#Bediüzzaman
Explore tagged Tumblr posts
kur-an-ve-risalei-nur · 3 months ago
Text
Tumblr media
Allâh’a en güzel kul,
Muhâmmed Mustafâ ‘dır. (sav)🌹
Sen O’na ne kadar benziyorsan
Abdîyyet makâmından o kadar nasibin var demektir.”
47 notes · View notes
nurtohumlari · 3 months ago
Text
"Biz biriz ve bir elden çıkmışız, bir tek zâtın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu o yapar." (Şualar)
Tumblr media
17 notes · View notes
fanibirisi · 8 months ago
Text
Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. 🌾
27 notes · View notes
mehfem · 6 months ago
Text
"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim."
İman ve Küfür Müvazeneleri - 148
22 notes · View notes
belkidebirharfimben · 3 months ago
Text
Müslüman olmak "Ben hayvan kalmak istemiyorum!" demektir
Mürşidim, 13. Lem'a'nın 5. İşaret'inde, diyor ki: "Nefis şeytanı her vakit dinler." Şimdilerde neden böyle olduğu üzerine düşünüyorum arkadaşım. Sonra başka bir mübarekten okuduğum şu tesbit geliyor aklıma: "Allah, ruhu bedene yerleştirdiği zaman, durmak istemedi. Hüda da onu bedene nefisten âşık etti." Kendi nefsime baktığım zaman da bu hakikati görüyorum. İnsanın bekaya âşık yanları dünyaya razı olamıyor.
Onunla tatmin edilemiyor. Lakin yaşaması için de bedenli kalması lazım. Yani varlığımızın devamının baktığı iki veche var: 1) Sonsuza dair şeyler yaptığımızda ruhumuz tatmin oluyor. 2) Fani şeyler yaptığımızda nefsimiz tatmin oluyor. İmtihanın iki kanadı. Gerçekliğimizin ikili dünyası. İnsan komplike bir varlıktır. Cenab-ı Hakkın çok hikmetli oranlarla kardığı nice nice şeylerin teşekkülünden oluşuyoruz. Bunlar bizde varolmalarıyla gerçekliklerini de dünyamıza taşıyorlar. Nefis faniyatta tutunmamızı sağlıyor. Bedensel varlığımızın devamını kollamak için nefse muhtacız. Acıkmalıyız. Evet. Fakat insan sadece acıktığı için yemez. Bir de lezzet almalıyız. Bu lezzet bir habercidir özünde. O şeyin faniyatımızı korumak için gerekli olduğunu söyler. Arzî lezzetler arzî varlığımızın devamı için çakılan sinyallerdir. Semavî lezzetler semavî varlığımızın devamı için çakılan sinyallerdir. Bir Kur'an mushafına baktığında, birkaç satır okuduğunda, namaz kıldığında, oruç tuttuğunda, hatta en küçüğünden bir sadaka verirken hissettiğin tatminse sana bekanın şarkılarını terennüm ediyor. Onun mesajı daha da yücelere dair. Diyor ki yani: "Bu yaptığının da sonsuzda bir anlamı var. Sonsuzda bir anlamı olduğu için de şu ferahlığı gönlünde hissettin. Maşaallah sana."
'Lezzet-i ruhaniye' böyle teşhis edilir. Cebindeki bin lirayla baklava da alabilirsin. Yahut da muhtaç birinin ihtiyacını da giderebilirsin. Baklava alırsan lezzeti üç dilimde biter. Çünkü bedenîdir. Nefsîdir. Fanidir. Hatta, belki, o lezzet geçtikten sonra içine bir pişmanlık da belirir: "Nereden verdim o kadar parayı birkaç dilim baklavaya?" Fakat onunla hayır işlediğinde, ne zaman hatırına gelse, lezzeti aynı şekilde diri kalır. "O gün ben çok doğru birşey yaptım. Elhamdülillah. Beni bu hayra eriştiren Hüda'ya hamdolsun. Doğru bir yerde durdum. Arkadaşımın ihtiyacını giderdim. Bir fakirin himayesinde sarfettim. Bunlar benim bin lirama bir sonsuzluk verdi." Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe radyallahu anhüma annemize dediği gibi. Hani kesilen bir sığırın budundan başkasını hep dağıtmışlardı da, annemiz, Aleyhissalatuvesselam Efendimize demişti: "Bu buttan başka bize birşey kalmadı." Efendimizse şöyle cevap vermişti: "O halde bu buttan başka hepsi bize kalmış."
