#türk aydını
Explore tagged Tumblr posts
Link
NAZIM HİKMET’İN “KÜRT SORUNU” HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİ DİLE GETİRDİĞİ MEŞHUR MEKTUP
Türk politikacıları, Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor. Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösterdiğini belirtiğimiz şu yazıdan sonra Nazım’ın, 1961 tarihli Memo Yetkin’e gönderdiği mektubunu aşağıdan okuyabilirsiniz. “Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir.
O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, “vurun Kürt uşağı namus günüdür” diye başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketine tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı.
Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü. Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları, Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.
Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor.
Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için gösterdiği mücadeleyi gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor. Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar.
Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yasamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlerine, şehir ve koy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının el birliğiyle kazanılır.
Ancak böyle bir el birliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir.”
NAZIM HİKMET RAN – 1961/Moskova (Kaynak: “Nazım’ı Nazımca Anlamak” (Etki Yayınları). Kitapta Mektubun Orijinal Görüntüsü Mevcuttur)
Nazım’ın ailesi Kürtlerle dayanışma halinde
Sadece Nazım’ın kendisi değil, diğer yandan aile fertlerinden eşi Münevver Hanım, oğlu Mehmed Nazım, üvey kızı Renan’ın Polonya’da bulundukları yıllarda Kürtler ile belli bir dayanışma içinde olmuşlar. Bu yıllarda çekilen bazı fotoğraflarda Kürtler tarafından örgütlenen yürüyüş ve gösterilere Nazım Hikmet’in aile fertlerinin de katıldığını görüyoruz. Örneğın Polonya«da öğrenim görmekte olan Kürt öğrencilerinin Varşova’da yapmış olduğu bir yürüyüşte Nazım Hikmet’in oğlu Mehmed ve üvey kızı Renan ön sırada yer almışlar. O yıllarda Polonya’da öğrenim görmekte olan Kürtlerden Memo Yetkin’in ifadesine göre bu yürüyüş esnasında taşınan Kürdistan haritasını da Nazım Hikmet’in eşi Münevver Hanım kendi eliyle yapmış. Kürdistan haritası ve Kürdistan sözcüğünün büyütülmüş birer harfini göğüslerine asan öğrencilerin yer aldığı bu yürüyüşün ön saflarıında Renan’ın ve Memo Yetkin’in Kürt ulusal giysileriyle yürüdüğünü görüyoruz. Nazım Hikmet’in aile fertlerine ilişkin burada ilk kez yayımladığımz fotoğraflardan bazıları Memo Yetkin’in özel arşivinden alınmıştır. Şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmayan bu fotoğrafların tarihi önemi ortadadır.
Münevver Hanımdan Kürtlere büyük destek
Nazım Hikmet’in eşi Münevver Hanım’ı Polonya’da birçok kez ziyaret eden Memo Yetkin, zamanla bu aileyi yakından tanıma fırsatına kavuşur ve özellikle Nazım Hikmet’in eşi Münevver Hanım’dan övgü ile söz eder. Memo Yetkin’e göre Kürtlere insani haklarının verilmesinden yana olan Münevver Hanım o yıllarda Kürtler ile sıcak bir dayanışma içine girer. Kürt öğrencilerine Kürtler konusunda bazı kaynaklar sağlayan Münevver Hanım, sürekli bu öğrencilere: “Dilinizi bizim gibi öğrenmek zorundasınız, yoksa unutursunuz” uyarısında bulunarak, Kürtçenin önemine değinir. Kürt aydınlanmasına önderlik eden Bedirhanilerle İstanbul’da tanıştıklarını belirten Münevver Hanım, ayrıca Nazım Hikmet ve Kamuran Bedirhan’ın kan kardeşi olduklarını da belirtmiş. Nazım Hikmet’in Kamuran Bedirhan’a göndermiş olduğu Kürtlere ilişkin bu mektubu göz önüne getirdiğimizde, bu eski yakınlıkların daha sonraki ilişkiler üzerinde etkili olduğunu görülüyor.
Kürtlerin de diğer uluslar gibi koşulsuz olarak insani haklarına kavuşması gerektiğini sürekli vurgulayan Münevver Hanım yitip giden bazı soylu insan ilişkilerinin Kürtler arasında hala canlı tutulduğunu gözler. Konukseverlik, mertlik, beraberlik ve yiğitlik gibi erdemlerin Kürtler arasında yaşadığını gören Münevver Hanım, Kürt öğrencilerinin yanında yer almış ve Kürtlerin bu niteliklerine büyük bir değer biçmiştir. Bu yıllarda Celal Talabani ve Kemal Fuat gibi Kürt şahsiyetleriyle de tanışan Münevver Hanım, Kürtler ile olan ilişkilerini daha sonra Fransa’da da sürdürmüştür. Muhalif bir kişiliğe sahip olan Nazım Hikmet’in eşi Münevver Hanım, sürekli baskı ve zülme karşı çıkmış, her zaman dayanışmacı bir kişilik sergilemiştir. Bu insancıl düşüncelere sahip olan Münevver Hanım, öyle anlaşılıyor ki çocuklarıyla birlikte Polonya’daki bu Kürt etkinliklerine katılmaktan çekinmemiştir.
0 notes
Text
Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 110. Doğum Yılı Etkinliği
27 Ekim 2024 tarihinde, Cumhuriyete Değer Katanlar ve Ahde Vefa Projesi çerçevesinde, Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 110. doğum yılına özel bir etkinlik düzenlenecek. Etkinlik, “Bir Cumhuriyet Aydını: Fazıl Hüsnü Dağlarca 110 Yaşında” başlığıyla, 14:00’te Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi Gülten Akın Salonu’nda, Ankara Çankaya’da…
#110. doğum yılı#Çankaya Belediyesi#Cumhuriyet aydını#Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi#edebi duruş#Etkinlik#Fazıl Hüsnü Dağlarca#Hacettepe Üniversitesi#Kültürel Miras#Türk Edebiyatı
0 notes
Text
Cuma'nın hayrı ve bereketi üzerimize olsun inşallah🇹🇷
"Türkiye'de bir hain kontejyanı var. Bu nüfusun yüzde 10'dur... Türk aydını dediğimiz bazı kişiler batının manevi ajanıdır... Bu ülkeyi iki yüz yıldır, aydınlar batırıyor, halk kurtarıyor..."
