#Komünist yazar
Explore tagged Tumblr posts
ahmetcumhur-blog · 1 year ago
Text
"Bireyin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflararası karşıtlığın kalkması ölçüsünde ulusların birbirlerine düşmanlığı da son bulacaktır."
Friedrich Engels | Komünist Partisi Manifestosu
32 notes · View notes
raksh4sa · 1 year ago
Text
Tumblr media
Sen Ben Lenin (2021)
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından denize atılan Lenin heykellerinden biri, iki yıl sonra Düzce'nin Akçakoca ilçesinde sahile vurdu. 2000'li yıllarda Akçakoca Belediyesi, ilçede turizmi geliştirmek düşüncesiyle, Lenin heykelini Akçakoca meydanına dikme kararı aldı. Ancak bu tasarı hiçbir zaman hayata geçmedi. Dalgaların Karadeniz'i aşarak getirdiği ahşap heykel hâlâ belediyenin deposunda saklanmaktadır.
Tufan Taştan'ın senaryosunu Barış Bıçakçı ile yazdığı ilk uzun metrajlı filmi "Sen Ben Lenin", işte bu gerçek hikâyenin üzerine kurgulanmış bir kara mizah olarak beyazperdeyle buluşur. "Belki kasabaya bir Lenin gelir" başlığıyla Cumhuriyet gazetesinin dahi manşetlerine taşımış olduğu "Sen Ben Lenin" filminde, Lenin heykeli bu sefer kasabanın meydanına dikilmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti başbakanıyla birlikte, Rusya'dan gönderilecek olan bir heyetin katılımıyla gerçekleştirilecek olan açılış töreninden bir gün önce Lenin heykeli ortadan kaybolur. Heykelin çalınmasıyla tüm hikâye böylelikle de başlamış olur. Heykelin bulunması için Ankara'dan özel olarak gönderilen iki polis müfettişinin kayıp heykeli bulmaları için 12 saati vardır.
Filmi seyrederken Kızılay'dan Bestekâr'a doğru yürüdüğüm yolların duvarlarında boyalı duran Lenin resimlerine gittim geldim. Elbette bir de filmde Ahmet Abi karakteriyle sıklıkla vurgulanan Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiirine... (Bu metni kaleme alırken arka planda çalan bu şiiri de şuraya ekliyorum: (https://www.youtube.com/watch?v=2CuFoIlrLuY) Ne diyelim... Belki Ankara'ya bir Lenin gelir.
Filmde en çok güldüğüm ve filmi en iyi anlatan sahne olarak gördüğüm şu repliği de aşağıya bırakıyorum:
"Lenin kasabayı değiştirecek derken, kasaba Lenin'i değiştirdi."
1 note · View note
yazan-kalem-siyah06 · 10 months ago
Text
Akp komünist şair Vedat Türkali şiirini aday tanıtımında kullandı. Vedat Türkali’nin kemikleri sızlamıştır…
Tumblr media
Erdoğan, konuşmasında komünist yazar Vedat Türkali’nin ünlü şiirinden dizeler okuyarak, "Boşuna çekilmedi bunca acılar. Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle. Bekle bizi İstanbul" ifadelerini kullandı.
7 notes · View notes
ghostmansblog · 2 years ago
Text
Suskunluk faşisttir..ama sevmek komünist..yazar,söyler,haykırır..🐞
2 notes · View notes
kaanozer · 2 years ago
Text
Toplama Kampları
Pasolini, Mayıs 1958’de İtalyan Komünist Partisi’nin haftalık dergisi Vie Nuove’ye “Roma’da ve Çevresinde Yolculuk” başlıklı bir araştırma yazısı yazar. Yazı için, zaten iyi bildiği ve hem filmlerinde hem de romanlarında işlediği Roma’nın kenar mahallelerine yeniden gider. Aşağıda inceleyeceğiz pasajlar, bu yazının “Toplama Kampları” başlıklı ikinci bölümünden seçilmiştir. Kaynak: “The Concentration Camps”, Stories from the City of God: Sketches and Chronicles of Rome 1950-1966 içinde, çev. Marina Harss (New York: Other Press, 2003) [İtalyanca baskı: Storie della città di Dio: Racconti e cronache romane (1950–1966)].
Tumblr media
Her İtalyan şehrinde, hatta ülkenin kuzeyinde bile, son bostanın bittiği yerde, çoğunlukla ambarlardan, kulübelerden, barakalardan oluşan, yoksullara mahsus “toplama kampları” görürsünüz. Fakat bu hadisenin en çarpıcı, en karmaşık, hatta görkemli diyeceğim örnekleri Roma’dadır. Roma borgata’sı, başkenti Roma olan Faşist devletten türemiş, tam anlamıyla modern bir olaydır. Bu mahallelerin bugün bile inşa edildiği bir gerçektir. Tabiricaizse “başıboş” mahallelerdir bunlar – taşrada yıllar boyu tamamlanmadan bırakılmış, bir veya iki katlı, çatısı olmayan, sıvasız, kireç beyazı baraka kümeleri… Roma’nın kırsal bölgeleri, çevre yolu boyunca böyle borgata’larla doludur.
Bu alanlar, yoksul ama genellikle dürüst ve çalışkan olan insanların evidir. Çoğu göçmendir, ya bölgeden ya da civar bölgelerden gelmişlerdir – kentin keşmekeşine ve yaşadıkları mahallelerin daha küçük çaplı keşmekeşine, derin taşranın ağırbaşlı ve vakur havasını taşımış insanlar.
Ancak asıl borgata’lar bunlar değil. Asıl borgata’ların ayırt edici özelliği, “resmî” mahiyetleri. Bunlar yoksulları ve istenmeyenleri biraraya toplama planı kapsamında kent yönetimi tarafından inşa edildi. Hem kronolojik hem de ideolojik kökenleri budur.
