Hiçlikle Yokluk Arası, Şehre Keder Yağıyor ve Derinlik Sarhoşluğu'nun yazarı...
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
YARAMIZDA KALSIN
Uçsuz bucaksız bir sahilde yosun kokusunun burnumuzun direğini sızlatan bir anlamı var. O his, özgürlük. Hayal kırıklığına uğramak kadar sahici duygulardan geçmiş biri iyi anlar. Unutmuş gibi yapıyoruz. Yetişmesi gereken işler, görülmesi gereken insanlar, görmesi elzem ama imkansız şehirler, onca hengamede nefes almaya çalışmak. İnsan sayısız telaş yumağı. Acı aklından uçacak kadar dağınık bir organizma. Herkesin konuştuğu kimsenin dişe dokunur bir şey anlatamadığı zamanlarda, unutan değil yaşayan ve hatırlamayan olmaya çabası bu yüzden.
El ele şehirler, kıyılar dolaşıp istediği yaşam tarzıyla hür zamanlar düşlemek ve bu anları teneffüs etmek doğası gereği. İçindeki vitrin devrilse de ayağının altından bütün yollar çekilse de, olanları hatırlamasa da kendine yapılanı unutmuyor insan.
Unutuluşun zamandan haberi yok.
Kim hatırlar Çanakkale feribotundan boş vodka şişelerini güverteden denize niçin attığımı? Küçükkuyu'da sabah vakti ziyaret ettiğim köy insanının misafirperverlikle masayı donatmasını! Masada rakı, peynir ve kavun varken sabahken üstelik. Kazdağları tepelerinde villaların olduğu yere çıkarken yolda durup yol ortasındaki kaplumbağayı kenara bırakmanın vicdanı hükmü peki? Bozcaada'da şarap şişelerini günbatarken uçurumun kıyısından aşağı yuvarlamam peki? Bodrum'da pırıl pırıl sulara girerken anlayabilirdiniz derinliğinde kaybolmanın bu hayatın.
Deniz beyaz evlerin tam karşısından daha güzel görünür. Neden diye soran var, neden Ege, neden Bodrum?
Dünya hepimizi ardında bırakarak ilerlese de, rüzgarın üfürdüğü perdeleri aralayınca var olan her şeyin kıyısında durmanın ağırlığını taşımanın ne zor olduğunu anlıyorsun.
Belki insanın başka bir hayatta yaşadığı bütün hayaller benliğine işliyor ve bu evrene sirayet etmekten geçiyor yaşamın sırrı. Yaşanacaktır ölünecek anıların en güzeli.
Yaramızı kimseye göstermemeli tembihiyle büyüyen kuşağın temsilcilerindeniz. Annemiz, babamız, yakınlarımız söyledi. Yaranı belli edersen dediler. Üzülürsün. Ama aramızda kalsın, dikişe muhtaç yaram var kanıyor diye avaz avaz atmalıyız kendimizi insanların içine.
Bilmem bana bu duygular neden gelir?
Yaza gelirken ılık bir Mayıs sonu gecesi. Uzayın boşluğuna fırlatıyorum düşüncelerimdeki belirsizlikleri.
Var olan her şeyin yokluğunun kıyısında biri için normal olmalı. Gülseren Budayıcıoĝlu ne derdi kim bilir bu gelgitlere?
Anılardan öteye gidilmiyor. Bir yanım hayata dönükken bir yanım hep başka diyarlar. Bu garip duygular neden benim aklım, beynim ve hafızamda? Bilmiyorum cevabının dayanılmaz hafifliği bu gece uyutacak belki. Duyulmak ve yaşadığını hatırlamak yaşamın bir kıyağı olurdu. Düzelmeyecek senin rutinini bükecek her şeyi yıkmalı. Yıkar ve yeniden yaparsın ama belki de yapamazsın.
Şimdi bir kadeh rakı koyup bardağın icinde dans eden buzlar kadar umarsızca söylemek gerek. Yaşadın ve ölüyorsun. Sen hayal kırıklığı ile öleceksin belki ama seni bunu düşündüren onu kalbinde nereye koyacağını bilmemendi. Sen bilemediğin için boşuna sevmiş gibisin. Unutmamalı, hayatın boşu boşuna olacak hiçbir şeye zamanı yok.
Üstelik yitirmek her zaman yeniden başlangıç artık hiç var olmayacak birinin yokluğuna alışmaya çalışmak ölümmüş…
Bak, bu yaramızda kalsın.
Çünkü hafızanın kötü anları sildiği ve iyi anıları öncelik aldığını duymuştum bir yerde. Kendini dahi unutuyor insan. Eşin dostların, yakınların, eski sevgililerin, arkadaşların, çalıştığın işlerden tanıdıklar, işvereninden mahalle esnafına her yüz unutuluyor zihninin en ücra köşelerinde. Bu hayatın aklınla sana meydan okuması. Alış diyor, alışacaksın.
Yeryüzünün en acımasız alışkanlıklarından sıyrılıp bu yaşamın yaşayanı olmak elinde insanın, izleyicisi değil. Yüksek sesle şarkı söyleyecek başka dünyalar var, ardında bırakıp seni, ilerleyen dünyaya inat.
