#Despotizm
Explore tagged Tumblr posts
suyun-rengi · 5 months ago
Text
Tumblr media
İzzet-i nefis sahibi birine denir ki: "Bunca gayretin, bunca çabanın sana kendini sefalete duçar etmekten başka ne faydası oldu?"
O'da cevap verdi: "Zalimlerin uykusunu kaçırmak için katlanılan sefalet ne hoştur."
Abdurrahman El Kevakibi, Despotizmin Doğası, s:18
Herkes büyülenmişken, herkes sinmişken, zalimin ve yanındaki parazitlerin canını sıkacak zalime doğru fırlatılan bir taştan alınan keyf ne hoştur, demeye çalışıyor sanırım.
Zeyl: Kevakibi'ye 2. İbn- Haldun diyorlarmış.
Böylesine ciddi bir alimin bizim topraklarda hiç bilinmemesi "değersizleri YÜCELTEN, değerlileri GİZLEYEN" sömürgecilik düzeneğinin ağına/sansürüne takılmasından sanırım.
Ahmet Hakan Çakıcı
0 notes
seslimeram · 1 year ago
Text
Birbirinin Aynı, Birbirinden Beter
Tumblr media
Birbirinin aynısı, birbirinden beter günlerden yol alıyoruz. İnsanlığın ol modern zamanları diye vurguladığı dönemecin ortasında, var ettiği ya da yeniden imal ettikleriyle hep aynı, hep benzeş, hep ağır olanın suyunda yol arıyoruz. Önümüz ardımız sağımız solumuz zifiri kapkaranlık. Gündelik yaşam pratiklerinin toptan çürümeye tabi kılındığı yerde bütünüyle yaşam mefhumunu altüst eden bir devinim sağlama alınıyor. Birbirinden farkı olmayan, bir biçimde barındırmayan bir ülke tahayyülünün her günü benzersiz bir tür karanlığın ta kendisine çıkartılır. Çatırdayan, hakkaniyetini yitiren, dönüştük��e mahvın eşiğine taşınan bir menzil hakikattir. Mekanizma sürekli sabit bildirilirken cerahatle ister bir gün, isterse her gün muktedir sayesinde bambaşka dönüşümleri dikte eden bir devletli eylemselliği var edilir. Her şey cürmün kılınır. Yeni ülke, yeni yüzyıl, yeni yepyeni dönem bahisleri ve saire dillendirilirken bir tekerrür sağlama alınır. Baş efendi, baş faşist ve bütün koalisyon ortağı bileşen, yerli ve milli olarak anılanların sunduklarıyla benzersiz olanın çürüten ve yıkıcı sureti günbegün var edilir. Her günün birbirinin aynısı görünürken suç her gün ayrı, apayrıdır.
Her güne içkin kılınmış tahakküm nesnelliği ile bu dönüşüm var edilir. Ortalamanın artık çok gerisinde bir yaşam pratiğinin ortasına demirleyen ülke misal gerçektir. Ülkedeki tüm kamusal birikimin / milli hasılanın yüzde kırka yakınını elinde tutan yüzde bir ile toplumu dönüştürme yetkisini kendisine verdiğini söyleyen akp ve bilumum koalisyonun yüzdesel oranı ile memleketin her günü bambaşka yıkımlara tahvil ettirilir. Gündelik rızkın çoktan ama çok uzun zamandır sadece dürtüsel bir yaşamda kalma idesine kafi geldiği menzilin meselesidir az biraz anlattığımız. Haftanın minimum 6 günü, günde de en az 10 saat kadar çalışmanın karşılığında ele geçenle, elden çıkanın arasındaki uçurum zaten birbirinin aynı günler içerisinde asıl her ne yaşıyoruz bunu göstere gelir. Gündelik yaşam pratiklerinden üç öğün yemek yiyebilme ihtimalinin azalmasına, dışarıdan bir şeyler seyredilme, okuma ya da görme ihtimalinin sıfırlanmaya meyil ettirilmesine sürekli var edilen bir fasit döngü tarafımıza bildirilir.
Ne yana dönerseniz dönün, ekranlarda bildirilmesine inatla çabalanan ol dehşet dolu ülkenin hallerinden birkaç adım uzakta olmak dışında her şeye eyvallahın çekilmesi zaruri kılınır. Hayatta olmanın kıstasları değiş tokuş edilirken, tümüyle nobran, karanlık, çürüten bir menzilin imali güncellenir. Ekonomik çökertme halinin yanında tüm o sosyal politik pratiklerin de yapayalnız aynı şeyler zikredilirken doğrudan cürmün ta kendisine çıkartıldığı yerin meselesidir halihazırda var edilen. Umudun zehir edildiği bir sahnede yaşam rutininin altüst edilmesinin yanında alt yazısız orijinal bir tahakküm hali sürekli var edilendir. Yeni yüzyılının başlangıcında duraksamadan türetilen her eylemde, her kararda, hemen her tavırla birlikte o dönüşüm, nihai anlamda müştereklerimizin tam anlamıyla sonlandırılması için eyleyen muktediri ifşa eder. Muktedirin yeni ülkesinin bir masal değil korkunç bir dehlize dönüşümü süreğendir, mesel buradadır.
Artı Gerçek’ten aktaralım: “CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Haziran 2023 hak ihlalleri raporunu açıkladı. Rapora göre, haziran ayında 190 kişinin yaşam hakkı ihlal edildi.
Raporun öne çıkan bulguları şöyle:
* Yaşam hakkı ihlallerinde ilk sırada 159 ölümle iş cinayetleri yer alırken, iş cinayetlerini 25 ölümle kadın cinayetleri izledi.
Üç Kişi ‘Resmi Hata ve İhmal’ Yüzünden Öldü
* Üç kişi “resmi hata ve ihmal” sonucu, iki kişi cezaevi koşulları, bir kişi güvenlik güçlerinin neden olduğu olayda öldü.
'İşkence Olaylarının 32’si Cezaevinde'
* Haziran ayında 357 kişi işkenceye maruz kaldı. Bu işkence olaylarının 32’si cezaevinde oldu. İşkence görenlerden beşi çocuktu.
Altı Gazeteciye Soruşturma Açıldı
* Haziran ayında altı gazeteciye soruşturma açıldı, bir gazeteci tutuklandı, dört gazeteci gözaltına alındı, yaptığı haberlerden dolayı hakkında dava açılan dört gazeteci de bu davada mahkum oldu. Ayrıca dört gazeteci saldırıya uğradı. 521 habere erişim engeli kararı verildi.
* Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullananlar da hak ihlaline uğradı. Eylem ve etkinliklerde 399 kişi gözaltına alındı ve 12’si tutuklandı. 15 eylem ve etkinlik yasaklandı. 23 eylem ve etkinliğe kolluk müdahalesi oldu.
'Cumartesi Anneleri’ne İki Ayrı Anayasa Mahkemesi Kararına Rağmen İzin Verilmiyor'
Tanrıkulu raporunda müdahale edilen eylem ve etkinliklerde Cumartesi Anneleri’nin durumuna dikkat çekerek, “Anayasa Mahkemesi’nin iki ayrı kararı olmasına rağmen maalesef Galatasaray Meydanı’nda toplanamıyorlar ve her hafta bu sivil itaatsizlik eylemi nedeniyle gözaltına alınıyorlar. Kısacası Türkiye’nin her yerinde, 81 ilinde, her tarafta, cinsiyet, yaş, inanç farkı gözetmeksizin, ağır insan hakları ihlalleri haziran ayında da devam etti. Bu ihlallerle mücadele etmeye, dayanışma göstermeye ve teşhir etmeye devam edeceğiz” diye konuştu.”
Günler birbirinin aynısı gibi görünürken sonuçların her dem daha fenasına seyrüseferine devam olunduğu artık afakidir. Sezgin Tanrıkulu vekilin suna geldiği veriler dahi aslında nasıl bir düzlemin bina olunduğunu da bildirir. Hak sizlere ömürdür, adalet çoktan laf ya da daha açık bir biçimde yağmalanmıştır. Duraksamadan özgürlüklerden bahisler açarken o muktedir, cerahatini dört bir yanda bina edendir. Gözaltılar, tutsaklıklar, aralıksız hemen hiç bitimsiz soruşturma / kovuşturma ve tehdit mekanizmalarıyla bir ülkenin afaki dönüşümü güncellenir. Toptan bir zihni çürümenin, toplumu var eden katmanları, kimlikleri bir diğerine hedef kılma ya da seçme hallerinin taşıdığı eşik her gün daha beteri ile çıkagelir. Bir ülkenin kurucu unsurlarından bugünkü yönetim katındaki temsillerine hala ve hala Türk’ün kılınamadığı yanılsaması sonrasında nerede bir hak arama mücadelesi nerede bir hakkını talep eden olursa otomatik olarak bir tehdit mekanizması devreye konuluyor. Bunca hak ihlalinin bariz / belirgin açıktan var edilebildiği bir yerde her gün apayrıdır, her gün aynı kapkaranlık, farkında mıyız?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Polis, HDP ve Yeşil Sol Parti’nin ortak kullandığı binaya saldırı girişimine dair açıklama yapmak isteyen partilileri “güvenlik” gerekçesiyle engelleyip, müdahale etti. Uzun süren direnişin ardından yapılan açıklamada, karanlık güçlere karşı birleşme çağrısı yapıldı.
Adana’nın merkez Seyhan ilçesindeki Cemal Gürsel Caddesi üzerinde bulunan Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) İl Örgütleri’nin ortak kullandığı binanın giriş kapısına kimliği belirsiz bir kadın tarafından 3 pet şişe içerisinde patlayıcı ve yanıcı madde bırakıldı. Sabah saat 10.00 sıralarında kapının önüne gelerek pet şişeleri bırakan kimliği belirsiz kadının fark edilmesiyle polise haber verildi. Olay yerinde inceleme yapan polis ekipleri, pet şişe içerisindeki sıvının yanıcı ve patlayıcı olduğunu tespit etti. Olay yerinde polisin incelemeleri sürerken, partililer ise kadını arama çalışmaları başlattı. Saldırı girişiminde bulunan kadın, yanında bulunan başka bir kadınla birlikte Abidinpaşa Caddesi'nde bir otobüs durağında partililer tarafından yakalanıp, polislere teslim edildi. Polislerce gözaltına alınan 2 kadının sorgusu devam ediyor.
Saldırı ile ilgili 17.30'da HDP İl binasına 200 metre uzaktaki İnönü Parkında basın açıklaması yapmak isteyen HDP ve Yeşil Sol Parti üyelerinin parti binasından çıkmasına polis izin vermedi. Emniyet engellemenin gerekçesi olarak yürütülen soruşturmayı ve güvenlik gerekçesini ileri sürdü.
Yeşil Sol Parti Adana Milletvekili Tülay Hatimoğulları, engelin güvenlikle ilgisi olmadığını belirterek, "Bu barikatları bize karşı değil, saldırganlara karşı kuracaktınız" sözleriyle uygulamaya tepki gösterdi. Parti binası çevresinde toplanan yurttaşlar da engellemeye tepki göstererek, "Direne direne kazanacağız" sloganları attı. Polisin kalkanlı müdahalesine uğrayan kitle, polislerce çembere alındı.
'Ellerinizi Çekin'
Partililerin uzun süren direnişi sonucu verdi, basın açıklaması için parti binasının karşısında yurttaşların toplandığı yerde açıklama yapıldı. Polisin tutumuna tepki gösteren HDP Adana İl Eşbaşkanı Mehmet Karakış, zanlının partinin 33 metre kadar uzağında Seyhan İlçe Binası önünde kendi parti yöneticileri tarafından yakalandığını belirterek, "Bugün böyle bir mağduriyet yaşamışken ikinci mağduriyet emniyet güçleri tarafından yaşatılıyor. Bir mağduriyeti dile getiremeyeceksek, biz bunu dile getirirken güvenlik önlemini alamıyorsanız ne işe yarıyorsunuz? HDP canı sıkılanın tabelasını indirdiği, bayraklarını yaktığı, molotof attığı yol geçen hanı değildir. Bu iktidarın HDP ve HDP seçmenine dönük zehirli söyleminden bağımsız değildir. O kirli dilinizi bizim üzerimizden çekin” dedi.
