Tumgik
#düşünecek bu kadar şey yoktu o zamanlar
mel-inoe · 1 year
Text
benim jenerasyondan wattyden kitap okuyan tayfanın ilk bebelik crush'ı hep öfa dan özgür (🦊) tşk.
28 notes · View notes
adl1bbed · 2 years
Text
Chen Ruobing and I - 9. Bölüm
Günler böyle sakin ve yavaş şekilde geçiyordu.
O zamanlar kuzenim son sınıfın en yoğun dönemine girmişti, ancak onun arkadaşı olan Lin Che bana aşkını itiraf etti.
Bunu birinci sınıfın başında duymuş olsaydım hiç tereddüt etmeden evet derdim. Ama çok geç kalmıştı.
Bazen Chen Ruobing'le bu kadar uzun süredir birlikte olduğum için mi bu garip duyguların ortaya çıktığını merak ediyordum. Genel anlamda, "hoşlanmak" gibi değildi. Eğer ilk başta Lin Che ile çıkmış olsaydım, yine de bu tür zorluklardan geçmek zorunda kalır mıydım?
Ama hayat, yeni bir formül kullanıp net bir cevap elde edebileceğiniz bir matematik problemi değildi.
Bu süre zarfında Chen Ruobing ile eskisi kadar doğal ve rahat bir şekilde anlaşamıyordum. Okulun her günü acı ve neşe dolu bir deneyime, sonu bilinmeyen bir maceraya dönüşüyordu. 
Bunun böyle olduğundan emin değildim ama her gün birlikte çok fazla zaman geçirmemize rağmen Chen Ruobing'in benden uzaklaştığını hissediyordum. O ve ben esintiyi duymak için çatıya çıktığımızda, konuşacak bir şeyler bulmaya çalışırdık. Bazen ise söylenecek hiçbir şey olmazdı ve kendi kalbimin atışını dinlerdim.
Eskiden sahip olduğum sakin ve açık tavırlarımdan artık eser yoktu.
Kuzenimin sınıfındaki çocukların basketbol oynayacak fazla zamanları yoktu, bu yüzden kendi dönemimden bir grup erkekle oynuyordum. Beşinci sınıfta, buğday tenli ve yükseğe sıçrayabilen Liu Yufei adında biri vardı, o zamanlar smaç vurabilen birkaç kişiden biriydi.
Bunun ne zaman yaşanmaya başladığını bilmiyordum ama her gün son dersten sonra düzenli olarak kapıda durur ve beni basketbol oynamaya çağırırdı. 
Bazen onunla giderdim, bazense meşgul olduğum için oturduğum yerden ona "Bugün oynamıyorum!" diye bağırırdım. Sonra "tamam" der ve döner, topu sektirerek çıkardı. Topun zemine çarptığı anda çıkan gümbürtü koridorda uzun süre boyunca çınlardı.
Bir öğleden sonra Chen Ruobing ve ben öğle yemeğini bitirdiğimizde, atıştırmalık tezgahında yeni bir tür kuru erik olduğunu keşfettik. İkimiz de birer paket aldık ve ikinci ile üçüncü bina arasındaki koridora doğru yürüdük.
Geçit, altlarında iki bank bulunan pencerelerle çevriliydi. Chen Ruobing okul bahçesinin kenarına oturdu ve pencereden dışarı bakarak kuru eriğini yemeye koyuldu. Yanında durdum ve ben de dışarıyı izleyerek pencere pervazına yaslandım.
Ona, "Son zamanlarda başka bir roman daha yazdın mı?" diye sordum.
Chen Ruobing, "Hayır, ilham gelmedi," dedi ve bir an düşündükten sonra, "Daha önce yazdığımız hikayede, bence yaptığın değişiklikler iyiydi ama..." dedi ve durdu.
"Ama ne?"
"Pek gerçekçi değil. O dönemlerde evlenmemiş ve çocuğu olmayan kızlara en temel yaşam standardı bile garanti değildi. Ve küçük yaşlardan itibaren onlara öğretilenlerle ideolojik prangaları kırmak onlar için zordur," dedi Chen Ruobing ve bir iç çekti, "Mutlu olmazdı."
"Sanırım öyle." Başımı çevirip ona baktım, "Zaman yolculuğu temasıyla yazabilirsin, o zaman sorun olmaz. Modern insanlar daha farklı düşünüyor."
Chen Ruobing uzaklara bakarak, "Modern çağda da aynı," dedi.
O anda, okul bahçesindeki sekizinci sınıf üniforması giymiş ve kenarda oturan birkaç kişiden tezahürat sesleri geldi. Liu Yufei basketbol sahasında takım arkadaşlarına beşlik çakıyordu.
Bunu düşünecek zamanım yoktu çünkü o anda tüm enerjimi gerginliğimle başa çıkmak ve Chen Ruobing ile aramızda geçen konuşmayı idare etmek için kullanıyordum.
"Bence Liu Yufei iyi bir çocuk." Chen Ruobing'in herhangi bir ifade taşımayan sesi kulaklarıma ulaştı, "Onunla çıkmalısın."
Sessizce sahadaki kalabalığı izlerken kalbim küt küt atsa da tek kelime edememiştim. Az önce aldığım kuru erikler aslında tatlı, keskin ve lezzetliydi ama artık o kadar acıydılar ki yutamıyordum.
Bir gün doktorunun ona kontrol dışı yayılan bir kansere sahip olduğunu söylediği ve ardından hakkında acımasızca karar verilen, kendini inkar etmekte olan bir kanser hastasıymışım gibi hissettim.
O öğleden sonra Chen Ruobing bunları söyledikten sonra uzun süre toparlanamadığımı hatırlıyorum. Ders zili çaldığında ayağa kalkıp sınıfa dönene kadar ona tek kelime etmemiştim.
O öğleden sonra, Liu Yufei yeniden benim yanıma geldi. Kapıda durup beni çağırdığında, bir kez daha Chen Ruobing'e baktım. Başı eğik şekilde yazmaya devam etti, masanın üzerinde fizik ders kitabına benzeyen bir şey vardı. 
Ayağa kalktım ve sınıftan çıkan Liu Yufei'yi takip ettim, o kadar incinmiştim ki ağlamak üzereydim.
Gülünç olduğumu düşündüm. Acı çekecek ne vardı ki ortada?
O gün saat geç olana kadar yorulmadan koştum, mekik çektim ve topa vurdum. Tıpkı o günkü 3000 metrelik spor müsabakasındaki gibi, uyuşana kadar koştum.
Liu Yufei bana, "Hala eve gitmiyor musun?" diye sordu.
"İstemiyorum."
"Ah, peki susadın mı?"
"Evet."
Böylelikle kafeteryaya doğru koştu.
Şimdiye kadar, basketbol oynayan birkaç kişi de gitmişti. Bir an tereddüt ettikten sonra Liu Yufei'yi beklemek için kenarda oturdum.
Bir süre sonra, Liu Yufei koşarak geri döndü ve bana bir şişe soğuk kola uzattı. Bir yudum aldığımda tüm vücudumu büyük ölçüde tazelenmiş hissettirdi. Kalbimdeki bastırılmış öfke, terle birlikte yok olup gidiyor gibiydi.
Gökyüzü lacivert görünüyordu, gün batımına ait son ışınlar arkadan belirerek okulun cam pencerelerini kırmızıya boyadı.
Liu Yufei başını çevirdi ve bana baktı, sonra aniden, "Saçların ıslak," dedi.
Uzanıp atkuyruğumu tuttuğumda, saçlarımın uçlarının birbirine yapıştığını ve tişörtümün arkasının onlardan dolayı ıslandığını fark ettim.
Ertesi gün, birçok insanın bakışları benim üzerimdeydi. Birincisi, saçımı kısa kestirdiğim için ve ikincisi, artık Liu Yufei'nin kız arkadaşı olduğum için.
0 notes
misslosersqueen · 4 years
Text
#01 Kitap Yorumu: Alacakaranlık
Evet öncelikle kitabın hızla gittiğini, derslerim olmasa bir günde bitirebileceğim hızla "aktığını" söyleyebilirim. Şunu da belirtmeliyim ki kesinlikle geç kaldığım bir kitap olmuş. Eminim ki ortaokulda ya da lisedeyken bu seriyi okusaydım kesinlikle karakterler ile -özellikle Bella ile- deyim yerindeyse aşk yaşayabilirdim. Tabii şu anda da sevdim kitabı fakat artık biraz daha mantıklı bir düşünce yapısına sahip olduğumdan çoğu şeye anlam veremedim, özellikle bitirmeye doğru bir şeylerin farkına vardım. Eleştirilerime başlayacaksak olursam; olayların akışı bana biraz hızlı geldi, yani yeni geldiğin bir yerde sadece bir kaç defa gördüğün birine nasıl bir anda bu kadar bağlanabilir, nasıl büyük bir aşk içerisinde olabilirsin e be Bella! Biraz mantıklı mı olsaydın gerçi o zamanlar Bella'nın liseye gittiğini düşünecek olursak belli bir noktada kafamda oturtabilirim bazı şeyleri. Ama yine de Edward'ın hatta ailesinin geri kalanının bir vampir olduğunu öğrendikten sonra, benim açımdan normal bir tepki vermemesi, biraz sinirime dokundu, yani tamam insan avlamıyorlar da biraz korksa mıydın Bellacım (?) ya da bir süre çekinse miydin, düşünse miydin. Ben Bellayı ve Juliet'i (Romeo ve Juliet oyunundan) çok benzettim okurken, ikisinden de haz etmiyorum ne yalan söyleyeyim. Sanırım benim sinirimi bozan kısım Bella’nın bilmiyorum insan gibi davranmaması(?) yani demek istediğim biraz olanlardan dolayı korkmasını isterdim. Bir anda Edward’ın vampir olduğunu kabullenmesi, ve neredeyse her şeye olur tamam havasında olması. Her ne kadar okurken kendimi Bella’nın yerine koymaya çalışsam da bir süre sonra yapamadım zira hareketleri çok saçma gelmeye başladı bir noktada. Hayır kendimi de suçladım yani ben mi anlamıyorum, bende mi problem var, ya da bir şey mi kaçırdım havasına girdim. Bella'ya sinir olmam dışında kitapta olumsuz bir etki yaratan bir şey olmadı, yoktu benim için. Çeviri den memnundum ve basım hatası ya da yazım hatasına da rastlamadım. Birde tabi kitapla doğrudan bir ilgisi yok ama ben her ne kadar filmi izlememiş olsam da, karakterleri kimlerin canlandırdığını bildiğimden -onca senedir spoiler almadan durabileydim bir mucize olurdu- kafamda maalesef hep onlar gözümün önüne geldi, Bella hariç. Benim kitaba puanım altı buçuk üstünden hatırı kalmasın diye yedi. Okurken eğlendiğim, uzun zaman sonra bu kadar bir an önce okumak ve istediğim bir kitaptı fakat bilmiyorum yedi puanın üstüne çıkasım gelmedi.
