#yaratılış
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yalnızlık güçsüzlük veya başarısızlık değil! Yalnız Güçlü ve Başarılı İnsanlar yalnız kala bilir!
#shahinelected #insan #insanlık #psikoloji #kişiselgelişim #yaratıcı #güçlü #hayat #başarı
#shahinelected#insanlar#insanlik#insan#insanlık#insanlığımı yitirirken#hayata dair#hayattan alıntı#hayat#düşünce gücü#iş gücü#güçlükal#güçlü olmak#güçlü kadın#psikolog#psikoloji#kişisel gelişim#kişisel zırva#kişisel blog#kişisel bilgi#yaratıcılık#yaratılış#yaratıcı#başarı#başarılar#başarılı#sessiz ve yalnız#yalnızlık#ruhun yalnızlığı#yalnizlik
4 notes
·
View notes
Text
Ben, otopsi masamın soğuk, donuk ışıkları altında, ölümün sessiz şikayetini dinlerken, varoluşun en derin çukurunda kaybolmuş bir yolcuyum. Her kesiğin ardında, yaşamın kırılganlığı, ölümün kaçınılmazlığı ve hiçe sayılmış umutların, birbirine karışan yankıları vardır. Bu soğuk masada bedenleri değil, insanlığın özünü inceliyorum; her bir doku parçası, varlığın salt bir görüntüsünden çok daha fazlasını anlatır. Geçti��imiz günlerde, solmuş bir tenin üzerinde kestiğim bir parça, bana “Tanrı varsa, belki de acıyı dahi tasarlamıştır” diye fısıldadı. Ben, ölümün bu gizemli mekanizmasını anlamaya çalışırken, kendimi insanın en eski ve en temel hikayelerinin arasında buldum. İnsan, varlık ve hiçlik arasında gidip gelirken, ölüm belki de sonsuza dek sürmediğini, aksine her sonun ardında yeni bir başlangıcın izlerini taşıdığını söylüyordu. Otopsi masamda, bedenlerin yıpranmışlığında, çürüyen hücrelerin ve solgun damarların ardında, bir melankolinin izlerini arıyorum. Bu izler, yalnızca ölümün resmiyeti değil; aynı zamanda hayatın acımasız ama bir o kadar da şiirsel yanıdır. Her bir kesik, her bir çizik bana varoluşun ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatır. Ve ben, bu hikayelerin sessiz şahitiyim; gerçekleri delmemi sağlayan, keskin ve soğuk bir neşterle, hem bedenlerin hem de ruhların sırrını arıyorum. Bu arayışım sırasında, geçmişe dair efsanevi bir anı aklıma düştü: “Seni kaburgamdan bildim.” Bir zamanlar, insanoğlunun yaratılış öyküsünde, Adem’in, belki de yavaş, belki geç varoluşa ayak uydururken, Havva’nın kaburgalarını saydığı rivayeti vardı. Bu eski söz, şimdi benim için farklı bir anlam taşır. Çünkü ben de, her bir bedenin, her bir yaşamın derinliklerine inerken, tıpkı Adem’in kaburgaları sayması gibi, varlığın gizemli detaylarını tek tek inceliyorum. Belki de bu, insanın Tanrı’ya, evrene ve kendi içindeki karanlığa dair ilk ve en temel bakışıdır. İşte bu nedenle, otopsi yapmak, beni öteki bir âleme davet eder. Burada ölüm, sadece son; aynı zamanda yeni bir bilmece, varoluşun yeniden yazılan bir şiiridir. Ben, ölümün, hayatın, felsefenin ve melankolinin bu keskin arası geçiş noktasında dururken, her bir bedenin ardında Tanrı’nın bir parçasını ararım. Belki de Tanrı, insanın kendi içsel otopsisinde, kendisini yeniden keşfetmesinde gizlidir. Kendi kaburgamdan bildim seni; çünkü sen, özünde kırılgan ama bir o kadar da kudretli bir varoluşsun. Benim için otopsi, sadece biyolojik bir eylem değil, varoluşun derin analizidir. Bedenlerde saklı