#yerel toplumlar
Explore tagged Tumblr posts
lefkosahaberleri · 6 days ago
Text
EIT RawMaterials ve TETHYS İş Birliği ile Orta Koridor'un Dönüşümü
New Post has been published on https://lefkosa.com.tr/eit-rawmaterials-ve-tethys-is-birligi-ile-orta-koridorun-donusumu-37914/
EIT RawMaterials ve TETHYS İş Birliği ile Orta Koridor'un Dönüşümü
Tumblr media
EIT RawMaterials ve TETHYS’in iş birliği ile Orta Koridor’un dönüşümü, sürdürülebilir malzeme yönetimi ve inovasyon odaklı stratejilerle daha verimli hale geliyor. Detaylar için makalemizi okuyun!
https://lefkosa.com.tr/eit-rawmaterials-ve-tethys-is-birligi-ile-orta-koridorun-donusumu-37914/ --------
0 notes
yemektarifim · 1 year ago
Text
2024 Yemek Tarifi Ve Geçmişi
Tumblr media
Yemek Tarifi Kültürü: Lezzetlerin ve Mirasın İzinde
Gelişen dünya ile birlikte insanların yaşam tarzları, alışkanlıkları ve hatta beslenme şekilleri de değişiyor. Ancak, yemek tarifleri, lezzetler ve mutfak kültürleri, bir toplumun geçmişinden günümüze taşıdığı önemli bir mirası temsil eder. Yemek tarifleri, sadece bir malzeme listesi ve pişirme yönteminden ibaret değildir. Aynı zamanda bir kültürün, tarihin ve hatta coğrafyanın yansımasıdır.
Lezzethanem.com olarak aradığınız yemek tariflerini bulabilirsiniz.
Yemek Tarifi: Bir Mirasın İfadesi
Yemek tarifleri, kuşaktan kuşağa aktarılan bir mirasın taşıyıcısıdır. Anneannelerden büyükannelere, babalardan dedelere, aile içinde öğretilen tarifler, sadece lezzetleri değil, aynı zamanda aile bağlarını ve kültürel kimliği de temsil eder. Bir yemek tarifi, bir ailenin veya toplumun hikayesini anlatan bir belgedir.
Coğrafi Çeşitlilik: Yemeklerin Haritası
Her coğrafyanın kendine özgü bir mutfak kültürü vardır. Bu kültürler, yerel iklim, toprak yapısı, hayvancılık ve tarih gibi çeşitli faktörlerden etkilenir. Örneğin, Akdeniz bölgesindeki mutfak, zeytinyağı, taze sebzeler ve deniz ürünlerinin bolca kullanıldığı bir karaktere sahiptir. Asya mutfağı ise baharatların yoğun kullanımı, pirinç temelli yemekler ve özenle hazırlanan soslarla bilinir. Bu coğrafi çeşitlilik, yemek tariflerini benzersiz kılar ve bir toplumun kültürel zenginliğini yansıtır.
Geleneksel ve Modern: Yemek Tariflerinde Evrim
Yemek tarifleri, zaman içinde evrim geçirir. Geleneksel tarifler, modern yaşam tarzlarına ve yeni mutfak trendlerine uyum sağlamak için adapte olabilir. Bu evrim, hem malzeme kullanımında hem de pişirme tekniklerinde görülebilir. Ancak, bu değişim sırasında geleneksel tatların ve kültürel unsurların korunması da önemlidir. Bir yemek tarifi, sadece malzemelerin bir araya getirilmesi değil, aynı zamanda geçmişin ve geleneklerin bir yansımasıdır.
Kültürel Etkileşim: Yemeklerin Diplomasisi
Yemek tarifleri, kültürler arası etkileşimin bir yolu olarak da görülebilir. Göç, ticaret ve iletişim yoluyla farklı toplumlar arasında malzeme ve tarif alışverişi, yeni lezzetlerin ve yemek kültürlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu, kültürler arasında bir bağ kurulmasına ve anlayışın artmasına olanak tanır. Restoranlar ve yemek festivalleri gibi platformlar, bu kültürel etkileşimi teşvik ederek, dünya çapında bir yemek kültürü oluşturmanın bir parçası haline gelir.
Sonuç: Yemek Tarifi, Geçmişin ve Geleceğin Köprüsü
Yemek tarifi kültürü, sadece bir tabak lezzetli yemek sunma amacının ötesine geçer. Bir toplumun tarihini, coğrafyasını ve değerlerini taşıyan bu tarifler, aynı zamanda gelecek nesillere bir miras bırakmanın bir yolu olarak da önem taşır. Yemek tarifi kültürü, insanların birbirleriyle bağ kurmalarını, tarihlerini anlamalarını ve kültürel çeşitliliği takdir etmelerini sağlayan güçlü bir araçtır.
3 notes · View notes
pazaryerigundem · 2 months ago
Text
Tiyatral Mardin Topluluğu'na önemli ödül
https://pazaryerigundem.com/haber/194938/tiyatral-mardin-topluluguna-onemli-odul/
Tiyatral Mardin Topluluğu'na önemli ödül
Tumblr media
Türk oyun yazarı İsmet Küntay adına kurulup, çalışmalarını aralıksız olarak 48 yıldır sürdüren Türkiye’nin en uzun soluklu ödül kuruluşunun ‘2023-2024′ tiyatro dönemi ödülleri açıklandı.
Şehmus EDİS (MARDİN İGFA) Ünlü oyun yazarı İsmet Küntay adına düzenlenen “49. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri”, Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) gerçekleştirilen ödül töreniyle sahiplerini buldu.
Seçici kurul başkanlığını, kurucu başkan Hayati Asılyazıcı’nın üstlendiği seçici kurulda Nilgün Serimoğlu, Oya Gökberk, Şerif Köyan, Oğuz K. Oğuz, Mehmet Erhan Sar, Seda Demirel ve Ahmet Duman yer aldı.
BİR ÖDÜL DE MARDİN’E
49. İsmet Küntay Yılın En Başarılı Yerel Tiyatro Ödülü , Rapunzel Mardin oyunuyla Tiyatral Mardin Topluluğuna verildi . 
Ödül töreninde konuşan Tiyatral Mardin yönetmenlerinden Metin Omuzlar , tiyatronun sadece bir sanat dalı olmadığını aynı zamanda toplumlar arası birleştirici bir gücü olduğunu söyledi . Mardin’deki çok dilli ve çok kültürlü yapıyı sahneye taşıdıklarını söyleyen Omuzlar bu ödülü bu kültüre katkıda bulunan tüm Mardinliler adına aldıklarını belirtti .
Tiyatral Mardin yönetmenlerinden Furkan Akalpoğlu ise bu ödülü ikinci kez kazanmanın tarifsiz bir duygu olduğunu ve bir peri masalının içinde gibi hissettiğini söyledi. Kısmen dezavantajlı bir yerden bu ödülü tekrar almanın zorluklarından bahseden Akalpoğlu 2018 yılında İsmet Küntay jürisine verdiği sözü tekrar hatırlattı : “Tiyatro Mardin’de ilelebet devam edecek!”
Tumblr media
0 notes
barkoturktv · 11 months ago
Link
0 notes
hetesiya · 2 years ago
Text
Bonapartizm, Faşizm, Kemalizm
Genellikle burjuvazinin hakim sınıf olarak egemenliğine en uygun rejimin «burjuva parlamenter demokrasi» diye de adlandırılan düzen olduğu düşünülür ve söylenir. Nasıl tasvir edilirse edilsin burjuva parlamenter rejim diye tarif edilen rejimin ne tarihte ne de halihazırda burjuvazinin egemen sınıf olduğu toplumların çoğunda (yani yeryüzünün tamamında) hüküm sürmediği bu yaygın inanışı peşinen çürüten bir gerçektir. Bu itibarla burjuva parlamenter rejimin burjuvazinin egemenliğinin en uygun biçimi olduğu fikri esasen burjuvazi adına/yerine düşünüp konuşan/yazanların bir ülküsünden ibarettir. Bunu bir «bilimsel gerçek» gibi benimseyip telaffuz edenler de son tahlilde bu ülküye bağlı olanlardan ibarettir ve öyle kalacaktır.
Doğrusu tarifine uygun olarak yani burjuvalar için ve burjuvalardan oluşan bir «demokrasinin»1 Fransız devrimini takip eden kısa bir dönemde veyahut ABD’nin bağımsızlığını elde etmesini takiben gerçekleştiği söylenebilir. Engels’in ilk burjuva toplumlar dediği Hollanda’da ve İtalya’daki bağımsız cumhuriyetler zamanı birer istisnadır. Hatta çok aykırı gibi gelse de gerek İtalya’da gerekse de Hollanda’da burjuvazinin gerçekten egemen sınıf haline gelmesiyle bu bağımsız cumhuriyetlerin yerini monarşiyle yönetilen merkezi devletler almıştır. Kendine özgü bir istisna olan İsviçre Konfederasyonu’nun bir benzeri de hiçbir zaman olmamıştır. Burjuva parlamenter rejimlerin tarifine en uygun biçime işlediği ülkeler ise daha çok meşruti monarşilerdir cumhuriyetler neredeyse istisnadır. Geri kalan çoğunluk ise cumhuriyet kisvesi altında ba
Demek ki burjuvazinin egemenliğine en uygun rejimin burjuva parlamenter rejim ve dolayısıyla cumhuriyet olduğu ancak soyutlama düzleminde doğru olan bir ifadedir. Gerçekte ise hiçbir zaman böyle bir karşılığı olmadığı daha doğrudur. Böylece bu rejime aykırı olan rejimlerin «olağanüstü rejimler» olduğu da bir safsata olmaktadır. Sadece safsata olmakla kalmayıp ufku burjuva demokrasisiyle bulanıklaşmış olanların tekerlediği bir kurmaca olur.
Asıl mutlak doğru burjuvazinin egemen sınıf olduğu her yerde ve her zaman devletin daima burjuva diktatörlüğü olduğu ve daima merkezileşmiş bir devlet iktidarına doğru yönelme eğiliminde olduğudur. Bu diktatörlüğün «demokratik» biçimi tıpkı köleci toplumun cumhuriyet/demokrasilerinde olduğu gibi sadece toprak ve köle sahibi olan yurttaşlar arasında ve onlar için bir demokrasi olarak tecelli edebilir; nitekim esas itibariyle öyledir. Bundan farklı olan ne varsa onların hepsi burjuva diktatörlüğüne burjuvazinin ihtiyaç ve ülküleri sayesinde değil aksine burjuvazinin egemenliğini tehdit ve tahdit eden sınıf mücadeleleri tarafından şırınga edilmiş ve bu itibarla da burjuvaziye yabancı/aykırı unsurlardır.
Dolayısıyla burjuva parlamenter rejim dışındaki burjuva diktatörlüklerine olağan üstü/olağan dışı rejimler etiketi yakıştırmak esasen ufku burjuva demokrasisiyle sınırlı ve bu hakim ideolojinin etkisinde olanların işi olsa gerektir.