Dolunayda yürüdüğün, güneşi iliklerine dek hissettiğin, denize karışan kulaçların, kumsalda ayağını yakan kum taneleri, yağmurlarda sokak sokak dolaştığın zamanlar veya gülüşünü mıh gibi tarihe damgalayan bir fotoğraf. Senin kanıtın, mutlu olduğun ve gerçekten yaşadığını hatırlatan yegâne anlar.
Var olan her şey bir simülasyon değilse hayat bir çağrışımlar hatıralar merkezi. Şimdide olmak hissi ruhuna verilmiş bir armağan. Yoksa neden geçmişine dönmek isteyesin? Anılar. Hep düne ait olmak düşüncesinin ağırlığını bilir misiniz?
Mutluluk iki kişi acıda tek başına. Özlem, bir nehrin sonuna vardığında bitecek.
Ve yolu yarıladık…
#önder deniz çavuşlar#edebiyat#kitap#alıntılar#yazar#yazılar#bodrum#bozcaada#yaramızda kalsın#çanakkale#kazdağları#küçükkuyu
4 notes
·
View notes
Text
Yaşamdan haz aldığın anlar vardır. Güzel bir yaz akşamı sesiyle büyüleyen sevdiğin şarkıcının konseri veya kalabalık bir mekanda sahne performansına en önde tanık olduktan sonra duyduğun heyecan. Soğuk ve yağmurlu kış geceleri battaniyeye sarılıp loş ışıkta sevdiğin yazarın kitabını okuyorken ah işte tam da beni anlatmış dediğin o an satırları çizmek için duyduğun telaş. Serin sonbahar vakitlerinde beklediğin diziyi izlemek için akşamı zor ettiğin o sıkıcı mesai gününün gecesinde uykun gelse de merakından bir bölüm daha izlemeye kendini ikna etmen. Uzun yolculuklara çıktığın o ılık yaz geceleri zifiri karanlıkta saatlerce araba sürsen de, gitgide şehir ışıkları küçük noktalara dönüşse de ve sık sık kahve molaları vererek yolu uzatsan da sonunda kavuşacağın o nefis deniz manzaralı yere kavuşma ümidi. Tüm bu heyecanların hepsi sigara içerken, balkondan bakarken, benim sana ulaşmam için yaşamam gereken dünya sancılarıymış meğer. Seni her düşündüğümde aklına gelen ilk kelime sevdiğim oluyorsa, diğerlerinin pek ehemmiyeti yoktu. Dişime takılmış ve anlamını kaybetmiş bir kelime gibi hafızam durmadan seni yoklayıp duruyordu çoğu zaman. Yaşça büyük biri demişti, zamanın birinde; "Unutma evlat, doğru trene binersen bir gün o çok istediğin denize kenarı olan uzaklara gideceksin." Uzun zaman, doğru trenin hangisi olduğunu bilmediğim peronlarda kayboldum. Ah be beybaba, doğru tren nerede? Şehrin sıkıştırılmış insanlar yığını hayatlarında, otobüslerden, vapurlara, metrolardan, dur kalk yapan otomobillerine her çözümü denedim. "Beni istediğim yere ulaştırın."
Haykırmakla susmak arasında bir yerdeydim çoğu zaman. Zihnimin puslu belirsizliklerine berrak bir gelecek hayali gerekirken, ben hep geçmişe takılı kalıp duruyordum. Ben sanırım hep düne ait bir yerde kaldım. Hikayenin bütününü yaşama ihtimalini merak ediyordum; mutlu bir yaz akşamında karşılaşacağımıza, sarılacağımıza fonda denizin dalga sesleri kıyıya vuruyordu, yakında bir meyhaneden eski bir plaktan cızırtılı bir şarkı çalıyordu. Çokça kafamda kurdum bu sahneyi. Hep güzel kafamdan...
Bir yerlerde sen vardın. Olmadığın her yere dayanabilmemin tek mümkünü buydu. Çocukluğumda üstümü şefkatle örten annem artık çok uzakta bir düştü. Benim için dünyanın en iyi adamı olan babam hiç gidilemeyecek olan ülkemdi.
Bir tek kedim var benim gözlerimin içine bakan...
Sana gelmenin cesaretini şarkılarda buluyor, filmlerde inanıyor, kitapların sayfalarında rastlıyor gibiydim. Eski bir hatırayı canlandırmanın yollarını arıyordum ama sen, gözlerimi kapattığım an yanımda olmamayı başarıyordun, bir hayalden ötesi misali.
Sokaklarında kaybolabildiğin bir şehir, güvenle bakabildiğin insan, uzaklardan gelen eski bir dost, uzun ve sakin bir tren yolculuğu. Tek istek!
Ne kurduğum kelimelerin içine ne de anılara sığabiliyordum. Edip Cansever'in "ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki." dizeleri aklımdaydı. Oysa sana uzunca çocukluğumdan bahsetmek istiyordum. Aklımda uzun uzun canlanan bir anıdan. Korktuğumda masa altına saklanan o çocuğun büyülü dünyasından, kulağına hiç fısıldanmayan masallardan.
Ben seninle denize bakıp bu gece yarasında uzun uzun sessiz kalmak istiyordum çünkü. Sonra yine bir kitabın satır aralarında rastladım sana: "Sadece seni görmek istiyordum güneş batarken, bu kadar basit. güneş batarken seni görmek istiyorum, başkaca bir şey yok."