'3 Kişinin Birlikte Hareket Ettiğini Düşünüyoruz'
Yeşil Sol Parti Adana Milletvekili Tülay Hatimoğulları, zanlının akşam saatlerinde bir etkinliğin gerçekleşeceği HDP Seyhan İlçe binasının bulunduğu caddede yakalandığını aktardı. Parti üyeleri kadını polise teslim etmek üzere beklerken onu tanıyan iki kişinin de orada bulunduğunu, bu iki kişiden kadın olanın kendi girişimleri ile göz altına alındığını, erkeğin ise yakalanmadığını belirten Hatimoğulları, kadının yanıcı maddeleri bırakırken sürekli telefonla görüştüğünü ve partililer tarafından yakalandığı esnada “Anne” diye seslendiği biri ile görüştüğünü ifade etti. Hatimoğulları, üç kişinin birlikte hareket ediyor olması nedeni ile yapılan saldırı girişiminin kendilerinde örgütlü bir şekilde yapıldığı şüphesini uyandırdığını dile getirdi. Soruşturma ile ilgili kendilerine açıklanmış bir bilgi olmadığını paylaşan Hatimoğulları, “Gözaltında olan iki kadın ve bunu arkasında bulunan, bu işi organize eden karanlık güçler açığa çıkana kadar bunun takipçisi olacağız Yüreğir İlçe Binası’na yapılan saldırıda ceza alan saldırganların ellerini kolarını sallayarak gezdiğini ifade eden Hatimoğulları, 2015’teki bombalı saldırıyı gerçekleştirenler yargılanmadı. Onlar yakalansalardı bugün bu tablo ortaya çıkmazdı. O dönemde onları yargılamayan anlayış Türkiye’deki demokrasi güçlerini ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini hedef aldıkları için ardı arkası kesilmeyen provokasyonlara maruz kalıyoruz” ifadelerini kullandı.
'Kadın ‘Beni Devlet Gönderdi’ Dedi'
Adana Valiliği'nin, şahsın akli dengesinin yerinde olmadığını iddia ettiğini belirten Hatimoğulları, “Yarın ‘bu bir meczuptu, akli melekeleri yerinde değildir’ demesinler. Akli melekelerinin yerinde olduğuna, ‘seni kim gönderdi?’ diye sorduğumuzda ‘beni devlet gönderdi’ dediğine bizzat şahit olduk. Sakın ola bu işi geçmiş dönemde olduğu gibi üstünü örtmeye kalkmayın. Bu olayı da meczup, ön kapıdan girdirip arka kapıdan çıkarmaya çalışırsanız bu işten Adana Valisi ve hükümet bu işin altında kalır. Aydınlığa kavuşmazsa bizi yakmaya çalışanlar bunlar demektir. Bu karanlık güçlere karşı daha fazla birleşelim” dedi.”
Birbirinin aynısı, birbirinden beter günlerden geçiyoruz. Ne yol ne izan, ne akıl, ne söz tek başına kafi geliyor. Seçim gümbürtüsü içerisinde yok pazarlık partisi, yok iktidarın stepnesi, yok dağdaki kadronun ovadaki yüzleri, yok öyle var böyle diye diye hedef haline dönüştürülen bir siyasi partinin onca zaman sonra yeniden bir kere daha sınanması hali düşündürücü değil midir? İsmen bilindik bir mekana yönelik handiyse milimi milimine hesap kitap yapabilen, kendini oraya konumlandırıp “terörist” sandıklarından bir yerde intikam alma çabasına düşen zatın var ettiği şey engellenmemiş olsaydı bugün her neyi konuşuyor olurdu şu ülke, ondan geriye kalan yer. Abartmayın diye üstenci bir dille, var edilen kötülük sarmalına susulması var edilirken, olası bir tersi iktidar kanadından ya da onu geçtik siyasetin Türk’e ait olan bir yapısına saldırı ya da teşebbüs var edilmiş olsa yine böyle bir vurgu mu var edilecektir nedir yani? Dahası Valilik psikolojik yeterlilik ya da akli melaike konusunda bir uzman konumunda mıdır, sorular sorular? Bir asırdır süre giden ezber edilmiş nefret şablonu bir kere daha insanların canlarını salt öteki bilindikleri için yakma gayreti yeniden tezgahta işlenirken, biçimlendirilirken sahiden cürmü kim her nasıl fark edecektir? Kim, hangi makamlar var edilmiş olan saldırı cüretine dair açıklama verecek, hesabını sunacaktır, her nasıl, düşünüyor musunuz? Kolluk her işi gücü bitti bir de ötekisinin avlanmasına mı önayak olmaktadır. Ne oldu demokratik ülkenin gereklerine soruyor musunuz?
Kendini tekrar ediyor her şey. Her anlamda bir çürümenin bağrında yol, yön aranıyor ve illa ki katran karanlığına saplanıyor bir ülke. Bir kere daha son kez değil tekrarlarla daim aynı, hep benzeş olan yaşatılıyor gibi görünürken cürmün ezber edilemeyenleri yeniden imal ediliyor. Bir tevatür değil doğrudan yaşam idesinin yerle bir edilmesine çabalanıyor. Her şey ulu orta var edilirken yenilendiği söylenen zeminin tam da tersine eskisinin aynısı olduğu gözlerden kaçırılıyor. Ne ümit bırakılıyor geriye ne mücadele etme dürtüsü. Varsa sabah akşam zikredilen teslimiyet, varsa yoksa sıra neferliği, birkaç istisnai durum dışında her şeyin güllük gülistanlık olduğuna kanma. Her şeyiyle bir cumhuriyet deneyim olmaktan çıkarak bir çürüten menzil kapasitesine ulaşıyor. Doğruların yeri artık yanlışlara terk edilmiş durumda. Eğrelti, yarım, eksik gedik düzenlemelerin ortasında hayatın un ufak edilmesine devam olunmakta. Her anlamda, her gün yeniden, yenilenmiş bir çürüme halinin ortasında bir ufuk kalmış mıdır? Daha başa getirilecek fecaat, facia, yıkım, eksiltme ve nicesi? Halimizin perişanlık sureti bir şeyleri izah etmeye kafi gelirken, aleni bir yıkımın, yıldırı ve cerahat sarmalının ortasında birbirinin aynısı, birbirinden beter olana demirlemiş bir ülke hepimizi kuşatıyor. Bu muydu yüzüncü yıl hülyası, utkusu, sözü... Böyle mi?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Chris MCGRATH – Getty Images v/ Politico
0 notes
dipnotski · 2 years ago
Text
Fethi Açıkel – “Kutsal Mazlumluk”tan “Makyavelist Despotizm”e (2023)
Başta AKP olmak üzere, siyasal İslâmcı geleneğin istisnasız hiçbir versiyonu demokratik ve uygar bir toplum yaratma iddiasında başarılı olamadı. Fethi Açıkel bu kitabında, AKP’nin yirmi yıllık iktidarının sonunda, Türkiye’ye son derece şahsileşmiş ve zümreleşmiş yoz bir otoriter popülizmden başka rejim bulamamasının da gösterdiği gibi, bu partinin alternatif bir modernliğin değil, bir uygarlık ve…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
doriangray1789 · 4 months ago
Text
İçindeki ‘’akıl’’ kelimesinin bir tür yanılsama olduğu ön kabulüyle birlikte akıllı evler, akıllı kapılar, akıllı bahçeler, akıllı mutfak aletleri, akıllı telefon ve saatler, akıllı arabalar, akıllı plazalar ve akıllı daha pek çok şey üretiyoruz. Hepsi gittikçe aptallaşan insanlar için! Telefon ile saati birbirine entegre ettiğinde, bu ilişkiden teknolojiye dokunabildiği hissini duyabilenler daha az aptal belki ama bunca patırtının bizi neye dönüştürdüğünü biraz incelemek gerek. Çevrenizde kaç kişi bilgi istiyor? Sizi duyabiliyorum. Kimse! Siz de dâhil, kimse bilgi istemiyor. Bilginin ne işe yaradığı, ne kadar yer kapladığı, neye mâl olarak elde edildiğiyle ilgili var olan fikrimiz, gün geçtikçe aşınıyor. Bunu tercihlerimizden, beklentilerimizden, söylemlerimizden, yönelimlerimizden, reflekslerimizden anlamak zor değil. Biz bilgi istemiyoruz. Çözüm istiyoruz! Bu durum, yanlış bir demokrasi anlayış ve beklentisinin sonucudur. Seçmek ve seçilmek, inanmak ve inanılmakla girilmiş yoldan çok uzakta kalmalıydı. Seçmek ve seçilmek, ortaya akıl koymakla mümkün olabilmeliydi. Lakin biz seçerek, aklı delege ettik. ‘’Seni seçtimse, düşünmeme gerek kalmadı. Bana bilgi değil, çözüm getir!’’ Bu kısaca şu demektir; ‘’ Beni manipüle et.’’ Kendi isteğiyle, çıkarcı bir yönlendirme stratejisinin kuklası olma hali! Peki bu izah, yeterli mi? Değil! İnsanımız, dünyada da artan ekolün de etkisiyle, farkında olarak ya da olmayarak aydınlanma karşıtı bir pozisyonun savunucusu haline gelmiştir! Geçmişi idealize ediyor ve özlüyoruz. İdealize ettiğimiz, aslında hiç var olmamış ve koşullarından bağımsız değerlendirdiğimiz geçmişi, günümüze çekmeye çalışıyoruz. Eğitim sistemi, sürekli gedikler açılan bir sistemdi. Her sene kurcalanır, müfredat değiştirilir, sınav sistemiyle oynanır, gençler manyak edilirdi. Şimdi sistem çöktü ve biz ‘’eğitimi’’ kavram olarak itibarsızlaştırıyoruz! Bu bir toplumun intiharıdır. Bilim ne işe yarar? Felsefe nedir? Bilgi gerekli midir? Bu sorular içinde istihdam sağlayan cevaplar barındırdığı müddetçe anlamlı bulunmaya başlandı. Korkunç bir ekonomik bağlayıcılık, ilgili ilgisiz tüm alanları bu konu hakkında söz söylemeye ve çözüm bulmaya çağırıyor. Neden otoriter despotizm aşığı olduk? Çünkü inandık! Düşünmedik! Bu durumu çok iyi formülize eden bir sloganla insanımızın karşısına çıkıldı. Gerçekten basit, etkili, inandırıcı, akılda kalıcı ve ikna ediciydi. ‘’ Verin yetkiyi, görün etkiyi.’’ Aydınlanma karşıtlığının, bize getirdiği kutunun süslü bir paketi bile yok. İçinde şiddeti meydana davet eden bir dürtü var. Kültürel bağlamda ofansif bir dilin kullanılmasını salık veren bir tavsiye var. Popülizm Tanrısı var! Öyle bir Tanrı ki sizi cehenneme atmak için bir şeytana bile ihtiyacı yok! Bu yolun sonunda bizi bekleyen bir Kant yok! İçimizdeki son Kant'ı asana kadar mücadele etmeyi, kızıl elma varsaymışlar var. Kanmayın! İnanmayın! Düşünün! Okuyun! Sorgulayın!
12 notes · View notes
baybaykus · 3 months ago
Text
John Keane, Sidney Üniversitesi’nde ders veren bir siyaset bilimci.
2020’de yayımlanan kitabının adı bu: Yeni Despotizm.
Türkçesi İletişim Yayınları’ndan 2021’de yayımlanmış, 2021.
Araştırmacı yazar dünyanın çeşitli yörelerindeki “Yeni Despotlar”ı inceliyor ve ortak noktalara varıyor:
“Bu ‘Yeni Despotizm’ zorbalığa dayanmıyor” diyor yazar,
“Kitleleri ayartma, şaşırtma ve ikna yoluyla kendi iktidarını sürdürüyor.”
Bunları yapabilmek için de bütün “Yeni Despotların” ortak olduğu önkoşullar yaratılıyor:
- Hukuk iktidara bağımlı kılınıyor
- Medyanın ��zerkliği ortadan kaldırılıyor
- İfade özgürlüğü engelleniyor
- Alternatif bilgiye ulaşma zorlaştırılıyor
- Eğitim kontrol altına alınıyor
Bütün bunlar yapılınca, özgür toplumun akış yolları iktidarın kontrolü altına alınınca, işte o zaman;
“Yapılan seçimler iktidarın kabul edilmesi yönünde sonlanıyor.”
Bu despotik iktidarlar seçimlerden hiç korkmuyor çünkü önceden kazanmanın bütün koşulları sağlanmış oluyor.
Toplumun olan bitenden çok haberli olmayan kesimi iktidarı onaylıyor.
Olan biteni kavrayan, iktidarı değiştirmek isteyen kesim ise seçimlerde gücünün yetmediğini görüyor.
Böylece, demokratik görünüm altında “yeni despotizm” iktidarını uzun sürelerde işbaşında tutuyor.
Tam “İşte bizde olan da bu” diyordum ki kitapta Recep Tayyip Erdoğan’ın adının da yer aldığını gördüm.
Macaristan’dan Victor Orban da var.
Başka ülkelerden örnekler de var.
Toplumun üç kesimi
“Yeni despotizm” toplumlarda üç kesim yaratıyor:
Yeşil kesim: İktidara yakın, ondan beslenen, onu destekleyen kesim.
Bizde de bu kesim, iktidarın nimetlerinden beslenen, ihale alan, yetki kazanan, zengin olan kesim. Halkın yoksul kesimi de aile yardımları ile engelli ödenekleri ile bir ölçüde yaşamını sürdürmekte, çektiği sıkıntıları iktidara değil, kadere bağlamakta.