kalan hikâyeler, her kesiğin ardında bir bilmece bırakır. Ve ben, bu bilmecelerin izini sürerken, aynı zamanda kendi içimde de bir yolculuğa çıkarım. Her parça, her kesik, yalnızca ölümün değil, aynı zamanda yaşamın da içine karışmış bir umuttur. Belki Adem, eve geç geldiğinde Havva’nın kaburgalarını saydı; belki de bu sayım, insanın yalnızlığını, eksikliğini, ama aynı zamanda tamamlanış arzusunu simgeliyordu. Ben de, bedenlerin sessiz çağrısında, varoluşun şiirsel yanını ve ölümün kaçınılmazlığına rağmen yaşamın sürekliliğini görmeye çalışıyorum. Çünkü her son, yeni bir başlangıcın habercisidir; her kesik, ardında toparlanamayan acıların, ama aynı zamanda umut dolu yaraların izlerini taşır. Gözlerimi kapattığımda, bu soğuk masanın ve titreyen ışıkların arasında, derin bir sessizlikte, derim ki:
Ölüm, hayatın en keskin şiiridir; her gerçek, bir kesikle başlar.




Adem eve geç geldiğinde Havva ne yaptı? Onun kaburgalarını saydı…
5 notes
·
View notes
Text
İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur
Susan Sontag'ın "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var..." cümlesi varoluşumuzdaki rahmeti kavramakta pek mühim. Evet, biz, Cenab-ı Hakkın 'uluhiyetini' ancak payımıza düşen 'rububiyetler' miktarınca sezebiliyoruz. Çünkü fazlasını kaldıramayız. Ellerimiz küçük. Tecelliyse sonsuz. Böyle küçümen testiye okyanuslar sığmaz. Zamanın başından sonuna olup-olacak herşey bir anda olsaydı, bırakın anlamayı, dayanamazdık. Mekanlara dağıtılmış tüm olmaklar toplanıp tek bizde vuku bulsaydı, bırakın yaşamayı, taşıyamazdık. Zaten kendi başımıza gelenlere zar-zor, bin nazla, katlanabiliyoruz. İnceliklerini farkediyor-farkedemiyoruz. Hal böyleyken varoluşun küllî yükünü tekimiz asla omuzlayamazdı. O Rahman u Rahim, Furkan'ında, 'hiçkimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemeyeceğini' buyuruyor. İşte, biraz da bu nedenle imtihan, fertler-anlar ile değil, türler-zamanlar-mekanlar ile yaşanıyor. Türler, zamanlar, mekanlar sayısınca Ona hamdlar olsun.
Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...
İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:
"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."
İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.
Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın.
Hayatına giren hiçbirşeyi küçük görme bu yüzden. Aynen. O, âlemi kuşatan bir sırrın şahitliğine düşen kısmıdır, sende dürülmüş şeklidir. Bir yıldızın doğuşunu göremeyebilirsin. Fakat bir çiçeğin açışına her bahar şahitsin. Payına o kadarı düşüyor. Şükür. Yahut yeni bir evrenin yaratılışına şahit olamasan da kafanda bir yazı/öykü konusunun oluşturulduğunu hissedebiliyorsun. Sana bu kadarı bağışlanıyor. Şükür. Kur'an'ın kemalini anlamak için de büyüklerimiz öyle bakmışlar işte. Zâhirde ne kadar küçük hâdiselerden bahsediyor olursa olsun, onları, âlemleri kuşatan 'kanunların ucu' mesabesinde görmüşler. Varlığı saran düsturların idrakine yol yapmışlar. Tıpkı, 20. Söz'de, kıssa-i Kur'aniye hakkında dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır." Yahut yine orada dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..."
