#bozulmamış olmak
Explore tagged Tumblr posts
Text
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#ölüler#diriler#çürümek#bozulmamış olmak#erdem
6 notes
·
View notes
Text
Kıbrıs Bafra Otelleri 2024
Kıbrıs Bafra Otelleri : İnsanlar hayatın koşuşturmasından dolayı kimi zaman yorgun düşerek, tatil ihtiyaçlarını gidererek rahatlamak istemektedir. Kıbrısı Gece Hayatını seçtiğinize pişman olmayacağınız eşşiz bir tatil sizi bekliyor. Muhteşem güzellikleri sizlere sunacak olan Kıbrıs’ın Bafra bölgesinde yüksek kalite tatil yapın. Sizleri daha da bilgilendirerek yapacağınızın tercihin daha da mutluluk vesilesi olmasını sağlamaya çalışacağız.
Kıbrıs Bafra Otelleri
Tatile gitmek isteyen insanlar için en önemli faktörler
Gideceği yerin sahip olması gerektiklerini düşündükleri güneş, deniz ve plajlardır. Bu sayede tatilin eğlenceli bir şekilde geçmesi mümkün olabileceği düşünülmektedir. Tabii herkesin tatile yazın çıkması ya da yaz mevsiminin yaşandığı ülkelere gitme olanağı olmayabilir. Kendilerine güzel aktiviteler sunacak yerlere giderek tatillerini yapacakları bir yeri tercih etmek isteyebilirler. Ziyaretçilerini son derece mutlu edecek müthiş bir seçenek olarak sizlere Bafra otellerini öneriyoruz. Yazın gelen ziyaretçilerini oldukça mutlu etmesinin yanında, kışın da aynı hizmeti farklı olanaklar sağlamaktadır. Gelen ziyaretçilerin bir sonraki sene planlarında Bafra otelleri olarak en tepelerde kendine yer bulmaktadır. Normalde gitmek istediğiniz zaman şehrinizde gideceğiniz otellerden belki de daha uygun fiyatlardadır. Sunacağı hizmetle birlikte normalin çok üzerinde alacağınız hizmet dahilinde yapacağınız bu tercihin doğruluğunu sizlere sunacaktır.
Kıbrıs Bafra Otelleri Fiyatları
Otel fiyatlarının bu kadar uygun olmasının yanında, uygun oteli yeterli araştırmalar sonucu bulduğunuzu düşünürseniz eğer ve aynı zamanda tatilinize gideceğiniz tarihler çok öncesinden belirli ise, otellere yapacağınız erken rezervasyonlar ile birlikte bu fiyatları daha da aşağıya çekmeniz mümkün olacaktır. Bafra otellerinin denizin, kumun ve güneşin etkin bir şekilde güzelliğine sahip olmasının yanında, Kıbrıs otellerinin sizlerin de duyduğu ve en meşhur olduğu şekilde, bir başka hizmet sektörü olarak sizlere sunacağı casinolar, birbirinden güzel kumarhaneler ile kışın da bu eşsiz eğlenceyi deneyim edebileceğinizi sizlere söylemek isteriz.
Bafra otelleri denildiği zaman, akıllara ilk başta gelecek olan oteller.
Kaya Artemis Resort & Casino, Nuhun Gemisi Deluxe Hotel, SPA & Casino, Limak Cyprus De Luxe Hotel bulunmaktadır. Bu bahsettiğimiz oteller, genel oteller ile karşılaştırıldığı zaman kendi alanında oldukça etkilidir. Sektörünün önde gelen otelleri ile karşılaştırıldığı zaman da gerçekten etkilidir. Kalitesi hizmeti ve gelen misafirlerini sunduğu yüksek müşteri memnuniyeti üst hizmet sunuyor. Turistlerin uğrak noktası olmasının yanında, her geçen yıl daha da fazla turist almasıyla birlikte de bu durumu kanıtlar nitelikte olmaktadır. Ayrıca yalnızca buraya gelen misafirler için deniz, kum, güneş, casinolar bir seçenek sebebi olmamaktadır. Kıbrıs Bafra otellerine çeken, diğer etmenler arasında yer almaktadır. Kıbrıs Bafra misyonuna ve vizyonuna uygun olmak üzere, senenin büyük bir çoğunluğunda eğlence devam etmektedir. Bünyesinde ülkenin en etkili sanatçılarını ağırlamaktadır.
Kıbrıs Bafra Otelleri Balayı Tatilleri
Özellikle çiftlerin balayı tatillerini değerlendirmek için sık olarak tercih etmektedir. Kıbrıs Bafra otelleri, çiftlere aşklarını daha da taçlandırmaları adına çok güzel olanaklar sunmaktadır. Birbirinden lüks oteller bu kadar tercih edilen ve memnuniyet oranının bu kadar yüksek olmasını sağlamaktadır. Yıllar geçmesine rağmen bozulmamış denizi, doğası, berrak suları ve son derece temizdir. Havası ile birlikte hala varlığını sürdürmüş ve sahip olduğu değerleri korumuş bir bölgedir.
Akdeniz Mutfağı
Aynı zamanda Akdeniz ülkesi olmanın tadını çıkartabileceğinizi, Akdeniz mutfağının eşsiz seçeneklerinden yararlanacağınızı da belirtmek isteriz. Sizler de çok geç olmadan, tatil seçenekleriniz arasında Kıbrıs Bafra otellerini de bulundurmanızı tavsiye ediyoruz. B yazımızdan sonra sizlere iyice bu konunun, neden bu kadar mantıklı olabileceği konusunda bilgiler verdiğimizi düşünüyoruz. Kıbrıs yaz mevsiminde isteklerinizi karşılayacak olan deniz, kum ve güneş 3’lüsünden zevk alacaksınız. Özellik olarak bünyesinde bulundurduğu casinolar ile birlikte keyfinize keyif katacak. Birbirinden güzel organizasyon ile sizleri buluşturarak konserlerle ya da çeşitli aktivitelerle eğlenmenizi sağlayacaktır. Kıbrıs Bafra otelleri her geçen gün daha da etkili bir şekilde turizm sektörüne hizmet vermekte, bu hizmetten memnun kalan ziyaretçilerin sayısı yine aynı şekilde daha da artarak devam etmektedir. Bu müthiş Akdeniz iklimine sahip bölgeyi ziyaret etmeli, gerek tarihini deneyimleyerek gerekse el değmemiş doğal güzellikleri ile birlikte, tatilin tadını çıkararak hem ruhunuzu hem de bedeninizi çok geçmeden rahatlatabilirsiniz. Read the full article
1 note
·
View note
Text
Ateş bastı. Tatilde oyun oynamayı planladığım laptop şarj olmak için şarj kablosunun belli bir açıda olmasını istiyor
Bari şarj soketi falan bozulmamış olsa
1 note
·
View note
Text
Chivas Regal Orjinal Olduğu Nasıl Anlaşılır?
Chivas Regal, dünya genelinde kalitesi ve lezzeti ile tanınan ünlü bir İskoç viski markasıdır. Ancak sahtecilik maalesef içki sektöründe de yaygın bir sorundur. Orijinal Chivas Regal'i sahtelerinden ayırmak için aşağıdaki ipuçlarını takip edebilirsiniz:
Ambalaj ve Etiketler
- Orijinal Chivas Regal şişeleri dikkatlice tasarlanmış ve yüksek kaliteli ambalaja sahiptir. - Etiketler net ve düzgün bir şekilde şişeye yapıştırılmış olmalıdır. Renkler canlı ve solma izleri olmamalıdır. - Şişenin kapağı açık kırmızı renkte olmalı ve mühürü bozulmamış olmalıdır.
Chivas Regal Orjinal mi
Şişe ve Etiket Tasarımı
- Chivas Regal şişeleri özel bir tasarıma sahiptir. Şişenin şekli, boyutu ve ağırlığı gibi detaylar orijinalliği gösterebilir. - Etiket üzerindeki yazılar ve logolar net ve okunaklı olmalıdır. Hatalı yazım veya imla hataları içeren etiketler sahte olabilir.
Barkod ve Lot Numarası
- Orijinal bir Chivas Regal şişesinin altında veya etiketin üzerinde bir barkod ve lot numarası bulunur. Bu numaraları kontrol ederek ürünün orijinalliğini doğrulayabilirsiniz. - GİB BUIS uygulamasını kullanarak barkodu okutabilirsiniz.
Tat Deneyimi
- Chivas Regal'ın karakteristik bir tat profili vardır. Orijinal Chivas Regal, vanilya, karamel, baharatlı ve meyvemsi notalar gibi belirgin tatlar sunar. - Eğer içtiğiniz Chivas Regal, bu karakteristik tatlara sahip değilse, ürünün orijinal olup olmadığını sorgulamak önemlidir. Chivas Regal'in orijinal ürünlerini güvenilir perakendecilerden satın almak her zaman en iyisi olacaktır. Ayrıca, Chivas Regal'in resmi web sitesi veya müşteri hizmetleri ile iletişime geçerek ürünün orijinalliğini teyit edebilirsiniz. Kaliteli bir içki deneyimi için her zaman orijinal Chivas Regal ürünlerini tercih etmek önemlidir. Unutmayın, içki sahteciliği sağlığınızı riske atabilir, bu nedenle dikkatli olmak her zaman önemlidir. Chivas Regal Resmi Web Sitesi Viski hakkında diğer yazılarımız; Amerikan Viskileri: Tüm Bilmeniz Gerekenler! Whisky Sour Tarifi Blood And Sand Tarifi Viski Hakkında Sıkça Sorulan Sorular Viski Markaları ve Tarihleri Viski Fiyatları (Jack Daniels, Chivas Fiyatı) Read the full article
0 notes
Text
(Ekmek vardı tereyağı vardi utanılacak bir şey yoktu
bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum.)
İşte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(İndirmiştim
yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin.)
Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş,
üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim,
çıkıp okudular durup dinledim.
Bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü.
Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi.
(Ha kavgada ha aşkta
bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
Göge baktIm yerli yerinde,
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle.
İyi dedim içim rahatladı
düzen bozulmamış dedim sevindim,
tenhaca bir bölgede şehre girdim.
(Ben herkese varım
başka türlü olmuyor inanmayın.)
Bakin bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim.
(Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir,
utanılacak bir şey yoktu, kime anlatmalıyım.)
Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez.
Bizi tutkulara çagirdi otobüse, sosise, buzdolabına,
telefona, sinemalara, radyolara, bir sürü kancık sevdalara,
sürü sürü mutsuz alışkanlıklara,
yalana dolana, itliklere, keten elbiselere.
(Sonra karısı öldü o çocuğun
yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi,
kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı.
Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz,
ölen de kurtarmamıştı.)
Bak ben seni nereden kurtaracagim şaşacaksın.
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
bu asfaltı biz döktük biz onardık degil mi.
Bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı,
biz kurduk istersek umursamayız ya.
(Abluka burada başlıyor çünkü.)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim,
sen beraber yatacağımız yatakları hazırla,
sen onu yap yeter bak göreceksin.
Turgut Uyar
56 notes
·
View notes
Text
Sevmek
Kendini güvende hissetme isteği her ilişkide kaçınılmaz olarak kedere ve korkuya sebep olur.
Bu güvence arayışı güvensizliğe davetiye çıkarır.
Bugüne kadar herhangi bir ilişkinizde güveni bulabildiniz mi?
Çoğumuz sevmenin ve sevilmenin verdiği güvenceyi isteriz ama her birimiz kendi güvenliğinin, kendi hayat yolunun peşindeyken sevgi diye bir şey söz konusu olabilir mi?
Sevilmiyoruz çünkü sevmeyi bilmiyoruz.
Sevgi nedir?
Bu kelime o kadar farklı anlamlar yüklü ve yozlaştırılmış ki kullanmak bile istemiyorum. Herkes sevgiden bahsediyor.
Ülkemi seviyorum, bir kitabı seviyorum, şu dağı seviyorum, zevki seviyorum, karımı seviyorum, Tanrı’yı seviyorum.
Sevgi bir fikir midir?
Eğer öyleyse, terbiye edilebilir, büyütülebilir, el üstünde tutulabilir, itilip kakılabilir, istediğiniz şekle sokulabilir.
Allah'ı sevdiğinizi söylediğinizde bunun anlamı nedir?
Kendi hayal gücünüzün dışa vurumunu, kendinizin, neyin asil ve kutsal olduğunu düşünüyorsanız ona uygun şekilde belli saygınlık kalıplarıyla süslenmiş bir dışa vurumunu sevdiğiniz anlamına gelir;
Sevgi denen bu insani şeyi çözemediğimiz için kaçıp soyut kavramlara sığınırız.
Sevgi insanın bütün dertlerinin, sorunlarının ve çektiği bütün zahmetlerin çaresi olabilir, öyleyse sevginin ne olduğunu nasıl öğreneceğiz?
Sadece onu tanımlayarak mı?
Birisine düşkün olmak, birisiyle birlikte olmak, o duygusal alışveriş, o dostluk…
Sevgi kelimesinden kastımız bu mu?
Standart veya kalıp şimdiye dek hep bu oldu ve o kadar kişisel, tensel ve sınırlı bir hal aldı ki, dinler, sevginin bundan çok daha öte bir şey olduğunu açıkladılar.