Elbette bu kesime, “dış düşmanlar”, “ekonomik saldırı”, “vatan hainleri” gibi temalarla yoğun propaganda yapılmaktadır.
Bu kesim her seçimde iktidarı destekler, ona bağımlıdır, aldığı desteği kaybetmekten korkar.
Sarı kesim: Bu kesim politika ile ilgili değildir. Gündelik işine bakar. İlgi alanı ailesi, yaşadığı yöre, yakın çevresidir.
Kitap okumayan, günlük gazete almayan, kulaktan dolma bilgi ile yetinen, bu kesim bir anlamda toplumun orta sınıfı gibidir.
Oy verirken de duruma göre iktidarı da destekleyebilir, muhalefeti de.
Aslında seçimin sonucunu belirleyen kesim ağırlıkla bu kesimdir.
Kırmızı kesim: Bu kesim toplumun olan biteni bilen, anlayan, izleyen kesimidir. Bu kesim despotizme karşıdır, onun değişmesi için her seçimde karşı oy kullanır.
Bu kesimin de eylemsizi ve eylemlisi vardır.
Eylemsizler, aralarında konuşup yakınmakla yetinirler, her olayı yorumlarlar, karşı çıkarlar ama örgütlü bir eylemleri yoktur.
Eylemliler ise çalışırlar, kimileri yazar, kimileri örgütlü hareketlere katılır.
Yeni despotizmin gücü
Despotik iktidarlar bu toplum kesimlerini iyi bilirler.
Asıl güçlerinin “yeşil kesim” ve “sarı kesim” olduğunu da bilirler.
Yeşil kesimin bağımlılığını artırmak için dikkatle çalışırlar. Korku unsurunu sürekli artırarak bastırırlar.
Kaderci görüşü ve inanç faktörünü hiç sınır tanımaksızın kullanırlar.
Muhalefet partilerine düşmanca davranmaktan hiç çekinmezler.
Kendileri için tehdit oluşturan herkesi ve her şeyi acımadan düşman yerine koyarak hareket ederler.
Aç bırakırlar, işsiz bırakırlar, hapsederler, itibarsızlaştırmaya çalışırlar.
Hiçbir ahlak kaygısı olmadan yalan söylerler, başkalarının malına el koyarlar.
Bütün bunlarda da “ayartma, şaşırtma, ikna etme” yöntemlerini kullanırlar.
Bunları bilerek
İşte, bütün bunları bilerek hareket edeceksiniz.
Mücadeleniz, onlara benzeyerek değil, hiç benzemeyerek yapılacaktır.
Onların yollarından yürüme hevesine kapılmayacaksınız.
Siz kendinize doğru yollar açarak yürüyeceksiniz.
Onlardan birilerini ayartarak güçlenmeye çalışmayacaksınız.
Bu işin ustası onlardır.
Siz kendi insanlarınıza sahip çıkarak yürüyeceksiniz.
Topluma kızmayacaksınız. Onlara önderlik edeceksiniz.
Topluma doğru yolu gösterecek, bundan şaşmayacaksınız.
“Yeni despotizmi” tanıyacak ve onun iktidarına son vereceksiniz.
Yolunuz açık olsun.…
Dr.Erdal Atabek
3 notes · View notes
hetesiya · 2 years ago
Text
“Demokrasi iki farklı aşırılığa sahiptir; aristokrasiye dönüşen eşitsizlik ruhu ve despotizme dönüşen aşırı eşitlik ruhu.” Montesquieu
0 notes
analitikishkola · 2 years ago
Text
Деспотизм
Читать → http://upravolenie.ru/stati/despotizm/
Деспотизм
Построение лада во взаимоотношениях между близкими людьми — одно из условий для реализации заложенного потенциала и счастливой жизни. Множество деструктивных явлений не дают построить по-настоящему доверительные отношения. Одно из таких явлений — деспотизм. Однако, чтобы он не ��ыл помехой для жизни в ладу, нужно убрать его из своей жизни, нравственно его перерасти. А для этого нужно разобраться в корневых причинах его появления, выявить в себе его корни, понять их суть. Этому и будет посвящена эта статья.
0 notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Tarihin Akışında Temsiliyetizme Karşı Öz-Denetimsel ve Öz-Yönetimsel Mücadele Biçimlerinin Belirleyiciliğine Dair Tespitler
Tumblr media
Glokal-kapitalizmden global-kapitalizme geçiş (sanayi ve teknik iş bölümü ilişkileri) sürecinde dünya tarihinin akışını iki önemli faktör belirleyecek: Birincisi, kapitalizmin yönetsel bürokratizmi ile kitlelerin denetimsel bürokratizmi (öz-denetimsellik) arasındaki savaşım. İkincisi ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi ile teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı (öz-yönetimsellik) arasındaki savaşım. Bu iki faktör haliyle sınıf savaşımlarının gelecekte ki yönünü de tayin edecektir.
Dünya üzerindeki bütün devletlerin ortak özelliği istisnasız olarak hepsinin temel bir aldatmaca ve yalan üzerine kurulmuş olmasıdır. Keza bütün bu sistemler yönetsel açıdan kitlelere "denetlenebilir" oldukları (“halkı temsil ettikleri”) imajını vermeye çalışan yapılar olsalar da, gerçekte iktidarı elinde tutanlar ise; yasama, yargı ve yürütme (polis, ordu vs.) biçimindeki temsiliyetist-bürokratik kurumlardır. Kaldı ki; “sermaye düzeni” de yine bu kurumlar (memuriyetizm!) vasıtasıyla ayakta kalabilmektedir. Üç bacaklı bu yapı ve işleyiş tüm devletlerin ana iskeletini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla; bu kurumların sözde kendilerine ait iç denge ve denetim aygıtları olması, yani yukardan aşağıya doğru çalışan temsiliyetist bir bürokrasinin varlığı (ister atanmış ister seçilmiş memurlar biçiminde olsun hiç fark etmez), bu devletlerin vatandaş tarafından "denetlenebilir" olduğunun göstergesi, kanıtı olarak da sunulamaz. Başka bir deyişle, devletlerin kendi iç denge ve denetim aygıtları ile vatandaşların iç ve dış kurulları temel alan toplumsal denetim kurumları aracılığı ile devleti ve iktidarı denetlemesi farklı ve ayrı şeylerdir.
Bu nedenle "devletin ve iktidarın sınırlandırılarak sönümlenebileceği bir toplumsal yapının" var olabilmesi için öncelikli olarak emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru denetimsel bürokratizminin hayata geçirilmesi gerekir. Bunun gerçekleşebilmesinin ikinci şartı ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi karşısında emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın teknik emeğe ve araçlarına dayalı denetimsel bağımsızlığının gerçekleştirilmesidir. Bu iki ana faktör ancak birlikte ele alındığı zaman bir bütünsellik teşkil eder.
Bu sayede toplumsal denetim kurumları aracılığıyla hem aşağıdan yukarıya doğru hem de yukarıdan aşağıya doğru çift yönlü olarak denetlenebilir bir bürokrasi ortaya çıktıkça, kapitalizmin yönetsel bürokratizmine ve despotizmine dayalı temsiliyetist kurumlar da adım adım zayıflama ve sönümlenme sürecine girmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu süreç tek tek insanların iradesinden ya da “iyi” ve “kötü” niyetlerinden bağımsız tarihsel ve toplumsal şartlar altında gerçekleşeceğinden dolayı da, bu süreç zorunlu olarak kapitalizmin bağımlı olduğu her türden yönetsel bürokratizmin ve despotizmin de miladını doldurmasını sağlayacaktır. Keza bu durum aynı zamanda bu mücadeleyi yürüten toplumsal kesimlerin de pratik faaliyetler içerisinde devrimcileşmesi manasına gelmektedir.
Tarihsel deneyimlerinde göstermiş olduğu gibi; yukardan aşağıya doğru örgütlenen her türden yönetsel bürokratizm ve despotizm özü itibariyle (kişilerin iradesinden de bağımsız olarak) temsiliyetizme dayanan iktidar ve yönetim biçimleri üretmektedir. Bu iktidar ve yönetim biçimleri bugünden yarına bir anda ortadan kaldırılamayacağına göre (ki her hangi bir devrimle bu süreç başlasa bile iktidarın alınması tek başına bu sorunu çözmemektedir), emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru yürüteceği denetimsel bürokratik faaliyetler ve teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı gerçekleştirilmeksizin, kapitalizmin ve sermayeye hükmeden sınıfların sırtını yasladığı devletin bürokratik kurum ve aygıtlarının hakimiyetine de asla son verilemeyecektir.
Acı bir deneyim olsa da; proletaryan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığı da yine tek tek devrimci liderlerin yanlış kararlarından çok, temsiliyetizm karşısındaki alternatifsizlikte ve bu nedenle kapitalizme benzer, “denetimsiz” devlet, iktidar ve bürokrasi merkezli toplum yapılarının kurulmak zorunda kalınmasında aranmalıdır. Rus, Çin vs. gibi deneyimler bu açıdan öğretici olmaya da devam etmektedir. Bu nedenledir ki proletaryanizmin temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu onun yönetsel bürokratizmi ve despotizmi karşısındaki çaresizliği, ona karşı mücadele ederken, hem örgütlenme açısından hem de mücadele araçları açısından fark etmeksizin ona “benzemek” zorunda kalmış olmasında da yatmaktadır. Kuşkusuz bu olgu sosyalizm mücadeleleri tarihi açısından ironik ve derinlemesine incelenmesi gereken bir durum olma özelliğine de sahiptir.
Devleti, iktidarı, bürokrasiyi; dolayısıyla kapitalizmin ontolojik ve epistemolojik temellerini var eden temsiliyetist yapıların tek bir panzehiri vardır; o da emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları için yürüteceği siyasal, ekonomik, hukuki vs. denetimsel bürokratik mücadelelerdir. Bu gerçekleştirilmediği sürece “kapitalizme karşı mücadele” sadece bir laftan ve söylemden ibarettir. Aynı şekilde; kapitalizm karşısında sosyalizmin bir alternatif olabilmesi de, teknik emeğin ve protekyanın denetimsel bağımsızlığı ile birlikte başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıf ve katmanların toplumsal denetim programı etrafından birleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Geleceğe damgasını vuracak olan sınıf mücadelelerinin karakterini belirleyecek olan kapitalist temsiliyetist kurumlar ile denetimist sosyalist kurumlar arasındaki nihai savaşımın nasıl sonuçlanacağıdır.
Zira her yeni emek biçimi eski emek biçimini/toplumu yeni kurumlar aracılığıyla devralmıştır. Dolayısıyla; insanlık/emek tarihi biri biri üzerine geçen emek biçimlerinin tarihi olmakla birlikte, bu emek biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan kurumların ve kurumlara damgasını vuran sınıfların ve sınıflar arası mücadelelerin de tarihidir. Bu gerçek anlaşılamadığı sürece sınıf mücadelesinin rotası da, devrimci ve karşı-devrimci güçler arasındaki kuvvet dengeleri de, asla sağlam bir temelde çözümlenemez. Böylesi bir analiz yapılmadığı müddetçe de sağlıklı bir perspektifte inşa edilemez.
Temsiliyetist bürokratizmin yönetsel despotizmini ve faşizmini yenmenin yolu; emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya yükselen denetimsel bürokratizmi için savaşmaktan ve kapitalizme karşı emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın bayrağı altında proletarya da dahil olmak üzere tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin ortak mücadelesini yaratmaktan geçmektedir.
Dolayısıyla; daha önce denenmiş ve yenilgiyle sonuçlanmış her türden temsiliyetist program ve stratejinin (parti ve devlet modelinin) gelecekte de başarılı olma olasılığı bulunmamaktadır. Temsiliyetizm üzerinden sosyalizme gitmekte ısrar eden her yaklaşım er ya da geç kapitalizm tarafından teslim alınmaktan da kurtulmayacaktır; kurtulamadığı da geçmiş deneyler ışığında pek çok defa kanıtlanmıştır. Bu rağmen geçmiş temsiliyetist yöntemlerde ısrar edenlerin geleceği ve geleceğin sınıf mücadelelerini sırtlayabilmesi de mümkün gözükmemektedir.
Kaldı ki; ister program sorunu olsun, ister strateji sorunu olsun, parti ve devlet modelleri de dahi olmak üzere, bütün bu meselelerin toplumsal denetimist perspektif ışığında yeni baştan değerlendirilmesi bir elzemdir. Yeni bir bütünleşme ve toparlanış ancak bu temeller ve ilkeler üzerinden inşa edilebilir.
10.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
tahtapod · 5 years ago
Link
Saltanat süren despotlar kendilerinden daha korkak insan yığınlardan cesaret alarak saltanatlarını pekiştirirler. 
Unutmayın! 
Firavuna sorulan şu soru manidardır.
"Tanrılığını nasıl kabul ettirdin." 
Cevap ne kadar enteresan değil mi? 
"İlk söylediğimde kimse itiraz etmedi."