Evet, elhamdülillah, Aleyhissalatuvesselam bize ne güzel öğretti: Sonsuzda 'sonsuzca' tekrar dönecek olanlar ancak bize kalmıştır. Fanilikte tüketileceklerse bizim olamamıştır. Bizden geçmiştir belki. Bize uğramıştır. Ama bizim olmamıştır. Çünkü sonsuza kadar elimizde tutmadığımız herşeyde ancak emanetçiyiz. Allah'ın razı olmadığındaysa sonsuzluk umamayız. Zira sonsuzluk Onun razılığından ibarettir. Sonsuzluğu başkasına bağlı olmayan tek sonsuzluk Odur. Bizim ebediyetimiz de arızîdir. O bağışlar da olur. 'Ol' der de oldurur. Vicdan nefisten tam bu çizgide ayrılır. Vicdan sonsuzda neyin kârlı/zararlı olduğunu sezer. Lezzetini tanır. Haber verir. Ne zaman bir haramın müsaitliğiyle sınansa vicdan titrer: "Yapma, bu iyi değil, bize zarar verecek." Fakat aynı günaha karşı nefis inler: "Yapsana, hadi, bedenî varlığımıza birşey katılacak gibi hissediyorum." Hakikaten o günahın bedenimize katacağı birşeyler olabilir. Gıda haramken de gıdadır. Lakin bekamızdan götürdüğü yanında kattığı hiçbirşeydir. Nefis tam da bu eşikte haddini aşar. Bedensel varlığın devamı için 'araç' olması gerekirken, çünkü imtihanın devamı bedenî varlığımızın devamıyla da ilgilidir, o kendisinin kıstaslarını 'amaç' seviyesine yükseltir. Vicdanın ensesine çöker. Sesini duyurmaz olur. O kadar da güçlü gürler ki bir de! Akıl sesinden başka ses işitemez bazen. Ancak istediğini alıp susunca vicdan sızlamaya başlar.
'Nefsin şeytanı her vakit dinlemesi' hakikati de, işte, burada kendisini şerhediyor. 'Kısavadeli lezzetleri tanımak' için verilmiş donanımlarımızın yekünü olan nefis, asıl meselemiz olan, 'uzunvadede neyin faydamıza olduğunu bilmek' mevzuunu müşkülleştiriyor. Arza bakan yönümüz bizi faniyata doğru çekiyor. Geçicilikte boğuyor. Geçicilikte boğuldukça gerçekçilikten uzaklaşıyoruz. Lakin onun da kendince bir gerçeklik algısı var. Dünyadan başka dünyası olmayanlar için de sonsuzluk bir safsata gibi görünmeye başlıyor. Zira nefis sonsuzluğun dilinden anlamıyor. Onun kendisine ne kattığını, nasıl katacağını, neden 'olmazsa olmaz' olduğunu kavrayamıyor. Cihazatı bunun için verilmemiş. Bunda mazurdur. Lakin onun mazur olduğu şeyde biz mazur değiliz. Zira biz nefsimizden ibaret değiliz. Aklımızın da, kalbimizin de, vicdanımızın da ve dahi türlü latifelerimizin de hakkını vermemiz gerek. Başımızı nefsimizden kaldırmamız gerek. Sonsuzluğa dair lezzetleri tanıyan yanlarımızın yekünüyse vicdanımızdır. Akıl dengeyi korumakla görevlidir. Zira sonsuzluğa bakılıp faniyat da büsbütün boşverilemez. Bedenin de hizmetlerinin çekilmesi lazımdır. Eğer bu hizmetler layıkınca görülmezse insaniyetin bütünlüğü ıskalanır. Âdemiyet tamam olmaz.
Şeytan çelişkilerimizin farkında. Birbirinden farklı gerçekliklerle inşa edildiğimizi görüyor. Nefsimizin gerçekliğiyle vicdanımızınkinin uymadığını biliyor. Aklımızın gerçekliğiyle duygularımızınkinin başka olabileceğini seziyor. Öfkelendiriyor bizi mesela. Neden? Çünkü öfkelendiğimizde aklın gerçekliğinden uzaklaşıyoruz. Şehvetimizden yemliyor bizi. Oradan yemlendiğimizde makuliyetten kopacağımızı seziyor çünkü. Buna karşı bizim de cihazatımız var. 'Euzü' sırrı da buna bakar biraz. Biz de Allah'a, bekaya, İslam'a dair beslemeler yaptığımızda direnmenin yollarına koyuluyoruz. Tıpkı Mevlana Celaleddin Hazretlerinin iki kurt meselinde olduğu gibi: "Biri siyah diğeri beyaz iki kurdun var. Boğuşsalar hangisi yener? el-Cevap: Hangisini daha iyi beslersen o." Bizim imtihanımızın da özü-özeti bu. Hangisini daha iyi besliyoruz? 