Tumblr media
3 notes · View notes
Text
iki yıl önce bu zamanlar hissettiğim şeyleri düşündükçe kendimi nasıl bir psikolojiye sokmuşum diye düşünüp çok kızıyorum kendime. tabii tek başıma yapmadım bunu, bu psikolojime destek olan tonla insan vardı. dersanedeki hocalarım, okuldaki hocalarım, ailem, arkadaşlarım hatta sadece tanıdığım diyebileceğim insanlar. dünyanın en önemli şeyiymiş gibi geliyordu sınav, istediğim olmazsa hayallerimin sonuymuş gibi. düşük bir sıralama yaparsam hayal kırıklığına uğratacağımı düşündüğüm insan sayısı o kadar fazlaydı ki kendi psikolojimi düşünecek halde değildim. kendimden daha önemli şeyler vardı o dönem için-konudan bağımsız ama hala var bu arada fkelşdğsğ- kendimi düşünecek vaktim bile yoktu. şu an düşündükçe buna nasıl dayandığıma, bunu kendime neden yaptığıma dair yeterince tatmin eden bir açıklama bulamıyorum.
bu yıl sınava girecek olanları düşünüyorum sonra. o sınav psikolojisinin yani sıra o kadar çok önemsenecek konu var ki bu yıl için. ailesini, çevresini, kendini tehlikeye atma riski; ailesinden birini kaybetmiş olanların psikolojisi, kronik bir rahatsızlığı olanların aynı sınıfa sokulacak olmasının tehlikesi, sınavın ertlenmesi sonra tekrar öne alınması...(baya alay ediyor gibiler haklısınız)daha sayamayacağım tonla şey. sınav başlı başına psikolojik bir savaşken üst üste gelen birsürü şey. sadece şunu söylemek için uzattım bu kadar. yalnız değilsiniz, sizin gibi hisseden ne yapacağını bilemeyen çok fazla öğrenci var. ve her şey bittiğinde bunun için mi bu kadar yıprattım kendimi deme ihtimaliniz çok yüksek. o yüzden kendinizi bu olaylardan birkaç günlüğüne soyutlamaya çalışın derim, hayatın en önemli şeyiymiş gibi geliyor bazıları için biliyorum ama deli deli yapmayın kendinizi. özellikle sosyal medyada çok takılıp daha da büyümesin gözünüzde her şey, çünkü sosyal medya tayfası o kadar büyük büyük yaşıyor ki her şeyi, dünyanın sonuna üç gün falan kaldı onlara sorarsanız. o yüzden biraz uzaklaşmak iyi gelecektir bu süreçte. bu zamana kadar şartlar el verdiğince elinizden geleni yaptıysanız bundan sonra sizi kimse suçlamayacak emin olun. kendinizi sizden daha fazla da kimse suçlayamaz zaten, kendinize yüklenmeyin tavsiyesini vermeyeceğim elinizde olmadığını biliyorum. yapabildiğinizin en iyisini yapın, gerisi nasip kısmet şans artık nasıl adlandırırsanız. bu maçı almadan gelmeyin size güveniyorum snxldşdid
11 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 117. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 117: Tanrıları Atayan Tanrılar, Hayaletleri Yiyen Hayaletlerden Daha Aşağılıktır
Xie Lian devam etti. “He Sheng’in doğum isminin Xuan olduğunu söylemeye cüret edeceğim. Ve doğum gününün tam olarak Lordumunkiyle aynı olduğunu.” *ÇN: Bebek İsmi doğumda verilir ve bir lakaptır; Doğum İsmi üç aylıkken verilir ve aile üyeleri ile yakın arkadaşlar tarafından kullanılır; Saygı (courtesy) İsmi yirmi yaşındaki törende verilir, ki yirmi yaş olgunluk çağı kabul edilir. He Sheng’in ismindeki ‘Sheng’ saygı ismi. Burada Xie Lian’ın söyledi ‘Xuan’ ise SQX’ın isminde kullanılanla birebir aynı.
Böyle sahte yöntemlere başvurmak ve cenneti kandırmak hafife alınacak bir şey değildi ve kolay bir şekilde yapılamazdı. Sahip olunması gereken belli özellikler vardı.
Shi Qing Xuan’ı ilk yakaladığı zaman Boş Lafların Saygın Efendisi üç soru sormuştu ve iki şeyi katı bir şekilde öğrenmişti: ilki, avında ‘Xuan’ isminin geçtiğiydi; ikincisi ise avının doğum tarihiydi. Ancak avının yüzünü tanımıyordu ve görebilmek için Shi Qing Xuan’ın yaklaşmasını istemişti. Shi ailesinin hızlı tepkisi nedeniyle muhtemelen bu iki şey dışında Saygın başka hiçbir şey bilmiyordu.
Böylece eğer birisi Shi Qing Xuan yerine talihsizliklerini alacaksa, onunla aynı yılda, aynı ayda, aynı günde, aynı saatte doğmuş bir erkek olmalıydı ve isminde ‘Xuan’ geçmeliydi.
Böyle bir günah keçisi bulmak çok zor olmalıydı. Dünya çok büyüktü; Shi Wu Du her şeyini aramaya harcasa bile kimseyi bulamayabilirdi. Güçlerini ve Su Ustası mevkisinin nüfuzunu kullanarak bir ağ oluşturmuş ve sahiden birisini bulmuştu, ve bu kişi yükselme potansiyeli taşıyordu, ilk Cennet Musibeti yaklaşmaktaydı!
Böylesine bir şansı nasıl geri tepebilirdi? Meşakkatli kendini geliştirme yöntemlerine kıyasla, bu kolay bir kestirmeydi. Eğer bu şansı görmezden gelirse, başka kimseyi bulamayabilirdi!
Bu noktaya kadar konuşulduktan sonra da, Ming Yi de çıkarımlarda bulunmuş gibi görünüyordu ve yüzü kararmıştı. Shi Qing Xuan önce başını salladı, ardından sanki bir şey hatırlamış gibi kapıya yaslanmakta olan Hua Cheng’e baktı. Sonuçta böyle bir konu bir hayaletin önünde tartışılmamalıydı. Ancak Hua Cheng sadece çaprazladığı kollarıyla güldü. “Bana bakmana gerek yok Rüzgar Ustası. Endişelenmen gereken kişi ben değilim, bu olayla uzaktan yakından bir alakam yok. Neden Üst Cennetteki herhangi bir kişisinin ağabeyinin bu zayıflığından haberdar olup olmadığı konusunda endişelenmiyorsun?”
Ming Yi karanlık bir halde suçladı. “Sahiden cennette casusların var.”
Hua Cheng tembel bir halde cevapladı. “Zaten bilmiyor muydun?”
Toprak Ustası aslında Hayalet Şehre bunu araştırmak için gitmişti, ama görünüşe göre casus derinlere yerleştirilmişti ve on yılın ardından bile bulunamamıştı. Hua Cheng tüm bu meselenin onunla alakası olmadığını söylemişti ve doğal olarak Xie Lian ona inanmış ve üzerinde durmamıştı. Ama aynı zamanda Hua Cheng ‘Neden Üst Cennettekiler hakkında endişelenmiyorsun’ demişti ki bu da Xie Lian’a başka bir şey hatırlatmıştı, bu nedenle sordu. “Rüzgar Ustası, Basamaklı Şarap Terasındaki akşamda, neden korunaklı kapıları kendin açtın? Sana birisi mi seslendi? Kimdi?”
“Evet.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Boş Lafların Saygın Efendisiydi. Dedi ki…”
Xie Lian ellerini kol yenleri içerisinde bağladı. “Sözel parolanı nereden biliyordu?”
“…” Ming Yi’nin yüzü kararmıştı. “Bu herif gidip arkadaş edinmeye bayıldığından, neden olacak? Karşısındakinin vakti var mı yok mu sormadan çene çaldığı için! Çok konuşuyor!”
Shi Qing Xuan kırılmıştı. “Ming-xiong öyle söyleme. Benimle konuşanların hepsi Üst Cennetten cennet mensupları, asla kişisel bir bilgimi bir yaratığa vermem!”
“Boş Lafların Saygın Efendisi uzun yıllardır gözlerden uzak durduğu için, şimdi geri döndü ve Rüzgar Ustasının… sırrını… ortaya çıkarttı, yani etraflıca düşünürsek Rüzgar Ustasının sözel parolasına ulaşması zor olmamıştır.” Xie Lian devam etti. “Birisi sözel parolanı sızdırmış olmalı. Kasti veya değil, yine de araştırmaya değer.”
Ming Yi ekledi. “Ee? Neye benzediğini gördün mü? Seni çağırdıktan sonra ne yaptı?”
“…” Shi Qing Xuan’ın başı ağrımaya başlamış gibiydi. “Neye benzediğini görmedim. Bir büyü yapmıştı, net seçilmiyordu.”
Müphem konuşuyordu ve ne gördüğünü de söylememişti. Ming Yi gittikçe soğuyordu sanki. Xie Lian muhtemelen Kanlı Ateş Eğlencesindeki sahneleri gösterdiğini tahmin etti ve onlar da tanımlanması zor şeylerdi. Bir an sonra Shi Qing Xuan iç çekti. “İşe yaramazın tekiyim. Eğer kendi kendime yükselebilseydim bunların hiçbirisi yaşanmazdı.”
Shi Qing Xuan’ın kendi kaderi muhtemelen zaten bir ölümlü için oldukça iyiydi, yoksa Boş Lafların Saygın Efendisi onu gözüne kestirmezdi. Ancak yine de yükselmesi için önünde çok uzun yıllar olmalıydı. Yükselecek olanlar ruhani bir haleyle korunurlardı ve insan olmayan yaratıkların onlara zarar vermesi çok güçtü. Ayrıca, hangi canavar veya iblis geleceğin bir cennet mensubuna bulaşmak isterdi ki?