38 notes
·
View notes
Text
Çocukluğun, ilk gençliğin, kaybettiğimiz sevdiklerimizin geri döndürülemezliğiyle yüzleşmek. Bizi yazın çapkın duygusundan ve sıcak güneşinde ısıtan bütün anılar yerini soğuk akşamlara bırakmıştı. Yaşamın anlamsızlığına ve yalnız akşamlarına denk gelmiştim. Sevdiğim insanın, beni yeterince sevmediğine kanaat getirmiş, geri dönmeyecek anılar ve zamanın girdabına kendimi bırakıp başka bir yere gitmek istiyordum...
Her zaman ölümle ilgili düşüncelerden sıyrılmak için bir yol bulunur. Öleceğimizi bildiğimizden severiz. Sevmek bizi insan yapıyor zira. Sevmek, terk edilmek, tutulmak, çarpılmak, kaçanı kovalamak, yaralara ve acılara doyamamak. Bir nevi tır çarpması! Benden sonra ne yapıyor dürtüsü! İnsan, uğruna her şey yapacağı insanın bir başkasıyla her şeyi yapabilme olasılığını düşününce çıldırabilir.
Bozcaada'da günbatımında bütün geçmişimi düşünürken ve uçurum kenarından güneşin batışına değil, aşağıya doğru bakışımın da bir nedeni yoktu.
Beyoğlu yılları. Altınplak adlı bar. Erkin Koray'dan “İnan ki senden başka hiç kimse yok içimde” çalıyor. Turgut barı kapatacak birazdan, az evvel tıklım tıklım kalabalık yerini pistte dans eden birkaç çifte bırakmış. Bir kadeh daha doldur dedim Turgut'a. “Abi yeter çok içtin, evin yolunu bulamayacaksın.” dedi. "Oğlum" dedim "evin yolunu bulmak isteyen kim?"
Atladım taksiye son kadehi içtikten sonra. Yolda sağa yanaş dedim şuradan yolluk alalım. Terminale demişim hatırlamıyorum, vazgeçtim dedim sonra havalimanına.
Geldik Sabiha Gökçen'e. Yolluklar da tamam. Adana'ya tek kişilik bilet dedim gece son uçuş. Rahmetli babam da evde bekliyordur. Neyse uçağa geçtim, uyumuşum kalktığımda Adana'ya inmiş uçak. Bir taksi buldum ve otele bırak beni dedim. Sabah kendime geldiğimde her şey berraklaştı. Beni terk etmişti...
Orhan Pamuk'un “Kara Kitap”ında Galip’in kayıp eşi Rüya için kurduğu cümle gelmişti aklıma yolculuk boyu: “Düşünme, kıskanırsın.” Sevmek, terk edilmek, yaralara ve acılara doyamamak. Daha kötüsü düşünmek ve düşündükçe bir yere varamamak. Bir nevi tır çarpması!
Ben o tıra kendi isteğimle çarpmak istemiştim ve Adana'ya bir acıyı tazelemek için gelmiştim. Çünkü ölmekten önce daha çok acı çekmek gerekti. Ki ölürken daha fazlasını çekmeyesin. Ama acılara doyamayan ben kendimi Adana'da bulmuştum işte o gece.
Yaram kanadıkça anlıyordum. “Meğer sevmek, bin defa ölmek demekmiş.”
4 notes
·
View notes
Text
Seni ihmal ettiğim bazı saatler için kendime kızıyordum lakin, o vakitler insanlara bütün çözümsüzlüklerini konuşup halledebileceklerini, birbirleriyle paylaştıkça dertlerine çare bulabileceklerini ve saygının ve de sevginin her şeyin üstesinden geleceğini anlatır durur, onlar için kendimi paralamakla zamanımı meşgul ederdim.
Çünkü insanları seviyordum bir zamanlar. Sabahattin Ali’ye o vakitlerde çok hak veriyordum.
Oysa ne zaman iyi bir şey olacak olsa, birileri derhal ortaya çıkıyor ve bütün büyüyü bozuyordu. Böyle böyle başladı.
Bozmakla kalmaz, ben fark etmeden içimi açtıkça arkamdan kuyumu kazmak için gerekli birikimleri de yaparlardı. Bugün yüzüme gülüyorlarsa, ertesinde araya mesafe koyup, yüzümü çevirdiğimde de sırtımdan vurup duruyorlardı.
Her şeyi çok iyi biliyormuş gibi davranan bu ciğerini ezberlediklerim, insanları ustaca harcamaya çalışmakta pek maharetliydiler ve fırsattan istifade asla acımıyorlardı. Hayata gülümse derler ya, gülümseyerek hadiseleri karşılamak bazen hiçbir şeyi çözmüyordu. Böyle böyle soğudum.
Üstelik çevremdeki o insanlar yüzüme gülümsediklerinde onlara inanacağımı sanıp, sahte mutluluk fotoğraflarını ve hayatlarının olağan akışlarını daha çok gözüme sokuyorlardı. Ağır ağır geçen günlerin ve gecelerin birinde kan ter içinde uyandım. Kötü bir rüyaydı galiba dedim kendi kendime.
Saçlarımı okşadın…
"Bir şey yok, bak. Buradayım, geçti!" dedin.