Allah dostları bize ruhumuzu-kalbimizi beslemenin yollarını öğrettiler. Başta Kur'an ve sünnet zaten bu beslemenin yollarına en hakiki mürşidler idi. Fakat şeytanla arkadaşları da arza bakan yanlarımızı besliyorlar. Yemliyorlar. İstiyorlar ki tamamen hayvan olalım. Ama, hayır, Allah bize hayvanî bir yan vermekle birlikte hayvan kalmamızı istemiyor. Derviş Yunus Hazretleri o yüzden böyle diyor: "Yunus öldü deyu sela verirler. Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez." Hayvanlığına yatırım yapanların hayvanlığı da ellerinde kalmayacak. Bu yatırım boş yatırımdır. Övündükleri herşey onlarla birlikte, belki onlardan da önce, toprak olacaktır. Husulü anında uçacaktır. Suyun üzerine bina kurulmaz. O yüzden mürşidimin duasında ciğerimden bir ses buluyorum: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize g��sterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme..." Mahvettirme Allahım. Mahvettirme. Sonsuzluğa uyanık yaratılanlar için şu fanilik büsbütün çöldür. Her detayı rüzgârla savrulan toz zerresidir. Bu tozlarda bizi mahvettirme. Âmin.
13 notes · View notes
cevhernur · 3 months ago
Text
Okuyunca her fikrim sakinleşiyor. Dünya daha farklı görünmeye, hadiseler daha şirin gelmeye başlıyor. Cinler, melekler, latif varlıklar yoldaşım, ilham yardımcım, en güzel hayaller kıyafetim oluyor.
7 notes · View notes
ilmiyyat1453 · 1 year ago
Text
Tumblr media
Piyango haramdır!
"Dünya için din feda olunmaz."
Bedîüzzaman Said Nursî
37 notes · View notes
kevkebus-subh · 2 years ago
Photo
Tumblr media
“Gururu Bırak... Aczini Anla...Malikini Tanı... Vazifeni Bil... Dünya’ya Ne İçin Geldiğini Öğren...”
79 notes · View notes
thesemaa · 6 months ago
Text
Bismillahirrahmanirrahim
Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtarnâmedir
Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler.
Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler.
Ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, onlara dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulümâtlar, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına veriyor. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size—başka gençlere söylediğim gibi—bir temsil ile beyan ediyorum.
Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam ilâmını al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlarla altını kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi.
Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor.
Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz, siz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız.
İşte, bakınız, bu darağacını da, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya gidiyor ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıkıyorlar. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar, milyarlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar, haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphe getirmez, götürür gibi, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.
İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle o fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya 1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat ve ehl-i tahkik müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar 2 belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.” sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin. (Kastamonu Lahikası, 110. Mektup)
-Bediüzzaman Said Nursi
📣 Wake up !!
5 notes · View notes
ismetgurbuz · 14 days ago
Text
Tumblr media
''Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.'' Barla Lahikası
2 notes · View notes
sebperest · 10 months ago
Text
youtube
Evet, Risale Okumaları'na devam ediyoruz, 15. Söz'ün 5. Basamak'ına çıktık bugün. "Bediüzzaman'ın Meteor Risalesi diye eseri mi var?" bölüm başlığımız. Tevfik Hüda'dan. Hamd da yalnızca Ona.
7 notes · View notes
kur-an-ve-risalei-nur · 5 months ago
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Kader; düz bir yolda ilerlerken yolun ikiye ayrıldığı, yön seçiminin yapıldığı en keskin kavşaktır.
Hayatın tam bu noktasında, hangi yola saparsak başımıza neler geleceğini biliriz.
Bize verilen bu bilgiyle, seçim tamamen bizim irademize kalmıştır.
Zamanın ve mekânın ötesindeki sanatçı O Zât, yani kaderi şekillendiren güç, bu yolun her detayını bilir. Çünkü onun bulunduğu yerde zamanın ve mekânın sınırları yoktur.
Peki, biz ne yapıyoruz?
Birçoğumuz kaderi, önceden yazılmış bir hikâye olarak kabul ediyoruz. Dünyaya adım attığımızda, sanki önceden yazılmış bu senaryoyu oynamaktan başka çaremiz yokmuş gibi yaşıyoruz. Tıpkı iplerle oynatılan bir kukla gibi…
Elbette bu düşünce, sorumluluk yükünden kaçmanın en kolay yoludur. Çünkü her başarısızlığı veya hayattaki sıkıntıları "kaderin bir oyunu" olarak görmek, zihinlerimizde bir alışkanlık hâline gelmiş.
Ama gerçekten yazılanı mı oynuyoruz?
Tabii ki hayır!