Bu itibarla burjuvazinin burjuva parlamenter rejimden farklı egemenlik biçimleri/hallerini anlamak için evvela bu olağanüstü rejim gözbağından kurtulmak gerekiyor. Burjuva diktatörlüğünün bonapartizm, faşizm veya askeri diktatörlükler biçiminde tecelli edenlerinin birbirlerinden ayırt edilmesinin asıl anahtarı ne söz konusu ülkenin belli bir konjonktürdeki ihtiyaçlarında ne de toplumsal formasyonunun özgünlüklerinde aranmalıdır. Asıl bakılması gereken yer sınıf mücadelesinin seyri ve belli bir aşamasındaki akıbetidir. Sınıf mücadelesi dendiğinde de çoğu zaman özensiz bir biçimde yapıldığı gibi sendikal yahut yerel/kısmi mücadeleler değil proletaryanın sınıf düşmanı olan burjuvazinin egemenlik aracı olan devlete dair mücadelelerdir. Dosdoğru söylemek gerekirse bu devleti ele geçirip parçaladıktan sonra proletaryanın kendini egemen sınıf olarak tesis etmesini hedefleyen mücadelelerdir.
Olağan üstü veya olağan dışı denebilecek olan olgu ise burjuvazinin egemen sınıf olmaya devam ederken bu egemenliğin sınıf mücadelesinin tehdidi altında istikrarını kaybetmesi ve olağan işleyişinin bu sebeple aksamasıdır. Bu nedenle de burjuva diktatörlüğünün olağanüstü rejimler denen türlerinden hangisi bahis konusu olursa olsun bu rejimin yapısı ve mahiyetinden ziyade sınıf mücadelesinin seyrine ve akıbetine bakmak gerekir.
Bahis konusu olan burjuva egemenliğinin bonapartist veya faşist türleri olduğunda ise öne çıkan asıl özgünlük elbette «burjuvazinin eskisi gibi hüküm süremez hale geldiği ve yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmeye itiraz ettiği» koşullardır. Oysa bu koşullar aynı zamanda devrim tanımının temel unsurlarından birine işaret eder. Bu itibarla sözümona «olağanüstü» denen rejimler tam da bu olağanüstü durumda yani devrim koşullarında peydah olur ve devrimin başarı olasılığını önlemek üzere gerçekleşir. Ancak bunu sağlayabildikleri takdirde burjuvazinin hakimiyetinin biçimlerinden biri olurlar.
Demek ki bu durumda söz konusu olan bu güya olağanüstü rejimlerin ancak birer karşı-devrim olarak gerçekleştikleridir. Karşı devrim dendiğinde anlaşılması gereken de esas olarak devrim olasılığının ötelenmesi olarak anlaşılmalıdır. Bir başka açıdan da bu örnekler bir devrimin nasıl ıska geçtiğinin anlaşılması ve bilince çıkarılması bilhassa komünist devrimciler için bu rejimlerin özellikleri üzerinde kılı kırk yaran tahlil ve tasvirlerden daha önemlidir.
Hiç kuşkusuz bonapartizm faşizm ve burjuva parlamenter rejimler burjuva diktatörlüğünün birbirlerinden titizlikle ayırt edilmesi gereken farklı egemenlik biçimleridir. Bu ayırt etme gereği sözümona bir «bilimsel titizlik»ten ileri gelmez. Aksine bu rejimlerin ortaya çıkış koşullarının devrim olasılığına paralel olgular olduğu akılda tutulduğu takdirde bir başka husus önem kazanır: devrim seçeneğinin neden ve nasıl ıskalandığının anlaşılması için ve bu tür deneyimlerden başarılı bir proleter devrim yolunda ibret alınması için paha biçilmez dersler buradan çıkar.
Dolayısıyla bu kitapta gerek bonapartizm gerekse de faşizm konuları bunlar birbirlerinden titizlikle ayırt edilerek ele alınacak. Ama bilhassa bu rejimlerin galip gelişinin ardında komünistlerin/proleter devrimcilerin hangi hata ve kusurlarının yattığına odaklanan bir bakış açısı korunacak. Keza bunların her ikisinden de ayırt edilmek kaydıyla askeri cuntalar/askeri diktatörlükler de benzer bir yaklaşımla ele alınacak. Askeri diktatörlüklerin ayırt edilmesinin gereği bunların tıpkı parlamento vb. kurumlar gibi burjuva diktatörlüklerin temel ve asli kurumlarından olmalarıdır. Tırnak içine almak kaydıyla «olağanüstü» değil «olağan» işleyişler arasında mütalaa edilmelidirler. Bu bakımdan bir askeri diktatörlüğün işe yaramaması da tıpkı parlamenter rejimin tıkanması gibi olağan işleyişlerin tıkanması olarak görülmelidir.
Zira nasıl ki bir başka devletle savaş halinde (yani «siyasetin başka araçlarla sürdürüldüğü» koşullarda) silahlı kuvvetler öne çıkıp olağan üstü bir siyasi rol üstleniyorlarsa2 sınıf mücadelesinin seyrine göre veya bir başka devletin saldırısı koşullarında da benzer bir durum hasıl olabilir. Bu bakımdan bu tür «askeri rejimleri» parlamenter rejimden ayırt edildikleri gibi bonapartist ve faşist rejimlerden de ayırt etmek gerekiyor.
Bunun nedeni aslında çok basit bir olguyla ilişkilidir. Başarılı bir proleter devrim dışında tarihteki bütün devrimler yahut «devrim» gibi mütalaa edilen hükümet darbeleri eski devlet aygıtını ele geçirip onu kullanmakla sınırlı olmuştur. Bu itibarla da yeni gibi görünen ve hatta kimi bakımlardan çok köklü değişiklikleri ifade eden değişimler bile son tahlilde eski devlet makinesini devralıp kullanmakla sınırlı kalmıştır. Bu düzeydeki değişiklikler de devralınan eski devlet aygıtının yetkinleştirilmesi doğrultusunda olmuştur. Proleter devriminin gündeme geldiği kerteye kadarki bütün «devrimler» bu çerçevede kalır. Bu itibarla da ne bonapartizm, ne faşizm, ne de nasıl olursa olsun bir askeri darbe burjuvazinin tarihte yaptığından daha ileri bir noktaya çıkamaz çıkmamıştırlar da. Bir başka deyişle Marx’ın «Bugüne kadarki bütün devrimler eski devlet aygıtını ele geçirip yetkinleşmekle kalmıştır» demesi ve burjuvazinin de bugüne kadar bundan fazlasını yapmamış olduğuna parmak basması önem kazanır. Bir tek proleter devrimin eski devlet aygıtının parçalanıp ortadan kalkmasının yolunu açabileceği hakkındaki saptamayı ifade eder. Ancak anarşistlerden farklı olarak komünistler bunun bir çırpıda olmayacağının farkındadır ve bunun için proletaryanın egemen sınıf olacağı uzun bir geçiş dönemine ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Bu bir tercih değil yüzyıllar boyunca teşekkül edip mükemmelleşmiş olan devlet aygıtının büsbütün ortadan kalkması için hep yönetilmeye koşullanmış emekçi sınıfların bir devlet aygıtına hacet kalmadan kendi kendilerini yönetme yetisi kazanması ve yönetme/yönetilme ilişkisinin temelinde bulunan toplumsal işbölümünün ortadan kalkması için bu şarttır. Bonapartizm konusu bir kez daha bu kertede de kendini gösterir nitekim. Zira ezilen/sömürülen yığınların eski devlet aygıtının yıkılıp parçalanması aşamasında bile güvendikleri birileri tarafından yönetilmeye razı olma eğiliminde olduklarını defalarca somut olarak göstermiştir. «İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak» vurgusu bunun doğal ve otomatik bir şey olacağına işaret etmek üzere değil, ancak bu takdirde sağlanabileceğine dikkat çekmek için yapılmıştır. Bir başka deyişle bunun için de işçi sınıfına dışarıdan bir devrimci bilincin sistematik olarak aktarılmasına ihtiyaç vardır. Bu misyonu varlık nedeni olarak kavrayan ve proletaryanınkilerden başka çıkarı olmayan komünistlere de aynı nedenle mutlaka ihtiyaç vardır.
1 Bu konuda örnek/model olarak alınan Antik Çağ’ın «Atina Demokrasisi»nde köle ve toprak sahibi Atina yurttaşları arasındaki ilişkilerdi. Bu çağrışımdan hareketle Buradan çağrışımla burjuva demokrasisi de burjuvalar için ve burjuvalar tarafından işletilen bir demokrasiyi ifade etmek üzere tanımlandı. Bu nedenle ilk kertelerde varlık ve servet sahibi olanlar için ve onlar tarafından işletilen bir rejim olarak tasavvur edildi. Bu da genellikle ödenen vergiler üzerinden ölçülüyordu. Ama bu hiçbir zaman hiçbir yerde kalıcı ve mutlak olamadı. Burjuvazinin burjuvalar için burjuvalar tarafından işletilen bir düzen haline gelebilmesi sınıf mücadeleleri içinde çok karmaşık bir süreçte sağlanabildi ancak.
2 Örneğin Britanya bakımından Churchil’in Fransa’da De Gaule’ün o sırada muvazzaf olup olmadıklarından bağımsız olarak belirleyici bir siyasi rol üstlenmeleri gibi.
0 notes
epifizz · 6 years ago
Note
Peki, ırklar nasıl oluşmuştur? Yani insanlar Türk, Fransız, Alman gibi nasıl ve ne zaman ayrılmıştır?
Irklar, tür içerisindeki canlıların yerel habitatlara uyum amacıyla ya ada izole kalmaları durumunda birbirleri arasında minik morfolojik ve genetik çeşitlilik oluşmasıyla meydana gelir. Evrim kendini burada da gösterir, zaten evrim olmaksız��n hiçbir tür içi ve türler arası çeşitliliği açıklayamayız.
Ancak bahsettiğin ırklar genetik olarak değil; siyasi ve kültürel ayrımlar bütünüdür. Günümüz insan türü içerisinde bazı izole kabileler haricinde hiçbir insanın genetik yapısı farklı bir ırktan denecek kadar uzak değildir. Bazı belirgin tiplemeler (Asyalıların çekik gözü gibi) insan topluluklarının bir süre birbirinden izole olduğu zamanlarda kazanılmıştır ancak şimdi toplumlar arası yoğun etkileşim ve doğadan kopuş içerisinde olduğumuz için böyle bir ayrımı hala sürdürmek büyük bir hata olacaktır.
Bu özelleşmeler dediğim gibi siyasi ve kültürel birer ayrımdır. Özellikle siyasi otoriteler için bir “aile” bilinci babında “etnik bilinç”, otoriteye güç kazandıran üst bir bağlılık oluşturduğu için desteklenmiş ve topluma bu yüzden bu kadar sirayet etmiştir.
Türk, Fransız, Alman yok. Sapiens var ve hepimiz aslında Afrikalıyız.