İlk borgata’ları Faşistler, şehir merkezindeki koskoca mahalleleri yerle bir ettikten sonra inşa ettiler. Bu planlama projeleri, [Gabriele] D’annunzia’dan mülhem bir estetik ideali somutlaştırmakla kalmıyordu, bunlar aynı zamanda esasen birer polis operasyonuydu. Roma’nın geniş proletarya-altı [lümpen-proletarya] kitleleri tarih boyunca şehir merkezindeki kadim mahallelerde toplanmıştı; bunlar taşraya, tahmin edilebileceği üzere kışla ve hapishaneye benzeyecek şekilde inşa edilmiş yalıtılmış mahallelere “sürüldüler”.
Borgata “stili” bu dönemde doğdu. İlham alınan başat kaynaklar “klasik” ve emperyal stillerdi. Borgata stilinin bir diğer ayırıcı özelliği, tek bir mimari motifin takıntılı biçimde tekrar edilmesiydi: Aynı ev, bir sıra boyunca beş, on, yirmi defa tekrar ediyordu. Bir ev grubu da aynı şekilde beş, on, yirmi defa tekrar ediyordu. İç avlular tıpatıp aynıydı: Çamaşır iplerinin konduğu, darağacına benzeyen sıra sıra beton zeminleri, müşterek helaları ve çamaşırhaneleri olan soluk, pis hapishane avluları.
Hakları alınmış bu ilk gruplar Faşistler eliyle sürüldükten sonra, evlerinden çıkarılan ailelere, onlardan sonra da tahliye edilenlere sıra geldi. Ardından, [güney İtalya’daki] Cassino ilçesinden insanlar sürüler halinde buralara gelmeye başladı.
Geçenlerde Gordiani borgata’sına yeniden gittik. Şimdi burası yıkılıyor. İnsanın içini acıtacak kadar kasvetli, pis, gayri insani sıra sıra barakaların yerinde şimdi kızıla çalan kırmataşlardan gepgeniş bir alan uzanıyor.
Hâlâ ayakta kalmış birkaç baraka var, onlar da kısa süre içinde yok olmayı bekliyor. Yakında Gordiani platosu dümdüz olacak, mahalleyle ilgili tüm anılar da yok olacak.
Bu evlerde yaşayanların çoğu, çatışma ve umutlarla geçen on yılın ardından, Via Prenestina üzerinde yeni inşa edilen, eski borgata’ya çok da uzak olmayan Villa Gordiani ile Villa Lancellotti’ye taşındılar.
Onları görmeye gittim. Gerçekte değişen bir şey yok. Önünde avlusu olan küçük, tek katlı  barakalar yerine, kazı alanlarının, metruk arazilerin ve çöplüklerin ortasındaki yepyeni binalar var. Bu yeni binaların stilistik, sosyolojik veya insani ölçütleri neler? Öncekilerden bir farkları yok. Burası hâlâ bir toplama kampı. İki-üç sene sonra bu duvarlar da dökülecek, avlular leş olacak, yer darlığı olacak. Hatta şimdiden var. Ortada bir toplumsal yenilenme yok, yeni bir toplumsal çevre oluşturulmuş değil, özgürleşme namına bir şey yaşanmış değil. Aynı insanlar, toplu halde, bir toplama kampından diğerine nakledildi.
Hıristiyan Demokratların inşa ettiği borgata’lar da Faşistlerinkinin tıpatıp aynısı, çünkü “yoksullar” ile devlet arasındaki ilişki değişmiyor. Hâlâ otoriter, paternalist ve “dinî” mistifikasyona dayalı son derece gayri insani bir ilişki…
geri bildirim: e-skop
2 notes · View notes
haytaogluyunus · 22 hours ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
TÜRK MİLLİYETÇİSİ ÜLKÜCÜ ŞEHİT DURSUN ÖNKUZU
ŞEHİT OLDUĞU TARİH: 23 KASIM 1970
ŞEHİT EDİLDİĞİ YER: ANKARA
DOĞDUĞU YER: TOKAT-ZİLE
MESLEĞİ: ÖĞRENCİ
21 yaşındaydı. Ailenin tek erkek çocuğuydu. Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda okuyordu. Ona Ertuğrul Dursun Önkuzu dediler. Ülküdaşları da onu hep öyle andı. Okuduğu okul komünist öğrenciler tarafından işgal edilmişti. TÜRK MİLLİYETÇİSİ ÜLKÜCÜ hareketin ilklerindendi ve ilk şehitlerinden… Yazar Emine Işınsu, “SANCI” kitabında anlattı Dursun Önkuzu’yu.. en son KAFES filminde anlatıldı..
OLAY GÜNÜ:
Okul işgal edilmiş, komünist olmayan öğrencileri sokmuyorlardı. Türk yurdunda Türk’üm Müslüman’ım diyen öğrenci okuyamıyordu. Çünkü Moskof uşakları okullara sokmuyorlardı. Bu vatan benim diyerek ölümü göz alarak okula gitti. Okulda onu kollarından yakaladı soysuzlar. Sonra üçüncü katta bir sınıfta sorguladılar… güya halk mahkemesi kurmuşlardı.. halk adına kurdukları bu cinayet şebekesi tarafından halkın özbe öz çocukları katlediliyordu. Üç gün boyunca işkence yaptılar. Hınçlarını alamadılar. Ciğerlerini pompa ile şişirerek patlattılar. Hayvanlarda olan merhamet onlarda yoktu. Bunların ki hayvanca da değildi. Cinnetin, caniliğin, kudurmuşluğun en üst seviyesiydi. Belli ki bununla da yetinemeyeceklerdi. Kollarına girip yurdumun yiğit evladını üçüncü kattan aşağı attılar. Türk yurdu bir TÜRK MİLLİYETÇİSİ Ülkücünün kanlarıyla sulanıyordu. Şehit olmuştu ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU.
0 notes
hetesiya · 7 months ago
Text
Devrimcilik Bu Değil - Nokta Haber Yorum
Devrimcilik Bu Değil
Rabia MİNE
Soru: Neden sürekli devrimcilerin hassasiyetlerini kaşıyorsun Rabia Mine?