#kainat#anlamak#insan#yaratılış#kanun#sır#ayna#yansıma#kemal#bediüzzaman#said nursi#risale-i nur#susan sontag
2 notes
·
View notes
Text
Bir Ayet:
İnsanı biz yarattık ve elbette içinden geçenleri biliriz; sağında solunda oturmuş iki alıcı (yaptığını) alıp kaydederken biz ona şah damarından daha yakınız.
(Kâf, 50/16-17)
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
2 notes
·
View notes
Text

Ölüm mü daha çok şaşırtır sizi yoksa doğum mu? Duyar duymaz beni afallattı bu soru. Gerçekten en ilginç olan hangisiydi? Kulağımı tırmalayandan başlayalım üzerine düşünmeye. “Ölüm”. Var oluşun bir parçası. Her canlının bir gün yaşayacağı gerçek . Ölüm gerçekleştiğinde bedenin dünyada bir eşya gibi kalakalması çok tuhaf. Can yok, ruh yok, hareket yok. Ölen kişi kim olursa olsun en fazla 72 saat sonra çürümeye başlayıp kötü kokacağı için, istenilmeyen bir an önce dünyadan yok edilmeye çalışılan bir eşya. Demek ki can olmayınca bedenin dünyada yeri yok.
Şimdi gel gelelim duyduğumda ağzımı kulaklarıma vardıran kelimeye. “Doğum” tam anlamıyla bir mucize. Bu mucizeye bir anne olarak olabilecek en yakın şekilde şahit olmak hayattaki en güzel şansım. Kadın bedeninin hacmi, gücü, dayanıklılığı, bilgeliği, işlevselliği, adaptasyonu ve toparlanması hayret ve gurur verici. Her şeyden daha çok size ihtiyacı olan bir canlıya uzun bir süre duygularınız, yediğiniz, içtiğiniz, dinlediğiniz, izlediğiniz, okuduğunuz, yaptığınız, canınız, kanınız her şey ile yaşam alanı olduğunuzu idrak ettiğinizde yavaş yavaş yükleniyor annelik. Zor ve sancılı bir yolculuğun ardından gelen vuslat sonucunda ilk nefes, ilk ağlayış, ilk bakış, ilk besleme ve ilk ten teması arayışı ile taçlanıyor. Velhasıl doğumun en can alıcı ve şaşırtıcı tarafı bence kadının anne olmayı, bebeğin ise o minik hali ve acizliğine rağmen ne yapması gerektiğini zihin ötesi sezgisel bir yerden çok iyi bilmesi. Hayal ettiği gibi bir doğum süreci yaşamış bir kadın olarak bu konuda tavsiyem zihni mümkün mertebe susturup, bedenine ve bebeğine sezgisel bir yerden güvenmek. Onlar ne yapacaklarını bizim anlamlandıramadığımız bir şekilde iyi biliyorlar.
Bu bakış açısıyla bakıp yarıştırdığım tuhaflık müsabakasında aralarında seçim yapamıyorum. Çocukken kendini bilmez yetişkinlerin sorduğu “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” sorusu karşısındaki zihinsel ve duygusal çıkmazda buluyorum kendimi. Bence ikisi de berabere.
#hayat#ölüm#ölümle yaşam arasında#doğum#yaratılış#gizem#bilinmeyen#yaşamdöngüsününbaşıvesonu#yaşam#insan#Spotify#blog#blogger
4 notes
·
View notes
Text
youtube
Şu an bunu izliyorum ve bu izlediğim video şu an yaşadıklarımızı o kadar güzel anlatıyor ki, ne alaka deyip geçmesin kimse, lütfen herkes izlesin ve paylaşsın, herkes gerçekleri görsün anlasın... 🙏
0 notes
Text
Ne mükemmel yaratılış. Ya Hâlık ya Allah (c.c)
1 note
·
View note
Text
Milyarlarca insanın içinde bir eksiklik, anlamlar kuşatmışken her yanı, bir idraksizlik...
1 note
·
View note
Text

''Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O'nun ayetlerindendir. Bilenler için bunda işaretler vardır.''