Atilla ilhan
152 notes
·
View notes
Text
#CemilMeriç‘ten;
"Türk aydını efendisinin ilaçlarını aşıran ahmak uşak gibidir."
#MalcolmX bu durumu şöyle özetliyor;
Ev zencisi sahibine her zaman iyi baktı. Arazi zencisi kontrolden çıkacak olsa ev zencisi onu geri tarlaya bağlardı, araziye gönderirdi. Ev zencisinin bunu yapması şaşılacak bir şey değildi. Çünkü ona arazi zencisinden daha iyi yaşam koşulları garanti edilmişti. Yemeği daha iyiydi, daha iyi giyinirdi, daha iyi evde kalırdı. Efendisinin dibinde yaşardı. Ya efendisinin evinin çatı katında ya da bodrumunda yaşardı. Efendisi ne yerse o da ondan yerdi. Efendisi ne giyerse ev zencisi de ondan giyerdi. Konuştuğu zaman aynı efendisi gibi konuşurdu, güzel bir lehçe ile.
Ve efendisini efendisinden bile çok severdi. Bundan dolayı efendisinin incinmesini hiç istemezdi. Eğer efendisi hasta olursa “patron, nasıl da hasta olduk yahu” derdi. Efendisi hasta oldu diye adam da hasta olurdu. Efendisinin evi tutuşsa alevleri söndürmeye çalışırdı, efendisinin evinin yanmasını istemezdi. Efendisinin malına efendisinden daha çok sahip çıkardı. Bu işte ev zencisiyidi.
6 notes
·
View notes
Text
Çanakkale'de bir üniversite gömdük biz.. Dünya tarihinin en kahraman ve kanlı muharebelerine sahne olan Çanakkale Savaşları'nda, yeni kurulmakta olan birliklerin subay ihtiyacı İstanbul'daki üniversite ile Anadolu'daki liselerden karşılandı. Seferberlik başlangıcında ilk silah altına alınanların üniversite ve medrese öğrencileri olması nedeniyle, Çanakkale Savaşı için "Subaylar Savaşı" da denildi. Çanakkale Savaşı'nda 100 binden fazla okumuş ve aydın insan kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi'nde ve Cumhuriyet Türkiye'sinde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu kaybı şöyle ifade etmiştir: 'Biz Çanakkale'de bir dar-ül fünün (üniversite) gömdük' Savaşta yüz binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi. Atatürk, bu durumu "Biz, Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük" diye anlatmıştır. Atatürk, ayrıca Çanakkale'yi şeyle özetlemiştir: Balkan harbinde alnımıza sürülen lekeyi Çanakkale’de temizleyebildik... Galatasaray'dan 5 mezun 1912’de 60 mezun veren Galatasaray Lisesi, 1915 yılında 18, 1916’da 4 ve 1917’de 5 öğrencisini mezun edebildi. Çanakkale’ye gönüllü olarak gitmek üzere başvuran İstanbul Lisesi öğrencileri, 13 Mayıs 1915’te Arıburnu’na sevk edilen ikinci tümene katıldılar. Lise öğrencilerinin kolunda sarı kurdele bağlıydı. 19 Mayıs Taarruzu’nda, “hedef olmamaları” için bu kurdeleleri çıkarmaları emredilmişti onlara... Ama sadece İstanbul Lisesi bu taarruzda 50 öğrencisini kaybetti. Yoklama: Şehit Bu haber duyulunca okuldaki öğrenciler, okulun kapılarını ve pervazlarını siyaha boyadılar ve Çanakkale Zaferi'nden sonra okulda yapılan yoklamada şehitlerin ismi okunduğunda “Şehit... Cennet-i Âlâ’da!” diye bağırdılar. Vefa Lisesi ve Çapa Erkek Öğretmen Okulu da bu yıllarda Çanakkale Savaşı’na katılan ve şehit düşen öğrencileri nedeniyle mezun verememişti. 1916-1917 öğretim yılında Balıkesir Lisesi, Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit verdi. Balıkesir Erkek Muallim Mektebi’nden de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil oldu ve bu okul, 1914-1918 yılları arasında yalnızca 2 mezun verebildi. Balıkesir’de yayınlanan Karesi Gazetesi’nin o günlerde verdiği bir habere göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne Lisesi’nden Balıkesir Lisesi’ne yatılı olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve orada şehit olmuştu. Sivas mezun veremedi 17 yaşındaki öğrencilerini cepheye gönderen Sivas Lisesi’nde öğrenciler okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam biz Çanakkale’ye gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.” diye yazdılar. Savaşa giden öğrencilerin geri dönmemesi nedeniyle 1915’te Sivas Lisesi’nde hiç mezun verilmedi. Edirne Lisesi’nin öğretmen ve öğrencileri de harbe katılmıştı, onlar da geri dönemedi. 1911’de 64 öğrencisini mezun eden Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916- 1917’de cepheye gidenler nedeniyle hiç mezun veremedi. Trabzon, Erzurum ve Konya Gazi liselerinde de durum bundan farksızdı. Bu savaş “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsündeki gibi ülkeye “gençliğim eyvah” dedirtti ama o öğrencilerin cesaret aşılayan mücadelesi hem Çanakkale’den zaferle dönenlerin hem de sonraki kuşakların vatanı müdafaa kararlılığını artırdı. 100 binden fazla aydını kaybettik - Çanakkale muharebelerine Türkler 310 bin, İngilizler 460 bin (yabancı kaynaklara göre 410 bin), Fransızlar 79 bin kişilik kuvvetlerle katıldı. - Bu muharebelerde İtilaf kuvvetleri, Türk kaynaklarına göre toplam 180 bin (İngilizler 155 bin, Fransızlar 25 bin), yabancı kaynaklara göre de toplam 252 bin (İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin) zayiat verdi. Türkler ise kara muharebelerinde 57.084, deniz muharebelerinde 179, toplam 57.263'ü şehit, geri kalanı yaralı, esir ve kayıp olmak üzere 211 bin kayıp verdi. - İstanbul’un elden çıkma korkusu silindi. - 18 Mart Deniz Zaferi, Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden kara muharebelerinde, Türk askeri için büyük bir moral kaynağı oldu. - Çanakkale Zaferinin Türk ulusuna en büyük armağanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve onun askerî dehasını ortaya çıkardı. - İtilaf devletlerinin planı boşa çıktı, savaşın en az iki yıl daha uzamasına neden oldu. Çanakkale savaşlarında 100 binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi’nde ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu şöyle ifade etmiştir: "Biz Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük."