İnsani sevgi dedikleri şeyin zevk, rekabet, kıskançlık, sahip olma, elde tutma, kontrol etme ve bir başkasının düşüncelerine karışma arzularını içerdiğini görüyor ve bütün bunların yarattığı karmaşayı bildiklerinden başka tür bir sevgi olması gerektiğini söylüyorlar; ilahi, güzel, el değmemiş, bozulmamış bir sevgi.
Dünyanın dört bir yanında din adamları denen kişiler eskiden beri bir kadına bakmanın tamamen yanlış bir şey olduğunu iddia eder: Kendinizi seksle şımartırsanız Tanrıyla yakınlaşamayacağınızı söylerler, bu yüzden de içlerini yiyip bitirse de bu konuyu bir kenara iterler.
Ama cinselliği yok saymakla kendi gözlerini kör etmiş, kendi dillerini kesip atmış oluyorlar çünkü dünyanın bütün güzelliğini yok sayıyorlar.
Kalplerini ve zihinlerini yoksun bırakıyorlar; onlar aslında susuzluk çeken insanlar; güzellik kadınla ilişkilendirilmiş olduğu için güzelliği hayatlarından kovuyorlar.
Sevgi kutsal ve bayağı, insanı ve ilahi diye ayrılabilir mi, yoksa yalnızca sevgi mi vardır? Sevgi çok’a değil, bire mi dairdir?
“Seni seviyorum,” dersem, bu başkalarını sevmeyi dışlar mı?
Sevgi kişisel midir, kişisel olmayan bir şey midir?
Ahlaki midir, ahlaksız mıdır?
Aileyle mi ilgilidir, ailenin dışında bir şey midir?
Bütün insanlığı severseniz belli bir kişiyi sevebilir misiniz?
Sevgi bir his midir?
Sevgi bir duygu mudur?
Sevgi zevk ve arzu mudur?
Bütün bu sorular, sevgi hakkında, sevginin ne olup ne olmaması gerektiği konusunda fikirlerimiz, içinde yaşadığımız kültürün geliştirdiği bir kalıp veya düsturumuz olduğuna işaret ediyor, değil mi?
O zaman sevginin ne olduğu sorusunu irdelemek için önce onu yüzlerce yıllık kabuğundan çıkarmalı ve ne olup ne olmaması gerektiğine dair bütün idealleri ve ideolojileri bir kenara bırakmalıyız.
Bir şeyi “olması gereken” ve “olan” diye ikiye bölmek hayatla başa çıkmanın en yanıltıcı yoludur.
Sevgi dediğimiz bu alevin ne olduğunu nasıl öğreneceğim peki, onu başkasına nasıl ifade edeceğimi değil, sevginin kendi başına ne ifade ettiğini?
Öncelikle , toplumun, anne babamın ve arkadaşlarımın, bütün insanların ve kitapların onun hakkında söylediklerini reddedeceğim çünkü ne olduğunu tek başıma öğrenmek istiyorum.
Burada söz konusu olan bütün insanlığı ilgilendiren çok büyük bir problem…
Sevgi şimdiye dek binlerce şekilde tanımlanmış, ben de o anda neyi sevdiğime ya da neden keyif aldığıma göre belirlenen şu ya da bu kalıba takılıp kalmış bulunuyorum.
Öyleyse onu anlayabilmek için ilk önce kendimi eğilimlerimden ve önyargılarımdan kurtarmam gerekmez mi? Kafam karışık, kendi arzularım beni hırpalıyor, ben de kendi kendime şöyle diyorum:
“Önce kendi kafandaki karışıklığı çöz. Belki sevginin ne olduğunu, ne olmadığından yola çıkarak bulabilirsin.”
Devletler vatandaşına, “Git ve ülkene duyduğun sevgi adına adam öldür,” der. Bu sevgi midir?
Din, “Tanrıya duyduğun sevgi adına seksten vazgeç,” der. Bu sevgi midir?
Sevgi arzu mudur? Hayır demeyin. Çoğumuz için öyle - arzu ve zevkten; duyular yoluyla, cinsel anlamda bağlanma ve tatmin olma yoluyla alınan zevkten ibaret. Sekse karşı değilim ama seksin neleri içerdiğini görmelisiniz. Seksin size bir anlığına verdiği şey, kendini tamamen bırakma hissidir, sonra telaşınıza geri dönersiniz, bu yüzden de hiçbir endişenin, hiçbir sorunun, hiçbir benliğin olmadığı o halin bir daha bir daha tekrarlanmasını istersiniz.
Karınızı sevdiğinizi söylersiniz. O sevgi cinsel zevkle, evde çocuklarınıza bakacak, yemek pişirecek birisinin olmasının verdiği zevkle alakalıdır. Ona ihtiyaç duyarsınız; size bedenini, duygularını, desteğini vermiştir, belli bir güven ve iyi olma hissi de vermişti. Sonra size sırtını döner, sıkılır veya başka birisiyle gider ve duygularınızın bütün dengesi bozulur; bu hoşlanmadığınız rahatsızlığın adı ise kıskançlıktır.
İçinde acı, endişe, nefret ve şiddet vardır. Dolayısıyla aslında söylediğiniz şudur:
Bana ait olduğun sürece seni seviyorum ama olmadığın an senden nefret etmeye başlıyorum. İsteklerimi -cinsel olsun, başka türlü olsun- tatmin edeceğine güvenebildiğim sürece seni seviyorum ama istediğimi vermemeye başladığın an senden hoşlanmıyorum.
Yani aranızda düşmanlık ve ayrılık vardır, kendinizi karşınızdakinden ayrı hissettiğiniz sürece ortada sevgi diye bir şey yoktur.
Ama bütün bu çelişen halleri, içinizdeki bu bitmek bilmez kavgaları yaratmadan karınızla birlikte yaşayabilirseniz, o zaman belki -belki- sevginin ne olduğunu bilebilirsiniz. O zaman ikiniz de tamamen özgür olursunuz ama bütün zevkleriniz için ona ihtiyaç duyarsanız onun kölesi olursunuz. Demek ki insan sevdiği zaman özgür olmalıdır; yalnız karşısındakinden değil kendisinden de kurtulmalıdır.
Bu bir başkasına ait olma, psikolojik anlamda bir başkasından beslenme, bir başkasına ihtiyaç duyma, bütün bu haller hep bir endişe, korku, kıskançlık, suçluluk içerse gerek. Korku olduğu sürece de sevgi var olamaz; kederin hüküm sürdüğü bir zihin sevginin ne olduğunu asla bilemez; aşırı duygusallığın ve çabuk heyecana kapılmanın sevgiyle hiçbir alakası yoktur. Dolayısıyla sevginin zevk ve arzuyla alakası yoktur.
Sevgi düşüncenin ürünü değildir.
Düşüncenin sevgiyi üretmesi mümkün değildir, düşünce geçmişe aittir. Sevgi kıskançlıkla örülü ve ona takılıp kalmış bir şey değildir çünkü kıskançlık geçmişe aittir. Sevgi daima şimdiki zamandadır. “Seveceğim” ya da “sevdim” demeyiz. Sevmesini biliyorsanız kimsenin peşinden gitmezsiniz. Sevgi itaat etmez. Sevdiğiniz zaman ne saygı vardır ne saygısızlık.
Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz; nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz?
Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu? Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu? Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.
Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı? Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.
Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları, büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir. Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler.
Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur; bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır. Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar. Sizce bu ilgi ve sevgi midir?
Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir, ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek, ona şefkat ve özenle bakarak. Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz. Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.
Sevdiğiniz birini kaybedince ağlarsınız - gözyaşlarınız kendiniz için mi yoksa ölen kişi için midir? Kendiniz için mi bir başkası için mi ağlarsınız o anda?
Bir başkası için ağladınız mı hiç?
Savaş meydanında ölen oğlunuz için ağladınız mı hiç? Ağladınız ama o gözyaşları kendine acımadan dolayı mıdır yoksa bir insan öldüğü için midir? Kendinize acıdığınız için ağlıyorsanız gözyaşlarınız bir manası yoktur çünkü kendinizi düşünüyorsunuzdur. Eğer büyük bir sevgi yatırımı yaptığınız birisinden mahrum kaldığınız için ağlıyorsanız, o hissetmiş olduğunuz şey sevgi değildir. Ölen kardeşinize ağlıyorsanız onun için ağlayın. Kendiniz için ağlamak çok kolay çünkü o artık yoktur. Görünüşte bir şeyler yüreğinize dokunduğu için ağlıyorsunuzdur ama yüreğinize dokunan onun acısı değil, sadece kendine acıma duygusudur, kendine acımak da insanı acımasız, içe kapanık, hissiz ve aptal yapar.
Kendinize ağlamanız sevgi midir ?yalnız olduğunuz, mahrum kaldığınız, artık güçlü olmadığınız için ağlamak- kaderinizden, çevrenizden şikâyet etmek- ağlayan da hep sizseniz? Bunu anlarsanız ki bu konuya bir ağaca, bir sütuna veya bir ele dokunur gibi doğrudan temas etmek demektir, kederin kendi yarattığımız bir şey olduğunu, düşünce tarafından yaratıldığını, zamanın ürünü olduğunu görürsünüz. Üç yıl önce Babam vardı, şimdi o yok, şimdi yalnızım, içim acıyor, ne teselli ne arkadaşlık için yüzümü dönebileceğim kimse var ve bu gözümü yaşartıyor.
Dikkatle izlerseniz bütün bunların içinizde olup bittiğini görebilirsiniz. Bunu tam anlamıyla, bütünüyle tek bakışta görebilirsiniz, analiz yapmaya zaman harcayarak değil. Bir anda “ben” denen bu sıradan küçük şeyin bütün yapısını ve doğasını görebilirsiniz: Gözyaşlarım, ulusum, inancım, dinim… Bütün bu çirkinlik içinizdedir. Bunu aklınızla değil, kalbinizle gördüğünüz zaman, tüm içtenliğinizle gördüğünüz zaman kedere son verecek anahtar elinizdedir.
Keder ile sevgi bir arada olamaz ama Hıristiyan dünyasında acı çekmek idealleştirilip bir çarmıha gerilmiş bulunuyor ve ona tapılıyor. Bununla acı çekmekten bir tek o kapıdan geçilerek kaçılabileceği ima edilmekte, insanı sömüren dindar bir toplumun bütün yapısı da bundan ibaret zaten.
O yüzden, sevginin ne olduğunu sorduğunuzda, cevabı göremeyecek kadar çok korkuyor olabilirsiniz. Bu, hayatınızın tamamen altüst olmasına neden olabilir, ailenizi parçalayabilir; karınızı veya kocanızı veya çocuklarınızı sevmediğinizi -seviyor musunuz gerçekten?- fark edebilirsiniz; kurduğunuz evi yıkmanız gerekebilir; tapınağa bir daha hiç dönmeyebilirsiniz. Ama hâlâ öğrenmek istiyorsanız, korkunun sevgi olmadığını, bağımlılığın, kıskançlığın ve hükmetmenin sevgi olmadığını, sorumluluğun ve görev duygusunun sevgi olmadığını, kendine acımanın, sevilmemenin acısının sevgi olmadığını, alçakgönüllülük nasıl kibrin zıddı değilse sevginin de nefretin zıddı olmadığını göreceksinizdir. Demek ki bütün bunları zorla değil, yağmurun günlerin tozunu bir yapraktan sıyırıp atışı gibi içinizi yıkayıp onu atarak ortadan kaldırırsanız, belki o zaman insanın hep açlık duyduğu bu çiçeğe rastlarsınız.
İçinizde sevgi yoksa -sadece birkaç damlalık değil, bolluk derecesinde- içiniz onunla dolup taşmıyorsa dünya felakete sürüklenecektir. İnsanlığın bir bütün olması gerektiğini ve sevginin tek çıkar yol olduğunu zekânız biliyor ama size sevmeyi kim öğretecek?
Herhangi bir otorite, yöntem veya sistem size nasıl sevmeniz gerektiğini söyleyebilir mi?
Eğer bunu size birileri söylüyorsa, o sevgi değildir. “Sevgiyi tatbik edeceğim. Günlerce oturup onu düşüneceğim. Şefkatli ve nazik olmayı tatbik edip kendimi başkalarını düşünmeye zorlayacağım,” diyebilir misiniz? Kendinizi, sevmek için disipline edebileceğinizi, sevmek için iradenizi kullanabileceğinizi mi söylüyorsunuz yani? Sevmek için disipline ve iradeye başvurursanız, sevgi elinizden uçup gider. Bir sevme yöntemi veya sistemi uygulayarak çok akıllı ya da şefkatli bir insan olabilir veya şiddetten kaçınma haline erişebilirsiniz ama bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Bu paramparça çorak dünyada sevgi yok çünkü en önemli rolü zevk ve arzu oynuyor, oysa sevgi olmadan günlük hayatınızın da bir anlamı yoktur.
Sevgi de güzellik olmadan olmaz. Güzellik gördüğünüz bir şey değildir; güzel bir ağaç, güzel bir tablo, güzel bir bina ya da güzel bir kadın değildir. Ancak kalbiniz ve zihniniz sevginin ne olduğunu bildiği zaman güzellik vardır.