Geçiverdi her neye üzgün, kırgın veya kızgınsam. Çocukluğumdaki kızarmış ekmek kokusu gibiydi sözlerin.
Dolapta rakı, sokaklarda dışarı çıkma yasakları vardı, televizyonda da eski bir Türk filmi. Kapadım televizyonu, radyoyu açtım, kısık bir seste.
Peşinden mutfağa geçerken fısıldadım kulağına eğilip; “Radyoda birazdan çalacağı anons edilen sıradaki parçayı artık kimseye armağan etmeyenlerin yaşadığı bir çağ bu, biliyorsun.”
#önder deniz çavuşlar#derinlik sarhoşluğu#edebiyat#kitap#alıntılar#yazar#edebi yazılar#kitap alıntıları#sabahattin ali
3 notes
·
View notes
Text
Bir kitap okurken içime kor düştü, dün gece: "senin unutmuşluğunu affetmeyeceğim" diyordu Gülten Akın.
İnsan geçmişini düşündüğünde göğsünden vurulmuş hâlde evinin yolunu tutuyormuş. Sana uzunca çocukluğumdan bahsetmek isterdim lakin kavuşamadan, ayrılmıştık. İhtimalleri yitirdim evvel zaman. Dinler miydin fikirlerimi, hayata bakış açımı, çocukluktan bu yaşıma dek neler olduğunu? Bilmiyorum belki duymazdın başka bir düşün vardı belki o düşleri göremedik hiç.
Yitirmek sadece başlangıç, yaşanmışlıkların sonucu, daha iyi anlıyorum. Yitirdikten sonra başlıyor her şey. Sonra hiç var olmayacak birinin yokluğuna alışmaya çalışmakla geçti ömrüm. Günler geçti, ben hep o dünlere ait kalmış gibi yaşadım.
Düşünürken, içerken, ağlarken, yolumu kaybettiğimde evimden öyle uzaklaştım ki, geri dönmenin şimdi ihtimali bile yok. Aslında ben bir gün eve döneceğim diye yaşadım, biliyor musun?
O dönemimde sesin reçetesiz satılan en tesirli ilaçtı, sonsuza dek duyacak gibiydim. Bakışlarından düştüm bir gün uçuruma, çığa kapılıp belirsiz bir geleceğe yuvarlandım.
Ne zaman göğe yükselecek gibi olsam, iyi hissetsem veya mutlu olmaya yaklaşsam o düşüşümü düşünmeye başlıyorum, kaçınılmaz olduğu için. O intiharımdı. Ruhumun gidebileceği başka bir yer yoktu. Ruhum sıkışmıştı yeryüzüne. Çekmecede unutulmuş bir eşya gibi eskiyordum. Nasıl baş edebildiğimi sorma çünkü baş edemedim. Savruldum, yalpaladım, dağıldım. Bazı şarkılar köşe başında bekliyordu, hissetmek için çok içtim. Çok istemiştim, unutmayı. İçmek çözmedi unutuluşlarımı. Ellerini, yanık tenini, deniz kıyısında yürüme ihtimalini.
Öğrendim sonradan, insan çıktığı yolculuklarda en çok kendini terk etmek istiyor. Gidebileceğimden fazla yollar aştım, yine de sana ulaşamadım. Kör kuyu!
Yazmaya başladım. Telgrafın telleri koptu. Nefesim yetmedi, dilim lal oldu, ne diyeceğimi unuttum, olmayacağından emin olduğum ve ne olduğunu bilmediğim bir şeyi bile bekliyordum. Günler, aylar ve yıllar geçti böyle…
Hayattan çok sıkılmıştım, senden sonra yaşam anlamsızdı.
Beni anlatacak cümlelere ihtiyacım vardı. Bir şarkı çalıyordu o gece radyoda; "Bende bir resmin var yüzüme bakmıyor."
O gece çok içtim, çok ağladım.
2 notes
·
View notes
Text
En çok pazar akşamlarını seviyorum ve en çok pazar akşamlarından nefret ediyorum. Hayatıma dair pazar günleri için bir roman yazılır.
Hangi pazardan bahsedeyim? Pazar akşamının tek eğlencesiydi bir zamanlar; Bizimkiler. Önlüklerimi ütülerdi annem pazar akşamları; eve bir ütü sıcaklığı sinerdi. Yarın okul vardı çünkü. Ütü biter, banyo yaptırırdı. Sabahına öğretmen kontrol ederdi, ütülü mü diye önlükler, tırnaklarımıza sonra tek tek bakardı.
Eskiden pazar akşamları Parliament Sinema Kulübü'nun sunduğu pazar sineması olurdu Star'da. Televizyonda gişe filmi izlemeye alışık olmadığımdan mı, sinemaya kırk yılda bir gidebiliyor olduğumuzdan mı bilemem, annem ve babamla yapılan uzun inatlaşmalar sonucunda ikna edip izlediğimden ve filmin sonlarına doğru uykuya yenilip sabahına kahvaltıda babama sorduğumdan mı? Bilmiyorum ama çok önem atfederdim pazarlara.
Geleceğe Dönüş, Rocky, Terminatör, Rambo, Bülbülü Öldürmek, Mad Max, Forrest Gump, Polis Akademisi, Twins ilk aklıma gelenler.