youtube
16 notes
·
View notes
Text
Kendi intiharını satır satır kaleme alan Türk aydını: Beşir Fuat 🌱
4 notes
·
View notes
Text
TEV 57'nci yılında Ata'nın huzurunda
https://pazaryerigundem.com/haber/169375/tev-57nci-yilinda-atanin-huzurunda/
TEV 57'nci yılında Ata'nın huzurunda
Türk Eğitim Vakfı (TEV) 57. Kuruluş Yıldönümünde Anıtkabir’de Ata’nın huzuruna çıktı.
ANKARA (İGFA) – Kurulduğu günden bu yana eğitimde fırsat eşitliği için çalışan Türkiye’nin en köklü vakıflarından Türk Eğitim Vakfı (TEV), 57. kuruluş yıldönümü kapsamında Anıtkabir’i ziyaret etti.
TEV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Şükrü Tekbaş ve Yönetim Kurulu üyelerinin ev sahipliğinde düzenlenen ziyarete TEV çalışanları, Ankara’da yaşayan TEV bağışçıları ve bursiyerlerinden oluşan grup katılım sağladı.
4 Mayıs 1967 tarihinde merhum Vehbi Koç’un önderliğinde eğitime gönül vermiş 205 Türk aydını tarafından başarılı ve maddi olanakları kısıtlı gençleri desteklemek amacıyla kurulan Türk Eğitim Vakfı (TEV), 57. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Bu vesileyle Anıtkabir’e anlamlı bir ziyaret düzenleyen Vakıf, Atatürk’ün huzuruna çıktı.
TEV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Şükrü Tekbaş’ın ev sahipliğinde düzenlenen ziyarete, TEV Yönetim Kurulu üyeleri, TEV Genel Müdürü Banu Taşkın, TEV çalışanları, Ankara’da yaşayan TEV bağışçıları ve bursiyerleri katılım sağladı. Program kapsamında Aslanlı Yol’dan yürüyen TEV ailesi, Atatürk Mozolesi’ne çelenk bıraktı.
TEV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Şükrü Tekbaş, Misak-i Milli Kulesi’ne geçerek Anıtkabir Özel Defteri’ni imzaladı. Prof. Dr. Tekbaş, Anıtkabir Özel Defterine, “Kimsesizlerin kimsesi” olan Cumhuriyetimiz hedef ve ilkelerini yaşama geçirilmesi bakımından; gençlerin barınma ihtiyaçlarının karşılanması, onların eşit, kapsayıcı ve kaliteli eğitim almalarının önündeki engellerin kaldırılması için gerekli desteği vermeye devam edeceklerinin mesajını verdi.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI /// Yılmaz Soyyer : Atatürk - Bir Ümmeti Millet Yapma Yolunda Bir Ömür
Yılmaz Soyyer : Atatürk – Bir Ümmeti Millet Yapma Yolunda Bir Ömür Yazar: Doç. Dr. A. Yılmaz Soyyer Osmanlı Selaniği Atatürk’ün doğduğu dönemde bir tarafıyla Müslüman Türk, diğer tarafıyla alafranga Avrupalı hatta Sefaret Yahudilerinin Avrupalılaşmış kültürlerini rahatça yaşadıkları bir şehirdir. Gümrük mültezimi olan babası Ali Rıza bey oğlunu Avrupalı bir Türk aydını olarak tanınan Şemsi…
View On WordPress
0 notes
Text
yıl 1985. dünyaca ünlü ingiliz yazar harold pinter ve amerikalı yazar arthur miller pen yazarlar birliği adına türkiye'ye ziyarete gelirler. askeri cuntanın sislerinin dağılmadığı bir ülkeyi yerinde görmek ve yaşananları tüm dünya kamuoyuna yansıtmak istiyorlardı. bu yüzden biraz da gizlice geliyorlardı. bir grup türk aydını da onları karşılayacaktı. ankara'ya indiler. birkaç görüşmenin ardından türk yazarlar yabancı meslektaşları için akşam yemeği verdiler. yer ankara'nın ünlü mülkiyeliler birliği lokali'ydi. uzunca bir masa hazırlandı. pinter ve miller'in dışında kimler yoktu ki masada. aziz nesin'den demirtaş ceyhun'a, yalçın küçük'e kadar. yemeğin ortasında pinter'in aklına tuhaf bir soru geldi. 'aranızda hiç hapse girmemiş olan var mı' :) diye sordu. masada neredeyse 20'ye yakın türk yazar vardı. herkes birbirine şaşkınlıkla bakıyordu. soru tuhaf gelmişti. çünkü bu ülkede yazar olmanın neredeyse ilk koşulu cezaeviydi. masadan tek bir el kalktı. 'ben... ben hiç girmedim' diyen ürkek bir ses duyuldu. kafalar ona doğru çevrildi. bu isim o yılların genç ve umut vaat eden yazarı orhan pamuk'tan başkası değildi. :)
"türk şakası: bir mahkūm hapishane kütüphanesine kitap ödünç almaya gider. kütüphaneci şöyle der: sorduğunuz kitap elimizde yok ama yazarı var.”
