#tehlikedeydi!
Explore tagged Tumblr posts
Text
Eşref Gani: Kabil'den ayrıldım çünkü hayatım tehlikedeydi!
Afgan vatandaşlarının ilgi odağında kalmayı sürdüren eski Afgan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, Kabil’den kaçışını meşrulaştırmak için bir podcast yayını gerçekleştirdi. Gani, “Hükümetin ve özel tesislerin yıkılmasıyla, milyonlarca insanın mal ve canının tehdit edilmesi riski vardı. İnsanların bu konuda ciddi olduğu ortaya çıktı!” diyerek, ülkenin içinde bulunduğu durumun kritik olduğunu…
0 notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
218. BÖLÜM - Yüzlerce yıllık acı - Binlerce yıllık azap - 2
“Ekselansları bunu bilmiyor değildi, sadece ne yapacağını bilmiyordu.” Dedi Guoshi.
Xie Lian, başını hafifçe eğdi ve yorum yaptı, “O bir tanrı, tabii ki de inananlarına benden başka tanrıya tapmanıza izin vermiyorum diyemezdi. Muhtemelen o da böyle bir talepten dolayı küçümseme hissetmişti.”
“Doğal olarak, onu çok iyi anladın.” Dedi Guoshi.
Xie Lian ekledi, “Ama, bu sadece inananlarını ve ruhsal güçlerini kaybetmeyi göze alamadığında olmalıydı aksi takdirde Cennete Uzanan Köprü’nün inşası etkilenirdi.”
“Kesinlikle.” Dedi Guoshi, “Bu yüzden risklerin ne olduğunu halka anlatmak biz dördümüze bağlıydı.”
“Peki devamında nasıl gitti?” sordu Xie Lian.
“Muhtemelen göz alıcı bir şey değildi.” Dedi Hua Cheng.
“Sahiden de göz alıcı bir şey değildi.” Guoshi cevapladı, “En azından beklentilerimizi karşılayan hiçbir şey olmadı. Birtakım insanlar Cennete Uzanan Köprünün yıkılabileceğinden ve geri dönüleceğinden endişeliydi, ama daha fazlalık olan kısım bunun yerine ekselanslarının hakimiyeti altında olduğunu düşündü. Duaları yerine getirilmedi, bu yüzden dualarını yerine getiren başka tanrıya tapmaktan başka bir şey yapamadılar. Sonuçta hepsi özgürdü, istedikleri tanrıya tapabilirlerdi, bundan daha doğal bir şey yok.”
“Herkesi memnun etmek istemediğinden değildi, o gerçekten…”
Xie Lian iç çekti ve fısıldadı, “…Yüreği vardı ama gücü yoktu.”
Guoshi devam etti, “Bunu öğrendikten sonra ekselansları bizi durdurdu ve ne yaparlarsa yapmalarını söyledi. Eğer zorla tutulsalardı zaten canı gönülden ona inanmazlardı. Durum artık kesinlikle buydu, biz onları tekrar ve tekrar uyarsak da inanların kalpleri çoktan dağılmıştı. Kendilerini dönmek için zorlasalar da sadece bizi yatıştırıyorlardı.”
“Ne inanlarına kızabilir ne de diğer cennet mensuplarından yardım talep edebilirdi.” Xie Lian yorumladı.
“Zaten yardım isteseydi de diğer cennet mensupları ona yardım etmezdi.” Dedi Guoshi, “Cidden yardım etmek isteselerdi ilk onda ona karşı aleyhte hareket etmezler, peşinden de inananlarının aklını çelme fırsatından yararlanmazlardı.”
“Ekselansları gittikçe daha da sessizleşti ve içine kapandı, hala güçlerini kullanarak köprüyü inşa ediyor ve destekliyordu. Onu her gün izledim, hiçbir şey söylemese bile içten içe acı içinde kıvrandığını söyleyebilirdim. Bu acı çekiş de yalnızca onun tarafından kendi başına katlanılabilirdi; dördümüz ne kadar ona yardım etmek istesek de yükünü hafifletemedik.”
“Üç yıl boyunca çetin bir mücadeleye katlandıktan sonra nihayet volkan patlamak üzereydi.”
“Haberin çıktığı an halk köprüyü kuşatmak için savaştı, bunca zaman tek başına bunu destekleyen ekselansları hakkında endişelenirken dördümüz bu tez canlı kalabalığı yönetmeye çalıştık.”
Guoshi iç çekti, “Geçmişte onun hiçbir şey yapamayacağından asla endişe etmezdik. Ama o an, endişelenmeye başladık.”
“Başta köprü oldukça istikrarlıydı. Ancak kaynayan kalabalık arttıkça artıyor, köprüyü desteklemek için gereken güç gittikçe uzuyordu, hatta ekselanslarının elleri titremeye başlamıştı, yüzü gittikçe daha da soluyordu.”
“Kimse anlayamazdı bunu, yalnızca biz görebildik. Bir şeylerin yanlış gittiğini hissettim ve insanlara biraz bekleyip ona zaman vermelerini, hepsinin aynı anda ona koşmamasını, nefes almasına izin vermelerini ve hepsini kurtaracağını söyledim. Ama volkan patlamak üzereydi ve hayatları tehlikedeydi, beklemeye istekli kimse yoktu. Hepsi deli gibi köprüye koşuşturdular. Hatta bazıları o kargaşa sırasında ezilerek öldü, hiçbirini tutamadık.”
“En sonunda korktuğumuz şey yine başımıza geldi.”
“Üç yıl boyunca sürekli inanan kaybettik ve ekselanslarının güçleri artık eskisi kadar güçlü değildi. Binlerce insan köprüye akın ederken kurtuluşlarını kutluyor, neşeyle cennet alemine yürüyorlardı ki, köprü yerle bir oldu.”
Xie Lian'ın nefesi kesildi.
Guoshi devam etti, “Cennetvari gökkuşağı parçalandı, milyonlarca insan, yoğun ve tıkış tıkış bir kalabalık aniden gökten düştü, ateş denizine düşerken feryat ediyor ve yürek burkan bir şekilde çığlık atıyorlar, ekselanslarının gözü önünde küllerine kadar yanıyorlardı.”
“O an tamamen sersemlemiştim ve ekselanslarının yüzüne biraz bile bakmaya cesaret edemedim. Köprü onarılamaz, insanlardan o ateşten çekip çıkartılamaz ve ateşler söndürülemezdi –hepsine yardım edecek bir yol yoktu. Ayrıca hala köprüye tırmanamamışlar vardılar; lava gömüldüler ve uçuşan küllerle mühürlendiler. Çığlıklar, feryatlar, lanetler. Cidden felaket bir manzaraydı… O zamandan beri hiç bu kadar korkunç bir şey görmedim.”
Xie Lian bir süreliğine bunu hayal etmeye çalıştı ve kalbi ürperdi. Guoshi hikayesine devam etti.
“Köprü yerle bir oldu, WuYong halkı da delirdi.”
“Yakıp yıkmak için ekselanslarının tapınaklarını ateşe verdiler, ilahi heykellerini devirdiler, toz haline gelene kadar kılıçlarla kalbini deldiler, onu işe yaramaz bir canavar ve iğrenç bir tanrı olarak lanetlediler. O bir tanrıydı ve tanrılar güçlü ve aziz olmadıydı; başarısız olamazlardı.”
“Ama başarısız oldu. Ve bu yüzden artık yukarıda olamayacaktı.”
“Cennet diyarındaki cennet mensupları bu anı çok uzun zamandır bekliyorlardı. Dediler ki, ‘sana bu uğraşın uzun zaman önce boşuna olduğunu söylemiştik. Büyük bir probleme sebep oldun, bu yüzden senden burayı terk etmeni ve aşağıya gitmeni istemek zorundayız.’”
“Ve Majesteleri çok aptalca bir soru sordu; dedi ki, neden hiçbiriniz bana yardım etmediniz?”
“Hiçbir geçerli nedeni olmadığı halde neden herhangi biri yardım etsin ki? Ayrıca eğer WuYong krallığının bu muazzam felaketi başarıyla atlatılsaydı, cennet aleminde ona eş kimse kalmazdı.”
“Yani gerçekten aptalca bir soruydu. Bunu bildiğini tahmin ediyorum ama yine de sordu.”
“Ölümlü alemine geri düşmüştü, artık ne tanrı ne de veliaht prensti. Onu takip ettik ve ona tekrar yükseleceğini söyledik ve böylece tekrar gelişmeye başladı. Ama çok aşırı zordu. Eminim anlıyorsundur.”
Tabii ki Xie Lian anlamıştı.
Ne kadar yüksekte durursan o kadar sert düşersin. Cennetten düşüp ölümlü aleme döndükten sonra Onu bekleyen şey sonsuz soğukluk ve kötü niyetlilik olacaktı.
Guoshi devam etti, “Volkan hala patlıyordu ve WuYong Krallığı daha önce tarihte görülmemiş bir krize sürüklenmişti. Mülteciler, ayaklanmalar, kurallara karşı çıkanlar çoğaldı, herkes aklını sıyırmış ve ekselanslarına ona tavırları öncekinden çok farklı, tamamen değişmişti.”
“O zaman bile ekselansları yine de onlara yardım etmek istedi. Ama o zaman başka şeyler ortaya çıktı.”
“Birçok cennet mensubu kendi gücünü göstermeye başladı.”
“Volkanın patlamasını engellemeye niyetleri olmasa da birazcık ilaç, yemek ya da başka şeyler vererek küçük kutsanmalar almaktan oldukça mutluydular. Ekselansları çoktan sürgün edilmişti, onun yaptıkları ile cennet mensuplarının yapabildikleri tabii ki kıyaslanamazdı.”