Sonra büyüdüm.
Pazar akşamları, pazartesiye ve dolayısıyla işe gitmeden evvelki son saatler demekti. Kendi odama kapanıp bir şeyler üretmeye ve yalnız kalmaya meyillendiğim yıllar pazar akşamlarını hemen çabucak geçmekle hiç geçmesin arasında kalakalırdım.
Bir pazar gecesi otobüse atladım ve Ayvalık'a gittim. Garson kola fanta ikram ederken, cebimden içki şişesini çıkarıp bardağa doldurdum. Yolculuk boyu daha fazla nasıl sarhoş olurum diye düşünüp şişeleri bitirdim.
Vardığımda Altınoluk sahilinde sabahladım. Denizin muhteşem görüntüsüne ormanların yeşili eşlik ediyorken pazar gecesi rakı eşliğinde sabah dek içip birkaç gün sonra terk edildim.
Bir pazar gecesi Küçükyalı'ya gidip sevdiğimi görmek istemiştim oysa. Yolda gasp edileceğimi, polislerin beni nezarete atıp, bırakmak için uçurum kenarına bir mezarlığa bırakacağını. Ve içlerinden birinin beni uçurumdan aşağı yuvarlayacağını.
Annem bir pazar gecesi bu dünyadan ayrıldı. Nereden bilebilirdim? Bir hastane koridorunda volta atarken, yağmur yağıyordu dışarıda. Epeyce sarhoştum.
Tesadüfen ve kalbimin sesini dinleyerek hastaneye geldiğim o pazar akşamı, annem öldü.
Önder Deniz Çavuşlar
2 notes
·
View notes
Text
Soğuk ve yağmurlu bir pazar akşamı; çok eskiden, hani kendini unutacak, her şeyi kökünden kopararak savuracak kadar sert bir fırtınanın tam orta yerinde öylecene durduğunu hatırladığın an, yum gözünü. Sona erecek bir hayatın sonsuz ihtimalinde kal. Kelimelerin tükendiği dün gibi.
Yabancısı olduğun şehrin bir sokağında, terk ettiğin bütün uçurumları düşün, özlem dolu intiharları. Bir şarkı duyunca ağla, sırtını buz gibi duvara yasla ve perdeleri kapa, ki içeriye yaşama sevinci dolmasın.
Annemin mezarına uğradığımda yalnız bırak beni, gökyüzü ağlarken biraz büyüyeceğim. Çocukken hani ilk gülümseyişimde ölmüştüm anne diyeceğim, daha çok küçüktüm hatırlıyor musun?
Durgunlukla yorgunluk arası çıktığım bir tren yolculuğuna sakladım heveslerimi.
Babamın geçirdiği kalp krizi gibi ciddiyim, eve dönüş yolunu kaybettiğim o sarhoş geceler kadar sahici itirazlarım var. Kalben sevdiğim hiçbir şeye veda edemiyorum. Kitap okurken içime kor düştüydü bir gece: "senin unutmuşluğunu affetmeyeceğim" diyordu Gülten Akın.
Yürüyeceğim kadar yol yürüdüm, hayal kırıklıkları etimi kesti, yaşamını ellerimden kayıp gidercesine yitenlere el salladım, çaresizliğimi affedemedikçe içimden oyarak bir fotoğrafa sığındım, yok olmak istedim. Oysa sadece başlangıç, yaşanmışlıklardan biliyorum. Yitirdikten sonra başlıyor her şey. Hiç var olmayacak birinin yokluğuna alışmaya çalışmakla geçti ömrüm.
Bulutlardan yüz çizip kalbine, saçlarına düşen yaraları temizlediğin vakit, ruhuna bir kor gibi dokunan pişmanlığın ve kim bilir kaçıncıya içtiğin sigarayı çektiğin ciğerinden ölesiye üflediğin dumanın unutulmuşluğunda hiçbir şeyi kurtarmadan yalnızca kendimizi alacağız yanımıza.
Sen var oldukça yaşarım düşüncesi yerleşmişken benliğimde, bak yıldızlar daha yakın, ölüm yeterince uzak ve anlam bulamadığım yaşamak ağrısı saplı ümitlerimize.
Bize neden yaşıyorum sorusunu sorduran bir mevsimde hazır mısın peki, kavuştuğumuzda ayrılmaya? Hassasiyet beklerken vicdanımdan vurulmuşum çok mu?
Boynu bükük tehlikeli kaygılarım var. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz şarkıları, izlediğimiz filmleri düşün. Seninle bir serçenin kanadına değen o umudun ten renginde muhakkak buluşacağız.
Önder Deniz Çavuşlar
1 note
·
View note
Text
Önder Deniz Çavuşlar yazdı: Ferdi Baba Haklıydı!
Beş para etmez izbe otelin soğuk yatağında sızıp kaldığım kötü bir geceydi. Hayat beni, gece üçü biraz geçiyordu. Beyoğlu’nun az arşınlanan bir sokağında adı sanı bilinmez kuytuda sabaha karşı uyanmış, nasıl gelip uyuduğumu dahi anımsamadan, seni hatırlamıştım.