64 notes
·
View notes
Link
GELENEKSEL SOL, NAZIM HİKMET VE DR. HİKMET KIVILCIMLI’NIN KÜRT SORUNUNA BAKIŞI
Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor.
Ortak bir coğrafyada yan yana yaşayan Kürtler ile Türkler tarihsel ve kültürel pek çok ortaklığa sahip. Ama aynı zamanda bu iki halk arasında, Osmanlı’dan bu yana Kürtlerin baskı altında tutulmasından beslenen önemli bir güven sorunu da var. Halk diline yerleşmiş “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete” sözünde de dile geldiği gibi, Kürtler vergi, askerlik/savaş, angarya söz konusu olunca hatırlanmış, hakları söz konusu olunca ise baskı ve yok sayma reva görülmüştür. Bu durumda, Kürtlerin, devletin onun adına davrandığı Türk halkına karşı bir önyargıya sahip olması kaçınılmazdır. Ayrıca bu baskı altına alma, yok sayma ve aşağılanma politikalarının sosyal hayat içindeki uzantılarını da unutmamak gerek. Kürtleri aşağılayan “atasözü” ve fıkralar, şovenist şartlanmalar, dışlamalar günlük hayatın bütün alanlarında görülebiliyor. Bırakalım sıradan insanı, pek çok “uygar”, “ileri görüşlü”, “demokrat” Türk, Kürdü en iyi olasılıkla eğitilip uygarlaştırılması (Türkleştirilmesi) gereken bir kitle olarak görüyor, onu Türkleştiği ölçüde eşiti sayıyor. Kısaca, Türklerin, egemen sınıfların tarihsel kökleri bulunan şovenist politikalarından etkilenmiş olduğu, buna karşılık Kürtlerin de Türk halkına karşı bir güvensizlik taşıdığı gözlenebilir bir şey. Bunu egemen sınıfların Kürt politikalarının olağan sonucu sayabiliriz. Ama aynı güven sorunu, başka bir şekilde de olsa, iki halkın ilerici demokratik güçleri arasında da kendinden söz ettirebiliyorsa bunu olağan sayamayız. Böylesi bir durumun ortaya çıkması ve etkilerini sürdürmesinde Türkiye sol hareketinin politikalarının da önemli bir rol oynadığını saptamak gerekli. Maalesef Türkiye solu uzun yıllar Kürt sorununa gereken duyarlığı göstermedi. Kaba bir inkâr olmasa da fiilen yok sayma olarak özetleyebileceğimiz hakim yaklaşım ise, sol harekete uzun yıllar damgasını vurmuş TKP’nin Türkiye soluna devrettiği mirastır. Bu saptamayı TKP tarihine kuş bakışı bir göz atarak somutlamaya çalışalım.
Kesintiye uğrayan olumlu başlangıç 1917-21 yıllarına denk gelen kuruluş yıllarında TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımda samimi ve genel hatlarıyla doğru bir başlangıç noktasında bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP), o zamanki adıyla Türkiye Komünist Fırkası’nın daha ilk belgelerinde Kürt sorunu hakkında genel bir yaklaşım gözleyebiliyoruz. TKP’nin kurucusu ve ilk genel sekreteri Mustafa Suphi, fikri şekillenmesini anlatırken şunları söyler: “Bundan hemen on sene evvel bizler (…) Anadolu’ya hayat verecek medeni, inkılabi inkişaflara zemin ve yol arıyorduk. Bu inkişaf, bizim fikrimizce, dahilde Makedonyalıların, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin ilah… medeniyet, muhtariyet ve hatta istiklallerine istidatleri derecesinde yol vererek hür milletlerin hür ittihadı halinde ‘milli tesanüt’ler vücut bulacaksa, hariçten de Alman ve İngiliz emperyalizminden ziyade beynelmilel amele hareketine istinad ile kuvvet alabilecekti.” (Mustafa Suphi; yaşamı, yazıları, yoldaşları; Sosyalist Yayınlar, Kasım 1992, İstanbul, sf. 83) Görülüyor ki, Mustafa Suphi daha Jön Türk Devrimi yıllarında Osmanlı sınırları içindeki halkların, özgürlüğünü ve kendi kaderini tayinini savunmuştur. Mustafa Suphi’nin liderliği altındaki Türkiye Komünist Fırkası’nın (Partisi) 10-16 Eylül 1920 tarihlerinde Bakü’de toplanan kongresinde kabul edilen programda mesele daha açık bir şekilde formüle ediliyor: “(…) 7- TKF muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kat’i çarelere girişir: (a) Dil ve hars [kültür] nokta-ı nazarından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itizarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilga eder. (b) T.K.F. h��kümet teşkilatında muhtelif milletlere mensup amele, rençber şuralar cumhuriyeti teşkilini kabul ve ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.” (age, sf. 186) Günümüz Türkçesi ile özetlersek, TKF, tüm ulusların tam özgürlüğünü savunuyor ve her tür ulusal ayrıcalığı ortadan kaldırmayı hedefliyor. Farklı ulusların emekçilerine dayanan Sovyetler cumhuriyetini, özgür ulusların özgür birliğine dayanan bir federasyonu öneriyor. Yeni yeni filizlenen bir komünist hareket için, ulusal sorun açısından iyi bir başlangıcın işareti sayılabilir burada dile getirilen görüşler. Egemen ulus milliyetçiliğinin etkilerinden uzak, bilimsel sosyalizmin ulusal sorun konusundaki ilkeleri ile uyumlu bir yaklaşım. Ancak, yukarıda aktarılanlarla birlikte TKP’nin kuruluş dönemindeki belgelerine baktığımızda, dikkat çekici bir nokta ile karşılaşırız. TKP, her ne kadar ulusların ve kültürlerin özgürlüğünü savunuyorsa da, Anadolu’daki tüm halkların sözcüsü olarak değil, sadece Türk işçi ve köylülerinin sözcüsü olarak konuşur. Bugün için açık bir milliyetçilik belirtisi sayılması gereken böylesi bir yaklaşımı, o zamanki koşullar bakımından olağan, bir bakıma da kaçınılmaz saymak gerekir. Çünkü o zamanki komünist hareket ve onun önemli bağlara sahip olduğu işçi hareketi asıl olarak Türk işçi ve komünistlerine dayanıyordu. O sıralar bir Kürt işçi ve komünist hareketinin varlığından söz etmek mümkün değildi. Bu bakımdan da hareketin kendini Türk hareketi olarak tanımlaması bir bakıma durumun ifadesiydi. Ayrıca Osmanlı’nın çöktüğü, Cumhuriyet’in ise tam şekillenmediği koşullar söz konusuydu. Böylesi bir durumda önemli olan, başka ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı içeren bir perspektif taşımaktı ki, görüldüğü gibi TKP de bu perspektife sahipti. Asıl olan bu başlangıcı somutlayıp yaşama geçirmekti. Ne var ki, Kemalist iktidar tarafından tertiplenen bir komplo Mustafa Suphi ve arkadaşlarına bu olanağı tanımadı. Somut olaylar ve yaklaşımlar üzerinden bir değerlendirmeyi TKP’nin sonraki süreci için yapabiliyoruz ancak.