“Sanki WuYong'un insanları aniden bir yaşam halatına tutunmuş, ebeveynleri yeniden doğmuş gibiydi, böylece inanlar çok daha hızlı kaybedildi. Aslında zaten pek fazla kişi kalmamıştı. Önceden ekselansları için olan övgü ve hayranlıklar hatasız bir şekilde diğer cennet mensuplarına verilmiş, ekselanslarına kalan şey ise nefret ve inkardı.”
Guoshi gözlerini kapattı, “O zamanlar gerçekten ihanete uğradığımızı hissettik, her şey o kadar adaletsizdi ki.”
“Bu cennet mensupları açıkça onlara pek fazla bir şey vermemiş ve yalnızca felaketten sonra ortaya çıkmışlardı. En çok şeyi yapan, elindeki her şeyini veren ve başarılı olması gereken ekselanslarıydı, sadece tek bir adım kalmıştı. Ama neden her şeyin sonunda düşen o olmuştu? Neden her şeyini veren artık umursanmıyordu ve küçücük bir şey yapan övgülerle anılıyordu?”
“Bu aynı zamanda düşüncelerimin değişmeye başladığı zamandı.”
“Düşünmeden kendimi alamadım, eğer, ekselansları baştan beri geleceği rüyasında görmemiş gibi davransaydı ve arkasına yaslanıp ‘bu kader, tanrılar bir şey yapamaz’ deseydi, volkan patladıktan sonra diğer cennet mensuplarının yaptığı gibi bereket bahşedecekti ve o zaman elbette insanlar da onun için şükran gözyaşları dökeceklerdi.”
Hua Cheng açıkça şöyle dedi: “Bunu sadece o zaman mı düşündün? Bunu baştan beri düşünmeliydin. Bir kişiyi kurtarmak için bir et parçasını dilimlemek, o kişi bundan memnun kalırdı. Ancak ne kadar dilimlenirse o kadar çok kişi talep eder ve sonunda kemikten başka bir şey kalmayana kadar dilimlendiğinde bile o kişi tatmin olmayabilir.”
“Bu düşüncelerin hiçbirini ona söylemeye cesaret edemedim.” Dedi Guoshi, “Ama ekselansları gittikçe daha çok hüzünleniyordu, ama ne düşündüğünü ya da aynı şeyleri düşünüp düşünmediğini söyleyemezdim.”
“Günler geçtikten sonra, volkan durmaksızın patlıyordu, WuYong krallığı dehşet içindeydi ve kaçmanın imkanı yoktu. Kimse bunu nasıl durduracağını ve kabusu sonra erdireceğini bilmiyordu.”
“Bir gün, ekselansları bize volkanın nasıl durdurulabileceğiyle ilgili bir yol olduğu söyledi. Ancak bize söylediğinde büyük bir kavga ettik.”
“Dur tahmin edeyim.” Dedi Hua Cheng, “O yol, yaşayanları feda etmekti”
“Doğru.” Dedi Guoshi, “ Ekselansları dedi ki, bir grup kötü insan bul, bu şeytanları kurban olarak kullan, onları ocağa at ve ocağın öfke ateşlerini söndür.”
“Hepimizin bu konu hakkında farklı düşünceleri olsa da genel olarak buna katılmamıştık. Böyle bir şey yapılmamalıydı. Başlarda ekselansları, WuYong'un diğer krallıkları işgal etmek için güç kullanmasını istemedi çünkü bir canı kurtarmak için başka bir can kullanmak istemedi. Biz ocak için yaşayanları feda etmeyi seçseydik o zaman nesi farklı olurdu ki? Hatta, daha kötü olurdu. Bu fikre son derece karşı gruplar vardı ve doğrudan ekselansları ile büyük münakaşalara girdiler.”
“O kadar büyük kavga ediyorlardı ki yumruklarını bile kullandılar. Başta bende karşıydım, ama dışarıdan gelen saldırılara karşı iç karışıklıklarla mücadele etmek çok daha zordu. Bilmelisiniz ki dördümüz her zaman ekselanslarını destekledik, ama artık yalnızca onun destek taşlarıydık. Ancak o zaman sadece o anın sıcağında karşılıklı darbeler değildi, bazıları ekselanslarını değişmekle, kalbinin yolunu kaybetmiş olmakla ve artık geçmişteki o ekselansları olmamakla suçluyordu.”
“Bu sözler cidden kalbi mahveder, ben dayanamazdım. Eğer biz de Ekselanslarına karşı çıkıp onu azarlasaydık, o zaman bu dünyada gerçekten onun yanında duran kimse olmazdı. Ve sonunda, yalnızca ona artık akışına bırakmasını ve olayların gidişatını umursamamasını söyledim. Cennet alemi, ölümlü diyar, tüm mülteciler, hiçbir şeyi umursamamasını. Gerçekten çok yorucuydu.”
“Ancak kimse beni dinlemedi. O büyük kavgadan sonra benim dışımda diğer üçü gitmişti.”
Xie Lian ne diyeceğini bilemeden başını salladı. Ancak böyle bir zamanda ayrılmak, kara buz eklemek anlamına geliyordu.
“Geride yalnızca ben kaldım.” Dedi Guoshi, “Ekselansları pek bir şey demeden bana yalnızca bir şey sordu, ‘gidiyor musun?’”
“Bana bunu sorduğunda bir zamanlar prens olan onun yüzündeki ifadeyi görmek, o anda, gerçekten hissettim ki, eğer o insanları kurban edip ocağa atmış olsaydı bile, anlayabilirdim. Dedim ki, ‘ekselansları, ben gitmeyeceğim.’
“Ekselansları yine pek bir şey demedi, ancak bir daha insanları feda etmekten bahsetmedi ve düşüncesini değiştirdi. Ocağın yakınına bir rün kurdu, ben de onunla gittim, lanetler ve mültecilerin attığı taşlara katlanarak volkanın kızgınlığını bastırmaya çalıştı.”
“Bu işin bu şekilde halledildiğini sanıyordum. Ama kim bilirdi, bir gün öyle bir şey fark ettim ki beni kemiklerime kadar ürpertti.”
Bu konu hakkında konuştuktan sonra Guoshi'nin yüzü dehşet verici bir hal almıştı, sanki o şeyi tekrar görmüş gibi ürpermişti. Xie Lian da kalbinin sanki görünmeyen bir el tarafından sıkıca sıkıldığını hissediyordu, sordu, “Neydi o?”
“O… o aniden yüzünü kapatmaya çalıştı.” Dedi Guoshi.
“…”
“Ekselansları görünüş olarak çok yakışıklı ve yüzünü asla , saklamazdı.” Dedi Guoshi, “Ve yüzünü yaralayabilecek bir şey de yoktu. Onu uzun yıllardır hiç öyle görmemiştim, allak bullak olmuştum. Ona yüzünüze ne oldu ekselansları diye sordum, o da dedi ki, yanlışlıkla ateşle yaktım.”
“Bu yaralanmayı nerede yaşadığını bilmiyordum, muayene etmeme de izin vermedi ve yalnızca kendi kendine bazı bitkiler uyguladı, birdenbire nerede olduğu tahmin edilemez hale geldi. Bu sözde alışılmadık bir şeydi ama sonra büyük bir şey oldu ve geçici olarak dikkatimi dağıttı –volkan patlamayı kesmişti.”
“Ocak yavaş yavaş sakinleşmiş ve eski ölüm sessizliğine dönmüştü, uzun bir süre de patlamadan kaldı. Bu konuda çok çalışan tek kişi Majesteleri olduğundan WuYong insanları volkanı geri püskürtenin o olduğunu düşündü, bazıları da yine ona tapmaya başladı. Ekselanslarının gelişme yolu gittikçe daha başarılı hale geliyordu. En azından onu aşağılayan ve taş atan insanlar yoktu ve onu görünce tekrar gülümsemeye başlamışlardı.”
“Hala bir şeylerin yanlış olduğunu düşünüyordum.”
“Doğru olmayan çok şey vardı. üç arkadaşımın da farklı kişilikleri olsa da onları tanıyordum, üçü de öylece umursamadan terk edemezlerdi. Ekselanslarına karşı çok öfkeli de olsalar bana karşı öfkeli olmazlardı, en kötü ihtimalle benimle iletişimi kesmezlerdi.”
“En sıra dışı olan şey yüce ekselanslarının yüzüydü. Sürekli yüzünü kapatan şeyler takıyordu; ilk başta paçavralar ve pelerinlerdi, daha sonra maske takmaya başladı ve herhangi bir sebeple çıkartmıyordu.”
“O zamanlar ben bile onun ekselansları mı yoksa onu taklit eden biri mi olduğundan şüphelendim çünkü konuşma ve hareketleri hatta tüm kişiliği değişmişti. Bazen nazik ve kibar, bazen aniden öfkeli. Bir keresinde evde yalnızken tüm aynaları parçalamıştı. Kanın nereden geldiği bilinmez ama her yer kan gölüne dönmüştü. Daha korkuncu ise garip sesler duyuyordum.”
“Nasıl sesler?” sordu Xie Lian.
“Bazen, gecenin bir yarısı, ekselanslarının odasından gelen insan sesleri, sanki birkaç insan fısıldaşıyor ve tartışıyorlardı. Ama kontrol etmeye gittiğimde sadece o oluyordu. Birkaç kez böyle olduktan sonra ekselansları odasına girmeme izin vermeyi bıraktı.”