Ölü gibi uzandığım soğuk yataktan doğruldum önce kutu birayı kana kana boca ettim yüzüme. Pencerenin kıyısına geldim ve perdeyi araladım. Şehir gecenin alacakaranlığa çaldığı vakitler silinmiş, yok gibiydi. Yalnızca yıldızlar vardı. Çocukluğuma döndüm o an, pencereden gökyüzüne bakarken, yıldızlardan en parlağını aradım. Bir yıldız karanlık göğü yarıp kayıp gitti.
“Uzakta bir yerlerde biri ölüyor ve koca gökyüzünde o yüzden bir yıldız kayboluyor!” derdi annem. Aklıma geldi birden bire annem. Odanın sessizliğini bozacak bir şey yapmam müzik açmam lazımdı. Kulakları sağır eden sessizlikler çocukluğumdan bu yana beni hep korkutmuştur. Telefonumu aradım. Buralarda bir yerde olmalıydı. Montumun iç cebinde bulduktan sonra ekranını karıştırmaya başladım ve radyoyu buldum. Radyoda herhangi bir frekansa geldim.
"Gecenin bu vakti hala bizimle olanlar için gelsin sıradaki şarkı!" diyordu anonsu yapan radyocu ve sözlerini tamamlamadan #FerdiÖzbeğen’in şarkısı çalmaya başlıyordu. Sessiz geceme bir kor düşürerek soruyordu usta; “Gülmek için yaratılmış, gözlerde yaşlar niye? Sevmek için yaratılmış kalpler hep bom boş niye?”
Ferdi Baba haklıydı.
Hayat, tam da o gece sekip kucağından beni düşürdü. Anımsar gibiydim. Akşam üzeri buluşmuştuk Beyoğlu'nda en sevdiğimiz barda ve bana ayrılmak istediğini söylemiştin. Eşlik etmek istemiştim taksiye kadar, sen teşekkür etmiş ve kendim dönerim demiştin. Sonrası hayal meyaldi. Ustanın bir şarkısı takıldı aklıma ben de aşkımı bir sır gibi senelerdir saklamış, geceleri rüyamda ismini sayıklamıştım oysa aylar ve de yıllar boyunca.
Dünyada yaşayan gelmiş geçen tüm insanların sonu belli senaryosundaki en acı taraf olan o korkunç yalnızlığından daha da yalnız olduğumu hatırladım otel odasında, gece mesaileri bitince lunaparkın üzerlerine kilitlendiği atlı karıncalardaki maaşsız çalışan atlar kadar yalnızdım artık.
55 notes
·
View notes
Text
64 notes
·
View notes
Text
Tutunacak dalımız mı kaldı?
Kime tutunacağız ki bundan sonra, söylesenize tutunacak dalımız mı kaldı?
Müzeyyen Senar’ı yitirdiğimiz günden bu yana; "Aşık gibi sevmezsen, kardeş gibi sev beni" diye sevebilecek çıkar mı bir daha? "Benzemez kimse sana" derken içimizi kim cız ettirecek?
Zeki Müren gibi bir Sanat Güneşi gelir mi bundan böyle? O’nun gibi kim, "Gözümden öpme ayrılıktır derdin. Öpmedim, ayrılmadık mı" diye soracak? Peki ya kim, “Gitme sana muhtacım” diyecek? Kim sevdiğini “Gözlerin doğuyor gecelerime” diyerek özleyecek? Akşam olunca gizli gizli kim ağlayacak? Kim dertli gönüllere girecek? Söylesenize kim?
Barış Manço'nun "Uzaklarda bir yerde güneşler doğuyor" derken, simsiyah gecelerin koynunda gidilemeyen o çok uzaklara bizleri savuruşu ne olacak? Ne sözler yetiyor, düğümlenen kelimelere, ne de susuşlar. Ferdi Özbeğen'siz zamanlardayız hem, kim soracak şimdi; gülmek için yaratılmış gözlerdeki yaşların hesabını?
Kayahan gibi; "Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah beyaz film gibi biraz" diye bize geçmiş kalp kırıklarımızı buruk bir tebessümle anımsatacak var mı bu devirde? Usta; "Sen iskambil kağıtlarından fal bakardın, istediğin çıkmadığında kağıtları bir daha karardın" derken nasıl da vurmuştu dibine anlamların…
Pekala kim, kıyıda köşede kaybolan gülüşleri hatırlayacak? Tanju Okan da yok artık, O’nun “Kadınım” yorumundan sonra geriye ayrılığa dair söylenecek pek bir şarkı kalmamıştı zaten.
"Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya" derken ciğerimizi sızlatan Ahmet Kaya’dan başka kim, "Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de." derken fırtınalar estirecek ruhumuzda? "Dün gece gördüm düşümde, seni özledim anne” diye vuslatı kim böyle içten söyleyecek? Kim son pişmanlığı "Seninle bir bütün olabilirdik" diyerek itiraf edecek?
Oysa Neşet Ertaş, “Kadınlar insandır, biz insanoğlu” deyip noktasını koymamış mıydı insanlığa, tüm hayal kırıklığımızı "seni ilelebet benimsin sandım" diyerek özetlememiş miydi ki?
Müslüm Baba bile öldü...
"Kaç kadeh kırıldı, kim bilir sarhoş gönlümüzde?"
Şimdi kim, “Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi" derken yüreğimizi titretecek?