Sevgi ve bu güzellik anlayışı olmadan erdem olmaz ve ne yaparsanız yapın, ister toplumu ıslah edin, ister yoksulları doyurun, sadece daha fazla huzursuzluk yaratmış olacağınızı çok iyi bilirsiniz, çünkü sevgi yoksa kendi kalbinizde ve zihninizde de yalnızca çirkinlik ve yoksulluk vardır. Ama sevgi ve güzellik varsa, ne yaparsanız doğrudur, ne yaparsanız ahenklidir. Sevmeyi bilirseniz istediğinizi yapabilirsiniz çünkü o diğer bütün sorunları çözer.
O zaman şu noktaya varıyoruz:
Zihin disiplin, düşünce, zorlama, herhangi bir kitap, öğretmen veya lider olmadan güzel bir günbatımına rast gelir gibi sevgiye rast gelir mi?
Bence bir şey kesinlikle şart, o da amacı olmayan bir tutku - bir adanmanın veya bağlılığın sonucu olmayan, şehvetten ibaret olmayan bir tutku.
Tutkunun ne olduğunu bilmeyen bir insan asla sevgiyi tadamaz çünkü sevgi ancak kendinden tamamen vazgeçme söz konusu olduğunda var olabilir.
193 notes
·
View notes
Photo
Eskiden birini gizli gizli sevmek vardı...
Geçenlerde sevgili dostum İlhan Şeşen, “En güzel aşk gizli aşktır” dedi. “Bir sırrı herkesten saklar gibi/ Sessizce sokulup ağlar gibi/ Beni bir şeylerden aklar gibi/ Koparmadan çiçek koklar gibi/ Hiç bozulmamış yasaklar gibi... aklımdasın” sözlerini yazmış ne de olsa... Bir arkadaşımın kızı henüz altı yaşında. Okulda bir resim ödevi vermişler, çok güzel bir resim çizmiş. Bir kızla oğlan el ele kırlarda yürüyorlar. Resmin üzerinde şöyle bir yazı var: “Eski aşklar ne güzeldi!” Biz bunu görünce afalladık. Annesi sormuş, “Neden böyle bir şey yazdın kızım?” diye... Bizimki hafif dalgın, “Anne sahiden de eski aşklar daha güzelmiş” diye cevap verince gülsün mü ağlasın mı şaşırmış. Eskiden birini gizli gizli sevmek vardı. Kimse görmeden, ona duygularımızı nasıl belli edeceğimizi bilemeden geçen zaman ve o arada kendi kendimize yaşadıklarımız vardı... Bazen ‘öteki’nin hiç haberi bile olmadan... Bazen ondan gelen küçücük bir işarete bile büyük anlamlar yükleyerek... Günün birinde ona küçük bir pusula yollamanın ve gelecek cevabı beklemenin heyecanı hatta korkusu... Her zaman söylediğim gibi aşk aslında dolaylı anlatımların duygusudur. “Sana çok aşığım” demeden o duyguyu anlatmanın yollarını bulma sanatıdır. Gerçek aşık, içinde, en azından o süreçte sanatçıya benzer bir duygu taşımaz mı? Bir günbatımını çizip de hiçbirimizin göremediği renklerle boyamak ve yine de sayısız kez gördüğümüz günbatımının eşsiz bir an olduğunu hissettirmek gibi... Yıllar önce, “Edebiyat nedir?” dediklerinde, “Seni seviyorum demeden onu anlatabilmenin yollarını aramaktır” diye cevap vermiştim.
Eskiden kapağında asma kilit bulunan günlükler vardı. Oraya gizli duygular yazılır, birisi bulacak diye kızların aklı çıkardı. Hatta bu defterlerin kilidini kırıp inceleme yapan hafiye anneler az değildi. Bir arkadaşım acımasız bir biçimde, “Bizim çocukluğumuzda aşık olmak ayıp bir şeydi, yalnız anne-babalardan değil, sevdiğimizden bile gizlerdik, biz ezik bir kuşağız, şimdi kızlar aşık olduklarında annelerine koşarak anlatıyorlar... Aşık olmak artık ayıp değil gurur duyulan bir şey...” dedi. Yalan da değil. Artık kimse duygularını gizleme ihtiyacı duymuyor. Fazla tanımadığı birine hatta sosyal medya üzerinden bütün dünyaya duyurmak istiyor. Biriyle tanışıldığı an neredeyse bütün arkadaşlar konuya dahil olduğu için ‘iki kişilik’ bir dünya kurma ihtimali ortadan kalkıyor. Reklamlar bile ‘aşk’ üzerine kurulu. Aslında aşk denilebilir mi denilemez mi bilmem ama neredeyse herkes aşık olmaya yer arıyor.
Bir başka arkadaşım dedi ki, “İyi ama zaten o iki kişilik dünya bir göz boyama sayılmaz mı?” Belki de gerçekten öyle. Ama zaten en klişe deyimiyle ‘aşkın gözü kör’ değil mi? Öyle olmasa birine böylesine bağlanmak, onu gözümüzde bu kadar yüceltmek, her yaptığından her söylediğinden inanılmaz anlamlar çıkartmak, kendimizi bile tanıyamaz hale geldiğimiz bir duygu labirentinde sürüklenmek mümkün mü? İlgisiz insanların bile belki bizden çok daha mantıklı yorumlar yapabildiği, bizi yargıladığı, eleştirdiği durumlarda apaçık gördüğümüz yanlışları yapmaya devam etmemizin bir tür delilikten farkı var mı? Geçenlerde ünlü bir yazarımıza aşkı sormuşlar, “Artık aşk acıları yaşamak istemiyorum bu saatten sonra” diye cevap vermiş. Aşk ve sanat arasındaki bağlantıyı anlatırken eklemek isterim doğrusu: Her ikisinde de akılcılıktan ne kadar uzaklaşırsanız o kadar yüksek bir sonuç alırsınız. Tabii delilik sınırını geçmemek kaydıyla... “Şu adama aşık oldum ama bana uygun değil, ben en iyisi kendime daha anlaşabileceğim bir aşık bulayım” diye aşk olur mu? Roman kahramanlarımdan biri, “Mantığıyla duyguları arasında kalan bir şairi okuyoruz derste” diye yazmıştı. Mantığımızla duygularımız arasında az mı kaldık? Aslında aşkın gizli olması, yasak olması değil, iki kişi arasında başka kimsenin, başka hiçbir duygunun, dünyanın gerçekliğinin araya giremeyeceği özel bir zaman olması önemli. Her iki kişinin de istediği kadar saçmalaması, akıl dışı davranması, kendi deliliklerinin sınırlarını zorlaması, başkalarının yadırgadığı davranışlar sergilemesi ama bütün bunların sahici olması... Ve tabii bütün bunları yaşarken, belki iki kişilik bir delilik sürdürürken, sonunda her şey hiç istemediğimiz bir biçimde bitse bile pişman olmamak, yaşadığımız bütün bu eşsiz anların değerini bilmek... Galiba en önemlisi de bu...
@lıntı..
117 notes
·
View notes
Text
VAN-DİLOP GAZATESİNDE ÇIKAN YAZININ BÜYÜTÜLMÜŞ HALİ.
Maraşlı bilge kadın Atê Elîf
"Mina hase tamûran kêm nawi," demişti. Yani yaygın Kürtçe ile söyleyecek olursak “bila dengê tembûran kêm nabe” demişti. Fakat Maraş toprağı tıpkı 1915 de Ermenisizleştirildiği gibi bu son 40 yılda da giderek Alevisiz ve Kürtsüzleştirildi. Devrimcilerinden arındırıldı. Geride başına gelenlerin ağıdını yakamayacak, yaksa bile ağıdından süzülen göz yaşını içine akıtan bir kitle bıraktı. Bugün hangi Alevi köyüne gitseniz çocuk doğum oranı sıfıra yakındır. Ama taziyesi boldur. Sanırım son yaşlı anıtlarımızı da toprağa verirken onların mezarlarını kazacak kimseyi bulamayacağız. İşte Ali Rıza Aksın Maraş'ın insansızlaştırılma sürecine giden dönemin tarihi arka planını anlatıyor. Anlatırken aslında kendisini anlatıyor. Bizse yazdıklarının fonundan bir film gibi bir toprak nasıl çoraklaştırılırmışın hikayesini okuyoruz.
Ali Rıza Aksın Maraş/ Pazarcıklı. Seydo Dedenin oğlu. Kendisi Mürşit ocağına mensup Alevi dedesi. Kişisel hikayesine gidecek olursak, dedesi Sadık Dede Arguvan'ın Germişli (Ermişli) köyünden çıkmış. Oğlu Seydo Dedenin son yurdu da Pazarcık’ın Kelo yurdu Kelibişler (Kelan) olmuş.
Ali Rıza Aksın kendisini Kürt, Alevi, solcu olarak tanımlar. Bu sıralayışta en çok yok sayılan kimliğinin bir etkisi var sanki.
Aksın'ın ilk kitabı Kırmızı Fare Ozan Yayınlarından (2014) çıkmış. Kırmızı Fareyi onun devamı niteliğinde Zuzu Kitspta çıkan Çarpı izlemiş. Elbette bir kitapta ilk dikkati çeken şey kitabın ismidir. Yazar gerçekten ilgi çekici iki isim bulmuş. Elbette dikkat çekmek istemediğini kitapları okuyunca daha net anlıyoruz. Kırmızı Fare isminin metaforik bir anlamı var. Yazarımız ileride de değineceğim gibi öğretmenlik yıllarındaki bir anıdan yola çıkarak bu ismi vermiş. Öğrencileri tarafından tepelenilerek öldürülen, üzerine yangın kovalarının kırmızı boyasından sıçramış zavallı bir fareden alıyor hikayesini. Kırmızı Fare bu ülkenin yok sayılan, sürgün edilen, üzerine basılan kimliklerini temsil ediyor. Çarpı kitabının ismi ise sakıncalı görüldüğü için mimlenmiş adeta sırtına çarpı konmuş kişilerini temsil ediyor âdeta.
Aksın ilk kitabı olan Kırmızı Farede adeta bir hikaye anlatıcısı tadında çocukluğundan başlayıp öğretmen olarak Maraşın bir dağ köyüne çaresizce gittiği bir süreci anlatıyor.
Tabi bu çerçeveyi oldukça hareketli bir anı zenginliği ile dolduruyor. Bunu yaparken de bir Yaşar Kemal, Orhan Kemal tadı bırakıyor damaklarda. Yöre şivesine hakimiyeti hayranlık uyandırıyor insanda. Maraşlı bir Kürt dil konusunda hünerlidir. Hem Maraşta konuşulan Kürtçeye hakimdir. Hemde başka bölgelerin Kürtçesine hakimdir Maraşlı. Ve Maraşlı bir Türkten de daha iyi konuşur Türkçeyi. Aksın da bu hünerini ustaca sergilemiştir her iki kitabında da. Ancak Aksın her ne kadar konuşma diline hakimse de romanını daha geniş kitlelere Maraşlının derdini anlatabilmek için yazı dili olarak Türkçeyi tercih etmiş. Dili akar gider, bazen pos bıyıklı tütün içmekten tengi turuncuya dönmüş bir dedenin öksürüğü karışır diline, bazen de kafasına kofisini sarmış astımlı, nefesi ıslıklı bir ninenin soluğu yankılanır romanında. Âdeta Pazarcık/Narlı ovasının aşiret köylerinin tomografisini çekmiş hissi verir okuyana Aksın.
Çocukluk yıllarında bizi güldürür.
Bir Alevi Dedesi olan babası ile tartışmalarında düşündürür.
Hele bir de anne ve babasının tanrılarını tanımlama biçimi var ki, Kızılbaş Aleviliğin Tanrı biçiminin kalıba sığamayacağının kanıtı gibidir.
"Annemin Allah'ı harabatî kılığında bir erkek olabileceği gibi bir kadın, bir çocuk, bir deli de olabilirdi. Bu yüzden deli divanelere, ne dedikleri anlaşılmayan akıl fukaralarına, masumpak dedikleri çocuklara, korkuyla karışık derin bir sevgi beslerdi. Onların naifliğine, bozulmamış saflığına kutsal anlamlar yükler, yedirir içirir olmadık dileklerde bulunurdu. Babamın Tanrısı ise kutnu kumaşlar içinde gezen, şıklığı ve zerafetiyle dikkati çeken, her türlü olanağı olan, tüm sırlara vakıf, bütün ilimleri hatmetmiş, kainatı adamlarıyla yöneten, içmeyi, eğlenmeyi seven, güzelligi ile göz kamaştıran, şakacı, hazır cevaptı. Büyük olasılıkla da erkekti. Ama kafası hoşken 'benim Allah'ım dişidir' dediği de az olmamıştır babamın" diye izah eder Tanrı inançlarını.
Gençlikte dünya meselelerine kafa yoran her birey o anda en yakınında kim varsa yada ona kim temas etmişse o partiye ya da fraksiyona sempati duymaya başlar. Aksın da ilk gençliğin verdiği heyecanla kendisiyle ilk temasa geçen PDA’cılar olduğu için onlara ilgi duyar ve onlara katılır. Tabi bunu çok bilinçsizce tamamen gençliğin verdiği heyecanla belki de topraksız bir köylü çocuğu olmanın verdiği öfke ile yapar. Yoksulluğa öfkelidir. Aksın babasına da kızar yer yer. Babası bir Alevi Dedesi olduğu için taliplerini ziyareti sırasında ona verilen lokmaları eve getirmesine kızar. Babasının insanların dini duygularını sömüren bir insan olduğunu düşünür.