Rum Suresi 22. Ayet.
1 note
·
View note
Text
Bilmeniz gereken bazı Spiritüel Gerçekler!
#shahinelected #spiritüel #spiritüeldanışmanlık #spiritüeldanışman #ruh #ruhsağlığı #enerji #insan #astral
#shahinelected#insan#insanlar#insanlık#ruhsal#ruh halim#ruh sağlığı#ruhun yalnızlığı#ruhum yoruldu#ruh#enerji#astral#Spiritüel#cinler#cin#metafizik#psikoloji#uzman psikolog#pozitif#negatif#pozitiv#yaratılış#yaratıcı#allah#türk#türkçe#blogcu#blog yazarı#dünya#hayat
3 notes
·
View notes
Text
küçük resimdeki insanoğlu
Sene 2023.
İnsanoğlu (homo sapiens) yaklaşık olarak 300 bin yıla yakındır varlığını sürdürmekte.
Üç yüz bin yıl.
Tekrar edelim.
ÜÇ YÜZ BİN YIL.
Üç yüz bin, yıl.
Bunun pek az dönemi ortalama olarak avlanmak, barınmak ve üremek ile geçerken varlığının ilk anından bu yana yaptığı tek şey hayatta kalmak; hayatta kalabilme dürtüsünü sürdürmek. Hayatta kalabilmek için ne gerekiyorsa yapmak.
Üç yüz bin yıl tanrılar katında ne ifade ediyor ya da zaman aralığı olarak neye tekabül ediyor bilemiyorum. Belki birkaç gün, belki birkaç saat, belki bir kaç hafta... Ama konu bu değil. Konu şu, aslında hiçbir şey değişmiyor. Değişimin kaçınılmaz olduğunu, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu vurgulayan Herakleitos'a sanırım ilk defa karşı geleceğim. Tam olarak karşı gelmek de denmez pek tabii, bu savını desteklemediğimi söylemem daha doğru olacak.
Zira, her şeyin değiştiğini zannetsek de, hiçbir şeyin özünde değişmediğini rahatlıkla görebiliriz. Değişmek kat'i surette gelişmekle karıştırılmamalıdır. Bunu şuna benzetelim; tanıdığınız birisi, arkadaşınız ya da ailenizden biri olsun, her zamanki stili dışında farklı bir stil ile karşınıza çıksa, bu onun değiştiği anlamına mı gelir? Yoksa bu onun dış görünüşünde farklı bir stil sergilediği anlamına mı gelir?
Değişim kelimesinin sarsıcı bir etki yaratması için onun kişi/varlık/nesne özünde de bazı değişimlerin olması gerektiği anlamını taşıması gereklidir gibi geliyor.
Bir binanın dış cephe boyasını değiştirebilirsiniz, bir albümün albüm kapağını da değiştirebilirsiniz, cep telefonlarına yeni modeller ekleyebilirsiniz, elbette bunlar değişecektir. Ama sundukları asıl amaç yüksek oranla değişim göstermez, içeriği aynı kalır.
Bu vesile ile değişmeyen tek şey değişimin ta kendisi değil, varlığın özü olacaktır. Varlığın yapı taşı, varlıktan kasıt sadece insan değil, bir fikrin, bir oluşun yapı taşı, bir eserin yapı taşı, kanaatimce değişkenlik göstermemekte.
Bu fikrin en büyük örneğini de insanoğlu kanıtlamakta. İnsanın değiştiğini söyleyebilen var mıdır? İnsanoğlu evrim sürecinden bu yana değişti mi? Yukarda örneklendirdiğim gibi dış görünüşünden bahsetmiyorum. Evrim sürecinden bu yana yapı taşında bir değişiklik oldu mu?
İnsanı insan yapan özelliklerinde bir değişiklik oldu mu?
Hâlâ karnını doyurmak için çalışıyor.
Hâlâ barınmak için bir yere ihtiyacı var.
Hâlâ üremek için uğraşıyor.