"Hangimiz düşmedik kara sevdaya" diye artık kim soracak?"
Söylesenize kim?
Önder Deniz Çavuşlar
94 notes
·
View notes
Text
Edebiyat ve sanat kulvarında kaliteli yayın yapan Kayıp Rıhtım internet sitesinde hakkımda çıkan haber: "Önder Deniz Çavuşlar, yeni kitabı 'Derinlik Sarhoşluğu'nda okuru hüzünlü bir yolculuğa davet ediyor." http://kayiprihtim.com
3 notes
·
View notes
Text
Önder Deniz Çavuşlar Yazdı: "Masala İki Kişi"
Deniz dalgalarının okşadığı taş ev hayali kurardık ya, böyle püfür püfür perdelerinin rüzgarı teninde hissettiği. Yalnızca ikimizin. İnsanların bize haber verdiğinde ulaşabildiği taştan ev. Bahçesindeki ağaçların dallarında begonviller ve rengarenk lambalar.
Sen sevginle rakı sofrası kurup, süzme yoğurt ve az sarımsakla haydari, şakşuka, cacık, ezme biraz da deniz börülcesi. Karafla servis edeceksin iki dubleden sonra hayata uyanacağız. Akşam iki tek üstüne tekila, bardağın kıyıcığına iliştirilmiş satsuma.
Ay tutulmasına, şıngır şıngır süslerin ta uzaktan duyulmasına tanık olacağız. Şarabı kapıp gece yarasında koşacağız deryaya. Sabah uyanınca yüzümüzü yıkamak için ilk iş denize gireceğiz.
Evin pencerelerinden manzara, yaşama inanma çağrısı. Kafamıza göre döşeyeceğiz. Sundurmada iki sandalye bir masa ortasına kaktüs. Kedimiz dolanacak ayak ucumuzda. Yemeklerimizi orada yiyeceğiz.
Bazı günler deryadan balık tutup getireceğim, sen kıyamayacaksın ve suya salacaksın. Belki torpil bir tane ayıklayıp minik Pera'ya. Aç kalınca kırarız canın sağ olsun iki yumurta ne olacak?
Yürümek de lazım olsun ihtiyaç olunca en yakın bakkala. Kışın hafif ılık bir havada, belki de yağmur altında, çizmeleri giyip sahilde yürüyüş yapmayalı ne kadar zaman oldu, diye soracak kadar uzun yaşama planı. Veya yürüyüş yaparken susayınca bakkaldan dondurma gazoz alıp, deniz kenarında çocukluk günlerimize dönme heyecanı!
Yaşamdan uzak. Bir Zeki Müren plağı ve bütün acı öykülerden de ırak. Öyle bir aşkla ve hissiyatla ki, yerleşime gitmek için dışarı çıktığımızda dönüşte masala iki kişi diyebilelim. Masal mı peki? Bir rüyaya inanılır mı, peşinden gidecek kadar?
Ah kış gelsin, battaniye yetmesin. Yağmur, kar, fırtına. Haşin dalgalar dövsün evin duvarlarını. Bahçedeki mandalina ağaçları yapraklarını savursun verandaya.
Hayaller gerçek olur mu?
Ömrümün kaç baharı, yazı, kışı geçti, bir hayalin gerçeğe dönüştüğüne çok tanık olmadım. Dünyadan uzak, ölüme yakın.
Hep bıçak sırtı, hep teğet.
Masala iki kişilik bilet var mı bir yerlerde? Alınır mı, satılır mı? Yoksa hepsi insanın bir düşe sarılıp rüyadan uyanması kadar mı?
48 notes
·
View notes
Text
Babamın geçirdiği kalp krizi gibi ciddiyim, eve dönüş yolunu kaybettiğim o sarhoş geceler kadar sahici itirazlarım var. Kalben sevdiğim hiçbir şeye veda edemiyorum.
Yeni Kitaptan...
Yakında!
15 notes
·
View notes
Text
Önder Deniz Çavuşlar Yazdı: Ayla Dikmen
Beyoğlu’nda Sefahatname diye bir bar vardı. Su ile bizim mekânımızdı. Bilen bilir, hani “Issız Adam” filminin final sahnesinin gerçekleştiği mekân. Filmden bahsetmişken, onla ilgili bir anım var. Yönettiği Babam ve Oğlum filmiyle fırtınalar koparan Çağan Irmak, İstiklal Caddesi’nde çalıştığım yerin müdavimlerindendi.
Bir akşam evde televizyon izlerken Cüneyt Özdemir’in hazırladığı “Ayla Dikmen” belgeselini seyretmiş, eski plaklar koleksiyonuna sahip olan ve nostaljik şarkıları seven biri olarak, şahsını çok az bildiğim; bu eşsiz sesli kadına hayran olmuştum.
1990 senesinde hayatını kanserden kaybeden Dikmen’in o sıralar, çok az bilinen ve o günlerde piyasaya henüz sürülen albümünü herkese duyurmalıydım.
Ertesi gün, Unkapanı’nda Yüksel Bey'i aradım. Ve ne kadar Ayla Dikmen albümü bulurlarsa, göndermelerini rica ettim. Yüksel bey, ganimet bulmuş gibi, hemen yolluyorum diyerek sevinçle kapamıştı telefonu. Albümler ulaştıktan beş on dakika sonra, çalıştığım dükkanın caddeye müzik yayını yapan hoparlörlerinden, "Anlamazdın" başta olmak üzere Ayla Dikmen’in billur, buğulu derin sesi alabildiğince yankılanıyordu.