1 note · View note
onderkaracay · 4 years ago
Photo
Tumblr media
✓ Kötülük Bugün Moda
Sürekli aydınlanmayan olaylar üreten bir toplum çürüyor demektir.
Kötülük nerede yuvalanır? Nasıl bir virüse dönüşür?
Çürüme son durak mıdır?
Ya da çürüme mutasyona uğrayarak yeni kötülük (virüs) üretir mi?
Gösteri toplumlarında düne kadar susanlar bir anda ortaya çıkarak sessiz yığınların sesi olma adına yeni bir kötülüğü sessiz sedasız topluma onaylatır.
Kurban/mağdur arasından işaret fişeği gibi fırlar kötülük iyilik kılığında!
Ece Ayhan'ı hatırlamamak ne mümkün; “Kendi kendine çalan bir davul zurna, sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlar.” Şahlar mat olmayı sevmez.
Onca acı, onca kıyım kırım varken dönüp bakmadılar hiçbirine. Yalanın erbabı olmaya her sıraya girdiler.
Despotizme insanlar yozlaşarak alışır.
Çürümeye, çürütmeye kapanır gözler.
Oysa karanlık çöktüğünde herkes kalır karanlığın gölgesinde.
Moda geçici, stil kalıcıdır.
Kötülük bugün moda.
Önder KARAÇAY
#önderkaraçay #kötülük #moda #çürüme #çürütme #karanlık #gölge #virüs #mutasyon #despotizm #yozlaşma #eceayhan https://www.instagram.com/p/CPLDBVngqqY/?utm_medium=tumblr
1 note · View note
kolej-postasi · 4 years ago
Text
KURUCU FELSEFENİN ESİN KAYNAKLARI
Tumblr media
"Kurucu felsefe"nin esin kaynaklarıZafer Toprak'ın Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi başlığını taşıyan son kitabının önemine dikkat çekmek istiyorum.
Prof. Dr. Zafer Toprak,  kuşku yok ki Türkiye'nin en üretken, en değerli  sosyal bilimcilerinden biridir. Türkiye'de Milli İktisat, İttihat ve Terakki ve Cihan Harbi, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum, İttihat-Terakki ve Devletçilik (1908-1950), Türkiye'de İşçi Sınıfı (1908 - 1946), Türkiye'de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908-1935), Türkiye'de Yeni Hayat, Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiye'de Popülizm (1908-1923) ve yakınlarda yayımlanan Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi başlıklı kitapları yanısıra kurumların tarihi üzerine araştırmaları ile modernleşme çağında Türkiye'nin iktisadi ve siyasi tarihinin anlaşılmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.
Toprak, sadece sosyal bilimci olarak taşıdığı değer nedeniyle değil, insani vasıfları nedeniyle de dostluğundan gurur duyduğum arkadaşlarımdan biridir. 1960'ların ortalarında Mülkiye sıralarında başlayan yarım yüzyılı aşkın dostluğumuz süresince onun akademik yaşamının yakın tanıklarından biri oldum. 1970'lerin sonlarından itibaren Boğaziçi ve sonra Koç üniversitelerinde verdiği dersler dışında kalan zamanının neredeyse tamamını araştırmalar yaparak geçirdiği kişisel kitaplığının giderek büyüyüp sosyal bilimler alanında muhtemelen ülkenin en zengin kitaplığı niteliğini kazanması sürecini gözlerimle izlediğimi söyleyebilirim.  Zafer Toprak akademisyen arkadaşlarım arasında hayatını tümüyle araştırmaya adamış olanların başta geleni; bu vasıflarıyla Türkiye'de toplumsal tarihçilik alanının rol modellerinden biridir. Bu yazıda Toprak'ın Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi (Türkiye İş Bankası, 2020) başlığını taşıyan son kitabının önemine dikkat çekmek istiyorum. Kitabın konusu, 100. yaşına yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti devletinin (giderek aşınmakta olan) "kurucu felsefesi"nin ya da resmi ideolojisinin (dilerseniz Kemalizm'in) hangi düşünsel - felsefi kaynaklardan beslendiğinin irdelenmesi. Yazarın kendi sözleriyle: "İki dünya savaşı arası Türkiye'de gözlenen siyasal ve zihinsel dönüşümde Atatürk'ün etkisi büyüktü. Yeni bir toplum inşasında onun entellektüel birikimi yönlendirici oldu. Düşünsel bağlamda bir tür arkeolojik girişim olan bu kitap, Atatürk'ün ve kurucu kadronun çağdaş dünyayı algılayışına, yeni bir toplum inşa tasarımının ve etkinliğinin geri planında yer alan entellektüel birikime, öz bir biçimde ifade etmek gerekirse kurucu felsefeye odaklanıyor." Kitabın özgün yönü de yine yazarın şu sözlerinde ifadesini bulmakta: "Bugüne kadar siyasi ve askeri yönü üzerine sayısız değerli araştırma yapılmış olmasına karşın, Atatürk'ün entellektüel kişiliği üzerinde çok az duruldu." Görüleceği üzere Toprak'ın bu son kitabının önemi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda rol oynayan siyasi - felsefi görüşler ve kökenlerinin aydınlatılmasına yönelik büyük bir adım oluşundan kaynaklanıyor. Atatürk ve yakın çevresinin dünya görüşünü şekillendiren esin kaynaklarının kapsayıcı bir araştırmasını yapan Toprak, şu hususlara dikkat çekiyor: Atatürk esas olarak Batı düşüncesinin etkisi altında kaldı. Batı düşüncesini de başka herhangi bir dil değil Fransızca üzerinden izledi. Üçüncü Cumhuriyet Fransası'nın pozitivist, bilimci, solidarist, laik dünya görüşünden kuvvetle etkilendi. Milli egemenlik anlayışı Fransız Devrimi'ne  dayanıyordu. Laiklik anlayışı Üçüncü Cumhuriyet Fransası'ndaki Radikal Parti'nin politikalarından esinlenmişti. Yine bir Fransız düşünürü olan Montesquieu'yü izleyerek güçler ayrılığını değil, Jean J. Rousseau'dan esinlenerek güçler birliğini; bireysel özgürlükleri değil devlet egemenliği ve iradesini savundu. Kurucu Felsefenin Evrimi, Takrir-i Sükun Kanunu'yla (1926) kurulan otoriter tek parti yönetiminin, dini devlet denetimi altına alan ve inanç özgürlüklerini kısıtlayan katı laiklik uygulamalarının, dil ve kültür birliğini varsayan millet kavramının, sınıf farklılıklarını reddeden, hukuk alanında kadın - erkek eşitliğini öngören toplum anlayışının, kısacası laik Türk milliyetçiliğine dayanan resmi ideolojinin  temellerini ayrıntılarıyla ortaya koymakta. Toprak'ın üzerinde durduğu noktaların başlıcaları şunlar: Atatürk, Batı düşüncesindeki gelişmeleri Paris büyükelçiliği aracılığıyla getirttiği kitaplar aracılığıyla yakından izledi. Atatürk'ün Çankaya'da oluşturduğu kitaplık o  sıra Türkiyesi'nin sosyal bilimler üzerine en zengin kitaplığıydı. "Fransa'nın en güncel sosyal ve beşeri bilim eserleri 30'lu yılların kültür devriminin yapı taşlarını oluşturacak ve Türkiye'de sosyal ve beşeri bilimlerin inşasında önemli bir rol oynayacaktı." (s. 13) Atatürk'ün özgürlüklere bakışının sınırları vardı. 1931 yılında şöyle yazıyordu: "Ferdi hürriyet karşısında fertlerin hepsinin kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de idaresi, kakimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini korumakla görevli olan insanların diğer taraftan devletin de irade ve hakimiyetinin felçli hale gelmemesine dikkat etmeleri lazımdır." (s.29) İkinci Meşrutiyet'in başarısızlığının nedenlerini güçler ayrılığında, parlamenter rejimde buluyordu. İkinci Meşrutiyet'in çok partili siyasal modelinin Montesquieu'nün güçler ayrımı anlayışıyla düzenlendiğine ve çöküntünün gerisinde bu anlayışın yattığına inanıyordu. (s.30) Toprak, Atatürk'ün fikirlerinden geniş ölçüde esinlendiği Rousseau'nun etkisi hakkında şunları yazıyor: "Rousseau genel iradeyi savunurken bireyi devre dışı bırakmış, onun özgürlüklerine ket vurmuştu. Bu anlayış ise son kertede diktatörlüğe uzanabiliyordu. Güçler birliğinde yargının bağımsız konumunu yitirmesi özgürlükler açısından olumsuz bir gelişmeydi. Türkiye'de de Takrir-i Sükun'la yaşananlara eleştirel bakmak bu bağlamda yanıltıcı olmayacaktı. Keza 1931'dei Türk Ocaklarının, 1935 sonrası Mason localarının, Kadınlar Birliği'nin kapatılması, spor örgütleri, esnaf örgütleri ve benzerlerinin organik olarak Tek Parti çatısı altına alınması Cumhuriyet'in Rousseau'dan esinlenen genel irade anlayışının sonucuydu. Kimi yazar bu gelişmeleri 'diktatoryal' olarak değerlendirecekti." (s. 113) Atatürk'ün başında olduğu Tek Parti'nin fikriyatında solidarist düşüncenin liberalizme karşı takındığı tutum önemli rol oynamıştı. "Tek Parti yönetimi liberal devletin ulus birliğini bozucu olduğunu, toplumda sınıflaşmaya yol açtığını ileri sürmüştü. 'Milli devlet' sınıflaşmayı reddediyor, 'milletçe kütleleşmek' fikrini önemsiyordu." (s. 290) Toprak'ın, tanınmış Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger'nin yorumlarına gönderme yaparak dikkat çektiği ve bizde Tarık Zafer Tunaya ile başlayarak yaygınlaşan bir görüş de, Türkiye'de 1926 - 1946 arasında uygulanan otoriter tek - parti rejimiyle Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası'nda uygulanan totaliter rejimler arasında önemli bir fark olduğu; bizdeki uygulamanın çoğulcu demokrasiye geçiş için bir tür hazırlık dönemi oluşturduğu,  bu dönemde demokrasinin altyapısının tesis edildiği iddiası. Duverger'ye göre, "Cumhuriyet Halk Partisi'nin başta gelen özelliği ideolojisinin son kertede demokratik oluşuydu. Bu ideolojinin hiçbir zaman faşist ya da komünist tek partilerde olduğu gibi, bir tarikat ya da kilise niteliği taşımadığını... özü itibarıyla pragmatik olduğunu kaydediyordu... Ortadoğu uluslarının modernleşmesini önleyen başlıca etmen dindi. İslamiyete başkaldıran Atatürk'ün şiarı 'Batılaşmak' olacaktı." Batılaşma da son kertede çoğulcu demokrasinin tesisi demekti. Tek Parti siyasal rekabeti ortadan kaldırmayıp sınırlıyor; parti içinde muhalefet gelişebiliyordu. (s.383 - 385) Nitekim 1930'da açılıp kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi, tek - parti döneminin gerçekte çok - partili düzene geçiş için bir hazırlık dönemi oluşuna işaret ediyordu. Zafer Toprak'ın Türkiye'nin "kurucu felsefesi"nin (ya da "resmi ideolojisi"nin) kaynaklarını ve dayandığı temel görüşleri ortaya koyan bu son kitabı, kaçınılmaz olarak okurlarını bu felsefenin yol açtığı sonuçları, yaklaşık yüzyıl sonra bugün ülkeyi getirdiği yeri sorgulamaya sevkediyor. Bu sorgulamanın okuru Cumhuriyet'in 100. yılına yaklaşırken "Kurucu Felsefe"nin amaçlanmayan ya da istenmeyen sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuz tesbitine götürmesi kuvvetle muhtemel. Bu, başka bir yazının konusu.