13 notes · View notes
rayofsunlights · 3 years ago
Text
Küreselleşmenin Sonu mu? - Arif Dirlik
“Kapitalist  modernitenin küreselleşmesi, sadece Avro-Amerika’nın küresel hâkimiyetine  yol açmamış, aynı zamanda bu hâkimiyete sorular soran veya meydan okuyan  yeni merkezlerin veya çekirdeklerin oluşumlarının meydana gelmesine yol  açmıştır. Bu meydan okuma hiç mi hiç kültürel değildir. Farklı kültürel mirasları  olan diğer toplumlar kapitalizmde sadece daha mükemmelleşme sağlamakla  kalmayıp, belki de bunda daha iyi olduklarını kanıtlamakla, kapitalizmin  Avrupalı köklerinden koparılmasını teşvik etmiş, kendisinin Avro-Amerikan  kültürel amasının geçmişine eğilmiş ve kendi kültürü dışında hiçbir kültür  bağlantısı olmaksızın bunu yönetimsel bir teknolojiye tevdi etmiştir. Bu  suretle, toplum değişik kültürel çevreler içine asimilasyon için hazır hale  gelir, kendisi de daha çok teknik olan kendi çevresinde taleplerde bulunur. Çinlilerin  kullandığı ti  (öz-madde) ve yong  (kullanım, işlev) bu farklılığı çok ustaca yakalamaktadır: yerel kültür  öz-maddedir, kapitalizm ise kulla- nım-işlevdir. Bu varsayıma göre,  kapitalizm yerel kültürün hizmetindedir ve onun giysilerine bürünür, tersine  bir durumla karşılaşılmaz. Alternatif modernite arayışları içinde, kültür,  kapitalist modernitenin konfigürasyonu ve ileriki gelişimi üzerindeki  çatışmaların vazgeçilmez bir cevheri olmuştur ve modernite üzerindeki etnik,  ulusal ve uygarlık bazında taleplerle, eski toplumsal kutuplaşmanın sosyal meseleleri  olan sınıf, cinsiyet ve ırkı gölgelemeye başlamıştır.
Küresel modernitenin “kültürel  karmaşıklığının” küresel ilişkile­rin daha çok hegemonya dışı yollardan  düşünülmesinin yolunu açmış olması sevinilecek bir olgudur. Farklılık,  değişik olma hali, artık otomatik olarak gelişim ve ilerlemenin zaman ve  dünyaya ait bir ölçütü olmaktan çıkmış, bu ise, küresel bağlamda faaliyet  gösteren kuramlara eşit düzeyde, somut olarak katılım halinde kendini belli  etmiştir (tabi, doğal olarak, bu eşit katılımdan zorla dışarıda bırakılmak  istenen Fi­listinliler hariçtir; “geri kalmışlıkları” için değil de “eşkıya”  veya “hay­dut” oldukları için). Kültürelin zamansal farklılığa tercüme  edilmesi, tasavur edilen modernite tercümeleridir. Bu modernite tercümeleri,  modernitenin ölçümünün etnik-merkezli Avro-modernitesi tarafın­dan saptanmış  bir teleolojik terazi üzerine konmasıyla gerçekleşmez, aksine hegemonik bir  ideolojik merkez olmaksızın meydana gelen bir modernitenin ürünleri veya  bileşenleri olarak yapısal ilişkilere ka­rışma halinde gerçekleşir.  Uluslararası ve ulusal düzlemde çok kültürlülük, evrensel bir arzu veya  uygulama değilse bile açıkça ifade edilen bir hedef olmuştur.”
“Diğer  taraftan, hepimizin tarihsel olarak Avro-modernite için­de ikamet ettiğimizi  hatırlamak aynı derecede önemlidir. Yukarıda da vurguladığım üzere, geri kazanılması  gerekli geçmişler, ulusal ve uygarlık bağlamındaki kimliklerin biçimlenmesi  amacıyla önemlidir ve post-Avro-modern bir kaygıdır. Geri kazanıma kılavuzluk  eden tarihsel düşünce, zamansallıklar ve değerlendirmeler bakımından çok  Avro-modern özellik taşır. …
Başka bir anlatımla, Avro-modernite, sadece  tehditle içeriye girmeye çalışan dış bir güç değil, küresel toplumların  kuruluşuna içsel bir faktördür. Buna kolayca bir coğrafi alan da biçilemez  çünkü yaklaşık iki yüzyıl sonra, küresel olarak toplumların içsel bir parçası  haline gelmiştir. Bu, sadece kurbanları arasında değil, sömürgecilik yapanlar  tarafından da sorgulanarak tartışılmaktadır. Küresel Güney’de  Avro-moderniteyi eleştirenler, Avro-Amerikan toplumlarında, paralel kendini  sorgulama ve ruh arama seansları bulabilirler; dinci sağdan kaynaklanan  Aydınlanmaya yönelik saldırılardan söz dahi etmiyoruz. Avro-modernite  tarafından ortaya atılan sorular, küresel olarak tartışmanın gündemini  belirlemektedir. İnkârı bile, bu modernitenin bir parçası olan dünyanın  kavramsallaştırılmasıyla enforme edilmekte ve ortak bir miras haline dönüşen  bir dil aracılığıyla yürütülmektedir.”
“1990’lı  yılların başlarından beri, çökeceği veya marjinalleşeceği tahminlerinin  aksine, ulus-devlet, küreselleşme, uygarlıksal benzeşmeler veya küresel kent  ağlarınca yaratılan baskılara başarıyla karşı koymuş ve bu bağlamda  milliyetçilik siyasal eylem ve kimlik kaynağı olarak her zamankinden daha  güçlü hale gelmiştir. Yine de en azından toplumdan topluma değişen çok farklı  biçimlerine rağmen, terimin iki bileşeni devlet ve ulus arasındaki ilişkinin  küreselleşmenin baskılarıyla daha da belirsiz hale geldiğini önermek  mümkündür. Devletler, küresel kapitalizmde ortak zeminin paylaşıldığı  kadarıyla, uygulanabilirlikleri açısından ulusal hudutların ötesine taşan  ekonomik, hukuki ve siyasal pratiklerden kültür, vatandaşlık ve insan  haklarına kadar geniş bir yelpaze içinde, oyunun genel kurallarının farkına  varıp bunlara yanıt vermeye zorlanmaktadırlar. Ama bu gereklilik, sadece  ulusal değil küresel sorumlulukları da yöneten bir kurum olarak devletin  kudretini azaltacağına daha da artırmaktadır. Aynı zamanda devleti  seçmenlerinin çoğunluğundan uzaklaştırmaktadır. Devleti sadece “burjuvazinin  yöneten komitesi” olarak göstermek (1980’li yıllarda Time dergisinin yeni  seçilen Başkan Reagan’ı küresel sermayenin “Yönetim Kurulu Başkanı” olarak  selamlamasına rağmen) indirgemecilik olsa da en azından devletlerin  kalkınmaya en çok katkıyı yapan seçmen kitlelerinin Çıkarlarıyla kendilerini  bağlaştırdıkları bir vakadır; politika dikte etme gücünü böyle kazanırlar.  Diğer taraftan, uluslar da göçler vasıtasıyla ulus-devletin hudutlarının  ötesine sıçrarken kendi içyapılarında daha fazla karmaşık olmuşlar, aynı  ulus-devlet içindeki değişik milletler daha fazla ve geniş siyasal ve  kültürel özerklik isterken, küresel düzlemde kurdukları bağlantılardan güç  almışlardır. Ulusal aidiyet ve vatandaşlık, günümüzde bir­çok toplumun karşı  karşıya kaldığı önemli sorunlardır. Modern milliyetçiliğin en belirgin  özelliklerinden olan, devlet ile ulus arasındaki bağların pekiştirilmesi  yönetsel alanda yeni sorunları ortaya çıkarmakla kalmayıp, önünü açtığı  istikrarsızlıklarla, aynı zamanda toplumun devletten yabancılaşmasının  tohumlarını da atmaktadır. Buna devletin yanıtı, nüfusun gözetim ve denetim  altına alınmasından, vatandaşlık haklarının aleni biçimde kısıntıya uğratılmasına  kadar geniş bir yelpazede baskıcı önlemleri daha yoğunlaştırmak olmuştur.  Vatandaşlık tehlikedeyse, tarihsel olarak etkinliği bakımından istikrarlı  vatandaşlıkla özdeşleştirilen demokrasi de tehlike altına girmiş demektir.”
“Yerel bir kimliği sahiplenmek için temel unsur, cemaat ve top­rak arasında ayrılamaz bir bağlantının varlığını bize göstermektedir. Bunun bir uzantısı olarak da toplum ile doğa arasındaki bağdan söz edilebilir. Bu sık sık Yeni Çağ (New Age*) müritleri için çok değerli bir ruhani dil içinde ifade edilse de, benim görüşüme göre, burada önemli olan ruhaniyle maddi olan arasında kesin bir ayrıştırma çizmeyi reddetmesidir; böylelikle, yerel halka özgü ruhaniliğin aynı zamanda maddi zemin olarak tanımlanması meşru olacaktır. Bu, yerel insanların ve halkların taleplerinde oldukça gözle görülür haldedir. Örneğin, topraktan koparılmanın, sadece fiziki değil aynı zamanda cemaatin kültürel açıdan da yok olmasıyla sonuçlanacağına inanırlar; ironik olarak bu, cemaatlerin gerçekten fiziki yok olmasına göre hukuksal yok olmasının daha ağırlıkta olduğunun kabulüdür. Maddi ile ruhani arasında bir ayrım yapmak, yerel talepleri, seküler ile ruhani güçler arasında “gerçekçi” bir ayırıma alışmış olan, modern sekülarizmin hukuki ve biçimsel taleplerine karşı çıkan organize dinin ruhaniliğinden ayrıştırır.”
“Farklılıklara  yakından dikkat etmek yere de yakın dikkati ima eder ve kalkınmasalcılığın  halihazırda birçok şeyi mahvettiğini açıkça ortaya koymakla birlikte her şeyi  de yıkmadığını ifade eder; yer-tabanlı yerel geleneklerin evrenselci |bir  kalkınmasalcılığa zorla kabul ettirdiği melez biçimler, dış mekân bırakmayan  kalkınma söylemine karşı yaşam ve değişim hakkında alternatif düşünme yolları  temin eder. Her halükarda yer, kalkınmasalcılığın eleştirisi için ve  kalkınmaya alternatifler hayal etmekte temel W öğedir.20
Kalkınmasalcı  bir evrenselciliğin sorgulanması, evrensel sosyal kategorilerin  sorgulanmasının bir yanıdır. Bu sorgulama, ister istemez, ulusalcılığı üreten  aynı modernitenin o veya bu yolla içinde alan değişik sosyal analiz  kategorilerinin evrenselliği hakkında sorular ortaya  atar. Ancak bu durumda, küresel ve yerel, mekânsal ve yer tabanlı  tartışmalarda önemli rol oynayan bu tarz sorgulamaların ^kaynaklarında hem  sonuçlarında daha fazla karmaşıklık vardır. Cinsiyetler, ırklar ve etnisite-  Eleştirel kategorileri hegemonyanın araçları haline dönüştürmekten sorumlu  böylesine kategorilerin kullanımında yeri yokluğa atmak mümkün mü? Bütün bu  soruların kaynağı karmaşıktır; çünkü sorunlar, kapitalizm ve devletin  koşullarından dolayımlanmadan or­taya çıkmazlar fakat kategorilerin  kendilerinin öne sürülmesiyle aynı anda ortaya çıkan farklılıklar tarafindan  dolayımlanmıştır. Örneğin sınıf içindeki cinsiyet ve ırk sorunları, cinsiyet  içindeki ırk ve sınıf sorunları ve ırk içindeki cinsiyet ve sınıf sorunları  gibi. Yer, böylesine kritik bir soru olarak bir kere daha göze çarpmaktadır.”