Henüz Maraş katliamı olmamıştır. Ama yükselen faşizmin ayak sesleri yaklaşmaktadır. Taraftarı olduğu parti birkaç bireysel çaba haricinde Maraş katliamında tamamen pasiftir. Halkı savunmak için hiçbir şey yapmamıştır.
Aksın kendisi dahil olmak üzere bundan tiksinir.
Hatta kendisine Maraş olaylarını soran bir gazeteciye " Anlatmam, ben kendim yazacam Maraşı" der ama diğer yandan da kendi kendisine kızar. Katliam sırasında bir korkak gibi bir evde saklanmış olmasına öfkelenir. Maceracılıkla küçümsedikleri grupların halkın savunmada daha aktif olabilmelerine imrenir içten içe. Dahil olduğu hareketi belkide ilk mahkum edişi burada başlar.
Bir yandanda yükselen bir Kürt mücadelesi vardır. İçten içe onlara sempati duysa da yöntem olarak devrimcilere yönelik şiddet kullanmalarindan (ki o dönem yani 70 li yıllar devrimci hareketlerin birbirine şiddet uyguladığı yer yer birbirinden insan öldürdükleri ve egemenlerin de bunu zevkle seyrettiği bir dönemdir) dolayı onları anlamakta zorlanır. Ve antiemperyalizm konusunda kendisini tatmin edecek bir tutum için de olmamaları da onu Kürt özgürlük hareketinden koparır.
Yıllar sonra 12 Eylül’de tutuklandığında, ayırt etmeksizin bütün devrimcilere şiddet uyguladığını gördüğünde bir başka gerçek ile yüzleşir. Buna ikinci kitabı Çarpı’da değinir.
Dönemin Kürt hareketi kurucularından Mustafa Yönden ile lise yıllarında ev arkadaşıdır. Yine öğretmenliğe başladığı yıllarda yaylada bir çadırda karşılaştığı Şixo Dirlik, 80 sonrası bütün yapıların dağıldığı, herkesin bir yere savrulduğu bir dönemde Aksın'ın tekrar moral bulmasına "Mücadele eden birileri hâlâ varmış, her şey henüz bitmemiş" dedirtir kendisine.
Aksın aynı zamanda bir eğitim emekçisidir. Kamuoyunda 1402’likler olarak bilinenlerdendir. 12 Eylül’ün 1402 sayılı kanun ile kamuda sakıncalı görülüp görevine son verilenlerdendir. Yıllarca çeşitli işlerde çalışır, 6 yıl sonra mahkeme kararı ile görevine tekrar iade edilir. Bugünün KHK zulmüne ne kadar benziyor değil mi? Ancak bu bir iadeden ziyade adeta birbsürgündür. Maraşın uzak bir köyüne gönderilir. Gittiği köyde kendisine " Kürt öğretmen" ismi verilir. Sistemin gerici politikalarının karşılık bulduğu o köyde sosyalist kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılır. Kendi toplumundan uzak tutulmaya çalışılır. Belliki de Kürtlüğünden ve Aleviliğinden uzakta asilimile olması beklenir kendisinden.
Kürt olması belkide en çok bu öğretmenlik yıllarında ona hatırlatılır.
Aksın, rejimin ezberci dayakçı eğitim sistemine kafa tutar orada. Tazecik çocuklara önce birbirlerini sevmeyi ve cinsiyet eşitliğini öğretmeye çalışır.
Oynattığı bir müsamerede oynattığı çocuklara kahramanlığı ve yurdunu sevmeyi öğretir. Kitabın ileri kısımlarında o toprakların yok edilmiş halklarına yer verir. Ermenilere ait ören yerlerinde, bütün benliğiyle duymaya çalıştığı sesleri hissettirir bize.
Tabi öğretmenliği de eften püften meseleler yüzünden soruşturmalara uğrar. Sonunda devletin peşini bırakmayacağına kanaat getiren Aksın, tüm hafızası, birikimi ve bu topraklara katacaklari ile gönüllü sürgünü seçmek durumunda kalır ve birçok Maraşlı gibi doğduğu yerden binlerce kilometre uzakta Maraşın sesi olmaya çalışır. Yollar sonra Çarpı kitabında "Nedir Maraş?” sorusuna cevap arar. “Bağ evi keyfi mi? Zemherinin poyrazı mı? Şov yapma, küfretme, namaz kılma, sahura kalkma, tespih çekme, vaaz dinleme, ot atma alışkanlığı mı? Mutsuzluğunu; din, millet, bayrak, üzerinden giderme kompleksi mi? Övünme hastalığı mı? Kalaycılığın, semerciliğin, terziliğin, dericiliğin, sedefçiliğin, oymacılığın, bakırcılığın tükenişi mi? Umutsuz zanaatçıların, torun ve akrabalarıyla şehre üfledikleri uğursuz enerji mi? Şehri burgaç gibi saran Ermeni çığlığı mı? Gavur, Kürt, Alevi düşmanlığı mı? İklimi ve doğasıyla çelişen lanetliler çukuru mu?" Peki sizce nedir Maraş?
Ali Sinemilli
2 notes
·
View notes
Photo
GANODERMA Ganoderma Lucidum, yüzyıllardır özellikle uzakdoğu ülkelerinde yararlı bir bitki olarak bilinmektedir. Biz Gano Excel olarak Ganoderma'yı GMP standarlarında üreterek, sizlerin bir besin tamamlayıcısı olarak kullanımına sunmaktayız. Ürün Detayları Tip: Takviye Edici Gıda Ürün Kodu: G9 Adet: 90 Kapsül Net Miktarı: 350 mg. (1 kapsül) Gano Derma 90 Kapsül Çinliler, bu bitkiye “Bitkilerin Mucizevi Kralı” demektedirler. 5000 yıllık tarihi, yüzlerce eski tıbbi zabıt ve binlerce bilimsel kanıt ile desteklenmektedir. Malezya’da kurulmuş olup, ABD dahil olmak üzere 30dan fazla ülkede satılmaktadır. Kemetarian Kesihatan Malezya tarafından onaylanmıştır. GANODERMA, “Bitkilerin Mucizevi Kralı” Ganoderma’nın 6 çeşidinin kombinasyonundan üretilmektedir ve Ganoexcel’in Kedah, Malezya’daki kendi organik çiftliğinde konuşlandırılmıştır. Gano Excel, Ganodermanın bozulmamış büyüme ortamını muhafaza etmek amacıyla doğal düşmanlarından korumak için % 100 organik metot ve ve teknolojiyi kullanmaktadır. Ganoderma suplementi genel sağlığı desteklemesi ve vücudun temel savunma mekanizmasını beslemesine yardımcı olabilmektedir. Ganoderma, Ginseng dahil dünyadaki herhangi bir bitkiden daha yüksek besin değeri ve daha kuvvetli olması ile bilinmektedir. İçerik: - Ganoderma Lucidium Özütü: 275 mg - Kalori: 0,45 - Kapsül Sayısı: 90 Adet Ganoderma, toplam 3 kategoriye ayrılan 200 aktif elementten daha fazlasını içerir- %30 suda çözülebilir element, %65 organik çözülebilir element, ve %5 değişken çözülebilir element (Bu ürün, Kemetarian Kesihatan Malezya, MAL 1996198T, tarafından onaylanmıştır.) Tavsiye edilen dozaj: Günde 2 defa 1-2 kapsül. Çocuklar için yarım dozaj. Yemeklerden önce alınması tavsiye edilir. İlave bilgi: Ganoderma’da yaş sınırlaması yoktur. Bununla beraber, 10 yaşın altındaki çocukların Ganoderma’nın detox kabiliyetlerine genellikle ihtiyaç duymadıkları için Ganoderma kullanmalarına gerek yoktur #gano #ganoderma #ganoexcel #şifa #saglik #takviyegıda #oleafdrinks #ganohayat #ganolugunler #networkingmarketing #kiloverme #bukadarkolay #çay #kirmizimantar #networkingmarketing #ganoderma🍄 #ganoderma #ganodermalicudum #cordyceps #cordy #excellium #ganoexcelurunleri #gano https://www.instagram.com/p/CBUz4IOKW1B/?igshid=8cdrcojcyojf
#gano#ganoderma#ganoexcel#şifa#saglik#takviyegıda#oleafdrinks#ganohayat#ganolugunler#networkingmarketing#kiloverme#bukadarkolay#çay#kirmizimantar#ganoderma🍄#ganodermalicudum#cordyceps#cordy#excellium#ganoexcelurunleri
1 note
·
View note
Text
Heavenly Blessing - 23. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 23: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
“AAAHHHHHHHHHH!!!”
Xie Lian elini geri çektiğinde söyleyecek sözü yoktu.
Ürpertici karanlıkla ne zaman bir şey görse veya bir şeye dokunsa hep o sessiz kalırken karşı taraf ilk çığlık atan oluyordu.
Bahçedeki bitkiler uzun ve kalınlardı; Xie Lian orada saklanıp otların arasında sürünen birinin bacağına dokunmuştu. Bacağa dokunup geri çekildiği anda önündeki otlar hareketlendi ve biri seslendi. “Vurma bana! Vurma bana! Gege, benim!”
Xie Lian yabani otları inceledi, ‘Vurma bana’ diye bağıranın kalın kaşlı ve büyük gözlü olan Tian Shen olduğunu gördü. Genç oğlan, Xie Lian’ın onu tanıdığını anlayınca rahatlıkla nefesini verdi. Diğer yandan Xie Lian rahatlamamıştı, hatta daha da alarma geçmişti, iyi olan kolunu savunma pozisyonuna kaldırdı. Bunun gibi durumlar altında kötü bir şey tarafından yaratılmış olan illüzyon olma ihtimali oldukça yüksekti.
“Diğerleriyle çölde değil miydin? Neden buradasın? Gerçekten Tian Shen misin?”
Tian Shen hızla açıkladı. “Benim! Ben gerçekten oyum! Tek gelen ben değilim; diğer üç amca da geldi. İçerideler. İnanmıyorsan bak!” Sarayın içine işaret etti. Beklenildiği gibi üç adam koşarak geldiler. Gerçekten de kafiledeki kişilerdi. Xie Lian’ı gördüklerinde adımları dondu ve garip gözüktüler. Xie Lian yavaşça ayağa kalktı ve silkindi. “Neler oluyor?”
Tüccarlar birbirlerine baktılar ancak hiçbiri seslerini çıkarmadı. Tian Shen garip sessizlikten sonra konuşandı. “…Gege, siz ayrıldıktan sonra Zheng amcanın acısı arttı ve çok perişan gözüküyordu. Sizin ne kadar sürede döneceğinizi bilmiyorduk ve kaybolmuş olabileceğinizden korktuk. A-Zhao-ge direkt BanYue Krallığına gideceğinizi söylemişti, o yüzden daha fazla yardım elinin gelmesinin daha iyi olacağını düşündük…”
Yani sözlerinin arkasındaki gerçek anlam tüccarların onların gitmesine izin verdikten sonra pişmanlık duyduklarıydı. Xie Lian’ın ShanYue otunu kendisi için saklayarak rehberlerini çalacağından korkuyorlardı. Böylece arkalarından gitmeleri için insan yollamışlardı. Xie Lian, Fu Yao’nun onları tutmadığını düşündü, muhtemelen üşenmişti. Yu Jun Dağı’nda olanlardan sonra Fu Yao’nun nedenleri dinlemeyen inatçı insanlar hakkında daha az endişelenemeyeceği belliydi. Xie Lian neden geldiklerini anlayabiliyordu yine de oldukça çaresiz hissediyordu. Alnını ovarak konuştu. “Hepiniz çok düşüncesizsiniz. Bunun gibi bir hisarda ne olacağını kim bilir ve buna rağmen geldiniz?”
Tian Shen, Xie Lian’a güvenmediklerini çok belli ettiklerinin farkındaydı, kötü hissediyordu. Bu yüzden öncesinde otların arasında saklanırken garip bir şekilde ses çıkarmamıştı. “Üzgünüm, Zheng amca için endişelendik ve öylece oturamazdık…”
Ne olursa olsun bu yaşam ve ölüm konusuydu ve tetikte olmak kesinlikle normaldi. Bir panzehir için o kadar ileri gitmeleri yoldaş olmaya değdiklerini gösteriyordu. Xie Lian onları bunun için azarlamadan iç çekti. “Eğer bölgeye girerken garip bir şeyle karşılaşmadıysanız bu şanslı olduğunuzdan. Fakat ShanYue’yi aramak için saraya gelmeniz gerektiğini nereden biliyordunuz?”
Tian Shen kafasını kaşıdı. “Nereden başlayacağımızı bilmiyorduk ama kırmızı kıyafetli Gege’nin söylediği hikayede yaprakları toplayan kraliçeydi değil mi? Kraliçe kesinlikle sarayı terk edemezdi, o yüzden buraya gelip şansımızı denemeyi düşündük.”
Xie Lian onların da aynı şeyi düşünmüş olduklarını düşünerek gülümsedi. Tam o sırada San Lang konuştu. “Buldum.”
Xie Lian döndüğünde San Lang’ın kıvrak bacaklarıyla uzun adımlar atarak yanına geldiğini gördü. Ellinde birkaç turkuaz yaprak vardı, kökleri hala saplarına tutuluydu.
