gerçekliğinde günler geçiriliyor. Ne dünün haline uzağız, ne yarının karanlığının ne kadar daha sürebileceğine dair tek bir tahayyülümüz. Ol kestirmeden cüretle kurumsallaştırılmış kök karanlığın hayatları nasıl alt üst ettiğini uzun uzun anlatmaya çabalıyoruz. Her meramın satır aralarına sıkıştırılmış olan şeyin basit bir cümle tekrarından ibaret değil tam da istikamet diye hepimize takdim ettikleri yıkıcılığın ve kör karanlığa dair bir tespiti / ünlemeyi barındırdığını yinelemeliyiz. Müştereklerimizi talan edip duran ülkenin suna geldiği yönetim katı anlayışının var ettiği her şeyin aleni bir biçimde yıkıma, cürme, ucuz bir garabetlik hale çıkmasının tahayyülünü bildirmekteyiz iş bu satırlarda. Gelecek iş bu şimdi içerisinde, dünden devralınanlarla birlikte mahvedilme isteminin ulaştığı boyut korkunç değil midir? Ekonomik döngünün yerle bir edilip, işçinin emekçinin eline geçen asgari ücretin çoktan tarumar edildiği bir zeminde, ilave bir ücret artışının dahi çok görüldüğü bir zemindir misal batağa saplanmış olagelen yer. Hiçbir ama hiçbir makul gerekçe barındırmayan bir enflasyon sebebi olarak zikredilen ücret artışının onca afaki çarçur edilen paraların yanında esamesinin okunmasının utancından çıkagelir misal geriye dönülemeyecek çürümüşlük. Bir menzilde, ya çok zenginler, ya da çok fakirler dışında bir kastın bırakılmadığı acayip bir sarmalın ortasında olan bitenin tam da gezmek, tozmak, para harcamak değil tastamam hayatta var olma hakkını örselemenin bir başka yüzeyi olduğu artık anlamlandırılabilir. Bedava kılınan hayatların hakkının her ne olacağı yanıtsız konulur. Budur bariz çürüme. Böyle bir toplamda batağının dibini hala arşınlayan yerdir mesele. İyi de yol sahiden de nereye!
Evrensel Gazetesinden, Bahar Emreoğlu’nun haberini aktaralım: “İzmir Konak’ta dün sağanak sırasında İnanç Öktemay ve Özge Ceren Deniz elektrik akımına kapılıp hayatını kaybetti. Savcılık olayla ilgili inceleme başlatırken, bölgedeki mazgalların açılıp, elektrik kaçağının nedenini araştırılıyor.
Yurttaşların ölüm sebebi ile ilgili Elektrik Mühendisleri Odası Başkan Yardımcısı Mete Çubukçu ve A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı, İZ-AFAD Yönetim Kurulu Üyesi Mutlu Burak Paksoy ile konuştuk.
Çubukçu, “Olayın asıl nedenleri savcılık soruşturması ve bilirkişi incelemeleri sonrası ortaya çıkacak olmasına rağmen, önlem alınmaması durumunda benzer faciaların kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Alsancak’ta yaşanan facia, elektrik şebekesinde su taşkınlarına karşı alınması gereken önlemlerin ihmal edildiğini ortaya çıkarmıştır” dedi.
“Elektrik Hizmetinin Özelleştirilmesini Doğru Bulmuyorum”
Kasım 2023’de deniz taşması sonrası bölgede çok sayıda trafo merkezinin su altında kaldığını hatırlatan Çubukçu, “Özelleştirme sonrası ilimizdeki elektrik şebekesini devralan GDZ Elektrik Dağıtım AŞ, bölgeyi yeraltı kablolarını bir süre yer üstüne taşıyarak enerjilendirebildi” diye ekledi.
Olayın gerçekleştiği sokakta trafo merkezlerinden dağıtım panosuna giden kablolarda izolasyon hatası olduğunun belirlendiğini dile getiren Çubukçu, “Yeterince izole edilmeyen kablonun iletken olan suyla temas etmesiyle kazanın yaşandığı düşünülmektedir. Elektrik dağıtımı kamusal bir hizmettir. Bu hizmetin özelleştirilmesini doğru bulmuyorum” dedi.
Bölgedeki eksiklerin tespit edilerek giderilmesini talep eden Çubukçu, gerekli teknik desteği verebileceklerini vurguladı. Çubukçu son olarak, hayatını kaybedenlere başsağlığı diledi.
“TEDAŞ’ı VE EPDK’yi Göreve Çağırıyoruz”
Yaşanan bu olay ilişkin Elektrik Mühendisleri Odası yazılı bir açıklama yayımladı. Açıklamada, Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ) ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) acilen bölgedeki eksikleri tespit ederek gidermek için göreve çağrıldı. Açıklamada, “Elektrik dağıtım şirketlerinin kullandığı altyapı kamu malı, verdikleri hizmet de kamu hizmetidir. Dağıtım şirketleri görev sürelerinin sonunda kamuya devretmeleri gereken elektrik şebekesini günün teknolojisine göre yenilemek zorundadır. Tüm dünyada dağıtım şebekelerinde dijitalleşme çalışmaları yapılırken, ülkemizde ise can ve mal güvenliğini tehlikeye sokacak şekilde geriye gidilmesi kabul edilemez. Dağıtım şirketleri elektrik enerjisini kaliteli, güvenli ve sürekli bir şekilde ulaştırılmasından sorumludur” ifadeleri yer aldı.
“Sahada Yeterli Yatırım Yapılmadı”
“Son elektrik zamları ile birlikte bu kadar yüksek oranda kamu kaynağının dağıtım şirketlerine aktarılmasına rağmen maliyeti düşük tutmak için sahada yeterli yatırımı yapmayan ve İzmir’de dün yaşanan şiddetli yağışlar sonrasında da görüldüğü üzere halkımızın can ve mal güvenliğini tehlikeye atılıyor” denilen açıklamada, şirketlerin acilen idari ve mali yönden denetlenmesi gerektiği belirtildi.
Son olarak çözüm yoluna yer verilen açıklamada, “Kalıcı çözümü için üretimden, dağıtıma kadar tüm süreçleri yönetecek dikey entegre bir kamu tekeli yeniden kurulmalıdır. Geçiş sürecinde ise kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre kaynak transfer edilmesi yerine kamulaştırma işlemlerini yürütecek Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı kurulmalıdır” ifadeleri kullanıldı.
“Dağıtım Şirketi Sorumludur”
A Sınıf İş Güvenliği Uzmanı ve İZ-AFED yönetim kurulu üyesi Mutlu Burak Paksoy ise elektrik enerjisinin güvenli bir şekilde ulaştırılmasından dağıtım şirketlerinin sorumlu olduğunu söyledi.
Benzer kazaların bir daha meydana gelmemesi için önerilerini sunan Paksoy, “Yer altındaki elektrik kabloları, ekleri, bağlantıları, kaçakları periyodik olarak incelenmeli ve kontrol edilmeli, yalıtım eksiklikleri giderilmeli, yıpranan kısımlar onarılmalı veya onarımı mümkün olmayan kablolar yenilenmelidir” dedi.
“Ülkemizde afet ve acil durumlara hazırlık açısından atması gereken ilk adımlardan biri de elektrik, su, gaz, telekomünikasyon vb. teknik alt yapı kurumlarının afet ve acil durum yönetimi açısından bilinçlendirilmesidir” diyen Paksoy, benzer kazaların ve ölümlerin tekrar meydana gelmemesi konusunda uyarıda bulundu.”
Dönüşümsüz, geri kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batmış bir ülkenin gerçeğini yaşıyoruz. İki insanın canının haybeye alınabildiği bir zemini tanımlayabilecek bambaşka bir kelam yoktur. Uçuyoruz, kaçıyoruz, ilerliyoruz muasır medeniyetler seviyesinin tam da üstünde ilerliyoruz denilirken bir sorumsuzluk örneği olarak açıkta kalakalan elektrik akımlı kablolar iki canı alır. Bir günü aşkın gündem olmalarının ardından da unutuşun tam da ortasına terk edilir o iki insan. Yok etme kültünün artık aleni bir istikamet kılındığı ve o zorbalığın, kural, kaide bilmezliğin ve hiçbir biçimde hesap verilmeyecek olmanın sağladığı alandan çıkagelen bir cinayet nasıl da çürümeye yüz tutmuş bir menzilde olunduğunu örnekler. Hayatın müştereklerinin un ufak edildiği bir zeminde son kalanın, hayatın ta kendisinin zayi ettirilmesinin utancı kalakalır elde. İki insanın ardından çıkan o korkunç tablonun, vahamet ötesine çoktan evrilmiş tahakküm pratiklerinin, yok saymaların vesairenin kıyısında bir utanç tablosu daha eklenir o biteviye çürümeye devam diyen ülkenin gerçekliğine. Bu kadar afaki bir çürümenin utancı her ne yana düşecektir. Kim sahiden de fark edecektir, yok yere heder edilen hayatları kim / kimler görecektir, sahiden! Böğrümüzde koca bir kaya daha...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Painting By Gizem SAKA
Meramda Paylaşılan Haber
Evrensel Ege İzmir’de Elektrik Akımına Kapılan 2 Kişi Yaşamını Yitirdi: “Ölümler Özelleştirme ve İzolasyon Hatası” https://www.evrensel.net/haber/523182/izmirde-elektrik-akimina-kapilan-2-kisi-yasamini-yitirdi-olumler-ozellestirme-ve-izolasyon-hatasi
#meram#arzihal#imdat çığlığı#yok edilme#cerahat#ülke#trajedi#kötülük#kör karanlık#gelecek nerede?#izmir#elektrik#yıkım#cinayet#biyopolitik#sözcükler#kesik#yara#ah#kapkaranlık#günce#nor#söz
0 notes
Text
Akşama yemeğim hazır. Pilav ve kurufasulye. Baran da, Umut da çok sever.
