#Arendt ve Benjamin
Explore tagged Tumblr posts
dipnotski · 4 days ago
Text
Sibel Kiraz – Şiddetsiz Bir Tarihin Olanağı (2025)
Tarih ve şiddet, insanlık tarihi boyunca iç içe geçmiş kavramlar olarak karşımıza çıkar. Savaşların tarihi, aynı zamanda şiddetin de tarihidir. Bu durum, şiddetin ve tarihin özdeş olduğu, hatta tarihin şiddetin tarihi olduğu yanılgısını beraberinde getirmiştir. Ancak bu bakış açısı, Hannah Arendt ve Walter Benjamin gibi düşünürler tarafından sorgulanmıştır. Arendt ve Benjamin, şiddetin tarihi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yorgunherakles · 2 years ago
Text
hiç'e gitmek ancak endişede gerçekleşir.
heidegger - olmaya bırakılmışlık
27 notes · View notes
objecteiespai · 2 years ago
Text
Tumblr media
Angelus Novus, 1920. de Paul Klee 32x24 cms
"Desde tiempos de Homero los grandes relatos han seguido las huellas de las grandes guerras, y los grandes narradores han emergido de ciudades destruidas y paisajes devastados". H. Arendt
Dos vidas paralelas en el tiempo, dos formas de entender el mundo cercanas y un “papel” que unió para siempre a dos grandes creadores de la primera mitad del siglo XX. Me estoy refiriendo, a Paul Klee (1879-1940), a Walter Benjamín (1892-1940) y a esa pequeña obra de apenas 32x24 cms, titulada Angelus Novus, realizada en 1920... vía
Exit Exprés
Texto sobre "En el ojo del huracán. Vanguardia en Ucrania, 1900-1930", exposición en @museothyssen
Al volver la vista atrás a Ucrania, a las tres primeras décadas del siglo pasado, nuestro rostro se paraliza, se queda rígido y exánime, como le sucedía al Angelus Novus benjamiano, que ponía el ojo en el huracán, que fijaba la mirada en el pasado plagado de barbarie. Su rostro especular, fiel reflejo de la tragedia, se mostraba atormentado, con «los ojos desorbitados, la boca abierta y las alas desplegadas». Esta imagen desangelada era, nos decía Benjamin, el «aspecto del ángel de la historia». A lo que añadía: «Él ha vuelto el rostro hacia el pasado. Donde ante nosotros aparece una cadena de datos, él ve una única catástrofe que amontona ruina tras ruina y las va arrojando ante sus pies». Así, si atendemos, como aquel ángel de la historia que describía Benjamin, a la Ucrania de principios de siglo, igualmente nuestro rostro se desencaja por completo. En aquel espacio-tiempo específico en el que colapsaron imperios, también estalló la primera guerra mundial y las revoluciones de 1917, a las que siguió la guerra de independencia de Ucrania (1917-1921) y la posterior creación de la Ucrania soviética. La despiadada represión estalinista contra la intelectualidad ucraniana llevó a la ejecución de docenas de escritores, directores de teatro y artistas, mientras que el «Holodomor», la hambruna provocada por el hombre en 1932 y 1933, mató a casi cinco millones de ucranianos.
De esta forma, al retornar a aquel tiempo, no podemos en ningún caso olvidar a los «derrotados», a los «perdedores de la historia», y construir un relato sobre ellos, encima de ellos y de la barbarie. Todo lo contrario: un nuevo relato se debe narrar a partir de ellos. Urge visibilizar su dolor y mostrar la fuerza revolucionaria y creativa con la que lidiaron con aquel tiempo atormentado. Este es, de hecho, el vínculo que liga al Angelus Novus con el pasado.
instagram
Texto sobre "En el ojo del huracán. Vanguardia en Ucrania, 1900-1930", exposición en @museothyssen 🔗Link en Bio a texto completo.
0 notes
politik-felsefe · 7 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media
Savaş ve Toplum Kongresi
Program
 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ 100. YILINDA SAVAŞ VE TOPLUM
-EVE DÖNEN ASKER-
 12-14 EYLÜL 2018, İSTANBUL
          PROGRAM (FELSEFE OTURUMLARI)
          12 Eylül 2018, Çarşamba
Açılış
10.30-12.00 (İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Mavi Salon)
-Prof. Dr. Mahmut AK (İ.Ü. Rektörü)
-Prof. Dr. Hayati DEVELİ (İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Dekanı, YÖK Üyesi, Kongre Başkanı)
-Davetli Konuşmacı: Prof. Dr. Justin McCarthy
12.00-14.00 Yemek
 FELSEFE OTURUMLARI
(İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
   III. OTURUM
14.00-15.40 (Fuzulî Amfisi)
SAVAŞ, ŞİDDET VE İNSAN HAKLARI OTURUMU
Oturum Başkanı: M. Ertan KARDEŞ
-Metin SARFATİ, İhtirasın Doruğunda Sıradanlaşan Şiddet
-Mustafa POYRAZ, Banliyölerde İçten İçe Tutuşan ve Görünmeyen Savaş Hâli
-Armağan ÖZTÜRK, Rawls ve Walzer’de Liberal Haklı Savaş Kuramı Üzerine Düşünceler
-Eylem YOLSAL-MURTEZA, Arendt: Savaş-Ertesi Dönemde İnsan Hakları
    VII. OTURUM
16.00-17.40 (Fuzulî Amfisi)
 YENİ SAVAŞLAR, KLASİK SAVAŞLAR VE İÇ SAVAŞ OTURUMU
 Oturum Başkanı: Özgüç GÜVEN
-Emine Canlı, Çıplak Savaş: Biopolitikadan Jeopolitikaya Modern Savaş Söylemi
-Arda Telli, Savaşın Fiilî Retoriği: Yeni Savaşlar
-Zeynep Gültepe, Carl Schmitt'in "Savaş Hukuku" Bağlamında Kant Eleştirisi
-C. Cengiz Çevik, Birinci Triumviri ve İç Savaş Sırasında Cicero ve Felsefe
 13 Eylül 2018, Perşembe
 X. OTURUM
11.00-12.40 (Kurul Odası)
SAVAŞ VE FELSEFE OTURUMU
 Oturum Başkanı: Yücel YÜKSEL
-Ayhan BIÇAK, Büyücüler ve Kuramsal Savaşlar
-Özgüç GÜVEN, Savaş Felsefeye Ne Sağlar?
-Özgür YILMAZ, Wittgenstein’ın Özyaşam Öyküsü Üzerinden Birinci Dünya Harbi
-Egemen Seyfettin KUŞÇU, Savaş Toplumların Rasyonel Karar Süreçlerinin Bir Sonucu Mudur?