Program maddelerine sıkışan Kürt sorunu TKP’nin o tarihten sonraki belgelerinde de ulusal soruna ilişkin genel yaklaşımın korunduğunu, ezilen halkın kendi kaderini özgürce tayin hakkının savunulduğunu görüyoruz. Ama ne yazık ki, ezilen halkın haklarını tanıma, program maddelerine sıkışıp kaldı; bir türlü program maddelerini aşıp günlük politikalara ulaşamadı. Kürt sorununda genel formülasyonu aşan bir propaganda, ajitasyon ve eylem çizgisinden özellikle kaçınan TKP, Kürt hareketinin uç verdiği durumlarda ise hareketin kimi özelliklerini bahane ederek karşısında durdu. TKP, Kürt sorunu ile ilgili ilk sınavını 1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde gelişen Kürt isyanı sırasında verdi. 1930 Ağrı ve 1937 Dersim isyanlarında da tutumunu değiştirdiği söylenemez. TKP’ye göre, Şeyh Sait İsyanı, İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan irticai bir hareketti. Şeyh ve ağaların, sürdürülmekte olan demokratik devrimi baltalamak üzere başlattıkları bir direnişti. Böylece TKP, isyanın bastırılmasını hararetle destekliyor, emekçileri de bu tehlikeye karşı savaşa çağırıyordu. TKP’nin yayın organı Orak Çekiç, isyanı “Kahrolsun İrtica” başlığı ile duyuruyor ve isyanın bastırılmasına açık destek vererek işçilere şu çağrıda bulunuyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.” (Aktaran, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi, İ. Akdere-Z. Karadeniz, Evrensel Basım Yayın, Haziran 1996, 2. Basım) En başta, o anda sürdürülen bir demokratik devrimden söz etmek mümkün değildi. Kemalist iktidar, adım adım gericileşmekte, toprak ağalığını tasfiye etmek yerine onlarla ittifakı güçlendirmekteydi. Ve gerçekte, Kürt isyanı, işçi sınıfının örgütlenme ve grev hakkını ortadan kaldırmanın, başta komünizm olmak üzere her türden muhalif örgütlenme ve basın yayın faaliyetini yasaklamanın bahanesi oldu. TKP de destek verdiği iktidarın darbeleri altında ağır kayıplar vererek tasfiye noktasına geldi. Gerçekte hareket; irticai bir hareket değil, ulusal özlemlerin (toplumun o zamanki yapısının elverdiği biçimdi bu) dinsel bir kimlik altında dile gelmiş ifadesiydi. Tarih boyunca pek çok sınıf mücadelesinde olduğu gibi, 20. yüzyıldaki ulusal mücadelelerin önemli kısmı da dinsel bir kimlik altında yürütülmüştür. Yüzeysel bir bakış açısıyla ele alındığında Ortaçağ Avrupası’ndaki tüm köylü hareketlerini dinsel hareketler saymak gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi sömürgeci İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki egemenliğini sürdürmek için her yola başvurduğu, böl-yönet taktiğinde uzmanlaştığı, Türk-Sovyet yakınlaşmasından rahatsızlık duyduğu, bu bakımdan da, Türkiye’de cereyan edecek bir isyanı teşvik etmiş olabileceği ihtimal dahilindedir. Ama emperyalizm kullanacak diye, bir halkın en meşru haklarının yok sayılmasını onaylamak, halk iradesini çeşitli biçimlerde ortaya koyduğunda ise, “başınızda şeyh ağa var” diyerek bu iradeyle karşı karşıya gelmek, o tekrarlana tekrarlana anlam ve içeriğinden koparılarak klişe haline getirilmiş ‘kendi kaderini tayin’ ilkesine ne ölçüde sığar? Eğer isyan, emperyalizmin bir oyunu ise, bir topluluğun meşru haklarını tanıyarak bu oyunu bozmak, bunu savunmak daha doğru değil midir? İradesini ortaya koymuş bir halkın karşısına sizin sorununuz derebeyliktir diye çıkılamaz. Ki TKP tam da bunu yapmıştır. 1930 tarihinde Ş. Hüsnü, Parti Programından “T.K.P. milli ekalliyetlerin [azınlıkların], Türkiye’den ayrılmak hakkı da dahil üzere, mukadderatlerini bizzat tayin etmek haklarını bila-kaydû şart tanır” ifadesini aktardıktan sonra sözü mütegallibeye getirir: “Bu zavallı cahil halkı her şeyden evvel mütegallibeye esir olmaktan kurtarmalıdır.” Böylelikle “… masum halkın imperyalizme ve mürteci siyaset fesatçılarına alet olması tehlikesi ortadan kalkacaktır. O zaman Kürt paryaları Türk emekçilerile el ele, omuz omuza, inkilabi hareketlere atılacaklar … ve amele ve köylünün inkilapçı diktatorluğunu ikame etmek uğrunda çarpışacaklardır. Ancak bu gayeye erişildiği gün Türkiyenin siyasi ve iktisadi istiklalî ve kardeş milletlerin kurtuluşu fiilî ve kat’i bir tarzda tahakkuk etmiş olacaktır.”