Hâlâ ele geçirme dürtüsü var.
Hâlâ istediğini elde etmek için tüm kötülükleri yapabilecek bir zihne sahip.
Hâlâ işgalci. Hâlâ aç. Hâlâ şeytanın oyunlarına düşüyor. Hâlâ bencil. Hâlâ vahşi. Hâlâ narsist. Hâlâ ve hâlâ tanrılara karşı gelmekten çekinmiyor.
Elbette ufak tefek istisnalar var. İnsanoğlunun gerçek yapı taşı olan kötü elementlerinden arınmış, iyiliğin özünü temsil eden bazı nadide örnekler var. Onlar da tekamül yolunda burada ya bazı dersler vermek ya da almak için varlar muhtemelen.
Ama insanın geneli, ÜÇ YÜZ BİN YILDAN bu yana hâlâ aynı tetikleyici hisler ile yaşamını devam ettiriyor.
Ve elbette aynı insan, uzaya da çıktığında, gezegenleri de keşfettiğinde, galaksiler arası yolculuk da yaptığında, hep aynı şeyi yapıyor olacak. Ki umarım, bu gezegenden başka gidecek hiçbir yeri olmaz. Elon bunun için çok çalışsa da, tanrının da bunun için farklı planları olmalı.
Bu aciz realite bir yana tabii ki bu tüm evrenin geneline yayılmış bir mikrop da olabilir bu yapı taşının özü, bu yapı taşlarını benzer şekilde barındıran farklı eserler de vardır elbet. İnsan tanrıların ilk eseri olmamalı.
Yine de insanların hâlâ bugünkü savaş görüntülerine şaşırmaları, dinler arası savaşların hâlâ devam edebildiğine inanamayanların oluşu, ya da tam tersi gereğinden fazla inananların ve savunucularının da oluyor oluşu hiç de şaşırtıcı değil.
Savaşlar olacak, ne yaparsanız yapın, istediğiniz kadar demokrasiden bahsedin, medeniyetten, teknolojiden, dinden, dinsizlikten, savaşlar olacak, vahşet olacak, istila olacak, savaşlar sadece din savaşları olmayacak, toprak savaşları olmayacak, hayatta kalma savaşı olacak, bu gezegen üzerinde tek bir insan varlığı kalana kadar savaşlar olacak. Besin kaynakları savaşı, su savaşı, iklim savaşı, temiz hava/oksijen alan savaşı, teknoloji savaşı, enerji savaşı, cinsiyet savaşı. Ve daha nice savaşlar. Kimse insanlığın olgunluğa erişebileceğini, gerçek bir medeniyet kurabileceğini, kötülükten arınabileceğini hayal ediyor olmamalı.
AI ile teknolojinin insanlığın sonunu getireceği konuşuluyor, yapay zekadan ve robotlardan korkan insanlar var, çok komik.
İnsan, insandan başka hiçbir şeyden korkmamalı. Tanrılar bile insanı korkutmak için yeterli olmadı.
Bu yazıyı bugün Hamas'ın İsrail'i terör kuşatması altına alması ve sivilleri insanlık dışı şekilde katletmesi üzerine yazmak istedim. Konu İsrail, Filistin, Orta Doğu olduğunda, işte dünyanın asla değişmediğini, değişimin kaçınılmaz değil sadece göreceli ve sözde olduğunu böylelikle rahatlıkla kanıtlayabiliriz. Artık resme daha yukardan bakmalı. Çok daha yukardan. Tanrılar katından bakmalı, işte o zaman insanoğlu kendisini çok net tasvir eder.
Tanrı dinozorlardan sıkıldığı gibi bu istilacılardan da sıkılacaktır elbet. O zamana kadar sonsuzluğun içinde bolca ölüp dirilmeye devam.