Yaprakların boyutu bir bebeğin avcu kadardı. Şeftali şeklindeydiler, sona doğru sivriliyorlardı ve minik, ince köklere sahiptiler. A-Zhao’nun onaylamasına gerek kalmadan Xie Lian onların kesinlikle ShanYue otları olduğunu anlamıştı. Xie Lian’ın ağzını açmasına izin vermeden San Lang onun yaralanmış olan elini alıp kaldırdı.
Yılanın soktuğu eli normalde korkunç derecede şişmişti ancak San Lang yaradan zehri emdikten sonra şişlik tamamen zehirden arınmamış olmasına rağmen önemli ölçüde inmişti. Xie Lian’ın eli bir elinde ve ShanYue otları diğer elindeyken San Lang bitkileri avcunda sıkıştırdı. Elini tekrar açtığında otlar hiçbir çaba sarf etmesi gerekmeden toza dönüşmüştü.
San Lang nazikçe ve sabırlı bir şekilde tozu Xie Lian’ın eline ovarak sürdü. Tenindeki serinliği ve rahatlamayı hissedebiliyordu. “Teşekkürler, San Lang.” dedi Xie Lian.
San Lang cevaplamadı, tozu sürdükten sonra Xie Lian’ın elini bıraktı. Xie Lian onun davranışlarının ve aralarındaki atmosferin garip olduğunu düşünmeden edemedi. Bir şeyler kesinlikle eksikti ancak garip gözükmeden nasıl sorabileceğini bilmiyordu. Bu başka birinin fark edip anlayabileceği bir şey de değildi.
“Gege, ot işe yaradı mı? Doğru bitki mi?” Tian Shen endişeyle sordu.
Xie Lian cevapladı. “Çok daha iyi, doğru bitki olmalı.”
Bunu duyunca herkes heyecanlandı. “Acele edin! Daha fazla bulalım!” Çok geçmeden A-Zhao da bir el dolusu otu kaldırıp haykırdı. “Burada daha fazlası var.”
A-Zhao’nun elindeki yapraklar daha önce San Lang’ın kullandığı küçük acınacak halde olanlardan daha büyük ve genişlerdi. Fakat şeklilerinin ve izlerinin hepsi doğruydu, o yüzden herkes oraya toplanıp sevinçle haykırdı:
“Burada dolu bir alan var!”
“Çok fazla!”
“Çok fazla toplayın! Bir sürü toplayalım! Bunları satabileceğimizi düşünüyor musunuz?”
Tüccarlar otları gürültü yaparak toplamakla çok meşguldüler ve Xie Lian durduğu yerden onları izlerdi, bir adım bile oynamadı. Elini inceleyerek bir süre düşündükten sonra San Lang’a döndü. “Sen de daha önce aynı alanı aradın değil mi? O zaman hiç rastlamadın mı?”
Xie Lian’ın ortaya konuşacak konu atmaya çalıştığı çok belliydi, soruyu sorduktan sonra kendisini oldukça acınası hissetti. Fakat San Lang kafasını salladı. “Oradaki otları kullanmamalısın.”
“Neden?” Xie Lian meraklıydı.
San Lang cevaplayamadan önce birinin bağırdığını duydular. “GİDİN!”
Herkes durdu. “Kim bunu dedi? Kim bağırıyor?”
“Ben değildim?”
“Ben de değildim…”
Ardından çığlık atan sesi yeniden duydular. “Gidin! Üzerime basıyorsunuz…”
Ses ayaklarının altından geliyordu!
Göz açıp kapayıncaya kadar kalabalık otların olduğu küçük bölgeden uzaklaşmıştı. Bunu görünce Xie Lian oraya gitti. Bu tür şeylere gelince ilk öne çıkan olmaya alışmıştı. Çığlığın geldiği çalılık alana yaklaştı ve kalın otları söktü. Herkesin nefesi kesilmişti.
Otların altında, çamurun içinde bir adam yüzü duruyordu.
Bunun gibi bir çamura yaşayan bir insan sadece suratı yüzeyde gözükecek şekilde gömülmüştü!
Kabus gibi bir sahneydi, birkaç tüccar birbirlerine sarıldılar ve bağırmaya başladılar. Xie Lian onları deneyim kazanılmış ve yetenekli bir şekilde avuttu. “Sakin olun. Herkes sakin olsun. Sadece bir insan yüzü, olağan dışı bir şey değil. Hepimizin yüzleri var, değil mi?”
Surat kıkırdadı. “Oh, seni korkuttum mu? Ah, kendimi de çok sık korkutuyorum.”
Diğerlerini sakinleştirdikten sonra Xie Lian diz çöküp çamurun içindeki suratı inceledi.
Şüphesiz ki bir adam yüzüydü; gülümsemediğinde oldukça düzdü fakat gülümsediğinde kırışıklıklarla doluydu. Xie Lian genç mi yaşlı mı olduğunu söyleyemiyordu. Surattan çok fazlasını çıkaramadı, bu yüzden direkt olarak sordu. “Sen kimsin?”
Çamurun içindeki yüz geri sordu. “Sen kimsin?”
“Biz buradan geçen tüccarlarız.” Xie Lian cevapladı.
Çamur surat uzun bir nefes verdi. “Geçen tüccarlar. Ben de eskiden bir kafilenin parçasıydım ama bu elli altmış yıl önceydi.”
Durum daha da delice bir hal almıştı.
Eski bir hisarın zemininde elli altmış yıldır gömülü olan bir adam hala insan mıydı?
Tüccarlardan biri titreyerek sordu. “O zaman… O zaman… Nasıl senin gibi kıdemli kimse… buraya… geldi?”
Çamur surat boğazını temizledi ve yüzünü buruşturdu. “Ben… Ben BanYue askerleri tarafından yakalanmıştım. Yanlışlıkla şehre girdim ve beni yakalayıp buraya gömdüler. Beni ShanYue otları için gübre yaptılar.”
Ellerindeki otların büyük ve geniş olmasına şaşmamalıydı! Canlı insanla beslenmişlerdi!
Tüccarlar hemen ellerindekileri cesetlere dokunuyorlarmış gibi attılar. Xie Lian da kendini eline bakmaktan alamadı fakat San Lang’ın konuştuğu duydu. “O etkilenmemişti.”
Xie Lian aydınlandı. Bu yüzden San Lang öncesinde bu kısma bakmış olmasına rağmen bunları bırakıp başka bir yerden küçük, neredeyse solmuş olan otu bulmuştu. Muhtemelen çoktan toprakta ne olduğunu görmüş olmasına rağmen suratı tamamen görmezden gelmişti. Xie Lian’ın eline sürdüğü bitki uzak ama bozulmamış olan bir bölgeden alınmıştı.
“Teşekkür ederim.”
San Lang kafasını salladı ancak yüzü hala kasvetliydi.
Xie Lian o akrep yılan tarafından sokulduğundan beri San Lang bu şekilde davranıyordu. Oysaki birkaç gün önce hep gege bu, gege şuydu. Ancak artık onu neredeyse hiç gege diye çağırmıyordu. San Lang ilk tanıştıklarında temasından kaçmıştı ve Xie Lian’ın dokunması onu bunaltıyormuş gibiydi. Şimdi de zehri emmesinin ve otu sürmesinin haricinde San Lang yeniden onunla temasa geçmekten kaçıyordu. Bu Xie Lian’ın garip hissetmesine neden oluyordu, aralarında mesafe olmasına alışkın değildi.
Çamur surat yeniden konuşmaya başladı. “Yıllardır gerçek insan görmedim. Bana… Bana yakınlaşıp düzgünce görmemi sağlar mısınız?”
Tüccarlar birbirlerine baktılar, herkes çamur suratın dediğini yapmamanın en iyisi olduğunu düşünüyordu. Bir sürenin ardından kimsenin yakınlaşmadığını görünce çamur surat konuştu. “Ne? Ne. İstemiyor musunuz? Ah… Ne yazık…”
“Neden yazık?” Xie Lian sordu.
“Siz geldiğinizden beri beni rahatsız eden bir şey var.” Çamur surat konuştu. “O yüzden iki gözümle görerek onaylamak istedim. Hepinizi düzgünce görüp emin olmak istiyorum.”
“Neyden emin olmak?” Xie Lian ısrar etti.
Çamur surat cevapladı. “Aranızda daha önce görmüş olduğum biri var… elli altmış yıl önce.”
Herkes sırtlarındaki ürpertiyi hissedebiliyordu, hepsinin tüyleri diken diken olmuştu.
Orada olan hiçbir ölümlü elli yaşının üzerinde olmamalıydı. Bunun anlamı o kişi her kimse insan olmamasıydı.
Xie Lian A-Zhao’dan Tian Shen’a oradaki herkesi süzdü. Bazıları şaşkınlık bazıları korku içindeydi. Bazılar endişeyle titriyordu ve bazılarının kafaları karışmışken dilleri tutulmuştu. Herkesin tepkileri normaldi. Eğer birinin garip tepki vereni göstermesi istense San Lang’ı gösterirdi. Fakat onun için de tepki vermemek normal bir tepkiydi.
Xie Lian, San Lang’ın ifadesiz yüzüne tekrar baktı ve çamur surata döndü. “Bahsettiğin kişi kim?”
Çamur surat cevapladı. “Sen… Yaklaş ve sana söyleyeceğim.”
Çamur surat ilk sorduğunda Xie Lian ona yüzde seksen inanmıştı fakat ikinci sefer de Xie Lian’ın tüm inancı kaybolmaktan beter olmuştu. Bu canavarın onları kötü işler çevirmek için yanına gelmelerini söyleyerek kandırıp kandırmadığını kim bilebilirdi ki? Xie Lian’ın onun gibilere dikkatini vermesinin olanağı yoktu.
Xie Lian kendini yerden kaldırdı ve ayrılmak üzereydi ki çamur surat sesini yükseltti. “Gerçekten kim olduğunu bilmek istemiyor musunuz? O hepinizi öldürecek.”
Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian’ın San Lang artık onunla konuşmuyor diye endişelenmesi… ah… :’D
141 notes
·
View notes
Quote
https://artvinotelleri.net/mencuna-otel-artvin/
Mençuna Otel Artvin
Yeşil ile mavinin binbir tonunun en güzel şekilde harmanlandığı ve yöre halkına tüm cömertliğiyle sunulduğu Artvin, yaz kış turizmin gözdesi olmuş ilimizden birisiir. Gerek doğası, gerek temiz havası ve tarihi güzellikleriyle her yıl birçok ziyaretçiye ev sahipliği yapan Artvin’de, konaklama seçenekleri de bir hayli fazladır. Zevkler ve bütçeye göre, Karadeniz’in en güzel yerinde keyifli bir tatil yapmak isteyenler için, farklı hizmet kalitesi ve fiyatlarla faaliyet gösteren birçok işletme vardır. Herkes, kendi zevkine ve bütçesine göre en uygun otel olan Artvin otellerini seçerek keyifli bir tatilin ilk adımını atabilir. Mençuna Otel Artvin sizlere Mençuna şelalesine en yakın otel olması sebebi ile ahşap bungalov evlerde muhteşem bir tatil sizleri bekliyor.
Artvin’de Kalınacak Yerler
Artvin’de, hem bölgenin doğasına özgü bir mimariye sahip hem de modern çizgilerde konaklama tesisi arayanlar, ”işte tatil budur” dedirtecek Mençuna Konakları‘nı tercih edebilirler. Artvin’in en kaliteli birkaç işletmesinden birisi olan Mençuna Konakları, Kamilet Vadisi’nde bulunan Mençuna Şelalesinin tam karşında olup, doğal yaşamla iç içe sıralanmış bungalov evlerden oluşmaktadır.
Çam kokuları arasında, yöresel yiyecekler ve değişik damak tatlarına hitaben farklı türlerde yemeklerden sunmaktadır. Yöresel zengin yemek çeşidi ile, 24 saat sıcak su ve ücretsiz Wİ-Fİ hizmeti sayesinde, ziyaretçilere muhteşem bir tatil imkanı sunulmaktadır.
Mençuna Konakları’nda, kuş sesleri ve doğanın dinlendiriciliği sayesinde, bol oksijen alarak huzurlu bir tatil yapılabileceği gibi, tarihi yerlere keyifli geziler de yapılabilir. Mençuna otel Artvin, ziyaretçilerin tatil beklentisine göre, müşteri memnuniyetine dayalı hizmet politikası sunmaktadır. Mençuna Konakları, bölgenin yerli yabancı misafirler tarafından en çok tercih ettiği işletmedir.
Artvin’de Kalınacak Oteller
Artvin’de kalınacak yerler, sadece Mençuna Konakları‘yla sınırlı değildir. Farklı kapasitelerde hizmet veren birçok işletme, yaz kış her mevsim, hatırı sayılır bir ziyaretçi kitlesine ev sahipliği yapmaktadır. Gerek Artvin merkez, gerekse Hopa, Arhavi ve diğer ilçelerde bulunan oteller, Karadeniz tatili yapacak olanların tercih edebileceği üstün kalitede hizmet veren işletmelerdir.