Yanıt: Özellikle yapıyorum sevgili kardeşim.
Hayır. Bazı düz kafalı fanatiklerin zannettiği gibi, yurdum devrimcilerini gıcık edip nefretlerini kazanmaktan zevk alan sadomazoşist bir manyak ya da devrimcileri kendi içlerinden bombalamak üzere eğitilmiş bir ajan olduğum için değil; onları rahatsız ederek, devrimciliğin ne olup ne olmadığını hatırlatmak istediğim için…
Çünkü -kesinlikle çok değerli istisnaları ayrı tutarak söylüyorum- çoğu, bunları ya hiç öğrenmemiş ya da çoktan unutmuş gözüküyor; bu durum da beni, halk adına büyük bir umutsuzluğa düşürüyor.
Bu yüzden de düşmanlıklarını kazanmak pahasına da olsa sürekli onları dürtüyorum.
Bir kere, devrimcilerin hassasiyetleri olmaz; çünkü devrimcilik bir din değildir.
Devrimcinin, değişmez insanî değerler bütünü olur. Bunun dışında, önderleri de dahil, sorgulayamayacağı ya da sorgulanmasına sansür koyacağı hiçbir hassasiyeti olamaz.
Olduğu anda devrimci olmaktan çıkıp, faşizan bir müride, yani karşıtına dönüşür; ki benim dürtmelerimden rahatsız olanlar da gerçek devrimciler değil, o robotlaşmış müritlerdir.
Bu kadar başarısız olan bir ülke solunun, yoluna kendini hiç sorgulamadan ve sorgulatmadan aynen devam etmek istemesi, bir kere hem misyonuna hem de diyalektiğe aykırıdır.
Ben, bu ülkede burjuva Türkler dışında, başta Kürtler olmak üzere bütün azınlık halklar hatta inanç kesimleri için türlü baskılar, yasaklar ve zulümler getiren Kemalist damarın, devrimcilikle nasıl bağdaşabildiğinin de…
Mahir Çayan’ın, devrimci kadroların düşünsel ve duygusal evrimine ket vurup, onları hedefe kilitlenmiş birer robotik sıra neferine dönüştürdüğü için çok yanlış bulduğum, “Amaç, ele geçen her türlü kitabın okunması ya da entelektüel bilgi edinilmesi değil, belirli bir sıra içinde eğitim yapmak, belirli bir düşmanla savaşmak için iyi biçimde öğrenim görmek olmalıdır,” şeklindeki sözlerinin de…
Deniz’leri idamdan kurtarmak amacıyla kaçırdıkları İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un aslında Hitler’in ikinci adamı olan Adolf Eichman’ı yakalayarak, toplama kamplarında vahşice katledilen 6 milyon Yahudi’nin intikamını alan ve kendi annesi babası ile kız kardeşini de o toplama kamplarında kaybetmiş bulunan bir Nazi avcısı olduğunu bile bile, onu hem de ne hikmetse Eichman’ı yakaladığı tarihin yıldönümünde, elleri arkasından bağlı ve ağzı bantlı bir şekilde kafasına sıkarak öldürmelerinin ne kadar devrimci bir eylem olduğunun da…
Komünist SSCB’de ve Küba’da lgbtiq+ bireylere uzun yıllar uygulanan korkunç baskı, yasak, şiddet ve zulümlerin devrimcilikle nasıl açıklanabildiğinin de…
Son yıllarda jet hızıyla ilerleyen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kapitalist sistemi götürdüğü yeni siber boyutta, Marks’ın geçmişte büyük anlamlar ifade eden Kapital’inin artık ciddî oranda işlevini yitirmiş olabileceğinin de…
Stalin’in Naziler’inkiyle yarışan Gulak Toplama Kampları’nın da…
Ölüm orucu tabusunun da…
Ve çok daha fazlasının da hiçbir baskı, sansür ya da tehdit korkusu olmadan, rahat rahat sorgulanabilmesini istiyorum.
Bunlardan herhangi birini sorgulamaya cesaret eden hiç kimsenin, birkaç ay önce Efraim Elrom meselesine ucundan acık dokunan Ufuk Uras’a yapıldığı gibi, faşistlerden beter tehditlere maruz bırakılarak “sosyal medyadan çekildiğini” açıklamak zorunda kalacak derecede küstürülmesini ya da sindirilmesini istemiyorum. Bunu Ufuk Uras’a ve fikirlerine değil, ifade ve sorgulama özgürlüğüne çok değer verdiğim için istemiyorum.
Ya da anarşist yazar Rabia Mine’ye iki yıl önceki ölüm oruçları döneminde, kırk yıldır sol muhalif cephede tabu olan bu konunun özgürce eleştirilebilmesinin önünü açan -dört dile çevrilip bir çok Avrupalı entelektüelin de okuduğu- fikir yazılarından dolayı, yine faşistlerden beter küfürler, tehditler, nefretler, kinler, hatta iftiralar kusulup, o günden bu yana olmadık komplolar ve kumpaslar kurulmasını protesto ediyorum.
Bütün baskı, sansür ve yıldırma girişimlerini protesto ediyorum; çünkü iyiye ve güzele ulaşmanın yolunun, öncelikle sınırsız bir ifade özgürlüğü ortamından ve özeleştiri yaparak geçmişin hatalarından ders çıkarmaktan geçtiğine inanıyorum.
Protesto ediyorum; çünkü devrimcilik bir din, devrimci önderler peygamber, devrimciler de mürit değildir.
Devrimciliğin temeli, “sorgulamak, özgür düşünmek ve erdemli olmaya çabalamak” üzerine kuruludur.
Devrimci önderler de etten kemikten, doğrudan ve yanlıştan yapılma insanlardır. Özellikle de bizimkiler gibi çok genç yaşlarında öldürülenler; belki de yaşasalardı süreç içinde o yaştaki “Kemalistlik gibi” fikir ve düşüncelerinin pek çoğunu aşarak çok başka boyutlara geçeceklerdi. Onları yirmili yaşlarının başındaki düşüncelerinde dondurmak, öğretilerini sorgulamayı ya da üzerlerine tek kelime eklemeyi tabu saymak, her şeyden önce onların devrimci ruhlarına hakarettir.