“Bir gece yine garip sesler duydum, ama bu sefer fark ettim ki bu sesler tıpkı benim üç arkadaşımın sesiydi.”
“Daha fazla dayanamadım ve belki de gizlice geri dönmüş olabileceklerini düşündüm. Benden neden saklansınlar ki? O yüzden ekselanslarının odasına daldım.”
“Garip olan hala yüzünde maske takılı olan ve yatağa uzanmış ekselanslarından başka hiç kimse odada değildi. Orada durup biraz daha dinledim, o sesleri dinledim, o sesler sanki ekselanslarında geliyor gibiydi.”
“Ya da daha doğru bir ifadeyle, o maskenin altından geliyordu.”
“Yavaşça ekselanslarının yatağının yanına doğru yürüdüm, yaklaştıkça seslerin maskenin altından geldiğine emin oldum. Ekselansları uyurken konuşur muydu? Ya da arkadaşlarını o kadar özledi ki rüyasında onların seslerini öğrenmişti.”
“Uzun bir süre tereddüt ettim, ekselansları o sırada hala hiç hareket etmemişti. Uyuduğuna emin oldum, böylece, nazikçe ve yavaşça maskeyi yüzünden çıkarttım ve bir şey gördüm.”
Guoshi'nin gözlerinden gizlenemez bir dehşet akıyordu.
Devam etti, “üç arkadaşımı gördüm.”
“Konuşan ekselansları değil, onlardı. Ekselanslarının yüzünde keskin bir silahtan kaynaklanan dağınık yaralar vardı. eti ters dönmüş, kanı yarı çekilmiş ve kim bilir ne zamandan beri yüzünde üçten fazla yüz büyümüş, hepsinin ağzı hareket ediyor, açılıp kapanıyordu. Onların yüzüydü!!!”
Xie Lian ürperdi, “O... onu bırakan üç tebaayı da mı ocağa mı attı?”
#tian guan ci fu#xie lian#feng xin#jun wu#jian lan#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#ling wen
21 notes
·
View notes
Text
TANIKLIKLAR'DAN; 12 EYLÜL KARANLIĞI:
_______________İŞÇİ DAYANIŞMA BÜLTENİ
___SANCAKTEPE'DEN BİR MATBAA İŞÇİSİ
⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️🌹⭐️
Bazen kitapların, sözlerin anlatamadığını bir şiir anlatır. Öyle şiirler vardır ki her mısrası yüreklerimize işler, şairin acısını da, öfkesini de, sevincini de iliklerimize kadar hissederiz. Öyle şairler vardır ki toplumun acısını kendi acısı, sevincini kendi sevinci bilir. Mutluluğunu toplumun mutluluğundan ayrı düşünmez. İşte Hasan Hüseyin Korkmazgil böyle bir şairdir. Kendisini emekçilerden ayrı düşünmez, emekçilerle birlikte nefes alır, şiirlerinde onların acısını, mücadelesini, coşkusunu anlatır. O yüzden onun şiirleri bizi bir başka etkiler, içimize işler. Her mısrasında kendimizi, geçmişimizi buluruz. Tıpkı Tanıklıklar’dan şiirinde olduğu gibi…
.
Tarih 12 Eylül 1980. Saat sabaha karşı 4 suları. Bütün sokaklar askerlerle kuşatılmış durumda. TRT radyosunda faşist cuntanın darbe bildirisi okunuyor. Ardından sabah 05.30’da sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Yoksul işçi evleri, öğrenci evleri, devrimcilerin evleri kapılar, pencereler kırılarak basılıyor. Postal izlerinin kirlettiği evlerde onur ayaklar altına alınıyor. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri çok daha önce yazılmış olsa da sanki o anları anlatıyor...
.
girdiler kapılardan
girdiler pencerelerden
mektuplardan kitaplardan telefonlardan
girdiler kirlettiler ve gecemizi
girdiler ağrıttılar ve gündüzümüzü
girdiler
kirlettiler
insan onurumuzu...
.
Aynı gün saat 13.30’da Kenan Evren’in darbe konuşması yayınlanıyor TRT’de. “Halkın refah ve huzuru için, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temellere oturtmak” için darbe yapıldığını söylüyor faşist cunta lideri. Sonra da “Kötü niyetli birçok kişi ve kuruluşlar sizlere yalanlar düzerek, bunun aksini söyleyebilecekler ve menfi propagandalara başvurabileceklerdir” diyerek bunlara inanılmamasını salık veriyor. Ardından trajikomik bir şekilde “mutlu ve aydınlık yarınlar” dileyerek bitiriyor konuşmasını. Oysa bu konuşmanın ardından toplumu mutlu ve aydınlık değil, kanlı ve karanlık günler beklemektedir...
.
Peki, refah ve huzur için yapıldığı iddia edilen darbe gerçekte kime karşı, kimin için yapıldı.? 70’li yılların ikinci yarısı Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği yıllardı. Sendikalı işçi sayısının her geçen gün arttığı, her yerde grev ve direnişlerin yaşandığı, işçilerin sosyalist parti ve derneklerde örgütlendiği bu yıllarda patronlar işçilerin haklarını gasp etmek istedikleri halde hiçbir şey yapamıyorlardı. İşçiler örgütlüydüler ve patronların her saldırı girişimini püskürtmeyi başarıyorlardı. Patronların sömürü çarkları tehlikedeydi. Bunları düşünmek bile onlara ecel terleri döktürüyordu. İşte bu yüzden bu kanlı darbeyi tezgâhladılar. Darbeyi tezgâhlayanlar acımasız oldukları kadar korkaktılar da. Kenan Evren, darbe sabahı işçi sınıfının sokağa çıkmasından ne kadar çok korktuklarını darbeden yıllar sonra itiraf etmişti. İşçi sınıfının gücünden korkuyor, korktukça acımasızlaşıyor, çirkinleşiyor, insanlıklarını yitiriyorlardı...
.
insan yüzü güzeldir
çirkindi bunlarınki
insan yüzü sıcaktır
soğuktu bunlarınki
elleri el değildi
eli andırıyordu
gözleri göz gibiydi
bakışsızdılar
göğse benzer bir kafesti taşıdıkları
içinde yürek yoktu...
.
Hem işçi sınıfından korkuyorlardı hem de onun örgütlerinden. Sosyalistlerden, devrimcilerden, gençlerden korkuyorlardı. Bir o kadar da kin duyuyorlardı. Darbe olduğunda ilk iş bütün dernekler, partiler, sendikalar kapatıldı. Grevler, direnişler yasaklandı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı. On binlerce kişi işkence gördü, yüzlercesi işkencede hayatını kaybetti. On binlerce işçi kara listelere alınarak bir daha iş bulamaz hale geldi. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. Gencecik insanlar idam cezası verilerek asıldılar. Asılanlardan biri de henüz 17 yaşındaki fidan Erdal Eren’di. Bütün bunlar olurken korkakların başı TİSK başkanı Halit Narin “şimdi gülme sırası bizde” diyordu...
.
çirkindiler
korkaktılar
yarınsızdılar
geldiler itilerek
girdiler irkilerek
kararttılar gecemizi
ısırdılar karanlıkta
kanattılar türkümüzü
kırdılar çiçekli dallarımızı
tükürdüler içine ekmeğimizin...
.
İşçi sınıfını ve devrimci hareketi ezip geçen faşist darbenin üzerinden tam 36 yıl geçti. Ne yazık ki bu 36 yılda örgütsüz işçi sınıfı kaybettiği ekonomik ve sosyal haklarını geri almayı başaramadı. Bugün nüfus 1980 yılının neredeyse iki katına ulaşmışken sendikalı işçi sayısı tam tersi yönde yarı yarıya azalmış durumda. İş cinayetleri, taşeronlaştırma, uzayan iş saatleri, düşük ücretler, sendikasızlaştırma almış başını gidiyor. Hükümet OHAL bahanesiyle çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle işçi sınıfının zaten zayıf olan örgütlü mücadelesini engellemeye çalışıyor. 80 darbesini yapanlar işçi sınıfı karanlıktan hiç çıkmasın istiyorlar. Yarınlar sadece kendilerinin olsun istiyorlar. Ama bunu ilelebet başaramayacaklar. İşçi sınıfı eninde sonunda karanlığı yırtarak aydınlık yarınlara çıkacak. İnsanlığı karanlığa mahkûm edenlerin yarınları olmaz çünkü...
.
yoktu yarınları onların
çünkü onlar
suç taşıyan sandık gibi
karanlıktılar...
.
62 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing - 34. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 34: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle Tanışıyor
Xie Lian’ın dizleri daha yere değmeden Jun Wu elini uzattı ve onu yakaladı, diz çökmesine izin vermedi. İç çekti. “Xian Le.”
Xie Lian bir kez daha doğruldu ancak başını eğdi. “Özür dilerim.”
Jun Wu’nun bakışları üzerindeydi. “Hatanı kabul mu ediyorsun?”
“Evet.”
Jun Wu. “O zaman bana hatanın ne olduğunu söyleyebilir misin?”
Xie Lian sessiz kaldı ve Jun Wu başını iki yana salladı. “Bence bilmiyorsun.”
Savaş Tanrısı Semavi İmparator başını hafifçe yana çevirerek Xie Lian’a takip etmesini işaret etti ve yavaş adımlarla salonun arkasındaki odaya geçtiler. Onlar yürürken Jun Wu ellerini önünde bağlamıştı. “Xian Le artık olgunlaşmışsın.”