İrademiz dışında olan birkaç şey var: doğum zamanımız, doğacağımız yer, ailemiz, ölüm zamanımız ve öleceğimiz yer. Bunlar dışında, hayatımızdaki her şeye özgür irademizle karar veriyoruz. Yaptığımız her seçim, hayatımızın yönünü belirliyor. "Kader kurbanı", "Kader mahkûmu", "Kaderde ne varsa" gibi ifadeler, sorumluluktan kaçanların zihnine kazınmış. Oysa bu cümleler,
kişisel gelişimden kaçınan, kendini keşfetme yoluna adım atamamış insanların kaçış yollarıdır.
Kaderi bahane etmek, kendi potansiyelimizden kaçmaktır. Bu, zihinsel tembelliktir ve kişisel gelişimimizin önündeki en büyük engeldir.
Oysa her şey bizim elimizde.
Yeter ki inanalım ve çaba gösterelim. Hayatın en iyilerini yaşayanların hikâyeleri, mücadele ve çalışmanın sonuçlarıdır.
Oturup birilerinin suçlanmasını bekleyenler ise hep şikâyet eder. Fakat bu, bir çözüm değil! Çünkü tek bir ömrümüz var; ya onu hakkıyla, bilinçli, bilgili ve dolu dolu yaşayacağız, ya da mutsuz, huzursuz ve pişmanlıklarla dolu bir hayat süreceğiz.
Şu an tam bir yol ayrımındayız. Kader, bize hangi yola girersek nelerle karşılaşacağımızı zaten söylüyor. Karar bizim!
Hayatının seyrini değiştirmek ya da alışkanlıklarımıza sıkı sıkıya tutunmak, tamamen bizim elimizde.
Sorumluluktan kaçmak mı yoksa hayatını yeniden inşa etmek mi?
____________°🌺💞🌸°______________
🎀
56 notes · View notes
nurtohumlari · 3 months ago
Text
Bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânname hükmündedirler. (Asa-yı Musa)
9 notes · View notes
nourwind · 5 months ago
Text
Tumblr media
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”
4 notes · View notes
mehfem · 11 months ago
Text
Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim." 🌿
İman ve Küfür Müvazeneleri - 92
35 notes · View notes
belkidebirharfimben · 8 days ago
Text
İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur
Susan Sontag'ın "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var..." cümlesi varoluşumuzdaki rahmeti kavramakta pek mühim. Evet, biz, Cenab-ı Hakkın 'uluhiyetini' ancak payımıza düşen 'rububiyetler' miktarınca sezebiliyoruz. Çünkü fazlasını kaldıramayız. Ellerimiz küçük. Tecelliyse sonsuz. Böyle küçümen testiye okyanuslar sığmaz. Zamanın başından sonuna olup-olacak herşey bir anda olsaydı, bırakın anlamayı, dayanamazdık. Mekanlara dağıtılmış tüm olmaklar toplanıp tek bizde vuku bulsaydı, bırakın yaşamayı, taşıyamazdık. Zaten kendi başımıza gelenlere zar-zor, bin nazla, katlanabiliyoruz. İnceliklerini farkediyor-farkedemiyoruz. Hal böyleyken varoluşun küllî yükünü tekimiz asla omuzlayamazdı. O Rahman u Rahim, Furkan'ında, 'hiçkimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemeyeceğini' buyuruyor. İşte, biraz da bu nedenle imtihan, fertler-anlar ile değil, türler-zamanlar-mekanlar ile yaşanıyor. Türler, zamanlar, mekanlar sayısınca Ona hamdlar olsun.
Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...
İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:
"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."
İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.
Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın. 
Hayatına giren hiçbirşeyi küçük görme bu yüzden. Aynen. O, âlemi kuşatan bir sırrın şahitliğine düşen kısmıdır, sende dürülmüş şeklidir. Bir yıldızın doğuşunu göremeyebilirsin. Fakat bir çiçeğin açışına her bahar şahitsin. Payına o kadarı düşüyor. Şükür. Yahut yeni bir evrenin yaratılışına şahit olamasan da kafanda bir yazı/öykü konusunun oluşturulduğunu hissedebiliyorsun. Sana bu kadarı bağışlanıyor. Şükür. Kur'an'ın kemalini anlamak için de büyüklerimiz öyle bakmışlar işte. Zâhirde ne kadar küçük hâdiselerden bahsediyor olursa olsun, onları, âlemleri kuşatan 'kanunların ucu' mesabesinde görmüşler. Varlığı saran düsturların idrakine yol yapmışlar. Tıpkı, 20. Söz'de, kıssa-i Kur'aniye hakkında dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır." Yahut yine orada dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..."
2 notes · View notes