Siz zannediyor musunuz ki hepsi daha 25 yaşlarını bitirmeden hayattan koparılan o değerli kişiler, henüz tekamüllerini tamamlamadan öldükleri o genç hallerinde tamamen olgunlaşmış olması imkânsız olan “coşku ağırlıklı” fikirleriyle kendilerine peygamber gibi tapmanızı isterlerdi?..
Hiç zannetmiyorum. Bilakis, mezarlarından çıkıp gelseler onları bugünden bakıldığında eleştirilebilecek hiçbir şeylerine toz kondurmadan, tıpkı Atatürk gibi putlaştırdığınız; tepelerine, “aşılmaları olanaksız üst insanlarmış” gibi koyarak, gençlerin heveslerini kırdığınız için kıyasıya yargılarlardı sizi…
Hele ki başarısızlığınızın hırsı yüzünden giderek karşıtınızla aynılaşmanız; bizzat karşıtınızın kontra taktiklerinden, baskılardan, sansürlerden, ifşalardan, porno kasetlerden, iftiralardan, komplolardan, tehditlerden, linçlerden medet umacak kadar dejenere olup kirlenmeniz karşısında, yüzünüze tükürürlerdi.
İş bu nedenlerden dolayı ben sürekli bir kısım, “devrimci oldukları iddiasındaki” yolunu kaybetmiş şahısların hassasiyetlerini kaşıyorum; çünkü hakiki devrimcilerin hassasiyetleri olmaz!
Hakiki devrimcilerin, her türlü sorgulamaya ve gerektiğinde değiştirmeye açık oldukları fikirleri ve eylemleri ile değişmez temel insanî değerleri olur. Onlar da zaten hiçbir şekilde ortalığa düşerek, “sorgulayan insan” avına çıkmazlar.
Benim derdim kendilerini “devrimci” diye tanımlamalarına rağmen hiçbir değerleri, vizyonları, ilkeleri, erdemleri, hatta vicdanları bulunmayıp, karşıtlarıyla aynılaşmış olan o “bir kısım” sözde sol muhalif kesimlere, gerçek devrimciliğin ne olduğunu hatırlatmak.
Yerlerinde olsam, onlara unuttukları misyonlarını hatırlattığım için bana teşekkür ederdim. Eleştirilerimin bire bir karşılığı olduklarını görmeleri yüzünden çılgına dönen o, “karşıtlarıyla aynılaşmış, kültürsüz inanç asalakları” ise beni, sanki hakikaten devrimcilermiş gibi “devrimci düşmanı” ilan ederek her türlü iftira, baskı, tehdit, linç ve komployla susturmaya uğraşıyorlar.
Bu yazıyı okuyan herkese sormak istiyorum: Sadece arkasında hiçbir örgüt, parti, hatta dernek bile bulunmayan tek başına bir marjinal kadın yazara, sırf tabularını sorguluyor diye faşistlerden beter tedhiş uygulamaları bile, haklarında yazdığım her satırda ne kadar haklı olduğumun kanıtı değil midir?
Ben onların yerinde olsaydım, bir yandan deli diyerek arkasından teneke çaldığım marjinal bir yazarın -üstelik de son derece sınırlı bir kesime ulaşan- ezber bozan yazılarını, öylesine büyük bir inançla bağlı olduğum koskocaman ideolojime tehdit olarak görmekten ar ederdim.
Şayet hakikaten tehdit olarak görüyorsam da önce dönüp, o koskoca davamı neden “üflense yıkılacakmış gibi” hissettiğimi sorgular; bu noktada da şapkamı önüme koyup, o delinin beni bu kadar korkutan eleştirileri üzerine kafa yorardım.
Ama tabii böyle davranmak için, asgarî bir vizyon sahibi olmak gerekiyor. Bu kifayetsiz muhteris güruhta o vizyonun zerresi bulunmadığı için de çareyi benim gibi, ucuz saltanatlarını sarsan kalemleri her türlü ahlâksızca hatta kontra yöntemle itibarsızlaştırarak susturmakta arıyor; asıl eleştiriye katlanamayan kendileri iken, benim dibine kadar haklı eleştirilerim karşısında kustukları kini ve nefreti, eleştiri olarak kabul etmemi bekliyorlar.
Büyük Sovyet yönetmen Tarkovski, “Nostalji” filminde diyor ki:
“Bir deli size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası?”
Devrimcilik de insanlık da bu değil, kendinizden utanın.
Her şeye rağmen ilkelerinden ödün vermeden ve toplumun geneline sirayet eden yozlaşmaya kapılmadan yollarına devam eden bir avuç hakiki devrimciye saygı ile!..
0 notes
bernamegeh · 1 year ago
Text
Roger Garaudy Kimdir
Roger Garaudy, (17 Temmuz 1913, Marsilya – 13 Haziran 2012, Paris), Fransız filozof ve yazar. Garaudy, 1913 yılında Marsilya’da doğdu. 1934 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okumaya başladı. 1936 yılında Fransa Komünist Partisi’ne katıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direniş hareketine katıldı ve 1942 yılında tutuklanarak Nazi toplama kamplarına gönderildi. 1945 yılında serbest…
View On WordPress
0 notes
solukbeniz1 · 1 year ago
Text
Solukbeniz san francisco’da bir eşcinsel o güney afrika’da bir karaderili o avrupa’da bir asyalı o san ysidro’da bir chicano yerlisi o ispanya’da bir anarşist o israil’de bir filistinli o san cristobal sokaklarında bir maya kızılderilisi o ulusal üniversite’de bir rockçı o almanya’da bir yahudi o savunma bakanlığı’nda bir halk temsilcisi o soğuk savaş sonrası dönemde bir komünist o galerisi veya mevkii olmayan bir sanatçı o bosna’da bir barış taraftarı o meksika’daki herhangi bir şehrin herhangi bir mahallesinde bir cumartesi gecesi evde yapayalnız bir ev kadını o arka sayfalara yer dolduracak haber yazmak zorunda bırakılan bir muhabir o gece saat 10'da metroda yalnız başına bir kadın o topraksız bir köylü o işten atılmış bir işçi o mutsuz bir öğrenci o serbest piyasa ekonomisinin tam ortasında bir muhalif o ne kitabı ne de okuyucusu olan bir yazar o ve tabii ki meksika’nın güneydoğusundaki dağlarda bir zapatistadır. o
yani solukbeniz bir insandır, bu dünyadaki herhangi bir insan.
solukbeniz bütün sömürülenler, kenara itilmişler, ezilen azınlıklar, direnenler ve yeter diyenlerdir.