#insanoğlu#insanlık#savaşlar#tarih#dünya#bıktım#tekrar#umut#kötülük#iyilik#yaratılış#yaratıcı#tanrılar#orta doğu#coğrafya#kader#tarihe not#homo sapiens#değişmek
0 notes
Text
Ateistler, Einstein'la Bediüzzaman'ın nasıl anlaşabildiğini de açıklasın!

Arkadaşım, birşeyin 'tesadüfen oluştuğunu' söylediğimizde, aslında ne demiş oluruz? Çok cevabı var. Bunlardan bir tanesi de şudur: "Bu şeyin sonralığının bilgisi öncesinde bulunmaz." Mesela: Avucumda on tane zar tuttuğumu düşünelim. Bir saniye. On tane zar avucuma sığmayabilir. Pek mâkul değil. O halde onları büyük bir bardağın içinde hayal edelim. Sallıyorum, sallıyorum, sallıyorum ve atıyorum. Sonuç ne gelir sence? Elbette imkan-ihtimal üzerinden matematiksel bir hesabı var. Lakin yine de ne geleceğini 'kesinlikle' bilemezsin. Belki on tanesi de 'altı' gelecektir ha? Belki de on tanesi de 'bir.'
İşte bu durum, zikredildiği türden, 'sonralığının bilgisinin öncesinde bulunmaması' halidir. Tesadüfen olmuş şeylerde sonralığın bilgisi öncesinde bulunmaz. Zira eylem bir bilgiye yaslanarak oluşmaz. Fakat failli işlerde bunun aksine bir düzen vardır. Failin 'ilim-irade-kudret üçlüsüyle' belirlediği kalıp, fiilin sonuçlarının da kestirilebilir olmasını sağlar. Hanenizdeki herhangi bir makineyi, örneğin çamaşır makinesini, çalıştırdığınızda sonuçta ortaya neyin çıkacağını kestirebilirsiniz. Zira makine faillidir. Sistem üzere çalışacak şekilde ayarlanmıştır. Üstelik onu çalıştıran siz de bir amaca, bir öncelik bilgisine, bir programa sahipsiniz. Böylece makinenizi açtığınızda içinde beklediğiniz sonucu bulursunuz. Evet. Çamaşır makinesinden dumanı üstünde börek çıkmaz. Tost makinesinden ütü yapması beklenmez. Fırınınızda gıdalarınızı soğutamazsınız.
İşte burada 'tesadüf' bize temel tutumlarından birisini fısıldamış oluyor. Diyor ki: "Eğer oluşların fail-i muhtarı ben olsaydım hiçbir eylem sonrasını haber veremezdi. Hiçbirşeyin yasası olmazdı. Çünkü ben, huyum kurusun, sonrasında ne olacağını söylemem. Söylemem, yani söyleyemem, zira kendim de bilmem. O yüzden adım 'tesadüf'tür. Onları bir 'biliş-irade' ile inşa etmediğim için ne olacağı meçhul kalır. Malum, aşktan önce kuvvetin gözü kördür, salt güç gelecek garantisi vermez."
Bediüzzaman Hazretleri de mevzuun bu yönüne dikkat çekmez mi sık sık. Nümune bırakalım: "Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim."
Buradan elbette müslümanların kadere iman etmesinin bir delili/gerekliliği de kendisini gösteriyor. Evet. Müslümanlar kadere iman ettiklerinde varoluşun da öncesinde (esasında öncesinde değil ezelinde, yani zamandan aşkın olarak, zamanın da ötesinde) bir bilginin varlığına iman etmiş oluyorlar. Varlığın bu bilginin zemini, kalıpları, takdirleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Tıpkı ayette kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Hakikaten de bilmeden yaratış nasıl mümkün olabilir? Sonrasında ne olacağını bilinmeyen bir öncelikte kaostan başka ne vardır? Fakat bizi burada şöyle birşey yanıltıyor. Nedir? Kendi 'dikkatsizlik' alanımızla 'mutlak tesadüfü' birbiriyle karıştırıyoruz. Bunu da biraz açmam gerekecek:
İnternetten alışveriş yaptığımızı hayallenelim. Bilgisayarınızın başına oturuyorsunuz. Google'dan bir aratma yaparak istediğiniz ürünü uygun fiyata buluyorsunuz. Hemen bir tıkta alışveriş sitesi önünüzde açılıyor. Tam bu esnada, farz-ı muhal, dikkatsiz bir 'tık'lama yaparak, yanlış bir ürünü sipariş ediyorsunuz. Şimdi diyebilirsiniz ki: "İşte benim eylemim de bir tesadüf sonucu oluştu. Fakat sonuç yine de düzenliydi. Yanlış da olsa evime kadar bir ürün gelmiş oldu. Yaratılış da böyle olamaz mı?"