Haklısınız.
Kim onlar değil mi?
Baran eşim, Umut oğlum.
Umut sekiz yaşında. Canımın içi, kara gözlü, kıvırcık saçlı, susmak bilmeyen, yerinde duramayan bir çocuk. Hayatımın anlamı...
Geç evlendim ben.
Bizim buralarda alışık bir durum olmasa da, evlenmeden, çoluğa çocuğa karışmadan önce okulumu bitirmek istedim. Hep derim, kız çocukları okumalı, iyi yerlere gelmeli, erkeğin eline bakıp, şiddeti, eziyeti, yokluğu, kader deyip sineye çekmemeli.
Ailem itiraz etse de, inadımı kıramadılar. Laf aramızda, zaten oldum olası, burnumun dikine bir kızdım. Beni Kur'an kursuna yollarlardı, ben sokak aralarında kuşlarla beraber şarkılar söyler, boyumdan büyük hayaller kurardım. Akranlarım, eğlencelerde, doğum günlerinde, düğünlerde, konuşmaya bile çekinirken, ben en güzel elbiselerimi giyer, ter içinde kalana kadar güler, eğlenir, dans ederdim. Arada bir annem beni çekiştirip "Ah be kızım, bir parça hanım hanımcık ol!" dese de, olamazdım. Hanım hanımcık olanların düşleri yoktu, bilirdim.
Ellerime bakıyorum.
Bir zamanlar kınalar yaktığım ufacık ellerim yok artık.
Zaman bir nefeste geçiyor ve sanırım insanın önce elleri yaşlanıyor.
Sanki, bir zamanlar, şu sokaklarda koşuşturan, yaramazlık yapan, "Anne n'olur beş dakika daha oynanayım." diye ısrar eden çocuk ben değilmişim gibi.
Nerede şimdi, kırık aynasını eline alıp, saçlarını tarayan ve bir sürü pembe tokalar takan küçük kız?
Garip...
Dışarıda inceden bir Eylül yağmur var. Kasvetli havaya rağmen çocukların kahkahaları duyuluyor.
Aralarından Umut'un sesini ayırabiliyorum. En çok da onun sesi geliyor. Eşek herif!
Yine birazdan üstü başı toz toprak içinde gelecek eve, biliyorum. Nefes nefese ayakkabılarını bir kenara atıp, gözlerimin içine bakacak ve "Anne ben acıktım." diyecek. Sonra ben yine dayanamayıp, onu kollarımın arasına alıp, o kirli yanaklarını, gözlerini, saçlarını öpeceğim, boynunu koklayacağım.
Ah oğlum benim!
Ah Umut'um!
Sen niye hep dağ çiçekleri gibi kokuyorsun, her defasında başımı döndürüyorsun.
Anne olduğumdan beri daha kaygılı biri oldum çıktım. Sizde de öyle mi? Hani, Umut eve biraz geç kalsa ya da ne bileyim, camdan bakıp, yakınlarda göremesem, kalbim yaralı bir kuş gibi kanat çırpmaya başlar. "Ya başına bir şey geldiyse..."
Eşim Baran bu halime üzülür, "Yapma canım, kötüyü çağırma." der ama anneyim işte, ne yapayım.
Baran güzel bir adam. Okulun son yıllarında tanıdım onu. Önce arkadaş olduk. Baktık ki, çok iyi anlaşıyoruz, "hadi öyleyse evlenelim." dedik. Baran bana, kucak dolusu papatya ve Ahmet Arif şiiriyle evlenme teklif etti. Papatya, Ahmet Arif, Şiir, Baran, aşk...Kabul edilmez mi hiç!
Tıpkı hayalimdeki gibi bir evde oturuyorum.
Küçücük, mütevazi, duvarları mavi boyalı, bir köşesi kitaplarla dolu ve güllü dallı perdeleri olan bir ev. İnanın, sevgisiz insan sarayda da otursa, mutsuz olur. Çocukluk arkadaşımlarımdan biliyorum. Yarası çok olana, para merhem olmuyor.
Çok gevezelik ettim değil mi?
Ama ne yapayım, oldum olası konuşmayı seviyorum. Kimseyi bulamazsam, kendimle konuşuyorum. Gülmeyin ya! İnsanın kendi kendine konuşması kadar güzel bir şey yok dünyada. Deneyin, bana hak vereceksiniz.
Ha, bir de çok güzel türkü söylerim ben. Arkadaşlar falan bir araya geldiğimizde, ısrar ederler, "Hadi, bir tane söylemeden olmaz." derler.
Dost kırılır mı hiç!
Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzelin derdi serimde tüter
Bu ayrılık bana (bize) ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni
Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bize zulüm getirir
Geçti dost kervanı eyleme beni
Pir Sultan Abdalım kalkın aşalım
Aşıp yüce dağı engin düşelim
Çok nimetin’ yedim helallaşalım
Geçti dost kervanı eyleme beni...
Bu türküyü her söylediğimde, gözümden iki damla yaş gelir. Neden bilmem ama sadece iki damla yaş! Sanki bu türküde benden bir şeyler var. Sanki, beni incitmişler, canımı yakmışlar, kalbimi kırmışlar da, ben kimselere söyleyeyemişim gibi...
Duvardaki takvime gözüm takıldı şimdi.
8 Eylül 2051
Off! Ben ne vakit otuz beş yaşında koca bir kadın oldum!
Olsun, her yaşın kendine göre bir güzelliği var. İnşallah çocuklarımız da, otuzları, kırkları, elli, altmış, seksen hatta yüz yaşları görür.
Hah, kapı çaldı, nihayet benim eşek geldi.
Hadi bana müsade. Gideyim de yine bıktırana kadar onu öpüp koklayayım.......diye, bütün bunları yazmak isterdim ama yazamam. Çünkü ben sekiz yaşındayken öldürüldüm.
Ben Narin Güran.
Cesedi on dokuz gün sonra derede bulunan o elleri kınalı kız.
Büyüyemedim ben. Baran ile evlenemedim ve Umut'um hiç olmadı.
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun #naringüran #hepimizincesedinideredebuldular
162 notes
·
View notes
Text
Nerede bu cemaatler, vakıflar, dernekler?
Kilis’te görev yapan doktor arkadaşım, Kayseri’de Suriyelilere linç girişimi olduğu gece hastanede nöbetçi olduğunu, çok sayıda Suriyelinin dövülmüş, yara bere içinde acile geldiğini, korku ya da ümitsizlikle hiçbirinin şikâyetçi olmadığını, “düştüm” diyerek olayı geçiştirdiğini söyledi.
Kilis’teki gibi, Türkiye’nin başka il ve ilçelerinde o gece ve sonrasında Suriyelilere neler yapıldığını bilmiyoruz. Bildiğimiz şu: Toplum, Suriyeli misafirlere karşı kışkırtılmaya çok müsait bir noktaya geldi. Kayseri kıvılcımının sebep olduğu yangındaki hasarı bilmiyoruz ama yeni bir kıvılcımın gözlerini kan bürümüş caniler eliyle büyük bir cadı avına, korkunç bir katliama dönüştürülmesi an meselesi.
Suriyeli misafirlerimizle ilgili hakikatin tersyüz edildiği bir algı cehenneminde yaşıyoruz.
Ulusalcılar, Türk ve Kürt ırkçıları, mezhep taassubuyla Esed ve rejimini savunanlar, İrancılar, Esed ve İran’ınkiler başta olmak üzere ajan-provokatörler Suriyeli misafirlere kategorik olarak karşılar ve en başından beri aleyhte yoğun propaganda yapıyorlar. Toplumun geniş kesimleri de bu propagandanın etkisinde kalarak bir kıvılcımı yangına dönüştürecek öfke ve nefret biriktiriyorlar.