Xie Lian yorum yapmaya cesaret edemedi ve Jun Wu devam etti. “Uzun zamandır tekrar aramızdasın ve bir kez bile İmparatorluk Salonuna rapor vermedin. Bu münasebetsizliği eğer bir başkası yapsaydı Ling Wen Sarayı çoktan zulmetmeye başlardı.”
Xie Lian üçüncü kez yükselişin ardından Yüce Tanrının yüzüne nasıl bakacağını bilmediği için İmparatorluk Salonundaki Jun Wu’yu görecek cesareti bulamamıştı, bu yüzden sürekli ertelemiş ve oyalanmıştı. Elbette bir önceki ‘özür dilerim’i bu konu için söylememişti ama Jun Wu her şeyin farkındaydı. “Eğer özrün geçmişte yaşananlar içinse, düşünme bile, reddediyorum. Senin sözlerin: geçmiş geçmişte kalmıştır ve ardımızda bıraktıklarımızı unutmamız gerekir.”
Xie Lian yüzünü buruşturdu. “Nasıl unuturum?”
“O zaman geleceğe bak. Hala sana ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey var.”
Xie Lian alnını ovaladı. “Xian Le hiçbir gücü olmayan mütevazı bir hurda tanrısı. Bana kimsenin ihtiyacı yok. Tek dileğim kimseye yük olmamak.”
“Neden kendini küçümsüyorsun? Son iki meselede de harika bir iş çıkartmadın mı?”
“Ama General Pei’yi gücendirdim.”
Jun Wu duraksamadı. “Ming Guang’ın bir şeyi yok, onun hakkında endişelenme.” Ancak General Pei konusu açılınca artık konunun Hua Cheng’e dönme vakti de gelmişti. “Eğri kılıç E-Ming. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru. Söylesene, bu seferki düşüşünde kimlere bulaştın?”
Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Lordum, yemin ederim hiçbir şey yapmadım. Sadece bir gün yolda giderken ilginç bir çocukla karşılaştım ve beraber biraz zaman geçirdik. Üzerinde çok düşünmemiştim.”
Jun Wu başını salladı. “Tesadüfi karşılaşmalar, çocuk, Yüce İblis Kralı… Xian Le, eğer Ming Guang seni sorgulamaya devam etseydi ve bunları tüm mensupların arasında itiraf etseydin neler olurdu biliyor musun?”
“Xian Le biliyor.” Xie Lian kederle devam etti. “Ama gerçek bu. Eğer diğerleri benim dürüst sözlerime inanmamayı seçerse elimden hiçbir şey gelmez. Onların önünde gerçeği söylemeye cesaret edemedim, bu yüzden de Lorduma araya girdiği için minnettarım.”
Jun Wu. “Elbette hayalet diyara bilerek bulaşmayacağını biliyordum.”
Xie Lian cevapladı. “Lorduma güveni için minnettarım.”
“Ancak, hal böyleyken seni yeni ortaya çıkmış önemli bir meseleyi incelemek için göndermem artık uygun olmayabilir.”
Xie Lian sordu. “Konu nedir?”
Bu sırada büyük salonun arkasındaki odaya ulaşmışlardı. Salon ve arka oda, salona bakan kısmında bulutlar denizine dek yükselmiş altın bir saray tasviri olan, parlak ve muhteşem, büyük bir duvar resmiyle ayrılmış. Duvarın arka kısmında ise on binlerce kilometre genişliğindeki dağlar ve vadilerin bir tasviri vardı.
Xie Lian duvar resmini inceledi. Harita resminin üzerinde yıldızlar gibi görünen pek çok küçük inci vardı ve her biri ölümlü diyardaki İmparatorluk Tapınaklarını işaretlemişti. İnci olan her yerde bir İmparatorluk Tapınağı bulunuyordu. Sekiz yüz yıl önce Xie Lian ilk kez yükseldiği zaman Jun Wu onu arka odaya getirdiği zaman da inci yıldızlar hiçte az değildi, ama şimdi, parlayan değerli taşlar her yeri sarmış, parlaklıklarıyla göz alıyorlardı.
Jun Wu duvarın önünde durdu. “Yedi gün önce, pek çokları kendi gözleriyle görmüş, doğudaki ormanlarda bir ateş ejderi göklerde süzülmüş.”
Sözleri üzerine Xie Lian’ın yüzü düştü.
Jun Wu bir eli arkasında, diğer eliyle ise hafifçe duvar resmine vurarak devam etti. “Ateş ejderi yitip gitmeden önce iki tütsü zamanı geçmiş. Bu ne anlama geliyor biliyor musun?”
“Yükselen Ateş Ejderinin büyüsü yapılmış, alevler hiç zarar vermemiş. Birisi yardım çağırıyor.”
Jun Wu. “Doğru. Bir yardım çağrısı ve bir cennet mensubundan geliyor.”
Xie Lian ekledi. “Sıradan bir yardım çağrısı değil üstelik, tamamen çaresiz olmalı.”
Kimseye zarar vermeyen yoğun alevleriyle Yükselen Ateş Ejderi büyüsünü yapmak çok büyük bir güç gerektirir ve eğer yapan kişi yeterince dikkatli olmazsa pekala patlayabilir ve kendi ruh özlerini eritebilirlerdi. Bu yüzden de tümüyle çaresiz olunmayan bir durum haricinde kimse bu yöntemi kullanmazdı. Bir cennet mensubu ölümcül bir tehlikedeydi, ejderin tek anlamı bu olabilirdi.
Xie Lian sordu. “Yakın zamanda ortadan kaybolan bir cennet mensubu var mı?”
“BanYue Geçidi meselesi bugün tüm cennet mensuplarını çağırmamızın sadece bir sebebiydi. Esas amacımız ise herkesin burada olup olmadığını kontrol etmekti. Neredeyse hiçbir zaman bize katılmayan Yağmur Ustası ve Toprak Ustası, ve görevde oldukları için katılamayanların hepsi bildirimde bulundu.”
Xie Lian bir süre düşündükten sonra tahminde bulundu. “Belki de bu dönemdeki mensuplardan birisi değildir? Emekli olmuş birisi olamaz mı?”
Jun Wu. “Eğer öyleyse korkarım aramamızın boyutu hiç istemediğim kadar genişleyecek. Emekli olan mensupların çoğu cennetle tüm bağlarını kopardı. Samanlıkta iğne aramak onları bulmaktan kolay olur.”
Demek bu yüzden Ling Wen diğer pek çok edebiyat tanrısının göz altları simsiyahtı, meseleyi çözmek için gece gündüz çalışıyor olmalıydılar ve tabi bu yüzden de Yu Jun Dağındaki insan yüzü salgınına yakalanmış çocukla ilgilenecek zamanları yoktu. “Bir cennet mensubu bu kadar yıkıcı bir büyü yapacak kadar köşeye sıkıştıysa, korkunç bir baskı altında olmalı. O bölgede iblislere ait bir toplanma yeri veya şehir var mı?”
“Var.” Diye cevapladı Jun Wu. Xie Lian’a döndü. “Hayalet Şehri biliyor musun?”
Xie Lian bir an düşündü. “Evet.”
Hayalet Şehir, hayalet diyardaki en gelişmiş yerdi ve ölümlü diyarıyla, hayalet diyarının kesiştiği bir noktada bulunuyordu. Her tür hortlağın, hayaletin, iblisin ve canavarın ticaret yapmak için bir araya toplandığı bir yerdi. Belli bir güç seviyesine ulaşmış olan ölümlüler de iş yapmak veya bilgiye ulaşmak amacıyla şehre girebiliyorlardı. Bazen, kılık değiştirmiş cennet mensupları da sırf meraklarından veya bilinmeyen nedenlerden ötürü orada bulunabiliyorlardı. Elbette bilmeden şehre gidenler de vardı, sonucunda ya canlı canlı yenir ya ölümüne korkarlardı.
Antik çağlardan beri ölümlü diyarında Hayalet Şehirle ilgili pek çok hikaye anlatılmıştı. Xie Lian bu hikayelerden bir tanesinde gece seyahat eden bir adamın önünde kırmızı fenerleri ve rengarenk tabelalarıyla kalabalık bir çarşı gördüğünü anımsıyordu. Adam neşeli bir şekilde çarşıya girmiş ancak etrafındaki herkesin maske taktığını fark etmişti ve kapüşon takmayan herkesin inanılmaz çirkin ve tuhaf olduğunu! Üzerine çok kafa yormamış ve erişte satın almış, yemeğini yemek için oturmuştu. Ama yemeğini yerken tadı hiç hoşuna gitmemişti ve yakından baktığında erişte sandığı şeylerin aslında kıvrılmış saç telleri olduğunu fark etmişti!
Xie Lian anılarından sıyrılırken Jun Wu konuşmaya devam ediyordu. “O alev sütununu gördükten sonra hemen ormanı incelemesi için cennet mensupları görevlendirdim. Ancak oradaki şey her ne idiyse belli ki çok hızlı hareket etmişti, gittiklerinde tek bir iz dahi bulamadılar. Korkarım karşımızdaki her kimse bundan sonra çok daha dikkatli olacaktır, o yüzden bu sefer ölümlü diyara gizlice inecek ve Hayalet Şehri araştıracak birisine ihtiyacım var.”
Xie Lian. “Düşmanın gözünü açıp tekrar yer değiştirmesine izin veremeyiz. Bu yüzden mi büyük salonda tartışılmadı ve çoğu kişi bu bilgiden mahrum bırakıldı?”
Jun Wu cevapladı. “Evet.”