Fakat burada ıskalanan birşey var. Sizin 'dikkatsizliğiniz' (veya 'lokal tesadüf alanınız' diyelim buna) kurulmuş bir düzen içinde gerçekleşti. Bilgisayarın sisteminden tutun ta internet ağına, ta alışveriş sitesine, ta kredi kartıyla alışveriş usûlüne kadar herşey zaten belirlenmişti. Ve bu süreçlerin hiçbir yerine tesadüfünüzün eli uzanmıyordu. Yani kısa boylu bir tesadüfünüz vardı. Ve sizin yaptığınız hata, yanlış, dikkatsizlik, lokal tesadüf dahi yine sistemin içinde kaldı. Yine düzenlilikten birisi seçildi.
Bu yönüyle tesadüfünüzün(!) kendisine yaratılış atfedilen 'mutlak tesadüf' gibi olmadığını bilmelisiniz. Ve, evet, bu açıdan bakınca kainat da tastamam bir düzenlilik içinde işliyor. Varlığın irademize bırakılan küçük alanının dışında bir 'inayet okyanusu' sürekli akıyor. Biz, ne kadar dikkatsizlik etsek de, çok küçük bir alanı etkileyebiliyoruz ve nihayetinde o eylem 'bizim için' yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor. Her şekilde varlıktaki nizamın içinde kalıyor. İşte bu nedenle halk-ı şer şer olmuyor, ancak kesb-i şer şer oluyor. Çünkü senin kesbin ancak o seçeneği 'sana' şer yapabilir. Halbuki halkedilmesi sistemin bir gereğidir. Fonksiyoneldir. Sen yanlışlıkla kazağı seçip hatalı bir alışveriş yaptın diye internette kazak satılmasına suç diyemezsin. Sen, ihtiyacın olmadığı halde yanlış bir ürün aldığın için boşuna para harcamış oldun, onu kendine şer yaptın. Mevzu bu kadardır.
O yüzden mürşidim İşaratü'l-İ'caz'ında der: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır..." Aynen öyle. Biz her ne yapsak bu nizamın içinde kalarak yapıyoruz. Bu nizamın dışına asla çıkamıyoruz. O yüzden elimizden çıkan 'tesadüfler' yalnız bize bakan yönleriyle 'tesadüf'ler. 'Göre'mizin dışında herşey muhteşem düzenin içinde akıp gidiyor. Allah'ın inayeti bir sürekli tercihlerimizin altında işliyor. Veba salgını başlayan Filistin'e gitmeme kararı üzerine, Ebu Ubeyde bin Cerrah radyallahu anhın, Hz. Ömer radyallahu anha sorduğu "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" sualine onun verdiği cevapta olduğu gibi: "Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum." Bin maşaalllah ona. Çünkü dışarısı yoktur.
Mutlak tesadüfse dışarısını imâ ediyor. Halbuki böyle bir dışarılıkta hiçbir fiil sonrasını garanti etmez. Başta denildiği gibi: Tesadüfün işlerinde sonralığın bilgisi öncelikte bulunmaz. Bilimde 'yasa' diye tabir ettiğimiz herşey aslında bir tür 'öncelik-sonralık bilgisi'dir. Bir yasayı keşfettiğimiz zaman, Allah'ın yaratışının, öncede sonralığın bilgisini nasıl yerleştirdiğini farketmiş oluruz. Ve şartları tekrarladığımızda aynı sonuçları alırız. Buna 'tesadüf' diyemeyiz, hâşâ, çünkü tesadüf olsaydı bu tür bir biliş mümkün olmazdı. Tıpkı zarları atmak kabilinden olurdu ki, belki biraz da bu yüzden Einstein, "Tanrı zar atmaz!" diyebilmiştir.