Defalarca yazdım ve söyledim, tekrar edeyim: Suriyeli misafirler Türkiye’ye yük değil, tam tersine yük alıyorlar.
Suriyeli misafirler, örneğin, Türkiye ekonomisine eşsiz katkı sağlıyorlar. Suriyelileri bugün toptan gönderseniz, sanayi, küçük ölçekli işletmeler, tarım ve hayvancılık ciddi işgücü krizine girer.
Suriyeli misafirler asıl demografik yapımızda denge unsuru oluyorlar. Bakmayın Türk gibi, Türkçü gibi görünüp toplumu kışkırtanlara. Türklüğün; terörle desteklenen Kürt ırkçılığına, İran’ın Şii yayılmacılığına, Batılılaşma adı altındaki asimilasyona karşı muhafazasında Suriyeli misafirler yanımızda duruyorlar. Her Müslüman Türk değildir ama Türk, Müslümansa Türk’tür. Türk olduğunu iddia eden bir ateist, Şamanist, Tengrici vs karşısında, Müslüman bir Suriyeli, tıpkı Müslüman bir Kürt gibi bize daha yakındır, çok daha fazla bize benzer, çok daha fazla bizdendir. Vicdanınıza sorun: Türk olduğunu iddia eden, ateist, Şamanist ya da Tengrici, kalbi kararmış, kötülük hücrelerine işlemiş, zır cahil biriyle, dürüst ve Müslüman bir Suriyeliyi yan yana koysanız ve tercih yapmak zorunda olsanız hangisini seçerdiniz? Tercihte zorlanmayacağınıza eminim ama yine de zorlanan varsa, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya bakabilir, ya da Cumhuriyet dönemi mübadele tercihlerini inceleyebilir.
Suriyeli misafirlerimizle ilgili olarak ümmet bilinci, kardeşlik hukuku, ortak kültür, ortak tarih, ortak inanç gibi hususları hatırlatmaya bile gerek yok.
Peki, bütün bunlara rağmen, kötülüğün algısı neden hakikati ve iyi olanı bastırıyor?
Suriyeli misafirlerin muhafazası konusunda cemaatlerin, vakıfların, derneklerin, kanaat önderlerinin, matbuatımızın, edebiyatımızın, eli kalem tutanlarımızın neden ağzını bıçak açmıyor?
O kadar imkâna, güce ve etkiye rağmen, meydan neden bir avuç ırkçıya, birkaç ajan-provokatöre bırakılıyor?
Sadece ümmet anlayışı, Müslümanların bir elin parmakları gibi birbirinin kardeşi olması hakikati bile harekete geçmeye yeterliyken, saydığım o kadar faydayı da gözeterek, neden çıkıp cesaretle topluma telkinde bulunulmuyor, gerçekler anlatılmıyor?
Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı bu meselede neden daha etkin olmuyor?
Mesela siyasetçiler, bakanlar, milletvekilleri neden Suriyeli misafirler konusunda tek başına mücadele veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan yük almıyor?
Linçten mi korkuluyor? Sosyal medyadan gelecek küfürlerden mi çekiniliyor? Hani Allah yoluna, hakikat yoluna can feda idi? Bugün konforundan taviz vermeyen, yarın ihtiyaç olursa canını gerçekten verir mi?
Suriyeli misafirler bizim için büyük ve eşsiz imkân. En başta büyük Türkiye sofrasının bereketini artırıyorlar. Her misafir gibi, bir alırlarsa on bırakıyorlar. Allah bize onları misafir etmek ve korumak gibi gerçekten büyük bir rütbe bahşetmiş. Bu hakikati görmeyen ve gereğini yapmayan ziyan içindedir.
Suriyeli misafirlere karşı toplumda gerilim bilinçli, planlı şekilde yükseltiliyor. Allah’a ve “bereket” kavramına inancı olan herkes, bu tehlikeyle mücadele etmek zorundadır.
Aydın Ünal
22/07/2024 Pazartesi
84 notes
·
View notes
Text
iki gündür kendi kendime konuşuyorum bu kadar sapığın, caninin olduğunu bilmek, bunlara haberlerde rastlamak, olaylara şahit olmak genç kızlara temkinli olmayı, arkadaş sevgili edinirken dikkatli olmayı öğretmiyor mu? neden böyle ruh hastası tiplere kayıyorlar ya da neden on dokuz yaşında sevgili bulma yoluna gidiyorlar. bir suçlu arama peşinde değilim, sadece çok üzülüyorum ve özellikle genç kızların bu konuda dimağlarının, algılarının açık olmasını istiyorum. herkese güvensiz bakamayız elbette ama ön yargılı olmakta fayda var korunmak açısından. benim de kız evlatlarım var evlenme çağının içindeler. onlarla konuşuyorum kendileri de anlatır dile getirirler. sosyal medya hesaplarından güzel cümleler yazarak mesaj atan, konuşmak isteyen, iltifatlar eden iş güç sahibi de olan insanlar olduğunu ve hiçbirine cevap dahi vermediklerini söylüyorlar. yapılması gereken de bu değil mi? gerçi çoğu genç arkadaş edinirken gayeleri ciddi bir son da değil, gönüllerini eğlendirmek, nefsani haz ve mutluluk. ailede ilgi sevgi görmeyenlerin ufak bir sevgi, sahiplenme gösterisine hemen nasıl aktıklarını görüyoruz. ne söylesek ne kadar konuşsak boş sadece içimizi döküyoruz. ciğeri yanan yandığıyla kalıyor. bir suçlu aramak gerekirse burda en büyük etken ebeveynler. bebeklikten genç insan olana kadar elimiz onların üstünde olmalı, çok fazla baskıcı ve yasaklayıcı olmadan arkadaş gruplarını çevrelerini tanıyarak, takip ederek kendimizden itmeden çok gevşek de bırakmadan. şu dünyada en zor şey ne deseler bir çocuğu manen büyütmek, insan etmek derdim. gerçekten çok zor ve ben şükrediyorum ki sorunsuz üç tane kız evladı yetiştirebildim. hiçbirimiz eksiksiz değiliz onlar da, ben de biz de. ebeveynler açısından şükredilesi en büyük konfor güvenebileceğiniz, arkanızdan iş çevirmeyecek, nereye giderse nerede yaşarsa yaşasın hata yapmayacak evlattır. bu ömürlük bir şükre bedeldir. Allah tüm çocuklarımızı hataya düşmekten, meyletmekten, kötü insanlardan, hasta ruhlulardan muhafaza etsin. onlara karşı ilgimiz ve sevgimiz hep olsun ki mutluluğu dışarda aramasınlar. Allah'ım sen bizi, neslimizi ve gelecek olan nesli de koru. amin.
Allah çocuk yetiştiren herkese çok yardım etsin
31 notes
·
View notes
Text
Sonra bir Ahmet Kaya şarkısı çalacak, başıboş gezdiğin bir sokağın penceresinden..
Dışarıda kar yağacak, senin içine yağmur..
Anlayamadığın her şeyin esiri olacaksın..
youtube
Ve gelecek nakarat..
Çivi gibi çakılıp kalacaksın olduğun yerde..
Söyle şimdi ben neredeyim sen nerede?.. derken anlayacaksın..
Yüreğime basa basa geçtiğini..
36 notes
·
View notes
Text
instagram
"Sesin nerde kaldı, her günkü sesin, unutulmuş güzel şarkılar için... Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan, rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan. Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!"
Ne zaman ay’a baksam hep aynı düşüncelere dalarım. Nice medeniyetlere şahit oldu, nice aşklara, yüz yirmi dört bin peygambere, zulmlere, mucizelere. Kitaplarda okuduğumuz, hayran kaldığımız nice komutanlara, şairlere, sevgililere ve savaşlara. Izdırap dolu gecelerinde kaç insanın gözü değdi, kaç insan onunla konuştu, kaç insan huzur buldu onda. Kaç aşığın bir türlü sabahı olmayan o hüzünlü gecelerine eşlik etti. Kaç ayrılığa şahit oldu. Ve şimdi nerede o acı çekenler? Anın içinde kaybolanlar, göğüs kafesi patlarcasına canı yananlar, sızlayanlar, anlamını yitirenler neredeler? Şimdi bütün acılarıyla toprağa karıştılar ve hiç var olmamış gibi ölüp gittiler. Bizim içinde bu değişmeyecek. Şu an içinde bulunduğun ruh hali, mutsuzluk, elli-yüz sene sonra toprak altında kaybolup gidecek. Her şey geçer. Ve ölüm hak. Öyleyse neden bir kez yaşayacağımız bu hayatı kendimize zindan ediyoruz ? Hayatı yaşarken yaşayın, zira ölüm elbet bir gün gelecek.