1 note · View note
piyasahaberleri · 1 year ago
Link
Çek doğumlu yazar Milan Kundera (ortada), 30 Kasım 2010'da Paris'te Fransız felsefeci Bernard-Henri Levy'nin "La regle du jeu" (Oyunun kuralları) adlı incelemesinin 20. yıl dönümü partisine katılıyor. — AFP Çek medyasının Çarşamba günü bildirdiğine bakılırsa, komünist Çekoslovakya'da muhalif bir yazar olan ve sürgündeki totaliter hicivci haline gelen Milan Kundera, 94 yaşlarında Paris'te vefat etti.Milan Kundera'nın beğenilen kitabı 'Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği', Sovyet tanklarının yazarın 1975'te Fransa'ya göç etmeden ilkin yaşamış olduğu Çek başkenti Prag'dan geçmesiyle yürek burkan bir halde başlıyor. Kundera'nın romanı, aşk ve sürgün, politika ve son aşama kişisel temaları bir araya getirmiş olduğu için büyük övgü aldı. Bu, onun hem anti-Sovyet yıkımını hem de eserlerinin çoğunda örülen erotizmi benimseyen Batılılar içinde geniş bir takipçi kitlesi kazanmasına destek oldu. CBS Haberleri."Biri bana çocukken şu şekilde deseydi: Bigün ulusunun dünyadan silindiğini göreceksin, bunu saçmalık olarak kabul ederdim, hayal bile edemeyeceğim bir şey. Bir adam ölümlü bulunduğunu bilir fakat bunu hafife alır. Kundera, yazar Philip Roth'a bir konuşmasında, "ulusunun bir tür sonsuz yaşama haiz bulunduğunu" söylemiş oldu. New York Times 1980'de, vatandaşlığa kabul edilmiş bir Fransız vatandaşı olmadan bir yıl ilkin röportaj.Kundera, Fransızca ve Çekçe yazdı ve bunun sonucunda Fransızca çeviriler gözden geçirildi. Kitapları, 1989 Kadife Devrimi'ne kadar devam eden hükümet sansürü sebebiyle Çekoslovakya'da yasaklandı.İşte devrimci Milan Kundera'nın yazdığı ve her kitapseverin okuması ihtiyaç duyulan en iyi kitaplardan bazılarının bir derlemesi. Orta.Varolmanın Dayanılmaz HafifliğiMilan Kundera'nın 'Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği', aşkı ve metresleri içinde kalan bir adama aşık olan genç bir karı hakkında bir roman.Roman, coğrafi olarak uzak bölgeler, keyifli yansımalar ve çeşitli üsluplar içeriyor, bu da onu Kundera için mühim bir başarı haline getiriyor.Philip Kaufman'ın yönettiği film uyarlamasında Day-Lewis, Juliette Binoche, Lena Olin ve Stellan Skarsgard rol alıyor.Kahkaha ve Unutmanın KitabıKundera'nın ilk mühim internasyonal başarısı, 1970'lerin sonlarında 'Kahkaha ve Unutma Kitabı'nın yayımlanmasıyla geldi. Kitap hikayeler, karakterler ve yaratıcı derinlik açısından zengindir.Tüm emek harcamaları şeklinde, tarihle olan ilişkisinden başka nedenlerle de önemlidir. İnsan varoluşunun değişik yönleri vurgulanır ve küçümsenir, tekrardan düzenlenir ve incelenir ve ustalıkla bütünleştirilmiş yedi bölümde taze araştırma, çözümleme ve tecrübe verilir.LatifeEngellenen aşk ve misillemeyi mevzu alan bu muhteşem roman, siyasal imaları sebebiyle oldukca sık okundu.Her ne kadar kitabı (ve Kundera'nın tüm çalışmalarını) gerçekte olduğu şeklinde takdir etmek için bu tür çıkarımları bir perspektife oturtmak artık daha kolay olsa da: Çeyrek çağ sonrasında insan varoluşunun zamansız temalarına yeni bir ışık tutan mükemmel, coşku verici bir edebiyat. 'Latife' ilk olarak ve Sovyet dayattığı Çekoslovak rejiminin düşüşünden birkaç yıl sonrasında gösterildi.ÖlümsüzlükYedi bölüme ayrılan 'Ölümsüzlük', Agnes, kız kardeşi Laura, kocası Paul ve kendilerini mevzu alıyor.İnsan doğasının bu nefes kesici, yankı uyandıran incelemesinde Kundera, keskin gülmece anlayışını korurken yaşamın anlamını aramaya devam ediyor. Yalnız ortalama yirmi yılda bir ortaya çıkan muhteşem, kategorize edilemez şaheserlerden biridir.komik aşklar'Laughable Loves' Milan Kundera tarafınca yazılan, 1968'den ilkin Prag'da gösterilen sadece sonrasında yasaklanan yedi öyküden oluşan bir derlemedir.Hikayeler aşkı ve hanım ve adamların gereksinimleri ve dürtüleriyle başa çıkmak için kullandıkları karmaşık erotik oyunları ve hileleri keşfediyor. Cinsel çekim, acıya, belirsizliğe, paniğe, kibire ve devamlı bir güvence ihtiyacına neden olabilen ekşi bir oyun olarak tasvir edilir.Hikayeler, tatile giden genç bir çift, kız arayan orta yaşlı erkekler, aşağılanmış hisseden yaşlı bir karı ve çekiciliğini çoğaltmak için