Yine aynı sebepten Bediüzzaman'ın 'Hafîziyet' tefekkürleri bana ayrıca manidar gelmiştir. Mesela Haşir Risalesi'ndeki şu kısım: "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor."
Acayip birşey değil mi? Nasıl heyecanlandırıcı! Herşeyin bilgisi hem evvelinde hem ahirinde. Bu 'hafıza' bir failin tasarrufunun 'parmak izi.' İlim izi. İrade izi. Hem öncesinde hem sonrasında. Kainatta hep göregeldiğimiz şey. Ama hiç bu gözle bakmamıştık doğrusu. Yaratıcı 'tesadüf' olsaydı bu bilgi hem öncede hem sonrada nasıl bulunacaktı? Halbuki tesadüfün işini hiçbir sonralığın garantisinin öncelikte bulunmamasıdır. Sonranın da öncesini asla garanti etmemesidir. Eğer arabamın direksiyonunu; değil şuursuz tabiatın, serseri tesadüfün, kör kuvvetin vs. ellerine; bir yaşındaki bebeğin iradesine bıraksam nereye gideceğimizi kestiremem. Hatta bir yere gidebileceğimiz de meçhuldür. Allah korusun, sonumuz herhalde ölümdür, yıkımdır, yokluktur. Fakat kainat hiç böyle işlemiyor. O yüzden işte iktibas yaptığım 10. Söz'ün 7. Hakikat'i şu cümleyle başlıyor: "Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir." Ben onu zaman boyutunda bir 'hıfz' olarak algılıyorum ama belki de o zaten er-Rakîbin her an yaratışta olduğunun delilidir. Bilgi her yerde var. Çünkü herşeyi bilen her zaman her işin içinde...
İşte bu yazılık da tefekkürümün bu kadar arkadaşım. Allah'tan hem senin hem kendim için 'inşirah' dilerim. Evet. Onu bilmek de yine Onun lütf u bağışıdır. Lütfetsin. Kerem etsin. Rahmet etsin. Kendisini bildirsin. Çünkü Onun bilgisi tüm hayırların başıdır. Zaten "Bismillah her hayrın başıdır." Herşeyin varoluşu ilmiyledir. Hakikatleri de yine ancak Esmaü'l-Hüsnasına bakar.
2 notes
·
View notes
Text
#enfeskanal 💖
Hazreti Âdem.. Beğenilerle, yorumlarla kanalıma destek olun. Kalıcı tâkip lütfen 🙏💖 https://youtu.be/ipBMXQ0gThw?feature=shared
youtube
#keşfet#trend#takip edilesi bloglar#subscribe#Hz adem#Adam#Genesis#yaratılış#Hikmetler#secret#gizem#Youtube kanalıma abone ol#Bilgi ambarı#Tâkip ambarı👑#Her telden#Enfes kanal#Youtube
1 note
·
View note
Text
Anthony Aveni – Yaratılış Öyküleriyle Dünya Mitolojisi (2023)
Babil, Yunan, İnuit, Maya, Hindu, Navajo, Polinezya, Afrika ve daha çok sayıda farklı yaratılış mitini konu alan bu kitap evreni açıklama girişimlerimizdeki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koyuyor. Antropoloji ve astronomi profesörü, ödüllü yazar Anthony Aveni dünyadaki çeşitli kültürlerin kökenlerimizi nasıl açıkladığını incelerken aynı zamanda doğal çevrenin bu anlatıları şekillendirmede…

View On WordPress
0 notes