33 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
203. BÖLÜM - İmparator Gizemli Guoshi Hakkında Yorumlar Yapıyor.
G��çlü ruhsal ışık kederli ruhların üzerine parladığında duman ve bulut tarlalarının ardından geniş alanlar açılıp dağıldı ve beyaz zırh giyen savaş tanrısı bir elinde kılıcı ile bulutları yararak geldi.
Bu kesinlikle Jun Wu’ydu. Grup onu gördüğünde sanki ebeveynini görmüş çocuklar gibi haykırdılar, “AH!!! Lordum!!!”gözyaşları yanaklarında süzüldü. Jun Wu’nun her adımı yere indiğinde ışıklarla boyanmış gibi görkemliydi, “Panik yapmayın, sakin olun. Herkes iyi mi?”
Kılıçtaki yan yana gelip bütün oluşturan dörtlü ayrılarak orijinal bedenine dönmüştü. Pei Ming sordu: “Lordum, cennetin başkentini korumuyor muydunuz? Nasıl oldu da kendi başınıza geldiniz?”
“Yağmur Efendisi iletişim rününden TongLu Dağı bariyerinin yok edildiğini bildirdi. Durum acil olduğundan geldim.” Dedi Jun Wu.
Herkes yukarıya baktı ve Yağmur Efendisinin hâlâ o kara öküzün üzerinde bindiğini gördü, her şey içten içe düşünülmüştü demek ki.
Bariyer yıkıldığından iletişim rünü de doğal olarak tekrar kullanılabilir hale gelmişti. Daha önce hepsi bir telaşla kederli ruhları yok etmeye çalıştıklarından iletişim rününü tekrar kullanabilecekleri kimsenin aklına gelmemişti.
Xie Lian birkaç adım öne çıktı: “Lordum, yüzü olmayan beyaz geri döndü.”
Jun Wu hafifçe başını salladı, “Onun acımasız olabileceğini tahmin ediyorum.”
“Gerçekten anlaşılması zor.” Dedi Xie Lian. “Geldiğinizden dolayı şu an nerede saklanıyor bilemiyorum.”
“Önemi yok” Jun Wu. “Gidip onu aramadan önce, önce bu kederli ruhları halledelim.”
Herkes gökyüzüne bakmıştı, gökyüzünde yuvarlanıp iç içe geçen kara bulutlar Jun Wu’nun görkemli ışığı ile arınmıştı. Pei Ming sordu: “Yani bu sefer yeni hayalet kralın doğumu engellenmiş oldu, doğru mu?”
“Sanırım” dedi Xie Lian. “Sonuçta ocağı delip geçen bundan başka kimse değildi.” Hepsinin gözü aynı anda yan tarafa doğru kaydı. Xie Lian onu kontrol etmeyi bıraktıktan sonra yüce, devasa ilahi heykel zarif ve itaatkar şekilde yerde uzanıyordu. Artık yerde durduğu için küçük bir dağa da benziyordu. Xie Lian onun yanında durdu ve yanağını kaşımak için parmağını kaldırdı başını hafif yana eğerek, Hua Cheng’e dönerek, “San Lang, ne yapsak bununla?”
Hua Cheng biraz düşünceli gibiydi, soruyu duyduğunda kendine geldi, “Gege’nin endişelenmesine gerek yok. Onarılana kadar burada bırakalım.”
“Onarılabilir mi?” Xie Lian sordu.
“Tabii ki, ocağın taşları olduğu sürece.” Dedi Hua Cheng. “Onu kesinlikle onaracağım ve bir kere daha ayakta durabilmesini sağlayacağım.”
“O zaman şimdilik bırakalım.” Dedi Xie Lian. “Ocağın yanındaki volkan hala patlıyor. Kim bilir bir daha ne zaman güvenli hale gelecek.”
Havada dönüp dolaşan kederli ruhlar aniden acıyla haykırdı ve tornadoya dönüşüp bir yere doğru yöneldiler. Bir anlık kimse ne olduğunu anlayamadı ama yakından baktıklarında kederli ruhların akın ettikleri yerin, yer altındaki ilahi WuYong tapınağı olduğunu gördüler.
Aslında bu yaratıkların güçlü, göz kamaştıran ışınların altında saklanacak hiçbir yerleri yoktu ve er ya da geç dağılacaklardı. Ama o yeraltı tapınağına bu kadar çok sayıda kederli ruh döküldükten sonra, sanki tamamen emilmiş, temizlenmiş, yok olmuş gibiydiler. Mu Qing dilini yutmuş gibiydi, “Neler oluyor?”
Xie Lian korku hissetti ve haykırdı, “Yüzü olmayan beyaz! Mesafe kısaltıcı rün çizmiş! Kederli ruhları uzak bir yere gönderiyor!”
Jun Wu hızlıca elini savurmasıyla tapınağın tavanı uçtu, yerden büyük bir toprak parçası bile soyulmuştu. Ancak devasa rün sadece iç kısımdaydı, bundan başka hiçbir şey yoktu.
“Ne planlıyor bu?” Feng Xin haykırdı. “Rün neresiyle bağlantılıydı? Nereye gönderdi o ruhları?”
Eskiden olsaydı şu an olaya Lin Wen dahil olurdu. Ling Wen sarayının tüm yerleri rapor etmesi yarım tütsü yanma süresi bile sürmezdi, kim bilir hangi sivil tanrı onun yerini geçici olarak almıştı ama şimdi ihtiyaçları olduğunda bir kişiyi bile bulamıyorlardı. Feng Xin öfkeyle lanet etti, “S*KİKLER! HER ZAMAN GÖSTERİŞ YAPMAK İÇİN BİRBİRLERİYLE YARIŞIYORLAR, AMA GEL GÖR Kİ EN İHTİYAÇ DUYULAN ZAMANDA HEPSİ CEHENNEMİN DİBİNE GİRMİŞ GİBİ. LANET OLSUN! BİR DAHA ASLA LİNG WEN SARAYINA İŞE YARAMAZ DEMEYECEĞİM.”
Peşinden Hua Cheng’in sesi duyuldu, “Kraliyet başkentinde.”
İki uzun ve ince parmağını şakağından kaldırdığında herkes ona döndü. “O, bu yaratıkları çok sayıda farklı kale şehrine gönderdi. Kötülüğün özü aniden ortaya çıktığı için şu ana kadar sadece kraliyet başkenti tespit edildi.”
… sivil tanrılar tamamen işe yaramazdı bu yüzden kaçan şeytani yaratıkların yerini tespit edebilmek için hayalet diyarının kralına güvenmekten başka şansları yoktu. Çoğu cennet mensubunu kendini utanmaktan alamamıştı. Ancak durum aciliyet gerektirdiğinden utanç hissi de kısa sürmüştü. Mu Qing konuştu, “Beyaz musibetin planını gayet iyi biliyorsun, tabii ki o canavarları insanların en çok olduğu yere gönderecek. İnsan yüzü hastalığı bulaştı mı çok hızlı yayılır. Kraliyet başkenti insan kaynıyor, tabi orayı es geçmez.”
Pei Ming de lafa katıldı, “Hemen şunun icabına bakalım, kaybedecek zaman yok. Gecikirsek işler çok çirkin bir hal alabilir.”
Geçici sivil tanrılar Jun Wu için de kelimelerle anlatılamayacak kadar kötü bir baş ağrısıydı, Hua Cheng’e dönerek, “Lordum diğer kale şehirlerinin de yerlerini tam olarak belirleyebildi mi?”
“Halihazırda belirleniyorlar. Çok uzun sürmez. Yin Yu, sen devral.” Emretti Hua Cheng.
“Emredersiniz Lordum” Yin Yu hızlıca tasdik etti.
Yin Yu geçmişte Jun Wu tarafında sürgün edilmişti, Jun Wu sadece işini yapsa da onu görmek elinde olmadan gerilmesine yol açıyordu.
Hayalet şehirdeki emrindekilerle bir süre iletişim kurduktan sonra sağduyulu bir şekilde raporları bildirdi. “ Üç bin kilometre güney, iki bin yetmiş kilometre kuzey…”
Jun Wu Feng Xin’e döndü: “Nan Yang, sen güneyi al.”
Feng Xin emri anında kabul etmedi ve bir anlık tereddüt etti. Xie Lian bunun nedeninin Jian Lan ve Cou Cou'yu aramak istemesi olduğunu düşündü ve tam konuşmak üzereyken Feng Xin cevap verip kenara geçerek rün çizmeye başladı. Pei Ming bilerek konuştu, “Ben de kuzeyi alacağım.”
“Doğal olarak.” Jun Wu cevapladı.
Pei Ming başını sallayarak ilerledi, birkaç adım sonra Pei Su da onu takip ediyordu, ona dönerek konuştu, “Yaraların henüz iyileşmedi ve hala zehir vücudundan çıkmadı. Lord Yağmur Efendisi ile kal.”
Pei Su’nun kafası karışmıştı: “General, ben zehirlen,medim?”