Bir insanın yükselmesi ne kadar zeki olduğuyla ilişkili değildi; akıl ve çabanın hiçbir ilişkisi olmayabilirdi ve ender hazinelerle eşyalar da yükselme ihtimali artırmazdı. Bazen böyle olurdu işte. On senelik bir çalışma doğuştan gelen zeka ve yetenekle kıyaslanamazdı; yüz yıllık kanlı bir mücadele, anlık bir aydınlanmaya denk olamazdı.
Eğer kaderinde yoksa yoktu. Su Ustası istediği her şeyi küçük kardeşi için harcayabilirdi ama kaderi olmadan, Shi Qing Xuan pekala Orta Cennette kalabilir ve ast mensuplar arasında önde gelen birisinden daha fazlası olamazdı. Bugün olduğu yere gelebilmesinin, sonsuz bir ihtişamla parlamasının, tek nedeni ağabeyinin başkasına ait bir şeyi çalması ve ona vermesiydi. Eğer bir parça bile vicdanı varsa, gerçeği öğrendikten sonra nasıl hissedeceğini tahmin etmek hiçte zor değildi.
Eğer bu değişim hiç yaşanmasaydı, gerçekte yükselmesi gereken kişi, bugün ne kadar ihtişamlı olacaktı?
Bu düşünce aklına gelince, Xie Lian’ın aklında aniden bir ışık belirdi.
“Hayır.” Dedi. “Rüzgar Ustası, sana dışarı çıkmanı söyleyen Boş Lafların Saygın Efendisi değildi.”
Shi Qing Xuan eğdiği başını kaldırdı. “Ne? Ses kesinlikle ona aitti, karıştırmama imkan yok.”
“Hayır hayır, onun sesiydi, ama bu bedenin ona ait olduğu anlamına gelmez.” Xie Lian. “Hatırlıyor musunuz? Boş Lafların Saygın Efendisinin gözüne kestirdiği tüm avlar intihar ederek ölmüşlerdi. Bir kişi hariç.”
Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “He Sheng nasıl öldü? Kanlı Ateş Eğlencesinde nasıl resmedilmişti? İntihar mıydı?”
Shi Qing Xuan’ın gözleri genişledi. “İntihar değildi. O…”
Ming Yi. “Tükenmişti.”
“Evet öyle!” Xie Lian belirtti. “Her ne kadar talihsizlikler başına yıkıldıysa da, en sonuna kadar He Sheng kendi canına kıymayı bir kez bile düşünmemişti.”
Ağırbaşlı bir şekilde devam etti. “Düşünün. Bu adamın anormal derecede güçlü bir kararlılığı var. Onca haksızlık, adaletsiz durumla karşılaştıktan sonra, sıradan bir insan çoktan pes eder veya her şeyi bitirirdi. Ancak o hep direndi; asla hiçbir konuda geri adım atmadı. Bence belki bir zamanlar Boş Lafların Saygın Efendisi onu bulmuştu, ama asla istediği şeyi emmeyi başaramadı – korkuyu. Ölüm nedeni korku ve ümitsizlikten intihar etmesi değildi. Aslında Boş Lafların Saygın Efendisi ona yapıştıktan sonra, muhtemelen tatlı şeyler yiyeceğine çelikleri ısırmıştı ve dişlerini kırmıştı, en sonunda tamamen kaybetmişti.”
Onu dinlerken Shi Qing Xuan başını iki yana salladı ve içten bir şekilde konuştu. “…Bu adama kıyasla ben bir hiçim.”
Xie Lian devam etti. “He Sheng öldürme isteği ve kinle dolu bir şekilde öldü. Böylesine hırpalanmış bir ruhun huzurla öldüğünü hiç sanmıyorum. Eğer huzura kavuşmadıysa o zaman intikama susamıştır.
“Bu nedenle, Rüzgar Ustası, inanıyorum ki şu anki ‘Boş Lafların Saygın Efendisi’ doğduğun zaman sana ulaşanla aynı kişi değil. O artık sonuna dek Saygın’la savaşan ve karşılık veren He Sheng. Veya başka bir değişle He Xuan!”
Hem Shi Qing Xuan ve Ming Yi onun bu açıklamasıyla donakalmıştı. Hua Cheng sessizce ekledi. “Hayaletleri yiyen hayaletler.”
İnsanlar insanları yediklerinde, en fazla mideleri dolardı. Hayaletler hayaletleri yediğinde ise, doğru yöntem kullanıldıysa, diğerinin güçlerini ve yeteneklerini emer, kendilerininmiş gibi kullanabilirlerdi.
“Bu da ‘Boş Lafların Saygın Efendisi’nin neden bu mesele hakkındaki bunca ayrıntıyı bildiğini açıklar.” Xie Lian devam etti. “Bu kadar sıkıcı ve aykırı bir yaratık bu kadar zeki olmamalı. Tabi ikinize musallat olmak için geri dönen bir…”
‘Melez’ demek istemişti, ama kulağa doğru gelmiyordu. Tam bu sırada Hua Cheng yardımına yetişti. “Gelişmiş varlık değilse.”
“Evet.” Xie Lian. “He Sheng Boş Lafların Saygın Efendisini yok ettikten sonra, zihni tam kontrole sahip oldu. Şu anda kendisi lanetleme yeteneğine sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda oldukça da zeki. Ve ikinize karşı sonsuz bir kinle dolu.”
Bu nedenle her ne kadar Shi Qing Xuan’ın sözel parolasını bilse de, ilk başta iletişim rünü aracılığıyla ölümcül bir lanet okumamıştı. Onun yerine yavaşça kapanı sıkıştırmış, Shi Qing Xuan’ı kulaklarını tıkamaya, gözlerini kapamaya ve kendisini boş bir odaya kapatmaya zorlamıştı. Fare yakalayan kedi gibi, onu hemen öldürmemiş ve oynamıştı, fare kendini korkudan öldürene dek oynamaya devam edecekti.
Bir an sonra Ming Yi konuştu. “Peki şimdi ne yapmayı planlıyorsun?”
Herkes Shi Qing Xuan’a döndü. Shi Qing Xuan çoktan bilinçsiz kazımalarıyla saçını karmakarışık etmişti ve şaşkın bir halde cevapladı. “…Eee bana bakmayın??? Ben… BEN DE NE YAPACAĞIMI BİLMİYORUM!!! Ben sadece… Sadece artık abimin yüzüne nasıl bakarım bilmiyorum…”
Kendi kanından kardeşiydi sonuçta ve bu iğrenç suç, bir başkasının yaşamına zarar vermek, onun için işlenmişti, bu nedenle şu anda ne yapacağını bilmiyor olmasına anlayış gösterilebilirdi. Shi Qing Xuan ekledi. “Ama, buradaki herkese bu olayı bir sır olarak saklaması için yalvarmam gerek! Sadece şimdilik. Bana düşünecek zaman verin… ne yapacağıma karar vereyim. He ne kadar günlerdir düşünüyor olsam da, aklıma hiçbir şey gelmedi, her neyse, sakinleşmek ve düşünmek için zaman ihtiyacım var…” Sonlara doğru tutarsız konuşmaya başlamıştı ve gözleri odağını kaybetmişti.
Shi Wu Du ‘Shi Qing Xuan’ın hastalığını’ tedavi edeceğini söyleyip duruyordu ama tedavi edecek ne vardı? İlahi lütuftan düşmesi ve bir ölümlü olmasını kastetmiyorsa elbette. ‘Hastalığı’ sadece kaderi tekrar değiştirilirse ve tekrar yükselirse tedavi olabilirdi. Her ne kadar bir uygun aday daha bulmak çok zor olsa da, Shi Wu Du’nun hangi kötü efsunlar ürettiğini kim bilebilirdi ki? Shi Qing Xuan’ın ölümlü olmak ve tanrılığı terk etmek, çaresizce kaçmak konusunda sızlanmasına şaşmamalıydı.
Boş Lafların Saygın Efendisi hakkındaki hatalarla dolu parşömene gelince, Shi Qing Xuan’ı yanlış yönlendirmek, gerçekleri öğrenmeyeceğinden emin olmak için bir araya getirildiğine hiç şüphe yoktu. Shi Wu Du mu yoksa Ling Wen mi yazmıştı kim bilir, ama ilk başta Shi Wu Du uygun bir aday bulmak isterken Ling Wen Sarayından kesinlikle yardım alması gerekmiş olmalıydı. Ling Wen’in kendisi olanları biliyor muydu? Eğer Shi Qing Xuan gibi bir cennet mensubu bu şekilde yükseldiyse, bu şekilde yükselen ikinci, üçüncü veya çok daha fazla cennet mensubu var mıydı?
Eğer varsa o zaman durum çok korkutucuydu. Dünya tersyüz olurdu. Bu mesele ciddiyetle incelenmeliydi. Olaya dahil olmayan ve rahat, eğlenen Hua Cheng dışında, küçük kulübede bulunan herkes kasvetli ve çökmüş durumdaydı, sanki korkunç bir düşmanla yüzleşmiş gibiydiler. Tam bu sırada kulübenin dışında bir patırtı koptu; öfkeyle kükreyen öküz ve ondan çok bağıran pek çok çiftçi vardı. “Dur! Dur!”
“Ne yapmayı planlıyorsun, öldürme isteğiyle dolusun!”
Xie Lian kapıya yanaştı ve çatlaklardan dışarıya baktı. “General Pei.”
Pei Ming daha biraz önce Quan Yi Zhen tarafından dövülmüş, kavgaya karışmıştı, ama yine de dışarıda dururken gayet iyi görünüyordu. Önünde sınırı belirleyen yassı bir taş levha vardı ve ondan sakınıyormuş gibi görünüyor, aceleyle girmeye çekiniyordu, bu nedenle elinde bir kılıçla orada dikiliyordu. Çiftçiler kazmalarını ve oraklarını kaptılar, yüzlerinde hoş bir karşılama ifadesi yoktu. Çeltik tarlasındaki siyah öküz geniş burun deliklerinden birkaç ağır nefes aldı ve aniden arka ayakları üzerinde doğruldu. Bir an sonra geniş, kaslı bir erkek olmuştu, burnundaki küçük halkayla yakışıklı görünüyordu. Kahkaha attı. “Vay be, bu General Pei değil mi? Nadir bir misafir. Lordumu buraya hangi rüzgar attı? Baştan söyleyeyim, küçük Pei’nizle hiçbir alakamız yok.”