 “En  sonunda karşımıza, kültürü sorgulamak ve bir dinamik güç olarak kültürün  kavramsallaştırılmasının vazgeçilmez bir öğesi olan bilginin organizasyonu ve  iletimi çıkmaktadır. Kültür sorununu, hegemonya karşıtı eleştirel anlamda ele  alırsak, yerleri yok sayabilir miyiz? Ben, kültür nosyonunun uzun bir süredir  yerleri hapsetmek amacıyla kullanıldığını, yere-bağlı kültürel kimliklerin  geri kalmışlığın işaretleyicileri olarak kullanıldığını ve sonra da küresel  veya ulusal “uygarlıklara” kültürü açmak için kültürün bir mazeret oluşturduğunu  fark ettim. Fakat kültürün mazeret olduğu hali süreci içinden geçerken,  kültürü bir kez daha yer-tabanlı (yere-bağlı değil) bir olgu olarak kabulünün  acaba zamanı geldi mi? Kültürün hegemonyaya karşi mücadelelerde en temel  silah olmasıyla bu sorunun zamanımızda, küresel kapitalizm çağında, özel bir  aciliyeti vardır.
Yer-tabanlı  bir hayal gücü bize ne sunabilir ve yerlerin kavramsallaştırılması bu sonuca  en çok nasıl katkıda bulunur? Bana göre, her Şeyden önce,  bulunduğu mevkinin yarattığı mistifikasyona karşıt hareket geliştirmek için,  küreselleşmeyi “yerleştirmek” gerektiğini düşünüyorum. Yercilik yasını  tutarken farklılıkları iyice silmeyi amaçlayan küreselleşme gündemi,  sürekliliği vurgulayan daha önceki kalkınma söylemlerinden vazgeçmektedir. Küreselleşme  kalkınmasalcı ideoloji olarak daha verimliyse, bunu az bir başarıyla  gündeminin eski güç bölgelerinin içinde varolduğunu gizlemeyi hedeflediği içindir;  fakat şimdilerde, bu güç Küresel Güney’in devletleri, şirketlerı  entelektüelleri ve uzmanlarının suça iştiraklerine, söylem yaratma Ve  kalkınma süreçlerine katılmaya izin vermekle oluşmakta ve çünkü kısmen  ulus-ötesiciliğin randımanlı faaliyet göstermesi için küresel bir  kapitalizmin içine bunların yerleştirilmeleri gerekmektedir. Fakat  katılımlarının koşulu sistemin bilgisini ve normlarını içselleştırmeleridir.  Nihayetinde yer üzerine yapılan vurgu, bu toplumları sadece Birinci Dünya  egemenliğine karşı değil, aynı zamanda, ulus-devletlerin ve ulus-ötesileştirilmiş  sınıfların, cinsiyetlerin, etnisitelerin (örneğin “diasporik kimlikler”in) vs  yerleri egemenlikleri altına almalarına karşı yeniden kavramlaştırmaktadır.”
“Hayati olan konu, yer fikrini, devlet merkezli siyasal düşünce yollarıyla maruz kaldığı hor görülmekten kurtarmak ve ona siyasetin yeniden hayal edilmesinde köşe taşı konumu vermektir. Bu suretle, devlet de aynı konuma gelecektir. Burada söz konusu olan politika tarzı, halihazırda insanı doğal ihtiyaçlarıyla uzlaştırma çabalarımızın parçası olarak dünyamız içinde yer almaktadır. Buna en yakın zamandan örnek, yerel halkların önerileriyle ve esinlemesiyle hazırlanan yeni Bolivya Anayasası’dır. Bu anayasa, insanların sahip olduğu aynı hakları doğaya da vermektedir.”
0 notes
hanargelisim · 3 years ago
Text
Tumblr media
A359 ... BAŞARI ... 410 ...
.
.
Başarısız insanın yüz ifadesi başarının içsel olduğu, dışsal olmadığının en önemli kanıtlarındandır.
Başarının sonuçlarıdır diye bir itiraz yükselebilir.
Başarılı bir insanın kuracağı yeni toplumsal bilinç bağları onun yüzünün ifadesini olumlu yönde etkileyebilir. Buna göre başarılı iyi bir yüz ve başarısız kötü bir yüz ifadesiyle karşımızda durursa, bunların birer sonuç olduğu ortaya çıkar.
Ancak bu itiraza karşı yükselen karşı itiraz ise bunun yanında bir iddia daha geliştirebilir.
Başarılı olanların mutsuz yüz ifadesi ile, başarısız olanlardan bir kısmının yüzündeki huzur ifadesi işin çaprazlama kısmıdır. Dolayısıyla başarı TOPLUMSAL bilinç PARALELLİĞİ, başarısızlık birey bilincinde ki ters TEPKİ çaprazlaması kurulabilir.
.
TOPLUMSAL bilinç inşasında ki pozitif ilerlemeye karşı birey bilincinde ki negatif veri birikimi sonucun kişi açısından olumsuz olmasını beraberinde getirecektir.
Bunu tersten okursak, toplumsal bilinçteki negatif tutum ve negatif algı ve bu yöndeki destekleyici verilerin karşısında birey bilincinde ki pozitif gelişim ve pozitif inşa süreci kişinin TOPLUM bilincinde başaramasada başaran bir insanın duygu dinginliğine ve derin bir huzura kavuşacağı söylenebilir. Buna dayanarak maddi eşyalardan mahrum olmak birer başarı gösteriş aracı olsa da, buna ulaşmayanlar için bunlar bir kayıp mıdır sorusu ile karşı karşıya kalırız.
.
Başarının önemli etkilerinden biri bir toplumsal aşamadan insanı bir diğer aşamaya taşımasıdır.
Bu sonuç kişinin başardığına dair sunulan görünür verilerdir.
Ancak kişi bir yerden bir yere gitmek veya yükselmek yerine, yerinde, toprağında bir dönüşüm yaratabilirse sonuç kişi için hatta kişiler için aynı olacaktır. Sonuç bir önceki kıyaslamada olduğu gibi olacaktır.
Bu durumu ifade eden sözcük ise TOPLUMSAL bilincin değişimini sağladığı için devrim veya esaslı bir reform, başarılı reform olacaktır.
Merkez ile çevre arasındaki çatışmalardan biri de budur. Temel de ikisi de kişi için devrim ve ikisi de toplumlar için gelişimdir.
Bunun böyle olması yerel başarı zinciri oluşturmakla, merkezî başarı zincirine bir halka olmasından kaynaklanan çelişkinin boyutunu, nedenini, sürecini değiştirmiyor.
.
İnsanların çeşitli ithamlar ile suçlanıp sistem dışına itilmesinin nedeni bu yazıya göre kontrol ve kontrol kaybı üzerinden çözümlenebilir.
.
.
HaNAR
.
.
#thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım #religionofnewworldpeace #религиюмира
0 notes
mervekaratas · 3 years ago
Text
Ademimerkeziyetçilik
Ademimerkeziyetçilik siyasette merkezi otoritenin gücünün azaltılmasını ve yetkilerin astlara devredilmesini ifade eden konsepttir. Ziya Gökalp sosyolojisi özünde Durkheimcıdır. Bu toplumcu görüşe tezat oluşturan Le Play okulunun tesiri altında kalarak Gökalp'e alternatif bir görüş geliştiren Prens Sabahattin'in ise Demolins'in toplum tipolojisindeki tecemmüî ve infiradî ikiliğine dayanarak Osmanlı'nın infiradî bir toplum yapısına geçmesinin zaruretini müdafaa ettiği görülebilir. Her ne kadar Türk toplumunda pek sevilmese de bu konuda Sabahattin'in haklı çıktığı açıktır, zira günümüz iktisadi sisteminde gelişmiş ülkelerin ekseriyeti infiradî toplumlar barındırmaktadır.
Tumblr media
Osmanlı döneminde Durkheim ve Le Play geleneklerinin çatışmasıyla başlayan bu kontrastın günümüz Türkiye'sindeki tezahürü ulusalcılar ve liberaller arasındaki gerilimdir. Buna karşılık 2019 Türkiye yerel seçimlerinden sonra Akp iktidarına büyük bir darbe vuran muhalefetin çeşitli durumlarda yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması yönündeki talepleri pek şaşırtıcı değildir. Küresel ölçekte kripto para piyasası ademimerkeziyetçiliğe farklı bir boyut kazandırmaktadır. Her ne kadar devletler cbdc geliştirme konusunda birbirileri ile yarışsa da cbdc'lerin kripto paralara alternatif oluşturacağını iddia etmek pek yerinde olmayacaktır zira anonimlik ve volatilite gibi konularda bu iki tip dijital birim birbirinden farklı imkânlar sunacaktır. İngilizcede "decentralization" denen nosyonun Türkçeye ademimerkeziyetçilik olarak geçmiş olması ise zaman zaman kafa karışıklığına sebep olmakta, sanki ifade edilen şey antroposantrizmmiş gibi bir algı yaratabilmektedir.
0 notes
temkinlifuturist · 7 years ago
Text
AYNALAR İÇİNDE UNUTUR
-" ... de ki aynaya bakmışız, orada resmimiz kalmış, unutmuş ayna bizi."
Tumblr media
Gürsel Korat benim çok beğendiğim bir "yöre" yazarıdır. 1995 yılında Zaman Yeli ile başlayan okur-okuyucu ilişkimiz bugünlere kadar geldi. O yazmaktan ben de okumaktan memnun. 
Tumblr media
Yöresel yazarları oldu bitti çok severim, yazdıklarını takdir ederim. Çünkü onlar popüler olanın kara örtüsünü sıyıran, zamanın tanığı, yerel ve yörel olanın belleğidir. O kitaplarda ağızlar, şiveler, inanışlar, yaşam biçimleri, insanların isimleri, ruh halleri, evleri, yemekleri, gelenekleri görenekleri kayıt altındadır. Gürsel Korat da aynı böyle bir yazar konumunda benim için. Kayseri, Nevşehir bölgesinin tarihini iyi bellemiş, halkını iyi gözlemlemiş bir yazardır. Kolay okunur bir yazım tarzı olmadığını düşünüyorum Gürsel Korat'ın.  Kendince kurgular oluşturur, öykülerin içine felsefe gizler. Okuduğunuz yeri bir daha okumak gereği hissedersiniz kimi zaman. 2018 yılında, Korat'ın 2016 da raflara çıkmış bir kitabını okudum.  Unutkan Ayna. 1915 yılında Erciyes'in kanatları altında geçen bir öykü. Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Kayseri... 