Pei Ming anlayışlı bir şekilde omzuna iki kez dokundu. “Yarım kelimelerin hala düzelmemiş, hala zehirlenmedim mi diyorsun?” başını belli belirsiz eğdi, ardından nezaket gereği Yağmur Efendisinin önünde eğilerek kendi başına oradan ayrıldı. Jun Wu devam etti, “Qi Ying, sen de neden batıya gitmiyorsun? Unutma, herhangi bir belaya…”
Ancak Quan Yi Zhen’in aklı karışmıştı, “Neden batıya gideyim ki? Şu anda tam olarak ne yapıyoruz?”
“…”
Şu anda neler döndüğünü bilmemesinden dolayı kimse onu suçlayamazdı. Belki de tüm yol boyunca aklı karman çormandı. Neden dayak yemişti? Neden canlı canlı duvarın içine gömülmüştü? Neden bir daruma bebeğine dönüştürülmüştü? Ve neden bir kılıca dönüşmek zorunda kalmıştı? Ne olduğunu anlamak için elinde hiçbir ipucu yoktu. Bunu görünce Yin Yu iç çekti, “Onu yanımda götürürüm, yolda anlatırım olanları.” Muhtemelen ona bunları anlatacak sabır başka kimsede yoktu. “Tamam!” dedi Quan Yi Zhen coşkuyla.
Mu Qing bekledi, bekledi, ama sıra ona gelmedi. Daha fazla dayanamadı ve sordu, “Lordum, peki ya ben?”
Jun Wu ona bir baktı ve konuştu, “Xuan Zhen, bir şeyi unutmadın mı?”
Mu Qing’in kafası karışmıştı, “Neyi?”
“Şu anda gözlem altındasın.” Dedi Jun Wu.
“…”
Mu Qing’in yüzü düştü. Bunu tamamen unutmuştu. Sadece o da değil, neredeyse cennet mensuplarının tamamı onun kaçtığını ve değişik büyülerle cenin yaratma şüphesi altında olup hala adının aklanmadığını unutmuştu.
“Buna dahil olma. Cennet mahkemesine geri dön. Aksi halde hapis süren uzatılacak.”
“…Lordum! Gerçekten ben değildim!” haykırdı Mu Qing.
“Meselenin dibine indiğimizde ve gerçek ortaya çıktığında doğal olarak serbest kalacaksın.” Dedi Jun Wu. “Aksi takdirde başka şekilde gitmene izin verirsen rezalet olur.”
Mu Qing korkunç derecede incinse de elinden gelen tek şey başını eğip sessizce bu durumu kabullenmekti, “Tamam efendim.”
Mu Qing’e işkence edildiğini görünce Hua Cheng asla çekinmeden hiç de nazik olmayan şekilde seslice kahkaha atıverdi. Mu Qing derhal ona ve tam yanında duran ve muhtemelen aynı şeyleri düşünen Xie Lian’e da kısa bir bakış attı, yüzü daha da karardı.
Kalanlardan ise Yağmur Efendisi savaş tanrısı olmadığından güç yarışına girmedi ve ihtiyaç olduğunda her zaman yardım isteyebileceklerini bildirerek sessizce orayı terk etti. Xie Lian doğal olarak en kalabalık ve zorlu yer olan kraliyet başkentine gitmeyi seçmişti. Jun Wu’ya göre Xie Lian geride kalıp üç dağ ruhu ve hala etrafta olabilecek yüzü olmayan beyaz ile yüzleşmeliydi. Hua Cheng zarları fırlattı ve mesafe kısaltma rününü açarak Xie Lian ile birlikte oradan ayrıldılar.
Kraliyet başkentide çoktan gece yarısıydı, caddelerde çıt sesi bile yoktu, evlerin pencere ve camları da sıkıca kapalıydı. Hua Cheng ve Xie Lian daracık yollardan yürümekten sinirlenmişti, hızlı adımlarla yürüyerek insan dışı varlıkları aramaya başladılar.
Birkaç adım sonra iki parmağını kaldırarak iletişim rününe girerek fısıldadı, “Lordum?”
“Ne oldu Xian Le?” cevapladı Jun Wu. “Kraliyet başkentine ulaştın mı?”
“Ulaştık. Size söylemem gereken bir şey var.” dedi Xie Lian.
“Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur sana bir şey mi yaptı?” diye sordu Jun Wu.
“…”
Hua Cheng bir şey fark etmiş gibiydi, bir kaşını kaldırdı, Xie Lian cevapladı, “Hayır, bana bir şey yapmadı. Başka bir konu vardı. Önceki olaylar acil olduğundan bahsedemedim.” Ciddi bir ses tonuyla devam etti, “Beni eğiten Guoshi’yi hatırlıyor musunuz?”
Onun bu kişiden bahsettiğini duyan Jun Wu, biraz şaşırmış gibi görünüyordu, bir an sonra cevapladı, “XianLe’nin Guoshi’sinden mi bahsediyorsun”
“Evet.” Dedi Xie Lian. “Geçmişte biraz olsun onunla iletişiminiz olmuştur. Onunla ilgili garip ya da alışılmışın dışında bir şey fark ettiniz mi?”
XianLe Krallığı'ndaki tüm törenler ve hizmetler yalnızca Guoshi’nin kendisi tarafından gerçekleştirildi. Ve Guoshiler ölümlülerle tanrıları bağlayan bir köprüydü. Kısa bir sessizlikten sonra Jun Wu cevapladı, “Evet.”
Xie Lian nefesini tutmuştu, “… Ne gibi bir gariplik?”
“XianLe, gerçekten bunu duymak istiyor musun?”
“Evet.” Dedi Xie Lian.
“Duyduktan sonra hayal kırıklığına uğrasan bile mi?" sordu Jun Wu.
Xie Lian Hua Cheng’e bir baktıktan sonra cevapladı, “Evet.”
Jun Wu yavaşça cevap vermeden önce iyiydi, “Senin hocan, XianLe’nin Guoshi’si olmak onun yetenekleri için berbat bir boyunduruktu. Onun gücü ve yeteneği senin hayal gücünden bile öteye geçer.”
Xie Lian sessizce dinledi. Ancak sonraki kelimeleri onun kalbinin adeta alabora olmasına neden oldu.
Jun Wu devam etti, “İnanıyorum ki Guoshi’nin bu dünyada geçirdiği yılların sayısı benimkinden az değildir. belki benimkinden de fazla.”
“…”
Böylece Xie Lian’in bir kısım tahminleri doğru çıkmıştı.
Eğer Guoshi gerçekten bu dünyada Jun Wu'dan daha uzun süredir varsa o zaman Guoshi’nin WuYong Veliaht prensinin Dört Koruyucusundan biri olması olasılığı çok daha fazla mümkündü.
Xie Lian kendini sormaktan alamadı, “Nasıl oldu da bunu daha önce bana söylemediniz?”
“Çünkü çok uzun bir süre bundan emin olamadım.” Dedi Jun Wu.
“Peki nasıl bunun doğru olduğunu anladınız?”
“XianLe düştükten sonra onu buldum ve etkisiz hale getirdim. Ama şimdi öyle görünüyor ki sonunda yine de kaçabildi.”
“…”
Yüzü olmayandan başka Jun Wu’nun ellerinden kaçabilen başka biri daha. Xie Lian her zaman Guoshi'nin savaşın kaosu sırasında kaçtığını düşünmüştü, gelip Jun Wu’nun kendisi onu yakalamış olabileceğini değil.
“Peki… o zaman neden onu etkisiz hale getirmek zorundaydın?” Xie Lian sordu. “Ve bunu doğruladıktan sonra neden bana söylemedin?”
“Aslında bu iki sorunun tek bir cevabı var.” dedi Jun Wu.
“Nedir?” dedi Xie Lian.
“Eğer sana söyleseydim, belki bunu duyduğunda hayal kırıklığına uğrayacaktın. Fakat belki siz artık başkalarının hayal kırıklığına uğramasına dayanabilirsiniz.” Diye devam etti Jun Wu.
Xie Lian'ın kalbi giderek daha hızlı atıyordu, bilinçsizce Hua Cheng’in elini sıkıca kavradı.
Jun Wu cevapladı, “Çünkü onun senin içindeki bir şeyi uyandırmak istiyormuş gibi göründüğünü keşfettim.”
21 notes
·
View notes
Text
ÖLECEĞİN GÜN İÇİN TELAŞLANMA!
Onca değer verdiğin bedeninin başına neler gelecek diye kaygılanma!
Ne olacak, nasıl olacak diye hiç üzülme!
Çünkü Müslüman kardeşlerin senin için gerekenleri yapacaklar :
1- Elbiselerini bedeninden çıkaracaklar.
2- Bedenini yıkayıp gusledecekler.
3- Yeni elbisen olan kefeni bedenine giydirecekler.