Son cümle çok karakteristiktir. TKP’nin ardılı bütün siyasi teşkilat programlarına da girmiş olan bu madde içerdiği yüksek vaat düzeyine karşın, inandırıcı değildir. Bugün bir halk için, gözle görünür hiçbir şey yapmaz, pratik hiçbir adım atmazsanız, halkın her kıpırdanışında “irtica”, “İngiliz parmağı”, “mütegallibe” diye bağırırsanız, sözü edilen “gayeye erişildiği gün” de ne yapacağınız belli olmaz, daha doğrusu şimdiden bellidir! TKP’nin ulusal soruna ilişkin yaklaşımı, Türkiye Solunun yakın döneminin de fikri çerçevesini oluşturmuştur: Sorunun program maddelerinde ifadesi, pratik görevlere sırt çevirme, meselenin hallini “kurtuluştan sonra”ya erteleme… Kürt hareketi, kendi tarihsel kökleri üzerinde, halk kültürü öğeleriyle beslenen bir hareket olarak görülmemiş, adeta Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Buna bir tepki olarak ortaya çıkan çeşitli Kürt hareketleri de, Kürtleri de kapsama iddialarına karşın bu örgütleri “Türk Solu” olarak nitelendirmişlerdir. Sonuç olarak da pek çok olanak heder edilmiş, halklar arasındaki güvensizlik duvarına bir de iki halktan ilerici ve demokratik güçler arasındaki soğukluk ve önyargılar eklenmiştir.
Nâzım Hikmet’in açtığı çığır TKP’nin milliyetçilik sınırlarındaki yaklaşımına hiç itiraz edilmediği söylenemez. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorununda da TKP’yi eleştirmiştir. Burada, bir TKP üyesi ve yöneticisi olmasına karşın Nâzım Hikmet’in TKP’nin genel yaklaşımından ayrılan tutumunu da özellikle anmak gerekiyor. Nâzım Hikmet, duyarlılığı, sezgisi ve hapishanelerde edindiği izlenimlerle Kürt sorununun formülasyonlarla geçiştirilemeyeceğini kavramış, gereğinin yapılması için mücadele etmiştir. Daha önce de pek çok defalar kamuoyuna yansımış olan, Nâzım’ın Kürt yurtseveri Kamuran Bedîrxan’a yazdığı mektubunda dile getirdiği görüşler dikkatle anılmaya değerdir. Nâzım mektubunda Kürt sorununu tüm yakıcılığı ile ve tarihsel, kültürel boyutlarıyla birlikte ortaya koymakta, verdikleri kavgayı “can ve gönülden” desteklemektedir. 2002 sonlarında yayınlanan TKP’nin 1962 Konferansı belgelerinde Nâzım’ın bu konuda parti içinde bir mücadele verdiğine de tanık oluyoruz. (Nâzım’ın K. Bedîrxan’a mektubuna yer veren kaynaklardan biri için bkz. Evrensel Kültür, sayı: 124, Nisan 2002) Çerçeve içinde sunduğumuz tutanaklar ile öteki konferans belgeleri incelendiğinde anlaşılıyor ki, SBKP’nin yönlendirmesi ile 1961 yılı sonlarında İran TUDEH, Irak Komünist Partisi ve TKP temsilcileri ortak bir toplantı yaparak bu üç partiyi de yakından ilgilendiren Kürt meselesi hakkında bir karar imzalıyorlar. Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor. İşçi sınıfı ve halkların yüreğinde yer etmiş büyük emek şairi, Kürt meselesinde önyargıların aşılması ve milliyetçi çerçevenin kırılmasında da çığır açanlardan biridir. 2002 Nâzım Yılı’nın 2003 Cigerxwîn Yılı’yla birleşmesi de güzel bir tesadüf olmuştur. İki kardeş halkın, en yetkin şairlerinin şahsında kenetlenen elleri, halkların özgürlüğü ve kardeşliğinin en güzel simgelerinden biri olacaktır.
Geleneksel sol, Nâzım ve Kürt sorunu – Hayri Erdoğan Tiroj 2. Sayı 2002
0 notes
Text
"Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!
Zavallı Türk aydını ... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır."
Cemil Meriç
133 notes
·
View notes
Text
"İngiliz aydını, İngiliz halkından, ancak 'derece' itibariyle 'yüksek'te durur, 'mahiyetleri' değişmez: ikisi de Batı'dadırlar, ikisi de Batılı! Türk aydını Türk halkından, mahiyet itibariyle yüksekte duruyor: O Batı'dadır, Batılı geçinir; halkı ise Doğu'da, en azından Ortadoğu'da, halk kendi tarihini ve kültürünü yaşar; aydınlar, 'sistem'in ona biçtiği, tarih ve kültürü! Üstelik bunu ayrıcalık sanıp affedilmez kopukluklarının sorumluluğunu, halkın anlayışsızlığına yükleyip dururlar.
-Attila İlhan
8 notes
·
View notes
Text
#CemilMeriç‘ten;
"Türk aydını efendisinin ilaçlarını aşıran ahmak uşak gibidir."
#MalcolmX bu durumu şöyle özetliyor;
Ev zencisi sahibine her zaman iyi baktı. Arazi zencisi kontrolden çıkacak olsa ev zencisi onu geri tarlaya bağlardı, araziye gönderirdi. Ev zencisinin bunu yapması şaşılacak bir şey değildi. Çünkü ona arazi zencisinden daha iyi yaşam koşulları garanti edilmişti. Yemeği daha iyiydi, daha iyi giyinirdi, daha iyi evde kalırdı. Efendisinin dibinde yaşardı. Ya efendisinin evinin çatı katında ya da bodrumunda yaşardı. Efendisi ne yerse o da ondan yerdi. Efendisi ne giyerse ev zencisi de ondan giyerdi. Konuştuğu zaman aynı efendisi gibi konuşurdu, güzel bir lehçe ile.