Otel tercihi, doğal ve tarihi güzelliklerin ağırlıklı olduğu bölgelere göre yapılabilir. Artvin’de kalınacak oteller, bölgenin doğal güzelliklerinin devlet korumasında olmasından dolayı, Karadeniz’in yapısına uygun mimariye sahiptir. Bölgeyi, diğer tatil bölgelerinden üstün kılan özellik de budur. Mençuna otel Artvin, Karadeniz’in yeşil ve mavisinin en güzel karışımını, misafirlere nitelikli hizmet kalitesiyle sunmaktadır. Ayrıca doğa içerisinde olması sebebiyle spordan yürüyüşe, tarihi gezilerden çeşitli sosyal etkinliklere kadar birçok aktivite imkanına da sahiptir.
Artvin’deki Oteller
Artvin’deki oteller, Karadeniz’in her mevsim değişen güzelliklerini, tüm yılın yorgunluğunu atmak isteyenlere, farklı bir deneyim yaşatacak şekilde sunmaktadır. Bütçesinin önemli bir bölümünü tatil için ayıranlar, Artvin otelleri arasından istediğini seçebilirler. Ödediği ücretin kat kat üstünde memnun kalacağı bir hizmet kalitesiyle gönlünce tatil yapabilir.
Karadeniz’de, bölge halkının insancıl tavırları ve bölgenin doğal yapısının korunması, köyler dahil her yerin turizm açısından önem taşımasına katkı sağlamıştır.
Mençuna Otel Artvin Manzara Keyfi
Artvin tatili, sadece manzara açısından değil, başta tarih ve kültür olmak üzere, müzikten eğlenceye, doğal güzelliklerden bölgeye özgü tatlarla kadar birçok açıdan avantajlıdır. Yazın güneşin parlaklığını olabildiğince berraklığıyla, kışın ise bölgeyi tümüyle kaplayan beyaz örtüyü tüm albenisi ile misafirlere sunmaktadır. Mençuna otel Artvin, sadece yerli değil birçok yabancı turistin de, yoğun ilgisi altındadır.
Mençuna Otel Artvin Fiyatları
Artvin Otel fiyatları, işletmelerin hizmet kalitesine göre farklılık göstermektedir. Ancak doğal mimari ile modern teknolojilerin bir arada sunulmasından dolayı fiyatlar oldukça ekonomiktir. Artvin merkez otelleri ile tercihe göre ilçelerdeki oteller, üst seviyelerde tutulan müşteri memnuniyetine oranla ekonomik açıdan oldukça avantajlıdır. Mençuna Otel Artvin fiyatları bayram, özel günler ve oda büyüklüğüne göre değişse de yıl genelinde fazla değişkenlik göstermemektedir.
Artvin’deki Ahşap Bungalov Evler
Artvin otelleri sağlık, kültür, gezi ve eğlence imkanlarını bir arada sunmaktadırlar. Ekonomik açıdan da ziyaretçi sayısını her yıl, bir önceki yıla göre büyük oranda arttırmaktadır. Ayrıca bölgenin, önemli turizm merkezlerinden birisi olması ve teknolojik gelişmelerin katkısıyla, ulaşım açısından önemli yatırımların yapılması, Artvin’in önemini arttırmıştır. Karadeniz’in doğal güzellikleri, eşsiz manzarası ve yöresel lezzetlerine, ulaşım kolaylığı da eklenince, ziyaretçi sayısı da artmıştır. Bu da, otel fiyatlarına olumlu şekilde yansımıştır.
Mençuna Otel Artvin Bungalov Evler
Son zamanlarda Karadeniz bölgesine yoğun bir talep olması sebebiyle Artvin bölgesi otelleri ve Mençuna Otel Artvin‘e de ilgi oldukça fazladır. Karadeniz bölgesinde zaten mevcut konaklama yerleri gelen tatilcilerin ihtiyacına cevap veremezken, Artvin’deki konaklanacak yerler ihtiyacı daha da belirgin hale gelmiştir. Aşırı talep artışından dolayı de ister istemez Artvin’deki oteller‘de fiyat artışına sebep olmuştur.
Mençuna Konakları, Artvin bölgesi otelleri arasında en çok tercih edilmesinin sebeplerini açıklamaya çalışalım sizlere. İlk önce Mençuna konakları konum olarak çok güzel bir yerdedir. Hem Mençuna şelalesinin hemen yanıbaşında hem de Arhavi deniz sahilinden 15 km içeridedir. Artvin ve civarı gezilip görülmesi gereken Borçka Karagöl‘e 70 km, Ayder yaylasına ise 60 km mesafededir. Artvin’e komşu olan Gürcistan Batum’a ise 45 km uzaklıktadır.
Mençuna Otel Artvin Farkı Nedir?
Mençuna konakları, şehir gürültüsünden uzak orman içerisinde sadece dere ve şelale sesleri duyabileceğiniz bir yer konumunda. İster şelalede isterse de konaklamanın önünde pırıl pırıl akan derede yüzme şansınız vardır. Eğer balık tutma merakınız varsa derede kırmızı benekli alabalık da avlayabilirsiniz. Aile yapısına uygun odalarda konaklama yaparken tesiste yada tesis civarında mangal yapma imkanlarınız da mevcuttur. Özellikle doğa fotoğrafını çekmeyi seven misafirlerimiz için mükemmel bir yer. Durduğunuz, baktığınız yada gördüğünüz her anı ölümsüzleştirmek için fotoğrafını çekmek için oldukça zengin bitki örtüsü ve doğaya sahip bir yer.
Artvin Mençuna Otel Ve Mençuna Konakları
Mençuna konaklarının bulunduğu bölge yani Kamilet vadisinin en önemli özelliği de bozulmamış, el değmemiş bir doğanın olması. Yapılaşma ve betonlaşmanın olmadığı sadece o bölgede yöre mimarisine uygun birkaç yapının olduğunu söyleyebiliriz. Artvin Arhavi otelleri içerisinde en çok tercih edilen konaklama yeri olarak Mençuna Otel Artvin, sizin için ideal bir yer kısacası. Müşteri yorumları ve otelimiz hakkında puan ve değerlendirmeleri okuyarak detaylı araştırma yapabilirsiniz. Hayalinizdeki tatil yeri Mençuna Konakları ise zaman kaybetmeden sevdiklerinizle beraber güzel bir zaman geçirmeniz dileği ile…
#mençuna konakları#artvin hotel#artvin mençuna otel#mençuna otel artvin#arhavi kalınacak yerler#artvin otelleri#en iyi artvin otelleri
1 note
·
View note
Text
KASIM 2018 tarihinde yayınlanan yazımdır. Ahmet Rasim Küçükusta sitesinde yayınlandı.
Sevgilerimle.
---
BAĞIŞIKLIĞIMIZI GÜÇLÜ VE SAĞLIKLI KILMAK VE DE HASTALIKLARI ÖNLEMEK KENDİ ELİMİZDEDİR, KİMSENİN ELİNDE DEĞİLDİR
Her organizmanın hücresel düzeylerde ve hormonal düzeylerde, bütün vücut mikrobiyomları ile birlikte işlev gören korunma mekanizması vardır.
Bütün canlı organizmalar, hayatta kalabilmek amacıyla gerek fizik, gerek ruhsal açıdan, bedeni korumak amacıyla silahlarla zaten donatılmıştır. Asırlardan beri hayatta kalabilmemiz doğal olan bu mekanizmaların, bozulmamış, kurcalanmamış olan bu mekanizmaların birlikte, ahenk içinde çalışması ile mümkün olmuştur.
Yaşadığımız ortamda bulunan bir çok madde hücrelerin normal DNA’sını bozarak, bağışıklık sistemimizi zayıflatıp GRİP ya da başka bir çok infeksiyonları kapma riskini artırmaktadır.
Havamız, suyumuz, toprağımız, yiyeceklerimiz, kirlenmiş ve bozulmuş ve doğallıklarını kaybetmiş durumda. Sigara dumanı, medikal radyasyon, elektromanyetik kirlenme, en başta tarım zehirleri olmak üzere çevremizi saran kimyasal toksinler, obezite, sentetik hormonlar, virüsler, bakteriler, parazitler ve de beslenme yetersizlkleri, beslenme bozuklukları, gıda endüstrisinin katkı maddeleri,yanlış tedaviler, gibi bir çok etken, bağışıklık sistemlerimizi zayıflatmak için adeta birbirleriyle yarışıyor.
Bir çok yeni antibiyotik, antivirütik ajanlar, gelişmiş olduğu halde, son yıllarda, mantar gibi artan infeksiyonların, kuş gribi, domuz grib vs. griplerin artmasının nedenleri, artık anlaşılıyor ki kuşlar, tavuklar ve domuzlar değildir. Hayvan dostlarımızı boşuna suçlamayalım lütfen.
Örneğin, senelerden beri şuursuzca kullanılmakta olan antibiyotikler, antivirütük ve antiparazit ajanlar, ilk etapda infeksiyonları gidermektedir. Ancak organizmanın normal bağışıklık ve immün sistemlerini alt üst ettikleri, immün sistemini zayıflatıklarından dolayı, bir süre sonra daha ciddi bir sorun olarak, bu ajanlara direnç kazanmış infeksiyonların tekrar ortaya çıkmasına ve çoğalmasına da neden olmaktadır.
İnfeksiyonların ve GRİPLERİN ortaya çıkması, yukarıda anlatmış olduğumuz nedenlerle, bağışıklık VE İMMÜN sistemimizin çökmesinden kaynaklanmaktadır. Tarihe bir göz atacak olursak, uzun süren büyük savaşlar sırasında, salgın olarak ortaya çıkan ve milyonların ölümüyle sonuçlanan, örneğin ispanyol gribi gibi salgınların, beslenememe, stres, uykusuzluk, göçler, vs. gibi organizmaların zayıflaması sonucu, bir çok etkenin bir arada ortaya çıkması sonucu geliştiğini görmekteyiz. Yedi seneden beri Suriye’de süre gelen iç savaş sonucu da gözlerimizin önünde değil mi?
İnfeksiyonlar, ve gripal infeksiyonlar, sağlıklı ve güçlü, optimal çalışan bir bağışıklık ve immün sistemi olan vücutlarda yerleşme, gelişme imkanı bulamazlar.
Optimal düzeyde çalışan güçlü, zayıflamamış BAĞIŞIKLIK VE İMMÜN SİSTEMİMİZ, mükemmel çalışan bir makinedir. Bir organizmanın tüm fonksiyonlarını regüle etme özelliğini taşımaktadır. Yabancı bir çok istilacıları, etkenleri rahatlıkla yok edebilir ve organizmada oluşan tehlikeli zararlı hücreleri de yok edebilme özelliğine sahiptirler. Diğer bir anlatımla, bağışıklık sisteminin mükemmel bir şekilde görevini yerine getirdiği organizmalarda immün sistemde bulunan hücrelerin tümü, aktive olarak, yabancı istilacılara karşı savaşa başlar, onlarla mücadele eder ve onları yok edebilirler.
Eğer bir organizmada, bağışıklık sistemini güçlendirecek tüm ögeler bulunuyorsa, infeksiyon ve grip hastalıklarını başlatan bakterilr, virüsler de vücutta çoğalma ve de yayılma imkanı bulamazlar.
O halde, ŞEYH EDEBALİ’nin de dediği gibi:
TOPRAK SAĞLAM VE SAĞLIKLI DEĞİLSE, EKTİĞİMİZ HİÇ BİR TOHUM YEŞERMEZ.
TOPRAĞIMIZI, YANİ VÜCUDUMUZUN SAĞLIKLI OLMASINA ÇALIŞACAĞIZ, ÇABA SARF EDECEĞİZ !
Senelerden beri, yürütülen bilimsel araştırmalara harcanan binlerce dolarlar, ya da binlerce dolarlar harcanarak geliştirilen ilaçlar, geliştirilen AŞILAR, toprağımızın yani vücudumuzun, bağışıklık sistemini güçlendirme amacıyla harcanmamıştır ve harcanmamaktadtır.
Bağışıklık sistemi zayıflamış olan bir organizmada, immün sistem hücreleri zayıflamıştır, hormonal koruma sistemleri zayıflamıştır. Tüm vücutta bulunan mikrobiyomlar, barsaklarda ve cildimizde, saçımızda başımızda bulunan tüm dost bakteri ve virüsler alt üst olmuştur. Yani, birlikte asırladan beri yaşamakta olduğumuz dost bakteriler ve virüsler azalmıştır veya yok olmuştur. Onların azalması ya da yok olmasıyla, yabancı organizma ve bakteri, virüslerle savaşacak askerlerimiz de yok olmuştur. Bir organizmada, immün system hücrelerinin artık % 90 oranında, barsak hücrelerinde, üretildiği gösterilmiştir.
Bir çok bilimsel araştırmalar, infeksiyonlara yakalanmama ve GRİBE yakalanmamanın çok kolay yöntemleri olduğunu göstermiştir.
SIRALAYALIM:
1. Sigara bırakılacak, sigara dumanı bile immün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
2. Sentetik bütük kimyasallar vücuda girmeyecek. İmmün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
3. Rafine unlar, rafine şekerler, rafine tuzlar, şekerli gazlı içecekler tüketilmeyecek. İmmün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
4. Ağır metalleri vücudumuza sokmamaya gayret göstereceğiz. (civa, aliminyum, kurşun vs.) İmmün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
5. Radyasyonlardan uzak duracağız. Her türlü radysyon, çevresel elektromanyetik dalgalar, hücrelerimizde DNA’yı bozarak, immün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
6. Transyağlar içeren, tüm hazır ve pakete girmiş, endüstrinin üretttiği yiyeceklerden uzak duracağız. İmmün sistem hücrelerini, zayıflatıyor ve yok ediyor.