          XII. OTURUM
14.00-15.50 (Fuzulî Amfisi)
                                        SAVAŞ VE SÖYLEM OTURUMU
 Oturum Başkanı: Tacettin ERTUĞRUL
-Funda GÜNSOY & Mariusz TUROWSKI, Infirm Reversion or Incomplete Travestation? Foucault, Von Clausewitz’s Formula And Post-Schmittian Liberalism
-Geoff BOVE, War, Teleology And Kinetic Mimesis in Aristotle's Philosophy
-Fahri ALPYÜRÜR, “Haklı Savaş” Kavramının Tarihsel Kökenleri, Ebedî Barışın Olanağı ve Devletin Devamlılık İlkesi
 XVI. OTURUM
16.00-17.40 (Kurul Odası)
ALMAN FELSEFESİ VE SAVAŞ OTURUMU
Oturum Başkanı: Ahmet Emre ATEŞ
-Burak Samih GÜLBOY, Alman Düşüncesinde Savaşın Meşruiyeti: Clausewitz, Bernhardi, Ludendorff ve Schmitt Üzerine
-M. Ertan KARDEŞ, Savaşçı Figüründen Askere: Toplu Seferberlik Çağında Kahramanlık Anlatısının Parçalanması
-Salih AKKANAT, Walter Benjamin: Deneyimi Yeniden Kurmak ve Belleğin Siyaseti
-Can KARABÖCEK, Hegel’in Politik Felsefesinde Savaşın İşlevi
           14    Eylül 2018, Cuma
PANEL
11.00-12.20 (Kurul Odası)
Hayati DEVELİ-Cengiz ÇAKMAK-Ali Şükrü ÇORUK
XXIII. OTURUM
10.00-11.45 (Fuzulî Amfisi)
SAVAŞ, UYGARLIK VE KÖTÜLÜK OTURUMU
Oturum Başkanı: Eylem YOLSAL-MURTEZA
-Cengiz ÇAKMAK,  Politik Felsefe Açısından Savaş: Sokrates ve Minotauros
-Mehmet GÜNENÇ, “Humanity” Formları Olarak Antagonizm, Otorite ve Savaş
-Ebru PEHLİVAN, Eyüp Meselinden Soykırıma: Aklın Sınırları ve Kötülüğün Kavranamazlığının Teolojik-Politik İzdüşümleri
-Ali Sait SADIKOĞLU, Savaş Ontolojisinin Karşısında Etik
 XXV. OTURUM
14.00-15.40 (Abdülhak Hamit Amfisi)
Oturum Başkanı: Uşun TÜKEL
-Seda YAVUZ, Bilmediğini Anmak: Meçhul Asker Anıtları
-Ahmet Emre ATEŞ, Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı-Türk Resminde “Savaş Estetiği”
-Itır GÜNEŞ, Savaş Teknolojileri Olarak Fotoğraf ve Görsel Medya: Judith Butler ve Savaş Tertipleri
-Özgür ADADAĞ,  Savaş Sonrası Yeniden Yapılanma Sürecinde Sinemanın Rolü
    XXVII. OTURUM
14.00-15.40 (Fuzulî Amfisi)
SAVAŞ, TOPLUM VE İNSANLIK OTURUMU
 Oturum Başkanı: Funda GÜNSOY
-A. Serdar DEMİRCİ, Birinci Dünya Savaşı Gri Propaganda Afişlerinin Göstergebilim Açısından Çözümlenmesi
-Şebnem ÖZKAN, Stefan Zweig’ın Clarissa Adlı Eserinde Savaş: Hayatın Anlamı, Sorumluluk, Vicdan Üzerine Bir Değerlendirme
-Tuğba YAZICI, İnsanlık Durumu ve Savaş Üzerine
-Aydın ERDOĞAN, Robert Gilpin'in Hegemonik Savaş Teorisi
1 note · View note
firisu · 5 years ago
Text
Boş Metin
Birkaç gün mide ağrısıyla uğraştıktan sonra sonunda normal okuma düzenime geri dönebildim. Okuduklarımdan bazıları, izlediklerimden etkilenip onun hakkında araştırmaya başladıklarımdan oluşuyor. Kadın Çalışmaları üzerine yoğunlaştıkça ve onun okumalarını yaptıkça, sadece akademik dünyada değil edebiyatta da daha fazla, çok daha fazla, takdir ettiğim insanları araştırmaya onlar hakkında daha fazla şey öğrenmeye heveslendim. Ursula K. Le Guin söyleşisini youtube’da bulmam da buna denk geliyor. Bu söyleşi üç parçadan oluşuyor, istenirse Türkçe altyazı ile de izlenebilir. 
https://www.youtube.com/watch?v=YmCEdwr-zpk&list=PL_2xL66Lw2dQsEULdVcswDWC4LwA4HxIf&index=1
Linkini bu şekilde paylaşmak zorunda kaldım bilgisayarımda ve internetimde yaşadığım aksaklık sebebiyle. Yukarıdaki linkte ilk bölüm var. Ursula K. Le Guin çok sevimli bir kadınmış bu arada. Video üç parça halinde, kendisinin yazdığı ufak bir öyküyü okuması, o öykü hakkında ufacık konuşması ve soru cevap kısmından oluşuyor. Kısa olsa da kendisinin sesini ve bazı düşüncelerini ilk defa duymamı sağladığı için minnettarım. Kendisine soru cevap kısmında, çevirisini yaptığı Tao Te Ching ile ilgili bir soru da geliyor. İşte o zaman bu kitabı okuma isteğim yanıp tutuştu. Lao Tzu’nun yazdığı ve Ursula K. Le Guin’in çevirdiği bu kitabın Türkçe baskısını bulamadım ama İngilizce’sini epub olarak indirebildim. Belki de İngilizce olması daha iyi olur çünkü kendisinin direkt ana diline yaptığı çevirisini okumak daha zevkli olabilir. Tao Te Ching hayata dair şiirlerden oluşuyor (dersem biraz sığ kalacağını bilerek de olsa) su gibi okunan bir kitap. Asıl hoşuma giden her şiir sonrası Le Guin’in ufak notları. İlk notunu kendimi tutamayıp ekliyorum hemen: “A satisfactory translation of this chapter is, I believe, perfectly impossible. It contains the book. I think of it as the Aleph, in Borges’ story: if you see it rightly, it contains everything”. İlk şiir ve dipnottan beni kendine öyle bir çekti ve düşündürdü ki, tam olarak yirmi dört saat o kitaptan başka bir şey okuyamadım. Sanki diğer şiire geçsem okuduğumu unutacak, evrenin tüm sırlarını veren bu şiire bakmayı ve anlam aramayı kesecek, tüm büyük sorulara olan cevabımı kaçıracaktım. Sonra kendime söz verdim; Ursula K. Le Guin’in bütün kitaplarını okuyacağım. 