4- Evinden dışarı çıkaracaklar.
5- Ve yeni evine, kabre götürecekler.
6- Cenaze merasimin için birçokları işlerini bırakıp gelecekler.
7- Özel eşyalarını toplayacaklar.
Elbiselerin, çanta ve ayakkabıların, ne varsa hepsini seçip ayıracaklar;
Muvaffak olurlarsa onları sadaka olarak fakirlere dağıtacaklar…
Emin ol, sen öldükten sonra kimse işini gücünü bırakıp senin hasretini çekmeyecek.
İşler ve ticaret kaldığı yerden devam edecek.
Senin görevin bir başkasına devredilecek.
Malın ve servetin bölüşülecek, mirasçıların hepsini sahiplenecek.
Sen ise kazandığın o malların hepsinden tek tek hesaba çekileceksin.
Öldükten sonra senden
Alınacak ilk şey adındır.
O nedenle öldüğünde sana
“cenaze” derler; kimse seni isminle çağırmaz.
Sana namaz kılmak için geldiklerinde, adını sormaz,
“Cenaze nerede?” diye sorarlar.
Omuzlarında taşıdıklarında ve defnettikleri zamanda da adını söylemez,
Cenazeyi tutun derler…
O hâlde, dikkatli ol;
soy, nesep, milliyet, para ve makam seni aldatmasın…
Bu dünya ne kadar değersiz, karşılaşacaklarımız ise ne kadar da büyük ve
Korkunç!
Öldükten sonra senin için üç tür üzüntü olur:
1- Seni biraz tanıyanlar,“Yazık !” derler.
2- Seni daha fazla tanıyan dost ve arkadaşların birkaç saat veya en fazla birkaç gün üzülür, sonra da
Şakalarına ve gülüşlerine devam ederler.
3- Yokluğunu ve ayrılık acısını derinden hisseden ailen ise birkaç hafta, birkaç ay veya en fazla bir yıl üzüntünü yaşarlar,
Sonra da seni kendi hatıralar arşivine atarlar.
İşte bu şekilde senin halk arasındaki öykün son bulur.
Güzelliğin, sağlığın, çocukların, evin, eşin, malın ve mülkün ne varsa hepsi elinden çıkar ve gerçek
öykün başlar.
Yani ahiret hayatın…
Peki, ölüm için, kabir için, ahiret içi ne kadar hazırız. ?
Bu, üzerinde durmamız ve çokça düşünmemiz gereken bir gerçektir.
Bu mübarek aylar ve kabul edilen dualar hürmetine bizleri affet, kabir ve cehennem azabından koru.
Yolculukta yardım et bizlere Allah’ım!
Âmin
23 notes
·
View notes
Text
Adam ile erkeği ayırmak.....
1. Evet her adam erkektir ama ne yazık ki
her erkek adam değildir.. Çünkü adam olmak erkeklik gibi cinsiyet meselesi değil, şahsiyet meselesidir. Bir adamı önce karakteri ele verir!
2. Erkek olmak için pipin olması yeter ama adam olmak için bir de yüreğin olması gerekir.. Gerçek adamlar aslan yüreklidir, vicdan sahibidir, iyi niyetlidir..
3. Bir erkek ne istediğinden asla emin değildir. Sağı solunu tutmaz, maymun iştahlıdır, savaşmaz, kolay vazgeçer. Bir adam ise ne istediğini her zaman iyi bilir ve onun peşinden gitmekten korkmaz da gitmeye üşenmez de..
4. Erkek dediğin anı yaşar, geleceği düşünmez. Sadece eğlencenin peşindedir. Adam dediğinse gelecek planı yapar. İş hayatı hakkında da aile hayatı hakkında da kafasında belirlediği hedefleri vardır.
5. Bir erkek “Kalbi atsın yeter” ile “Bu kızı götürsem ne havam olur” arasında gider gelir. Bir adam ise bir kadının sadece dış görünüşüne bakmaz. Birlikte olacağı kadında güzellik dışında da özellik arar.
6. Adam dediğin zor ve rahatsız edici konulardan kaçmaz. Onlarla yüzleşir.
Haksızsa özür dilemesini de bilir af dilemesini de. Erkekse mümkün olduğunca sorunları görmezden gelir ve mecbur kalmadıkça özür dilemez.
7. Bir adam ne zaman bir kadınla ciddi olacağını ve bir sonraki aşamaya geçeceğini
iyi bilir. Bir erkek ise asla tam anlamıyla kendini ilişkiye vermez ve evliliğin e’sini duyarsa arkasına bakmadan kaçar.
8. Bir adam hem sosyal olup hem sorumluk sahibi olabilir. Nerede durması gerektiğini iyi bilir. Bir erkekse yarın yokmuş gibi parti yapmanın peşindedir. Kısacası bir adam ne yapılması gerekiyorsa onu yapar, bir erkekse sadece istediğini yapar!
9. Bir adam sözünün eridir. Söz ağızdan bir kez çıkar der ve arkasında durur. Bir erkeğinse sözleri havadır. İşin özeti erkek söz verir adam tutar!
10. Ve oyunlar erkek çocukları içindir adamlar için değil! Bir adam asla bir kadının kalbiyle veya aklıyla oyun oynamaz!
Uzun lafın kısası zordur adam olmak ama değer her çabaya. Çünkü günün sonunda kadınlar hayatlarına kaç erkek girdi diye saymaz, kaç adam tanıdıklarına bakarlar..
Umarım anlaşıldı...
11 notes
·
View notes
Text
Kimse kimsenin ekmeğine, muhtaçlığı yok
Gönül sadakası işte...
Alanı da vereni de eksiltmez bir tebessüm gülümsüyorum...
Başka verecek bir şeyim de yok
Çünkü;
Biliyorum ki gülümsemek..
Ruha sürülen en iyi merhemdir
Dostlarıma karşı sunduğum en iyi ikramımdır...
Sevginin diğer bir adı da SABIR'dır:
Açlığa sabredersin adı “oruç” olur.
Acıya sabredersin adı “metanet” olur.
İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur.
Dileğe, sabredersin adı “dua” olur.
Bizleri 'La İlahe İlallah' hakikatine uygun yaşayıp, hidayet üzere olmayı, emirlerini yerine getirmede sebat etmeyi nasib-i müyesser eyle Allah'ım!
Allah'ım, takva sahiplerinin sahip olduğu iman, namaz, infak ihsanından bizleri de nasiplendir, hissemizi artır Yâ Rahman Yâ Rahim!
Rabbim bizleri her nerede olursak olalım Hakk’ın şahidi; iyiliği, yaşayıp , şerrin kilidi, eylesin ,
Bizleri Efendimiz’in âhirzamanda kardeşlerim dediklerinden eylesin.
Ey RABBİMİZ bildiğimiz ve bilmediğimiz şeylerin şerrinden sana sığınırız Yerden Ve Gökten Gelecek Olan Her Türlü Şerden
Sana Sığınırız
Ey RABBİMİZ Şifa Bekleyen Hastalarımıza Şafi İsmin Hürmetine Şifalar İhsan Eyle
Darda Kalan Kullarını Es Selâm İsminle selamete çıkar 🤲
Allah'ım bize Senin sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini nasip et.
Bizi batıldan Hakka ilet.
Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar,
Bizi ölümden ebediyete ulaştır.
Allah'ım biz Senden razı, Sen de bizden razı olarak canımızı al.
Allah'ım, Kur'ân'ı Sen hak olarak indirdin, o da hak olarak indi. Kur'an'a rağbetimizi artır, onu gözümüze nur, gönlümüze şifa eyle.
Onunla dilimizi süsle, yüzümüzü güzelleştir, gece ve gündüz onu okumakla bizi rızıklandır.
Bizi Hz. Peygamber (sav) ve iyilerle beraber haşreyle. AMİN
Esselamu Aleyküm
Hayırlı sabahlar
20 notes
·
View notes
Text
pekiii.. fırtınaları çıkaran kimdi?
.
e. ve ben, metroda yanyanayız.
gözüm sürekli istasyonların isimlerini takip ediyor, sanki bir an gözümü ayırsam zaman kırılacak, ya da saçma sapan başka bir şey olacak, bir an kendimizi ineceğimiz istasyondan fersah fersah ötede bulacakmışız gibi- bir tehlikeye karşı,
gözümü istasyon isimlerinden ayırmıyorum.
.
e. kolumu sıkıyor. bunu yaptığının farkında değil. ineceğimiz durağa henüz var, boş konuşmaya karar veriyorum, şöyle soruyorum-
hani filmlerde bazen bir sahne olur, mesela.. kız, oğlanı hiç beklemediği bir anda yanağından öper. oğlan duraksar, kıza şaşkın şaşkın bakarken elini kendi yanağına götürür, öpüldüğü yere dokunur, hissettiğim gerçek mi? der.
evet bu bir klasik diyor e.
evet diyorum, bu bir klasik.. ama sence ne manaya geliyor?