Xie Lian biliyordu. Biraz önce tarlalarda siyah öküzü gördüğünde, belli belirsiz bir izlenimi olmuştu. Sahiden burası YuLong Dağıydı; Yağmur Ustasının ülkesi. Zamanında, bu Öküz-xiong ona Yağmur Ustasının Şapkasını, yağmur yağdırması için ödünç vermişti. Yıllar geçmişti ama hala eskisi kadar etkileyiciydi ve hala saf gücüyle tarlaları sürüyordu. Shi Qing Xuan da kapıdaki çatlağa sıkıştı, Xie Lian’la konuşuyordu. “O öküz Yağmur Ustasının evinden. İyi birisidir.”
Pei Ming daha önce Yağmur Ustasına karşı yenilmişti, bu nedenle doğal olarak şu anda nazik ve kibardı. “Lütfen, övgülere gerek yok. Pei, Yushi’nin hükümdarı için gelmedi. Rüzgar Ustasının sizin saygın ülkenizde olup olmadığını öğrenebilir miyim acaba?”
 ·         MXTX, Yazar Notu:
Cinsiyet değiştiren dostumuz artık kadın olamıyor, heyhat! Lütfen neden bir hayalet olan Hua Hua’nın önceki bölümde terlediğini sormayın. Terlemiyorsa soyunmak için ne bahanesi kalır??? Ayrıca Hua Hua oldukça yüksek seviyeli bir hayalet kralı, bu nedenle elbette sizin sıradan hayaletlerinize benzemez. Sadece şunu ve bunu yapabilmekle kalmaz, aynı zamanda *biiiip*leyebilir.
 Çevirmen: Nynaeve
Not: Yushi, Yağmur Ustası demek. Yağmur Ustası, Yushi Krallığının hükümdarı, yani Yağmur Ustası Krallığının… MXTX isim vermeye üşenmiş diye tahmin ediyoruz.
Not 2: Öküz-xiong? Öküz-xiong!!!
151 notes · View notes
renksizz · 4 years
Text
Sadece içimi dökmek istiyorum.
Bugün 18. Yaşıma girdiğim benim için gerçekten özel bir gün.
14 yaşındayken yani 8.sınıftan sonra babam tarafından okula gönderilmedim. Çünkü okuyan kızlara farklı gözle bakan hala at gözlüğünü çıkaramamış bir adam ama altını çizmek isterim ki bu sadece kendi çocuklarına özel bir durum akrabalarımın ve arkadaşlarının kızlarına tam destek olmuştur ben evde beni okul göndermesi için ağlarken, o misafirlikte gözümün içine baka baka destek olmuştur. Zaten kitap okumaya da o dönemler başlamıştım hatta öyle bir bunalıma girip kendimi kitaba vermiştim ki, 3 ay sonra gözlük kullanmaya başladım. Tabi okul okutmayan adam kitap okutur mu? Hiç unutmam bakkala gittiğim yerde biriktirdiğim paralarla kitap alır koşarak eve gider ve eve girerken de onu pijamam veya montumun arasına sıkıştırırdım.
Liseye geçen ortaokul arkadaşlarım ilk zamanlar evime gelir bana destek olurlardı ama sonlara doğru artık gelirken ki o isteksizliklerini görmek beni üzerdi ama yinede onlara gelmeyin diyemezdim onları gerçekten çok seviyordum ve fazla yalnızdım.
Sonra taşındık. Yaşadığım yerden çok uzak bir yere öyle ıssız bir yerdi ki etrafta bakkaldan başka bir şey yoktu en yakın market bile bir saat uzaklıktaydı. Babam akıllı telefon kullanmama izin vermezdi. Sadece tuşlu bir telefonum vardı onda da bizimkiler arayabiliyordu. Arkadaş çevrem tamamen bitmişti. Instagram veya Facebook bunları da kullanamazdım. Kendi fotografımı paylaşıp orospu olabilirdim. Belki bir erkek aklımı çeler diye çünkü ben geri zekalıyım ya neyin ne olduğunu asla anlayamazdım. O kadar yanlış düşüncelerde olurdu ki babam yolda beraber yürürken sınıftan bir erkek arkadaşım geçmez, inşAllah onu görmem diye dua ederdim. Çünkü babama göre bana selam verirse kesin bende gözü var demektir.
Liseye göndermeyi reddettiğin de onunla konuşamamıştım. Çünkü hemen ağlıyordum okul konusu geçtiği an ağlamaya başlıyordum ama gerçekten elimde olan bir şey değildi, sadece ağlamayı biliyordum. Biraz dinine düşkün bir adamdır. İmam-hatipe gideyim deidm yok dedi. O zaman anladım bu adamın derdi evde oturup dünya hakkında bir bok bilmeden bir kocaya verilmemdi. Gerçi o zmn DAHA 15 YAŞINDAYKEN evleneceğim adamda hazırmış.
Annen yok mu senin annem niye karşı çıkmadı derseniz. İlk zamanlar oda okula yollamam diyordu gidip de nolucak diyordu. Artık babamın zülümlerini kaldıracak gücü yoktu ve bir evladını o zamanlar feda etti. Çalışıyordu da babam sürekli bugün şöyle zarar ettik bugün böyle zarar ettik diye diye annem gece gündüz çalışırdı. Tabi sonradan öğrendik ki meğer 2,5 senedir o batırdığı paraları(!) Yedirdiği bir kadın varmış. Sadece kadına değil çocuklarına da yediriyormuş 5 TL istediğimizde burnumuzdan getiren adam.Tek kelime edemedi okulum için.
15 ve 16. Yaşlarım hep evde, arada bir dayımlar da geçti. Arkadaşım hiç yoktu hatta yengemler sorunca tek arkadaşım bakkal amca der kendimle dalga geçerdim.
15. Yaşımdayken burada bir kitap okumuştum başrolde Ayaz diye biri vardı. (Benimle yan kitabı değildi) sabah akşam o karakteri düşünür heyecanla sırf o karakterle farklı hayaller kurardım. Sonra fark ettim ki aklımdaki karakterle okuduğum karakter arasında dağlar kadar fark olmuş ve artık bana Özel bir karakter haline gelmişti. Beni kalkındıran ayak durmamı sağlayan ve beni destekleyen o karakterdi desem. İnanın öyleydi. Ne kadar kitap okursam okuyayım beğendiğim sahneleri Ayaz'ın olduğunu düşünür nasıl tepki vereceğine bakardım. Kitap yazma serüvenimi de anlatmış oldum. Ayaz sayesinde hiç arkadaş eksikliğini hissetmedim çünkü öyle bir şeyi düşünecek vaktim olmazdı.
(SENİ ÇOK SEVİYORUM AYAZ, BANA BİR LİDER, ÖNDER OLDUĞUN İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM. BURÇİN DE SENİ ÇOK SEVİYOR.)
Devam edeyim, babamın bir kadınla olduğunu çok sonrada yani 2.5 yıl sonra abim sayesinde öğrendik. Sonra zaten o monoton hayatım alt-üst oldu. Annem babamı eve almamaya başladı. Babamsa sen kimsin ki diyip kapıya dayandı. Bu babamın ilk aldatışı olmadığı için annemin canına tak etmişti. Hiç unutmam ilk eve almadığı günün sabahı (eve almamak derken bir kaç günlüğüne değil komple almamak için) kapıyı biri zorlamaya başladı. Delikten baktım ki babam levyeyle kapıyı açmaya çalışıyor hatta açtım açacak. Eğer o kapı açılsaydı annemi ve bende dahil hastanelik ederdi. Kardeşimle o zamanlar 6 yaşındaydı. Beraber kapı açılmasın diye kapıya baskı yaparken annem polisi arıyordu, babamsa oradan tehditler ediyordu. Neyseki Polisler geldi ama kapı açılmıyordu o kadar çok zorlamıştı ki babam kilit kısmı sıkışmıştı. Polisler kapı açmazsanız hiçbir şey yapmam dediğinde babam hemen zaten küçük bir kavga karımın akıl sağlığı yerinde değil demişti. Ve o polisler tamam deyip GİDİYORDU. annem baya bağırdı tekrar polisi aramaya kalkışınca polisler en sonunda bir çilingirci bulup kapıyı açtırmışlardı. Sonumuz karakolda bitmişti. O günden sonra babam aylarca eve gelmedi sonra akıllandım diyip annem tekrar eve aldı onda da bir kaç hafta sonra annemi dövdü. Bir gözü görmüyordu. Evden çıkarken kapıyı kitliyordu. Gitmesin diye. Maalesef o zaman polisi arayacak cesaret kalmamıştı. En sonunda annem biraz toparlanınca eşyalarını topladı ve annesinin evine gitti. Kardeşime ben bakacaktım. Doğduğundan beri kardeşime ben baktığım için hiç tereddüt etmezdi. Neyse gel zaman git zaman annem aylarca orada kaldıktan sonra her şey güzel olucak vadiyle, zorla tekrar eve getirildi. Hiç bitmeyen kavga gürültü abimin ergenliğiyle de arttı.
Aradan 2 sene geçti ve Denizli'de oturan bir kaç akrabamız buraya gelin Yeni hayat kurun diyip Antep'ten bizi alıp Denizli'ye taşındırdılar. Babamsa Antep'te bana söz vermişti. Eğer Denizli'ye taşınırsak seni okutucam diye. Buraya geldik ama yine lafını yuttu. Ben öyle demedim işte sen sus diye dedim demeye başladı.
Bu olaylar olurken taa ilk zamanından şimdi bu zamana kadar hep annemi destekledim çünkü kendime şunu söylüyordum. Benim kızım olsa beni desteklemesini isterdim. Annem defalarca evi terk ettiğinde, beni onlarla bir başıma bıraktığında bile kızmadım. 20 sene bu adamı çekti bir daha çekmesin dedim.
Ve annemde geç de olsa bana destek olmaya başladı. Okul konusu açılınca beni savundu bırak gitsin söz verdin dedi. Ama babam Nuh diyordu peygamber demiyordu. Neyse sonra fark ettik ki bir numara sürekli babamı arıyor, babam yanımızda açmıyordu. Kapatıyordu.babamsa banka arıyor diyordu. Tabi şu banka babama "aç şu telefonu" diye mesaj atınca annem gizlice numarayı aldı ve aradı. Meğer yuvayı yıkan o kadınla hala görüşüyormuş. annem hiç çekinmeden burada da evden attı. En son onunda canına tak etmişti. Abime hiç utanmadan para veriyor git fare zehri al onları zehirle demişti. Abimin yaşı da o kadar büyük değildi. Oda daha yeni 18 yaşlarına girmişti. Babamın verildiği parayı gelip anneme vermiş gitmişti.