Tumblr media
Romanı 277 inci sayfasına kadar taşıyan birkaç temel unsur var. Bazısı detay gibi görünse de aslında öykünün tamamında yanınızdan hiç ayrılmıyor. Bir tanesi atlar. İnsanların yaşamına anlam katan, umudun simgesi. Bir tanesi ne zaman yapıldığı belli olmayan yer altı dehlizleri. Bir tanesi Osmanlı'nın İstanbul dışındaki durumu ve halkın algısı. Bir tanesi, belki de çatısı fotoğraf. Fotoğrafçılığa merak salmış, fotoğrafçılığı seven ve dahi fotoğrafçılığı meslek edinmiş herkesin okuması gerekli bence. Bir tanesi zaman. Gürsel Korat, zaman tanımı, algısı üzerine epeyce özlü tanımlar bulup çıkarmış. O tanımları romana bir güzel yerleştirmiş. Neredeyse bütün bölümler bir "zaman" betimlemesiyle başlıyor.
Tumblr media
Bütün bu detaylar yanında ana temanın "tehcir" olduğu sanılabilir, yanılmayın. Ülkeler ve toplumlar tarihinin her döneminde - şimdi bile - insanlar, doğduğu büyüdüğü, tarihini kültürünü mayasını oluşturduğu, memleketim dediği yerlerden başka yerlere "topluca"  sürülmüşlerdir, sürülmektedirler. Buna göç dersiniz, tehcir dersiniz, yer değiştirme dersiniz, mübadele dersiniz ne derseniz deyin. Güç için, siyaset için, rahat rahat yönetmek için tarihin her döneminde yapılan bir eylemdir; insanlığın yüz karasıdır. Bu " zorunlu yer değiştirmeleri" yapan, yol açan, izin veren, düşünen ve uygulayan herkes, her imparator, her kağan, hakan, han, her kral, her bey, her padişah, her sadrazam, her vekil, her bakan, her başkan hepsi tarihin en kirli sayfasında, utanç ve nefretle anılacaklardır. Bu kitabın öyküsünün ana teması gibi gözüken "Ermeni Tehciri" bu utanç anlarından sadece bir tanesidir. Yazar önemli bir empati kurarak, bu işi yapanların gözünden ve aklından da durumu değerlendiren satırları kaleme almış. Peki bu işin suç yükü sadece yönetim kademesinde kaymak yiyen  asalakların omuzunda mıdır sadece? Elbette değil. Kişisel çıkarlar, hırslar, küçük küçücük hevesler, para-kazanç, kıskançlık. intikam bütün bu olayların kibrit çöpleridir. Tek başına yangın çıkarmaz ama birikip hep birlikte ormanı yakarlar, yakmışlar da. Gürsel Korat, evinden, memleketinden, ailesinden koparılmanın ağır, ağdalı, yürek burkan halini, duygu sömürüsü yapmadan ortaya koymuş. Ortada ne siyaset var, ne siyasetçi var ne devlet var ne imparatorluk var. Ortada sadece insan var. İnsanın belleği var gözü var gözyaşı var. Kitabı okumanız dilerim. Okumanızın keyfini bozmadan, çok fazla ip ucu vermeden aşağıdaki satırları alıntılayarak bitiriyorum: " Fotoğraf çekilirken, insanlar genellikle kameraya gözünü çevirir: Bu, belirsiz bir gelecek zamana bakışır. oysa o fotoğrafı eline alan insan değişmez bir "geçmiş zaman" görecektir. Fotoğraf çektirenlerin gözünü diktiği o belirsiz gelecek, fotoğraf kartını elinde tutan kişi tarafından yaşanır. Gelecek zamandaki kişi, o anda geçmişteki biriyle göz göze gelse bile ne fayda... Fotoğraftaki kişi geleceği bilmemekte, görmemektedir. Zaman o aynada unutulmuştur. Ya da başka bir deyişle, zamana ayna olan fotoğraf, yüzeyindeki geçmişi unutmuştur."
1 note · View note
pazaryerigundem · 7 months ago
Text
CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanları İstanbul’da buluştu
https://pazaryerigundem.com/haber/181062/chpli-buyuksehir-belediye-baskanlari-istanbulda-bulustu/
CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanları İstanbul’da buluştu
Tumblr media
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek ile TBB ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP’li büyükşehir belediye başkanlarıyla Florya’daki İPA yerleşkesinde bir araya geldi.
İSTANBUL (İGFA) – Cumhuriyet Halk Partili (CHP) 14 büyükşehir belediye başkanı, yerel yönetimlerden sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek ile Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) ve İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ev sahipliğinde düzenlenen buluşmada bir araya geldi. Zeybek ve İmamoğlu, Florya’daki İstanbul Planlama Ajansı (İPA) yerleşkesinde basına kapalı gerçekleştirilecek buluşma öncesinde, medya mensuplarına açıklamalarda bulundu.
Tumblr media
“SON 5 YILLIK PERFORMANS TOPLUM TARAFINDAN KABUL GÖRDÜ” 31 Mart 2024 yerel seçimleriyle ilgili özet bilgiler paylaşan Zeybek, “Bin 393 seçim çevresinden bin 151’inde aday göstermiş ve Türkiye nüfusunun yüzde 65’inden fazlasını, Türk ekonomisinin yüzde 80’inden fazlasının yönetildiği şehirleri yöneten CHP’li belediye başkanlarıyla yapmış olduğumuz düzenli toplantıların, bugün büyükşehir belediye başkanlarımızla olan çalışması için bir aradayız. 2019 seçimlerinden sonra Türkiye nüfusunun yüzde 49’unu yöneten CHP’li belediyeler ve başta büyükşehir belediye başkanlarımız, yaptıkları çalışmalar, ortaya koydukları performans ile 2024 yılı 31 Mart seçimlerinde, yönetmekte olduğumuz belediyelerin toplam nüfusunun yüzde 97’sini yeniden kazanma başarısını gösterdik. Bu da son 5 yıl içinde ortaya koyduğumuz performansın toplum tarafından kabul gördüğü ve belediye başkanlarımızın topluma vadettikleri çözüm önerilerini hayata geçirmede inandırıcılıklarının yüksek olduğunu gösterdi. Ki o başarı da bize beraberinde yeni belediyeleri yönetme başarımızı ortaya koydu” dedi. “HALKÇI BELEDİYECİLİĞE, KALKINMA BELEDİYECİLİĞİ EKLEDİK” Zeybek, “Halkçı ve toplumcu yönetim anlayışımızın içine, Sayın Başkanımızın ifade ettiği biçimiyle, ‘refah belediyeciliğini’ ve ‘kalkınma belediyeciliğini’ de ilave ederek, şimdi artık sadece büyük şehirlerde yaşayan nüfusu değil, aynı zamanda iktidarın, özellikle de son 20 yıl içinde uyguladıkları yanlış ekonomik politikalar sebebiyle; köyünden, tarımdan, üretimden koparılmış ve giderek üretmeyen toplumlar yerine, artık bütün büyükşehir belediyelerimizin ortak bir sorumluluk alanı olarak da üretimi desteklemek ve köylerde yaşayan yurttaşlarımızın gübre desteği, tohum desteği, hibe desteği, yakıt desteği gibi pek çok konuyla ilişkin de ortaya koydukları projelerle, yeni bir kalkınma belediyeciliğini de başlatmış bulunuyoruz” ifadelerini kullandı. “EMEKLİ HALK KART”I ANLATTI Büyük kentlerde yaşayan ve yeni açıklanan fiyatlarla da 10-12 bin lira emekli maaşıyla yaşamak zorunda kalacak olan geniş kitlelerin sağlıklı bir yaşam sürdürmesinin imkansız olduğuna dikkat çeken Zeybek, “O nedenle üretimden başlayarak büyükşehirlerdeki yoksul ve alt gelirli grupların yaşam standardının yükseltilmesi de bizim temel görevlerimizden bir tanesidir. Sayın Genel Başkanımızın geçtiğimiz günlerde açıkladığı biçimiyle, ‘Emekli Halk Kart’ uygulamasıyla da artık bu iktidar tarafından, gerçekten açlık sınırının altında ücretle yaşamaya mahkum edilmiş olan, şehirlerimizde yaşayan milyonlarca emeklinin en çok ihtiyaç duyan kesimleriyle bir ortak çalışmayı beraberce yürüteceğimizi belirtmek istiyorum” diye konuştu. “İLLER BANKASI GELİRLERİNDEN KESİNTİ YAPILMASINI ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL” “Son zamanlarda, başta Sayın Mehmet Şimşek’in yaptığı açıklamalardan da görüyoruz ki; ülkedeki yanlış ekonomik politikaların acısını çıkarmak için emekliler, çalışanlar, ücretliler ve geniş halk kesimleri üzerine, yeni vergilerle, bütçe açıklarının kapatılmasıyla ilgili bir politika değişikliğine gidileceği apaçık” diyen Zeybek, bunun belediyelere yansımasına ise şu sözlerle dikkat çekti: “Ama bunun yanında, en çok kamusal hizmeti yapacak olan belediyelerin, özellikle de devraldığımız belediyelerin ağır borç yüklerini için hızlı bir biçimiyle tahsilata girişilir olmasını anlamak mümkün değildir. İşte tam da bu dönemde, ekonomik krizin toplum tarafından en geniş biçimde hissedildiği bu dönemde, en çok sokakta, mahallede, kentlerimizde insanların yanında olan belediyecilerin gelir kaynakları üzerinden kesintilerin oranının, yasal sınırların üzerinde dediğimiz yüzde 40’lar seviyesine çekiliyor olmasını anlamak mümkün değildir. O nedenle, iktidarın yanlış uyguladığı ekonomik politikaların bedelini, belediyelerin İller Bankası’ndan ya da diğer kaynaklardan gelen gelirlerinden kesinti yaparak gidermeye çalışmasını da anlamak mümkün değildir. Ama biz biliyoruz ki; CHP’nin 411 tane çalışkan belediye başkanı; ister 2 bin nüfuslu bir beldede, ister 16 milyon nüfuslu bir büyükşehirde, isterse sayısını bilemediğimiz kadar çokça şehirlerimizi doldurmuş olan göçmenler, mülteciler, geçici sığınmacıların, bütün bu Türkiye’de yaşayan insanların sorunlarını çözmek için, kaynakları etkin ve verimli biçimde kullanacaklar. Ve bu konuyla ilgili de eş güdümü sağlayacaktır.” “BİZİ DİKKATLE İZLESİNLER” “Bugünkü toplantımızın konu başlıklarından bir tanesi de belediyelerimizin benzer sorunlar karşısında ortak politikalar geliştirmesi, insan kaynağının etkin ve verimli biçimiyle etkileşim içinde olması ve ihtiyaç duyan belediyelerimize proje desteği, kadro desteği ve teknik desteklerin verilmesi konusunda da bir sürecin başlatılmasını sağlayacağız. Geçmiş dönemde 11 büyükşehir belediye başkanımız, düzenli ve sürekli olarak bir araya gelerek, çok başarılı bir çalışma yapmıştı. Önümüzdeki dönemde de toplumsal sorunların çözülmesi konusunda, halkçı belediyecilik anlayışımız, refah belediyecilik anlayışımız ve kalkınma belediyecilik anlayışımızla ilgili yapacağımız çalışmaların, sadece CHP’li belediyeler açısından değil, Türkiye’deki tüm belediyeler açısından da dikkatlice izlenmesi ve buradan çıkaracak olan sonuçların 85 milyonun hizmetine sunulmasının çok değerli ve önemli olduğunu bir kez daha belirtmek istiyorum.”
