#Komünist dr
Explore tagged Tumblr posts
drakifakca · 17 days ago
Video
youtube
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Hekim oluyor ama yenidoğan çetesini kuruyor. İyi hekim olmak için önce iyi insan olmayı öğretmemiz gerekiyor!
Çocuklarımız lise döneminde faşist oluyorlar. Üniversitede komünist, ateist oluyorlar. İş hayatında kapitalist oluyorlar. Emekli olunca Müslüman oluyorlar. Böyle bir nesil yetişiyor şu anda. Eğitim sistemimizin ürünü bu. Böyle bir nesil yetişiyor şu anda. Bu ciddi bir şey… 
Mesela Japonlar, çocuklara ilk 0-3 yaş 0-4 yaş arasında ahlaki insani değerler öğretiyorlar. Dürüst olmak, sözünde durmak gibi bunları insani değerler öğretiyorlar, ondan sonra bilgiler öğretmeye başlıyorlar.
Kapitalist sistem, zeki ve çalışkan ol yeter diyor. Hâlbuki zeki bir kimse iyi bir mühendis oluyor, fakat gidiyor sentetik esrar üretiyor mesela.
Yahut da bilgisayar mühendisi oluyor, gidiyor bilgisayar korsanlığı yapıyor, hackerlik yapıyor.
Hekim oluyor ama yenidoğan çetesini kuruyor. İyi insan olmayı öğretmemiz gerekiyor eğitim sistemimizde…”
https://youtube.com/shorts/PhS9z-jSQzw
0 notes
pazaryerigundem · 6 months ago
Text
Asya'da saflar netleşiyor!
https://pazaryerigundem.com/haber/179805/asyada-saflar-netlesiyor/
Asya'da saflar netleşiyor!
Tumblr media
Rusya lideri Vladimir Putin’in Kuzey Kore ziyareti ve askeri iş birliğinin açıklanması ile birlikte Asya’da gerilimin seviyesi korkutucu şekilde arttı. ABD ve müttefiklerinin oluşturduğu cepheye karşı Rusya,Çin ve Kuzey Kore üçlüsünün başını çektiği grup arasında tansiyon gittikçe yükseliyor!
Oğuzhan Osman BİLGİN/HERKES DUYSUN
BURSA (İGFA) – Rusya lideri Vladimir Putin‘in Kuzey Kore ile görüşmesi ve askeri iş birliğinin açıklanmasının ardından Batı’dan sert reaksiyon geldi. ABD’nin Asya’daki müttefikleri ile birlikte Rusya, Çin ve Kuzey Kore‘nin oluşturduğu cepheye karşı gösterdiği tepki, devam eden Ukrayna savaşı ve Orta Doğu’daki gerilim 3. Dünya Savaşı söylemine de zemin hazırladı. Rusya’nın dondurulmuş varlıklarının Ukrayna’ya aktarılmaya başlaması ile birlikte Batı ve Rusya ilişkisi onarılamayacak şekilde hasar aldı. Asya’da yükselen yeni güçleri ve Batı ile Rusya’nın ilişkisinin geldiği son noktayı Dış Politika Uzmanı Dr. Barış Adıbelli Herkes Duysun için analiz etti.
Tumblr media
“ASYA-PASİFİK’TE NET BİR BLOKLAŞMA VAR”
Asya-Pasifik’te net bir bloklaşma olduğunu ifade eden Dr. Barış Adıbelli, “Bir tarafta Rusya,Çin ve Kuzey Kore yer alıyor. Bu gruba kısmen Vietnam’ı da ekleyebiliriz. Bu gruba ek olarak Rusya, kısa süre önce Kamboçya ordusu ile askeri iş birliği anlaşması imzaladı. Kamboçya bir dönem komünist olan bir ülkeydi. Bu bölgede hala komünist olan bir ülke var. Bu ülke de Laos. Laos’la da bu anlaşmanın imzalanması bekleniyor. 
Rusya, Sovyetler döneminden Asya-Pasifik‘teki dost ve müttefikleri ile ilişkilerini yeniden geliştiriyor. Putin, Sovyetler dönemindeki askeri anlaşmaları yeniden canlandırma niyetinde. Putin ve Vietnam Cumhurbaşkanı yaptıkları ortak açıklamada anlaşma metninin kamuoyuna açıklanan kısmında ‘bloklara üye olmama’ taahhüdü verildiği ifade ettiler. Bu durum da Vietnam’ın ABD,Japonya, Filipinler ve Güney Kore’nin başını çektiği gruba katılmayacağını ifade ediyor. Ortak tarihsel geçmiş nedeniyle Vietnam’ın, Çin ve Rusya’ya karşı bir adım atmasını da beklememek gerekiyor.” şeklinde konuştu.
Tumblr media
RUSYA, ASYA-PASİFİK GÜVENLİĞİ İÇİN ÖN PLANA ÇIKACAK
ABD‘nin Asya’daki ülkeler nezdinden imajına baktığımızda çok farklı bir pozisyonda yer aldığını ifade eden Dr. Barış Adıbelli, “Vietnam halkı Napalm bombaları ile köylerin içerisinde yakılan insanları, yapılan tarifsiz işkenceleri unutmuş değil. Kuzey Kore’deki Batı ve ABD’ye bakışta çok farklı değil. Bugün Kuzey Kore diye bir devlet varsa bunun Rusya sayesinde olduğunu unutmayalım. 1948’de Kuzey Kore’yi kuran ve başına şimdiki lider Kim Jong-Un‘un dedesi Kim İl-sung‘u getiren Rusya’dır. 
Yaşanan bu gelişmeleri ve askeri anlaşmaları Putin’in Pekin ziyareti üzerinden yorumlamamız gerekir. Putin, mayıs ayında Çin’e yaptığı ziyarette ‘Asya-Pasifiğin güvenliğine sağlamada ben de varım.’ dedi. 2024 yılının Asya-Pasifik’te Kuzey Kore’nin yılı olacağını daha önce ifade etmiştim.
https://cgtnturk.com/2024-asya-pasifikte-kuzey-kore-yili-mi-olacak/
 Kuzey Kore ile bu gelişmelerin yaşanacağını alanı çalışan insanlar olarak bizler tahmin ediyorduk. Putin ayrıca olası ekonomik ve siyasi yaptırımların da etkisi olmayacağını net bir şekilde ifade etti. 
Tumblr media
ABD YAPTIRIMLARI CAYDIRICILIĞINI YİTİRDİ
ABD’nin tekelindeki uluslararası sistemin kendisi ya da müttefikleri aleyhinde çıkan kararların uygulanmamasının emsal oluşturduğunu ifade eden Adıbelli, “ABD, İsrail aleyhine çıkan kararlarının uygulanmasını sağlamadığı için farklı bir konuda ABD’nin istediği doğrultuda çıkan kararlara da karşınızda yer alan ülkeler uymayacaktır. Putin de doğal olarak alınacak yaptırım kararlarına bu konuyu emsal göstererek uymayacaklarını net bir şekilde ifade ediyor.” ifadelerine yer verdi.
Tumblr media
ASYA-PASİFİK’TE BASKI ALTINDA OLAN ÜLKELERİN ROTASI RUSYA VE ÇİN
ABD’nin yarattığı baskı ve tercihe zorlama politikasının net sonuçları olacağını ifade eden Barış Adıbelli, “Asya-Pasifik’te ABD baskısı altında ezilen ülkeler Rusya ve Çin ikilisine koşacak. Rusya ve Çin baskı altına alınmış devletlere yeni bir manevra sahası sunuyor.” dedi.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
tarikbinziyad · 3 years ago
Text
Çevrenizde bir yığın insan ve bir o kadar da fikir veya fikirsizlik var: Vurguncu, eyyamcı, kozmopolit, anarşist, sosyalist, komünist, epikürist, idealist, memleketçi, devrimci, bölgeci, ırkçı, ümmetçi vs. Siz, en son nefesi düşünerek; o anda "eyvah"larla, "keşke"lerle dövünmemeyi; bin kere, milyon kere ölmekten daha beter, kaskatı bir yeis içinde beyhude çırpınmamayı gaye edinerek kendinize bir yol seçiniz. Hakk'ın emrinde, insanlığın ve insanların hizmetinde; başınızda en yüksek ve en asil fikirler, kalbinizde en ılık, en tatlı, en müşfik duygular; bilgili, şuurlu ve vakur adımlarla ebediyete doğru ilerleyiniz. Sarsılmaz, eskimez bir ülkünüz bulunsun; yarınınız bugünden daima daha ileri ve yüksek olsun!
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Hocaefendi / İdeal Yol
70 notes · View notes
elestirikosesi · 5 years ago
Text
İnsanı seçenler kazanır parayı seçenler kaybeder.
Koronavirüs çıktı. Çin'le karşı bilindik karalama kampanyaları başladı. Neymiş, yarasa yiyorlarmış! Videolar ortaya atıldı. Oysa o video, 2016'da Endonezya Palu'da çekilmişti. Çin'de vahşi hayvan tüketimi, günlük yaşamın bir parçası değil. Güney kısımlarda ve özel günlerde tüketiliyor. Kaldı ki, vahşi hayvan tüketimi Avrupa dahil birçok ülkede yaygın. 2019 Küresel Gıda Güvenliği Raporu’na göre, gıda güvenliğinde Çin dünya çapında 71 puanla 35. sırada yer alıyor. Türkiye ise 41. sırada. Salgın hastalıkların sadece Doğu'da çıktığı da büyük bir yalan. İspanyol gribi, deli dana, domuz gribi, Mers salgını Batı'da çıkan salgınlar.
Bu kampanyadan sonra, insan hakları kampanyası başladı. Çin'in karantina uygulamasının insan haklarına aykırı olduğu yönünde propaganda yapılmaya başlandı. Bizde de Ertuğrul Özkök gibi liberaller bu işin bayrakçılığını yaptı. Peki sonra ne oldu? Ama önce başa dönelim.
Çin neler yaptı
Çin, 2003’te SARS salgınıyla mücadele etti. SARS salgınına karşı Çin yönetimi yeterince iyi değildi. Geçmiş tecrübelerinden ders çıkarmışlardı. Ocak başında virüs saptanır saptanmaz Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri ve Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping mücadelenin başına geçti. Önceliği salgının durdurulması olarak açıkladı. Devlet ve halk birlikteliği sağlandı.
Dünya tarihinde ilk kez 11 milyonluk bir şehri karantinaya aldılar. İşte Batı'nın insan haklarına aykırı bulduğu buydu. Atlantikçiler, şehir hapishanelerine benzettirler. Bazıları heveslendi. Komünizm bir kez daha çökecekti.
Oysa Çin yöntemlerini belirlemişti:
1. Bilim rehber kabul edilecekti.
2. Devletin bütün imkanları seferber edilecekti.
3. Başta 90 milyon ÇKP üyesi olmak üzere halkın bu mücadeleye aktif katılımı sağlanacaktı.
4. Merkezi bütçeden salgınla mücadele için 1.5 milyar dolar kaynak ayrıldı.
5. Başbakan Li Kejiang Wuhan’a gitti.
6. Eğitim, sağlık ve spordan sorumlu Çin Başbakan Yardımcısı Sun Chunlan başkanlığında bir komite kuruldu.
7. Başka bölgelerden 56.000 sağlık personeli Hubei eyaletine getirildi.
8. 10 günde 2600 yataklı iki hastane kuruldu.
9. On dört sahra hastanesi birden inşa edildi.
10. Yiyecek ve içecekler, kamu görevlileri eliyle vatandaşın evlerine bırakıldı. Yiyecek sıkıntısı yaşanmadı. Fiyatların fırlamasına izin verilmedi.
11. Hatalar affedilmedi. Hastalıkla mücadele sırasında hayatını kaybeden ÇKP üyesi Doktor Li Wenliang, Wuhan’da salgın başladığını saptayarak önlem alınması için yetkilileri uyarınca, halkı telaşa sürüklediği iddiasıyla gözaltına alınmıştı. ÇKP Merkez Komitesi yanlışa hızla müdahale etti, doktor serbest bırakıldı ve aklandı. Başkan Xi, bu yanlış tutuma yol veren Hubei Eyaleti Parti Sekreteri’ni ve Wuhan şehri Parti Sekreteri’ni derhal değiştirdi. Yerlerine ise Şanghay’ın Yerel Hükümet Başkanı Ying Yong  ve Shandong eyaletinin başkenti Jinan şehrinin Parti Sekreteri Wang Zhonglin atandı.
Bütün bu önlemler sonrası, Çin'de günlük hayat normale döndü. Hubei hariç 10 gün içinde tamamen bitirilmesi planlıyor. Çin şu an dünyadaki en güvenli ülkelerden biri bu konuda. Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü Başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, 10 Mart’ta Cenevre’deki basın toplantısında bunu itiraf etti: “Şu anda korona virüs salgınına karşı en güvenli ülke Çin!”
Avrupa ne durumda?
Çin durumu hızla düzeltirken, Avrupa'da durum kötüye gidiyor. Hollanda Sağlık Bakanlığı, ülkede virüs tespit edilenlerin sayısının 503'e, hayatını kaybedenlerin sayısının ise 5'e yükseldiğini duyurdu. Belçika'da ölenlerin sayısı 3'e yükseldi. İsveç Halk Dairesi, ülkede tespit edilen koronavirüs vaka sayısının 486'ta çıktığını ve ilk kez bir kişinin virüs nedeniyle hayatını kaybettiğini duyurdu. İspanya'da virüsten ölenlerin sayısı 84'e yükselirken, vaka sayısı ise 2 bin 236'ya çıktı. İspanya Eşitlik Bakanı İrene Montero'da da koronavirüs çıktı.