“Öyleyse, Xian Le emrinizi bekliyor, Lordum.”
“Aklıma gelen ilk kişi sendin.” Jun Wu devam etti. “Ancak gitmen çok uygun olmayabilir.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Neden uygun olmasın?”
“İlk olarak doğu Lang Qian Qiu’nun bölgesi. Eğer sen gidersen, onunla iş birliği yapmak zorunda olursun.”
Xie Lian içinde, Mesele bu muydu, diye geçirdi. “Hiç problem değil, lütfen endişelenmeyin.”
“İkincisi, Hayalet Şehir kimin himayesinde bulunuyor biliyor musun?”
Xie Lian şaşırmıştı ve emin değildi. “Hua Cheng’in mi?”
Jun Wu hafifçe başını salladı. Xie Lian aniden telaşlandığını hissetti ve alnını ovdu, ancak bu sırada aklına başka bir şey geldi.
O alev sütunu yedi gün önce görülmüştü. Tesadüfen Hua Cheng de Puji Manastırından yedi gün önce ayrılmıştı. Zamanlama kusursuzdu. Bu iki olay arasında bir ilişki mi vardı?
“Görünüşe göre onunla olan ilişkin hiçte kötü sayılmaz.” Jun Wu hafifçe duraksadı. “Eğer kazara karşılaşsanız bile işler çokta kötüye gitmeyebilir. Ancak eğer onun bu olayla bir bağlantısı varsa ve kendini uygunsuz bir durumda bulursan kendini zorlama. Eğer bir önerin varsa da duymak isterim.”
Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Gideceğim.”
Jun Wu ona baktı. “Xian Le, oldukça kabiliyetli ve işinin ehli olduğunu biliyorum. Ancak aynı zamanda herkesin iyiliğini düşündüğünü de.”
Sözlerini duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Lütfen evinden hiç ayrılmamış bir prenses olduğumu düşünmeyin. Bu sözleriniz artık bana uygun değil.”
Jun Wu yine de başını iki yana salladı. “Kimlerle arkadaşlık edeceğine karışamam ancak yine de söyleyeceğim: Hua Cheng’e dikkat et.”
Xie Lian başını selamlayarak eğdi ve yorum yapmadı. Aslında artık alışkanlık haline getirdiği gibi ‘Elbette, Lordum.’ Diye cevaplaması gerekirdi. Ama nedense bu sözlere hiç ‘Elbette’ diye cevap vermek istemiyordu.
“Özellikle de eğri kılıç E-Ming’e. Üzerine bir çizik dahi atmasına izin vermemelisin.” Diye sözlerini tamamladı Jun Wu.
Xie Lian meraklanmıştı. “Kılıcın nesi var ki?”
“Eğri kılıç E-Ming’in açtığı tüm yaralar lanetlidir. Yara iyileşse bile eğer Hua Cheng isterse bir kez daha kanar.”
Xie Lian bu ani özgüvenin nereden geldiğini bilmiyordu ama Hua Cheng’in ona en ufak bir zarar vereceğini dahi düşünemiyordu. Yine de cevap verdi. “Xian Le anlıyor.”
Jun Wu. “Bu meseleyle sen ilgileneceğin için doğal olarak rahatladım. Bir de sen gönüllü olunca çok daha iyi hissettim. Ama yine de böyle bir göreve tek başına gitmen olmaz. Bu göreve atamak istediğin herhangi bir cennet mensubu var mı?”
“Sahiden kimin geleceği benim için fark etmez.” Xie Lian bir an düşündükten sonra devam etti. “Ama geçinilmesi kolay birisi olmasını tercih ederim ve elbette güçlü birisi olursa bana arada ruhani güçlerinden ödünç vermesi de çok iyi olur.”
Jun Wu gülümsedi. “İlk tercihinle Nan Yang ve Xuan Zhen’i tek hamlede listeden çıkarttın.”
Feng Xin ve Mu Qing’in şu anki kişiliklerine hiç kimse ‘geçinilmesi kolay’ demezdi, Xie Lian da gülümsedi.
“Üçünüzün arası nasıl? Onlarla konuşma fırsatın oldu mu?” Semavi İmparatorun kendisi asla ruhani iletişim rününe katılmazdı bu yüzden de doğal olarak cennet mensuplarının arasında geçen bunaltıcı dedikodulardan haberdar değildi.
Xie Lian cevap verdi. “Birkaç kelime ettik.”
Jun Wu sorgulamaya devam etti. “Onca yıl geçti, sadece birkaç kelime mi konuştunuz? Ah, sahi. Bu yükselişinde pek çok kişinin sarayını yıktığını ve zarar verdiğini duymuştum, birisi de Nan Yang’dı.”
Xie Lian boğazını temizledi ve bu fırsatı kullanarak açıklama yapmaya çalıştı. “Borcumu ödedim! Sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meritin tamamını! Ve bunun içinde Lorduma, bana Yu Jun Dağı fırsatını tanıdığı için teşekkür etmem gerek.”
“Nan Yang’a teşekkür et.” Diye cevapladı Jun Wu. “Özel olarak Ling Wen’e ulaştığını ve sarayının yeniden inşa edilmesi için gereken miktarı senin borcundan sildiğini Ling Wen’den duydum.”
Xie Lian kalakalmıştı. “Bu… Ben… bilmiyordum.”
Sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti böyle kolayca ödeyebilmesine şaşmamalıydı; çok büyük bir kısmından azat edilmişti. Bir yandan da Nan Yang’ın sarayı en çok zarar gören yerdi, altın çatısının neredeyse yarısı çökmüştü.
“Nan Yang, Ling Wen’den sana söylememesini istemişti zaten, bilmiyor olman normal. Bu yüzden de en iyisi hala bilmiyormuş gibi davranman olur.”
Xie Lian bu konuda ne hissettiğini bilmiyordu. Karmakarışık ve acı-tatlı, zihni bulanmış ve her yere dağılmıştı. En sonunda sessizce iç çekti, Bu dünyada ‘kimseye söyleme’ kadar boş bir söz sahiden yok.
Jun Wu da bir süre düşüncelere dalmış gibiydi. “Eğer Nan Yang’le Xuan Zhen’i istemiyorsan, Rüzgar Ustasına ne dersin?”
Xie Lian önerisini değerlendirdi. “Elbette olur, ama benimle göreve gelmek isteyeceğini pek sanmıyorum?”
“Rüzgar Ustası güçlüdür, aynı zamanda arkadaş canlısı ve neşelidir, ve böylece her iki şartına da uygun olmuş oluyor. BanYue meselesinden sonra Rüzgar Ustası senin hakkında iyi bir izlenim de edindi. Bence iyi bir ikili olursunuz. Eğer başka sorun yoksa, Rüzgar Ustasıyla birlikte gidin ve Hayalet Şehri incelemeye başlayın. Bir de,”
“Efendim?”
Jun Wu yavaş yavaş konuştu. “İşini ciddiye al ama kendini zorlama.”
Sözleri Xie Lian’ı şaşırtmıştı, gülümsedi. “Lordum, ne demek istiyorsunuz? Kendimi hiçte zorlamıyorum.”
Jun Wu Xie Lian’ın omzuna vurdu ve başka bir şey söylemedi.
İkili bir süre daha detaylar konusunda tartıştıktan sonra, Jun Wu Xie Lian’ın çekilesine izin verdi ve Rüzgar Ustasını çağırdı. Xie Lian İmparatorluk Salonundan çıkarken bir süre için kapıda durdu ve etrafına baktı, ardından en sonunda Savaş İlahı Caddesini takip ederek cennetten ayrıldı.
En sonunda ölümlü diyarının merdivenlerine ulaştığında, Rüzgar Ustasının gelmesini beklerken bir süre oyalanması gerekmişti. Ancak en sonunda yanına birisi geldiğinde, beyazlı bir kadın değil, beyazlı bir erkek olduğunu gördü.
Adam ruhani halesinin yoğunluğundan dolayı parlıyordu – İmparatorun Salonundayken onu görmüştü, ismi Qing Xuan’dı. Adam fırçasını salladı ve gülümsedi. “Merhabalar Ekselansları!”
Xie Lian da ona gülümsedi. “Merhabalar.”
Aslında sahiden ona unvanının ne olduğunu sormayı çok istiyordu ancak ayıp olurdu. Tam cennet mensuplarıyla ilgili parşömeninden Qing Xuan’ın kim olduğunu kontrol edecekti ki malum kişi neşeyle yanına geldi. “Hadi gidelim! Gidip yeraltı dünyasını soruşturalım.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Birisini bekliyordum aslında.”
Bunu duyunca adam fırçasını dış cübbesinin sırtına yerleştirdi ve etrafını merakla izledi. “Kimi bekliyorsun?”
“Rüzgar Ustasını.”
Beyaz giysili adam epeyi kafası karışmış görünüyordu. “Ama buradayım?”
“…”
Xie Lian’ın kaşları hayretten neredeyse saçlarına kadar kalkmıştı. “Sen Rüzgar Ustası mısın?”
Adam ise sadece yelpazesini açıp sallamaya başladı. “Ben Rüzgar Ustasıyım elbette? Kim olduğumu bilmiyor muydun?? Adımı da mı daha önce hiç duymadın: Rüzgar Ustası Qing Xuan???”
Ses tonu inkar edilemez ve kesindi, sanki Xie Lian’ın onun adını daha önce duymaması imkansızmış gibi konuşmuştu. Yelpazenin ön tarafında italik karakterlerle ‘Feng’, rüzgar yazıyordu ve arka kısmında eğik üç çizgi vardı – beyaz giysili kadının elindeki yelpazenin aynısıydı bu!