karısını kullanan yaşlı bir hekim şeklinde çeşitli karakterleri tasvir ediyor. Kundera'nın kurmacanın en zarif illüzyonları ve sürprizleri üstündeki ustalığı, Laughable Loves'da açıkça görülüyor.bilgisizlik20 yıl ilkin sürgün olmaya karar verdiklerinde geride bıraktıkları memleketlerinde bir karı ve bir adam tesadüfen karşılaşırlar. Ansızın nihayetlenen ve dönemin gelgitinde kaybolan garip aşk hikayelerinin akışına devam edebilecekler mi?Gerçekte, bu kadar uzun bir aradan sonrasında "hatıraları artık uyuşmuyor". Sevdiğimiz insanla aynı anıları paylaştığımızı ve deneyimlerimizin aynı bulunduğunu düşünürüz devamlı. Sadece, bu yalnız bir yanılsamadır. Fakat bu kadar zayıf bir hafızadan hakkaten ne bekleyebiliriz?Kimse bunun niçin bu parça bulunduğunu ve başka bir parça olmadığını anlamıyor; geçmişin yalnızca "minik, önemsiz bir parçasını" yakalar. Unutmaya derinden gömüldüğümüz gerçeğini kabul etmeyi reddediyoruz.Yalnız İthaka'ya dönen Odysseus şeklinde yirmi yıl sonrasında geri dönenler bilgisizlik tanrıçasını kendi gözleriyle görerek gözlerini kamaştırabilir ve şaşırabilirler.Yaşam Başka YerdeBaşlangıçta, Kundera bu kitaba Lirik Çağ adını vermeyi planladı. Kundera'ya bakılırsa gençlik lirik çağdır ve bu kitap her şeyden ilkin bir erişkinlik destanıdır. Annelik, şiir, devrim ve hatta çocukluk şeklinde mukaddes değerlerin altını şefkatle kazıyan ironik bir destandır.Ne de olsa Jaromil bir ozan. Anası ozan olmasına yardım etti ve sırasıyla ölüm döşeğinde ve aşk yatağında onun yanında oldu. Jaromil, aynı anda hem saçma hem de acıklı, ürkütücü ve tamamen masum olan ("kanlı gülümsemesiyle masumiyet") hakkaten şiirsel bir figürdür.Bazı sürüngenlerin aksine, o Rimbaud'dur. Kasvetli bir komedide Rimbaud kendini komünist devrime kaptırır.Elveda ValsiKlima, meşhur bir caz trompetçisi olan Klima'nın doğurganlık kaplıcasında tek bir gece geçirdiği genç bir hemşirenin hamile kaldığını telefonla öğrenir. Babası olduğuna karar verdi. Bu, beş deli gün süresince olayların giderek artan bir hızda gerçekleştiği bir komedinin başlangıcıdır.Bir Yaz Gecesi Rüyası'na benzeyen bu kara komedide ek olarak Klima'nın kıskanç güzel karısı, hemşirenin aynı derecede kıskanç adam arkadaşı, fanatik bir jinekolog, hem Don Juan hem de bir aziz olan varlıklı bir Amerikalı ve bir veda töreni düzenleyen yaşlı bir siyasal mahkum içeriyor. ülkeyi terk etmeden derhal ilkin kaplıcada parti yapın.Her zamanki şeklinde Milan Kundera, çağıl dünyanın trajedi hakkımızı elimizden aldığını anlamamıza destek olan alaycı bir saygısızlıkla mühim mevzuları gündeme getiriyor.
0 notes
ahmetcumhur-blog · 1 year ago
Text
Tumblr media
14 notes · View notes
bnvelife · 5 months ago
Text
B: Sence aç görünüyor muyum mon ami?
X: Solgun görünüyorsun.
B: Allah kahretsin. Ekmek ve patatesle beslenince elden ne gelir? Aç görünmek ölümcüldür. İnsanlarda seni tekmeleme isteği uyandırır. Bekle.
Çamaşırhanede gizli komünist cemiyetine gazete yazıları yazmak karşılığında para alacaklardı ancak ava giderken avlandılar. Sonraki gün çamaşırhanedeki kadın kirayı ödeyemedikleri için gittiklerini söyledi sadece giriş ücretini ödemekle kaldıkları için sevindi boris ve x.
2 hafta sonra açılacak restoranda çalışacaklar ama kötü günler geçiriyorlar. Ekmek ve sürmek için sarımsak aldılar. Sarımsak yemek yemiş yanılsaması yaratsın diye sürülüyordu. Zarfların arkasına akşam menüsü yazmakla uğraştık. Boris uluslararası bir sürü yemek yazar. Daha sonra refaha kavuştuğumuzda neredeyse bu büyüklükte yemekleri hiç zorlanmadan yediğini görmüşümdür.
Dördüncü günden sonra oruç tutmanın gayet güzel bir his olduğunu söylüyorlar; ben bilemeyeceğim,üçüncü günü hiç geçmedim.
Herhalde insan gönüllü olarak tuttuğu ve zaten yetersiz beslenmiş bir halde başlamadığı zaman durum farklıdır.
Açlık insanı omurgasız ve beyinsiz bir hale indirgiyor; bu açıdan en çok gribin yan etkilerine benzetilebilir.
Kendinizi bir denizanası gibi ya da vücudunuzdaki tüm kan dışarı pompalanmış da yerine ılık su konmuş gibi hissediyorsunuz.😙
5 notes · View notes
raksh4sa · 5 years ago
Text
Ben bir komünist değilim ama söylemeliyim ki bizi onlardan başka anlayan da olmadı.