Vaka sayıları ayrıca, İngiltere'de 456'ya, Danimarka'da 340'a, Yunanistan'da 99'a, Çekya'da 75'e, Portekiz'de 59'a, Slovenya'da 57'ye, Romanya'da 37'ye, Polonya'da 27'ye ve Malta'da 6'ya yükseldi.
Almanya'da da hayatını kaybedenlersin sayısı 3'e yükselirken, Başbakan Merkel virüsün ülkenin yüzde 70-80'ine yayılabileceğini açıkladı. NATO tatbikatları iptal etti. Trump, Avrupa’ya kapılarını kapattı.
En kötü durum ise İtalya'da. Karantina, büyümenin sekteye uğrayacağı gibi ekonomik kaygılarla geciktirildi. Ancak ölü sayısının 827'ye çıkmasının ardından ülkedeki kamu hizmetleri dışındaki faaliyetler durduruldu. İhtiyaçlar için plan yapılmayınca insanlar marketleri yağmaladı. Tuvalet kağıdı için kavgaya tutuştu. Herkes kendini kurtarma derdine düştü.
İşin en acıklı yanı, Avrupa Birliği ülkeleri İtalya'nın destek çağrısına olumlu yanıt vermedi. İtalya'ya uzatılan el ise, “demokratik olmamakla” suçlanan Çin'den geldi. Çinli doktorlar ise tıbbi malzemeler ile İtalya'ya doğru yola çıktı.
Türkiye süreci iyi yönetenlerden. Çin mücadele yöntemini yakından izleyen biliminsanlarımız, erken önlem aldı. Milletimizi uyardı, virüsü adım adım izledi. Türkiye'nin kamucu, halkçı birikimi sayesinde şu ana kadar sadece bir vaka görüldü.
Sosyalizmin ve halkçılığın zaferi.
Koronovirüsle mücadele, gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi: Devletçi ekonomi, kamucu, insan odaklı sağlık sistemi başarılı olurken, insan yerine parayı öne alan sistemler çöktü. Kâr hırsı öldürdür. Soruna merkezi, hızlı, disiplinli, bilimsel müdahalenin başarısı kanıtlandı. Dünya bir kez daha sosyalizmin ve halkçılığın üstünlüğüne şahit oluyor. Bir tarafta yiyeceğini halkın ayağına getiren yönetimler bir yerde marketlerin yağmalanmasını izleyen yönetimler.
Bizim ülkemizde de ne kadar aşınmış olsa da, halkçı-kamucu bir gelenek var. Bu gelenek bu süreçte baskın gelecek, süreç felakete yol açmadan önlenecektir. Buna inanıyoruz. Ama halkımızın da artık gözünü devletçi, halkçı ekonomik programlara gözünü dikmesi gerekmektedir.
12.03.2020
44 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years ago
Text
Bediüzzaman'ın bahtı da Şeyh Bedreddin'e benzemesin
Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın Şeyh Bedreddin isimli eseri "İyi ki okudum!" dediğim eserlerden oldu. Zira hazret hakkında kulaktan dolma bilgilerden fazlasına sahip değildim. Kitabı okuduğumda ise kulağıma dolanların çoğunun lafügüzaf olduğunu öğrendim. Bu yazdığıma belki en çok sol görüşlü arkadaşlar şaşıracaklar ama yapacak birşey yok: Nazım Hikmet'in destanında yansıttığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin arasında hiçbir ilgi olmadığını gördüm. Hatta hakiki Şeyh Bedreddin sünnilikte öyle kavi bir duruşa sahip ki, bu duruş, bugünün soft hocalarına bile 'yobaz' diyenler için epey sarsıcı olacaktır. Ahmed Güner Hoca'nın alıntıladığı bir-iki fıkhî görüşüne yer vererek misallendirelim:
"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur." 
Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.
İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle: 
"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.
Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.
Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur. 
Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.
Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var? 
Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"
1 note · View note
kitapidea · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Komünist Vedat Türkali’nin çocukluğunu, aile ortamını, arkadaşlarını, üniversiteye giriş sürecini, gizli TKP’yi arayışlarını ve Merih Hanım ile seksen yıl sürecek yol arkadaşlıklarının önemli kavşaklarını içeren bu otobiyografik kitap ‘51 tevkifatına kadarki süreci kapsıyor.
0 notes
hbkultursanat · 5 years ago
Text
DEMOKRATİK TÜRKiYE İÇİN TOPLUMSAL SÖZLEŞME
21-22 Eylül`de yapılacak DEMOKRATİK TÜRKiYE İÇİN TOPLUMSAL SÖZLEŞME konferansı sekretaryası tarafından kamuoyuna deklere edilen basın açıklamasının metnini sizlere gönderiyoruz.
Toplumsal barışa inanan, eşit, adil, özgür bir ülke ve dünya isteyen herkese çağrımızdır.
Bizler, hayatlarının bir noktasında sürgünde yaşamak zorunda bırakılmış ama doğup büyüdüğümüz topraklara ve bir zamanlar içinde yaşadığımız topluma dair umudunu kaybetmemiş insanlar olarak, uzaklardan ülkemizi seyretmeye razı değiliz. Kürt sorununa şiddeti çözüm gören bir anlayışla, savaşlarla ve savaş tehdidiyle bütün yaşam alanlarımız yerle bir ediliyor, her gün evlerinde, işyerlerinde ya da sokaklarda kadınlar katlediliyor, çocuk istismarı normalleşiyor, etnik kimliği sebebiyle insanlar linç edilip, cinsel kimliği nedeniyle yok sayılıp yok ediliyor. Munzur... Kaz Dağları... Salda Gölü... Cerattepe.. Hasankeyf... Doğa ve tarih adeta işgal altında bir ülkedeymiş gibi talan ediliyor, insanlar yer ve yurtlarından ediliyor. Bunlara gözümüzü kapamamız mümkün değil. Ancak farklılıklarımızın bir suç unsuru olarak görülmediği, hiçbir kişi ya da topluluğun ötekileştirilmediği, toplumun tamamının kendi renkleriyle bir arada kardeşçe yaşayacağı bir ülke ve bir dünyayı kurmak mümkün. Bunun için bir araya gelmemiz, tartışmamız ve yarınları kurmamız gerekli. Gelecekte farklı bir Türkiye düşleyen, buna katkı yapmak isteyen, savaşa karşı barışı, erk ve erkek şiddetine karşı kadın mücadelesini, homofobi, transfobi ve bifobiye karşı aşkın cinsiyetsizliğini, doğanın talan edilmesine karşı tabiatı, belirli bir zümrenin din istismarıyla iktidarını perçinlemesine karşı tüm inançlara eşit mesafeyi ve fırsat eşitliğine dayanan eğitimi önceleyen bir toplumu ve bilcümle kötülüğün karşısında iyiliği savunan herkesi birlikte hareket etmeye çağırıyoruz. Türkiye dışında ve Türkiye’de her şeye rağmen mücadeleye devam eden tüm arkadaşlarımızdan ilham alıyor onların açtığı yola gücümüzü katıyoruz. Köklerimizden, sevdiklerimizden, yerimizden yurdumuzdan edildik ama biliyoruz ki bir gün geri döneceğiz ve o gün gelene kadar umudumuzla, neşemizle, öfkemiz ve direncimizle bir arada olmanın, söz söylemenin, eylem üretmenin yollarını arayacağız. Çağrımız Türkiye’nin geleceğini birlikte düşlemek isteyen herkese: Gelin toplumsal barışı birlikte inşa edelim. Gelin Anayasası insan haklarından referans alan, parlamenter demokrasi yanlısı, yerel özerklikleri tanıyan, sosyal devlet anlayışına dayalı, insan, hayvan ve tüm doğanın kendi habitatında yaşam hakkını önceleyen, farklı kimliklerin hak ve gereksinimlerini gözeten, eşitlikçi, aydınlanma yolunda ve seküler bir toplumu nasıl kuracağımızı birlikte tartışalım. Gelin bundan sonra beraberce nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediğimizi konuşalım. Gelin özgür bir Türkiye’nin ihtiyaçları hakkında sözlerimizi birleştirelim.
KONFERANSI ÇAĞRICILARI: 1. Dr. MUSTAFA ALTIOKLAR (Yönetmen) Yazar 2. PROF. NEŞE ÖZGEN (Akademisyen- Selanik) 3. CELAL BASLANGIÇ (Gazeteci) 4. BARBAROS ŞANSAL (Yazar, Modacı) 5. LATİFE AKYÜZ (Bilim İnsanı -Sosyolog-FRANKFURT) 6. HATİP DİCLE (Siyasetçi) 7. DOC. NAZAN ÜSTÜNDAĞ (Barış Akademisyeni) 8. RAGIP DURAN (Gazeteci) 9. ASLI TELLİ (Barış Akademisyeni) 10. RAGIP ZARAKOLU (Gazeteci) 11. HAYKO BAĞDAT (Gazeteci) Yazar 12. FERHAT TUNÇ (Sanatçı) 13. DOC. Dr. ENGİN SUSTAM (Barış Akademisyeni) 14. PINAR SENOGUZ (Barış Akademisyeni) 15. Doc. Dr. Selim Eskiizmirliler (Baris akademisyeni) 16. AHMET NESİN (Gazeteci) 17. MUSTAFA SARISÜLÜK (Gezi Ailesi) 18. ERK ACARER (Gazeteci) 19. İSMAİL ÖZEN OTTO (Sporcu) 20. NAZMİ KIRIK (Sinemacı) 21. ÖNDER CAKIR (Sinemacı) 22. RUŞEN BUDAK (Sendikacı) 23. MUZAFFER KAYA (Barış Akademisyeni) 24. UTKU SAYAN (Barış Akademisyeni) 25. GÖKAY AKBULUT (Federal Almanya Milletvekili) 26.SERDAR BENLI (Danimarka Sosyalist Halk partisi Genel Başkan Yardımcısı) 27. HAKAN TAŞ (Berlin Eyalet Parlamenteri) 28. BERİVAN ASLAN (Avusturya Yesiller Partisi Adina Siyasetci ve Hukukcu) 29. MEMET KILIÇ (Avukat ve Federal Almanya Parlamentosu Yeşiller Eski Milletvekili) 30. İBRAHİM DOĞUŞ (Londra-Lambeth Belediye Başkanı) 31. KEMAL HÜR (Gazeteci) 32. SAFTER CINAR (Sendikacı) 33. NURSEL AYDOĞAN (HDP Önceki Dönem Milletvekili) 34. MEHMET ALİ CANKAYA (AABK- Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu 2. Baskani) 35. MUTI SUMAKOGLU (AAAF- Avrupa Arap Alevi Federasyonu) 36. AZMİ BERBEROGLU (Avrupa Demokratik Çerkes Platformu 37. SAYAD TEKIN, ERMENİLER (NOR-ZARTONK Sözcüsü) 38. LATİFE FEGAN (İsveç Kadın Barış Hareketi Sözcüsü) 39. FATOŞ GÖKSUNGUR (Avrupa Demokratik Kürdistanlılar Toplum Kongresi Eşbaşkanı) 40. YÜKSEL KOÇ (Avrupa Demokratik Kürdistanlılar Toplum Kongresi Eşbaşkanı) 41. A. MAHİR OFCAN (ALTERNATIF/Avrupa Karadenizliler İnisiyatifi) 42. AZİZ GERGIN (ESU- Avrupa Süryaniler Birliği) 43. TUNCAY YILMAZ (SYKP Sosyalist Yeniden Kurtuluş Partisi Kurucu Es Baskani) 44. BESİME KONCA TJK-E (Avrupa Kadın Hareketi) 45. AVRUPA HALKEVCİLER 46. İRFAN KESKİN (Türkiye Yeşil Sol Parti Temsilcisi) 47. METİN AYÇİÇEK (ASM (Avrupa Sürgünler Meclisi) 48. MEMİLİ GÜNGÖR (Dersimi Yeniden İnşa Kongresi) 49. KEMAL KIRAN (FİDEF -Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu) 50. SÜLEYMAN GÜRCAN (ATİK -Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu) 51. SÜLEYMAN SEVER (Kurdische Gemeinde Stutgart e.V) 52. AZİZ TUNÇ, (Yazar ve MARDEF-Maraş Demokratik Dernekler Federasyonu Eşbaşkanı) 53. KULTİST (Kültür İnisiyatifi İstanbul Sanatçılar Derneği) 54. SERHAT ÇETİNKAYA (KKP-Kürdistan Komünist Partisi Temsilcisi)
3 notes · View notes
samosanborucu · 6 years ago
Text
Kanayan yara Doğu Türkistan
https://samosan.com/kanayan-yara-dogu-turkistan/ adresinde yayınlandı
Kanayan yara Doğu Türkistan
Tumblr media Tumblr media
1932’DE KURULUP ÇİN-RUS İTTİFAKIYLA 1934’DE YIKILAN DOĞU TÜRKİSTAN İSLAM CUMHURİYETİ KURUCULARI
Tumblr media
Doğu Türkistan, makûs kaderinden asırlardır kurtulamamış, bir taraftan Rusya diğer taraftan Çin’in kıskacı arasında sıkışarak hayat mücadelesi vermeye çalışmaktadır.