Babam ölüm çıkar sen yinede bu evden okul için çıkamazsın derdi.
Ben normalde TEOG öğrencisiydim puanıma göre bir okula gideceğimi sanıyordum ama sonra öğrendim ki sistem çok değişmiş. -LGS olmuş- Milli eğitime dilekçe verdim, sonra hiç bilmediğim bir memlekette Google'dan kendime okul arıyordum. Hatta öyle vahim durumdaydım ki, kendime ilk çıkan okulu seçicem diye şartlamıştım Allah'a hayırlısı olsun diye dua edip, Google'dan Denizli liselerine girdim ve ismi dikkatimi çıkan ilk okulun resmine tıkladım ve bu olsun dedim.
Okul iyi mi kötü mü hiçbir fikrim yoktu.
Okulların açılmasına bir hafta kalasıya dilekçem geri dönüş yapmış gelip okulunuzu seçin diye çağrılmıştık. Gittiğimizde üç seçenek verdiler, üç tane okul yazın kurul hangisine karar verirse ona gideceksin denildi.
İlk sıraya Google'dan karşıma çıkan okulu yazdığımda oradaki adam bana boşa yazma bu Denizli'nin en iyi üç okulundan biri kontenjan çoktan dolmuştur dedi tereddüt etsem de neyseki o okulu yazdım. Altına da birkaç kuzenimin sadece isim olarak bildiği birkaç liseyi yazıp çıktım.
2 sene boyunca çok kez umudumu yitirdim ufacık bir hayalin peşinden gittiğim için kızdım kendime ama içim bir türlü vazgeçemiyordu.
Şuan 18 yaşındayım. 10. Sınıfa ve ilk sıraya yazdığım o okula gidiyorum.
Telefonum yoktu şimdi akıllı bir telefonum var.
Babam yoktu çok şükür hala yok. 1 senedir eve almıyoruz, boşanma arifesindeler ama tabi babam boşanmayacağını onu süründüreceğini söylüyor.
Hiç arkadaşım yoktu şuansa gece 12'yi geçtikten sonra hemen doğum günümü kutlayan arkadaşlarım var.
Mutluyum, bu çok farklı ama öyleyim işte.
Hayat hikayem daha bu kadar değil çook uzun ama bir şekilde güçlü olmamız gerek, bunu burada okudukça unutmayacağım ve unutturmayacağım.
(Çok satanlardan inmeyen bir yazar olacağım.)bir kaç sene sonra bu yazıyı görünce ne hissedeceğimi merak ediyorum.
Teşekkür ederim benliğim, teşekkür ederim Ayaz. Beni yanlız bırakmadığınız için minnettarım. ಥ‿ಥ
İç dökme bitmiştir. Hoş geldin 18 yüzümü kara çıkarma ve bu sene o istediğin şeyi başar.
1 note · View note
alticizilen · 5 years
Text
Hiçlikte İhtimal Var - Pelin Kıvrak - Alıntılar
Hayatımın en güzel zamanlarından biri olan 4 aylık Amerika maceramdan, hayatımın en yoğun 4 aylık dönemine hızlı bir giriş yapmıştım. Aydın’daydım, şiddetli bir kavgadan çıkmış, yüzüm gözüm kızarmış bir şekilde girdim kitapçı dükkanına. Hiçlikte İhtimal Var’ı sordum, buldular. Tanıdık bir sese, içinde bulunduğum durumların geçici olduğuna beni inandıracak bana gerçeğimi hatırlatacak bir sese ihtiyacım vardı. Kimsenin bir kitabı kitapçıdan bu şekilde sipariş ettiğini sanmıyorum, zira halim bir kitap alıcısından çok eczaneye girmiş, ilaç almak isteyen bir hastaya benziyordu. Düşüneceğinizin aksine, kitabı hemen okumadım. Okuyamadım. Dedim ya yoğunluk. Samos adasında, balayımda açabildim ilk kez kapağını. Tüylerim diken diken olmuştu. Pelin onca yoldan çıkagelmiş, usulca kulağıma benliğimi ve gerçeğimi hatırlatıyordu. Bitirdiğimde, bitmemiş hikayeler ve yepyeni bir başlangıç sanki gözlerimin içine bakıyordu. Bitirmeye hazır değilim diyerek iki belki de üç defa okuduğum o son hikaye… Hiçliğe açtığın sığınak için teşekkür ederim! - hazal basarik
Tumblr media
Çünkü işleyen düzene mükemmelce uymuş kişilerin taşıdıkları büyük bir yük varsa bu olsa olsa o düzene yakışmamış bir sevdadır. -11
Aslında artık aşık olduğumda bile şiir yazamıyorum. Çünkü anladım ki şiir yazmanın aşkla da yalnızlıkla da ilgisi yok. İnançla ilgisi var şiir bir yalnızlığa inanma işidir. Hem yazanın hem de okuyacak olanın yalnızlığına. -12
Ben de yazdıklarıma kaçıyorum… Beni seven veya bir zamanlar sevmiş olan herkes bir gün romanlarımı okuyup birkaç günlüğüne de olsa beni düşünecek diye kaçıyorum. Ağzı güzel laf yapan ve tiyatroyu benim kadar seven biri içimden geçenleri dinleyip bana aşık olacak diye kaçıyorum. Geçmişteki kötü şeyleri – mesela ilkokulda sağ kolumun kırılmasını veya senin gidişini – kelimelerle sabitlemek ve seninle ilgili iyi şeylerden ayrı tutmak için kaçıyorum.
Gördüklerimi hissettiklerime yeğlemem gerek. -14
Merhametin küskünlüğüne galip geldiği bir gündü. Acılar sebeplidir ve azalırlar zaman sebebi uzaklaştırdıkça. Oysa ıztırap acıdan ayrışıp sinsice yayılır kana. Deri denen eski, buruşmuş zarfın içinde hapsolmaya mahkum olmuş derin bir ızdırapla oradan oraya sürüklenen, ama zarfın yıpranmışlığından ötürü kimsenin açıp okuyacak kadar merak etmediği bir kadındı artık Süreyya. Aşık olmak insanı, gelecek bir günde mutlu olabilme ihtimalinin herhangi bir güzel anıyı hatırlayarak mutlu olabilme ihtimalinden daha yüksek olduğuna inandırır. -37
Annesinin ve kız kardeşinin beş yıl boyunca ‘fena değil’ diye burun kıvırdıkları bir kadınla yaşadığı tutkulu bir aşktan vazgeçip herkesin fevkalade dediği bir kadınla fena olmayan bir evlilik yapmıştı. -65
Belki de o kadar savaşmasına rağmen aşık olduğu kadınla yolları bir türlü istediği gibi kesişmediğinden, hayatları mecburen kesiştiği için yan yana beklemek, uyumak zorunda kalan insanları izleyip, kendini mesuliyetleri yok eden tesadüflere teslim ederdi. – 66
Sıkıntıdan ölmektense tutkudan ölmeyi tercih ederim. -67
Çünkü Alev en çok sevdiği şeyleri hep yalnızken yapardı. Bu yüzden gitmişti belki de. Çok sevdiği şeyleri yalnız yapabilmek için.
Karşısındaki kadını delice seviyor ve ilk günkü gibi arzuluyordu. Onu güçlü bir kadın olduğu için çekici buluyor ama aynı sebepten dolayı ondan korkuyordu da… Evet, bu korkuyu ilk defa o gün, o yakmayan güneş balkona girip Alev’in yüz hatlarını ve dimdik duruşunu aydınlattığında fark etmişti. Alev’i kıskanıyor olabilir miydi? Kendine güvenini, dirayetini, neşesini, yalnızlıkla başa çıkabilmesini, duraksamadan konuştuğu dilleri, dillerini konuşmadığı insanları bile bir çırpıda çözebilmesini… -68
Alev masalları olan bir kadındı; o ise savaşlardan ibaret bir adam. Onun dünyasına hiçbir zaman giremeyeceğini ve hiçbir zaman aynı savaşta silah tutamayacaklarını uzun zamandır hissediyordu.
‘Seni önemsemediğimi gösterecek ne yaptım?’ diyordu Alev. Kendini savunmak zorunda olmaktan nefret ediyordu. O ise Alev’e neden kıskançlıkla karışık bir sitem duyduğunu anlayamıyor, yalnızca duyguların adını koyabiliyordu. Uzun kavgalar, ağlayıp yeniden barışmalar yaz sonuna kadar ikisinden de beşer kilo ve bir gençliği deli dolu yaşamaya yetecek enerji götürmüştü. – 69
O gün ilk defa Alev’in arkasından bakıp huzur veren yürüyüşünü hatırladığında hayatında dönüşü olmayan bir yola ne kadar şuursuzca girdiğini ve Alev’i ne çok özlediğini düşünmüştü. Ama Alev’siz bir hayat seçtiği için pişman değildi. Eğer Alev’le birlikte olsaydı şu an sahip olduğu imkanlara asla sahip olamayacağını biliyordu. Alev insanlar hakkında çok şey bilirdi ama dünyanın nasıl bir yer olduğu hakkında pek fikri yoktu. İnsanları anlamaya çalışmak ve başkalarını mutlu etmek için çabalamak elbette ki erdemli bir uğraştı. Ama ona dünyanın kötülükleriyle başa çıkabilen bir suç ortağı gerekliydi.
Alev ile yaşamak istemiyordu, istese bile bunun imkansız olduğunu kendine hatırlatabiliyordu. Ama bazı günlerin bazı dakikalarında kısa ve hızlı koşulardan sonra bir anda nefesin kesilmesi gibi bir telaş hisseder, vücudunun kontrolünden çıktığına ve Alev’in hatırasının her zerresini kapladığına emin olurdu. -71
Ve sonunda emin oldu ki bu hisler onu sinsice Alev’e geri dönmeye yönlendirmiyor; aksine, geri dönüşün imkansız olduğunu bildiğinden Alev’in yasını tutmaya itiyor. Zamanında onunla ilgili tahammül edemediği her şeyi – mesela su içerken boğazından gelen sesleri, gecenin bir yarısı uyanıp düşüncesizce ışığı açmasını ya da o yemediği halde sarımsak yemesini – onunla ilgili çok sevdiği şeylerden de önce özlüyor ve canı acıyor. Yarım kalmış bir mutluluk ihtimalini değil her şeyiyle çok sevilmiş bir kadını özlüyor. -72
Belki de Alev en sevdiği şeyleri yalnız yapmayı bu his yüzünden çok seviyordu. Kendi hikayesinin olaylarını seçip onları gerçek yaşamdan ayırabildiği için… -73
Kaçamadım acıdan… Çünkü yaptıklarımızı hatırlatan şeyler değil, yaşayamadıklarımızmış asıl can yakan… - 75
Bilirsin, içime düşen hissin kalbini kalemimle delmeden bırakmam. Ve anladım ki ben seninle yaşayamadığım hayatın hayalini kurmayı seni özlediğimden daha çok özlüyorum. O kadın benim hayal ettiğim bir hayatı yaşıyor diye kızıyorum ona. Ama bir yandan da biliyorum ki biz birbirimizi çok sevsek de aynı şehirde aynı denize hep farklı yerlerden baktık. Aynı zamanlarda farklı dalgalara yakalandık.