23 notes · View notes
1yenibildiriminizvar-blog · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Nâzım Hikmet Ran, "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanır. ⁣ ⁣ Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. ⁣ ⁣ Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.⁣ ⁣ Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. ⁣ ⁣ Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.⁣ ⁣ Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. ⁣ ⁣ 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı; ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile bu işlem iptal edildi. ⁣ ⁣ Mezarı Moskova'da bulunmaktadır.⁣ ⁣ #nazım ⁣#nazımhikmet #nazımhikmetran #edebiyat #şair #yazar #komünist #devrim #devrimci https://www.instagram.com/p/CAQQgqRl61V/?igshid=1dz6i5dxjnypp
0 notes
haytaogluyunus · 8 months ago
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN; 18 MART (1929)
CEDİTCİ HAREKETİN ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN
ÖZBEK TÜRK’Ü; EDEBİYATÇI, EĞİTİMCİ
HAMZA HEKİMZADE NİYAZİ’NİN
ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
RAHMETLE ANIYORUM.
Hamza Hekimzade Niyazi, şiirlerinde "Nihanî”nin dışında "Niyazi", hicvî eserlerinde ise "Tavanteşer" mahlasını kullanmıştır. 6 Mart 1889 tarihinde Hokand’da dünyaya gelmiştir. Babası zamanının nüfuzlu aydınlarından Doktor İbn Yemin Niyaz oğlu, annesi ise okuryazar bir kadın olan Rabbibay kızı Cehanbibi’dir. Eski usulde eğitim gördükten sonra Rusça öğrenmiştir. 1911-1914 yılları arasında dış ülkelere seyahat ederek, Vakit ve Tercüman gazetelerinin de etkisiyle eski usuldeki medreseleri ıslah etme ve aydınlatma hareketiyle, halkın yaşamındaki değişmelerle, medeniyet, istiklal meseleleriyle ilgilenmeye başlamıştır. Ülkesine geri döndüğünde ise Fergana vadisindeki ilk usul-i cedit okullarını başlatmış, “Yardım Cemiyeti” kurmuş ve “Darü’l-Eytam”ı açmıştır. Yaşça büyük kişiler için de 2-4 aylık gece mektebi açmış, Hamza’nın teşebbüsü ile Hokand’da “Gayret” kütüphanesi oluşturulmuştur. Kengeş ve Hürriyet adında iki dergi çıkaran Hamza, bay ve ulemaları rahatsız ettiği için dergiden uzaklaştırılmıştır. Yazar, şair, tiyatro yazarı, pedagog, bestekâr, rejisör olarak bilinen Hamza, Şah-ı Merdan’da dinsizliği yaydığı gerekçesiyle halk tarafından taşlanarak öldürülmüştür.
Geleneksel divan anlayışına uygun şiirlerinin yanında, millî duyguları yansıtan metinler de kaleme almıştır. “Milli Aşuleler Üçün Milli Şiirler Mecmuası” serisindeki şiirler, Özbek edebiyatına yeni şekil, yeni fikirler getirmiş ayrıca cedit edebiyatının gelişmesini sağlamıştır. 1914-1915 yılları arasında diğer ceditçi şair ve yazarlar gibi mektepler için ders kitapları yazmıştır: Yengil Edebiyat, Okış Kitabı ve Kıraat Kitabı. 1914'ten sonra nesir türünde eserler vermeye başlayan Hamza, 1915'te modern Özbek nesrinin ilk örneklerinden biri olan Yengi Saadet Yahud Milli Roman'ı yazmıştır. Hamza, asıl şöhretini yazmış olduğu tiyatro eserleriyle kazanmıştır. Onun bu alandaki ilk çalışması, Zeherli Hayat Yahud Işk Kurbanları piyesidir. 1915'ten itibaren yazdığı tiyatro eserlerinden bazıları şunlardır: Laşman Faciası, Bay ile Hizmetçi, Kim Togrı, Molla Narmuhammed Damlanın Küfr Hatası, Burungı Saylavlar, Fergana Faciası, İşçiler Hayatıdan, Töhmetçiler Cezası, Burungı Kazılar Yaki Meyserening İşi, Perenci Sırlarıdan Bir Levha Yaki Yallaçılar İşi. Bazı eserlerinin müziklerini de kendisi hazırlayan Hamza'nın en meşhur olan tiyatro eseri ise Bay ile Hizmetçi'dir.
Niyazi, 1920'lerde, eski Çağatay Türkçesi'nin yerine edebî bir Özbek dilini yaratan tartışmalı Özbek dil reformlarına da katıldı. Niyazi, Özbekçe'ye ek olarak Arapça, Farsça, Rusça ve Türkçe de dahil olmak üzere birçok dil biliyordu. Eserlerinde genellikle kadın hakları, toplumsal eşitsizlik ve batıl inanç yaygınlığı gibi toplumsal sorunlar dile getirilirdi.
Niyazi 1929'da din karşıtı propaganda yaptığı gerekçesiyle Şahimerdan'da linç edilerek öldürüldü. 1926'da Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ulusal şairi ilan edildi. Anılarını onurlandırmak için, 1967 yılında Özbekistan Komünist Partisi Merkez Komitesi, edebiyat, sanat ve mimarlık alanındaki olağanüstü başarıyı tanımak için Devlet Hamza Ödülü'nü kurdu. Adı Taşkent metrosunda bir istasyon, üç tiyatro, çeşitli okullar ve sokaklar da dahil olmak üzere Özbekistan'daki birçok kuruma verilmiştir.
Niyazi, Gafur Gulam ile birlikte 20. yüzyılın en etkili Özbek yazarlarından biri olarak bilinir. Özbek toplumsal gerçekçiliğinin kurucusu olduğu kadar, modern Özbek müzik formlarının kurucusu ve ilk Özbek oyun yazarı olarak da kabul edilir.