Ve efendisini efendisinden bile çok severdi. Bundan dolayı efendisinin incinmesini hiç istemezdi. Eğer efendisi hasta olursa “patron, nasıl da hasta olduk yahu” derdi. Efendisi hasta oldu diye adam da hasta olurdu. Efendisinin evi tutuşsa alevleri söndürmeye çalışırdı, efendisinin evinin yanmasını istemezdi. Efendisinin malına efendisinden daha çok sahip çıkardı. Bu işte ev zencisiyidi.
5 notes
·
View notes
Text
Türkiye uzmanı Alman “Klaus Gunter” den çarpıcı ve çok önemli tesbitler...
Türk halkının yaşadığı toplumun doğasına karar verme, yaşadığı devletin mekanizma
larını belirleme hakkı var.
Bunu yaparken Atatürkçü, laik, demokrat hatta cumhuriyetçi olmak zorunda değil.
Halkın bu ideolojilere ve siyasi-dünyevi görüşlere zorlanması hukuki değil.
Temel insan hak ve hürriyetlerine, fikir ve vicdan özgürlüğüne uygun değil.
Bir yasanın meclisten bir şekilde geçmiş olması ve cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış olması da o yasanın hukukun temellerine uygun olduğu anlamına gelmez.
Gerçek hukukçuların onayından geçmek zorundadır.
"Kemal paşa, meclisten pek çok yasayı hukuksuz olarak geçirdi."
Cumhuriyet rejiminde, Kemal paşadan sonraki süreçte de hukukun temel normları ile çatışan çok sayıda yasa çıkarıldı.
Türkiye'de, Anayasa'dan Türk Ceza Kanunu'na kadar her şey bir an evvel Türklerin bünyesine uyacak şekilde değiştirilmedikçe Türkler asla huzur bulamazlar.
Kendi ülkelerinde esir gibi yaşamaya, sürekli bir baskı, huzursuzluk ve endişe içinde yaşamaya devam ederler.
Biliyorsunuz, katledilen gazeteci Uğur Mumcu'nun çok yerinde bir tespiti vardı.
"Türkiye vatandaşı kime denir?" diye sorup cevabını da şu şekilde verirdi:
"Türkiye vatandaşı;
İsviçre Medeni Kanunu’na göre evlenen,
İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan,
Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslam Hukuku’na göre gömülen kişidir."
Türkler kendilerine, kendilerinden gözüken gizli Ermeniler ve Yahudilerin kurduğu korkunç tuzakların artık farkına varmalı.
Türkler Müslümanlığını yaşarken bile içine Atatürkçülüğü, demokrasiyi ve laiklik ile cumhuriyeti bulaştırmak, dinini bu ideolojilerle sentezlemek zorunda değil.
Ben Türkiye uzmanıyım. Türkler ve Türkiye üzerinde uzmanlaşmak için harcadığım onca sene boyunca Türklerin tarihini, kültürünü ve dini olan İslam'ı da teferruatı ile inceledim.
Bir Türkün;
hem Müslüman hem Atatürkçü, hem Müslüman hem de laik, hem Müslüman hem de demokrat olabilmesi mümkün değil.
İslam dininin esasları belli. İslam dini, Müslümanların devlet yönetiminden, miras, harp ve alış veriş hukukuna...
Sağlıklı yaşama kaidelerinden nasıl yemek yiyeceğine ve af edersiniz tuvalette nasıl taharetleneceğine kadar her şey hakkında hüküm vermiş ve hiçbir boşluk da bırakmamıştır.
Gerçekten İslam'ı bir din olarak seçmiş bir Türkün başka hiçbir siyasi ve fikri ideolojiye ve akıma ihtiyacı da yoktur.
Zaten İslam, yarım kabullenişleri ret eder.
Yani İslam dini her şeyi ile bir bütün olarak kabullenip iman etmeyi emir eder.
Hem Müslüman olayım ama hem de devlet hukukunu ya da miras hukukunu değiştireyim derseniz, sizi mürted sayar.
Müslüman saymaz.
Ya hep ya hiçtir.
Türk toplumu da dahil, son dönemde laikliğe, demokrasiye ve cumhuriyetçiliğe zorlanmış bütün toplumlar, dünya üzerinde bu görüşlerin ve ideolojilerin henüz iki asırlık bir geçmişi bile bulunmadığını, dünya tarihi boyunca bu ideolojileri ve görüşleri hiç hayal bile etmemiş, aklına bile getirmemiş çok sayıda toplumun ideal bir toplum olarak yaşadığı gerçeğini, bu akımların İngiliz gizli servislerinin tezgahlarında üretilip aydın kimliğine büründürülmüş casuslar sayesinde halklara empoze edildiğini bilmelidir.
Türkler kendilerine aydın, alim ve mütefekkir olarak sunulan İngiliz casuslarını artık bilmelidir.
Mason ve İngiliz casusu Cemaleddin Afgani'nin Arap Müslümanlara kurduğu tuzakların aynısını Türkiye'de Müslüman Türklere kurmaya çalışan ve Türk aydını gibi görünen gizli Yahudi ve Ermenileri, çok gecikmeli de olsa deşifre etmelidir.
Bakın Almanya'da, İngiltere'de ve Fransa'da Ali Suavi, Cemaleddin Afgani ve diğerleri hakkında çok özgün çalışmalar yapıldı.
Türklere son zamanlarda kurulan gizli Yahudi ve gizli Ermeni tuzakları hakkında, Avusturya'dan Ewald Stadler'in, İngiltere'den Arnold Toynbe'nin çok özgün ve sarsıcı değerlendirmeleri var.
Stadler Avrupa Parlamento'su üyesi de olan çok ciddi bir araştırmacı ve politikacıdır.