İMAMOĞLU: “TÜRKİYE’DE ARTIK CHP’Lİ BELEDİYELER GERÇEĞİ VARDIR” Önceki görev dönemleri içerisinde 11 büyükşehir belediye başkanı ile sık sık bir araya geldiklerini ve bu kapsamda kamuoyunu bilgilendirdiklerini hatırlatan İmamoğlu, yeni dönemin ilk toplantısı için buluştuklarını aktardı. Son yıllarda siyasette yeni bir olgunun ağırlığının giderek arttığına dikkat çeken İmamoğlu, “Türkiye’de artık CHP’li belediyeler gerçeği vardır. Beldesinden büyükşehirine kadar, her düzeyde CHP’li belediyelerin uygulamaları, projeleri vatandaşlarımız tarafından beğeniyle takip ediliyor ve talep ediliyor. 2014 seçimlerinden 6 büyükşehir belediye başkanı olarak çıkmıştık. 2019’da 11 büyükşehir belediyesi kazanarak çıktık. Şimdi 2024, 31 Mart seçimleriyle 14 büyükşehir belediye başkanı olarak milletimizin hizmetindeyiz” dedi.
“REFAH BELEDİYECİLİĞİNDEN ÇOK, DAYANIŞMA BELEDİYECİLİĞİ YAPMAYA MECBUR KALDIK” Önceki görev dönemlerinin önemli bir bölümünün pandemiyle geçtiğinin altını çizen İmamoğlu, “Büyük bir dayanışmanın örgütlenmesi gerekiyordu. Zamanın şartları, bizi ‘refah belediyeciliği’nden çok, ‘dayanışma belediyeciliği’ yapmaya mecbur bıraktı. Şimdi de tarihimizin en ağır ekonomik krizlerinden birisiyle, milletçe yüzleşiyoruz. Nüfusun neredeyse yarısının gelirinin, açlık sınırına gerilediği bir dönemdeyiz. Ekonomik krizin müsebbibi olan merkezi idare, krizin maliyetini de toplumun orta ve orta alt gelir gruplarına çıkarmak üzere bir program uygulamakta. Toplumun en üst gelir grubunda yer alan yüzde 20’lik kesim dışında her aile, her hane yoksullaşmadan ne yazık ki nasibini en derin şekilde alıyor ve yaşıyor. Yeni yoksullaşan orta sınıfların büyük çoğunluğu, bizim yönettiğimiz büyükşehirlerde, metropollerde yaşıyor. Bizi yerel seçimlerde zafere taşıyanlar, tam da bu kesimlerdir” şeklinde konuştu. “BİZ, ‘HALKÇI BELEDİYECİLİK’ BAYRAĞINI EN YUKARIDA TAŞIYANLARIZ” Tüm vatandaşlara olduğu gibi, ekonomik kriz nedeniyle yoksullaşan toplum kesimlerine borçları olan kişiler ve yönetimler olduklarına dikkat çeken İmamoğlu, şunları söyledi: “2019 sonrasında ortaya koyduğumuz dayanışma belediyeciliğinin deneyimiyle, bilgisiyle, birikimiyle, içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamından da en yaratıcı yolları bulacağımızdan ve vatandaşlarımıza çok özel hizmetler sunacağımızdan eminim. Hiç şüphem yok ki; bir yandan temel hizmetleri aksatmadan sağlayacağımız ve özenli bir hizmet dönemi yaşatacağımız şehirlerimizde, diğer yandan hep birlikte yurttaşlarımızın hem aralarındaki dayanışmayı örgütleyeceğiz hem de yaratacağımız yeni kaynaklarla, güçlü yatırımlar yapmaktan geri durmayacağız. Çünkü biz, tarihin bu döneminde halkçı belediyecilik bayrağını en yukarıda taşıyanlarız. Bizler, halkçı belediyeciliğin en güzel örneklerini sergiledik, sergiliyoruz ve sergileyeceğiz. Unutmamalıyız ki; halkçı belediyecilik kavramı, icraatçı olmayı da içerir. Ama ben bu yönümüzün de özellikle hatırlatılması gerektiğine inanıyorum ve icraatçı belediyecilikte de çok öncü konumda olduğumuzu vatandaşlarımızla paylaşmak isterim.”
“BİZLER SORUN ÇÖZDÜK, İŞ BİTİRDİK, ÇARE ÜRETTİK” “Bugün ülkeyi yöneten zihniyet, bazı büyük mühendislik projelerini göstererek, kendisini belki icraatçı olarak tanıttı milletimize ve bu yıllarca böyle sürdürüldü” diyen İmamoğlu, “Halbuki bunların büyük bir çoğunluğu, ne yazık ki yanlış finansman modellerine sahip, riskleri, zararları yeterince gözetilmemiş, yönetim kalitesi bakımından da büyük oranda sınıfta kalmış projelerdi ya da kendi tarifleriyle ‘mega projeleriydi.’ Bizler, son derece sağlıklı, verimli, etkili bir proje yönetimiyle, onlardan çok daha fazla işi, çok daha az maliyetle, çok daha hızlı ve kaliteli bir biçimde, milletimizin lehine üretme konusunda büyük bir başarı elde ettik. Onların aksine, yatırımlarımızla yeni çevresel, kentsel, sosyal sorunlar yaratmadık. İnsanlarımızı mutsuz etmedik. Ceplerinden gizlice paraları toplamadık. Bizler sorun çözdük, iş bitirdik, çare ürettik ve tasarrufu da önde tutan güçlü bir projeciliği ve icraatçı belediyeciliği ortaya koyduk. O nedenle, bugün artık ‘CHP belediyeciliği’ denince, halkçı olmak kadar, güçlü bir şekilde icraatçı olmak şeklinde de anlaşıldığının gururunu yaşıyoruz” şeklinde konuştu.
“KADIN BAŞKAN SAYIMIZIN ARTMASI GEREKTİĞİNİN BİLİNCİNDEYİZ” “Vatandaşlarımızın halkçı ve icraatçı karakterimize verdiği onay, 2024 çok daha büyüdü ve bizi milletimizin gönlünde en ön sıraya oturttu” diyen İmamoğlu, şu ifadeleri kullandı:  “Nitekim bugün burada 11 değil, gururla ifade ediyorum ki, çok değerli 14 büyükşehir belediyesi arkadaşımızla bir aradayız. Ve ne mutlu ki aramızdaki değerli hanımefendilerin sayısını da 3 kat arttırmış durumdayız. Elbette yeterli olmadığını ve sayısının çok daha artması gerektiğinin de bilincindeyiz. 2019’a oranla il, ilçe ve belde belediye başkanlarımızı arttırmakla kalmadık; Türkiye Belediyeler Birliği, Tarihi Kentler Birliği, Sağlıklı Kentler Belediyeler Birliği kurumlarını da yönetir hale geldik. Vatandaşlarımız, deyim yerindeyse, ‘yerel yönetimler milli takımını’ CHP’li belediye başkanlarından oluşturduğu ve bize, ‘Çıkın sahaya, iyi oynayın ve kazanın. Milletimize kazandırın’ dedi. Biz de bunu gururla yapacağız. Enerjimizin çok yüksek olduğunu ve bu anlamda başarılı olma konusunda kararlı olduğumuzu, bir takım oyunu oynadığımızı bilerek hareket ettiğimizi ve ‘Hep birlikte kazanacağız. Milletimizle birlikte kazanacağız’ duygusunu taşıdığımızı biliyoruz. Biz, aynı zamanda gönülleri kazanacağız. Bizim şampiyonluk kupamız, vatandaşımızın gözündeki sevgi ışıltısıdır, dilindeki teşekkürdür. Aynı zamanda en güçlü, en manevi duygularıyla, dualarıdır.”
“AMACIMIZ, BÜTÜN BELEDİYELERİMİZİN ÇOK BAŞARILI OLMASIDIR” “Hiçbir belediyemizin diğerlerinden daha az başarılı olmasını asla kabullenemeyiz, kabullenmeyeceğiz” diyen İmamoğlu, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Amacımız; bütün belediyelerimizin çok başarılı olmasıdır. Çünkü, başta büyükşehir belediyelerimiz olmak üzere, bizim toplam başarımız, hatta sadece partimizin belediye başkanları değil, buradaki motivasyonla diğere belediyelerin de başkanlarının başarılı olmasının, ülkeyi değiştirip, dönüştürecek en önemli itici güçlerden birisi olacağının bu zor günlerinde, ülkemizin ve milletimizin yaşadığı bu sıkıntılı günlerde en önemli güçlerden birisi olacağının farkındayız. Geçtiğimiz 5 yılda, kendi aramızda iletişim ve dayanışmayı çok önemli ve belki de ilk kez yapılan o çok üst seviyeye taşımış ve başarılı olmuştuk. Şimdi bunu daha da pekiştireceğimize yürekten inanıyoruz. Aramıza yeni katılan arkadaşlarımızın getireceği yeni havanın, enerjinin ve dinamizmin de çok değerli olduğuna yürekten inanıyorum.”
“FARKLI PARTİLERDEN BELEDİYE BAŞKANLARIYLA DA İŞ BİRLİĞİ KURMAYA HAZIRIZ” “Tecrübelerimizi, farklı bakış açılarımızı, sorularımızı, cevaplarımızı paylaştıkça; çok doğru ve ortak akılla hızlı yol alacağımızı biliyorum. Bizler, kendi aramızda kurduğumuz bu iletişim ve iş birliğini, samimiyetle talep eden farklı partilerden belediye başkanlarıyla da kurmaya hazır olduğumuzu ve hatta kurduğumuzu ve buna karşı duran bazı reflekslere dönük de en sıcak ilgimizle, en samimi dayanışmamızla devam edeceğimizi ve ısrar edeceğimizi belirtmek isterim ve buradan çağrı yapmak isterim. Biz öyle bir anlayışın, böyle bir kültürün içinden geliyoruz. Siyasetin asla kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı sayfasında olmayacağımızı buradan tekrar beyan ediyoruz. Bunun da bizim çok değerli bir özelliğimiz, çok önemli bir varlığımız olduğuna inanıyorum.”