.
tekrar istasyonların isimlerine bakıyorum, daha önce hiç bilmediğim bazı kelimeler var. doğru hatta olduğumuzdan emin misin? diyorum, bu istasyonları hiç duymamıştım.
.
bence beklemediği bir anda öpüldüğü için oğlan sadece şaşırıyor diyor e. işte, şaşkınlıkla elini yanağına götürüyor (suç mahallini işaret ediyor).
ama, acıyan yerimize de bastırırız biliyorsun diyorum.
mesela, heyecanla merdivenlerden aşağı koştuğunu düşün -sanırım kapının zilini duymuşsun, sevgilini bekliyordun ya- ama öyle heyecanla koşuyorsun ki gözlerin buğulanıyor, ayağın takılıyor, tepetaklak yuvarlanmaya başlıyorsun, düşüyor düşüyorsun, yüzün ellerin, dizlerin dirseklerin, muhteşem tatmin edici bir şekilde her yerini çarpıyorsun- neresinin ağrıdığından emin olamıyorsun.
ama diyelim ki en fena dizini çarpmışsın, can havliyle dizini iki elinin arasında alıyorsun, sıkıyorsun, ağrı hissini bastırmaya çalışıyorsun.
ağrıyı örtbas etmeye çalışmak-
işte diyorum, oğlan da yanağındaki öpücük hissine aynısını yapıyor, bu hissin beynine ulaşmasını engellemeye çalışıyor.
ah diyor... e.
senin bir romantik olduğunu sanıyordum.
hayır diyorum. ben bir gerçekçiyim.
.
metro yoluna devam ediyor. duraklar geçiliyor. nerede olduğumuzu anlamak için istasyon listesine bakıyorum. artık istasyon isimleri sadece bilinmedik kelimelerden değil, karmakarışık harflerden oluşuyor.
hey diyorum. sıradaki durak için smtyya yazıyor görüyor musun, bu nasıl bir kelime? .
şşşş.. diyor e. istasyon isimlerini boş ver.
.
elimde bir kitap var: "behçet necatigil - mitologya sözlüğü"
böyle metro yolculuklarında çantamdan çıkarıyor, elimde tutuyor ve çantama geri koyuyorum. bir kitabı bitirmek için çok verimsiz bir yöntem-.
e. kitabı görüyor,
pekiii... diyor. (daha evvel sormadığı bir soru bulmaya çalışıyor..) fırtınaları çıkaran kimdi?
poseidon! diyorum.
ama o denizlerle ilgili değil miydi?
işin aslı, o zamanlar her şey ama her şey biraz... ve de mutlaka, denizlerle ilgiliydi.
kimsenin aklına tarladaki ekinlerin büyümesi için dua etmek gelmiyordu. tanrılarından fırtınasız bir deniz diliyorlardı: gemiler kayalıklarda parçalanmasın, askerler yurtlarına dönebilsin, sevgililer kavuşsun, çocuklar babasız kalmasın.. bunun gibi şeyler..
anladım diyor e. poseidon. şu çatalı olan hani?
tanrılarını hep insan formunda düşlemeleri çok sevimli değil mi?
.
"gelecek istasyon-" diyor hoparlördeki ses:
ne dedi diyorum? söylediğinden hiçbir şey anlamadım? sanki uydurma bir kelime söyledi?
şşşş diyor e. elini yanağıma koyuyor, yüzümü kendine çeviriyor. gelecek istasyonun ismini söyledi, endişelenme.
ama diyorum... kapının üzerinde yazan istasyon isimleri artık karmakarışık harfler, anlamsız kelimeler. hoparlördeki sesi ayırt edemiyorum? doğru hatta olduğumuza emin misin?
şşşş. diyor e. doğru hattayız, merak etme.
.
insan formunda olmayan bir tanrı nasıl olurdu ki diye soruyor... ah-ha diyorum... mitoloji külliyatı benim elimde olsaydı, mesela, athena, göz şeklinde bir tanrı olurdu, senin gözlerin gibi.. gökyüzünde ölümlüleri izleyen, iki muhteşem göz şeklinde bir tanrı.
bu çok özgün bir fikir değil ama.. benim gözlerimin renginde bir tanrı fikri hoşuma gitti diyor e.
insancıklar senin gözlerine tapınıyorlar ve hayvanlar kurban ediyorlar. yeni doğmuş bebekleri hastalıklara yakalanmasın, askerlerin ölümcül yaraları iyileşsin, aşıklar birbirlerine kavuşsunlar diye. bir tür şifacı tanrı.. böylesi tam sana göre.
.
artık bilmediğim bir dilde konuşan ses son durağı anons ediyor... ne dediğini artık hiç anlayamıyorum. ne dediğini anlamıyorum diyorum- şşşş diyor e. son durağa geldiğimizi söylüyor- ama diyorum, biz daha önce inecektik- sakinleş diyor e.
yanağıma elini koyuyor, başımı omzuna yaslıyor- nerede ineceğimizi boşver-
.
peki, şu şifacı muhteşem yunan tanrıçası- gözlerimin renginde, gökyüzünden insancıkları izlerken, ve insancıklar ona hayvanları kurban ederken, sen ne yapıyordun? diye soruyor-
ben, diyorum.... (ben, dünyadaki en doğru cevabı vermek istiyorum- allahım. ben her zaman dünyadaki en doğru cevabı vermek istiyorum.)
bu sırada ben, senin uğruna hayvanların kurban edilmesine karşı çıkıyordum.
gökyüzündeki şu muhteşem iki gözden başka bir tanrı yoktur, ve o hayvanların kurban edilmesini istemiyor diyordum.
e.'nin gözleri ışıldıyor.
(bu renkteki gözlerin ışıldadıklarına hangi renkte ışıldadıklarını hayal edemezsiniz.)
.
kapılar açılıyor. nereye geldik diyorum. bilmiyorum diyor. vagondan inen kimse nereye geldiğimiz bilmiyor gibi, ama itiraz etmiyorlar. artık anons yapan ses tümüyle kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyor, ama huzur verici bir karmaşa- değil mi? diyorum. e. kolumu sıkıyor. hey diyorum: metroya bindiğimizde kolumu sıkmıştın, ve her şey böyle başlamıştı-
.
seninle gurur duyuyorum diyor e. yani şu yunan tanrısı olan gözlerim, seninle gurur duyuyorlar. onun için hayvanların kurban edilmelerini engellediğin için.
hey! diyorum.. doğru yerde indiğimizden emin misin? aksi imkansız diyor. anonsu duymadın mı.- sanırım diyorum. biraz ateşim var. evet biraz öyle diyor, anlamak için elini yanağıma götürüyor -
20 notes
·
View notes
Text
"Ve kendime soruyorum: Hayallerim nerede? Kafamı sallayıp mırıldanıyorum: Zaman nasıl da geçiyor! Ve sonra kendime bir daha soruyorum: Zamanını nasıl geçirdin, hayatının en iyi yıllarını nereye gömdün? Yaşadın mı, yaşamadın mı? Bak, diyorum kendime, dünyadaki her şeyin nasıl solup soğuduğuna bak. Birkaç yıl daha geçecek, ardından bunu mutsuz, bir yalnızlık izleyecek, daha sonra sarsak yaşlılık değneğiyle birlikte gelecek, daha sonra da çaresizlik ve yıkım olacak. Olağanüstü dünyan yok olacak, hayallerin çürüyüp ölecek, ağaçlardan düşen sarı yapraklar gibi dağılacak..."
7 notes
·
View notes
Text
La Tahzen ! (Üzülme)
İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme!
Rahman: (c.c), “Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı?
O halde ne diye üzülürsün ey can?
Gündüz gibi ışıyıp durmak istiyorsan;
Gece gibi kapkaranlık nefsini yak !..
“Derdim var” diyorsun;
Dert insanı Hak’ka götüren Burak’tır; sen bunu bilmiyorsun.
Sanma ki dert sadece sende var.
Şunu bil ki;
Sendeki derdi nimet sayanlar da var.
Umudunu yıkma; Yusuf’u hatırla.
Dert nerede ise deva oraya gider.
Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider.
Soru nerede ise cevap oraya verilir.
Gemi nerede ise su oradadır.
Suyu ara, susuzluğu elde et de sular alttan da yerden de fışkırmaya başlasın.
Dünya malı Allah’ın tebessümüdür:> Lâ tahzen! (Üzülme!)
Irmağa deniz, denize okyanus sığmaz. .
“Aşık” olmayana anlatsan da “Ben” “Sen” anlamaz.
Hakka ulaşmak için yoldur desen kimse inanmaz…
Gönlünde zerre-i miskal şems olmayan;
Yanmaz, yanamaz…
Ayağın kırıldı diye üzülme!
Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek.
Kuyu dibinde kaldın diye üzülme!
Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma!
İstediğin Bir şey; Olursa Bir Hayır,
Olmazsa Bin Hayır Ara…
Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa hakikat âlemi birdir. Bu âlem bir rüyadır. Zanna kapılma ey can! Rüyada elin kesilse de korkma, elin yerindedir. Dünya bir rüya ise, başına gelen felaketler de geçicidir. Neden çok üzülürsün ki? Herşey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde sakın vaz geçme:
– Çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir.
Bu âlemin, bu kâinatın kitabı sensin:
Aç da kendini oku ey can!
Kâinatın en uzak köşesi, senin içinde ufak bir nokta…
Ama sen bunun farkında bile değilsin.
Derdin ne olursa olsun korkma!
Yeter ki umudun ALLAH olsun…
Herkes bir şeye güvenirken;
Senin güvencen de ALLAH olsun.
Hiçbir günah, ALLAH’ın yüce merhametinden büyük değildir ama;
Sen yine de günah işlememeye bak!
Lâ tahzen! (Üzülme!)
Derdin ne olursa olsun bir abdest al, nefes gibi…
Ve bir seccade ser odanın bir kösesine, otur ve ağla ,
Dilersen hiç konuşma…
O seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor unutma.
Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır.
Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar.
Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır.
Allah tozunu alıyor diye, niye kederlenirsin EY CAN!?
Lâ tahzen! (Üzülme!)
Bir şey olmuyorsa:
Ya daha iyisi olacağı için,
Ya da gerçekten olmaması gerektiği için olmuyordur.
Şu uçan kuşlara bak! Ne ekerler, ne biçerler…
> Belalar sağanak yağmurlar gibi yağar.
Ancak başını> Yapılma, yıkılmadadır;
Topluluk, dağınıklıkta;
Düzeltme, kırılmada;
Murat, muratsızlıktadır;
Varlık, yoklukta gizlidir…
Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması.
Ne kötüdür zamanın bir an kadar yakın,
Bir asır kadar uzak olması.
Ve bilir misin?
Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması..
“Ben”, deyip susması…
“Sen”. deyip ağlamaklı olması…
Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar.
Eğer Hakk”ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.
Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın.
İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler.
Sevginin diğer bir adı da sabırdır:
Açlığa sabredersin adı “oruç” olur.
Acıya sabredersin adı “metanet” olur.
İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur.
Dileğe sabredersin adı “dua” olur.
Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur.
Özleme sabredersin adı “hasret” olur.
Sevgiye sabredersin adı “AŞK” olur…
Ne istersem ben Mevlâ’dan isterim.
Verirse yüceliğidir. Vermezse İmtihanımdır…
Allah’tan bir şey istersen:
Kapı Açılır, sen Yeterki Vurmayı Bil !…
Ne Zaman dersen bilemem ama,
Açılmaz diye umutsuz olma,
Yeterki O Kapıda Durmayı Bil…!
Hz. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî.
•••♥•••
11 notes
·
View notes
Text
iftar yemeği bitti zil çaldı. Allah Allah kim olabilir ki dedik çünkü evimize çat kapı gelecek kimse yok, ayın onbeşi de değil ki kapıcı gelsin falan konuşurken büyük kızçe açtı kapıyı. anne bakar mısın dedi. kapıya bir gittim dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu elinde kavanoz, yere bıraktığı poşetinde de bir şeyler gözüküyor. abla yemek verir misin dedi elime kavanoz uzattı. ver çorba koyayım dedim. yerdeki çantadan içinde çorba olan başka kavanoz çıkardı. dedim ama o mercimek çorbası ben sana yoğurtlu çorba vericem. neyse doldurdum kavanoza kapıya geldim nerede oturuyorsunuz dedim cevap verdi, annen baban nerde dedim. babam trafik kazası geçirdi annemle bende çöp topluyoruz dedi. dikkat et kendine olur mu bu saatlerde yalnız dolaşma buralarda dedim. tamam abla dedi gitti 🥺
23 notes
·
View notes
Text
Yaşamdan haz aldığın anlar vardır. Güzel bir yaz akşamı sesiyle büyüleyen sevdiğin şarkıcının konseri veya kalabalık bir mekanda sahne performansına en önde tanık olduktan sonra duyduğun heyecan. Soğuk ve yağmurlu kış geceleri battaniyeye sarılıp loş ışıkta sevdiğin yazarın kitabını okuyorken ah işte tam da beni anlatmış dediğin o an satırları çizmek için duyduğun telaş. Serin sonbahar vakitlerinde beklediğin diziyi izlemek için akşamı zor ettiğin o sıkıcı mesai gününün gecesinde uykun gelse de merakından bir bölüm daha izlemeye kendini ikna etmen. Uzun yolculuklara çıktığın o ılık yaz geceleri zifiri karanlıkta saatlerce araba sürsen de, gitgide şehir ışıkları küçük noktalara dönüşse de ve sık sık kahve molaları vererek yolu uzatsan da sonunda kavuşacağın o nefis deniz manzaralı yere kavuşma ümidi. Tüm bu heyecanların hepsi sigara içerken, balkondan bakarken, benim sana ulaşmam için yaşamam gereken dünya sancılarıymış meğer. Seni her düşündüğümde aklına gelen ilk kelime sevdiğim oluyorsa, diğerlerinin pek ehemmiyeti yoktu. Dişime takılmış ve anlamını kaybetmiş bir kelime gibi hafızam durmadan seni yoklayıp duruyordu çoğu zaman. Yaşça büyük biri demişti, zamanın birinde; "Unutma evlat, doğru trene binersen bir gün o çok istediğin denize kenarı olan uzaklara gideceksin." Uzun zaman, doğru trenin hangisi olduğunu bilmediğim peronlarda kayboldum. Ah be beybaba, doğru tren nerede? Şehrin sıkıştırılmış insanlar yığını hayatlarında, otobüslerden, vapurlara, metrolardan, dur kalk yapan otomobillerine her çözümü denedim. "Beni istediğim yere ulaştırın."
Haykırmakla susmak arasında bir yerdeydim çoğu zaman. Zihnimin puslu belirsizliklerine berrak bir gelecek hayali gerekirken, ben hep geçmişe takılı kalıp duruyordum. Ben sanırım hep düne ait bir yerde kaldım. Hikayenin bütününü yaşama ihtimalini merak ediyordum; mutlu bir yaz akşamında karşılaşacağımıza, sarılacağımıza fonda denizin dalga sesleri kıyıya vuruyordu, yakında bir meyhaneden eski bir plaktan cızırtılı bir şarkı çalıyordu. Çokça kafamda kurdum bu sahneyi. Hep güzel kafamdan...
Bir yerlerde sen vardın. Olmadığın her yere dayanabilmemin tek mümkünü buydu. Çocukluğumda üstümü şefkatle örten annem artık çok uzakta bir düştü. Benim için dünyanın en iyi adamı olan babam hiç gidilemeyecek olan ülkemdi.
Bir tek kedim var benim gözlerimin içine bakan...
Sana gelmenin cesaretini şarkılarda buluyor, filmlerde inanıyor, kitapların sayfalarında rastlıyor gibiydim. Eski bir hatırayı canlandırmanın yollarını arıyordum ama sen, gözlerimi kapattığım an yanımda olmamayı başarıyordun, bir hayalden ötesi misali.
Sokaklarında kaybolabildiğin bir şehir, güvenle bakabildiğin insan, uzaklardan gelen eski bir dost, uzun ve sakin bir tren yolculuğu. Tek istek!
Ne kurduğum kelimelerin içine ne de anılara sığabiliyordum. Edip Cansever'in "ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki." dizeleri aklımdaydı. Oysa sana uzunca çocukluğumdan bahsetmek istiyordum. Aklımda uzun uzun canlanan bir anıdan. Korktuğumda masa altına saklanan o çocuğun büyülü dünyasından, kulağına hiç fısıldanmayan masallardan.
Ben seninle denize bakıp bu gece yarasında uzun uzun sessiz kalmak istiyordum çünkü. Sonra yine bir kitabın satır aralarında rastladım sana: "Sadece seni görmek istiyordum güneş batarken, bu kadar basit. güneş batarken seni görmek istiyorum, başkaca bir şey yok."
38 notes
·
View notes
Text
Yeni tanıştığım kişilerle artık belki istemsiz, belki de bilinçli bir tasarrufa yöneliyorum. Eşya tasarrufu ya da minimal hayat tarzı gibi bir şey bu. Gündelik bir konudan, kısa bir sohbetten sonra nereli olduğunu, nerede yaşadığını ve hatta adını bile sormamak... Tam anlamıyla tanışmaya geçmeye tenezzül etmemek... Kendi gelecek dünyamdan o kişiyi tasarruf etmek...
17 notes
·
View notes