Bir diğer paylaşmak istediğim şey yine şu anda okuduğum bir kitaptan. Zygmunt Bauman’ın Bu Bir Günlük Değildir isimli kitabı. Uzun zaman önce aldım ve hala bitirmedim. Gün gün, ay ay Bauman o gün neyden bahsetmek istiyorsa onu, unutmayalım kendisi çok ünlü bir sosyolog yazdıkları da ‘bugün bunu yedim ve şuraya gittik’ tarzı şeyler değil, haberlerde bahsedilen konular üzerine ya da bir köşe yazısının kendisine nasıl çağrışımlarda bulunduğunu yazmış. Ocak 2011′de tarih meleği üzerine bir not düşmüş defterine alıntı yaparak ve kaynağını yazarak:
Dirilen Tarih Meleği Üzerine,
“Angelus Novus dalıp seyrettiği bir şeyden uzaklaşmak üzereymiş gibi duran bir meleği anlatır. Gözleri dik dik bakıyor, ağzı aralık, kanatları iki yana açılmış. Tarih meleği bu şekilde betimlenir. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim olaylar zinciri olarak gördüğümüzü, o üst üste binmiş yıkıntılardan oluşan tek bir felaket olarak görür ve onu ayaklarının önüne fırlatır. Melek, kalıp ölüleri uyandırmak ister ve kırılıp dökülenleri bütün haline getirmeyi. Ancak cennetten gelen bir rüzgar esmektedir; kanatları bu rüzgara öyle kapılmıştır ki artık onları kapatamaz. Önündeki yıkıntı gökyüzüne doğru büyürken fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe karşı koyamadığı bir şekilde savurur. Bu fırtına bizim gelişme dediğimiz şeydir.”
(Walter Benjamin, “Theses on the philosophy of history”, Benjamin, Illuminations: Essays and Reflections, ed. Hannah Arendt (New York: Schocken, 1968), s. 257-8.)
Editörünün de Hannah Arendt olması kalp kalp. Bu hafta karşılaştığım en güzel metinler bunlardı. 
0 notes
spainhistoryteacher · 6 years ago
Text
Hannah Arendt
Hannah Arendt nació el 14 de octubre de 1906 en Hannover y pasó su infancia en Königsberg. Sus padres formaban parte del movimiento socialdemócrata. La familia no era religiosa. En su familia existía una identificación completamente natural con el judaísmo, identificación que iba unida a un rechazo de todo tipo de prejuicios y a una clara conciencia de sí mismos.
Uno de los conceptos fundamentales en su vida es el concepto de paria. El concepto de paria constituye su respuesta teórica y también su primera respuesta política al nacionalsocialismo y refleja sus experiencias en torno al grado de colaboración o de oposición al Estado que los intelectuales estaban dispuestos a asumir. Esto atañía particularmente a Heidegger. Heidegger, su antiguo profesor y amante, procedió a una adaptación al régimen nazi cuando en Freiburg accedió al rectorado, en 1933, ya que su predecesor, un socialdemócrata, fue cesado por negarse a poner en práctica el llamado Aviso Judío que excluía a los judíos de las universidades. Heidegger pronto agradeció su ascenso con su discurso en el que alababa la “grandeza” y la “nobleza” del “despertar nacional”. Arendt aprendió bien la lección de que los intelectuales pueden transigir y traicionar sus convicciones, pro su vulnerabilidad ante los atractivos de la aceptación social y ante la quimera de la respetabilidad y la influencia. Mejor ser un paria, un fuera de juego, que un advenedizo, un arribista: alguien cuya exorbitante necesidad de pertenecer al grupo procede directamente de su rechazo a aceptar el hecho de ser un don nadie, de su incapacidad de aceptarlo y valorarlo; y alguien que por lo tanto siempre vivirá con la esperanza de ser aceptado, y será susceptible de ser manipulado por aquellos, cuya pertenencia a un grupo envidia el “don nadie” y cuyo reconocimiento implora.
Pero si la ruptura de la tradición y la pérdida de autoridad eran ya irreversibles, si era cierto que los conceptos ya no eran capaces de garantizar la verdad, entonces el pensamiento no tenía otro remedio que buscar nuevas certidumbres. Para Arendt “pensar y estar vivo es una misma cosa”. Estar vivo significa estar radicalmente implicado en el presente y mantener una tensión que no excluye el diálogo entre el presente y el pasado. En este sentido, la construcción de un sistema filosófico no es algo vivo, como tampoco lo es ese determinismo histórico que trata de incorporar todo lo que es concreto a un proceso rígido; lo único vivo, en realidad, es la lengua. Hannah Arendt se muestra en muchos aspectos cercano a Walter Benjamin y encontrar en él lo que había encontrado anteriormente en Heiddeger. De Benjamin, Arendt tomó el método de “arrancar fragmentos de su contexto y ordenarlos nuevamente” a fin de rescatar de ese modo la fuerza que tienen los pensamientos nuevos y darles vigencia en el presente.
La llegada al poder de los nazis produjo en Hannah Arendt el doble impulso de comprender y resistir, y su amigo Blumenfeld fue el catalizador de ambos esfuerzos. La convenció de la lectura política sionista de la situación socio-cultural de los judíos alemanes, y la introdujo en el activismo resistente. Después de un periodo en la cárcel huyó a París donde se comprometió de lleno en la acción política. En París terminó el libro de su biografía de Rahel Varnhagen, uno de cuyos temas centrales es su reflexión en torno al paría. En 1941 logró huir a Estados Unidos y hasta 1951 se vio obligada a llevar esa miserable existencia que caracteriza a los apátridas. Fue evolucionando hacia posturas de izquierda, pero no era una izquierdista en el sentido marxista del término. En 1951 se publicó en Estados Unidos su primera obra, Los orígenes del totalitarismo, que la lanzó a la fama de la noche a la mañana. Hannah Arendt cree que el historiador debe hacer saltar por los aires el continuum histórico a fin de conquistar un espacio que le permita construirse un juicio crítico y autónomo. Solo así puede escribirse una historia que no esté deformada por la mano de los vencedores. Esta obra no solo trata de rastrear los elementos fundamentales del nacionalsocialismo, de buscar los orígenes y de indagar en aquellos problemas políticos que subyacen en él. Pretende, además, ser un manifiesto crítico contra las formas preestablecidas del pensamiento.
En Los orígenes del totalitarismo pretendía demostrar que la tiranía nacionalsocialista no fue una consecuencia necesaria del atraso alemán, por más que las circunstancias específicas de la historia alemana desempeñasen un papel significativo. El hecho de que el nacionalsocialismo consiguiera someter al conjunto de la sociedad a un sistema basado en el terror y la complicidad obedece, según Hannah Arendt, a otra razón. Se trata de la pérdida de una cultura pública y accesible y de una ética social que hace que los individuos, impotentes y aislados, solo se sientan seguros y capaces de actuar de modo sincronizado. Con esta idea, Arendt se dispone a examinar el presente desde el punto de vista de la responsabilidad política: es en el presente donde se decide de qué manera se transmitirá el pasado.