KASIM 5, 2020 | P24*
ŞAHİN ALPAY | KURUCU FELSEFENİN ESİN KAYNAKLARI
Tumblr media
0 notes
seslimeram · 2 years ago
Text
Sesli Meram #259 - Karşı Radyo (06.12.2022)
Tumblr media
"Tümden başkalaşmış dönüşümü tamama erdirilmiş bir ülke pratiği karşımıza çıkartılıyor bir kere daha. Dönüşümden kastın vahim olanın sularına kulaç atmak olduğu her gün, hal ya da mesel ya da vaka fark etmeksizin belirginleşiyor. Düne dair hiçbir yaranın, şimdiye, şu ana taşınmadığı bir zeminde, yarını daha da kötürüm bir halle bütünleşik kılmanın çaba ve gayreti, onca yaldızlanmış güncellikle birlikte peyderpey imal ediliyor. Baş amir olanı, biteni sıradan şeylermiş gibi aksettirirken, cerahatin ortasından kendisine bir seçim daha çıkar mı bunun yollarını arşınlıyor. Biliyor ki ne kadar despotizm, ne kadar baskıcı eylem, tahakküm ve tehdit o kadar çabuk teslimiyeti var edecek. Bir tek bu bahse güvenerekten o yirmi bir yıl nasıl var edildiyse yeniden bir kere daha finiş bayrağı göğüslenmek isteniyor. Duraksayıp, tökezleyen, hiç kesintisiz bir halde önde olduğu bir mücadeleyi gerisin geriye kaybetmenin eşiğine bir kere daha taşıyan muhalefet görünümlü, hepsi aynı geminin yolcusu eküriler masasının hali de ortadayken ne hakkın, ne hukukun var edilmediği bir acayip zemine koşulması söz konusudur yeniden! En başında en sonuna kadar hakkaniyetin ayaklar altına alındığı bir zemin söz konusu edilendir. Baştan bir kere daha yineleyelim, dönüşümü böylesine kötülükle var edilmiş bir zeminde geleceğin felaketlerine karşı hangi önlemler alınmıştır. Müştereken bir yaşam idesinin muhafazasını düşünmek için daha kaç sınav, kaç kesimin başına getirilecek cehennem azabı vardır ki, yıkım herkesçe fark edilebilsin. Bütün bu dönüşüm diye çıkılan güzergahtaki kötülük haline bir son denilebilsin, nihayet, sonunda!" sesli meram
podcast image credit: kurdish women:::ercan altuntaş:::foundation
2 notes · View notes
dramatik-buluntular · 3 years ago
Text
Bütün koşullar eşitsiz olduğunda, ne kadar büyük olursa olsun hiçbir eşitsizlik göze batmaz; ancak genel tekdüzelik içinde en ufak bir benzemezlik dahi çarpıcı görünür; tekdüzelik eksiksizleştikçe benzemezliğin görüntüsü daha katlanılmaz hale gelir. Demek ki eşitliğe duyulan sevginin eşitliğin kendisiyle birlikte durmadan büyümesi doğaldır; onu tatmin ederek geliştirirsiniz.
Alexis de Tocqueville, Demokratik Despotizm
13 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
CHARLES DE MONTESQUİEU
Bana kısaca Monti de….BÖLÜM 2-)
yazım tarihi:13.06.2012 saat 22:00 İstanbul
insanları etkileyen koşullardan en önemlisi iklimdir. hava sıcaklığı ve iklim değişlikliği insan davranışlarını ve düşüncelerini etkiler.bunlar general spirit oluşmasını sağlar. bu durum toplumun tarihine uzanır ve tüm üyelerince paylaşılır. bu general spirit insanların kendisiyle birlikte ve toplumların yürütme organını da etkiler.
hükümet sistemlerini 3'e ayırır. burada da aristodan copy-paste görürüz biraz. sistem; cumhuriyetçi, monarşi ve despotik olarak ayrılır. cumhuriyetçi bir daha kendi içinde ayrılarak demokratik ve aristokratik olur, burada insanların tümü ya da birkaçı egemen güce sahiptir. monarşide ise tek bir kişi yasaları yönetir. despotik de ise, kurallar ve yasalar olmadan, tek bir insanın kurduğu yönetime göre şekillenir sistem. bu ayırımı belli nedenlere bağlar örneğin; cumhuriyetçi sistem erdem (virtue), monarşi honour, despotizm ise korku ile ilişkilidir. bu sıfatlar insanların o sistem içindeki davranışlarını simgeler. despotizm de asya ülkelerinde var olan zalimce ve olağandışı cezalandırma var. yasalara bağlı olmayan şiddet var. insanların korku yoluyla istenilenlere uyması sağlanıyor. cumhuriyetçi sistemde kastedilen virtue olgusu politik virtue yani bir tür patriotism ve ülkeyi sevme hali. güvenilir bir hükümet toplumun çıkarlarını gözetir, yöneticinin çıkarlarını değil. cumhuriyetlerin devamlılığı işe yarar güç kullanımıyla sağlanan eğitim ile olur. monarşide ise önemli olan honour demiştik, açmak gerekirse burada eşitlikten yoksun bir toplum vardır bir kişi diğerlerinden daha fazla gücü bünyesinde toplar. fakat montieye göre monarşi zengin ve sofistike bir yönetim kurar, çünkü herkes ortak iyilik için çalışır. virtue monarşi için gereksiz ve kullanışsızdır. aristonun da dediği gibi; eğer bir toplum kral ya monark tarafından yönetilirse o monarşi en iyi yönetim olmaya adaydır, fakat montieye göre bu doğru değil. monarşiyi analiz ederken sosyal durumlar ve sonuçları üzerinde durur montie. toplumun lüks anlayışına önem verir. bu 3 tip yönetim biçimi konusunda iki konu üzerinde durur. desirability of a republic or a monarch=bu ayırımda despotizm = imparatorluk monarşi = ulus-devlet cumhuriyet = şehir-devleti olmaya meyillidir. montieye göre en önemli şey gücün diğer güçler tarafından sınırlanmasıydı. ılımlı ve despotik hükümetler arasında hep bir problem vardı. cumhuriyet monarşi ve despotizm arasında da problem vardı, o problem de 'güç'tü. montie fransız rejimini ılımlı ve ahenkle dans eden bir sistem olarak görüyor çünkü aristokrasi ve monarşi kombinesi ile harmanlanmış demokrasi etkileriyle servis edilen bir sistem. spirit of nobility (aristokrasi) + spirit of honour and dignity (monarchy) malzemelerinden oluşan yemek montienin en sevdiği. bunlar devletin kolestrolüne politik özgürlüğüne iyi geliyor, devletin kalbini koruyor. fakat içinde bulunmayan virtue etkisi onu cumhutriyet olmaktan alıkoyuyor. honour da cumhuriyeti kısıtlayan bir şey monarşi için. fakat ingiltere hükümeti fransadakinden iyi diyor çünkü adamlar parlamentosunu kurmuş politik özgürlüğünü güvenceye almış bu da balances and check için çok önemli diyor.
2 notes · View notes
baybaykus · 3 months ago
Text
John Keane, Sidney Üniversitesi’nde ders veren bir siyaset bilimci.
2020’de yayımlanan kitabının adı bu: Yeni Despotizm.
Türkçesi İletişim Yayınları’ndan 2021’de yayımlanmış, 2021.
Araştırmacı yazar dünyanın çeşitli yörelerindeki “Yeni Despotlar”ı inceliyor ve ortak noktalara varıyor:
“Bu ‘Yeni Despotizm’ zorbalığa dayanmıyor” diyor yazar,
“Kitleleri ayartma, şaşırtma ve ikna yoluyla kendi iktidarını sürdürüyor.”
Bunları yapabilmek için de bütün “Yeni Despotların” ortak olduğu önkoşullar yaratılıyor:
- Hukuk iktidara bağımlı kılınıyor
- Medyanın özerkliği ortadan kaldırılıyor
- İfade özgürlüğü engelleniyor
- Alternatif bilgiye ulaşma zorlaştırılıyor
- Eğitim kontrol altına alınıyor
Bütün bunlar yapılınca, özgür toplumun akış yolları iktidarın kontrolü altına alınınca, işte o zaman;
“Yapılan seçimler iktidarın kabul edilmesi yönünde sonlanıyor.”
Bu despotik iktidarlar seçimlerden hiç korkmuyor çünkü önceden kazanmanın bütün koşulları sağlanmış oluyor.
Toplumun olan bitenden çok haberli olmayan kesimi iktidarı onaylıyor.
Olan biteni kavrayan, iktidarı değiştirmek isteyen kesim ise seçimlerde gücünün yetmediğini görüyor.
Böylece, demokratik görünüm altında “yeni despotizm” iktidarını uzun sürelerde işbaşında tutuyor.
Tam “İşte bizde olan da bu” diyordum ki kitapta Recep Tayyip Erdoğan’ın adının da yer aldığını gördüm.
Macaristan’dan Victor Orban da var.
Başka ülkelerden örnekler de var.
Toplumun üç kesimi
“Yeni despotizm” toplumlarda üç kesim yaratıyor:
Yeşil kesim: İktidara yakın, ondan beslenen, onu destekleyen kesim.
Bizde de bu kesim, iktidarın nimetlerinden beslenen, ihale alan, yetki kazanan, zengin olan kesim. Halkın yoksul kesimi de aile yardımları ile engelli ödenekleri ile bir ölçüde yaşamını sürdürmekte, çektiği sıkıntıları iktidara değil, kadere bağlamakta.
Elbette bu kesime, “dış düşmanlar”, “ekonomik saldırı”, “vatan hainleri” gibi temalarla yoğun propaganda yapılmaktadır.
Bu kesim her seçimde iktidarı destekler, ona bağımlıdır, aldığı desteği kaybetmekten korkar.
Sarı kesim: Bu kesim politika ile ilgili değildir. Gündelik işine bakar. İlgi alanı ailesi, yaşadığı yöre, yakın çevresidir.
Kitap okumayan, günlük gazete almayan, kulaktan dolma bilgi ile yetinen, bu kesim bir anlamda toplumun orta sınıfı gibidir.
Oy verirken de duruma göre iktidarı da destekleyebilir, muhalefeti de.
Aslında seçimin sonucunu belirleyen kesim ağırlıkla bu kesimdir.
Kırmızı kesim: Bu kesim toplumun olan biteni bilen, anlayan, izleyen kesimidir. Bu kesim despotizme karşıdır, onun değişmesi için her seçimde karşı oy kullanır.
Bu kesimin de eylemsizi ve eylemlisi vardır.
Eylemsizler, aralarında konuşup yakınmakla yetinirler, her olayı yorumlarlar, karşı çıkarlar ama örgütlü bir eylemleri yoktur.
Eylemliler ise çalışırlar, kimileri yazar, kimileri örgütlü hareketlere katılır.
Yeni despotizmin gücü
Despotik iktidarlar bu toplum kesimlerini iyi bilirler.
Asıl güçlerinin “yeşil kesim” ve “sarı kesim” olduğunu da bilirler.
Yeşil kesimin bağımlılığını artırmak için dikkatle çalışırlar. Korku unsurunu sürekli artırarak bastırırlar.
Kaderci görüşü ve inanç faktörünü hiç sınır tanımaksızın kullanırlar.
Muhalefet partilerine düşmanca davranmaktan hiç çekinmezler.
Kendileri için tehdit oluşturan herkesi ve her şeyi acımadan düşman yerine koyarak hareket ederler.
Aç bırakırlar, işsiz bırakırlar, hapsederler, itibarsızlaştırmaya çalışırlar.
Hiçbir ahlak kaygısı olmadan yalan söylerler, başkalarının malına el koyarlar.
Bütün bunlarda da “ayartma, şaşırtma, ikna etme” yöntemlerini kullanırlar.
Bunları bilerek
İşte, bütün bunları bilerek hareket edeceksiniz.
Mücadeleniz, onlara benzeyerek değil, hiç benzemeyerek yapılacaktır.
Onların yollarından yürüme hevesine kapılmayacaksınız.
Siz kendinize doğru yollar açarak yürüyeceksiniz.
Onlardan birilerini ayartarak güçlenmeye çalışmayacaksınız.
Bu işin ustası onlardır.
Siz kendi insanlarınıza sahip çıkarak yürüyeceksiniz.
Topluma kızmayacaksınız. Onlara önderlik edeceksiniz.
Topluma doğru yolu gösterecek, bundan şaşmayacaksınız.
“Yeni despotizmi” tanıyacak ve onun iktidarına son vereceksiniz.
Yolunuz açık olsun.…
Dr.Erdal Atabek
1 note · View note
hetesiya · 4 years ago
Text
Kafka'nın Şato'su: Bürokratik Despotizm, Gönüllü Kölelik ve Çözümsüz Çelişkiler
Tumblr media
“Cehennem bu dünyadaki yaşamdır!..”
Das Schloss, Kafka tamamlanmamış bütün romanları gibi, tuhaf ve muammalı bir edebi belgedir, şaşkınlık uyandırır; çeşitli, çelişik ve uyumsuz yorumlara esin kaynağı olmuştur. Dava gibi bu eser de dinsel ve teolojik çok sayıda okumanın konusu olmuştur. Bu eserin dinsel boyutuna dair en etkin “pozitif” okuma Max Brod’unkidir.
Brod, Şato’nun birinci baskısına ünlü önsözünde (1934) şunu yazmakta tereddüt göstermez: “Kafka’nın girme hakkını elde edemediği, hatta gerektiği gibi yaklaşamadığı bu ‘Şato’, tamı tamına teologların verdiği anlamda ‘Lütuf’tur, insanların yazgılarını yöneten Tanrı idaresidir (“Köy”)… Dava ve Şato, Kabala’ya göre Tanrısallığın kendini bize sunduğu iki biçimi –Adalet ve Lütuf– göstermektedir.” Şato’daki yüksek şahsiyetleri son derece tiksindirici bir açıdan ortaya koyan roman bölümleri bile (Sortini’nin Amalia’ya müstehcen mektubu) Brod tarafından “ahlakın kategorileri ile dinin kategorilerinin çakışmadığı”nın kanıtı olarak yorumlanmıştır. Walter Benjamin tarafından savunulamaz olarak nitelenen ve eleştirmenlerin de giderek bir kenara attıkları böyle bir okuma şifresinin kabaca uygunsuzluğu üzerinde durmaya bile gerek yoktur.