Doğal yaşamaya özen göstereceğiz. Ellerimizi sık sık zeytin yağlı sabunla yıkayacağız, açık havada yürüyeceğiz, sevdiğimiz bir aktiviteye katılacağız, sevdiğimiz bir müziği dinleyeceğiz.
Bağışıklık sistemimiz güçlendirmek amacıyla, gerçek ve hakiki prebiyotik ve probiyotik içeren doğal besinler tüketeceğiz. Doğal PROBİYOTK köy yağları, soğuk sıkım zeytin yağı, zeytin, ev yoğurdu, ev sirkesi tüketeceğiz. Yağlı etler, balıklar tüketmemiz gerekiyor.
Kış aylarında GRİP olmamak amacıyla, lahana, turp, kereviz, karnabahar, pırasa gibi, PREBYOTİK olan kış sebzeleri tüketeceğiz.
TURP YERSENİZ TURP GİBİ OLURSUNUZ !
Bir tutam maydanoz ya da bir tutam taze nanede şeker yüklü olan bir portakaldan, daha fazla C vitamin bulunduğunu bileceğiz, ve tüketeceğiz.
Hastaların ve yaşlıların, vitaminlerini ve immün hücre ve hormonlarını güçlendirecek ögelerini ölçerek takviye almalarını da sağlayacağız:
1. Magnezyum, Potasyum, Sulfur
2. B1, B6 ve B 12 vitaminleri
3. C ve D vitaminleri
4. Çinko, İyod, Selenyum gibi MİKRO besinlerin kan düzeylerini optimize etmemiz gerekiyor.
Bir organizmada, yukarıda saydığımız bu MİKRO ve MAKRO beslenme öğeleri eksik olduğu süre, immün sistem hücrelerimiz ve hormonlarımızın optimal düzeyde çalışmaları mümkün değildir, mümkün olamaz.
İmmün sistem hücre ve hormonları optimal ve sağlıklı bir şekilde çalışmayan kişilere GRİP AŞISININ da bir yararı olmaz.
GRİP AŞILARININ, neden faydası olmadığını, neden işe yaramadığını, senelerden beri, Prof. Dr. Alişan Yıldıran ve Prof. Ahmet Rasim Küçükusta detaylı bir şekilde, bir çok kaynak gösterek uzun zamandan beri açıklamakta ve dile getirmekteler.
SÖZÜN ÖZÜ:
BARSAKLARDA BULUNAN 300 TRİLYON MİKROBİYOM YOK OLURSA, CİLDİMİZDE BULUNAN 300 TRİLYON DOST VİRÜS VE BAKTERİ YOK OLURSA, YANİ İMMÜN SİSTEM ZAYIF OLURSA, YANİ İMMÜN SİSTEMİN ÇÖKMÜŞ OLDUĞU ORGANİZMALARDA HİÇ BİR AŞININ FAYDASI OLMAZ.
EN UCUZ VE EN KOLAY YOL, DOĞAL YÖNTEM VE UYGULAMALARLA İMMÜN SİSTEMLERİMİZİ GÜÇLÜ KILMAK OLMALIDIR.
Kaynaklar:
1. American J of Industrial Medicine. December 2010; 53(12): 1197-1206.
2. Env. Health, Perspectives. March; 2006;114(3):379-385.
3. Am j of Clin Nutr. Nov.1180-84. 1973.
4. N Engl J Med 2007; 357:2277-2284.
5. Gastroenterology pii: S0016-5085(13)00292-8. Doi: 10.1053/j.gastro.2013.02.043 (March 1, 2013).
6. Gut Pathogens 5, no.1 (March 18, 2013).
7. Neurogastroenterology and Motility.23, no. 3 (March 2011): 187-92.
8. The Vitamin D Solution: New York: Hudson Street Press, 2010.
9. Nature, Jan 22, 2009; 457(7228): 480-84.
10. Nature, Dec 21, 2006; 444(7122): 1518-23.
11. Inf Dis Obstet Gynecol, 2007; (35387): 1-8.
12. Clin Infect Dis 2008; 46 (suppl 2): S104-S111. 13. http://www.ncbi.nih.gov/entrez/eutils/elink.fcgi?dbfrom=pubmed&retmode=ref&cmd=prlinks&id=19043404.
14. http://dx.doi.org/10.1067/mai.2001.118130.
KASIM 2018 :
http://ahmetrasimkucukusta.com/2018/11/05/misafir-yazar/63021/
1 note
·
View note
Text
☆(Alaattin)Çakıcı kitabım bitti çok şükür...
☆ İki kitap arasında ne alaka diyebilirsiniz...
》Aydın ve alim olmak hem çağını hemde İslamı iyi bilip yaşamakla mümkündür...
》 Kendi ülkemizde olan biteni bilmezsek bize anlatılan herşeyi izletilen herşeyi olduğu gibi kabul eder ve arkasında oynanılan oyunları bilemeyiz.!!
》Aydın ve Alim olabilmek ançak çağı bilmek ve İslamın bozulmamış halini öğrenip yaşamakla münkündür...
》Müslüman Kardeşler cemiyeti Mısır'da Hasan el-Benna henüz genç yaşında iken kurmuştur... Hatıralarım kitabı çok güzel bir şekilde anlatmıştır... Sonunda suikastle Şehadet şerbetini yudumlamıştır...Okumanızı şiddetle tavsiye ederim.😊
14 notes
·
View notes
Text
GÖKÇEADA TURU
Güneşin en yavaş battığı yer: Gökçeada (İmroz)
Gökçeada, Kuzey Ege’nin incisi
Türkiye'nin en büyük adası olan Gökçeada (İmroz) mitolojide Poseidon’un adası olarak anılıyor. Türkiye’de güneşin en son battığı yer olan İmroz bakir kalmayı başarabilmiş yerlerdendir. 95 km uzunluğundaki kıyı şeridinde Yuvalı, Aydıncık, İnceburun ve Uğurlu gibi el değmemiş birçok plaj var. Türkiye'nin tek sualtı milli parkı da burada, Yıldızkoy ile Yelkenkaya arasındadır.
Bademli, Zeytinli, Tepeköy ve Dereköy; Gökçeada’nın Rum köyleri kökeni yüzyıllar öncesine dayanan yerleşim yerleri. Gökçeada’yı tam anlamıyla hissetmek için mutlaka gezilmesi gereken, nostaljik havalarıyla büyüleyici yerler!
Gökçeada denizinin bu kadar temiz olmasının bir kaç nedeni var. İlk olarak kuzey ege hem yunanistan hemde Türkiye açısından sanayileşmemis bir bölge dolayısı ile denizleri kirletecek herhangi bir sanayi bölgesi veya büyük liman bulunmuyor.Karadenizden gelen akıntılarda kirliliği açık denizlere taşıyor. Hakim rüzgar yönüde kuzeyli olduğu için havasıda denizide çok temizdir.
1960’lı yıllara kadar adanın nüfusunun %95’ini Rumlar oluşturuyormuş. Bu dönemde Kıbrıs sorununun yarattığı gerginlik yüzünden Rumlar evlerini ve topraklarını bırakıp, adayı terk etmiş. Şimdi yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığı adada 150 civarında Rum kalmış, üstelik bunların çoğunun yaşı yetmişin üzerindedir
Rumlar ilçe merkezi (Panagia) dışında, Kaleköy (Kastro), Tepeköy (Agridia), Dereköy (Schinoudi), Zeytinliköy (Aya Todori) ve Bademli (Gliki) köylerinde yaşıyor. Rumların yaşadığı köyler Kaleköy dışında kıyıdan içeride. Adaya yerleşen Türkler için kurulan köylerden Uğurlu ve Şahinkaya’da Karadenizliler, Yeni Bademli ’de Ispartalılar, Eşelek ve Şirinköy’de de Bulgaristan göçmenleri yaşıyor.
İmroz
"Çorak Topraklarda Bereket" tanrısı olarak adlandırılan Imbrasos'un bolluk diyarı olarak bilinen Imroz; bugünkü adıyla Gökçeada, Homeros'un Ilyada destanında deniz tanrısı Poseidon'un adası olarak geçmektedir. Ada, 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı İmparatorlugu topraklarına katılmıştır. Ada halkının Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'ya gösterdigi ilgiyi duyan Kanuni Sultan Süleyman adayı vakıf ilan etmiş ve ada halkından vergi alınmaması hakkında ferman çıkartmıştır. Balkan Savaşı yenilgisi sonucu ada, Yunanistan'ın egemenligine geçmiş, 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından hava ve deniz üssü olarak kullanılmıştır. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile ada tekrar ülkemiz topraklarına katılmıştır. Adanın fiilen Türkiye topraklarına katılması, 22 Eylül 1923'tür. Bu tarih adanın kurtuluşu olarak kutlanır.
Türkiye'nin en büyük adası. Kendi suyunu kendi karşılayan bir ada.
Türkiye'nin en batı ucu, güneşin en son battığı yer.
Doğal su kaynakları açısından Ege'nin en zengin adası.
Deniz kenarındaki tek düzenli yerleşim yeri Kaleköy Limanıdır.
Gezi Planı
1. Gün 30.08.2019 Cuma Günü
KEFALOS-Aydıncık Plajı (Yüzme Molası)
TUZ GÖLÜ (Çamur Banyosu)
LAZ KOYU (Yüzme Molası)
DEREKÖY - Tarihi Çamaşırhane-Kilise-Köy Sokakları
2. Gün 31.08.2019 Cumartesi Günü
GİZLİ LİMAN (Yüzme Molası)
TEPEKÖY - Agridia Kilisesi
ZEYTİNLİ KÖYÜ-Greek-Orthodox-Madamın Yeri-Köy Meydanı-Kahvesi-Kilise
GÖKÇEADA MERKEZ - Alışveriş-Kilise-Tarihi Cami
3. Gün 01.09.2019 Pazar Günü
BADEMLİ
KALEKÖY - Tarihi Kilise-Mustafanın Kayfesi-Kale
KUZULİMANI PLAJI (Serbest Zaman)
Kefaloz – Aydıncık Plajı
Adanın en geniş en meşhur plajı
Aydıncık plajı, adanın en meşhur ve kalabalık plajıdır. Halk arasındaki adı Kefaloz’dur. İncecik kuma ve dalgasız denize sahiptir. Aydıncık (Kefaloz) Plajı Gökçeada’nın günübirlik tesisi olan tek plajı olması nedeniyle dikkat çekiyor. Plaj 1200 metre uzunluğundadır. Konaklama tesisleri ve yemek servisi de bulunmaktadır. Kuzeyden esen rüzgarlara açık olduğu için serin bir hava sunuyor. Lodos çıktığında ise sörf yapmak isteyenler bu sefer Aydıncık’ın hemen bitişiğindeki Kefaloz koyuna yönelebiliyor.
Gökçeada Surf Inn Murat bey 0532 220 26 24, 0533 293 22 08
Tuz Gölü
Aydıncık ve Kefalos plajının ortasında yer alan Tuz Gölü, her iki taraftan rüzgarın yığdığı kum seddinin ortasında oluşmuş. Gölün derinliği ortalama 1 mt. , genişliği 1 km. Göle boşalan bir dere yok, tamamen deniz suyu ve yağmurlarla oluşuyor.
Gölden çıkan siyah çamur bazı hastalıklara iyi geldiği düşünülerek turistler tarafından vücuda sürülüyor. Yapılan analizlerde, içerisinde bol miktarda kükürde rastlanmış olup çamur kürü tedavisi yapıldığında, romatizma, sedef, kireçlenme gibi hastalıklara iyi geldiği görülmüş.
Aydıncık’ta Tuz Gölü olarak adlandırılan lagün ve biyolojik üretim sağlayan ekosistem düzeniyle adanın en önemli sulak alanlarından biridir. Aralarında koruma altında bulunan flamingolar başta olmak üzere pelikan, yaban ördeği ve kaz gibi göçmen kuşlara da bahar aylarında ev sahipliği yapmaktadır.
Şiddetli rüzgarlar sonucunda yığılan kum seddinin deniz ve yağmur suyu ile dolması sonucu oluşan göl, yaz aylarında ise suyun buharlaşmasıyla geriye ince bir tabaka tuz bırakarak süper bir manzara oluşturur.
Laz Koyu
Laz Koyu, Gökçeada'nın güney kıyısında, ufak, şirin bir koy. Asfalt yoldan sola doğru tabela işareti bulunuyor. Toprak yoldan 300 metre ilerledikten sonra sizi şaşırtacak güzellikte bir koya ulaşıyorsunuz.
Koyda bir tesis bulunuyor. Burada şemsiye şezlong kiralayabilir, yemek yiyebilirsiniz. Aklınızda bulunsun, kuzey rüzgarı ne kadar kuvvetli olursa olsun Laz Koyu'nu etkilemiyor, deniz yine süt liman...