Seni kaybettikten sonra kaybetmenin insanı hafifleten bir yanı olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü kaybetmekten delicesine korktuğun o kişi yok olduğunda kaybetme korkusu da yok oluyormuş. Bazen hayatın devamı bir yokluğu isyansızca kabullenebilmekten ve hiçliğe düşüp yeni ihtimallere sarılmak zorunda kalmaktan geçiyormuş. – 76
Nasıl seveceğini ise konuşmak gibi, yürümek gibi öğreniyor zamanla. Terk edildi diye kimse öldürmez kendini… Terk edilen insan yaşar. Hele ki onu terk edeni hala deli gibi seviyorsa yaşamayı iliklerine kadar hissederek yaşar… Kavuşma ihtimalinin yokluğuna rağmen hala onu sevebilmesi hiçliğe karşı kazanılmış bir zaferdir adeta. Ama kalbin boşluğunu hisseden insan var ya, işte o insan ölüme en yakın olandır… - 77
Ve ben de rüyasız bir uykusunun içinde bulmak istiyorum artık seni unutabilme ihtimalini… -78
En sonunda bir gün, gitmek istemediği yerlere gönderilmemek için, çok da sevmek istemediği bir başkasıyla, alışacağına inandığı bir hayata sığındı adam. Kurduğu düzene layık gördüğü bir kadınla yaşamak istedi ona layık görülenleri… (…) Adam korkularını, kadın hep gidecekmiş gibi duran halini duvara asar o eve girerken. Ne zaman sıkılsalar dünyadan, ne zaman bir bakışa yüzlerce şiir yazdıran bir sevdaya varmak isteseler, o evin kapısına giderler. Yaşanmamış ve hiç yaşanmayacak hikayelerinin her şey olabilirliğine sığınıp, artık hiçbir zaman olamayacakları biz olurlar… -79
7 notes · View notes
iyiydik · 7 years
Text
Heba
Bir sabah uyandığımda onlarca aramanı ve onlarca mesajını görmüştüm. Telaşlanıp uyku sersemliğiyle seni aradığımda sesin çok heyecanlı geliyordu. Hayal ettiğimiz şehre şimdi gidelim mi dediğinde ne diyorsun kızım, uykum var benim demiştim. Sesindeki kırıklığı hissettiğimde ise tüm uykum gitmişti. Hadi o zaman bir değişiklik olsun deyip hazırlanmaya başlamıştık. Yolumuz uzundu ve akşam gelmek zorundaydık. Sen yanına en sevdiğin kitabı almıştın, altını çizdiğin yerleri bana okuyacaktın. Kitaplardan çok haz almazdım, şarkı listesini yenilemeye çalışıyordum. Yaklaşık 5 saat gidip 5 saat de dönecektik. Polisler çok umurumda olmasa da hız yapmama kızıyordun sonuçta. Ama o gün kızmayacağını biliyordum çünkü çok uyumuştum ve geç kalmıştık. Neyse, her şeyi hazır ettik hızlıca seni almaya geldim. Ailen sevmezdi beni bilirim, en kuytu köşeye çekmiştim arabayı. Anlamadığım bir heyecan vardı içimde, para çeksem mi, kredi kartları dolu mu, ziyaret edilecek insan var mı, insanlar ararsa nasıl döneceğiz gibi düşünceler heyecanımı daha da arttırıyordu. Her zaman beklettiğini bildiğim için sigara yakıp volta atmaya koyulmuştum ki sen çıka geldin o köşeden, ulan be bin defa çıkıp gelsen o köşeden her seferinde de aynı hayranlıkla izlerdim seni, hızlıca bindik arabaya. Benzin almam lazımdı, indim full’le derken markete gitmek için indiğini gördüm. Bir an arabadan çocuklarımız varmışta onlarda inecek gibi hissetmiştim. Tam bir aile gibi hissetmiştim bizi, iyiydik. Sonra, saatlerce yol sürdü. Saatlerce sohbet ettik, şarkılar söyledik, çocukluğumuzdan bahsettik. İlk okulda saçını çeken çocuğu bile anlattın, bende döndüğümüzde onu bulacağımı söylemiştim. Ne gülmüştük, hatırlıyorsun değil mi? Gideceğimiz yere yaklaştığımızda saat 3.5-4′tü. Ee kitabı niye okumadın canım dediğimde onu dönerken, eve yaklaştığımda okuyacağım demiştin, bir seyden şüphelenmeyip tamam demiştim bende ne yapayım. Otobandan şehre girdiğimizde internetten güzel mekanlara bakıyordun, ikimizde hiç bilmiyorduk o şehiri. Ne yapsak, ne yesek, nereyi gezsek. Bunları düşünecek zamanımız bile yoktu. Her şeyi yapmalıydık. Yemek yemek için güzel bir restoranda durduk. Neyi meşhursa onu çağırdık. Dünden kalma bir kaç olaydan konu açıldı, biraz zaman geçmişti. ikimizde farkında değildik. Saate baktığında yüzünde ki korkuyu görmeliydin. Benim bekleyenim yoktu ama sanki benim de babam kızacakmış gibi hissettim. Hemen çıktık, arabaya bindik. Hadi biraz daha hızlı sür dediğinde daha iyi anlamıştım korkunu. ama sen üniversiteye sürmemi istemiştin, hemen insanlara sorup biraz da internetten bakıp gitmiştik. Anlam veremiyordum, havada kararmıştı hafiften, geç kalacaktık. Giriş kapısının oraya geldiğimizde inip fotoğraf çekilmek istedin. Birlikte geleceğiz bu okula dedin. O an inan yanımda test kitabı olsa test çözecektim. Öyle hırs yapmıştım. Öyle mutluyduk ki, o fotoğraf bizim ne kadar da güzel olduğumuzu belgeler derecesindeydi. İnstagrama attık, facebooka attık. Gören herkes bizi aradı, açmadık. Gülüp geçiyorduk sadece insanlara. Mutluyduk, her yerde mutlu olabilirdik. Bize biz yeterdik. Onun olduğu yer benim evimdi, aynısını senin içinde öyle sanmıştım o an. Ama öyle değildi bunu bilmiyordum o zamanlar. Dönüş yolunda olabildiğince hız yapmıştım. Yetişemeyecektik zaten ama daha da geç gidersek geri dönüşümüz olmayacaktı bunu ikimizde biliyorduk. Kitabı açtın usulca sonra bir sigara yaktın. Başladın o kitabı okumaya. Neler neler söylemedin ki orada. Dilimi yutmuş gibiydim, klimayı kapattım. Buz gibi havada terlemeye başlamıştım. Eve gelmek üzereydik. Seni her zaman bıraktığım yere gelince, zorla gülümseyerek, hadi daha da geç kalma demiştim.  O gün bana okuduklarından anlamıştım bir başkasına sevdalandığını. Yanımdan giderken öyle mutluydun ki, anlayamıyordum mutluluğunu. Emindim birisinin olduğuna ama mutluluğun tüm teorilerimi yıkıyordu. Kimdi? Ne zaman unuttu beni? Nerde sevdi? Hiç görüştüler mi? Konuşuyorlar mı? Neden, neden? Sonra aradan haftalar geçti, gitmek istediğini söyledin. Bir başkasıyla olduğunu söyledin. Benimle hiçbir zaman mutlu olmadığını, daha iyilerine layık olduğumu söyledin. Beni bırakıp gittin. Sonra her fotoğraf gibi o fotoğrafta kaldırıldı her yerden. Numaralar değiştirildi, ortak arkadaşlar silindi. Senin için pek bir şey değişmemişti. Aynı şekilde devam ediyordun hayatına. Nasıl yapabiliyordun bunu? Ben öyle yapamadım, sınav gecesi eve saat kaçta geldiğimi bilemeyecek kadar sarhoştum zaten. Kaybettiğimi biliyordum, mücadele de etmiyordum ama teslim de olmuyordum. Sonra ben dayanamayıp o şehri terkettim. Sen hayalini kurduğumuz o okula onunla gittin. İyi bir okul kazanamadım öyle senin gibi. Ama şehrine çok geldim sevgili. O fotoğrafı çekildiğimiz yerde çok durdum, inan çok durdum. Rahatsız etmek ya da sizi görmek için değil. O günü tekrar yaşamak için.
123 notes · View notes
Text
internet sayfası
Günümüzde web teknolojileri oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır ki, internetin hayatımızın her yerini kaplaması da bunu destekler niteliktedir. İçinde bulunduğumuz çağ artık nesnelerin interneti çapı olarak nitelendiriliyor. Artık internet sayfası evimizdeki buzdolabından kolumuzdaki saate kadar her şey internete bağlı durumda. Bu devasa ağ sayesinde neredeyse tüm elektronik cihazlar arasında bir iletişim söz konusudur. Bu işin sadece elektronik cihazlar arasındaki haliydi desek doğru olacaktır elbette ki. Sonuçta internet ilk çıktığı dönemlerden günümüze gelene kadar birçok alanda kullanıldı. Ayrıca bu makalede gibi içeriklerin nasıl kolay erişilebilir hale geldiğini anlayacaksınız. Hadi gelin sizlerle beraber internetin geçmişini hızlıca bir göz atalım.
İlk olarak 1969 senesinde Amerika’daki bir üniversitenin dört öğrencisi tarafından yerel ağ denebilecek kadar küçük bir ağ olarak kurulmuştu. Bu aynı zamanda tarihte kurulan ilk ağdır. Bu yüzden döneminin şartlarına göre değerlendirmemiz akıllıca en iyi web tasarım firmaları olacaktır. Sonuçta bu ağa günümüzde baktığımızda gerçekten ilkel bir teknoloji gibi görünecektir. Bunun daha iyi incelemek için o zamanlar var olmayan teknolojilere bir göz atalım.