El nacionalsocialismo supone para cualquier científico razonable y humano un desafío que supera los límites de lo inimaginable: nos referimos al asesinato masivo y científicamente organizado de judíos. La ideología totalitaria funciona como un hecho consumado. No se siente afectada por ningún tipo de acontecimientos exteriores a ella ni por la opinión de otros. Esta idea le sirvió cuando empezó a informar sobre el caso Eichmann. El contacto con Eichmann confirmó tu tesis anterior: el nacionalsocialismo no debe ser considerado como el afloramiento de elementos soterrados ajenos a nuestra civilización, sino que es un fenómeno surgido en el seno de esta civilización.
Para Arendt, nos encontramos ante el mismo dilema frente al cual el nacionalsocialismo respondió de manera destructiva. ¿Cuál es este dilema? Nos hallamos en una era en que las distancias han desaparecido como consecuencia de la industrialización, en que los pueblos se relacionan cada vez más estrechamente produciéndose de ese modo una masificación del individuo hasta ahora desconocida, que por efecto de la pérdida de los lazos sociales tradicionales y de sus sistemas de valores, se encuentra solo y abandonado a sus propios recursos y que ya no está dispuesto a aceptar la carga que representa la responsabilidad política, al tiempo que se ve obligado a asumir una responsabilidad mucho más amplia.
via Blogger https://ift.tt/2PuofrM
0 notes
guncelpdfindir-blog · 7 years ago
Text
Kafka : Boyun Eğmeyen Hayalperest
Kafka : Boyun Eğmeyen Hayalperest Kafka’ya dair hâlâ yeni bir şey söylenebilir mi? Bu kitabın bu konuda bir iddiası var. Gerçekten de bence Kafka’nın eserinin büyüleyici itaatsizlik gücünü açıklamak için farklı bir gözle bakmanın vakti gelmiştir. Walter Benjamin Kafka üzerine ünlü denemesinde (ne yazık ki pek dikkate alınmayan) bir uyarıda bulunuyordu: “Kafka’nın yazılarında ihtiyatla, sakınarak, kuşkuyla, el yordamıyla ilerlemek gerekir.” Kafka üzerine yorumlar, sürekli büyümekte olan bir belge yığını halinde, hem karmakarışık dilleri nedeniyle hem de sonsuz açıdan ele alma teşebbüsüyle zaman içerisinde bir Babil Kulesi biçimini ve havasını almıştır. En ilginç Kafka okumalarının genellikle kadınlardan gelmiş olması bir tesadüf müdür? Hannah Arendt, Marthe Robert, Rosemarie Ferenczi ve Marina Cavarocci-Arbib gibi kadın yazarları anmak gerekir. Onların çalışmaları, Kafka üzerine “ikincil literatürün önemli bir bölümünün oldukça tekdüze ve belli belirsiz yığınından belirgin bir şekilde ayrılmaktadır. Ben onların analizleriyle her zaman hemfikir olmasam da, kendi düşüncelerimi bir başka yönde geliştirmek için onların kimi katkılarından geniş ölçüde destek gördüm -M. Löwy
Kafka : Boyun Eğmeyen Hayalperest
0 notes
kitabinipdfindir-blog · 7 years ago
Text
Walter Benjamin Kitabı
Walter Benjamin Kitabı
Hannah Arendt’ın Önsözüyle “Genellikle bir devir, ondan en az etkilenenlere, ona en uzak olanlara, dolayısıyla da ondan en çok acı çekenlere çok açık bir şekilde damgasını vurur. … Benjamin’in de başına gelen buydu. Hali tavrı, dinlerken ve konuşurken başını tutuş biçimi, hareketleri, davranışları, özellikle de sözcük seçimine, sözdizimine varasıya konuşma tarzı, nihayet, kendine özgü açıksözlülüğü… hepsi öylesine eski moda görünüyordu ki, tıpkı yabancı bir ülkenin kıyısına vuran biri gibi, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla sürgün edilen biri gibiydi. … [Kendisini] ‘parçalanmakta olan bir yelken direğinin tepesi’nde ya da yıkıntılar arasında ‘yaşarken ölü ve gerçekten hayatta kalmış’ biri [gibi duyumsuyordu]: …  Zengin ve garip olan şeyleri, derinliklerdeki incileri ve mercanları alıp su üstüne çıkarmak için denizin dibine kadar inen bir inci avcısı gibi… – Hannah Arendt   Walter Benjamin’in bir felsefeci ve eleştirel kuramcı olarak önemi onun çok çeşitli alanlarda ve kendine özgü bir parıltıyla kalem oynatmasından, ürettiği düşüncelerin bugün de çok verimli tartışmalara yol açmasından ileri gelir. Siyasal yönelimli bir estetik ve kültür kuramı geliştirme yönündeki çabaları hem Frankfurt Okulu hem de Brecht açısından hatırı sayılır bir uyaran olmuştur. Yazdığı eserler erken dönem Alman Romantizmine duyulan ilgiyi yeniden canlandırmış, film kuramının gelişmesine katkıda bulunmuş, kültür kuramını, yanı sıra modern döneme egemen olan felsefi kavramları etkilemiş, Derrida, Agamben ve Habermas gibi düşünürlere kaynaklık etmiş ve siyasal teolojinin yeniden tartışılmasına vesile olmuştur.
Bu seçkide, kısa ömrüne rağmen yirminci yüzyılın en önemli düşünürleri arasına girmeyi başaran Walter Benjamin’i ve onun o çok yönlü ve verimli eserini okurla olabildiğince buluşturmayı amaçlıyoruz.
Walter Benjamin Kitabı
0 notes
ebookindiroku-blog · 7 years ago
Text
Walter Benjamin Kitabı Ebook
Walter Benjamin Kitabı
Hannah Arendt’ın Önsözüyle “Genellikle bir devir, ondan en az etkilenenlere, ona en uzak olanlara, dolayısıyla da ondan en çok acı çekenlere çok açık bir şekilde damgasını vurur. … Benjamin’in de başına gelen buydu. Hali tavrı, dinlerken ve konuşurken başını tutuş biçimi, hareketleri, davranışları, özellikle de sözcük seçimine, sözdizimine varasıya konuşma tarzı, nihayet, kendine özgü açıksözlülüğü… hepsi öylesine eski moda görünüyordu ki, tıpkı yabancı bir ülkenin kıyısına vuran biri gibi, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla sürgün edilen biri gibiydi. … [Kendisini] ‘parçalanmakta olan bir yelken direğinin tepesi’nde ya da yıkıntılar arasında ‘yaşarken ölü ve gerçekten hayatta kalmış’ biri [gibi duyumsuyordu]: …  Zengin ve garip olan şeyleri, derinliklerdeki incileri ve mercanları alıp su üstüne çıkarmak için denizin dibine kadar inen bir inci avcısı gibi… – Hannah Arendt   Walter Benjamin’in bir felsefeci ve eleştirel kuramcı olarak önemi onun çok çeşitli alanlarda ve kendine özgü bir parıltıyla kalem oynatmasından, ürettiği düşüncelerin bugün de çok verimli tartışmalara yol açmasından ileri gelir. Siyasal yönelimli bir estetik ve kültür kuramı geliştirme yönündeki çabaları hem Frankfurt Okulu hem de Brecht açısından hatırı sayılır bir uyaran olmuştur. Yazdığı eserler erken dönem Alman Romantizmine duyulan ilgiyi yeniden canlandırmış, film kuramının gelişmesine katkıda bulunmuş, kültür kuramını, yanı sıra modern döneme egemen olan felsefi kavramları etkilemiş, Derrida, Agamben ve Habermas gibi düşünürlere kaynaklık etmiş ve siyasal teolojinin yeniden tartışılmasına vesile olmuştur.