Brod’un arzu ettiği gibi Lütuf sembolü olarak görülmekle alakası olmayan Şato, daha ziyade cehennemi bir mantığın ürünü olabilir. Erich Heller, Kafka’da hem bir mutlak özgürlük düşünün, hem de korkunç kölelik bilgisinin bulunduğunu haklı olarak gözlemlemektedir: Bu çözümsüz çelişkiden, “imandan geriye kalan tek şey” olan “lanetlenme inancı” doğar. Bununla birlikte Heller Kafka’nın eserinde bilinirci bir Manicilik saptanabileceğine, romandaki Şato’nun “bilinirci iblisler kumpanyasının son derece tahkimli garnizonu” gibi bir şey olduğuna inanırken haksızdır.
Kafka’nın bilinirci doktrinlerin bir yandaşı olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur ve bu tür yorum –Kabala’ya gönderme yapan yorum gibi– metnin oldukça dışında ve (Kafka’nın mektuplaşmalarından, günlüğünden vs. anlaşıldığı kadarıyla) yazarın bilgileri ya da kaygılarıyla ilişkisiz, alegorik, mistik ve ezoterik bir okumayı gerektirir. Kafka’nın dinselliği, sembolik figürlerden oluşan okült bir sistemden ziyade, belli bir Stimmung içinde, tinsel bir atmosfer, bir dünya duygusu ve modern insan durumu içinde kendini gösterir.
Günther Anders’in gayet doğru bir şekilde yazdığı gibi, “Kafka ne bir alegoriler manipülatörüdür ne bir sembolist.” Bununla birlikte, Anders eseri ve özellikle Şato’yu bilinirci yorumlama eğilimine direnemez. En olağanüstü basiret gücünü engin yanlış anlamalarla karıştıran Anders’in okuması, yazarın dinsel fikirlerini şu şekilde yorumlamaya çabalar: “Aslında, Kafka’da kuvvet bulan şey Marcioncu bir fikirdir; buna göre yaratan Tanrı bir ‘demiurgos’tur, dolayısıyla ‘kötü’dür –daha şaşırtıcı paralellik, Marcion’da bu yaratan Tanrı (Sevgi Tanrı’sının tersine), aynı zamanda ‘Kanunun, Eski Ahit’in Tanrı’sıdır. Kafka’da da tanrısal merci, Kanun ve ‘kötülük’ birbirine karışır.” Ama Şato’daki görevlilerin “kötülüğü”nde “tanrısal bir merci”yle ya da Eski Ahit’in Kanunuyla bir ilişki olduğuna dair romanda hiçbir şey yoktur. Marcioncu doktrinlerin, uzaktan ya da yakından, Kafka’nın tinsel kaygılarının parçası gözükmemesinden söz etmeye bile değmez.
Boyun Eğmeyen Hayalperest: Kafka inançlı biri miydi? – Michael Löwy
Martin Buber de “bilinirci iblisler”den söz etmektedir, ama Şato’yu, kefaretin yokluğundan ıstırap çeken (unerlöstheit der Welt) cehennemi bir dünya olarak tanımladığında dinsel evrene daha yakın durur. Gerçekten de Kafka, “cehennem bu dünyadaki yaşamdır” şeklindeki Strindberg’in inancını (Walter Benjamin’de de buna rastlanır) paylaşıyor gözükmektedir. Zürau aforizmalarından birinde şunu yazar: “Burada olduğundan daha fazla şeytansılık yoktur.” Bizi Mesih özlemine yönelten şey özellikle dünyaya bu tasalı bakıştır. Bu paradoksal diyalektiği Adorno’dan daha iyi algılamış kimse yoktur: Ona göre, Şato’da (ve Dava’da) bizim varoluşumuz “kefaretin bakış açısından cehennem” olarak sunulmuştur; “dünyanın çatlaklarını cehennemi bir yalazın içinde ortaya çıkartan” bir ışıkla aydınlanmıştır.
Bu düşkün dünyada, yalanın karşısına hakikati çıkarma yönündeki –K.’nınki gibi– tek tek her teşebbüs yenilgiye mahkûmdur. Kafka’ya göre, “bir yalan dünyasında yalan kendi zıddıyla bile ortadan kaldırılamaz, onu ancak bir hakikat dünyası yok edebilir.” Başka deyişle, mevcut dünyanın ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir dünyanın konulması yoluyla. Dolayısıyla, cehennem metaforu da romanın Stimmung’unu gerçekten açıklamamaktadır: Şato’nun ortamında beşinci çembere patetik iniş diye bir şey yoktur; daha ziyade yalın ve ironiktir. Roman Teorisi’ndeki Lukács’ın ifadesi buna uygulanabilir: “Yazarın ironisi Tanrı’sız dönemlerin negatif mistiğidir.”
Bilindiği gibi, romanın mimarisi üç temel figür etrafında inşa edilmiştir: Şato, köy ve kadastrocu K. Birincisinden başlarsak, bu mitsel şato, yakından bakıldığında, “görünüşte hepsi taştan köy evlerin”den oluşan “oldukça yürekler acısı küçük bir kasaba” olarak görülür. Teolojik, sembolik ve alegorik yorum seli karşısında, belki de biraz daha fazla ihtiyatlı olmak gerekecektir: Peki ya Şato başka bir şeyin simgesi değil de yalnızca bir şato’ysa, yani dünyevi ve insani bir iktidarın merkeziyse? Böyle bir okumada bu “Şato”, “köy”ün belirttiği halkın karşısında iktidarı, otoriteyi, devleti temsil eder. Kaba davranışlı bürokratlardan oluşan bir makine aracılığıyla köyü yöneten, uzak ve keyfi iktidar açıklanamaz ve kesinlikle anlamdan yoksundur. Binanın kendisi –idari aygıtın zirvesindeki merkez– erişilmez ve nüfuz edilmezdir; Schloss teriminin Almanca etimolojisinin belirttiği gibi kapatmadır.
Bu iktidar, genellikle sanıldığı gibi, Avusturya-Macaristan monarşisi gibi arkaik bir despotizmin iktidarı değildir. Kafka’yı ilgilendiren şey, geleneksel ve kişisel otorite figürü değildir: Kont Westwest romanda önemsiz bir kişiliktir. Onun sorguladığı şey (anarşistler gibi), daha ziyade, bürokratik, hiyerarşik ve kişisiz, otoriter ve yabancılaşmış aygıtıyla birlikte modern devletin despotik temelleridir. Ve bunu gözde silahıyla yapar: ironi. Daha doğrusu, gerçeküstücülerin anladığı anlamda, bu tamamlanmamış eserin temel bir boyutu olan kara mizahla.
İktidarın idari sistemi nasıl işlemektedir? Kusursuz ve yanılmaz olduğunu ileri süren bir yapı söz konusudur: “Bizim idari örgütlenmemiz çatlaksızdır (lückenlos)”, der memur Bürgel. Aynı ölçüde de irasyoneldir… Beşinci bölümde Kafka, bürokratik evrenin ve K.’nın “gülünç karışıklık” (lächerliche Gewirre) olarak nitelediği –ama bireylerin yaşamına karar veren bir karışıklık– bu “resmi” kargaşanın trajikomik bir parodisini çizer. Bu sistemin içsel, değirmi ve boş mantığı, belediye başkanının bir cümlesinde ortaya çıkar: “Yalnızca kusursuz bir yabancı sizinki gibi bir soru sorabilir. Teftiş hizmetleri var mı? Yalnızca bu var zaten. Kuşkusuz ki, sözcüğün kaba anlamında hataları araştırmakla görevli değiller, çünkü asla hata noktasına varmaz, sizin durumunuzda olduğu gibi bir hata ortaya çıksa bile, bunun bir hata olduğunu kim kesin olarak söyleyebilir ki?” Belediye başkanı bürokratik makinenin bütününün yalnızca birbirlerini denetleyen denetim sistemlerinden oluştuğunu ileri sürer. Ama denetleyecek hiçbir şey olmadığını hemen ekler, çünkü gerçek hata yoktur. Her cümle bir öncekini inkâr eder ve nihai sonuç “idari” anlamsızlıktır. Kafka’nın ironik ve berrak bakışı, onu acımasızca “parçalayan” bürokratik söyleme aşina bir gözlemcinin bakışıdır.
Bu sırada, arka planda, bir şey yavaş yavaş büyür, sınırsızca yayılır ve her yanı istila eder: Resmi kâğıt, Kanzleipapier, yani Kafka’ya göre işkence çeken insanlığın zincirlerinden ibaret kâğıt. Bir kâğıt okyanusu belediye başkanının odasını kaplar. Bir kâğıt dağı Sordini’nin bürosunda birikir. Bir kâğıt –K. ile ilgili dosya– topu birbirlerine atan A ve B bölümleri arasında defalarca gidip gelir, yolculuk eder ve sonunda Şato’nun kırtasiyeci labirenti içinde kaybolur. Sanki Max Weber’in övdüğü çok etkili “yetki alanlarının ayrımı”nın hince bir karikatürü gibidir.
Bu sayısız fiş, sonsuzca yığılmış bu dosyalar, dolaplardan taşan bu protokoller neye yarar? Kadastrocudan bir form doldurmak amacıyla bilgileri kesin bir buyrukla isteyen Momus’un itiraf ettiği gibi, Klamm bu protokollerin hiçbirini asla okumaz! Bu Kanzleipapiere’ler artık araç değil, kendinde amaçlardır: formun amacı son tahlilde formun kendisidir…
Bürokratik yabancılaşmanın doruk noktasına belediye başkanı resmi aygıtı özerk bir makine olarak, insanın katılımından geçen bir otomat olarak tanımladığında erişilir: “İdari aygıt, kendi içinde önemsiz olsa da aynı olayın yıllardır dayattığı gerilim ve kızgınlığa sanki katlanamıyor da, sonunda kalkıp memur da olmadan kendi başına karar alıyor gibidir.” Kafka bir tür bürokratik perpetuum mobile, özerkleşen ve kendi etrafında boşlukta dönen idari bir aygıt tanımlar. Dolayısıyla, –yine incelikli bir mizahla– bürokratik sistemi şeyleşmiş bir dünya olarak gösterir; burada bireyler arasındaki ilişkiler bir şey, bağımsız bir nesne, kör bir çark düzeni olur. Burada modernitenin merkezindeyiz, en kişisellikten uzak ve “mekanik” olarak sahip olduğu şeydeyiz. Şato’daki bürokratik sistemin temsili tasarımı, Max ve Alfred Weber gibi dönemin sosyologlarının tasarımıyla karşılaştırıldığında kuşkusuz bazı benzerlikler saptanır, ama özellikle önemli ayrımlar görülür. Birçok yorumcu Kafka’nın şatosundaki bürokrasinin ve –kuşkusuz ki Kafka’nın hiç okumadığı bir yazar olan– Max Weber’in bürokrasisinin ortak noktaları olduğunu gözlemlemişlerdir: işlevsel hiyerarşi, yetki alanlarının katı dağılımı, sistematik yazılı kayıtlar, belirgin düzenlemeler. Bununla birlikte, Weber ile Kafka arasındaki “seçmeli yakınlıklar” üzerine en derin incelemenin yazarı olan José Maria Gonzales Garcia’nın kabul ettiği gibi, Weber’in, Kafka’nın tersine, Almanya’da güçlü devlet (Machtstaat) yanlısı bir nasyonal-emperyalist olması başta olmak üzere, farklılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir. Ayrıca, daha kişisel kimi müdahalelerinde dünyanın bütünüyle bürokratikleştirilmesinin temsil ettiği tehditten endişe duysa da, bürokratik sistemin rasyonelliğine ve etkinliğine de inanmış biriydi. Max Weber’in Kafka’nın anti-bürokratik duyarlılığına en yakın yazıları arasında 1909’da Viyana’da Toplumsal Politika Birliği’nin oturumundaki konuşması belirtilebilir: “Bürokrasiye olan bu tutku bizi umutsuzluğa sevk etmeye yeterlidir. Önemli sorun, bu evrimi nasıl gerçekleştireceğimizi ve teşvik edeceğimizi bilmek değil, insanlığın bir bölümünü bu tinsel parçalanmadan, bürokratik yaşam tarzının bu yüce tahakkümünden kurtarmak için bu makineleşmeye nasıl karşı konulacağını bilmektir.”