Toynbe gibi tarihçiyi ve bu tarihçinin Türkiye yakın tarihine dair değerlendirmelerini bilmemek Türkler için çok büyük bir kayıptır.
Günümüz Türkiye'sinde yaşayan Türkler bu araştırmalarda ve eserlerde kanıtlanan sarsıcı gerçekleri duyunca inanmak istemeyecekler ve "Bu kadar mı organize, bu kadar mı gizli, bu kadar mı taktik oynamışlar" diyeceklerdir.
Daha feci olanı da, halkların, bu İngiliz ve Yahudi casusların topluma dikte ettiği siyasi ve fikri ideolojileri kabullenmek ve başka hiçbir şeyi tercih etmemek gerektiğine ikna edilmiş olmasıdır.
Çağdaş ve medeni bir insan olarak mutlaka Atatürkçü, laik, demokrat ve cumhuriyetçi olmak zorundalarmış gibi bir algının Türkiye'de, iki asırlık casusluk faaliyeti, baskı ve devlet terörünün ardından genele yayıldığını görmek mümkündür.
Sadece şuraya kadar birkaç cümle ile özetlediğim gerçekleri, inanın bana genişçe izah etmek isterim ve bundan çok büyük keyif alırım.
Lakin bunları anlatmak aylarca sürer. Cilt cilt eserler tutar.
Ben Katolik Hristiyan bir Alman olarak üzülerek söylüyorum ki Türklerin hali aldatılmış Almanlardan da beter.
Almanya'da da aynı güç odakları fikri, siyasi, hukuki, ticari ve ahlaki sahada çok tuzaklar kurdular ama Alman halkı arasında bu İngiliz+Siyonist+gizli Yahudi hileleri o derece başarılı olmadı.
Günümüz Türkiye'sinde bu gerçeklerin farkında olan insan sayısını geçin, bu gerçeklerin farkında olup bunu milletine anlatabilecek aydın insan sayısına bakıyorum ve hiç kimseyi göremiyorum.
Hala Türk basını denilen basın, bu sefer CIA ve MOSSAD ile işbirliği içindeki gizli Yahudi ve Ermenilerin tekelinde...
Yazan:Klaus Gunter
Çeviri: Birgül Yayman Erdener.
17 notes
·
View notes
Text
Kemal Tahirden Notlar:
Tanzimat, Osmanlı düzeninin tasfiyesi, Avrupa düzenini topluma yerleştirmek girişimidir. 'Genç Osmanlılar' bu türküyü çağırırlar, Jön Türkler' bu türküyü söyler. Yani, senin anlayacağın, 'Devlet elden gidiyor, aman çare?' diyenler, bula bula Batılılaşmada çare bulmuşlar. Birinci Meşrutiyet, ikinci Meşrutiyet, Mithat Paşa'lar, Namık Kemal'ler, Ziya Paşa'lar, İttihatçı akıldaneleri, taa Mustafa Kemal Paşa'ya kadar, Türk okumuşu ve aydını, kerameti Batı düzeninde gördü. Halk katılmıyordu bu görüşe. Bu yüzden yöneten-yönetilen ikilemi çıktı ortaya. Buna Halk-aydın çatışması da diyebilirsin. Tanzimat'la başlayan süreç, hiç bir değişiklik göstermeden, imparatorluğun batılılaşması olarak Cumhuriyete kadar geldi dayandı."
"Aslında, Cumhuriyet döneminde de pek bir şey değişmiş değildir; bu dönemde daha azgın bir Batıcılık yapıldı. O kadar ki, takvimimizi, ağırlık ve uzunluk ölçülerimizi bile değiştirdik; tek batıya benzeyelim diye. Bu yüzden yöneten- yönetilen çatışması bu dönemde daha da güçlenerek sürdü. Gerçi Osmanlı Devleti'nin son bulması, Türkiye Cumhuriyeti'nin ortaya çıkması, yanıltmıştır bazılarımızı. .. Padişahın gitmesi, Padişah gücünde bir Cumhurbaşkanının gelmesi içinse, değiştirmez hiç bir şeyi! Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ülkesinin en küçük parçası üzerine kurulmuştur. Elden çıkarılan parçalar, hangi toplum yapısında ise, elde kalan da o yapıdadır; bir insan mozaiğidir yani. Mustafa Kemal Atatürk bu mozaiğin üstünde çalıştı, İsmet Paşa da öyle. Yöneten-yönetilen çatışması, şiddetini arttırarak bu dönemde de sürmüştür, taa 1950'ye kadar."
Milletin okumuşu, aydını, hep egemen olmuştur 1950'lere kadar Halk üzerinde. Çatışma sürmüştür ama, aydın kesimin üstünlüğü içinde ve onun istediği biçimde . 1950 Mayısındaki seçimler, aslında batılılaşma sürecine dokunmadığı halde, Egemenliğin el değiştirmesine yol açtı. Aydın - halk boğuşması sürüyordu ama, taraflar, bir tahterevalli içinde yükselip alçalarak. Ya da, öyle görünerek diyeceğim."
"Aslında, 1950 çok partili parlamenter dönem, seçim aldatmacasına, özgürlük çığırışlarına rağmen, sahici egemenliği halka götürememiş, aydını sandalyesinden indirememişti. İndirememişti, diyorum; çünkü, halk örgütlenmiş değildi ki, bu haklarını bu örgütler aracılığı ile kullanabilsin ve okumuşun elinden yakasını sıyırsın!
Dört yılda bir yapılan seçimler, kendisine yararlı insanları seçmesine değil, daha az zararlı insanları seçmesine yarıyordu. Bu parlamenter sistem, olsa olsa, halkın seksen yıldır yakasından düşmeyen Aydın'ın keskin dişlerini biraz törpülemiş oldu; bu kadarı da Anadolu insanı için ferahlıktır."
Kaynak: Kemal Tahir'in Sohbetleri - İsmet Bozdağ - Sayfa 23 - 24
3 notes
·
View notes
Text
“Zavallı Türk aydını. Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu...”🕳
Cemil Meriç
25 notes
·
View notes