Bu seçkide, kısa ömrüne rağmen yirminci yüzyılın en önemli düşünürleri arasına girmeyi başaran Walter Benjamin’i ve onun o çok yönlü ve verimli eserini okurla olabildiğince buluşturmayı amaçlıyoruz.
Walter Benjamin Kitabı Ebook
0 notes
kitapindiroku · 8 years ago
Text
Terörizm mi Direniş mi? & Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair Kitabı pdf indir pdf indir
Terörizm mi Direniş mi? & Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair “Terörizm paradoksu”nu yaşıyoruz. Hepimiz hem kurbanız hem de zanlı. Her an herhangi bir yerde patlayacak bir bombayla ölebilir, ağzımızdan çıkacak en ufak itirazdan dolayı terörist damgası yiyebiliriz. Bütün kavramları bulandırıp dejenere etmek, her türden iktidar ve tahakkümün temel marifeti, propagandif bir araçsallaştırma ve manipülasyon yöntemidir. Dolayısıyla tahakkümün öncelikle dilde kurulduğunu söyleyebiliriz. Gérard Rabinovitch, bu özlü metninde, modern siyaset diline Fransız Devrimi sırasında giren “terörizm” ve “direniş”in karşıt temellere dayalı iki mücadele tarzı olduğunu; İkinci Dünya Savaşı’ndaki direnişlere, tarihsel, antropolojik ve sosyolojik kaynaklara başvurarak, Sokrates, Arendt, Adorno, Benjamin, Camus, Narodnikler, Fransız Direnişçileri gibi farklı düşünür ve eylemcilerden yola çıkarak irdeliyor. Silahlı biçimlerinde dahi “yaşasın hayat!” diyen, egemen libido’ya engel oluşturan duygusal ve etik bir insanlık haline işaret eden Direniş’in, İnsan Hakları Bildirgesi’nden bu yana zorbalığa ve zorbaya karşı koymak anlamında mutlak bir değer kategorisine yerleştiğini, siyaset felsefesi ve etik açısından taşıdığı tüm anlamlarla birlikte ortaya koyuyor.
Terörizm mi Direniş mi? & Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
dipnotski · 10 months ago
Text
Kolektif – Başkası ve Şiddet (2024)
Devletin kuruluşu bireyler için düzen ve güvenliği olanaklı kılsa da şiddetin tamamıyla ortadan kalkmasını sağlamadı. Bugün uygar dünyayı tanımlarken siyasal referansımız genelde liberal ve parlamenter demokrasilerdir; siyasal olanın özünü ise ‘özgürlük’ ve ‘müzakere’ kavramları belirler. Ancak demokrasiler de dâhil bütün rejimlerin siyasal alanını oluşturan ögeler içerisinde güç karşılaşmalarına…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yorgunherakles · 6 months ago
Text
çünkü bırakılmışlık, iradenin alanına dahil değildir.
heidegger - varlık ve zaman
6 notes · View notes
jackweizsacker-blog · 8 years ago
Text
SİYASİ İLAHİYAT: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm
Bu yazıya Carl Schmitt'in Siyasi İlahiyat isimli eserinin incelemesini yapmak ve devlet kuramındaki ilahi tasavvurlara dikkat çekmek niyetiyle başlıyorum. Yazımın konusu olarak Carl Schmitt'i seçmemin sebebini de açıklamayı ihmal etmemem gerektiği kanaatindeyim. Öncelikle böyle bir düşünürü ait olduğu tarihin tozlu sayfalarından diriltip tekrar önünüze koymamın sebebi dünyamızın bugün, şu anda içinde bulunduğu konjonktürdür. Globalizm ve yerellik, liberalizm ve milliyetçilik arasında sıcak bir çatışmanın yükseldiği şu günlerde Schmitt'in eserine değinerek bu konuda daha önceden söylenmiş olan sözleri ortaya koymak ve sizleri, okuyucuyu kavganın kökenine götürmek niyetindeyim. Velhâsıl Schmitt, her yazısında liberalizmi eleştirmiş, liberalizmin kendisini zorla, başka bir alternatife mahal vermeyecek bir surette yaymasını eleştirmiş bir düşünürdür.
Birleşik Devletler'de Trump'ın seçildiği, Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden ayrıldığı, Fransa'da Le Pen'in, Avrupa'da diğer aşırı sağ partilerin, Rusya'da Putin yönetiminin ve Alexander Dugin'in Avrasyacılık ideolojisinin, Alt Right adı verilen internet hareketinin yükseldiği şu konjonktürde, olayları takip eden bir kişi bu yazının değindiği noktaları anlamakta zorluk çekmeyecektir. Ancak başlamadan evvel henüz bir terra incognita (keşfedilmemiş toprak) olan yazar konusunda bilgi vermeyi zarurî görüyorum.
Bir Katolik olan Schmitt, Almanya'nın XX. yüzyılda yetiştirdiği en önemli hukukçulardan birisidir. Bir Katolik papazının yardımıyla hukuk fakültesine giden Schmitt, Katolisizmden bir hayli etkilenmiş ve bu durum onun sonraki düşüncelerine kaynaklık etmiştir. İki dünya savaşı arasında yaşayan bu hukukçu-düşünür Almanya'nın ve dünyanın o dönemde içinde bulunduğu sorunları mükemmel bir şekilde tespit etmiş, reçeteler önermiş ve onunla karşılaşan hemen her entelektüelde hayranlık uyandırmakla kalmamış, onların düşünce dünyalarında derin değişimler yaratmıştır. Heidegger, Hannah Arendt, Walter Benjamin ve Leo Strauss gibi düşünürler ortaya koydukları ürünleri onun etkisinde oluşturmuşlardır. Düşünceleriyle köklü değişimler yaratan Schmitt, Nazilerin iktidara gelmesinin ardından NSDAP'ın anayasa komisyonunun başına gelmiş ve III. Reich ile işbirliği yapmıştır. II. Dünya Savaşı'nın ardından Nürnberg Mahkemeleri'nde yargılanan Schmitt, hiçbir suça iştirak etmediği gerekçesiyle, serbest bırakılmış ve hayatının geri kalanında bizzat kendi arkadaşları tarafından aforoz edilmiş, persona non grata (istenmeyen adam) olarak inzivaya çekilmiştir.