Kafka kişisel olarak tanıdığından, (Max Weber’in küçük kardeşi) Alfred Weber’le ilişkisi sorunu başka türlüdür: Alman profesör 1906 yılında Prag üniversitesindeki hukuk doktora jürisine başkanlık etmişti. 1910 yılında sosyoloğun Neue Rundschau adlı süreli yayında çıkmış olan “Memur” başlıklı makalesini yazarın okumamış olması imkânsızdır (Kafka buna aboneydi). Bu makale ile Kafka’nın yazıları arasında gerçekten etkileşimler vardı: Örneğin, Alfred Weber “bürokrasi çağının gelişi”nden endişelendiğinde ve bürokrasiyi “bizim yaşamımızda yükselen dev bir aygıt (Aparat)” olarak, kişilerin bağımsızlığını ortadan kaldıran, sınırsız bir otorite ihtiyacı duyan ve gerçek bir puta tapmanın konusu olan (Götzedienst vor den Beamtentum) monoton ve sıkıcı “ölü mekanizma” olarak teşhir ettiğinden bu benzerlik ortadadır. Bu sonuncu saptama akla hemen Şato’daki üst düzey memur Klamm gibi bir kişiyi getirmektedir; bazı köylüler ona bir tür dinsel ibadette bulunmaktadır. Bununla birlikte, burada da farklılıklar çarpıcıdır: Alfred Weber memurluk mesleğine mahkûm edilmiş olan toplumun orta ve üst tabakalarının yazgısı hakkında kaygılanırken, Kafka devasa idari makinenin öğüttüğü paryalarla ve dışlanmışlarla ilgilenmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın yaklaşımı gayet özgün ve tekildir ve onun “aygıt”ın işleyişini algılama tarzı, eleştirel bile olsa sosyologların bilgiç analizlerindense, bürokratik labirentte kaybolmuş sıradan insanlarınkine yakındır.
K.’nın gözünde Şato, tıpkı Josef K.’nın gözünde Dava’daki mahkeme kadar erişilmezdir. Kadastrocuya göre memurlar, tıpkı köylülerin büyük çoğunluğu için olduğu gibi, uzak ve dokunulmazdır. Onların davranışları soğuk ve kişisellikten uzaktır: Memurlar, der Bürgel, “yönetilenlere hiç saygı göstermezler”, “görevlerinin şaşmadan yerine getirilmesi”yle ilgilenirler. Köydeki insanlarla girdikleri tek “insani” ilişki, halktan kadınlara dayattıkları –en kaba anlamda– cinsel ilişkidir. Senyörlerin geçmişte kalmış ilk gece hakkını hatırlatan bu unsur, romandaki ender “modern-öncesi” yanlardan biridir. Tabii eğer Kafka, kadınların cinsel bakımdan sömürülmesinin en rasyonel ve en modern idari hiyerarşiyle kusursuzca bağdaştığını göstermek istememişse… Velhasıl, Şato’da, dönemin edebiyatında dengine pek az rastlanan kadınlar üzerinde erkek egemenliğinin kaba ve baskıcı bir tablosunu çizer. “Klamm kadınlara askeri bir şef (Kommandant) gibi davranır”, bedenlerini keyfince kullanır diye yazarken, bu patriarkal sistem ile askeri ya da sömürge otoritesi arasında bir paralellik kurma çabasında gibidir, çünkü Strafkolonie’deki yüksek iktidarı belirtmek için kullanılan terimin aynısıdır bu.
Görünüşe bakılırsa, bu cinsel ilişkiler idari görevlerin kişisellikten uzaklığıyla çelişmektedir. Aslında, memurların kadınlarla ilişkileri dar anlamda kişisel ilişki değildir: Kadınlara kendi aralarında değiş tokuş edilebilir figürler olarak ve basit cinsel tüketim nesnesi olarak davranılmaktadır. Klamm ile hancı Gardenia arasında ne aşk vardır ne de herhangi bir kişisel ilişki: yatağına üç kez çağırdıktan sonra, memur artık bir daha çağırmaz ve kesin olarak unutur. Bazı bürokratların söyleminde cinsellik, idari aygıtın düzgün işlemesini kolaylaştırabilecek ya da bozabilecek bir öğe olarak anılır. Örneğin Sortini sinirlenir çünkü Amalia’yı görmek onu uyarmıştır ve bu da onun kendisini işine vermesini engellemektedir. Dolayısıyla ona derhal hana gitme emrini resmen bildirir, çünkü bu vicdanlı idarecinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamasına yarım saat yetmektedir. Aynı şekilde, eski metresi Frieda’nın yanına dönmesini talep eden kişi Klamm değildir, bu yüksek memuru çalışmaktan alıkoyabilecek her şeyi ortadan kaldırmayı dert edinmiş sekreter Erlanger’dir: “Bürodaki en ufak değişiklik, daima orada bulunan bir lekenin silinmesi, tüm bunlar kafa karıştırabilir; keza yeni bir hizmetçi de.” Ortadan kaldırılmaması gereken “çalışma masasındaki leke”nin pek de imrenilesi olmayan durumuna indirgenen Frieda “derhal bara dönmek zorundadır.” Yeni âşığı K. ise idari çalışmanın nesnel gereklerine uymak zorundadır, diye emreder Erlanger: “Onunla yaşadığınız söylendi bana, derhal geri dönmesini sağlayın. Kişisel duyguları dikkate almaya gerek yoktur, her şey doğallığında olur, bu nedenle hiçbir şeyi açıklamaya kalkışmıyorum.”
Dava’nın tersine, Şato’da cellat görülmez ve kimse öldürülmez. Şato köy halkı üzerinde korku ve itaat uyandırarak, çatlaksız bir tahakküm uygulamayı sürdürür. Köylü bilgeliği otelcinin, Klamm’ın sekreteri Momus hakkındaki bir gözleminde özetlenebilir: “Klamm’ın elinde alettir o, ona itaat etmeyenin vay haline!” Bu bahtsızlık Amalia’ya düşer, çünkü genç kız telafisi imkânsız bir hata işlemiştir: Memur Sortini’nin paslarını reddederek otoriteye meydan okumak. İdarenin başına karşı bu suçun cezası olarak Amalia ve tüm ailesi yalnızca Şato tarafından değil, parya ya da vebalı gibi onlardan kaçan tüm köy halkı tarafından da dışlanır. Yakınları yetkililerden boş yere af elde etmeye çalışırlar, ama hiçbir yakarı, hiçbir aşağılanma, hiçbir itaat göstergesi, hiçbir kendine eziyet –memurların uşaklarıyla ahırlarda yatan kız kardeş Olga– Şato’nun kararını değiştiremez. Bu umutsuzca bağış taleplerine bürokratların cevabı, idari mantığa kusursuz bir örnektir: özür dileyecek bir şey yoktu, çünkü “şu an için suçlama yoktu, tutanaklarda suçun izi bile olmayacak, en azından avukatların erişebildiği tutanaklarda, dolayısıyla, saptanabildiği kadarıyla, hiçbir dava açılmamıştır.”…
Kafka’nın romanlarında “iğrenç yanlar” diye adlandırdığı şeyi analiz eden Adorno –sırrına haiz olduğu sivri dilli ifadelerinden birinde– bunların, “iktidarın parmaklarının yaşam kitabının lüks baskısı üzerinde bıraktığı pislik izleri” olduğunu belirtir. Amalia ve ailesi üzerine bu yedi bölüm, romanın en dokunaklı bölümleri arasındadır. “Lanetli” ailenin uşak ruhu etkileyicidir. Ama Şato’nun bir emir ya da karar yayımlamasına gerek bile kalmadan onları vebalı gibi dışlayan ve sanki insan değillermiş gibi davranan diğer köylülerin uşaklığı daha da kötüdür. En kusursuz alçaklıktan kaynaklanır. Burada, La Boétie’nin kitabındaki güçlü politik anlamıyla, gönüllü köleliğin çarpıcı bir örneğiyle karşı karşıyayız. Elias Canetti romanın temasının “iktidar aracılığıyla aşağılama (Herrschaft)” olduğunu gayet doğru biçimde saptar ve şu yorumu ekler: “Yukardakilere itaate bundan daha berrak bir saldırı […] asla yazılmadı.”
Gönüllü kölelik teması Kafka’nın birçok başka metninde de görülür. Örneğin Brod tarafından Muhtelif Defter ve Kâğıtlar derlemesinde yayımlanan şu hikâyede: “İmparatorca yollanan albayın, bizim dağ kasabasını hangi yola başvurup egemenlik altında tuttuğunu söylemekten utanıyor insan. İstesek, komutasından üç, beş askerin elinden silahlarını alırdık; yardım çağırsa –ama nasıl yapabilirdi bunu?– günler, hatta haftalar geçer de, çağırdığı yardım yine kendisine ulaşmazdı. Diyeceğim, kasabada egemenliğini sürdürmesi, düpedüz bizim ona boyun eğmemizden kaynaklanıyor. […] Peki, onun iğrenç yöntemine neden katlanıyoruz? Kuşkusuz, yalnızca bakışlarından ötürü.” La Boétie gibi Kafka da itaatin, “bir”in “herkes” karşısındaki iktidarının tek temeli olduğu üzerinde durur. Bu fragmanda olduğu gibi Dava’nın sonunda da olduğu gibi bir utanç duygusuna yol açan itaat.
Bu albay ya da bir benzeri “Geri Çevrilme” hikâyesinde de görülür: “Birkaç asker halkı gözaltında tutuyor, ayrıca Albay’ın çevresinde bir yarım daire yapıyordu. Gerçekte bir teki bile yeterdi bu işler için, askerden korkumuz işte öylesine büyüktür.” Halkın, bir heyet tarafından saygıyla sunulan mütevazı taleplerine adam daima ast bir memur aracılığıyla cevap verir: “Dileğiniz kabul edilmeyip reddedilmiştir. Gidin!” Bununla birlikte, bu hikâyeyi diğer benzer anlatılardan ayırt eden şey, direniş tohumlarının önemli ölçüde varlığıdır: “Gelgelelim, benim gördüğüm kadar, belli yaştakilerin oluşturduğu bir grup var ki, durumdan memnun değil. Aşağı yukarı on yedi ilâ yirmi yaş arasındaki gençler hepsi; yani en sudan düşüncenin, hele devrimci bir düşüncenin etkisinin nerelere dek varabileceğini uzaktan yakından sezemeyen pek toy oğlanlar. Ve işte böyleleri arasına hoşnutsuzluk sinsice sokuluyor.” Bu iki metinde tiranik, kişisel türde ve gelenek üzerinde temellenen modern-öncesi nitelikte bir iktidarla karşı karşıyayızdır. Buna karşılık Şato’da, gördüğümüz gibi, bürokratik, modern, kişisiz, “idari” bir iktidar söz konusudur. Ama “alttakiler”in itaatkâr tutumu her iki durumda da benzerdir.
Köylülerin tutumu üzerine bir yorumda kadastrocu K. bu kendi kendini köleleştirmeyi eleştirmekte tereddüt etmez: “Burada siz yetkililere doğuştan saygılısınız; ömrünüz boyunca size her taraftan ve her türden telkin vermeye devam ediyorlar ve siz de elinizden geldiği kadar buna katkıda bulunuyorsunuz.” Bir akşam köye gelen ve köy sakinlerinin fazlasıyla kölece tavırlarını sorgulamaya başlayan bu kadastrocu adayı K. kimdir peki? Onu gerçek anlamda kabullenmeyen otelcinin karısından daha iyi kimse tarif edemez onu: “Siz şatodan değilsiniz, köyden değilsiniz; siz bir hiçsiniz. Heyhat, yine de bir şeysiniz, fazla gelen ve herkesi rahatsız eden bir yabancısınız, başımıza sürekli can sıkıcı işler açan birisiniz.” Söz konusu edilen kişi Yahudi midir, bu en yetkin yabancı mıdır, bu ebedi rahatsızlık verici, daima “fazla” olan mıdır? Hannah Arendt’in daha önce sözünü ettiğimiz yorumu bu yöndedir. Yahudilik durumunun bu kişinin uydurulmasında esin kaynağı olabileceğini inkâr etmesek de, evrensel bir şahsiyetin söz konusu olduğu aşikârdır: yabancı, göçmen, hiçbir şeye ait olmayan kişi, hiçbir yerden olan, Aussenseiter, outsider, yerleşik toplumsal yapı ve kurumların kıyısında olan kişi. Zygmunt Baumann, “evrensel yabancıların en bilinçlisi” olarak tanımladığı Kafka üzerine bir yorumda, romanlarının tek ve biricik kahramanı olan yabancıyı, özellikle köksüzlüğü, “doğal” odak ya da yer yokluğu nedeniyle evrenselliğin arketipi olarak görür.