Xie Lian aniden hatırladı; Fu Yao üst cennetteki mensupların özel şartlar altında dış görünüşlerini değiştirebildiklerinden bahsetmişti. BanYue’deyken ise bir cümlesi yarım kalmıştı: ‘Rüzgar Ustası her zaman…’
Her zaman ne? Neydi?
Kadın mı değildi?!
Xie Lian hala bu bilgi tam olarak kavrayamamıştı. “Ee… Rüzgar Ustası, sen, sen, sen neden geçen sefer kadın kılığına girmiştin?”
Rüzgar Ustası sordu. “Ne? Güzel değil miydim?”
“Güzeldin? Ama…” Xie Lian hala şaşkındı.
“Madem güzeldim o zaman ama’sı ne? İyi göründüğüm sürece ne önemi var!” Rüzgar Ustası genişçe gülümsedi. “Güzel görünmek için zaten kılık değiştirmiştim ya!”
Konuşmasını bitirdikten sonra aniden aklına bir fikir gelmiş gibi göründü ve yelpazesini kapattı. Xie Lian’a tartar bir bakış attıktan sonra tekrar başladı. “Konusu açılmışken, Hayalet Şehirdeki görevimiz gizli olmalı değil mi?”
“…”
Xie Lian: “???”
Çevirmen: Nynaeve
154 notes
·
View notes
Text
Durun siz balıksınız!
“İman kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir." Mesnevî-i Nuriye’den.
İslam bizi kabuğumuzdan kurtarmak için indi arkadaşım. Kabuğumuzu reddetmedi. Yanlış anlama. Lakin ona münhasır kalmaktan da İslam'la korunduk. (Elhamdülillah.) Evet. Âdemiyet okyanusunun töresi başkaydı. Burada batanlar değil çıkanlar boğulurdu. Beşerîlik sığlıklarında tuzaklıydı. Dolayısıyla gaybından habersizler tehlikedeydi. Satıhtan ötesini bilmiyorlardı. Öyle ya: Derûnunu bilmeyen dalmayı nereden bilecek? Gavvas-ı Aziz aleyhissalatuvesselam geldi. Omuzlarımıza Hüda'nın emanetini bastırdı. Şefkat pençeleriyle eteklerimize asıldı. Peşinden çekti çoktan aşina edildiği dehlizlere. Miracının yol yol gölgesine sığındık. Böylece sırf yüzey-dünya için yaratılmadığımıza ayıldık. Hatta görünenin 'okunabilir de' olduğunu kavradık böylece. Madde manasının sezdirilmesiyle rahatladı. Kanundur. Anlamını bulan kararını da bulur.
Şimdi bizi tekrar yüzeye çağırıyorlar arkadaşım. Ahirzaman fitnesi. Yüzey fitnesi. Yüzeyine kapılan fitneye de kapılıyor. Sözgelimi: Tesettürün nasıl bir hikmetle emredildiğini anlamıyor. Kendisinin de bir yüzey olarak 'boğucu' olabileceğini veya bizzat kendisinin de yüzeyinde 'boğulabileceğini' kavrayamıyor. Cüneyt Özdemir Aleyna Tilki'yi eleştiriyor. Ne için? Daha çok yüzey için. Daha çok kulaç için. Yani yüzey yüzeye "Daha derinsel bir yüzeysellliğin olabilirdi!" diye sesleniyor. Yüzey de abisine şöyle cevap veriyor: "Senin de daha yüzeysel bir derinselliğin olabilirdi." Genişliği derinlik sanmak muğalatasından çıkıyor olay. Kimsenin kucağında nefes yok. Dizboyu fanilik. "Kimin boğulması karizmatik oldu?" Bunu tartışıyoruz.
Denizden pırıltı topluyorlar arkadaşım. Delirmiş kuyumcu gibi. Avuçladıkları anda yokoluyor hepsi. Birikmemesinden anlıyorsun. Fanilik birikmiyor. Ama Cüneyt Özdemir'in de Aleyna Tilki'nin de bundan endişelendikleri yok. Onların kavgası 'kuyumcunun pırıltı toplarken izlemesi gereken yol' üzerine. Cüneyt Özdemir diyor ki: "Avuçlarını nasıl kullanacağını öğretenler olsa daha estetik toplardın." Aleyna Tilki de yapıştırıyor ki: "Benimki gibi avuçların olsun da Bağdat'tan pırıltı gelir." Davullar gümgüm. Pehlivanlar peşrevde. Ekranda şenlik. Fakat bu masalda "Kral da kraliçe de çıplak!" diyecek kimse yok. Çünkü kralın da kraliçenin de çıplaklıkla ilgili bir endişesi yok. Yüzeyde hemfikirler onlar arkadaşım. Anlaşmazlık oranda.
Tesettür bir kadına/erkeğe yüzeyinden başka kaç şey olma imkanı verir? Bu sualin cevabını seninle ben tartışacağız. Çünkü eteklerimizden çeken elin sıcaklığını hâlâ hisseden biziz. Derinliğe dair anlatılanları da unutmadık. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" fermanı (d)okunduğundan beri 'karizmatik boğulmalar' tatmin etmiyor bizi. Satıhta fanilik var. Ciğerimize su dolduruyoruz. Gidebilsek daha aşağılara ineceğiz. Konuşabilsek daha derinleri konuşacağız. Niyetimizin boyu amelimizden uzun. Yüzeydekiler halimizi boğulmak sanrılıyorlar. Biz de onlara kardeşane şöyle çığırıyoruz arkadaşım: "Durun siz balıksınız!"
0 notes
Text
Ford sitesindeki hatayı aylarca umursamadı: Birçok veri tehlikedeydi
Ford sitesindeki hatayı aylarca umursamadı: Birçok veri tehlikedeydi
Dünyanın önde gelen otomotiv üreticilerinden Ford Motor Company ya da kısa adıyla Ford’un internet sitesinde açık tespit edldi. Daha önce tespit edilen bu açığa ilişkin şirketin adım atması yaklaşık altı ay sürdü. Bleeping Computer’da yer alan bilgilere göre söz konusu açık nedeniyle, “Müşteri veri tabanı, çalışan kayıtları ve iç talepler” dahil olmak üzere birçok hassas bilgi tehlike…
View On WordPress
0 notes
Photo
"Tanrı kendi cennetinde - Dünyada her şey yolunda" "Hakikate benzemekle hakikat aynı şey değildir." "Yaşam tarzı tehlikedeydi ve bir buluş yapma zamanı gelmişti." ""Onu kucaklamak ve birkaç gün sohbet etmek istiyorum" #book #bookstagrammer #mathematics #social #psychology #risk #human #humanrights #creation #experiment #gambling #moments #kitap #philosophy https://www.instagram.com/p/B-cF5DqJfat/?igshid=1gaddjl2fr3nj
#book#bookstagrammer#mathematics#social#psychology#risk#human#humanrights#creation#experiment#gambling#moments#kitap#philosophy
0 notes
Text
En güzel 23 Nisan şiirleri! 2,3,4,5 kıtalık 23 Nisan uzun ve kısa şiirleri! İşte öğrenciler için yeni ve anlamlı şiirler
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı her yıl 23 Nisan tarihinde kutlanıyor. Dünyaya yayılan corona virüs nedeniyle 23 Nisan coşkusu bu sene evlerde yaşanacak ve kutlamalar evlerde yapılacak. 23 Nisan’a yaklaşırken şiirler araştırılmaya başlandı. İşte 2,3 ve kıtalık en güzel 23 Nisan şiirleri…
23 NİSAN Vatan tehlikedeydi,Atatürk karar verdi: Vatanı kurtaracak yine millettir dedi. Ankara’da bir meclis…
View On WordPress
0 notes
Text
Mo Dao Zu Shi - 110. Bölüm
Gizlemek – Dördüncü Kısım
Wei WuXian, “Tabutlar cesetleri saklamak için kullanılır tabi ki. Tahminimce burada gömülü olan ceset Jin GuangYao’nun annesi, Meng Shi’ye aitti. Bu gece buraya muhtemelen annesinin cesedini almak ve onunla birlikte DongYing’e seyahat etmek için gelmişti.”
Lan XiChen hiçbir şey söylemedi. Nie HuaiSang, “Ah. Evet sahi. Mantıklı.”
Wei WuXian sordu, “Jin GuangYao’nun annesinin cesedini kazıp çıkarttıktan sonra bu kişi ne yapmıştır dersin?”
Nie HuaiSang, “Wei-xiong neden sürekli bana soruyorsun? Ne kadar sorarsan sor ben hiçbir şey bilmiyorum.” Duraksadı, ardından devam etti, “Ama…” Nie HuaiSang yavaşça fırtınada yıkanmış olan saçlarını karıştırdı, “Bence eğer bu kişi Jin GuangYao’dan sahiden nefret ediyorsa, muhtemelen onun kendi hayatından bile daha değerli gördüğü bu şeye karşı merhametli davranmamıştır.”
Wei WuXian, “Tıpkı ChiFeng-Zun’a olduğu gibi, cesedini parçalara ayırıp, ardından tüm parçaları farklı yerlere bırakmak gibi mi?”
Nie HuaiSang sıçradı, geriye doğru tökezledi, “B-b-b-bu… Bu biraz fazla olmaz mı…”
Wei WuXian gözlerini üzerinden çekmeden önce bir süre onu inceledi. Tahmin tahmindi sonuçta. Elinde hiç kanıt yoktu.