Max Weber öncesi de, dinî kaynaklı bazı inançların siyâsi literatüre etkisi fark edilmişti. Yerleşmiş bazı ilahi tasavvurların sekülerleşerek kendisine devlet kuramında yer edindiği açıkça görülüyordu. Ancak Max Weber'e gelene kadar kimse bunu sistemli, anlaşılır ve hayret verici bir şekilde ayrıntılı açıklamamıştı. Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde kapitalizmin başarılı olduğu ülkelerin Protestan geçmişe sahip olmasından yola çıkarak kapitalist serbest piyasa, özel mülkiyet ve kültürel liberalizmin kökeninin Protestanlıktan geldiğini ortaya koymuştu. Schmitt ise bunun üzerinden yola çıkarak Siyasi İlahiyat isimli eserinde hukuki kavramların ve egemenlik kavramının sosyolojisine değinmiştir.
Schmitt'in kitabı dört bölümden oluşmaktadır, yazının bundan sonraki bölümünde bu bölümlerin incelemesini yaparak ilerlemeyi konuyu dağıtmamak adına faydalı görüyorum.
I. Bölüm: Egemenliğin Tanımı
Schmitt egemenliği çok kısa bir şekilde tanımlıyor: “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir.” Bu tanımla herhangi bir olağanüstü hâl kararnamesi kast edilmez. Çünkü Schmitt'e göre olağanüstü hâlin, egemenliği hukukî tanımı ile sistematik ve hukuk mantığıyla bağdaşan bir temeli vardır. Desizyonizm olarak literatürümüze girmiş bu husus Türkçeye “kararcılık” olarak çevirilebilir. Olağanüstü hal konusunda verilen karar tam anlamıyla bir karardır. Bu bölümde Bodin'de egemenlik kavramı ve doğal hukukçu devlet kavramına değinen Schmitt, liberal demokrasilerin hukuk devleti doktrininde olağanüstü hâlin yok sayılmasına da değinir. Cumhuriyeti ilgâ ederek kendisini İmparator ilân eden III. Napolyon'u hezimete uğratarak Fransa'yı işgâl eden ve Versailles Sarayı'nda dağılmış Alman devletçiklerini yeniden birleştirip II. Reich'ı oluşturan Otto von Bismarck döneminde yaşanan anayasal krizin kökenini siyâsi liberalizm olarak betimleyen Schmitt, liberal hukuk doktrininin ana öğesini oluşturan parlamenter demokrasiyi “bir zamandan sonra şirketlerin, grupların ve sapkın tarikatlerin emellerini kollayan yozlaşmış bir sistem” olarak tanımlar.
II. Bölüm: Hukukî Şekil Sorunu Olarak Egemenlik Sorunu
Schmitt'e göre anayasalar, bir devletin uyması ve tâbi olması gereken metinler değildir. Anayasalar bir devletin hâli, var oluşunun tanımı olan metinlerdir. Bu bölümde Kelsen ve Krabbe gibi hukukçuların eserlerine değinen yazar, ortaya koydukları perspektifi izâh ettikten sonra bu hukukçuları eleştirir. Schmitt'e göre Kelsen inkâr içindedir, onun her şeyi şekilciliğe indirgeyen teorisi pratikte anlam ifâde etmemekle birlikte, Kelsen “egemeni” ve “egemenlik sorununu” hafife almaktadır. Krabbe'nin teorisi ise hukuk ve devleti eşit görmekle kalmayıp, gücün hukuk düzeninde bulunması gerektiğini savunan ve devlete sadece bu hukukî değerleri belirleme yetkisi veren bir teoridir. Krabbe'ye göre devlet bir “kurucu” değil, bir “belirleyici” görevindedir. İnsanların hukuk düzenine olan saygısını ve inancını hükümdarların, monarkların üstüne koyan Krabbe de bu bölümde sertçe eleştirilmiştir. “Devlet bu yolla sadece açıklayıcı bir müjdeci olursa artık egemen değildir.” Desizyonizm teriminin mucidi olan Schmitt egemenin doğasını “karar verme yetkisi” ile açıklar. Karar verme yetkisine sahip olmayan bir devlet, egemen değildir.
Wolzendorff'un devlet teorisi ise devleti sadece “düzeni sağlamakla görevli” bir muhafız olarak betimler. Wolzendorff'un saf teorisine göre devlet “nihâi karar veren garantör” sıfatına sahiptir. Bu da Wolzendorff bile farkında olmadan onu aslında desizyonizme (kararcılığa) yaklaştırır.
AUTORIAS, NON VERITAS FACIT LEGEM
(Yasaları otorite yapar, gerçek değil.)
Bu kısımda Schmitt, hukuk biliminde iki ana temel yaklaşımın varlığına vurgu yapar. Kendisinin literatüre kazandırdığı desizyonizm kavramının köküne inip Thomas Hobbes'u çıkarır. Üstteki söz, Hobbes'un Leviathan'ında geçen bir sözdür. Burada desizyonizm ve personalizm arasındaki çatışmayı hukuk biliminin en büyük çıkmazlarından birisi olarak yorumlar.
III. Bölüm: Siyasi İlahiyat
“Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, sekülerleşmiş ilahiyat kavramlardır.“ Bu cümle ile üçüncü bölüme başlayan Schmitt, bunu sadece kavramların tarihi gelişimi ile açıklamaz. İlahiyattan direkt olarak devlet kuramına aktarıldıklarını savunur. Örneğin Tanrı'nın “kadir-i mutlak” vasfı, devletin kanun koyucu vasfıdır. İlahiyatta mucizenin taşıdığı anlam hukukta olağanüstü hal için vardır. Bu ilahiyat terimlerinin devlet kuramlarında canlanmasının bir diğer sebebi ise hukuk ve ilahiyat arasındaki sistematik bağlantıdır. Metodolojik olarak birbirlerine eş denilebilecek derecede bir benzerliktir bu. Bu sistematik benzerlik Leibniz'in Nova Methodus (Yeni Metod) isimli eserinde en açık şekilde açıklanmıştır. Leibniz'e göre hukuku, tıp, matematik gibi sistemlerle karşılaştırmak hatalıdır, onun benzerliği ilahiyatladır. İkisinde de:
Duplex Principium (Prensip çifti),
Ratio (bu yüzden doğal hukuk ve doğal ilahiyat vardır.),
Scriptura (emir ve vahiyleri içeren kutsal kitap) vardır.