Ama kadastrocu rasgele bir yabancı değildir: Eleştiride bulunmaya cesaret eden ve –küstahlığın daniskası!– hak sahibi olduğunu iddia eden kişidir… Kısacası, gönüllü köleliği reddeden kişidir. Köye geldiği andan itibaren yetkililere meydan okumakta tereddüt etmez, genç ve küstah memur Schwarzer’i, “Kontluk yetkilileri karşısında saygı talep ediyorum!” dediğinde, dolaşmaya gönderir. O akşam otelciyle bir sohbet sırasında, kendi varlıksal tavrını birkaç sözcükle ifade eder: “Özgürlüğüme bağlıyım ben.” Kuşkusuz ki bu cümle onun Şato’da oturmayı reddetmesini açıklamayı hedeflemektedir, ama çok daha genel bir kapsamı vardır: Kişisel tutumunu kusursuzca ifade ettiği söylenebilir. O bir muhalif değildir elbette: kadastrocu olarak yetkilerinin kabul edilmesini istemektedir. Ama onda köylülerin çekingen ve itaatkâr tutumu hiç yoktur. İşte, örneğin, kudretliler karşısındaki tutumunu otelciye şöyle anlatmaktadır: “Çekingen biri değilim ben, fikrimi bir konta da söyleyebilirim; ama bu beylerle nazikçe anlaşmak en iyisi.” Şato yetkililerinden onun istediği şey, modern toplumların bütün dışlanmış ve paryalarının evrensel talebidir: “Ben Şato’dan lütuf (Gnadengeschenke) değil hakkımı (mein Recht) istiyorum.” Ona verilmek istenmeyen şey de tam budur; hem de onun öfkesine yol açan bitmek bilmez bir “idari” nedenler listesi adına yapılır bu: “Yaşamım utanç verici bir bürokrasinin tehdidi altında (Schmachvolle amtliche Wirtschaft).”
K. köylülerin davasını üstlenme ya da kolektif bir eyleme yol açma eğilimi hiç göstermez: “Onu mutluluk getiren biri kabul etmeleri gerekmiyordu; […] Onu, bu şekilde kısıtlandığında, asla kendini veremeyeceği görevlere çağırıyorlardı; en iyi niyeti gösterse bile bu rolü kabul edemezdi.” Onun tutumu hem savunmacı hem de mücadelecidir, ama kesinlikle bireyseldir: “Benimle ve belki de kanunlarla korkunç biçimde alay ediliyor. Ben kendimi savunmayı bilirim.” Ne yazık ki, devamında görüleceği gibi, geçirimsiz ve mutlak erk sahibi bürokratik aygıtlar karşısında birey güçsüzdür.
Kadastrocu bu aygıtlarla ilişkisini bir “mücadele” olarak kabul eder. Bu çetin mücadelede, “onunla yetkililer arasındaki güç ilişkisi”nin “orantısız” olduğunu kabul etmek gerekir. Şato temsilcileri karşısında meydan okuyan tutumu, ona ihtiyat ve itaat öğütlemeye çalışan köylüleri şaşırtır ve şoke eder. Otelcinin karısı onun sürekli “hayır hayır” demesinden, kendi adına –kelimesi kelimesine “başı üzerine” (auf seinen Kopf)– yemin etmesinden ve iyi niyetli öğütleri göz ardı etmesinden şikayet eder. Belediye başkanına gelince, K.’nın durumuyla ilgili karar çok gecikirse “yersiz bir kişisel inisiyatif (auf eigene Faust)” almasından çekinir. Fransızca tercümede bulunmayan auf seien Kopf ve auf eigene Faust ifadeleri özellikle bu kişiliği niteleyen bireyci, bağımsız ve eleştirici ruhu belirtmektedir.
Dolayısıyla, “Amalia’nın sırrı”nı ve onun kovulma nedenlerini öğrenince öfkeyle tepki göstermesi şaşırtıcı değildir. Kız kardeşi Olga olayı bir tür üzücü tevekkülle, bir “yazgı” olarak tanımlar. “Nedir bu yazgı?” diye haykırır kadastrocu. “Sortini’nin suçlu tavrından dolayı Amalia suçlanamaz ki, hele ki cezalandırmak!” Bu itiraz, gözü açılan Olga’nın yorumuna yol açar: “Bu sana haksız ve canavarca geliyor, köyde kimsenin paylaşmadığı bir görüş bu…” Kadastrocunun –kendi başına (auf seinen Kopf) yemin eden kişi– özerk yargısını genel itaatten ayıran uçurum bundan daha iyi belirtilemez. Metinden çıkartılan bir bölümde Olga, köylülerin kaygılarını paylaşmayan, başka yerden gelmiş biri olan K.’ya hayranlığını ifade eder: “Şaşırtıcı birisin sen […]: Bir bakışta olaylara hakim oluyorsun […]; herhalde dışarıdan geldin de onun için. Bizse, içimizde üzücü tecrübeler ve korkular, kendimizi savunmaksızın, bir tahta çıtırtısı bile duysak irkiliyoruz. […] Oh, senin gelmiş olman bizim için ne saadet!”
Şato ve görevlileri karşısında K., Dava romanına dahil edilen meselde Kanunun kapılarının bekçisiyle karşılaşan taşralı adamın durumuna benzer bir durumda bulur kendini. Aydınlatıcı bir bölümde bunun yankısı bulunur: “K. […] sanki Klamm’ın kapısı önünde bekçiyle konuşurmuş gibi konuşmuştu.” Bununla birlikte, meseldeki kişinin tersine, kadastrocu yasak ve engelleri aşmaktan çekinmez: Şato’da, diye açıklar Olga’ya, “öteye götüren kapılar var, aşılabilir engeller var, eğer yeterince maharetliysen tabii.” Böylece, tamamlanmamış romanın son sahnesinde, memurların koridoruna izinsiz girer ve bölümü ciddi biçimde karıştırır: “Ne otelci ne karısı onun böyle bir şeye cüret edebileceğini anlayabilirdi.” Bu bakış açısıyla K., Kanun kapılarından içeri kabul edilmeyi bütün ömrü boyunca sabır ve itaatle boşuna bekleyen “taşralı adam”ın antitezini temsil eder… Buna karşılık, Şato’da efsanenin anti-kahramanına şaşırtıcı biçimde benzeyen kişiler bulunur: Örneğin, Şato’da hizmete kabul edilmeye çalışan ve Olga’nın tarif ettiği kişi buna örnektir: “bunca yıl geçtikten sonra, belki de bir yaşlı olmuşken, reddedildiğini, her şeyin yitirildiğini ve bir hiç için yaşadığını öğrenir.”
Yetkililer kadastrocuyu niçin cezalandırmazlar? Onunla kedi-fare gibi oynamakla yetinirler, ta ki “bitkin düşüp” ölene dek –Max Brod’un aktardığına göre, Kafka’yla bir söyleşiye göre, romanın muhtemel sonucu budur. Bu, metinde doğrudan doğruya ele alınmamış bir sorudur. Şato’daki yetkililerin bu kişisel başkaldırıyı güçsüz ve zararsız kabul ettikleri, köyün boyun eğmiş ve itaatkâr nüfusu üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını düşündükleri varsayılabilir.
Marthe Robert’e göre, kadastrocu K. “kahramanın ‘idari’ zorbalık üzerinde kendi benini yeniden fethe ağır ağır götüren yol”da (Josef K.’yla kıyaslandığında) yeni bir evredir. Bitkin düşerek ölür, ama, en azından, “ruh tembelliğinden ve körleşmiş bireylerin saflığından olması gereken ardımı alan efendilerin keyfiliği sayesinde ayakta duran mutlak-erk sahibi yapıyı parça parça, sembol sembol, işaret işaret parçaladı.” Kadastrocu, Şato ile köy arasındaki tabiyet-tahakküm ilişkisi karşısında dışsal konumda bulunan yabancıdır. Yabancı olarak o, Şato memurlarının temsil ettiği bürokratik saçmalık karşısında şaşırabilir –her türlü felsefi bilginin başlangıcı olarak Yunanca taumasein anlamında.
Bu “yeni evre” nasıl açıklanabilir? İktidara direniş teması, dramatik sonucu kurbanların kaderci tevekkülünü onaylar gözüken Dava’da olduğundan daha büyük bir yere niçin Şato’da sahiptir? Muhtemel bir açıklama, iki romanın yazılmasının tarihsel konjonktürleri arasındaki olası bir açıklama olabilir: 1914-1915 arasında, savaşın ilk yıllarında, Avrupalıların bilincinde konformizm hakimken, 1918-1922 arasında ise özellikle Orta Avrupa’da (Almanya ve eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) yirminci yüzyılın en önemli isyan dalgasına tanık olunur. Şato’nun konusu devrim ya da kolektif isyanlar elbette değildir, ama bireysel itaatsizlik romanın temel bir boyutudur.
Kudretliler karşısında tek boyun eğmeyen kişi yabancı mıdır? Çok sayıda yorumcunun görüşü budur. Bunlar arasında Hannah Arendt gibi en bilinçlileri de yer alır: “İnsan hakları üzerinde ısrar eden yabancı, dünyada basit bir insan yaşamının ne olduğuna dair hâlâ bir fikri olan tek kişidir.” Oysa roman dikkatle okunduğunda kadastrocu K.’nın Şato’daki tek eleştirel, protestocu ya da isyancı ses olmadığı ortaya çıkar. Örneğin beylerin otelinde Frieda’nın yerine birkaç günlüğüne geçmiş olan küçük hizmetçi kız Pepi, K.’ya birkaç sır verir ve ona en sevdiği düşü olan gerçek bir anarşist isyan düşünü anlatır: “Beylerin otelini ateşe verecek ve onu küle çevirecek, hem de bütünüyle, en ufak bir izi bile kalmayacak, sobaya atılmış bir kâğıt parçası gibi oteli küle çevirecek kişi bugün Pepi’nin tercih edeceği kişidir.” Bu cümle, Max Brod’un tanıklığına göre, sosyal güvenlik bürosunun manevralarıyla karşı karşıya gelen çalışanların her şeyi yağmalamak için firmaya niçin saldırmadıklarına şaşıran Kafka’nın cümlesine karşılıktır…
Boyun eğmeyen bir başka kişilik vardır ki bu, Pepi gibi düşle sınırlı kalmaz. Onun itaatsizliği kadastrocu K.’nınkinden çok daha dramatiktir ve diğer köylülerin tersine, “korku nedir bilmez” ve yetkililer karşısında “kahramanca eylemler”de bulunabilir olduğunu gösterir. Bu halktan bir kadın olan Amalia’dır. Onun hüzünlü, gururlu ve samimi bakışı ve “bir tür kibrin” izini taşıyan sözleri K.’yı etkiler. 17. bölümde “Amalia’nın sırrı” öğrenilir: küstah ve kaba memur Sortini’den beylerin oteline yanına gelmesini buyuran “son derece kaba” ve hatta “isyan ettirici” –kısacası müstehcen– bir mesaj aldığında, mektubu yırtarak Şato’daki adamın gönderdiği habercinin yüzüne parça parça fırlatıp atmakta tereddüt etmez. Bu görünüşte önemsiz bir eylemdir, ama aslında önceden asla görülmemiş bir cesarettir: İğrenç Sortini’yi, “o zamana dek hiçbir memurun geri püskürtülmediği kadar şiddetle” püskürtür. Memurun teşebbüsünün başarısız kalması, K.’nın gözlemlediğine göre, Amalia’yı, ahlaki ve tinsel güç açısından “güçlü bir rakip” olarak görmesindendir elbette. Bu tavır, yukardakilerin lanetini onun ve tüm ailesinin üzerine çekmeye yeter ve onları mutlak ve geri dönüşsüz bir dışlamaya mahkûm eder…
Amalia Kafka’nın romanlarında, itaat etmenin reddini, itaatsizliği, kısacası, insan haysiyetini –ağır bir bedel ödeyerek– temsil eden ender kişilerden biridir. Köyün içinde, “halk”ın ortasında –yalnızca yabancının yanında değil– cesaret, gurur ve direniş kaynakları bulunabileceğini gösterir. Kuşkusuz o istisnai bir kişiliktir, köylülerin koyun gibi kitlesinden güçlü bir şekilde ayrılır, ama varlığını sürdürmeye devam eder. Bunun bir kadın olması tesadüf müdür? Bu edebi şahsiyetin modelinin Kafka’nın gözde kardeşi Ottla olup olmadığını düşünebiliriz. Kafka, Babama Mektup’unda Ottla’yı, “Löwy’lerin inatçılığına, duyarlılığına, adaletsizlik karşısındaki duygularına ve kaygılarına” sahip biri olarak tarif eder ve “kendine güveni, kendinden emin oluşu, sağlık ve tereddütsüzlüğü benden daha fazla” olduğu için ona son derece hayrandır.
Tuhaf bir şekilde gözlerini kadastrocu kişiliğine dikmiş olan yorumcuların çoğu, Kafka’nın erinin en etkileyici kadın figürlerinden biri olduğuna kuşku olmayan Amalia kişiliğini gözardı etmişlerdir. Amalia, yazarın liberter bireyciliğini örnek bir şekilde kendinde toplamış bir figürdür.
Michael Löwy Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest
https://www.cafrande.org/kafkanin-satosu-burokratik-despotizm-gonullu-kolelik-ve-cozumsuz-celiskiler/
0 notes