Muhtemelen şu anda Nie HuaiSang’ın yüzündeki kafa karışıklığı ve acizlik sadece bir maskeydi. Başkalarını piyon olarak kullandığını ve insan hayatına bir hiçmişçesine davrandığını kabul etmek istemiyordu. Muhtemelen plan tamamen ona ait değildi. Gerçek kişiliğini daha fazla şey yapmak, daha yüksek hedeflere ulaşmak için saklamıştı. Tabi belki de aslında bu kadar karmaşık değildi. Mektubu gönderen bir başkasıydı, kedileri öldüren de ve tabi Nie MingJue’nun bedenini ve başını bir araya getirip diken de. Belki de Nie HuaiSang sahiden, tamamen işe yaramazın tekiydi.
Belki de hareketi Nie HuaiSang tarafından görüldükten sonra Jin GuangYao’nun son söz sözleri yalandı, böylece Lan XiChen’in dikkati dağılacak ve Jin GuangYao’da onu ortak ölümlerine sürükleyebilecekti. Sonuçta Jin GuangYao geçmişte yaptıkları göz önüne alınınca korkunç bir yalancıydı. Ne zaman ya da ne konuda yalan söylediğine asla şaşmamak gerekirdi.
Son anda neden fikrini değiştirdiğine ve Lan XiChen’i ittirdiğine gelirse, onun aklından tam olarak ne geçtiğini kim bilebilirdi ki?
Lan XiChen’in alnını yasladığı elindeki damarlar aniden belirginleşti. Sesi boğuk geliyordu, “…Ne yapmak istiyordu? Bir zamanlar onu tanıdığımı düşünüyordum sonra ise hiç tanımadığımı fark ettim. Bu geceden önce onu bir kez daha tanıdığımı düşünmüştüm, şimdi ise yine tanımıyorum.” Kimsenin ona verecek bir cevabı yoktu. Lan XiChen hüsranla tekrar etti, “Ne yapmak istiyordu?”
Jin GuangYao’ya en yakın olan kişi bilmezken, diğerlerinin bu soruya cevap verebilmesi imkansızdı.
Uzun bir sessizliğin ardından Wei WuXian konuştu, “Burada daha fazla boşu boşuna oyalanmayalım. Birkaç kişi yardım çağırmaya gitsin. Birkaç kişi de burada kalsın ve etrafı kontrol etsin. Tabut ve guqin telleri ChiFeng-Zun’u uzun süre mühürleyemez.”
Sanki onun fikrini onaylamak istermiş gibi tabuttan isimsiz bir öfkeyle birlikte tekrar gürültüler yükseldi. Nie HuaiSang titredi. Wei WuXian ona bir bakış attı, “Gördün mü? Şimdi daha sağlam bir tabut bulman, daha derin bir çukur kazman ve onu bir kez daha gömmen gerekecek. Yapsan bile avlanmaya devam edeceği ve bu olayların yol açacağı…”
Sözlerini bitiremeden gürültülü ve berrak bir havlama uzaklardan duyuldu.
Wei WuXian’ın ifadesi aniden değişirken Jin Ling bir parça kendine geldi, “Peri!”
Fırtına boğulmuş ve yağmur sadece çiseliyordu. Gecenin en karanlık kısmı geçmişti. Hava aydınlanmaya başlıyordu.
Tüm gücüyle koşan ıslak köpek, siyah bir rüzgar gibi kendisini Jin Ling’in üzerine attı. Arka patileri üzerinde doğrulup Jin Ling’in kucağına sızlanarak çıkarken yuvarlak gözleri de ıslaktı. Wei WuXian kırmızı dilinin beyaz, sivri dişleri arasından çıkarak Jin Ling’in elini yalamasını izledi. Yüzü soldu ve gözleri karardı. Dudaklarını aralarken ruhunun yeşil bir duman parçasına dönüşerek ağzından çıkıp Cennete uçacağını hissediyordu. Lan WangJi sessizce onunla Peri arasına geçerek görüş alanının kapanmasını sağladı.
Anında yüzlerce insan Guanyin Tapınağını sardı, her birinin kılıçları kınından çıkmış ve öyle tetikteydiler ki büyük bir savaşa hazırlandıkları belliydi. Ancak tapınağa doluşan kişiler, önlerindeki manzarayı görünce şaşırarak durdular. Yerde yatan herkes ölüydü, ölmemiş olanların hepsi yarı ölü, zar zor ayakta durabilecek durumdaydı. Kısacası, cesetler ve genel bir kaos her yere hakimdi.
En öndeki iki kişiden sağdaki YunmengJiang Sektinin baş generali, soldaki ise Lan QiRen’di. Lan QiRen’in yüzü hala şok ve şüphe ile kaplıydı. O daha ağzını açıp soru sormaya fırsat bulamadan ilk gördüğü şey, Lan WangJi ve Wei WuXian’ın neredeyse tek bir kişi sanılabilecek kadar yakın olduğuydu. Saniyeler içerisinde sormak istediği her şeyi unutmuştu. Yüzü öfkeyle doldu. Kaşlarını çattı, bıyığının havaya uçmasına neden olacak kadar oflardı pufladı.
General hemen Jiang Cheng’in kalkmasına yardım etmek için öne çıktı, “Sekt Lideri, iyi misiniz…”
Lan QiRen ise kılıcını kaldırıp bağırdı, “Wei…”
O sözlerini tamamlayamadan beyazlara bürünmüş gençler arkasından fırlayarak bağırmaya başladı, “HanGuang-Jun!”
“Wei-xiong!”
“Pir-xiong!” *Aasjdhsajf, YiLing Piri-ağabeeeey diyorlar.
Son genç Lan QiRen’e o kadar sert çarpmıştı ki neredeyse düşmesine neden olacaktı. Çok sinirlenmişti, “Koşmayın! Yaygara çıkartmayın!”
Ona dönerek “Amca” diyen Lan WangJi dışında kimse onun sözlerine kulak asmadı.
Lan SiZhui, sol eliyle Lan WangJi’nin cübbesini, sağ eliyle ise Wei WuXian’ın kolunu yakalamış ışık saçıyordu, “Harika! HanGuang-Jun, Wei-xiong her ikinizin de iyi olduğunu görmek ne güzel. Peri o kadar endişeliydi ki sizin çok zor bir durumda olduğunuzu düşünmüştük.”
Lan JingYi, “SiZhui ciddi misin? HanGuang-Jun’un baş edemeyeceği nasıl bir sorun olabilir? Sana abartıyorsun demiştim.”
“JingYi, bütün yol boyunca sızlanıp duran sen değil miydin?”
“Git buradan! Saçmalıyorsun.”
Lan SiZhui, en sonunda ayağa kalkmayı başarmış olan Wen Ning’i göz ucuyla gördü. Anında onu da yanlarına çekti ve olanları anlatmakta olan gençlerin oluşturduğu çembere dahil etti, hepsi cıvıl cıvıldı.
Peri Su She’yi ısırdıktan sonra bu şehre yerleşmiş olan YunmengJiang Sektine bağlı sekte koşmuş ve hiç durmadan havlamıştı. Genç Sekt Lideri boynundaki, üzerinde altın bir işaret ve taç olan özel tasmayı görünce, bu ruhani köpeğin önemli bir kişiye ait olduğunu hemen anlamıştı. Vücudu kanla kaplıydı, bir savaş yaşandığı kesindi ve muhtemelen sahibi de hala tehlikedeydi. Olayı hafife almaktan korktuğu için hemen kılıcına binmiş ve bu meseleyi bölgeyi esas yöneten sekte, YunmengJiang Sektine taşımak için Nilüfer Rıhtım’a doğru yola koyulmuştu. General de ruhani köpek Peri’nin, Genç Efendi Jin Ling’in Peri’si olduğunu hemen anlamış ve anında yardıma koşmuştu.
Bu sırada GusuLan Sekti de Nilüfer Rıhtım’dan ayrılmak üzereydi. Lan QiRen ise Peri tarafından durdurulmuştu. Zıplamış, Lan SiZhui’nin cübbesinin eteklerinden beyaz, ince bir kumaş parçasını yırtmış ve sanki beyaz kumaşı alnına sarmak ister gibi patileriyle durmadan başına vurmuş. Ardından hareket etmeden yerde yatarak ölü taklidi yapmış. Lan QiRen’in neler olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu ama Lan SiZhui hemen anlamıştı, “Sektimizin alın şeridini taklit etmeye çalışıyormuş gibi değil mi? HanGuang-Jun veya Lan Sektinden bir başka kişinin tehlikede olduğunu mu anlatmaya çalışıyor?”
Ve böylece YunmengJiang Sekti, GusuLan Sekti ve henüz gitmemiş olan birkaç diğer sekt herkesi toplamış ve onlara yardım etmek için yola koyulmuştu.
Lan JingYi cıkladı, “Peri aşağı Peri yukarı deyip duruyorduk ama kimin aklına onun ruhani bir köpek olduğu gelirdi ki!”
Ama istediği kadar ruhani, istediği kadar büyülü olsun, nihayetinde bir köpekti, Wei WuXian için dünyadaki en korkunç şeydi. Lan WangJi önünde dururken bile baştan aşağıya titriyordu. Lan Sektinin gençleri geldiğinden beri Jin Ling onlara doğru bakıp duruyor, Wei WuXian ve Lan WangJi’yi sarıp sohbet ederken onları izliyordu.