O zamanlar ne ağ yönetim sistemleri ne alan adları ne arama motorları ne de modern web teknolojileri vardı. En basitinden gibi bir web sayfası aradığınız zaman bunu sorgulatabileceğiniz bir arama motoru yoktu. Bu durumda insanlar web sitelerinin adreslerini maalesef ki, devasa listelere çevirmek zorundaydı ki, bu listelerin ne kadar düzensiz ve kalitesiz olabileceğini siz düşünün. Tabi ki o dönem alan adlarının da var olmadığını eklersek iş en iyi web tasarım şirketleri daha da vahim bir hal alıyor. Alan adları web sayfalarının IP numaralarından oluşan adreslerinin üzerine maskelenen metin tabanlı ifadelerdir. Alan adları sayesinde web sitelerine IP adresleri olmadan da erişebilirsiniz. Bu ifadeler web tarayıcısının adres satırına yazılan gibi web sayfalarının genel adlarıdır. Bu konuyu da düşünecek olursanız bu listelerin sadece IP numaralarından oluştuğunu anlamak zor olmayacaktır. Sonuç olarak baktığımızda web teknolojilerinin eskiden ne kadar ilkel ve işlevsiz olduğunu anlamak çok ta zor olmayacaktır. Bu yüzden içinde bulunduğumuz çağda internetin ne denli gelişmiş bir teknoloji olduğunu unutmamak gerekir.
0 notes
hazirwebpaket · 4 years
Text
Web Teknolojilerinin Tarihsel Gelişimi.
  Günümüzde web teknolojileri oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır ki, internetin hayatımızın her yerini kaplaması da bunu destekler niteliktedir. İçinde bulunduğumuz çağ artık nesnelerin interneti çapı olarak nitelendiriliyor. Artık evimizdeki buzdolabından kolumuzdaki saate kadar her şey internete bağlı durumda. Bu devasa ağ sayesinde neredeyse tüm elektronik cihazlar arasında bir iletişim söz konusudur. Bu işin sadece elektronik cihazlar arasındaki haliydi desek doğru olacaktır elbette ki. Sonuçta internet ilk çıktığı dönemlerden günümüze gelene kadar birçok alanda kullanıldı. Ayrıca bu makalede internet sitesi kurmak gibi içeriklerin nasıl kolay erişilebilir hale geldiğini anlayacaksınız.
  Hadi gelin sizlerle beraber internetin geçmişini hızlıca bir göz atalım. İnternet ilk olarak 1969 senesinde Amerika’daki bir üniversitenin dört öğrencisi tarafından yerel ağ denebilecek kadar küçük bir ağ olarak kurulmuştu. Bu aynı zamanda tarihte kurulan ilk ağdır. Bu yüzden döneminin şartlarına göre değerlendirmemiz akıllıca olacaktır. Sonuçta bu ağa günümüzde baktığımızda gerçekten ilkel bir teknoloji gibi görünecektir. Bunun daha iyi incelemek için o zamanlar var olmayan teknolojilere bir göz atalım.
  O zamanlar ne ağ yönetim sistemleri, ne alan adları, ne arama motorları, ne de modern web teknolojileri vardı. En basitinden web sayfası gibi bir web sayfası aradığınız zaman bunu sorgulatabileceğiniz bir arama motoru yoktu. Bu durumda insanlar web sitelerinin adreslerini maalesef ki, devasa listelere çevirmek zorundaydı ki, bu listelerin ne kadar düzensiz ve kalitesiz olabileceğini siz düşünün. Tabi ki o dönem alan adlarının da var olmadığını eklersek iş daha da vahim bir hal alıyor.
  Alan adları web sayfalarının IP numaralarından oluşan adreslerinin üzerine maskelenen metin tabanlı ifadelerdir. Alan adları sayesinde web sitelerine IP adresleri olmadan da erişebilirsiniz. Bu ifadeler web tarayıcısının adres satırına yazılan web tasarım fiyatları gibi web sayfalarının genel adlarıdır.
  Bu konuyu da düşünecek olursanız bu listelerin sadece IP numaralarından oluştuğunu anlamak zor olmayacaktır. Sonuç olarak baktığımızda web teknolojilerinin eskiden ne kadar ilkel ve işlevsiz olduğunu anlamak çok ta zor olmayacaktır. Bu yüzden içinde bulunduğumuz çağda internetin ne denli gelişmiş bir teknoloji olduğunu unutmamak gerekir.
0 notes
kasparhauserus · 6 years
Text
Yaşım 6, Yağmur yeni doğmuş. Babamla Şubat'ın soğuğunda, hastanenin içerisine almadıkları için parkta sabahlıyoruz mecbur. Kıçımız donuyor ama çaktırmıyoruz pek. Ne de olsa aileye yeni bir güzellik katıldı. İçimde kıpır kıpır bir heyecan, doğumda ikizi kaybetmişiz benim yıllar önce. O günden beri yarım gibi dolaşmışım hep. Yağmur doğunca tam olmuşum. Kardeş işte, bir yarını taşıyor. Sabah oldu, girdik doğum odasına. Annemin gözler buğulu ve yorgun. Yağmur diyoruz ama son gün doğuma yetiştirirken koyduk bu ismi. Gökçe idi ismi. Onu da anlatayım hazır konuya girmişken. Bizimkiler nereden estiyse, Gökçe isminde karar kılmışlar. Belki de dedem falan etken olmuştur, hatırlamıyorum. Doğum günü, hava berbat. Sanırsın tüm senelik yağış tek gün içinde düşüyor toprağa. Bir yandan şimşekler çakıyor. Bizde de o zaman araba yok, köyün imamını arıyor babam. Gelip alıyor bizi. Sonrasında, hastaneye götürdüğü için para da almıştı babamdan. Bu siyasal islamcılardan biz her dönem çektik yani. Yoldayız, anneannem dönüp klişe cümleyi söyledi: "Bu kızın adı Yağmur olsun". Herkes heyecanlı tabii, kimse cevap vermedi. Allahın bile unuttuğu bir köyde, annemi doğuma yetiştiriyoruz 40 km ötedeki bir hastaneye. Adı falan düşünecek hali yoktu kimsenin. Kendimden hiç bahsetmiyorum bile. Küçücük, el kadar çocuğum yani. Neyse ki sağlıklı, şirin ve oldukça huysuz bir insan evladı kazandık gecenin sonunda. Şimdi söyleyeceğim şey hâla geçerli, hayatımda bu kadar çok bağırıp çağıran bir insan evladı tanımadım. İletişim şekli olarak çığlık atmayı benimsemiş bir arkadaştı kendisi. 😛 Güzel zamanlar geçirdik. Köy zamanlarımı da yazacağım. Eskileri düşünmek insana güzel hissettiriyor. Sağlıcakla.
0 notes
matysh13-blog · 8 years
Text
Son soru
Son soru ilk kez 21 Mayıs 2061'de insanlık ışığa henüz yeni adım attığında soruldu. Sorulma nedeni beş dolarlık bir bahisti. Şöyle oldu: Alexander Adell ve Bertram Lupov, Multivac'ın iki sadık teknisyeniydi. Dev bilgisayarın soğuk, tıkırdayan, ışıkları yanıp sönen yüzünün arkasında ne olduğunu bir insan ne kadar bilebilirse, onlar da o kadarını biliyorlardı. Hiç olmazsa artık tek bir insanın bütününü asla bilemediği devrelerin ve aktarıcıların genel planı hakkında birazcık bilgileri vardı. Multivac gereken ayarlama ve düzeltmeleri kendi kendine yapıyordu. Böyle de olması gerekiyordu çünkü insan eli ile bu işlemlerin yeterince süratle ve doğrulukla yapılması mümkün değildi. Bu yüzden Adell ve Lupov bu dev üzerinde ancak yüzeysel ve çok kısıtlı çalışmalar yapabiliyorlardı. Verileri ona yüklüyorlar, sorularda gereken değişiklikleri yapıyor ve çıkan yanıtları tercüme ediyorlardı. Onlar ve onlar gibi olanlar Multivac'ın zaferinden pay çıkarma hakkına kesinlikle sahiptiler. Onlarca yıldır Multivac insanın Ay'a, Mars'a ve Venüs'e gitmesini sağlayan gemileri dizayn etmişti. Bunların ötesine gitmeye yeryüzünün fakir düşmüş kaynakları elvermiyordu. Uzun yolculuklar için çok fazla enerji gerekiyordu. İnsan yeryüzündeki kömür ve uranyumu gittikçe artan bir ustalıkla kullanmıştı ama artık her şey tükenmek üzereydi. Fakat Multivac yavaş yavaş daha derin ve daha kapsamlı sorunları çözümleyebilecek kadar bilgilendi ve 14 Mayıs 2061'de o ana kadar teori olan gerçek oldu. Güneşin enerjisi depolandı, dönüştürüldü ve tüm gezegende doğrudan kullanılmaya başlandı. Bütün dünya bitmek üzere olan kömürü yakan, uranyum fizyonunu gerçekleştiren düğmeleri kapatıp Ay ile dünyaya eşit uzaklıkta yeryüzünün çevresinde dönen bir mil çapında küçük bir istasyona bağlandı. Artık tüm yeryüzü güneş enerjisinin görünmez ışınları ile çalışıyordu. Bu müthiş zaferin kutlamaları yedi gündür sürüyordu ve henüz sona erecek gibi de görünmüyordu. Adell ve Lupov en sonunda kalabalıktan kaçıp onları kimsenin aramayı akıl edemeyeceği bir yere saklanmışlardı. Bu yer Multivac'ın muazzam bedeninin bir kısmının görüldüğü yeraltı bölmelerdi. Bir tatili kesinlikle hak eden Multivac da başında kimse olmadan tembel tıkırtılarla verileri düzene sokuyordu. Teknisyenler bu duruma saygı duydular ve onu rahatsız etmeyi -. başlangıçta- akıllarına getirmediler. Yanlarında bir şişe getirmişlerdi ve bütün istedikleri içkinin eşliğinde birlikte rahatlamaktı. "Düşünecek olursan, ne kadar şaşırtıcı bir şey" dedi Adell. Geniş yüzünde yorgunluk