Doğu Türkistan yüzölçümü itibariyle 1.828.418 kilometrekaredir. Doğu Türkistan; Tibet,  İç Moğolistan ve Mançurya gibi Kızıl Çin müstemlekeleri dâhil, bütün Çin topraklarının beşte birini teşkil etmektedir. Fakat zengin petrol yataklarına sahip olması ve son dönemlerde Çin-Rusya arasındaki enerji yakınlaşmalarının kesiştiği bölge olması hasebiyle bölgenin önemi daha da artmıştır.
Doğu Türkistan, Türklerin eski yerleşme alanlarından biridir. Bölgeye ilk hâkim olan Türk Devleti, Hunlardır. M.Ö. 300 yıllarından itibaren Türk birliğini kurma çabalarına giren Hun Devleti, Doğu Türkistan’ı kendisine bağlamıştır. Doğu Türkistan coğrafyası bu tarihten sonra sırasıyla; Hun (M.Ö. 220-M.S. 386), Tabgaç (386–534) ve Göktürk (550–840) hâkimiyetinde kalmıştır. Uygur Türkleri 840 yılında bölgeye yerleşmiştir.
840 yılında Kırgızların Uygur başkentine girmesinden sonra Uygurlar kendilerini toparlayamamışlardır. Bir kısmı Kuzey Çin tarafına (Kansu bölgesine), bir kısmı da bugünkü Doğu Türkistan (Turfan ve Kaşgar) tarafına göç etmişlerdir. Bu bölgede kurulan Uygur Devleti Cengiz istilasına kadar varlığını devam ettirmiştir.
Doğu Türkistan’a göç eden Uygur Türklerinin başında Vu-hi Tegin’in kardeşi Ngo-nie Tegin bulunuyordu. Bunlar, 840’ta Kara-balasagun’da istilacılar tarafından öldürülen Uygur kağanının yeğeni Mengli’yi kağan seçerek 856’da Doğu Türkistan toprakları içinde 3. Uygur Devleti’ni kurmuşlardır. Uygur Devleti, Karahanlı Devleti ile X. yüzyılın sonlarına doğru birleşinceye kadar hüküm sürmüştür.
Yedisu tarafına göç eden Uygurlar, kendilerinden evvel buraya kadar gelerek yerleşik hayata geçen ve Tibetlilerle olan savaş sırasında Doğu Türkistan’ın güney taraflarına kadar gelen (Kaşgar, Yarkent, Hoten) Uygur Türkleriyle kaynaşmışlardır. Uygurlar, Karluk Türkleriyle birleşerek 880’de Karahanlı Devletini kurmuşlardır.  Doğu Türkistan daha sonra Kara Hoca Uygur Hanlığı (846–1218) ve Türk-Moğol İmparatorlu hâkimiyeti altında kalmıştır(1218–1759).
1750’de Çin işgali başlamış ve 1862 tarihine kadar sürmüştür. Bu süre içinde Doğu Türkistan’da 42 isyan hareketi olmuştur. 1863’te Mehmed Yakup Bey, Kaşgar merkez olmak üzere devlet kurmayı başarmıştır. Bu devlet Abdülaziz’den istedikleri yardımı almışlardır. Mehmed Yakup Bey, en büyük desteği ise II. Abdulhamid tarafından görmüştür.
Desteğe rağmen kurulan devlet uzun ömürlü olamamıştır. Yakup Bey’in 1877 yılında vefat etmesi üzerine Çin hemen Doğu Türkistan’a saldırmıştır. 18 Mayıs 1878’de Doğu Türkistan’ın tamamını işgal etmiştir. 18 Kasım 1884’te Çin imparatorunun emriyle 19. eyalet olarak Şin-cang (Xin Jian  “Yeni Toprak”) adıyla doğrudan İmparatorluğa bağlanmıştır.
Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı HOCA NİYAZ HACI (1932-1934)
1931 yılında Kumul kentinde bağımsızlık mücadelesi neticesinde bölgedeki Çinlilere karşı zafer kazanılmış ve 12 Kasım 1933 günü. Kaşgar’da Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti Kaşgar şehrinin Könci (Göncü) mahallesinde halkın ve milli askerlerin coşkulu gösterileri ve tekbir sesleri arasında Ayyıldızlı Gökbayrak göndere çekilerek ilan edildi. Bu merasimde Hükümet üyeleri ilan edilerek halka tanıtıldı. Anayasa ilan edildi ve devlet marşı okundu. Milli Meclis kuruldu. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ‘nin ilk ve son cumhurbaşkanı Hoca Niyaz Hacı oldu.
Devlet Başkanı : Hoca Niyaz Hacı, Başbakan : Sabit Damolla Başbakan Yrd: Canabek Devlet Bakanı Alem Ahun Milli Savunma Bakanı: Orazbek Genel Kurmay Başkanı: Gn. Mahmut Muhiti İç işleri Bakanı Saidzade Yunus Bek Dış İşleri Bakanı: Kasım Can Hacı Eğitim Bakanı : Abdülkerimhan Mahdum Vakıflar Bakanı Şemsettin Turdı Hacı Adalet Bakanı : Zari f Kan Hacı Tarı Bakanı : Ebulhasan Hacı Maliye Bakanı: Ali Ahunbay Sağlık Bakanı : Übeydullah Bey Cumhuriyet Ambleminde de yer aldığı gibi devletin temeli şu dön esas üzerinde kurulmuştu, İslâmiyet, bağımsızlık (Azadiyet), adalet ve uhuvvet ( Kardeşlik )Cumhuriyet’in dış ilişkileri Cumhuriyet dış ilişkilere çok önem vermiş ve bu hususu anayasaya da koymuştur. Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti ilan edildikten sonra Dış İşleri Bakanı Kasımcan Hacı ilk iş olarak Doğu Türkistan Cumhuriyetin kurulduğunu Peşaver’den Ankara’ya çektiği bir telgrafla Türkiye Cumhuriyeti’ne müjdeliyor ve Gökbayrak’tan Albayrak’a selam gönderiyordu.
Hükümet Türkiye, Hindistan, Afganistan ve bazı Avrupa ülkelerine gönderdiği temsilcileri kanalı ile devletin tanınması, kalkınması için maddi yardım en önemlisi istiklalinin güçlü ve saldırgan komşularına karşı korunmasını talep ediyordu. Devletin başından beri en büyük komşusu Sovyet Rusya ile ilişkisi olmamıştır. Her iki taraf birbirlerine soğuk bakmıştır. Esasında Sovyetler yanı başında bir Türk devletinin varlığını tehlikeli görüyordu.
İngiltere İse Ona Asya’da müstakil bir Türk İslam Devlet’inin kendi egemenliğindeki Hindistan İçin kötü örnek teşkil edeceği gerekçesi ile bir türlü kabule yanaşmadı, Fakat olayları çok yakından takip etmekten de geri durmuyordu. Türkiye’ye gönderilen İzmirli Dr. Mustafa Kenüi’ye zamanın Dış işleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras şöyle diyordu;  “Sovyetler Birliği ile komşu olan devletler, her şeyden önce bu devletle iyi geçinmesi gerekir”
Afganistan Hükümet yeni kurulan bu devleti samimiyet ile tebrik ediyor ve iyi dileklerini bildiriyordu. Dünya siyasetinde belirleyici bir rol oynayan zamanın süper gücü İngiltere imparatorluğunun etkisindeki Ceraiyet-i Akvam başta olmak üzere Avrupa ülkeleri gereken ilgiyi göstermediler.
Rus-Çin rekabetinden dolayı isyana destek veren Rusya daha sonra kendi egemenliğindeki Türklere (Batı Türkistan) kötü örnek olacağı korkusuyla isyan sonrasında Çin’e destek vererek kurulan devletin yıkılmasına yardımcı olmuştur. 
Mücadele devam etmiş, 12 Ekim 1944 yılında Gulca’da Çinlilere karşı yine galip gelinmiştir. Ayaklanmaya destekleyen Rusya, Gulca’da 1944 yılı Ekim ayında Şarkî(Doğu) Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulmasına yardımcı olmuştur. Gulca, Tarbagatay ve İli şehirlerini içine alan bu cumhuriyet bölgedeki Çin kuvvetlerini yenmiştir.
İkinci defa istiklâline kavuşan Doğu Türkistan Türklerinin kurduğu bu devletin kurucuları ve hükûmet üyeleri şu değerli kimselerden ibaret idi.
ALİ HAN TÖRE (1944-1949) Doğu Türkistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
1- Cumhurbaşkan……………… Ali Han Töre
2- Cumhurbaşkan Yardımcısı. Hekim Han Hoca Beğ
3- Genel Sekreter………………… Abdürrauf
4- Maliye Nazırı…………….. .…..Enver Musabay
5- Maarif Nazırı.. …………………Seyfeddin Azizi
6- Adliye Nazırı……………… …….Mehmed Can Mahdum
Ancak Rusya bu hızlı gelişmelerden korkup bu Cumhuriyetin yöneticilerini Çinliler ile anlaşmaya zorlamışlardır. 1946 yılında iki hükümet arasında 11 maddelik bir metin imzalanıp birleşik hükümet kurulmuştur. Böylece bu devlet de Rusya’nın olumsuz tutumu neticesinde 20 Ekim 1949 yılında ortadan kalkmıştır. 
Bu arada Mao Çin’e hâkim olmayı başarmıştır. Eylül’ünde Doğu Türkistan’daki Çin birliklerinin komünist Çin hükümetine bağlılıklarını bildirmelerine üzerine Çin hiçbir askeri güç kullanmadan Doğu Türkistan’ı işgal etmiştir. O günden beri Doğu Türkistan Halkı Çinlilere karşı direnişleri dönem dönem devam etmektedir.
Uygur Türklerine reva görülen bu zülüm günümüzde maalesef en vahşi şekilde sürmektedir. Şimdi ki gençlik bu tarihi fazla bilmediğinden duyarsız kalmaktadır.  Ancak bütün suç bu gençliğin değildir. Yeterince anlatmasını bilmeyen biz aydınlar onlardan daha fazla sorumluyuz. Ne yazık ki dünya devletlerinin dikkatlerini bu coğrafya ya çevirmesini ülke olarak beceremedik. En üzücü durumda bu olsa gerek.
Doğu Türkistan Milli Kahramanı Osman Batur
Doğu Türkistan’ın Özgürlük Savaşçısı Osman Batur “Bir gün biz kâfirleri yine çöllerin öbür tarafına atacağız. Sayıları Taklamakan Çölü’ndeki kum taneleri kadar olsa bile.” O gün hala gelmedi. Doğu Türkistan hâlâ Çin baskısı altında. Fakat bundan 75 yıl önce Türkler bu baskıya baş kaldırdı. Başlarında ise Asya’nın Kartalı Osman Batur vardı. Asıl adı Osman İslamoğlu’dur. Kahraman anlamına gelen Batur ünvanı kendisine halkı tarafından sonradan verilmiştir. 1899 yılında çiftçi bir ailenin oğlu olarak Altay’ın Köktogay bölgesinde dünyaya geldi. Çocukluğunu at üzerinde göçebe Kazak hayatı yaşayarak geçirdi. Henüz 10 yaşına geldiğinde mükemmel bir binici, ayrıca iyi bir avcı olmuştu. Yaşıtlarına göre oldukça iri yapılı ve güçlüydü. 12 yaşında Çin’e karşı direnen Böke Batur’un ilgisini çekti ve Böke Batur bu çocuğu yanına aldı. Osman Batur burada savaş tekniklerini ve özellikle gerilla savaş taktiğini öğrendi.
Böke Batur’un Çinliler tarafından yakalanıp şehit edilmesinin ardından direniş yine başsız kaldı ve dağıldı. Bu olaydan sonra Osman Batur doğduğu topraklarda 40 yaşına kadar çiftçilikle uğraştı. Bu süre içinde Çin’in Türkler üzerindeki baskısı artarak devam etti. II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı 1940’lı yıllarda bu baskı inanılmaz boyutlara ulaştı. Çinliler Türklerin içindeki önderleri ve büyük alimleri halkı örgütlememesi için katlediyorlardı. Bununla da yetinmeyip camileri bile yakıp, yıkmaya başlamışlardı. Çinliler yaptıkları zulme direnememesi için çıkarılan kanunla Türklerin elindeki tüm silahların toplatılmasına karar verdi. Osman Batur için bıçak kemiğe dayanmıştı. “Bugün silahımızı alanlar, yarın canımızı da alırlar. Ben silahımı Çinlilere vermem. İstiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa gelip alsınlar” diyerek dağlara çıktı.
Türklerin artık bir lideri vardı. Osman Batur’u dağlarda yalnız bırakmadılar. Tek başına başladığı bu mücadelede kısa sürede yanında 30.000 silahlı askeri oldu. 1941 yılında Çinlilere ve Ruslara karşı mücadeleye başlayan Osman Batur, bütün Altay topraklarını Doğu Türkistan’ın kurtarılmasını amaç edinmişti. 2 yıl sonra Osman Batur tüm Altay topraklarını Çinlilerden temizledi. 1943’de yapılan törenle Altay Kazakları’nın Han’ı ilan edildi. 1945 yılına gelindiğinde ise neredeyse bütün Doğu Türkistan Türklerin kontrolüne geçmişti. Çinliler bu işin viddiyetini görünce Osman Batur’un üzerine tanklarla, uçaklarla ve kendisinden 10 kat daha büyük bir orduyla saldırdı. 1949 yılında Osman Batur’un yanında artık sadece 3-4 bin kişi kalmıştı. Çinliler yaptıkları baskınlarla gruptaki bütün kadın ve kızları esir aldılar. Bu esirlerin içinde Osman Batur’un kızı Aspay’da vardı. Osman Batur, kendisinden kat kat büyük olan Çin ordusuna karşı hücuma geçti ve esir düştü.