“BİRLİKTE KAZANMAYI BİLEN VE BİRLİKTE KAZANAN BİR EKİBİZ” “Elbette partimizi yüceltmek, iktidar yapmak istiyoruz. Ama bunun yolunun partizanlıktan asla geçmediğini çok iyi biliyoruz. Önümüzde büyük bir özenle, incelikle ve olağanüstü bir çabayla yürütmemiz gereken tarihi bir süreç var. Bunun farkındayız. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının ilk yılında elde ettiğimiz büyük yerel yönetim başarısıyla birlikte, çok daha milletimizin kazanacağı dönemleri var etme konusunda güçlü adımlar ve güçlü temeller atmak zorunda olan bir ekip olduğumuzun farkındayız. Biz, birlikte kazanmayı bilen ve birlikte kazanan bir ekibiz. Birlikteyken kazanan ve onun gücünden milletimizin faydalanmasını bilen bir ekibiz. El birliğiyle, gönül birliğiyle çok güzel işlere imza atacağız. Umudunu bize bağlamış olan on milyonlarca vatandaşımızı asla hayal kırıklığına uğratmadan, çok güzel günlerde, onlarla birlikte, mutlu yaşanan kentleri var edeceğiz. Yolumuz açık olsun.” CHP’li büyükşehir belediyeleri ve başkanları, alfabetik olarak şu şekilde sıralanıyor: Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Akın Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Bülent Nuri Çavuşoğlu Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Ayşe Ünlüce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Aras Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanı Candan Yüceer
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
hetesiya · 2 years ago
Link
Din, İnsan Ve Felsefi Düşünme!
Yabancılaşmış, kendine ait yerel ve evrensel bilinçten kaçışı hangi etki ile olursa olsun gerçekleşmiş birey ve toplumlar, Ali Şeraiti’nin deyimi ile "Eşekleştirilmişlerdir."Aydın, bilinçli ve kendi toplumunun özgürlüğünü sağlamak için mücadele etmiyorsa, "Eşekleştirilmiş" olmasındandır.
0 notes
gonulluluk · 5 years ago
Text
Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV)
Tumblr media
1986 yılından bu yana, yoksulluk ve eşitsizliklerin var olmadığı güçlü bir toplum oluşturmaya katkıda bulunmak amacıyla, kadınların yaşamlarını iyileştirme çabalarına destek olmak ve yerel kalkınmadaki liderliklerini güçlendirmek için çalışmaktadır. Bu doğrultuda bireysel ve kolektif kapasite geliştirme, kooperatifleşme, ekonomik güçlenme ve afet/göç alanlarında programlar yürütmektedir.
Kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olan KEDV, dar gelirli kadınların yoksullukla mücadeledeki uzmanlıklarına, ailelerini ve toplumu geliştirme, dönüştürme güçlerine inancıyla, onlarla ilkeli bir ortaklık anlayışıyla çalışmakta, tüm projelerini onların ve çevrelerinin sinerjisiyle geliştirmekte, yerel yönetimler ve toplumdaki diğer aktörlerle işbirliği yapmaktadır.
KEDV’in 29.01.2001 tarihli, 2001-2009 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına kuruluş statüsü bulunmaktadır.
Misyon
KEDV’in misyonu kadınların yaşamlarını, toplumlarını ve dünyayı dönüştürmeleri için güçlendirilmesidir. KEDV, kadınların kolektif bir şekilde eşitlikçi, kapsayıcı ve güçlü bir toplum oluşturma çalışmalarını desteklemeyi hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda, kadınların, ailelerinin ve içinde yaşadıkları toplumların sosyal, ekonomik ve politik imkânlarını geliştiren ve dönüştüren yerel kalkınma inisiyatiflerine liderlik etmelerini desteklemektedir.
Vizyon
KEDV’in vizyonu, eşitsizliklerin ve yoksulluğun var olmadığı bir toplumdur. Bunun başarılmasının temelinde, tabandaki kadınların aktif vatandaşlıklarını ve katılımcı liderliklerini yerel, ulusal ve bölgesel düzeylerde uygulama ve içinde yaşadıkları topluluklar ile toplumları dönüştürme becerilerinin güçlendirilmesi yer almaktadır. Bu vizyon çerçevesinde Türkiye’deki kadınların ve kadın örgütlerinin, hem ekonomik, politik ve sosyal değişimin öncüleri hem de güçlü, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir toplumu oluşturacak hareketlerin yerel, ulusal ve uluslararası liderleri olmaları için tabandan güçlendirilmesini hedeflemektedir.
KEDV bu hedefe ulaşmak için 3 ana program alanında çalışmalar yürütmektedir:
Tabandaki kadınların ortak ihtiyaçları etrafında yoksulluğa karşı örgütlenmelerini ve kooperatifleşmelerini desteklemek;
Kalkınmada ve dayanıklı toplumlar oluşturulmasında kadınların öncülüğünü ve ekonomik güçlenmelerini teşvik etmek;
Afet ve göç yönetiminde kadınların rolünü güçlendirmek.
Çalıştığı Bölgeler:
Başta İstanbul, İzmir, Mardin, Çanakkale, Şanlıurfa, Adana, Eskişehir olmak üzere 61 ilde çalışmalar yürütmektedir. Kadın kooperatifleri ve diğer ortaklarıyla yürüttüğü programlarla 61 ilde yılda yaklaşık 20.000 kadına erişmektedir. KEDV ayrıca çalışmalarını yaygınlaştırmak amacıyla bu programları hizmetlerine dahil etmek isteyen Türkiye’nin her yerinden belediyelere, sivil toplum kuruluşlarına, kalkınma projelerine ve destek talep eden kadın gruplarına eğitim, danışmanlık ve izleme desteği sağlamaktadır.
İşbirliği Yaptığı Kuruluşlar:
KEDV çalışmalarının sonuçlarını yaygınlaştırmak üzere uygun ortam oluşturmak, karşılıklı deneyim alışverişinde bulunmak ve kadınların girişimleri için kaynak yaratmak amacıyla merkezi ve yerel yönetimler, üniversiteler, ilgili alanlardan kamu ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği ve diyalog içindedir. Toplumsal sorumluluk çerçevesinde ise farklı sektörlerden birçok özel sektör kuruluşu ve gönüllüleri ile çalışmaktadır.
Uluslararası Ortaklıklar ve Ağlar:
KEDV, Groots International, Huairou Commission, Women’s Learning Partnership ağlarının üyesidir. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası gibi çok uluslu kuruluşlarca düzenlenen bölgesel, küresel toplantılara katılmakta, alınan kararların uygulama sürecini küresel iletişim ağları kanalıyla izlemektedir.
Çalışma İlkeleri:
Dar gelirli kadınların hayat deneyiminden gelen uzmanlıklarına, yoksullukla mücadeledeki yaratıcılıklarına, kendi yaşamlarını ve çevrelerini ayakta tutma güçlerine inanır. Sorunlarını tarif etme ve çözümde sorumluluk alma haklarını kabul eder.
Kadınların değerlerine saygı duyar, kendi değerlerini onlara empoze etmez, kadınları kendilerine ve çevrelerine yabancılaştırmaktan kaçınır.
Sorunların yerel düzeyde ve tüm sektörlerin işbirliğiyle çözümlenebileceğine; kadınların sosyal, ekonomik ve politik karar verme süreçlerine gerçek anlamda katılımının yerel düzeyde gerçekleşebileceğine inanır. Bu amaçla merkezi ve yerel yönetimler, üniversiteler, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve toplumdaki diğer kesimlerle işbirliği yapar.
Tüm çalışmalarını ve projelerini dar gelirli kadınların ve çevrelerinin sinerjisiyle geliştirir.
0 notes
komsukapisi · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Değerli Komşu Kapısı Dostları, bir süredir dernek üyeleri içerisinde yürüttüğümüz "Gıda Ağı" çalışmamızla ilgili gelişmeleri siz dostlarımıza duyurmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Gıda ağına giden yolun hikayesini, neden kurduğumuzu ve ürünlerimizi nasıl tedarik ettiğimizi kısaca sizlerle paylaşmak ve yazının sonunda bulacağınız küçük bir anket çalışmamızı doldurmanızı isteriz. Her gün içinde nefes aldığımız ve gündelik yaşam pratiğimizle istemeden de beslediğimiz kapitalist ekonomi-politik, üreticileri ve tüketicileri kendine bağlayıp yoksullaştırarak, güvencesizleştirerek, örgütsüzleştirerek döndürüyor çarklarını. Küresel sermaye, "gıda" üzerinden toplumlar üzerindeki tahakkümünü güçlendirmekte. Gıda, hiç olmadığı kadar politik bir olguya dönüşmekte. Giderek hayatlarımızın nesneleştiği bir dünyada düşündüğümüz gibi yaşayabilmenin yollarını, araçlarını yaratmak arzusundayız. Sağlıklı, erişilebilir ve dayanışmacılığı besleyen paylaşımcı yöntemlerle gıdaya ulaşmanın temel hakkımızdan olduğunu düşünüyoruz. Dünyada ve Türkiye’de gıda alanında son yıllarda hızla yerel inisiyatifler, kolektifler kuruluyor; alternatif gıda ağları da denebilecek yapılar hızla çoğalıyor. Bugün gıda ihtiyacını, büyük marketlerden ziyade tanıdıklardan, komşulardan, kadın, yerel üreticilerden, doğal üretimi ilkeli şekilde yapan küçük üreticilerden, kooperatiflerden ve olanaklar ölçüsünde kendi balkon-saksı-bahçesinden tedarik edenlerin sayısı hızla artmakta. Bu arayışlar, umudumuzu güçlendiriyor. Bizler Komşu Kapısı Ahalisi olarak bir süredir gıda ihtiyacımızın bir kısmını ortaklaşa temin edip aramızda üleşiyoruz. Bugünden itibaren de ölçeğimiz ölçüsünde Komşu Kapısı Gıda Ağımızı siz Komşu Kapısı Gönüldaşları, Ağdaşları ile paylaşmaya açıyoruz. Ürünlerimizi, doğal üretim yapan (organik tescil zorunluluğu aramıyoruz), olabildiğince atalık geleneğe bağlı tedarikçilerden, çoğunluğunun kadın üreticilerden, yerinde gidip gördüğümüz kooperatif, küçük esnaflardan tedarik ediyoruz. Komşu Kapısı, yarından (13 Mart Cuma 2020) itibaren Elif arkadaşımızın mihmandarlığında Çarşamba-Perşembe-Cuma günleri, 11.00-18.00 arası açık olacak, hizmet verecek, bekleriz. Whatsapp İletişim Hattı 0505 598 32 47 https://ift.tt/2wQ2w6c
0 notes
panoptiksosyoloji · 8 years ago
Text
Castell, Giddens ve Beck Işığında Postmodernizm Okuması
               Rasyonelleşme, demokratikleşme, bireyselleşme ve bilimsel düşüncenin gelişimi gibi unsurlarla karakterize edilen modernlik bunlar ışığında kapitalizmi, kentleşme ve şehirciliği, sekülerleşmeyi nihayetinde bunlarının bütünlüğünü içeren bir yapıyı oluşturur. Giddens’a göre sözkonusu modernlik kavramı ile ilgili esas sorun onun aşırı derecede genelleştirilmiş, müphem bir kavram olmasıdır. Aynı zamanda modernleşmenin vaadetmiş olduğunun aksine eşitsizlikleri derinleştiren yapısı sadece muğlak bir kavram değil aynı zamanda tartışılan bir kavram olmasını da sağlamıştır.