çizgileri vardı. Cam bir kamışla yavaş yavaş içkisini karıştırarak bardağın içindeki buz parçalarının hareketini seyrediyordu. "Sonsuza kadar kullanabileceğimiz bedava enerjiye sahibiz. Örneğin onu yer küreyi eritip kocaman bir katışık demir damlasına dönüştürmekte kullansak, harcanan kısmı devede kulak bile olmaz. Artık sonsuza kadar ihtiyacımız olan enerjiden çok daha fazlasına sahibiz." Lupov başını yana eğdi. Birisi ile zıtlaşmak istediğinde böyle yapardı. Şimdi de zıtlaşmak istiyordu, kısmen de içki şişesini, buzları ve bardakları o taşımak zorunda kaldığı için. . "Sonsuza kadar değil" dedi. "Haydi canım, hemen hemen sonsuza kadar. Güneş bitinceye kadar, Bert." "Bu sonsuza kadar demek değil." "Pekala öyleyse. Milyarlarca yıl. Yirmi milyar belki. Tatmin oldun mu?" Lupov parmaklarını seyrekleşmiş olan saçlarının arasından geçirdi ve içkisinden küçük bir yudum aldı. "Yirmi milyar yıla sonsuzluk denmez." "Sonuçta insanlar yaşadıkça onlara yetecek değil mi?" "Uranyum ve kömür de yeterdi." "Tamam ama her bir uzay gemisini Solar İstasyona bağlayabiliriz ve gemiler yakıt kaygısı olmadan Pluto'ya milyon kez gidip gelebilirler örneğin. Ne Uranyum ne de başka bir kaynakla bunu yapamazsın. Bana inanmıyorsan, Multivac'a sor." "Sormama gerek yok, biliyorum." "O zaman Multivac'ın bizim için yaptıklarını küçümse-meyi bırak" dedi Adell. Öfkelenmişti. "Müthiş bir iş başardı." "Başarmadı diyen yok ki. Ben yalnızca güneş sonsuza kadar yetmez diyorum. Bütün söylediğim bu. Yirmi milyon yıl güvendeyiz, tamam, peki sonra?" Lupov hafifçe titreyen parmağını ona doğru salladı. "Sakın başka bir güneşe geçeriz deme." Bir süre sessizlik oldu. Adell aralıklarla içkisini yudumladı ve Lupov'un gözleri kapandı. Gevşediler. Sonra Lupov aniden gözlerini açtı. "Bizim güneşimiz bittiğinde bir başka güneşe geçeceğimizi düşünüyorsun değil mi?" "Hiçbir şey düşünmüyorum." "Düşünüyorsun. Sende mantık zafiyeti var. Senin sorunun bu. Aniden sağanağa yakalanan ve ormana koşup bir ağacın altına sığınan bir adam gibisin. Islanmaktan korkmazsın çünkü o ağaç olmazsa daha sık yapraklı başka bir ağacın altına sığınabileceğini düşünürsün." "Anladım" dedi Adell, "Bağırma. Güneşin sonu geldiğinde öteki yıldızların da sonu gelmiş olacak." ‘Tabii gelmiş olacak’ diye mırıldandı Lupov. "Hepsi orijinal kozmik patlama ile oluştu -o her neyse ve bütün yıldızların zamanı bittiğinde onunki de bitecek. Bazıları diğerlerinden daha çabuk tükenir. En büyükleri yüz milyon yıl bile yaşamaz. Güneş yirmi milyar yaşayacak, cüceler belki yüz milyar, en fazla. Ama bir trilyon yıl sonra her şey karanlık olacak. Entropi mutlaka maksimuma ulaşır, o kadar." "Entropinin ne olduğunu biliyorum" dedi Adell gururunun incindiğini belli ederek. "Bok biliyorsun." "En azından senin kadar biliyorum." "Öyleyse her şeyin bir gün tükenmek zorunda olduğunu, biliyorsun." "Aman tamam, tamam. Bitmez diyen oldu mu?" "Sen dedin. 'Sonsuza kadar ihtiyacımız olan tüm enerjiye sahibiz' dedin. 'Sonsuza kadar' dedin." Zıtlaşma sırası Adell'e gelmişti. "Belki bir gün yeni bir yol buluruz" dedi. "Asla." "Neden olmasın? Bir gün." "Asla." "Multivac'a sor." "Multivac'a sen sor. Haydi bakalım. Beş dolara bahse giriyorum, olmaz." Adell bunu deneyecek kadar sarhoş, soruyu gerekli sembollerle soracak ve işlemleri yapacak kadar ayıktı. Soru yaklaşık olarak şöyleydi: İnsanlık bir gün güneş yaşlanıp öldüğünde net enerji kaybı olmaksızın onu yeniden genç haline döndürebilecek mi? Ya da daha basitleştirip şöyle diyebiliriz: Evrendeki net entropi miktarı çok büyük ölçüde nasıl azaltılabilir? Işıkların yanıp sönmesi yavaşladı, uzaktan gelen bağlantı devrelerinin tıkırtıları durdu. Multivac öldü. Sonra, ödü kopmuş teknisyenlerin artık nefeslerini daha fazla tutamayacakları anda birden canlandı, yazıcısı çalışmaya başladı. Çıkan kağıtta şu kelimeler yazılıydı: ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL. Sabah olduğunda akşamdan kalma iki arkadaşın kafaları ağrıdan çatlıyordu. Bir gece önceki olayı tümüyle unuttular. *** Jerrodd, Jerrodine ve Jerrodette I ve II vizi-ekrandaki yıldızların görüntüsüne bakıyordu. Gemi zamanın olmadığı dış-uzaydan geçişini tamamladı. Yıldız yağmurunun tam ortasında aniden bir parlak mermer disk belirdi. Jerrodd kendinden emin, "Bu X-23" dedi. Heyecandan sımsıkı arkasında birleştirdiği küçük ellerinin eklemleri bembeyaz olmuştu. Küçük Jerodettelerin (ikisi de kız) dış-uzay geçidinden ilk geçişleriydi. Bir anlık içerde — dışarıda olma duygusu onları etkilemişti. Kıkırdayarak annelerine koştular. "X-23'e geldik! X-23'e geldik! X-" "Susun çocuklar" dedi Jerrodine sertçe. "Emin misin Jerrodd?" Jerrodd "Emin olmayacak ne var?" diye sordu tavanın biraz aşağısındaki şekilsiz metal çıkıntısına bakarak. Çıkıntı oda boyunca uzanıyor, her iki duvarın içinde kayboluyordu. Uzunluğu geminin uzunluğu kadardı. Jerrodd'un bu kalın metal kablo hakkında bütün bildiği isminin Microvac olduğu ve bir soru sorulduğunda yanıt verdiğiydi. Canınız soru sormak istemediği zamanlarda da yaptığı görevler vardı; Gemiyi önceden belirlenen yere ulaştırmak, çeşitli galaktik enerji istasyonlarından beslenmek, dış-uzay sıçramaları için gerekli hesapları yapmak gibi. Jerodd ve ailesine gemideki rahat dairelerinde beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Bir zamanlar birisi Jerodd'a 'Microvac'ın sonundaki 'ac'ın İngilizcede 'analog computer' anlamına geldiğini söylemişti ama bunu bile pek aklında tutamıyordu. Jeroddine'nin vizi-ekrana bakan gözleri yaşlıydı. "Elimde değil. Dünyadan ayrılmak bana zor geliyor." "Neden zor olsun canım?" dedi Jerodd. "Orada hiçbir şeyimiz yoktu. X-23'te her şeyimiz olacak. Yalnız olmayacaksın. Öncü göçmen olmayacaksın. Gezegende şimdiden bir milyonun üzerinde insan bulunuyor. Düşünsene, torunlarımızın torunlarının zamanında X-23 o kadar kalabalık olacak ki, yeni dünyalar arayacaklar." Bir süre düşüncelere daldı sonra, "İyi ki bilgisayarlar uzayda yolculuk yapmayı mümkün kıldılar. İnsan ırkı o kadar hızlı çoğalıyor ki." Jeroddine çok mutsuz, "Biliyorum, biliyorum" dedi. Jeroddette atıldı, "Bizim Microvac'ımız dünyanın en iyi Microvac'ı." Jerrodd onun saçlarını okşayarak, "Ben de öyle düşünüyorum" dedi. İnsanın kendi Microvac'ı olması çok hoş bir şeydi. Jerrodd daha erken doğmamış olduğu için memnundu. Babasının gençliğindeki bilgisayarlar inanılmaz büyüklükteydiler. Her gezegende yalnız bir tane bulunurdu. Gezegen AC'si denirdi onlara. Teknolojinin gelişmesi sayesinde transistörlerin yerini moleküler vanalar almıştı. Böylece artık en büyük AC bile bir uzay gemisinin yarısı kadardı. Kendi özel Microvac'ının güneşi ilk zapt eden o eski ve ilkel multivac'a kıyasla ne kadar gelişmiş olduğunu düşündü ve keyiflendi. Jerrodd'un bilgisayarı dış-uzay sorununu ilk çözen ve böylece yıldızlara yolculuğu mümkün kılan Dünya'nın Gezegen AC'sinden bile çok üstündü. Kendi düşüncelerine dalan Jerroddine içini çekti, "Ne kadar çok yıldız, ne kadar çok gezegen var. Bana kalırsa aileler bizim şimdi yaptığımız gibi yeni yeni gezegenlere gitmeyi sürdürecek, sonsuza kadar." "Sonsuza kadar değil" dedi Jerrodd gülümseyerek. "Bir gün bu duracak ama daha milyarlarca yıl sürer. Yıldızların bile sonu gelir biliyorsun. Entropi durmadan artar." Jerroddette II incecik sesiyle, "Entropi nedir baba?" diye sordu. "Entropi, tatlım, evrenin ne miktarda bittiğini anlatan bir sözcüktür. Her şey biter, senin küçük yürüyen-konuşan robotun gibi." "Peki, sen evrene yeni bir güç ünitesi takamaz mısın, robotuma yaptığın gibi?" "Yıldızların kendileri güç üniteleridir canım. Onlar bir kere bitti mi, yenisi yoktur." Jerrodett I avaz avaz ağlamaya başladı. "Buna izin verme baba. Yıldızların bitmesine izin verme!" Jerroddine kızmıştı, "Beğendin mi yaptığını?" diye fısıldadı. Jerrodd da fısıltıyla, "Korkacağını nereden bilebilirdim?" dedi. Jerrodette I, "Microvac'a sor" dedi. "Yıldızları yeniden nasıl çalıştıracağını ona sor."
0 notes