Bu benzerlik ise ilahiyat kavramlarını ve dini olayları hukuk ve siyaset literatürüne geçmesinde oldukça etkilidir. Schmitt'e göre ilahiyat mucizelerini her şekliyle reddeden “Aydınlanma Rasyonalizmi” ve ondan doğan siyâsi liberalizm, hukukta olağanüstü halin varlığını tamamiyle reddetmiştir. Halbuki Schmitt'e göre, kamu hukukunu kenarından köşesinden inceleme fırsatı bulmuş herkes devletin bir Deus ex Machina (Makine Tanrı) gibi her alana sirayet etmiş, bazen lütufkar ve şefkatli bir hükümdar, bazen polis, bazen de gözetleyici konumuyla hayatın her alanına yayıldığını görecektir. Burada dikkati çekmek bir başka husus da şudur, Hristiyan İlahiyatının beslendiği üç ana köken vardır; Eski Ahit ile şekillenen Musevî İlâhiyatı, Doğu Mistisizmi ve son olarak ise Roma Paganizmi. Literatürümüzde “kuvvetler ayrılığı” olarak geçen ve yasama, yürütme, yargı erklerini birbirinden ayıran teorinin Hristiyanlıktaki Teslis (Trinity) yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'u birbirinden ayıran ama onları monist bir ifadeyle “bir” hâline getiren inanç sisteminden bağımsız olduğunu savunabilir miyiz? Kökenini Doğu Mistisizminde bulan bu üçlü inanç elbette ki kuvvetler ayrılığı teorisinden bağımsız değildir. Hinduizm metinlerinde “en üstün egemen olan Tanrı'nın” üç yüzünden bahsedilir. Bunlar Brahma (Yaratıcı Tanrı), Vişnu (Koruyucu Tanrı) ve Şiva‘dır (Yok Edici Tanrı). Şüphesiz ki önce Doğu Mistisizminde görüntüsünü bulan Teslis düşüncesi hukuk literatürümüzü bu kadar derinden etkilemiştir. Kelsen de ilahiyatla hukuk arasındaki metodolojik bağlantıya 1920'de yazdığı yazıda dikkat çekmiştir ancak yine de kendi teorisinin doğruluğundan emindir. Kelsen ile vücuda bürünen hukuk doktrini, demokrasinin neredeyse ayrılamaz parçalarından birisidir ve demokrasi, siyasi göreceliğin mucize ve dogmalardan arın(dırıl)mış, insan aklı ve şüphecilik üzerine kurulmuş bir bilimselliğin ifadesidir.
Schmitt'e göre Aydınlanma Rasyonalizminin Katolisizime açtığı laiklik savaşında ve Kulturkampf (Kültür Savaşı) sürecinde Protestan ahlâkından doğan liberal hukuk doktrinine karşı Bonald, De Maistre, Donoso Cortes gibi Katolik Muhafazakarlar karşı devrim bayrağını çekmiştir. Bu görüş tam anlamıyla monarşisttir. Karşı devrimci felsefeye göre monark, hükümdar, imparator, Tanrı'nın yeryüzüne kartezyen düşümüdür. Atger'in deyimiyle: “Prens, devletin doğasında var olan bütün özellikleri bir tür sürekli yaratım yoluyla geliştirir. Prens, siyasi dünyaya aktarılan kartezyen Tanrı'dır.” Bu duruma Descartes da değinmiştir, Mersenne'e yazdığı mektupta Descartes şöyle demektedir: “Doğadaki bu yasaları yapan Tanrı'dır, tıpkı kralın kendi krallığındaki yasaları yaptığı gibi.”
Max Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu eserinde Protestan İlahiyatının ayrıntılarına da inmesi önemlidir, Protestan inancı Tanrı'nın varlığını kabul etmekle beraber, onun müdahale etmediği görüşündedir. İşte Protestan ahlakından doğan siyasi liberalizm de bir Prens'in varlığını gerekli görmekle birlikte o Prens'in kollarını koparan demokratik önlemler almıştır. Tanrı vardır ama karışmaz, Prens vardır ama iktidarsızdır. İşte buna karşı bayrak açan Donoso Cortes de Kralcılığı hala savunur ve yürekten bir monarşisttir. Bu yüzden Monarşi devrinin artık bittiğini, kralların artık öldürüldüğünü fark ettiğinde onun kartezyen Tanrısının tek bir çıkış noktası kalmıştır: Diktatörlük. 
Bu durum Schmitt, Julius Evola gibi yeni dönem gelenekçilerinin niçin Adolf Hitler ve Benito Mussolini ile ittifak kurduğunun sırrını da açıklamış olmaktadır.
IV. Bölüm: Karşı Devrimin Devlet Felsefesi Üzerine
(De Maistre, Bonald, Donoso Cortes)
Ortaçağ koşullarını idealize ettikleri için Avrupa'da romantik olarak adlandırılan Katolik devlet düşünürlerine göre ebedi sohbet ancak korkunç bir komikliğin fantezi ürünü olabilir. Çünkü bu adamların karşı devrimine damga vuran, zamanın karar verme zamanı olduğunun idrakıdır. Bu karar verme, kendisini zorla kabul ettiren modernizme karşı bir karar vermedir. 1789 Fransız İhtilali ve 1848 Ayaklanmaları en üst seviyeye ulaşan bir enerjiyle devrim getirmektedir. Newman, “Katolisizm ve Ateizm arasında orta yol yoktur” derken bunu kast eder. Bu devrimi protesto eden karşı devrimcilerden Bonald'a göre gelenekçilik zaruridir çünkü “tekil bireyin aklı gerçekliği göremeyecek kadar zayıf ve perişandır”.
De Maistre ise egemenlik kavramına, tıpkı Hobbes ve Schmitt gibi karar anlamı yükler. Devlet bir karar verir ve Kilise de temyiz olunamayan nihai kararı oluşturur. Temyiz edilemeyen bu nihai kararın özü “yanılmazlıktır”. Yanılmazlık ise De Maistre'ye göre egemen ile tamamen eş anlamlıdır (parfaitement synonymes). De Maistre'nin sözleriyle: “Her hükümranlık yanılmazmışçasına hareket eder ve her yönetim mutlaktır.” Bu sözün üzerine kafa yorduğumuzda tam da bir anarşistin ağzından çıkmış bir cümle gibi durmaktadır. Nitekim Babeuf'ten Bakunin'e, Stirner'dan Proudhon'a, Kropotkin'den Otto Gross'a kadar hemen her anarşist düşünce “insanlar iyidir ama yönetimler çürümeye eğilimlidir.” cümlesi etrafında döner. De Maistre'nin ise hükümranlığın yanılmaz mutlaklığını betimlemesi onun bu çürümeye eğilimine mi işaret etmektedir? Burada anarşistlerle, Katolik muhafazakarları ayıran şey insanın doğasıdır. Anarşistler insan doğasının iyiliğinden dem vurmaktadırlar. Bir anarşist örgüt olan Black Rose (Siyah Gül) örgütünün mottosu “Radix Malorum est Cupiditas”tır. Kötülüğün kökenini mülkiyet olarak gören bu anarşist örgütün temel savı, mülkiyetsiz bir dünyada kötülüğün olmayacağıdır. Yine Murray Rothbard tarafından teorize edilmiş bulunan Anarko-Kapitalizm ise kötülüğün devletten yayıldığını öne sürmüştür. Katolik muhafazakarlar ise tam tersi görüştedir, onlara göre her hükümet, kurulduğu andan itibaren, iyi bir hükümettir. İnsanın doğası ise kötülüktür, insan irâdesi bir "ilk günah” ile ortaya çıkmıştır. Semâvi dinlerde bulunan yasak meyveyi yeme günahı, Hristiyan Teolojisinde insanı sonsuz günahkar yapmıştır. İsa'nın çarmıha gerilişi ve dikenli tacı giymesi ise insanın arınmasıdır. İsa, insanlığın günahları için ölmüştür. Bu semboloji Katolik muhafazakarları insanın doğuştan kötü olduğu sonucuna götürür. Bu yüzdendir ki, “insan iyidir.” diyen bir Rus anarşiste verilebilecek en iyi cevap, bir İspanyol Katolik'in “Eğer Tanrı söylemediyse insanların iyi olduğunu nereden biliyorsun?” cevabıdır.