Kısa sürede insanlar kalabalık İstiklal Caddesi’nden kurtulup çalan albümü sormaya başlamıştı bile. O akşam elliye, sonraki günler, daha da artan sayılara ulaşan satışlar herkesi şaşırtmıştı.
Caddede yaşayanlar veya iş gereği orada bulunanların bildiği bir şey vardır. İstiklal'in başında çalan bir şarkı, bütün dükkanlara ve müzik yayını yapan tüm noktalara sirayet eder. Ayla Dikmen albümü, o günlerde böyle marş olmuştu. Henüz Issız Adam filminin beyaz perdeye çıkmadığı bir akşam Çağan Irmak geldi.
Kısa bir sohbet sonrası çalan albüme dikkat kesildi. Bana, ”Aman Tanrım, Ayla Dikmen mi çalıyor?” dedi. “Evet,” dedim. “Daha yeni getirttim albümlerini.”
"Harika bir iş yapmışsın. Ben uzun süredir arıyordum şarkılarını, albümü, plağını.” O sıralar, Babylon’da eski 45’likler gecesi düzenleyen Çağan Irmak albümden 10 adet aldı. Merakla, plağı sordu. Ben kendime özel olarak ayırdığım plağı verdim Irmak’a. Sonrası malum. Film, şarkıyla patladı.
Ve ucundan vesile olduğum akım, bir seneye yakın İstiklal’i ve Türkiye'yi esir aldı.
28 notes
·
View notes
Text
Önder Deniz Çavuşlar Yazdı: "Masala İki Kişi"
Deniz dalgalarının okşadığı taş ev hayali kurardık ya, böyle püfür püfür perdelerinin rüzgarı teninde hissettiği. Yalnızca ikimizin. İnsanların bize haber verdiğinde ulaşabildiği taştan ev. Bahçesindeki ağaçların dallarında begonviller ve rengarenk lambalar.
Sen sevginle rakı sofrası kurup, süzme yoğurt ve az sarımsakla haydari, şakşuka, cacık, ezme biraz da deniz börülcesi. Karafla servis edeceksin iki dubleden sonra hayata uyanacağız. Akşam iki tek üstüne tekila, bardağın kıyıcığına iliştirilmiş satsuma.
Ay tutulmasına, şıngır şıngır süslerin ta uzaktan duyulmasına tanık olacağız. Şarabı kapıp gece yarasında koşacağız deryaya. Sabah uyanınca yüzümüzü yıkamak için ilk iş denize gireceğiz.
Evin pencerelerinden manzara, yaşama inanma çağrısı. Kafamıza göre döşeyeceğiz. Sundurmada iki sandalye bir masa ortasına kaktüs. Kedimiz dolanacak ayak ucumuzda. Yemeklerimizi orada yiyeceğiz.
Bazı günler deryadan balık tutup getireceğim, sen kıyamayacaksın ve suya salacaksın. Belki torpil bir tane ayıklayıp minik Pera'ya. Aç kalınca kırarız canın sağ olsun iki yumurta ne olacak?
Yürümek de lazım olsun ihtiyaç olunca en yakın bakkala. Kışın hafif ılık bir havada, belki de yağmur altında, çizmeleri giyip sahilde yürüyüş yapmayalı ne kadar zaman oldu, diye soracak kadar uzun yaşama planı. Veya yürüyüş yaparken susayınca bakkaldan dondurma gazoz alıp, deniz kenarında çocukluk günlerimize dönme heyecanı!
Yaşamdan uzak. Bir Zeki Müren plağı ve bütün acı öykülerden de ırak. Öyle bir aşkla ve hissiyatla ki, yerleşime gitmek için dışarı çıktığımızda dönüşte masala iki kişi diyebilelim. Masal mı peki? Bir rüyaya inanılır mı, peşinden gidecek kadar?
Ah kış gelsin, battaniye yetmesin. Yağmur, kar, fırtına. Haşin dalgalar dövsün evin duvarlarını. Bahçedeki mandalina ağaçları yapraklarını savursun verandaya.
Hayaller gerçek olur mu?
Ömrümün kaç baharı, yazı, kışı geçti, bir hayalin gerçeğe dönüştüğüne çok tanık olmadım. Dünyadan uzak, ölüme yakın.
Hep bıçak sırtı, hep teğet.
Masala iki kişilik bilet var mı bir yerlerde? Alınır mı, satılır mı? Yoksa hepsi insanın bir düşe sarılıp rüyadan uyanması kadar mı?
48 notes
·
View notes
Text
“Boğulmayasın diye derin yaralarımdan hiç bahsetmedim sana çünkü varlığında açan çiçekler vardı.” Derinlik Sarhoşluğu
2 notes
·
View notes
Text
"Yeni bir yaşam lazımsa çal onu! Hayatın acımasızlığından ve rutin geçen günlerden sıkıldıysan belki de her şeyi geride bırakmanın zamanı gelmiştir zira pişmanlığa varmadan önceki son durak vazgeçmektir."
5 notes
·
View notes