Çeşitli işkenceler gördükten sonra at üzerinde dolaştırılarak teşhir edildi. Çin sokaklarında at üzerinde, elleri bağlıyken bile “ben ölebilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecek” diye haykırıyordu. Urumçi’de düzenlenen mahkeme ile Osman Batur’un önce kulaklarının, sonra ellerinin kesilmesine, ardından kurşuna dizilerek idam edilmesine karar verildi. Doğu Türkistan’lı yazar Abdurrahman Hacımelek, Osman Batur’un hayatını anlattığı makalesinde yakalandıktan sonra şehit edilişini şöyle anlatıyor: “Çinliler nişan almış bekliyorlardı. Osman Batur, “Allahuekber” dedi ve ardından kurşun sesleri geldi. Sanki namaz kılıyordu. Önce diz üstü düştü, sonra alnı secdeye vardı. Bir rütbe daha kazanmıştı: şehitlik!”
DOĞU TÜRKİSTANIN KRONOLOJİK TARİHİ
552-745: Göktürk Hakanlığı batıda Aral Denizi’nden doğuda Baykal Gölü’ne tüm Orta Asya’ya hâkim oldu.
Göktürk Devleti’nin Sınırları (552–744)
732-734: Orhun Irmağı yakınlarında bugün Orhun Yazıtları ya da Göktürk Kitabeleri olarak bilinen Kül Tigin ve Bilge Kağan adına taş yazıtlar dikildi.
744-840: Göktürklerin dağılmasıyla birlikte Uygurlar Kutluk Bilge Kül Kağan önderliğinde Uygur Hakanlığı’nı kurdular. Karabalsagun merkezli Uygur Hakanlığı Altaylar’dan Gobi Çölü’ne kadar hâkim oldu.
751: Talas Savaşı ile Türk boyları, Arap-İslam ordularının yardımıyla Çin kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Çinliler Orta Asya’dan tamamen çekilerek kendi anavatanlarına kapandı.
850-1250: Turpan ve çevresinde Uygur İdikut (Koço) Devleti hâkim oldu.
850-1212: Karahanlı Devleti Orta Asya ve Maveraünnehir üzerinde hâkim oldu.
944: Karahanlı Hakanı Satuk Buğra Han İslamiyet’i kabul etti.
1069: Balasagun Uygurlarından Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig adlı eserini Doğu Karahanlı kağanının naibi Tabgaç Buğrahan’a takdim etti.
1074: Kaşgarlı Mahmut Dîvânü Lugâti’t Türk adlı eserini Bağdat halifesi Muktedir’e sundu.
1212: Karahanlı Devleti Karahitayların saldırılarıyla dağıldı.
1219: Bugünkü Doğu Türkistan topraklarının tamamı Cengiz Han’ın önderliğindeki Büyük Moğol İmparatorluğu’na ilhak edildi.
Moğol İmparatorluğu topraklarının tarihlere göre genişlemesi (GIF)
1227-1370: Cengiz Han’ın oğullarından Çağatay Han’ın adını taşıyan Türkleşmiş Çağatay Hanlığı Maveraünnehir ve Altışehir çevresinde egemen oldu.
1271-1368: Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han önderliğinde Moğol Yuan Hanedanlığı Çin topraklarını kontrol altına aldı.
1514-1678: Türkleşmiş son Çağatay hanlığı olan Seidiye Hanlığı Altışehir çevresinde egemen oldu.
1552: Rus Çarlığı Altın Orda Devleti’nden ayrılarak müstakil bir devlet hâline gelen Kazan Hanlığı’nı ele geçirdi.
1556: Rus Çarlığı 1466’dan itibaren müstakil olarak varlığını sürdüren Astrahan Hanlığı’nı ele geçirdi.
1556-1582: Rus Çarlığı Volga ve Ural nehirlerini ele geçirerek Hazar Denizi’ne ulaştı. Doğuya yayılması devam etti ve Sibirya’yı istila etti.
1678-1755: Altışehir’de Hocalar dönemi yaşandı.
1680: Mançu İmparatorluğu Tibet, Moğolistan ve tüm Çin kıtasına hâkim oldu.
1758-1760: Mançu İmparatorluğu Cungarya ve Altışehir’in tamamını işgal etti.
1760-1863: Doğu Türkistan Mançu İmparatorluğu’na bağlı bir müstemleke olarak kaldı.
1839-1842: Birinci Afyon Savaşı yaşandı. Mançu İmparatorluğu İngiltere karşısında büyük bir mağlubiyete uğradı. Savaş sonrasında yapılan anlaşmalar sonucunda da Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı.
1853: Rus Çarlığı Tatar Kırım Hanlığı’nın başkenti Akmescit’i işgal etti.
1853-1876: Ruslar Fergana Havzası’nda Hokand Hanlığı’nı ortadan kaldırdı, Altay bölgesi ile Tanrı Dağları Havzası’nın batı kısımlarına kadar nüfuz etti.
1867: Rus Çarlığı’na bağlı olarak Türkistan Valiliği ihdas edildi.
1865-1877: Yakup Han Tarım ve İli havzalarında Çin ordusunu yenilgiye uğrattı ve geri çekilmeye zorladı. Çin asıllı Müslümanları kendisine tabi kıldı. Merkezîleşmeyi sağladı. Kaşgar’da hükümdarlığını ilan etti.
1873: Yakup Han’ı temsilen Seyyid Yakup Han Töre İstanbul’da Sultan Abdülaziz’e beyatını sunarak Rusya, Çin ve İngiltere’ye karşı himaye ve yardım talebinde bulundu.
Yakup Han ile ilgili önemli bir bilgi: 
Yakup Han ülkede istikrarı sağladıktan sonra tarihi ve kültürel bağları olan ve İslam dünyasının hamisi konumunda bulunan Osmanlı İmparatorluğu nezdine elçi göndermiş Sultan Abdulaziz Han’dan yardım ve himaye talebinde bulunmuş; devletinin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kabul edilmesini dilemiş ve kendisine biat ettiğini bildirmiştir.
1877:  Aralık 1877’de Yakup Han vefat etti.
1878: Mançu ordusu batı sınırlarından girerek tüm Doğu Türkistan’a hâkim oldu ve Yakup Han Devleti’ne son verdi.
Yakup Han Devleti Sınırları
1884: Doğu Türkistan “müstemleke” statüsü kaldırılarak Sinjang adıyla Mançu İmparatorluğu’nun 19. eyaleti ilan edildi.
1911-1912: Çin’de 2000 yıl süren imparatorluk devri kapandı. Mançu İmparatorluğu dağıldı ve Nanking’de Sun YatSen’in başkanlığında Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. Yeni cumhuriyet hem savaş beyleriyle hem de kuzey şehirlerinde güçlenen Komünist Parti’yle mücadele etti.
1911-1928: Doğu Türkistan’da Yang Zengxin’in valiliği dönemi yaşandı.
1917: Çin Almanya’ya savaş ilan ederek I. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri safında savaşa dâhil oldu.
1921: Çin’de aralarında Mao Zedong’un da bulunduğu tüm komünist grupların temsilcileri Şangay’da ulusal kongre düzenleyerek Çin Komünist Partisi’ni kurdular.
1928-1933: Doğu Türkistan’da Jin Shuren’in valiliği dönemi yaşandı.
1931-1945: Japonya Çin’i işgal etti.
1931: Kumul’da başlayan ayaklanmalar Turpan, Hoten, Altay ve Tarabagatay’a yayıldı.
Kasım 1933-Ocak 1934: Kaşgar’da kuruluşu ilan edilen Şarki Türkistan İslam Cumhuriyeti ancak üç ay dayanabildi.
1933-1943: Doğu Türkistan’da Sheng Shicai’in valiliği dönemi yaşandı. Bu dönemde bölge fiilen Rusya’nın etki alanına girdi.
12 Kasım 1944: Sovyet sınırına yakın İli, Altay ve Tarabagatay’da tarihe Üç Vilayet İnkılabı olarak geçen isyanlar sonucunda Ali Han Töre’nin liderliğinde Şarki Türkistan Cumhuriyeti ilan edildi.
Ağustos 1949: Şarki Türkistan hareketinin önde gelen siyasi liderleri ve ordu mensupları Ahmetcan Kasımi, Abdurreşit Eminov, Gani Kerimov, Osmancan Nasıri, İshakbey Mononov ve Abdülkerim Abbasov’u Pekin’e götüren uçağın Moskova’da düştüğü iddia edildi.
1949 Eylül: Komünist Parti ordusu Doğu Türkistan’a girdi.
1949 Ekim: Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu resmen ilan etti. Milliyetçi Cephe Tayvan’a çekildi ve kendi hükûmetini kurdu.
1952: Türkiye; Hindistan ve Pakistan’a göç eden yaklaşık 2.000 Uygur ve Kazak’ın sığınma başvurusunu kabul etti.
1953: Türkiye; Pakistan ve Keşmir’e sığınan 900 Doğu Türkistanlıya sığınma hakkı tanıdı.
1954: Mao’nun talimatıyla yarı askerî Sinjang Üretim ve İnşa Birlikleri/Bingtuan kuruldu.
Ekim 1955: Doğu Türkistan eyalet statüsünden çıkarılarak Moğol, Kırgız, Kazak ve Hui alt idari birimleriyle birlikte Sinjang Uygur Özerk Bölgesi adı altında doğrudan merkezî hükûmete bağlandı.
Sincan Uygur Özerk Bölgesi Başkenti Urumçi (Doğu Türkistan)
1958-1961: Mao’nun Büyük Atılım ekonomik planı ile tarım kolektifleştirildi, endüstriyel üretime ağırlık verildi. Yürürlükten kaldırıldığında 20 ila 30 milyon insan açlık ve kıtlık sebebiyle hayatını kaybetmiş bulunuyordu.
1959: Sovyet uzmanların yardımıyla Doğu Türkistan toprakları içerisinde bulunan Lop Nur’da nükleer deneme üssü kuruldu.
1959-1962: Binlerce Uygur, Kazak ve Kırgız, kitleler hâlinde başta Kazakistan olmak üzere Sovyet cumhuriyetlerine iltica etti.
29 Nisan 1965: Doğu Türkistan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden Mehmet Emin Buğra Ankara’da vefat etti.
Mayıs 1966-Ekim 1976: Mao’nun mimarı olduğu Kültür Devrimi ile komünist rejime muhalif unsurlar siyasi, kültürel ve ekonomik bir tasfiye kampanyasıyla toplama kamplarına gönderildi.
Ağustos 1971: Diplomatik İlişki Kurulmasına Dair Ortak Bildiri anlaşmasının imzalanmasıyla Türkiye Çin’i resmen tanıdı.
1976: Mao Zedong öldü.
1979: Çin, reformist Deng Xiaoping’in başkanlığında ekonomik reformlarla başlayan süreçle birlikte izolasyonist politikasından vazgeçerek dış dünyaya açılmaya başladı. ABD ile ilk diplomatik ilişkiler kuruldu. Tek çocuk politikasını öngören nüfus planlaması yürürlüğe kondu.
Nisan-Haziran 1989: Komünist Parti’den tasfiye edilen reformist Hu Yaobang’a iade-i itibar isteyen binlerce işçi ve üniversite öğrencisinin Pekin’de Tiananmen Meydanı’nda yaptığı protestolar Çin ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Yaklaşık iki ay süren ve 4 Haziran’da ordunun müdahale ettiği gösterilerde 1.000’i aşkın insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor.
5 Nisan 1990: Barın katliamı: Kaşgar’ın güneyinde yaklaşık 20.000 nüfuslu Barın’da yaşanan ayaklanmaya karşı Çin ordusunun müdahale etmesiyle çok sayıda Uygur hayatını kaybetti.
Kasım 1991: Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Doğu Türkistan’ın en önemli siyasetçi ve yazarı olan İsa Yusuf Alptekin’le bir araya geldi. Görüşmede Demirel, “Çinlilerin Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizi asimile etmesine izin vermeyeceği”ni belirterek konuyu BM gündemine getireceğini söyledi.
Tumblr media
İsa Yusuf Alptekin; Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Turgut Özal ve Alparslan Türkeş ile.
Mart 1992: İsa Yusuf Alptekin’i kabul eden dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlerden sonra sıranın Doğu Türkistan’da olduğunu söyledi.
Mart 1992: Uluslararası Para Fonu (IMF) Çin ekonomisinin ABD ve Japonya’dan sonra en büyük üçüncü ekonomi olduğunu açıkladı.
17 Aralık 1995: İsa Yusuf Alptekin İstanbul’da vefat etti.
Nisan 1996: Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Şangay’da Şangay Beşlisi Örgütü’nün kuruluş belgesine imza attı.
5 Şubat 1997: Gulca katliamı: Uygurların kültürel kimlikleri ve dinî yaşantıları üzerinde artan baskılar neticesinde 15.000-20.000 civarı Uygur ayaklandı. Dünya Uygur Kurultayı’na göre en az 100 Uygur öldürüldü, yüzlercesi yaralandı ve gösterilerin akabinde 4.000’e yakın Uygur gözaltına alındı.