Dereköy
Tarihi Çamaşırhane, Kilise ve Köy Sokakları
Dereköy adanın en batı kısmında yer alan bir Rum Köyü. Stratejik konumu ve Pirgos Limanı sayesinde, geçmişte diğer köylere göre ekonomik ve sosyal açıdan daha fazla gelişim göstermiş. Zamanında 1950 hane ile adanın hatta Türkiye'nin en büyük ve kalabalık köyüymüş şimdi hayalet bir kasaba gibi, yalnızca kahvehanesi açık. İçerisinde 22 kahve, 2 sinema, çok sayıda berber, bakkal, terzi gibi dükkanlar ve 3 zeytinyağı imalathanesi bulunurmuş.
Şimdi ise köyün iki kilisesiyle, çamaşırhanesi ve yeni okulu ayakta duruyor.
Günümüzde yaz-kış köyde 140-150 hanede yaşam sürmekte. Nüfusun yarısını Rumlar yarısını güneydoğu'dan yerleşen Türkler oluşturmakta.
Köyde ibadete açık iki kilise bulunuyor. Köyün girişindeki Hagia Marina Kilisesi ve çarşıdaki Koimesis Tis Theotokos Kilisesi. İkisi de 1800’lü yılların başında inşa edilmiş. Yakın zaman önce köyün papazı ölünce yenisi tayin edilmemiş. Pazar günleri ibadeti merkezden gelen papaz yönetiyor.
Tarihi Çamaşırhane
Adadaki sosyal hayatı yansıtan bir diğer yapı grubudur. Anadolu’da “yunak” olarak da adlandırılan çamaşırhaneler, kadınların belirli günlerde toplanıp çamaşır yıkadıkları ve sonrasında kapılarını kapatarak yıkandıkları yapılardır.
Ada’daki hemen her köyde birden çok çamaşırhane bulunmaktadır. Bunlar bir cephesi açık veya kapalı dikdörtgen planlı basit yapılardır. Geleneksel yığma taş duvarla inşa edilen yapıların üzerleri kiremit kaplı kırma çatılarla örtülüdür. İçerisinde yer alan çeşmeler, kazanlarda suların ısıtıldığı ocaklar, çamaşır yıkama tekneleri, sekiler, malzemelerin konduğu nişler ve suların atıldığı açık kanallar bu yapıların temel unsurlarıdır.
Dereköy’deki Hagia Panaghia Kilisesi yanında yer alan çamaşırhane bunların anıtsal bir örneğini teşkil eder. Kilise ile aynı yıllarda inşa edildiği düşünülen yapı doğu-batı yönünde uzanan dikdörtgen planlıdır. Kapalı bir özellik gösteren çamaşırhanenin kısa cephelerinde birer kapı yer alır. Kuzey duvarında belirli aralıklarla yerleştirilen dokuz ocak bulunur. Kemerli ocakların hemen önünde çamaşır yıkama tekneleri yer alır. Suyun temin edildiği iki çeşme, güney duvarına yerleştirilmiştir.
Gizli Liman
Adanın en batı ucudur. Doğal olarak ülkemizin en batı coğrafi koordinatlarına sahip noktadır. Dalganın olmadığı, bakir uzun bir plaja sahip akvaryum gibi berrak denize sahiptir. İncecik kumdan oluşan kumsalı çam ağaçlarının önünde uzanan, cennet gibi bir koy. Koyda köylüler tarafından büfe, tuvalet ve duş hizmeti veriliyor.
Tepeköy
Agridia Kilisesi, Çınaraltı
Rum Köylerinden en yüksekte olanıdır. Eski ismi Agridia dır. Agridia Yunanca'da küçük tarlalar anlamına geliyor. Köy, volkanik Aya Dimitri tepesinin yamacına kurulmuş. Manzarası, tahmin edeceğiniz üzere çok etkileyicidir.
1964 senesinden önce 1200 olan köyün nüfusu şimdi sadece 60. Bir hayalet köyüne dönmüşken 15 sene önce uzun yıllar yaşadığı İstanbul'dan doğduğu köye dönen Barba Yorgo'nun girişimleriyle canlanmaya başlamış. Kendisi önce köy meydanında ufak bir Rum tavernasını işletmeye başlamış. Ürettiği ev şarapları Gökçeada'nın ismiyle anılır olmuş. Son yıllarda köylerine geri dönen Rumlar çoğalmış. Köy kahvesi artık sürekli dolu. Burada frappe içebilir, ünlü yunan tatlısı tatlı süt böreğinden yiyebilirsiniz. Köyde, 1832 tarihli Evangelismos Teotoku Kilisesi ve eski Rum mezarlığı gezilebilir. Zamanında köyde 2 zeytinyağı ve sabun imalathanesi, 9 dokuma atölyesi, 3 kaşar peyniri imalathanesi, 4 marangoz atölyesi bulunuyormuş.
Çınaraltı: Adada koruma altına alınmış 6 adet çınar ağacının en yaşlısının bulunduğu Tepeköy Çınaraltıdır. 625 yaşındaki çınar ağacı herkesi büyüleyecek güzelliktedir. keyifli bir piknik alanı. En sıcak günlerde bile bunaltmayan havası ile bu alan aynı zamanda tepede yer alan konumu sayesinde eşsiz bir manzaraya sahiptir. Ağacın dibinde tarihi bir çeşme bulunuyor.
Zeytinli
Greek - Orthodox Church, Madam’ın Yeri-Dibek Kahvesi-Sakız Muhallebesi,
Köy Meydanı, Köy Kahvesi, Kilise
Rum mimarisi taş evleri, birbirinden şirin kafeleri, her taraftan fışkıran rengarenk çiçeklerle adeta bir film platosunu andırıyor.
Yapısı hiç bozulmamış taş sokakları, eski Rum evleriyle merkeze yakın bir köydür. En önemli özelliği harika şarapların burada yapılmasıdır. Sakızlı muhallebisi ve Dibek kahvesiyle ünlü Zeytinli köyü diğer Rum köylerine göre daha bakımlıdır.
Zeytinliköy zamanında adanın en sosyal yerlerinden biriymiş. Şimdi de çok sayıdaki kafesi sebebiyle en sık ziyaret edilen köylerden. Yaz-kış sürekli yaşayan kişi sayısı 50-60 civarında. Adından da anlaşılacağı gibi etrafı çok sayıda zeytin ağacıyla çevrilidir. Adanın en eski kilisesi olan Agios Georgios Kilisesi bu köydedir.
Dünyadaki 300 milyon ortodoks Hiristiyanın ruhani lideri olan 1.Bartholomeos 1940 yılında Zeytinli'de doğmuş. 1991 yılında Patrik ilan edilen Bartholomeos, senede birkaç kez doğduğu evi ziyarete geliyor. Zeytinliköy'de kafeler dışında 3 butik otel ve 2 meyhane de bulunuyor.
Mina Cafe 0534 389 85 02
Gökçeada Merkez
Kilise, Tarihi Merkez Cami, Kent Müzesi, İş bankasının sokağı (trafiğe kapalı olan yer mutlaka gezilmeli-kokina)
Adanın tüm bankaları, mağazaları ve devlet binaları günümüzde ilçe merkezi olan Çınarlı’da (Panagia) yer alıyor. Merkezde Osmanlı döneminden kalma iki tarihi cami de var. Adadaki Rumların dini temsilcisi olan metropolit de buradaki konutunda oturuyor. Metropolithane olarak adlandırılan bu iki katlı binanın bitişiğinde İmroz’un katedrali olan Panagia Kilisesi yer alıyor. İlçe merkezindeki Yeni Mahalle’de (Evlampiyo) Hagia Barbara adında büyük bir kilise, çevrede de otuzdan fazla şapel bulunuyor.
Trafiğe kapalı tek sokak olan İş Bankası sokağı son yıllarda dükkanları, kafeleri ve restoranları ile canlandı. Ada merkezinin bu en sempatik sokağına uğramadan dönmeyin...
Merkezdeki eski hamam restore edilerek 2017 yılında Kent Müzesi olarak açıldı. Adayı yakından tanımak ve adalıların hikayelerini öğrenmek için mutlaka uğrayın. Müzenin bahçesindeki kafe, merkezin kalabalığından sıyrılacağınız bir vaha gibi, burada çok lezzetli ev yapımı limonata da içebilirsiniz.
Bademli
Bademli de kilisesi, çamaşırhanesi ve güzel evleriyle ünlü bir başka Rum köyü. Köyde şimdi çok az Rum yaşıyor, kahvehane dışında açık hiçbir dükkan kalmamış. Köyün altındaki ovaya Yeni Bademli köyü kurulmuş. Artık adanın en kalabalık köyü olan Yeni Bademli’de ev pansiyonculuğu yaygındır.
Bademli koruma altında olan 4 köyden biri. İsmini etrafını saran çok sayıda badem ağacından alıyor. Zamanında adanın en zengin köyü olarak, meyvecilik, süngercilik ve hayvancılıkla uğraşıyormuş köy halkı. Bu ufak köyde ara sokaklarda dolaşırken köy meydanını kendi kendine buluyor ayaklarınız. Burada sizi köyün eski kahvehanesi karşılıyor. Üzerinde 1903 tarihli bir güneş saati bulunuyor. Son yıllara kadar kullanılan saat, binanın yanındaki dut ağacının büyümesi ve güneşi engellemesiyle işlevini kaybetmiş. Meydanda Rum bir aile tarafından açılan bir kafe daha bulunuyor. Köyün imece usulüyle, kendi olanaklarıyla inşa ettiği ilkokul bir süredir otel olarak hizmet veriyor. Artık okula ihtiyaç duyan çocuklar yok köyde. Köyde anıt niteliğinde yaşlı bir çınar ağacı bulunuyor. Çınar ağacının yanında da yarı açık bir çamaşırhane yer alıyor.
Eski Bademli'de Gökhan'ın Bal Çiftliğine * Arıların şaşırtıcı dünyasıyla ilgili bir sürü ilginç şey öğrenecek, organik ve ödüllü balının tadına bakabileceksiniz.
Kaleköy
Mustafanın Kayfesi, Tarihi Kilise, Kale, Kaleköy Çarşı, Kaleköy Liman
Tepede kurulmuş, eski bir Rum köyüdür. Limanı var. Yunanistan’ın Semadirek adası en güzel buradan izlenir. Tepede her yere hakimsinizdir. Havaalanı da buradadır.
Eskiden adanın limanı Kaleköy’müş ve burası deniz kıyısındaki tek yerleşimiymiş. Köyün üstündeki tepede de bir kale kalıntısı var. Köyde birkaç kilise var.1974 yılında Rumların tümü köyü terk etmiş. Adadaki otel ve lokantaların çoğu Kaleköy’de.
Kaleköy eski ismiyle Kastro, antik dönemden kalma bir yerleşim yeri. Bir tepe üzerine kurulu olan köy, kentsel sit alanı ilan edilmiş. Mimari projeler önce anıtlar kurulunun onayından geçiyor ve sadece taştan binalar yapılabiliyor. Köyde yaşayan hiç Rum kalmamış. Sadece 20-30 sene önce Doğu Anadolu'dan göçmüş aileler ve son yıllarda yerleşmiş şehirliler yaşıyor.
Kalenin çevresinde antik yazıtlara, mermer mimari kalıntılara ve heykel parçalarına rastlanıyor. Ayrıca burada yaşayanlar su gereksinimlerini karşılamak üzere tepe üzerine Roksades isimli bir sarnıç yapmışlar. Bu vadinin önemi, dinsel törenlerin merkezi olması. Burada bir Hermes tapınağının kalıntılarından bazı parçalar ayaktadır. Kalenin civarındaki evlerin duvarlarında eski taşlar kullanılmış.
Ada zeytinyağından, yağmur suyundan, keçi sütünden yapılan İmroza Sabunları'ndan almak için Kaleköy'deki atölyelerine uğrayın. Hem böylece köyün en güzel manzaralı bahçesini de görmüş olacaksınız.
Mustafa'nın Kayfesi: (0286) 887 20 63 dibek kahve+sakızlı muhallebi
Gökçeada Ne Yapmadan Dönme?
Gökçeadanın Temiz Berrak ve Buz Gibi Denizine Girmeden Dönmeyin
Zeytinliköyün de Dibek Kahvesini İçmeden
Efibadem Kurabiyesini Tatmadan Hediyelik Almadan Dönmeyin. (Gökçeada merkezde meydan pastahanesinden) karadut dondurması tavsiyeli
Kefaloz Tuz Gölünde Çamur Banyosu Yapmadan
Gökçeada Koyunu Ve Keçisinin Tadına Bakmadan Dönmeyin.
Yukarı Kaleköyde gün batımı mutlaka izleyin
Rum Köylerini gezmeden
Ev yapımı Rum şarabı almadan
İmroza sabunlarından alınmadan, dönmeyin.
Ne Alınır?
Efibadem kurabiyesi
Ne Yenir?
Oğlak tandır, buharda oğlak, kuzu kapama gibi.
#gökçeada#imroz#kefaloz#tuzgölü#lazkoyu#dereköy#tarihi çamaçırhane#gizli liman#tepeköy#zeytinli#bademli#kaleköy#efibadem#berabergezsek
2 notes
·
View notes
Text
Mehdi mi yener Süpermen mi?
"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)
Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"
Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun), Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.
Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.
Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.
Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:
"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."
Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.
Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.
Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.
Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.
Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.
"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:
Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"
İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.
Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.
Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?
Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.
Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süpergücü o olacak.
4 notes
·
View notes