0 notes
hetesiya · 1 year ago
Text
Padaigmanın İflası – Özgür Üniversite
Padaigmanın İflası
Şahih Doğan
Paradigmanın İflası. Yazar Fikret Başkaya. 366 sayfa. Yeni bitti. Yıllar önce göz
atmıştım. 1991’de yayınlanmış. Sayısız baskı yapmış. Cesur bir kitap, ezber bozan bir
kitap. Yayınlanır yayınlanmaz yirmi yıl hapis cezası almış. Resmi ideolojinin ilmi ve
entelektüel bir eleştirisi. Dili akademik soğukluktan ve sevimsizlikten uzak oldukça
anlaşılır, açık ve akıcı. Kitapta çok çarpıcı tespitler var. Bilhassa dördüncü bölümde “Milli
Mücadele’nin ‘Ulusallığı’ Sorunu” isimli başlıkta söylenenler. İnanmak istemiyor insan.
İlginç olan bu eleştirilerin sosyalist dünya görüşüne sahip olan bir ilim adamından
gelmesi. Cemil Meriç, Hikmet Kıvılcımlı, İdris Küçükömer, Niyazi Berkes, Şerif Mardin,
Kasımlo kitabı süsleyen yıldız isimlerden sadece birkaçı. Milli Mücadele, başından
sonuna kadar emperyalizmle uzlaşma yanlısı bir hareket. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet,
Cumhuriyet hepsi güdümlü ve kontrollü bir sürecin devamı. Cumhuriyet döneminde kişi
kültü etrafında oluşturulan hurafe zinciri tarihin hiçbir devrinde yok. İslam’ın içindeki
hurafeleri her fırsatta dile getiren ve bunun üzerinden şöhret devşiren malum bazı
zevatın bu hurafelerden hiç bahsetmemesi, bilakis bunlara sığınması, bunları müdafaa
eder bir konuma gelmesi dikkat çekicidir. “Gerçekten Mustafa Kemal ve onun
inkılaplarıyla ilgili yaratılan efsane, yedi yüz yıllık hilafet ve saltanat devrinde
yaratılmamıştır. İlginç olan bir şey de, bu efsane üreticilerinin, sözde efsaneleri yıkmak,
hurafeleri yok etmek amacıyla yola çıkmış olmalarıdır! Topluma, rasyonel düşünceyi
egemen kılmak amacıyla yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe
ürettiler, putları yıkmak için yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put
ürettiler. Cumhuriyet aydını, put üreticiliği ve bekçiliğine koşulmuştu…” (s.54)
“Tanzimatla başlayan dışarıdan düşünce ve kurum ithal etme süreci, 1920 ve 2930’lu
yıllarda fanatik bir inkarcılıkla sürdürüldü. Merkezi otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı
olanakların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkarcılığı dayattı.
Bu, kendi geçmişimizi toptan inkar etmek biçiminde tezahür etti. Bu yüzden Takrir-i
Sükun terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Arapça-Farsça melezleşmesidir diye
Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar
‘inkılap’ sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılapların bekçiliğini
yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti…”(38-39) Kitabı bitirdikten sonra mevcut
iktidarın bütün eksikliğine ve çürümüşlüğüne rağmen neden hala iktidarda olduğunu
gayet iyi anlıyor insan. Yazarın 2018 tarihli önsöz yazısında mevcut iktidara getirdiği
eleştiriler çok daha haşin ve acımasızdır: “Eğer bugün yazsaydım kitabın ismi
Paradigmanın İflası değil, herhalde “Çöküş” olurdu. (s.12) Metalaşma, paralılaşma,
soysuzlaşma görülmemiş boyutları ulaştı. Emek sömürüsü skandal düzeylere ulaştı, iş
kazaları tam bir katliama dönüştü, ülkenin varı yoğu yerli-yabancı bir avuç soyguncu
çetesi tarafından yağmalandı, talan edildi. O kadar ki geride kalan yaklaşık 100 yılda, son
15-16 yıldaki gibi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi. Bu bir rekordu…” (s.16) Ve
anlıyoruz ki inandığımız birçok şeyin aslı astarı yokmuş, koca bir yalandan,
aldatmacadan ve kurgudan ibaretmiş hepsi. Boşuna demiyor Emerson: “tarih herkesin
üzerinde ittifak ettiği bir yalanlar bütününden ibarettir.” Ve yine anlıyoruz ki bu ülkede yüz
yıldır değişen bir yok, bu gidişle olmayacak gibi. Çok yazık! Gerçi yazar sadece
eleştirmiyor kendince bazı çareler de teklif ediyor: “Toplumu sosyal eşitlik, demokrasi ve
sosyalizm zemini üzerine çekmeden, ekolojik kaygıyı önceliklerden biri yapmadan,
ortaklaşmayı, bölüşmeyi, paylaşmayı, dayanışmayı, karşılıklılığı ve demokrasiyi esas
alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum perspektifi ortaya koymadan,
sorunları çözmek, yeni ve farklı bir şey yapmak artık mümkün değil. O halde işe düşünce
ve yaşam tarzımızı değiştirerek başlamak gerekecek. Ya daha geç olmadan bu sefil
durumdan, bu yıkım tablosundan çıkılacak ve yeni bir rotaya girilecek ya da insanlığın ve
uygarlığın bir geleceği olmayacak. Vahşet ve barbarlık ortamına sürüklenmek kaçılmaz
olacak. Ve bu ikisi arasında üçüncü bir seçenek, bir orta yol yok.” (s.20) Yazık ki yazarın
teklif ettiği bu çarelerin mevcut şartlar altında hayata geçirilmesi imkansız. Paradigma
gerçekten iflas etti mi? Pek sanmıyorum. Çünkü bütün işlevselliği ile alttan alta devam
ediyor hala. İflas etse bile yerine gelecek olan paradigmanın öncekinden bir farkı
olmayacak. Bu, bu toprakların kaderi belki de. İslam tutunmak için kendisine bir cahiliye
inşa etti, aydınlanma tutunmak için kendisine bir cahiliye inşa etti, Kemalizm tutunmak
için kendisine bir cahiliye inşa etti, siyasal İslam tutunmak için kendisine bir cahiliye inşa
etti… Kısaca her çağ ve her düşünce her şeyden önce kendi cahiliyesini inşa eder. Şahin
DOĞAN
0 notes