19 Şubat 1997: Deng Xiaoping öldü.
Aralık 1998: Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ın imzasıyla Türk devletinin tüm birimlerine gönderilen gizli genelge ile Doğu Türkistan’la ilişikli dernek ve vakıfların faaliyetlerine hiçbir bakan ya da devlet görevlisinin katılmaması istendi.
Nisan 2000: Çin Cumhurbaşkanı Jiang Zemin Türkiye’ye resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Üç gün süren ziyaret sırasında ekonomi, enerji, siyasi nitelikli anlaşmalar imzalandı. Jiang Zemin’e Türkiye Cumhuriyeti Devlet Liyakat Nişanı verildi.
Haziran 2001: Özbekistan Şangay Beşlisi Örgütü’ne katıldı. Örgütün ismi Şangay İşbirliği Örgütü olarak değiştirildi.
11 Eylül 2001: ABD’de sivil ve askerî binalar hedef alınarak bir dizi saldırı gerçekleşti.
Ağustos-Eylül 2002: ABD ve BM Doğu Türkistan İslami Hareketi’ni uluslararası terörle ilişkili gruplar listesine aldı.
Mart 2003: Hu Jintao 10 yıldır devlet başkanlığını sürdüren Jiang Zemin’den görevi devraldı.
Nisan 2004: Doğu Türkistan Millî Kurultayı ile Dünya Uygur Gençlik Kurultayı tek bir organizasyon altında birleşti ve Dünya Uygur Kurultayı kuruldu.
Mart 2008: 20 yıl aradan sonra Tibet’te en şiddetli Çin karşıtı gösteriler yaşandı. Pekin Olimpiyatlarına beş ay kala farklı ülkelerdeki Tibetli aktivistler dünyanın dikkatini bölgeye çekmek için çeşitli eylemlere imza attı.
Ağustos 2008: Pekin Olimpiyat Oyunları düzenlendi.
2009: Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 60. yılı törenlerle kutlandı.
24 Haziran 2009: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül beraberinde bakanlar, iş adamları ve bürokratlardan oluşan bir heyetle Çin’e resmî bir ziyaret gerçekleştirdi.
5 Temmuz 2009: Guangdong eyaletinde bir oyuncak fabrikasında çıkan kavgada Uygur işçilerin öldürülmesini protesto eden ve olayla ilgili bağımsız bir soruşturma açılmasını talep eden binlerce Uygur Urumçi’de sokaklara döküldü.
Mart 2010: İnternet arama motoru Google, sansür ve siber saldırılar sebebiyle Çin’den çekildi. Google, ocak ayında Çin’in önde gelen insan hakları aktivisitlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının Gmail hesaplarına siber saldırılar yapıldığını açıklamıştı.
Kasım 2010: Nobel Barış Ödülü Çinli muhalif Liu Xiabao’ya verildi. Çin’in katılmasına müsaade etmediği törende Liu Xiabao’nun ödülünü sözcüsü Yang Jianli aldı.
Şubat 2011: Çin Japonya’yı geride bırakarak ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu.
Mayıs 2011: İç Moğolistan’da iki Moğol’un Han Çinliler ta rafından öldürülmesinin ardından yüzlerce Moğol sokaklara döküldü.
18 Temmuz 2011: Hoten’de bir polis karakoluna saldırı düzenlendi. Öldürülen iki polis dışında olayı gerçekleşti renler dâhil kimsenin kimliği açıklanmadı.
30 Temmuz 2011: Kaşgar’da gece işlek caddelerden birinde bir kamyonu ele geçiren iki kişinin, aracı yolda yürüyen insanların üzerine sürdüğü ve 6 kişinin ölümüne, 28 kişinin yaralanmasına sebep olduğu açıklandı. Olaylar Sinjang Hükûmeti Basın Bürosu tarafından “terör saldırıları” olarak tanımlandı.
20-22 Şubat 2012: Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkan Yar dımcısı Xi Jinping, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetlisi olarak Türkiye’ye resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Yedi yeni anlaşmanın imzalandığı görüşmelerde 2012’nin Türkiye’de “Çin Kültür Yılı”, 2013’ün ise Çin’de “Türk Kültür Yılı” olarak kutlanacağı açıklandı.
7-11 Nisan 2012: T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, be raberinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nunda aralarında bulunduğu bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, iş adamları, akademisyenler ve basın mensuplarından oluşan kalabalık bir heyetle Çin’e resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun daveti üzerine gerçekleşen ziyaret 27 yıl aradan sonra başbakanlık düzeyinde yapılan ilk resmî ziyaret oldu.
19 Nisan 2012: Sichuan eyaletinin Ngaba bölgesine bağlı Barma kasabasında iki Tibetli rahip bir kamu binası ya kınlarında protesto amacıyla kendilerini ateşe verdi. 16 Mart 2011-19 Nisan 2012 tarihleri arasında kendini ateşe veren Tibetli rahip sayısı 35’e ulaştı.
2 notes · View notes
hetesiya · 2 years ago
Link
GELENEKSEL SOL, NAZIM HİKMET VE DR. HİKMET KIVILCIMLI’NIN KÜRT SORUNUNA BAKIŞI
Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor.
Ortak bir coğrafyada yan yana yaşayan Kürtler ile Türkler tarihsel ve kültürel pek çok ortaklığa sahip. Ama aynı zamanda bu iki halk arasında, Osmanlı’dan bu yana Kürtlerin baskı altında tutulmasından beslenen önemli bir güven sorunu da var. Halk diline yerleşmiş “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete” sözünde de dile geldiği gibi, Kürtler vergi, askerlik/savaş, angarya söz konusu olunca hatırlanmış, hakları söz konusu olunca ise baskı ve yok sayma reva görülmüştür. Bu durumda, Kürtlerin, devletin onun adına davrandığı Türk halkına karşı bir önyargıya sahip olması kaçınılmazdır. Ayrıca bu baskı altına alma, yok sayma ve aşağılanma politikalarının sosyal hayat içindeki uzantılarını da unutmamak gerek. Kürtleri aşağılayan “atasözü” ve fıkralar, şovenist şartlanmalar, dışlamalar günlük hayatın bütün alanlarında görülebiliyor. Bırakalım sıradan insanı, pek çok “uygar”, “ileri görüşlü”, “demokrat” Türk, Kürdü en iyi olasılıkla eğitilip uygarlaştırılması (Türkleştirilmesi) gereken bir kitle olarak görüyor, onu Türkleştiği ölçüde eşiti sayıyor. Kısaca, Türklerin, egemen sınıfların tarihsel kökleri bulunan şovenist politikalarından etkilenmiş olduğu, buna karşılık Kürtlerin de Türk halkına karşı bir güvensizlik taşıdığı gözlenebilir bir şey. Bunu egemen sınıfların Kürt politikalarının olağan sonucu sayabiliriz. Ama aynı güven sorunu, başka bir şekilde de olsa, iki halkın ilerici demokratik güçleri arasında da kendinden söz ettirebiliyorsa bunu olağan sayamayız. Böylesi bir durumun ortaya çıkması ve etkilerini sürdürmesinde Türkiye sol hareketinin politikalarının da önemli bir rol oynadığını saptamak gerekli. Maalesef Türkiye solu uzun yıllar Kürt sorununa gereken duyarlığı göstermedi. Kaba bir inkâr olmasa da fiilen yok sayma olarak özetleyebileceğimiz hakim yaklaşım ise, sol harekete uzun yıllar damgasını vurmuş TKP’nin Türkiye soluna devrettiği mirastır. Bu saptamayı TKP tarihine kuş bakışı bir göz atarak somutlamaya çalışalım.
Kesintiye uğrayan olumlu başlangıç 1917-21 yıllarına denk gelen kuruluş yıllarında TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımda samimi ve genel hatlarıyla doğru bir başlangıç noktasında bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP), o zamanki adıyla Türkiye Komünist Fırkası’nın daha ilk belgelerinde Kürt sorunu hakkında genel bir yaklaşım gözleyebiliyoruz. TKP’nin kurucusu ve ilk genel sekreteri Mustafa Suphi, fikri şekillenmesini anlatırken şunları söyler: “Bundan hemen on sene evvel bizler (…) Anadolu’ya hayat verecek medeni, inkılabi inkişaflara zemin ve yol arıyorduk. Bu inkişaf, bizim fikrimizce, dahilde Makedonyalıların, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin ilah… medeniyet, muhtariyet ve hatta istiklallerine istidatleri derecesinde yol vererek hür milletlerin hür ittihadı halinde ‘milli tesanüt’ler vücut bulacaksa, hariçten de Alman ve İngiliz emperyalizminden ziyade beynelmilel amele hareketine istinad ile kuvvet alabilecekti.” (Mustafa Suphi; yaşamı, yazıları, yoldaşları; Sosyalist Yayınlar, Kasım 1992, İstanbul, sf. 83) Görülüyor ki, Mustafa Suphi daha Jön Türk Devrimi yıllarında Osmanlı sınırları içindeki halkların, özgürlüğünü ve kendi kaderini tayinini savunmuştur. Mustafa Suphi’nin liderliği altındaki Türkiye Komünist Fırkası’nın (Partisi) 10-16 Eylül 1920 tarihlerinde Bakü’de toplanan kongresinde kabul edilen programda mesele daha açık bir şekilde formüle ediliyor: “(…) 7- TKF muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kat’i çarelere girişir: (a) Dil ve hars [kültür] nokta-ı nazarından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itizarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilga eder. (b) T.K.F. hükümet teşkilatında muhtelif milletlere mensup amele, rençber şuralar cumhuriyeti teşkilini kabul ve ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.” (age, sf. 186) Günümüz Türkçesi ile özetlersek, TKF, tüm ulusların tam özgürlüğünü savunuyor ve her tür ulusal ayrıcalığı ortadan kaldırmayı hedefliyor. Farklı ulusların emekçilerine dayanan Sovyetler cumhuriyetini, özgür ulusların özgür birliğine dayanan bir federasyonu öneriyor. Yeni yeni filizlenen bir komünist hareket için, ulusal sorun açısından iyi bir başlangıcın işareti sayılabilir burada dile getirilen görüşler. Egemen ulus milliyetçiliğinin etkilerinden uzak, bilimsel sosyalizmin ulusal sorun konusundaki ilkeleri ile uyumlu bir yaklaşım. Ancak, yukarıda aktarılanlarla birlikte TKP’nin kuruluş dönemindeki belgelerine baktığımızda, dikkat çekici bir nokta ile karşılaşırız. TKP, her ne kadar ulusların ve kültürlerin özgürlüğünü savunuyorsa da, Anadolu’daki tüm halkların sözcüsü olarak değil, sadece Türk işçi ve köylülerinin sözcüsü olarak konuşur. Bugün için açık bir milliyetçilik belirtisi sayılması gereken böylesi bir yaklaşımı, o zamanki koşullar bakımından olağan, bir bakıma da kaçınılmaz saymak gerekir. Çünkü o zamanki komünist hareket ve onun önemli bağlara sahip olduğu işçi hareketi asıl olarak Türk işçi ve komünistlerine dayanıyordu. O sıralar bir Kürt işçi ve komünist hareketinin varlığından söz etmek mümkün değildi. Bu bakımdan da hareketin kendini Türk hareketi olarak tanımlaması bir bakıma durumun ifadesiydi. Ayrıca Osmanlı’nın çöktüğü, Cumhuriyet’in ise tam şekillenmediği koşullar söz konusuydu. Böylesi bir durumda önemli olan, başka ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı içeren bir perspektif taşımaktı ki, görüldüğü gibi TKP de bu perspektife sahipti. Asıl olan bu başlangıcı somutlayıp yaşama geçirmekti. Ne var ki, Kemalist iktidar tarafından tertiplenen bir komplo Mustafa Suphi ve arkadaşlarına bu olanağı tanımadı. Somut olaylar ve yaklaşımlar üzerinden bir değerlendirmeyi TKP’nin sonraki süreci için yapabiliyoruz ancak.