Gerek Marksizm, gerekse Liberalizmin çıktığı rahim olan Aydınlanma Rasyonalizmine insan eğitimsiz, aptal ve kabadır ancak kötü değildir, eğitilebilirdir. Bu da Luther'in İncil'i çevirmesinden sonra Katoliklere karşı çıkarak “İnsanlar ilk günahlarından sonra affedilmiştir, insanlık sonsuz günahkar değil ancak alçaktır.” demesine dayanır. Affedilmiş insan artık günahkar değildir. Aydınlanma Rasyonalizminin insanı “eğitilebilir” olarak tanımlaması Jean Jacques Rousseau'nun Sosyal Sözleşme eserine de yansımıştır. Cahil insanlık, insan doğasını değiştirmeye muktedir bir kanun koyucu (legislateur) tarafından değiştirilir. Karl Marx'ı Bakunin'den ayıran husus da buradadır. Çünkü üstte değindiğimiz gibi Bakunin insanın kesinlikle iyi olduğunu, otoritelerin ve milli, dini bağlılıkların insanı yozlaştırdığını savunurken Marx ise insanın anarşist bir düzene erişebilmesi için hala eğitilmesi gerektiğini savunur. Komünizm ütopyası öncesi dünyanın bir proleter sosyalist devrim tecrübesi yaşamasının zorunlu görülmesinin sebebi budur. Proleter Sosyalist Diktatoryanın birincil görevi aptal ve kaba insanlığı eğitmektir.
Donoso Cortes ise insanı yerin dibine sokar, diğer Katolik muhafazakarlara göre daha radikal söylemlerde bulunur, Cortes'e göre “kötülüğün zaferi doğaldır, bunu ancak Tanrı'nın mucizesi durdurabilir. İnsanlık girişi ve çıkışı belli olmayan bir labirentte kör topal sendeler ve biz buna tarih deriz”. Burada Cortes çok önceden ateist sosyalizm ile patlak verecek kanlı bir savaşı öngörmüştür.
Cortes, liberalleri ise hor görür. Liberaller savaşta karar vermek yerine müzakere yoluna giderler, burjuva liberalizmi Cortes'e göre tartışan bir sınıfın ideolojisidir ve özü pazarlıktır. Burjuvazi böylece mahkum edilmiştir. Cortes, burjuva liberallere şu soruyu yöneltir: “Bir Tanrı istersiniz ama faal olmasını istemezsiniz, bir monark istersiniz ama bu monarkın faal olmasını istemezsiniz, özgürlük ve eşitlik talep edersiniz ama hükümetleri paranızla satın alabilmek için seçme seçilme hakkına sığınıp eğitimsiz ve yoksul insanları baskı altında tutarsınız, soy aristokrasisini ortadan kaldırırsınız ama yerine aristokrasinin en aptal ve bayağı şekli olan para aristokrasisini getirirsiniz. Kralın da, halkın da egemenliğini istemezsiniz, o hâlde sizin asıl istediğiniz nedir?”
Oysa ki, Monarşizm devri artık kapandığına göre ve krallar öldürüldüğüne göre diktatörlük zaruridir. Diktatörlük ise tartışmanın zıttıdır. Sonuç olarak Katolik muhafazakarların her türlü ahlaki değerlendirmesi onları ilahiyata ve otoriteye götürür. Günümüz konjonktüründe yaşanan savaşın ana hatları bu şekilde açıklanabilir. Donoso Cortes ise hala ait olduğu tarihten bizlere “insanlık özgürlüğe mahkum edilmiştir!” diye bağırmaktadır.
1 note · View note
pdfkitapindiroku-blog · 8 years ago
Text
Terörizm mi Direniş mi? Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair pdf indir
“Terörizm paradoksu”nu yaşıyoruz. Hepimiz hem kurbanız hem de zanlı. Her an herhangi bir yerde patlayacak bir bombayla ölebilir, ağzımızdan çıkacak en ufak itirazdan dolayı terörist damgası yiyebiliriz. Bütün kavramları bulandırıp dejenere etmek, her türden iktidar ve tahakkümün temel marifeti, propagandif bir araçsallaştırma ve manipülasyon yöntemidir. Dolayısıyla tahakkümün öncelikle dilde kurulduğunu söyleyebiliriz. Gérard Rabinovitch, bu özlü metninde, modern siyaset diline Fransız Devrimi sırasında giren “terörizm” ve “direniş”in karşıt temellere dayalı iki mücadele tarzı olduğunu; İkinci Dünya Savaşı’ndaki direnişlere, tarihsel, antropolojik ve sosyolojik kaynaklara başvurarak, Sokrates, Arendt, Adorno, Benjamin, Camus, Narodnikler, Fransız Direnişçileri gibi farklı düşünür ve eylemcilerden yola çıkarak irdeliyor. Silahlı biçimlerinde dahi “yaşasın hayat!” diyen, egemen libido’ya engel oluşturan duygusal ve etik bir insanlık haline işaret eden Direniş’in, İnsan Hakları Bildirgesi’nden bu yana zorbalığa ve zorbaya karşı koymak anlamında mutlak bir değer kategorisine yerleştiğini, siyaset felsefesi ve etik açısından taşıdığı tüm anlamlarla birlikte ortaya koyuyor.
Terörizm mi Direniş mi? Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair pdf indir oku
0 notes
yorgunherakles · 3 years ago
Quote
yitirmek kaçınılmazdır.
erich fromm - sahip olmak ya da olmak
21 notes · View notes
yorgunherakles · 4 years ago
Quote
platon felsefenin başlangıcını hayret olarak tanımlar...heidegger bir gün tamamen platon mantığınca bunu şöyle ifade etti; “sadelikten hayret duyma yeteneği”.
arendt , heidegger - mektuplar
17 notes · View notes