               Kumar’a göre ise modernlik ile modernizm arasında ayrım yapmak mümkündür ancak aynı durum post modernlik için geçerli değildir. Herhangi tutarlı tarzda “post-modernlik” ile “postmodernizm” arasında ayrım yapmak için dayanabileceğimiz bir kullanım geleneği bulunmamaktadır. Her ikisi az çok birbirinin yerine geçebilecek şekilde kullanılmaktadır.  Tek başına bu durum bile post modernlik fikri hakkında bize bir şeyler ifade etmektedir. Kumar’a göre post-modernlik fikri, toplumdaki politik,ekonomik, toplumsal ve külterel olmak üzere farklı alanlar arasındaki ayrım çizgilerini çökertir.  Esasında onda hem modernizmin sürdürülmesi hem de aşılması sözkonusudur.
               Giddens’a göre, modern dünya öncekilerden tamamen farklı postmodern bir dünya değildir; o modernitenin ileri bir aşamasındadır. Giddens’ın da işaret ettiği gibi 19.yy’da Marx ve Durkheim  kendi yazılarında kurumların çizgileri silmiş, onların toplumsal hayatla bütüncül ilişkisini kurmuşlardır. Ancak post modern kuram bunun da ötesine gitmektedir. Bu dönemde sınırların çözülmesi bir bütüncüllüğe değil aksine postmodern bir parçalanma durumuna yol açmıştır. Bu anlamda çağdaş toplumdaki çoğulculuk ve çeşitliliği yadsımaz. Tam tersine yerelliğe, soyutluğa vurgu yapan bir anlayışa sahiptir.
               Kumar’a göre post modernizm için ayrıcalıklı bir alan varsa o da kültürdür. Post modernizm mimariden, resme bir çok sanat akımını çok etkileyip, yerellik düşüncesini göstermiş olsa da bizim için daha çok ilgi çeken farklı bir boyutta toplumun yaşayış biçimini ele alan  sanayi sonrası toplumun kültürüdür. Bu kültür post-fordist enformasyon çağıyla yakından alakalıdır. Castells’in Bilgi Çağı adlı eserindeki düşüncelerine göre post-modern toplumun tanımlayıcı karakteristikleri bilgi teknolojisi, internet ve hepimizi kuşatan bilişim toplumudur. Bilişim kapitalizmi olarak adlandırdığı yeni modern kapitalizm biçimi artık sanayi malları üretimine değil sürekli sermaye akışını ve finans hareketlerini mümkün kılan küresel ağlara dayanır. O da Senneth ve Kumar gibi sermaye ve yönetimin küresel düzeyde işlerken emeğin yerel , parçalı ve bireysel olduğunu düşünür. Tüm bu piyasa, sınıf, iktidar ilişkilerini kent üzerinden anlattığı kent, sınıf, iktidar adlı eserinde  ise bütün toplumsal grupların günlük yaşamının temelinde yer alan konut, etğitim, sağlık, kültür gibi ortak tüketim araçları alanında ikincil bir yapısal çelişkinin derinleşmekte olduğunu, toplumsal örgütlenmede giderek önem kazandığını ve bu çelişkinin toplumsal hareketler yoluyla değişimi tetikleyebileceğini vurgular.  Çünkü ortak tüketim alanındaki çelişkiler yalnızca işçi sınıfını değil, bütün halk tabakalarını etkilemektedir. Riski veya en azından sorunları tüm kesimlere yayması bakımından Giddens ve Beck ile de ortak noktası bulunmaktadır.
               Giddens Ulrich Beck’in risk toplumu gibi moderniteyi “asla güvende hissedilemeyecek, herkesini içinde bulunduğu öngörülemez bir cehennem kamyonu” olarak tanımlar. Bununla ilgili önemli bir eseri olan  Üçüncü Yol’da, daha iyi bir gelecek için kozmopolit bir dünya, ortak bir hoşgörü ve insan hakları çerçevesi içinde kültürel farklılıkları kucaklayan ve teşvik eden ortak bir hümanite önerir. İnsanın kötü kararlar kadar, akıllı ve insanca kararlar da verebilecekleri düşünür. Onun gelecek konusundaki iyimserliğinin altında; insanın eylemleri üzerinde düşünebilmesini ve bilinçli kontrolünü ifade eden “refleksivite” kavramı yatar.
               Beck’te Giddens gibi insanların daha “self-refleksif, daha disiplinli ve kontrollü” hale gelmeleri gerektiğini düşünür. Çünkü Beck’e göre de risk post-modern toplumun tanımlayıcı özelliğidir. Toplumlar modernleşmenin yol açtığı büyük oranda insan ürünü olan risklerle doludur. Modernizme geçişte insan doğaya hükmetmeye çalışmıştır. Günümüz post-modern toplumunda ise bu tam bir hakimiyete doğru gitmektedir. Kontrol arttıkça paradoksal şekilde risklerde artmaktadır. Bu riskler aynı şekilde günümüz toplumlarının sosyal yapılarına da yansımaktadır. Birey daha özgür ve bağımsız hale gelirken, paradoksal şekilde, önceden insanları koruyan sosyal yapılar çökmeye başlamıştır. Birey giderek kendi başına, soyutlanmış aciz ve korumasız kalmaktadır. Güvenlik ve istikrarı sağlama çabası kâr elde etme çabasının önüne bile geçebilmektedir. Artık risk toplumunda hedef sadece hayatta kalabilmektedir.
1 note · View note
mehmetkali · 8 years ago
Text
UPS, 11 YILDIR DÜNYANIN EN ETİK ŞİRKETLERİNDEN BİRİ SEÇİLİYOR http://ift.tt/2mrGccR
UPS, ART ARDA 11 YILDIR DÜNYANIN EN ETİK ŞİRKETLERİNDEN BİRİ SEÇİLİYOR
UPS, Ethisphere® Enstitüsü tarafından art arda on bir yıldır Dünyanın En Etik Şirketi seçildiğini açıkladı. Etik iş uygulamalarının standartlarının tanımlama ve geliştirme konusunda küresel lider olan Ethisphere Enstitüsü, UPS’i Lojistik ve Ulaşım kategorisinde onurlandırdı.
UPS Uyum Direktörü Mohammed Azam, “UPS’te, etik şekilde faaliyet göstermek, prensiplerimiz doğrultusunda hareket etmeyi ve iş faaliyetlerimiz, sürdürülebilirlik standartlarımız ve yaşadığımız hayatlar ve çalıştığımız toplumlar üzerinde yarattığımız etkilerle sözümüzü tutmayı gerektirir” dedi. “Dünyanın dört bir yanında tüm çabalarımızda yüksek etik standartlarımız olması için çok çalışıyoruz. Bu, bizim kültürümüzün bir parçası olarak tüm kurumda paylaşılıyor.”
Bu yıl Ethisphere Enstitüsü’nün ve prensibi eylemle bütünleştiren, güveni kurumsal kimliklerinin bir parçası yapmak için yorulmadan çalışan ve bunu yaparken yarının en iyi uygulamalarını bugünden sunarak gelecekteki sektör standartlarını şekillendiren şirketlerin takdir edildiği Dünyanın En Etik Şirketleri seçiminin on birinci yılı. Ethisphere Enstitüsü, UPS dâhil 2017’de onurlandırdığı firmaların en iyi uygulamalarını ve içgörülerini yılın ilerleyen dönemlerinde bir sunuş belgesi ve veri grafiğiyle yayınlayacak.
Ethisphere İcra Kurulu Başkanı Timothy Erblich bir açıklama yaparak, “Son on bir yıldır toplumsal beklentiler değişti, kanunlar ve yönetmelikler gibi jeopolitik iklim de yeniden tanımlandı. Ayrıca Dünyanın En Etik Şirketi unvanıyla onurlandırılan şirketlerin bu zorlu sınavlara nasıl karşılık verdiğini gördük. Dünyanın dört bir yanında yerel topluluklara yatırım yapıyor, çeşitlilik ve kapsayıcılık stratejileri benimsiyor ve uzun vadeli yaklaşımına sürdürülebilir bir iş üstünlüğü olarak odaklanıyorlar” dedi. “UPS’teki herkesi Dünyanın En Etik Şirketi olarak seçilmeleri vesilesiyle tebrik ediyorum.”
UPS yakın zamanda birçok başka kurumsal vatandaşlık ve sürdürülebilirlik ödülüyle de onurlandırıldı. Şirket, İnsan Hakları Kampanyası’nın Kurumsal Eşitlik İndeksinden 100 tam puan aldı, ABD Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) SmartWay Mükemmellik Ödülü ile onurlandırıldı ve art arda dördüncü yıl Dow Jones Sürdürülebilirlik Dünya Endeksine (DJSI World) girdi.
Dünyanın En Etik Şirketi değerlendirmesi, Ethisphere Enstitüsü’nün Ethics Quotient™ çerçevesini temel alıyor. Puanlar, beş temel kategoride veriliyor: etik ve uyum programı (%35), kurumsal vatandaşlık ve sorumluluk (%20), etik kültürü (%20), yönetişim (%15) ve liderlik, yenilikçilik ve itibar (%10) ve sürece katılan tüm şirketlere temin ediliyor.
Ethisphere Enstitüsü Hakkında
Ethisphere® Enstitüsü kurumsal karakteri, piyasa güvenini ve iş başarısını besleyen etik iş uygulamalarının standartlarının tanımlanması ve geliştirilmesinde küresel liderdir. Ethisphere, şirketlerin kurumsal karakteri geliştirmesine yardımcı olan veri odaklı içgörüler kullanarak temel etik standartlarını ölçme ve tanımlama konusunda derin deneyime sahiptir. Ethisphere Dünyanın En Etik Şirketleri® takdir programıyla üstün başarıyı onurlandırıyor, İş Etiği Liderlik İttifakı (BELA) ile bir sektör uzmanları topluluğuna olanak tanıyor ve Ethisphere dergisini yayınlayarak etik trendlerini ve en iyi uygulamalarını gözler önüne seriyor. Ethisphere hakkında daha ayrıntılı bilgi http://ethisphere.com adresinde bulunabilir.
Boeing 747-400F operated by UPS photographed from Clay Lacy Astrovision Learjet on July 10, 2007.
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri http://ift.tt/2n6geJ0 via IFTTT
0 notes