Program maddelerine sıkışan Kürt sorunu TKP’nin o tarihten sonraki belgelerinde de ulusal soruna ilişkin genel yaklaşımın korunduğunu, ezilen halkın kendi kaderini özgürce tayin hakkının savunulduğunu görüyoruz. Ama ne yazık ki, ezilen halkın haklarını tanıma, program maddelerine sıkışıp kaldı; bir türlü program maddelerini aşıp günlük politikalara ulaşamadı. Kürt sorununda genel formülasyonu aşan bir propaganda, ajitasyon ve eylem çizgisinden özellikle kaçınan TKP, Kürt hareketinin uç verdiği durumlarda ise hareketin kimi özelliklerini bahane ederek karşısında durdu. TKP, Kürt sorunu ile ilgili ilk sınavını 1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde gelişen Kürt isyanı sırasında verdi. 1930 Ağrı ve 1937 Dersim isyanlarında da tutumunu değiştirdiği söylenemez. TKP’ye göre, Şeyh Sait İsyanı, İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan irticai bir hareketti. Şeyh ve ağaların, sürdürülmekte olan demokratik devrimi baltalamak üzere başlattıkları bir direnişti. Böylece TKP, isyanın bastırılmasını hararetle destekliyor, emekçileri de bu tehlikeye karşı savaşa çağırıyordu. TKP’nin yayın organı Orak Çekiç, isyanı “Kahrolsun İrtica” başlığı ile duyuruyor ve isyanın bastırılmasına açık destek vererek işçilere şu çağrıda bulunuyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.” (Aktaran, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi, İ. Akdere-Z. Karadeniz, Evrensel Basım Yayın, Haziran 1996, 2. Basım) En başta, o anda sürdürülen bir demokratik devrimden söz etmek mümkün değildi. Kemalist iktidar, adım adım gericileşmekte, toprak ağalığını tasfiye etmek yerine onlarla ittifakı güçlendirmekteydi. Ve gerçekte, Kürt isyanı, işçi sınıfının örgütlenme ve grev hakkını ortadan kaldırmanın, başta komünizm olmak üzere her türden muhalif örgütlenme ve basın yayın faaliyetini yasaklamanın bahanesi oldu. TKP de destek verdiği iktidarın darbeleri altında ağır kayıplar vererek tasfiye noktasına geldi. Gerçekte hareket; irticai bir hareket değil, ulusal özlemlerin (toplumun o zamanki yapısının elverdiği biçimdi bu) dinsel bir kimlik altında dile gelmiş ifadesiydi. Tarih boyunca pek çok sınıf mücadelesinde olduğu gibi, 20. yüzyıldaki ulusal mücadelelerin önemli kısmı da dinsel bir kimlik altında yürütülmüştür. Yüzeysel bir bakış açısıyla ele alındığında Ortaçağ Avrupası’ndaki tüm köylü hareketlerini dinsel hareketler saymak gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi sömürgeci İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki egemenliğini sürdürmek için her yola başvurduğu, böl-yönet taktiğinde uzmanlaştığı, Türk-Sovyet yakınlaşmasından rahatsızlık duyduğu, bu bakımdan da, Türkiye’de cereyan edecek bir isyanı teşvik etmiş olabileceği ihtimal dahilindedir. Ama emperyalizm kullanacak diye, bir halkın en meşru haklarının yok sayılmasını onaylamak, halk iradesini çeşitli biçimlerde ortaya koyduğunda ise, “başınızda şeyh ağa var” diyerek bu iradeyle karşı karşıya gelmek, o tekrarlana tekrarlana anlam ve içeriğinden koparılarak klişe haline getirilmiş ‘kendi kaderini tayin’ ilkesine ne ölçüde sığar? Eğer isyan, emperyalizmin bir oyunu ise, bir topluluğun meşru haklarını tanıyarak bu oyunu bozmak, bunu savunmak daha doğru değil midir? İradesini ortaya koymuş bir halkın karşısına sizin sorununuz derebeyliktir diye çıkılamaz. Ki TKP tam da bunu yapmıştır. 1930 tarihinde Ş. Hüsnü, Parti Programından “T.K.P. milli ekalliyetlerin [azınlıkların], Türkiye’den ayrılmak hakkı da dahil üzere, mukadderatlerini bizzat tayin etmek haklarını bila-kaydû şart tanır” ifadesini aktardıktan sonra sözü mütegallibeye getirir: “Bu zavallı cahil halkı her şeyden evvel mütegallibeye esir olmaktan kurtarmalıdır.” Böylelikle “… masum halkın imperyalizme ve mürteci siyaset fesatçılarına alet olması tehlikesi ortadan kalkacaktır. O zaman Kürt paryaları Türk emekçilerile el ele, omuz omuza, inkilabi hareketlere atılacaklar … ve amele ve köylünün inkilapçı diktatorluğunu ikame etmek uğrunda çarpışacaklardır. Ancak bu gayeye erişildiği gün Türkiyenin siyasi ve iktisadi istiklalî ve kardeş milletlerin kurtuluşu fiilî ve kat’i bir tarzda tahakkuk etmiş olacaktır.”
Son cümle çok karakteristiktir. TKP’nin ardılı bütün siyasi teşkilat programlarına da girmiş olan bu madde içerdiği yüksek vaat düzeyine karşın, inandırıcı değildir. Bugün bir halk için, gözle görünür hiçbir şey yapmaz, pratik hiçbir adım atmazsanız, halkın her kıpırdanışında “irtica”, “İngiliz parmağı”, “mütegallibe” diye bağırırsanız, sözü edilen “gayeye erişildiği gün” de ne yapacağınız belli olmaz, daha doğrusu şimdiden bellidir! TKP’nin ulusal soruna ilişkin yaklaşımı, Türkiye Solunun yakın döneminin de fikri çerçevesini oluşturmuştur: Sorunun program maddelerinde ifadesi, pratik görevlere sırt çevirme, meselenin hallini “kurtuluştan sonra”ya erteleme… Kürt hareketi, kendi tarihsel kökleri üzerinde, halk kültürü öğeleriyle beslenen bir hareket olarak görülmemiş, adeta Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Buna bir tepki olarak ortaya çıkan çeşitli Kürt hareketleri de, Kürtleri de kapsama iddialarına karşın bu örgütleri “Türk Solu” olarak nitelendirmişlerdir. Sonuç olarak da pek çok olanak heder edilmiş, halklar arasındaki güvensizlik duvarına bir de iki halktan ilerici ve demokratik güçler arasındaki soğukluk ve önyargılar eklenmiştir.
Nâzım Hikmet’in açtığı çığır TKP’nin milliyetçilik sınırlarındaki yaklaşımına hiç itiraz edilmediği söylenemez. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorununda da TKP’yi eleştirmiştir. Burada, bir TKP üyesi ve yöneticisi olmasına karşın Nâzım Hikmet’in TKP’nin genel yaklaşımından ayrılan tutumunu da özellikle anmak gerekiyor. Nâzım Hikmet, duyarlılığı, sezgisi ve hapishanelerde edindiği izlenimlerle Kürt sorununun formülasyonlarla geçiştirilemeyeceğini kavramış, gereğinin yapılması için mücadele etmiştir. Daha önce de pek çok defalar kamuoyuna yansımış olan, Nâzım’ın Kürt yurtseveri Kamuran Bedîrxan’a yazdığı mektubunda dile getirdiği görüşler dikkatle anılmaya değerdir. Nâzım mektubunda Kürt sorununu tüm yakıcılığı ile ve tarihsel, kültürel boyutlarıyla birlikte ortaya koymakta, verdikleri kavgayı “can ve gönülden” desteklemektedir. 2002 sonlarında yayınlanan TKP’nin 1962 Konferansı belgelerinde Nâzım’ın bu konuda parti içinde bir mücadele verdiğine de tanık oluyoruz. (Nâzım’ın K. Bedîrxan’a mektubuna yer veren kaynaklardan biri için bkz. Evrensel Kültür, sayı: 124, Nisan 2002) Çerçeve içinde sunduğumuz tutanaklar ile öteki konferans belgeleri incelendiğinde anlaşılıyor ki, SBKP’nin yönlendirmesi ile 1961 yılı sonlarında İran TUDEH, Irak Komünist Partisi ve TKP temsilcileri ortak bir toplantı yaparak bu üç partiyi de yakından ilgilendiren Kürt meselesi hakkında bir karar imzalıyorlar. Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor. İşçi sınıfı ve halkların yüreğinde yer etmiş büyük emek şairi, Kürt meselesinde önyargıların aşılması ve milliyetçi çerçevenin kırılmasında da çığır açanlardan biridir. 2002 Nâzım Yılı’nın 2003 Cigerxwîn Yılı’yla birleşmesi de güzel bir tesadüf olmuştur. İki kardeş halkın, en yetkin şairlerinin şahsında kenetlenen elleri, halkların özgürlüğü ve kardeşliğinin en güzel simgelerinden biri olacaktır.
Geleneksel sol, Nâzım ve Kürt sorunu – Hayri Erdoğan Tiroj 2. Sayı 2002
0 notes
ozel-buro · 2 years ago
Text
ÇİN DOSYASI /// Ümit Alperen : Çin Komünist Partisi 20. Kongresi : Çin'in yeni rüyası ne o lacak ????
ÇİN DOSYASI /// Ümit Alperen : Çin Komünist Partisi 20. Kongresi : Çin’in yeni rüyası ne o lacak ????
Ümit Alperen : Çin Komünist Partisi 20. Kongresi : Çin’in yeni rüyası ne olacak ???? 19 Ekim 2022 Çin’in geleceğinin belirlendiği Çin Komünist Partisi Kongresi yapılıyor. Ekonomik zorluklar yaşayan vatandaşlarına daha çok güvenlik vaat eden Çin lideri Şi, ülkenin yönünü nereye çevirecek? Dünya bundan nasıl etkilenecek? Dr. Öğretim Üyesi Ümit Alperen yazdı. 1921’de kurulan Çin Komünist Partisi’nin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pusancatholic · 3 years ago
Text
Eski DGM Başsavcısı Nusret Demiral hayatını kaybetti
Eski DGM Başsavcısı Nusret Demiral hayatını kaybetti
  Demiral DGM Başsavcısı olarak, Türkiye Birleşik Komünist Partisi önderleri Haydar Kutlu ve Nihat Sargın; hayali ithalatçı Kemal Horzum ve DEP’li milletvekillerinin davaları; Doç. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu cinayetleri, ve Sivas Madımak katliamı üzere birçok olayda savcılık misyonunu yürütmüştü.
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
anamedblog · 3 years ago
Text
Geç Osmanlı ve Fransız Mandası Döneminde Suriye Toprakları (1880–1936)
Ellis Emma Garey, ANAMED Doktora Bursiyeri (2020–2021)
 2020–2021 akademik yılı boyunca ANAMED bana paha biçilmez bir destek sağladı. Araştırmamı tamamen planladığım şekilde gerçekleştiremesem de ANAMED’in desteği tezimde ve pek çok şekilde gelişme sağlamama yardımcı oldu.
Tezim, geç Osmanlı ve Fransız Mandası döneminde Suriye topraklarına (1880–1936) odaklanıyor. Tezde insanların kendilerini nasıl işçi olarak tanımladığı, sonra da buna dayanarak nasıl taleplerde bulunduğu ya da eyleme geçtiklerini inceleyerek sosyal hareketler, kapitalist gelişim ve devlet oluşumuyla ilgili konular üzerinde duruyorum. Bu döneme dair anlatılar, genellikle kontrollü Osmanlı merkezileşmesi ve yabancıların buna rakip tacizleri ile başlayıp Avrupa’nın sömürge egemenliği ile sona eriyor. Bu anlatımda, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Fransız mandasının dayatılması, Osmanlı geçmişi ile tüm bağların koptuğu ve bölgenin çağdaş ulusal sınırlarının çizildiği keskin bir tarihsel kırılma noktası olarak anlaşılıyor. Projem bu iki tarihsel dönem arasında önemli bir süreklilik olarak Geç Osmanlı döneminde ortaya çıkan yeni kolektif eylem ve toplumsal mücadele biçimlerini ön plana çıkarıyor. 2020–2021 akademik yılında ANAMED bursiyeri olarak, önceki ziyaretlerimde topladığım kaynakları düzenlemeye, yeni ortaya çıkan elektronik kaynakları tanımaya, tezimle ilgili ikincil literatürü daha ayrıntılı olarak incelemeye ve tezimi yazmaya odaklandım.
ANAMED’in doktora, doktora sonrası ve kıdemli bursiyerlerini buluşturan düzenli toplantıları, araştırmalarımız için hem resmi hem de gayri resmi olarak fikir alışverişi yapmamızı sağladı. Her hafta toplantımızın bir kısmını çeşitli araştırma sorunlarını tartışarak geçirdik. Bir bursiyerin karşılaştığı bir sorunun sık sık diğerleri için de sorun olduğu ortaya çıktı. Bu tartışma formatı, çeşitli konular üzerinde bir arada düşünmemizi sağladı. Gayri resmi tartışmaların haricinde, her hafta aramızdan biri projesini gruba sundu. Çeşitli proje konuları, metodolojiler ve dönemleri göz önüne aldığımızda, bu sunumlar beni daha önce bilmediğim pek çok araştırma alanıyla tanıştırdı. Meslektaşlarımın araştırmalarını ve çalıştıkları alanları tanıma fırsatı yakaladım.
Akademik yıl boyunca, daha önce yaptığım araştırma ziyaretleri sırasında topladığım taranmış belgeleri sistematik olarak düzenlemeye odaklandım. Sonrasında, işi ilerletip Center for Research Libraries Global Resources Network’ın gazete koleksiyonu ve Universität Bonn’un Arapça ve Osmanlıca dergi koleksiyonu dahil yeni dijital koleksiyonlar üzerinde çalışmaya başladım—bunlar en azından benim açımdan yeniydi. Bahar döneminde, Dr. Zeynep Çelik ve Dr. Merve İspahani’nin düzenlediği Columbia Global Center Istanbul  “Voices of Emerging Scholars Series”ine katıldım. Yaptığım “Imagining the ‘Worker’ in Early Twentieth Century Beirut,” başlıklı konuşmamın bir versiyonu, Journal of the Osmanlı ve Turkish Studies Association’ın Bahar 2021 sayısında yayımlanacak. Makale, 1924’te Lübnan’ın ilk komünist partisinin kurucularından biri olan tütün işçisi ve sendikacı Fuad el Şamali’nin yazılarına odaklanarak tarihsel aktörlerin belirli bir sosyal kategoriye ilişkin anlayışlarını nasıl tanımlayıp ilerlettiğini anlamaya çalışıyor—bu durumda ele alınan da “işçi” kategorisi.
 2020–2021 akademik yılında araştırmalarımızı gerçekleştirmemiz için sıcak bir ortam sağladıkları için ANAMED ekibine ve bursiyer grubuna çok teşekkür ederim.
0 notes
kubilaykaratas35 · 3 years ago
Text
Çin'in "borç tuzağı" deşifre oldu
Çin’in “borç tuzağı” deşifre oldu
Giderek yayılmacı bir politika izleyen Komünist Çin, “Kuşak Yol Projesi” ile üçüncü dünya ülkelerini ve gelişmekte olan ülkeleri hedefine koydu. Söz konusu ülkeleri borçlandırıp kendisine bağımlı hale getiren Çin’in bu sömürgeci politikasıyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Akademisyen Doç Dr. Ömer Kul, “Çin, borç verdiği ülkelerin stratejik noktalarına, limanlarına amiyane tabirle çöküyor ve…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kalpherzamansoldanatar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanarak kuruluşunu ilan eden TKP, Anadolu’da süren savaşla yakından ilgileniyor ve önüne ikili bir görev koyuyordu: “Komünist Partisi için memlekete musallat olan düşmanları kovmak nasıl bir görev ise, içte halkın sırtından geçinen yağmacı ve asalak sınıfları da hazır yiyicilik halinden çıkarıp, yumruk altında çalıştırmak da o derece esaslı bir görevdir.” Anadolu’da süren mücadeleye katılmak isteyen TKP, Mustafa Kemal ile temasa geçer. TKP heyeti Mustafa Kemal’in daveti üzerine 28 Ocak 1921’de Kars’a giriş yapar ve burada büyük bir coşkuyla karşılanır. O dönem Kars’ta Sovyetler Birliği’nin etkisi büyüktür. Kars’ta bir süre kalan heyetin ikinci durağı Erzurum’dur. Ancak burada Erzurum Valisinin organize ettiği büyük bir protesto ile karşılaşan heyetin güzergahı değiştirilir. Ankara’ya ulaşmak için Türkiye’ye giriş yapan heyet planlı bir şekilde, İttihatçı örgütlenmenin çok güçlü olduğu illerden biri olan Trabzon’a yönlendirilir. Gidiş yolunda ve Trabzon’da türlü p rovokasyonlarla karşılaşan heyet ülke dışına çıkmaya zorlanır ve Sovyetler Birliği’nin Trabzon Konsolosu Bagirof’un da izniyle Batum’a gönderilmelerine karar verilir. Ancak ne yazık ki, Karadeniz üzerinden gerçekleşecek bu yolculuğun varış noktası olmayacaktır. İsimlerini burada bir kez daha saygıyla anmaktan onur duyduğum heyetin içinde: Samsun Hançerli Mahallesi’nden Mustafa Suphi, Eski İzmir Maarif Müdürü Ethem Nejat, Erzincanlı öğretmen Aşçıoğlu Bahaeddin, Uşak’ın Hacı Hulusi Mahallesi’nden Kazım Hulusi, Sürmene’nin Kırali Mahallesi’nden Kıralioğlu Maksut, Cihangirli Dr. Hilmioğlu İsmail Hakkı, Van’ın Erciş kazasından er Ahmetoğlu Hayrettin, Bandırma’nın Manyas nahiyesinden Topçu Yüzbaşı Hakkıoğlu Mehmet Ali, İstanbullu mühendis Emin Şefik, Pilot Yüzbaşı Kadıköylü Tevfikoğlu Ahmet, İhtiyat zabiti Manisalı Kazımoğlu Ali, Erzincan Akdağ köyünden Hatipoğlu Mehmet, İzmir’in Tilkilik Mahallesi’nden Hacı Mustafaoğlu Mehmet, Eski Elmalı Kaymakamı Cemil Nazmioğlu İbrahim ve Maria Suphi bulunmaktadır. Bu yazı o gün o heyetin içinde olup öldürülmeyen ama unutularak defalarca öldürülen Maria Suphi’nin anısına kaleme alınmıştır. 1921 yılı. Ocak ayının 28’ini 29’una bağlayan gece. Karadeniz. İki sınıfın temsili iki taka, arka arkaya, yol alıyor. Bu gece, insanlığın kanla yoğurduğu tarihine bir yenisi eklenecek Anadolu’nun. Herkesin bildiği ama sustuğu, herkesin ortağı olduğu ama kimsenin sahiplenmediği bir katliam. 15 kurbanı olacak bu katliamın. Yıllar geçecek üstünden, herkesin hakkında sustuğu, faali “meçhul” olan bu katliam konuşulur olacak. Katliamı kimin planladığına, Samsun’dan Trabzon’a kadar tüm limanların kahyası olan ve komünistleri bizzat katleden çetenin lideri Yahya’nın kimin adamı olduğuna ilişkin tartışmalar yapılacak. Elbette bazı şeyler zamanla ortaya çıkacak: “TKP’lilerin katledilmesinin birinci dereceden sorumlusu sayılan kayıkçılar kahyası Yahya’nın oğlu Osman Kahya, Mete Tunçay’a yazdığı 15.12.1967 tarihli mektupta, babasının o zamanlar vatani bir görev yaptığından bahsetmiş ve ‘asıl katilin bugün tapılan biri’ olduğunu belirtmiştir.” Kendisine verilen “vatani görevi” “kusursuzca” yerine getiren Kahya Yahya, benzeri bir “vatani görev” aşkıyla hareket eden Topal Osman’ın adamları tarafından 3 Temmuz 1922’de öldürülür. Bu katliamın sorumluları arasında Kazım Karabekir’in de adı sıkça geçmektedir. Bölgede TKP heyetine karşı gerçekleştirilen provakatif eylemleri bilinçli olarak engellemediği, gerekli koruma önlemlerini almayarak TKP’lilerin katliamına yol açtığına ilişkin kuvvetli iddialar bulunmaktadır. Ancak en önemli belgelerden biri Mustafa Kemal’in 22 Ocak 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmadır: “İşte bu serseriler, Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır…” Bütün bu yaşananların yanında en trajik olanı ise SSCB’nin tavrıdır. Katliamın ardından Ankara hükümetinden Mustafa Suphi’lerin akibetini soran SSCB, TKP’lilerin bir deniz kazası sonucu  yaşamlarını yitirdiklerine ilişkin yapılan açıklamayı yeterli bulmuş ve 16 Mart 1921’de Ankara hükümeti ile “dostluk” antlaşması imzalamıştır. Velhasıl, Trabzon’nun iki mil açıklarında gerçekleşen ve uzun süre herkesin üç maymunu oynadığı bu katliam yıllar sonra açıkça konuşulur olacaktır. Ama bir isnisna ile… Maria… Odessalı bir Rus kadınıdır Maria. 1905 devrimine katılmış 1917’de aktif rol üstlenmiştir. Mustafa Suphi ile tanıştıktan sonra TKP’ye katılmış ve TKP heyetiyle birlikte Türkiye’ye giriş yapmış enternasyonalist bir devrimcidir Maria. Eşi Mustafa Suphi ve 13 yoldaşının katliamına bizzat tanık olmuştur. O gün öldürülmemiştir Maria. Kahya Yahya tarafından ilk önce seks kölesi haline getirilmiş sonra bölgenin zenginlerinden Nemlizade Ragıp Bey’e satılmıştır. Bir süre sonra Maria’yı Namlizade’den geri alan Yahya onu Rizeli kabadayılara “armağan” etmiştir. İki tevatür var Maria’nın akıbetiyle ilgili: Biri Rizeli kabadayıların aleminde canına kıyıldığına, diğeri ise ileri yaşlara kadar yaşayıp sokaklarda öldüğüne ilişkin. Hangisi doğru bilmiyoruz. Zaten bildiklerimizi de çok eski tarihlerde değil, yeni öğrendik. Unuttuk biz Maria’yı! Adorno “kurbanı unutmak onu tekrar kurban etmektir” diyor. Biz tekrar tekrar tekrar kurban ettik Maria’yı! Duymadık onu! Ne Odessa kıyılarında -rüzgar savururken saçlarını- göğe yükselen kahkahalarını ne 917’de işçi kadınlarla haykırdığı sloganları ne Mustafa ile ilk karşılaştığında titreyen sesini ne de Yahya’nın onu hapsettiği zamanki haykırışlarını. Duymadık onu! Oysa Maria, bahar yağmuru gibi ılık ve taze bir uyanışın yanında saf tutmak için bizimleydi. Hürriyete, adalete olan açlığımızın kardeşiydi. Dilini, dinini, cinsiyetini inkar ederek bizimleydi. Duymadık onu! Karadeniz’in bereketli sularında 14 yoldaşını -yanı başındaki omuzları bile halen dokunabilecek gibi elle- öldürdüler gözlerinin önünde, katillerinin kurtuluşuna hayatlarını adamış, Karadeniz eşitliğin, emeğin denizi olsun diye yola çıkan 14 komünisti. Birlikte dövüştüğü kardeşlerini yanından kopardılar. Sevgilisini kucağından… Duymadık onu! “Unutmak iyileşmektir” der Nietzsche. İyileşmeyelim! Bırakalım utanç bir yara izi gibi asılı kalsın yüzümüzde. Gizlemeye, mazeret üretmeye çalışmayalım. “Ama”ların sefil dünyasından uzak duralım. Bir bayrak gibi dalgalansın ihanetimiz. Bütün benliğimizle doya doya utanalım. Affet bizi Maria… Cengiz Gültekin (sendika.org)
32 notes · View notes
yorumcalar · 4 years ago
Photo
Tumblr media
PAPA, MECZUP KRALLAR ve KÖLELER
Batı Roman'ın Papası, İMF ve Dünya Bankası'nın ilkbahar yıllık toplantısına katılanlara bir mektup yazarak korona virüsün, ekonomik etkisinden muzdarip olan fakir ülkelerin borç yüklerinin azaltılması çağrısında bulunmuş.
__________
Batı Roman’ın Papası Francis; Uluslararası Para Fonu (İMF) ve Dünya Bankası’nın ilkbahar yıllık toplantısına katılanlara bir mektup yazarak korona virüsün, ekonomik etkisinden muzdarip olan, düşük gelirli fakir ülkelerin borç yüklerinin azaltılması ve küresel karar alma mekanizmalarında daha fazla söz hakkı verilmesi çağrısında bulunmuş.
Mektubunda, salgının dünyayı birbiriyle ilişkili sosyo-ekonomik, ekolojik ve siyasi krizlerle yüzleşmeye zorladığına dikkat çekerek; “Dünya nüfusunun küçük bir azınlığının servetin yarısına sahip olduğu, eşit olmayan, sürdürülemez bir ekonomik ve sosyal yaşam modeline geri dönülmemesi gerektiğini” belirten Papa, ifadelerini şu şekilde sürdürmüş; “Küresel dayanışma ruhu, en azından pandemiyle daha da kötüleşen yoksul ülkelerin borç yükünde önemli bir azalma gerektirir” demiş.
Papa’nın bu sözlerini okuduğumda ilk aklıma gelen Maradona’nın şu sözleri oldu: “Evet, ben Romanın Papası’na karşı çıktım… Neden böyle oldu? Çünkü ben, Vatikan’a gittiğimde oradaki çatıların saf altından olduğunu gördüm. Sonradan da Papa’nın vaazını dinledim. Ve o diyordu ki; Kilise yer yüzündeki tüm fakir çocuklardan dolayı üzüntü duyuyor. Külahıma anlat bunları! Üzüntü duyacağına satsana altın çatıları! Bir şeyler yapsana”
Ne güzel söylemiş Maradona!
Bütün bunları özetlersek; Papa, fakir ülkelerin borçlarını silin demiş. İktisat Hareketi olarak biz, uzun yıllardır hükümetimize ve tüm siyasi partilere;
Borçların hepsini silin diyoruz zaten.
Borca Dayalı düzen devam etmesin istiyoruz.
Sistem yeniden borçsuz olarak kurgulanabilir diyoruz zaten.
“Borç Bakanlığı” kurun, borçları tasfiye edin diyoruz zaten.
Papa “borçlar silinsin” deyince, tanrının merhametli bir dostudur deyip, uzun zamandır da; “borçlar silinebilir” diyen yerli ve milli bir akademisyen olan ve İKTİSAT HAREKETİ’nin kurucusu ve Başkanı Prof. Dr. Mete Gündoğan ve ekip arkadaşları söyleyince; “Dünyada bunun örneği var mı? Göstersenize !!” diyenlerin yürekleri ve cesaretleri varsa “faiz kaldırılmalı” diyebiliyorlar mı?
İKTİSAT HAREKETİ’nin bu teklifin doğru olduğunu kabul etmeleri için PAPA’nın çağrısını mı bekliyorlardı yoksa?
Papa bunları söylediyse; günümüzün Tapınakçıları olan Küresel Finans elitler borçları siler mi?
Papa’nın gizli amacı nedir ?
350 yıldır dini inançları gereği, Papa’lıkla birlikte ittifak kurarak tırnaklarıyla adım adım kurdukları finansal zulüm ve ifsad düzeni çökmesin ve yeniden güven tazelesin diye öyle bir silerler ki, herkes şaşar kalır. Böylelikle Küresel Finans elitlerin Ortodoks ekonomi öğretilerine aşık olmaktan aklını yitirme noktasına gelen meczup krallar ve ezberci öğreticileri ile, ezberletilmiş köleleri hep birlikte mutlu olurlar.
Avrupa’nın en büyük dini merkezi İtalya’dadır.
Ancak Papa Ortaçağ’daki gibi Hristiyanlar üzerinde etkili değildir artık. Papa günümüzde Vatikan’ın ve Opus Dei’nin büyük miktarda paralarını yönetiyor. Vatikan’ın sahip olduğu servet ve sermaye ise kilise vakıfları üzerine kayıtlı olduğu için de vergiden muaf tutuluyor.
Vatikanı, tapınakçıları ve küresel finans elitleri biliyoruz da, bu “Opus Dei” de nedir?
Opus Dei, İspanyolcada Tanrının Eseri anlamına gelir. 2 Ekim 1928’de Madrid de sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva De Balaguery Albas tarafından kurulan Katolik gizli bir örgüttür. 
1950 yılında papalık tarafından resmen onaylanmıştır. Papalık, güçlü anti-komünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei’nin statüsünü 1982’de yükselterek, örgüt önderine ve tarikat başkanlarına mahsus ‘piskopos’ unvanı verdi. 
Katolikliğe sadık, laik iş, meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan, ama günümüzde Vatikan da en etkili olan laik kurumdur. Tüm üyeleri meslek sahibi Katoliklerden oluşmakta, her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır. 
Onlara göre Papanın kimliği, Kilisenin de, Papalık Makamının da üstündedir. Papa, Tanrı Krallığının kutsal önderidir. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette olağanüstü bir kişidir. Bu nedenle Opus Dei örgütü, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devletini yüceltir ve Kiliseyi ikinci planda görür. İşte Papa bu örgütün paralarını da yönetir. 
Tabi bu bilgiden sonra, şu soruyu sormadan geçemeyeceğim;  - Opus Dei’nin her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinali olduğuna Türkiye’de Kardinali var mı !?
Bu işin altında bir hinlik olduğunu şimdiden bilmekte fayda vardır.
Mevcut ekonomilerde uygulanan Borca Dayalı Para Sistemiyle birlikte, tüm Borca Dayalı sistemler çöktü.
Küreselciler ise, geçmiş eski Haçlı Seferleri gibi, yeni bir savaşı başlatıp, yakıp, yıkmanın ve kan dökmenin yüksek maliyetli olduğunun farkında oldukları için finansal oyunlarla bir taşla iki-üç kuş vuruyorlardı. Bundan sonra “merhamet eliyle” kısmi yada tam borç silmeler sonrasında, dijital borçlanma ile yeni nesil finansal oyunlarla tüm kuşları vuracaklar.
Eğer uyanık olup, daha fazla gecikmeden BORCA DAYALI OLMAYAN PARA SİSTEMLERİ yürürlüğe koyduğumuz takdire, Doğu Roma’nın, Tapınakçıların ve Opus Dei’lerin PAPA’sının da içinde olduğu Küreselcilerin bu oyununu kolaylıkla da bozabiliriz… …
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
kolej-postasi · 4 years ago
Text
KURUCU FELSEFENİN ESİN KAYNAKLARI
Tumblr media
"Kurucu felsefe"nin esin kaynaklarıZafer Toprak'ın Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi başlığını taşıyan son kitabının önemine dikkat çekmek istiyorum.
Prof. Dr. Zafer Toprak,  kuşku yok ki Türkiye'nin en üretken, en değerli  sosyal bilimcilerinden biridir. Türkiye'de Milli İktisat, İttihat ve Terakki ve Cihan Harbi, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum, İttihat-Terakki ve Devletçilik (1908-1950), Türkiye'de İşçi Sınıfı (1908 - 1946), Türkiye'de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908-1935), Türkiye'de Yeni Hayat, Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiye'de Popülizm (1908-1923) ve yakınlarda yayımlanan Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi başlıklı kitapları yanısıra kurumların tarihi üzerine araştırmaları ile modernleşme çağında Türkiye'nin iktisadi ve siyasi tarihinin anlaşılmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.
Toprak, sadece sosyal bilimci olarak taşıdığı değer nedeniyle değil, insani vasıfları nedeniyle de dostluğundan gurur duyduğum arkadaşlarımdan biridir. 1960'ların ortalarında Mülkiye sıralarında başlayan yarım yüzyılı aşkın dostluğumuz süresince onun akademik yaşamının yakın tanıklarından biri oldum. 1970'lerin sonlarından itibaren Boğaziçi ve sonra Koç üniversitelerinde verdiği dersler dışında kalan zamanının neredeyse tamamını araştırmalar yaparak geçirdiği kişisel kitaplığının giderek büyüyüp sosyal bilimler alanında muhtemelen ülkenin en zengin kitaplığı niteliğini kazanması sürecini gözlerimle izlediğimi söyleyebilirim.  Zafer Toprak akademisyen arkadaşlarım arasında hayatını tümüyle araştırmaya adamış olanların başta geleni; bu vasıflarıyla Türkiye'de toplumsal tarihçilik alanının rol modellerinden biridir. Bu yazıda Toprak'ın Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi (Türkiye İş Bankası, 2020) başlığını taşıyan son kitabının önemine dikkat çekmek istiyorum. Kitabın konusu, 100. yaşına yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti devletinin (giderek aşınmakta olan) "kurucu felsefesi"nin ya da resmi ideolojisinin (dilerseniz Kemalizm'in) hangi düşünsel - felsefi kaynaklardan beslendiğinin irdelenmesi. Yazarın kendi sözleriyle: "İki dünya savaşı arası Türkiye'de gözlenen siyasal ve zihinsel dönüşümde Atatürk'ün etkisi büyüktü. Yeni bir toplum inşasında onun entellektüel birikimi yönlendirici oldu. Düşünsel bağlamda bir tür arkeolojik girişim olan bu kitap, Atatürk'ün ve kurucu kadronun çağdaş dünyayı algılayışına, yeni bir toplum inşa tasarımının ve etkinliğinin geri planında yer alan entellektüel birikime, öz bir biçimde ifade etmek gerekirse kurucu felsefeye odaklanıyor." Kitabın özgün yönü de yine yazarın şu sözlerinde ifadesini bulmakta: "Bugüne kadar siyasi ve askeri yönü üzerine sayısız değerli araştırma yapılmış olmasına karşın, Atatürk'ün entellektüel kişiliği üzerinde çok az duruldu." Görüleceği üzere Toprak'ın bu son kitabının önemi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda rol oynayan siyasi - felsefi görüşler ve kökenlerinin aydınlatılmasına yönelik büyük bir adım oluşundan kaynaklanıyor. Atatürk ve yakın çevresinin dünya görüşünü şekillendiren esin kaynaklarının kapsayıcı bir araştırmasını yapan Toprak, şu hususlara dikkat çekiyor: Atatürk esas olarak Batı düşüncesinin etkisi altında kaldı. Batı düşüncesini de başka herhangi bir dil değil Fransızca üzerinden izledi. Üçüncü Cumhuriyet Fransası'nın pozitivist, bilimci, solidarist, laik dünya görüşünden kuvvetle etkilendi. Milli egemenlik anlayışı Fransız Devrimi'ne  dayanıyordu. Laiklik anlayışı Üçüncü Cumhuriyet Fransası'ndaki Radikal Parti'nin politikalarından esinlenmişti. Yine bir Fransız düşünürü olan Montesquieu'yü izleyerek güçler ayrılığını değil, Jean J. Rousseau'dan esinlenerek güçler birliğini; bireysel özgürlükleri değil devlet egemenliği ve iradesini savundu. Kurucu Felsefenin Evrimi, Takrir-i Sükun Kanunu'yla (1926) kurulan otoriter tek parti yönetiminin, dini devlet denetimi altına alan ve inanç özgürlüklerini kısıtlayan katı laiklik uygulamalarının, dil ve kültür birliğini varsayan millet kavramının, sınıf farklılıklarını reddeden, hukuk alanında kadın - erkek eşitliğini öngören toplum anlayışının, kısacası laik Türk milliyetçiliğine dayanan resmi ideolojinin  temellerini ayrıntılarıyla ortaya koymakta. Toprak'ın üzerinde durduğu noktaların başlıcaları şunlar: Atatürk, Batı düşüncesindeki gelişmeleri Paris büyükelçiliği aracılığıyla getirttiği kitaplar aracılığıyla yakından izledi. Atatürk'ün Çankaya'da oluşturduğu kitaplık o  sıra Türkiyesi'nin sosyal bilimler üzerine en zengin kitaplığıydı. "Fransa'nın en güncel sosyal ve beşeri bilim eserleri 30'lu yılların kültür devriminin yapı taşlarını oluşturacak ve Türkiye'de sosyal ve beşeri bilimlerin inşasında önemli bir rol oynayacaktı." (s. 13) Atatürk'ün özgürlüklere bakışının sınırları vardı. 1931 yılında şöyle yazıyordu: "Ferdi hürriyet karşısında fertlerin hepsinin kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de idaresi, kakimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini korumakla görevli olan insanların diğer taraftan devletin de irade ve hakimiyetinin felçli hale gelmemesine dikkat etmeleri lazımdır." (s.29) İkinci Meşrutiyet'in başarısızlığının nedenlerini güçler ayrılığında, parlamenter rejimde buluyordu. İkinci Meşrutiyet'in çok partili siyasal modelinin Montesquieu'nün güçler ayrımı anlayışıyla düzenlendiğine ve çöküntünün gerisinde bu anlayışın yattığına inanıyordu. (s.30) Toprak, Atatürk'ün fikirlerinden geniş ölçüde esinlendiği Rousseau'nun etkisi hakkında şunları yazıyor: "Rousseau genel iradeyi savunurken bireyi devre dışı bırakmış, onun özgürlüklerine ket vurmuştu. Bu anlayış ise son kertede diktatörlüğe uzanabiliyordu. Güçler birliğinde yargının bağımsız konumunu yitirmesi özgürlükler açısından olumsuz bir gelişmeydi. Türkiye'de de Takrir-i Sükun'la yaşananlara eleştirel bakmak bu bağlamda yanıltıcı olmayacaktı. Keza 1931'dei Türk Ocaklarının, 1935 sonrası Mason localarının, Kadınlar Birliği'nin kapatılması, spor örgütleri, esnaf örgütleri ve benzerlerinin organik olarak Tek Parti çatısı altına alınması Cumhuriyet'in Rousseau'dan esinlenen genel irade anlayışının sonucuydu. Kimi yazar bu gelişmeleri 'diktatoryal' olarak değerlendirecekti." (s. 113) Atatürk'ün başında olduğu Tek Parti'nin fikriyatında solidarist düşüncenin liberalizme karşı takındığı tutum önemli rol oynamıştı. "Tek Parti yönetimi liberal devletin ulus birliğini bozucu olduğunu, toplumda sınıflaşmaya yol açtığını ileri sürmüştü. 'Milli devlet' sınıflaşmayı reddediyor, 'milletçe kütleleşmek' fikrini önemsiyordu." (s. 290) Toprak'ın, tanınmış Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger'nin yorumlarına gönderme yaparak dikkat çektiği ve bizde Tarık Zafer Tunaya ile başlayarak yaygınlaşan bir görüş de, Türkiye'de 1926 - 1946 arasında uygulanan otoriter tek - parti rejimiyle Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası'nda uygulanan totaliter rejimler arasında önemli bir fark olduğu; bizdeki uygulamanın çoğulcu demokrasiye geçiş için bir tür hazırlık dönemi oluşturduğu,  bu dönemde demokrasinin altyapısının tesis edildiği iddiası. Duverger'ye göre, "Cumhuriyet Halk Partisi'nin başta gelen özelliği ideolojisinin son kertede demokratik oluşuydu. Bu ideolojinin hiçbir zaman faşist ya da komünist tek partilerde olduğu gibi, bir tarikat ya da kilise niteliği taşımadığını... özü itibarıyla pragmatik olduğunu kaydediyordu... Ortadoğu uluslarının modernleşmesini önleyen başlıca etmen dindi. İslamiyete başkaldıran Atatürk'ün şiarı 'Batılaşmak' olacaktı." Batılaşma da son kertede çoğulcu demokrasinin tesisi demekti. Tek Parti siyasal rekabeti ortadan kaldırmayıp sınırlıyor; parti içinde muhalefet gelişebiliyordu. (s.383 - 385) Nitekim 1930'da açılıp kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi, tek - parti döneminin gerçekte çok - partili düzene geçiş için bir hazırlık dönemi oluşuna işaret ediyordu. Zafer Toprak'ın Türkiye'nin "kurucu felsefesi"nin (ya da "resmi ideolojisi"nin) kaynaklarını ve dayandığı temel görüşleri ortaya koyan bu son kitabı, kaçınılmaz olarak okurlarını bu felsefenin yol açtığı sonuçları, yaklaşık yüzyıl sonra bugün ülkeyi getirdiği yeri sorgulamaya sevkediyor. Bu sorgulamanın okuru Cumhuriyet'in 100. yılına yaklaşırken "Kurucu Felsefe"nin amaçlanmayan ya da istenmeyen sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuz tesbitine götürmesi kuvvetle muhtemel. Bu, başka bir yazının konusu.
KASIM 5, 2020 | P24*
ŞAHİN ALPAY | KURUCU FELSEFENİN ESİN KAYNAKLARI
Tumblr media
0 notes