Wei WuXian’ın daha da solduğunu görünce Peri’nin poposuna vurdu ve “Peri, sen dışarıda bekle.” Peri başını ve kuyruğunu iki yana sallayarak onu yalamaya devam etti. Jin Ling azarladı, “Dışarı çık. Beni artık dinlemiyor musun?”
Peri ona acınası bir ifadeyle baktı ve kuyruğu sarkmış bir halde tapınaktan dışarıya çıktı. Wei WuXian en sonunda rahat bir nefes almıştı. Jin Ling yanlarına gitmek istiyordu ama nasılsa utanmıştı. O tereddüt ettiği sırada Lan SiZhui aniden Wei WuXian’ın belindeki şeyi gördü. Bir an duraksadı, “…Wei-xiong.”
Wei WuXian, “Hım? Ne?”
Lan SiZhui transa girmiş gibiydi, “Acaba… Flütüne bakabilir miyim?”
Wei WuXian çıkarttı, “Ne olmuş flüte?”
Lan SiZhui flütü iki eliyle aldı ve hafif kaşlarını çattı, yüzünden kafasının karıştığı belliydi. Lan WangJi ona baktı, Wei WuXian ise Lan WangJi’ye bakıyordu, “Senin SiZhui’nin nesi var? Flütümü mü seviyor?”
Lan JingYi haykırdı, “Ne? En sonunda o çirkin, akortsuz flüt gitti mi? Bu yeni flüt baya güzel görünüyor!”
Ama bu yeni, ‘baya güzel’ flütün ruhani bir eşya olduğunu, her zaman bakmak istediği – efsanevi hayalet flüt ‘Chenqing’ olduğunu bilmiyordu. İçten içe mutluydu, Harika! Bundan sonra en azından HanGuang-Jun ile birlikte çalarken rezil olmayacak. Tanrılar! O flüt hem göze hem kulağa korkunç geliyordu!
Lan WangJi, “SiZhui.”
Lan SiZhui en sonunda düşüncelerden sıyrıldı. Chenqing’i Wei WuXian’a iki eliyle birden uzattı, “Wei-xiong.”
Wei WuXian flütü aldı. Bu sırada aklına onu veren kişinin Jiang Cheng olduğu gelmişti, onun olduğu tarafa döndü ve sıradan bir sesle konuştu, “Teşekkürler.” Chenqing’i salladı, “Bende… mi kalıyor?”
Jiang Cheng ona baktı, “Zaten senindi.”
Bir anlık tereddüdün ardından dudakları hafifçe hareket etti, sanki başka bir şey daha söylemek ister gibiydi. Ancak Wei WuXian çoktan Lan WangJi’ye dönmüştü. Bunu görünce Jiang Cheng de sessiz kaldı.
İnsanların kimisi ortalığı temizliyor kimisi tabuttaki mührü güçlendirmekle uğraşıyordu, bazıları onu taşımanın güvenli olup olmadığını düşünürken bazıları ise sinirliydi. Lan QiRen köpürdü, “XiChen, senin neyin var böyle?!”
Ellerini alnına bastırırken Lan XiChen’in yüzü kelimelerle ifade edilemeyecek bir kederle doluydu. Yorgun görünüyordu, “…Amca, yalvarırım. Daha fazla soru sorma. Lütfen. Şu anda konuşmak istemiyorum.”
Lan QiRen tek başına büyüttüğü bu çocuğu, Lan XiChen’i hiç bu kadar çalkantılı ve karışık bir ruh halinde görmemişti. Ona baktı, ardından Wei WuXian’la birlikte gençler tarafından çevrelenmiş olan Lan WangJi’ye, baktıkça daha da sinirleniyordu. En gurur duyduğu, kelimenin tam anlamıyla mükemmel olan bu iki öğrencisinin, onu artık dinlemediğini ve ikisinin de onunla ilgilenmediğini hissediyordu.
Nie MingJue ve Jin GuangYao’yu mühürleyen tabut hem anormal derecede ağırdı hem de dikkatle müdahale edilmesi gereken bir şeydi. Bu yüzden onunla ilgilenmek için öne çıkanlar sadece sekt liderleriydi. Bir sekt lideri Guanyin heykelinin yüz hatlarını gördüğünde, önce şaşırarak duraksadı, ardından diğerlerinin de görmesi için bulduğu bu yeni ve ilginç şeyi işaret etti, “Yüzüne bakın! Jin GaungYao’ya çok benzemiyor mu?”
Baktıktan sonra herkes şaşırmıştı, “Bu sahiden onun yüzü! Jin GuangYao neden böyle bir şey yapmış?”
Yao Sekt Lideri, “Kendisinin vahşi bir kibre sahip bir tanrı olduğunu belirtmek için elbette.”
“Kibirli sahiden, ahahahha.”
Wei WuXian kendi kendine, Hayır, bu kadarına gerek yok. Diye düşündü.
Jin GuangYao’nun annesi aşağılık bir fahişe olarak görülüyordu, bu yüzden o da on binlerce kişinin tapındığı Guanyin heykelinin üzerine annesinin yüzünü oymuştu.
Ama bunu söylemenin hiçbir faydası yoktu. Kimsenin umursamayacağını ve ona inanmayacağını Wei WuXian’dan daha iyi kimse bilemezdi. Jin GaungYao’yla ilişkili her şeye en kötü zanlar atfedilecek ve ağızdan ağıza herkese yayılacaktı. Kısa bir süre sonra tabut daha büyük ve sağlam bir tabutla mühürlenecekti. Maun ağacından yetmiş iki çiviyle sağlamlaştırılacak ve yerin derinliklerine gömülecekti, uyarılar içeren taş tabletlerden bir dağ da üzerine eklenecekti.
Ve içinde mühürlenmiş olanlar kat kat engeller ve sonsuz bir aşağılanmayla bir daha ışığı görmeyecekti.
Nie HuaiSang kapının kenarındaki duvara yaslanmış, tabutu Guanyin Tapınağı’nın eşiğinden taşımakta olan sekt liderlerini izliyordu. Başını aşağıya eğdi ve cübbesinin eteklerindeki tozları silkelemeye başladı. Bir şey görmüş gibi bir an duraksa. Wei WuXian da o tarafa baktı. Jin GuangYao’nun şapkası yere düşmüştü.
Nie HuaiSang eğildi ve yerden aldı. Ancak ondan sonra dışarıya çıktı.
Peri dışarıda sabırsız bir şekilde efendisini bekliyordu, birkaç kez havladı. Havlamaları duyunca Jin Ling’in aklına, Peri daha dizlerine kadar bile gelmeyen sakar minik bir yavruyken, Jin GuangYao’nun onu getirişi gelmişti.
O zamanlar sadece birkaç yaşındaydı. Jinlin Kulesi’ndeki diğer çocuklarla dövüşmüş ve kazanmak dahi onu tatmin etmemişti, gözleri yerinden fırlayacakmış gibi ağlayarak odasındaki her şeyi parçalıyordu. Hizmetçiler bile onlara da vuracağı korkusuyla yanına yaklaşmaya cesaret edememişti.
Sırıtan küçük amcası başını içeri sokup sormuştu, “A-Ling, sorun ne?” O ise eline geçen tüm vazoları Jin GuangYao’nun ayaklarının önünde kırarak cevap vermişti. Jin GuangYao, “O-oo, ne kadar öfkelisin. Çok korktum.” Başını iki yana sallayarak uzaklaşırken korkmuş gibi davranmaya çalışıyordu.
İkinci gün, Jin Ling asık bir yüzle dışarı çıkmayı ve yemek yemeyi reddetmişti. Jin GuangYao onun odasının hemen dışında volta atıyordu. Sırtını odasının kapısına yaslayan Jin Ling ise yalnız kalmak istediğini bağırıyordu ki aniden kapının dışından yavru bir köpeğin havladığını duymuştu.
Kapıyı açmıştı. Yarı diz çöken Jin GuangYao’nun kucağında yuvarlak, büyük gözlü, parlak siyah bir yavru köpek vardı. Başını kaldırmış ve gülümsemişti, “Bu ufaklığı dışarıda buldum ama adını ne koyacağımı bilmiyorum. A-Ling, adını sen koymak ister misin?”
Gülümsemesi o kadar nazik ve içtendi ki Jin Ling, Jin GuangYao’nun o sırada rol yaptığına inanamazdı. Aniden gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Jin Ling ağlamayı her zaman bir zayıflık olarak görmüştü, böyle bir davranışa küçümseyerek bakardı. Ancak akan gözyaşları dışında kalbindeki acı ve öfkeyi serbest bırakmasının başka bir yolu yoktu.
Neden bilmiyordu ama kimseden nefret edemeyeceğini, kimseyi suçlayamayacağını hissediyordu. Wei WuXian, Jin GuangYao, Wen Ning – ailesinin ölümünden hepsi bir noktaya kadar sorumluydu, her birinden ölümüne nefret etmek için geçerli sebepleri vardı. Ama görünüşe göre böyle yapamaması için de nedenleri vardı. Ama onlardan nefret etmezse, kimden nefret edecekti? Daha bebekken ailesini kaybetmeyi hak etmiş miydi? Sadece intikam alamamakla kalmıyor bir de onlardan tümüyle nefret de mi edemiyordu?
Bırakmak istemiyordu. Haksızlığa uğramış hissediyordu. Onlarla birlikte ölüp her şeyi sonlandırmayı tercih ederdi.
Onun tabuta bakarak sessizce ağladığını gören Yao Sekt Lideri sordu, “Genç Efendi Jin, neden ağlıyorsun? Jin GuangYao için mi?”
Jin Ling’in konuşmadığını duyunca Yao Sekt Lideri, büyüklerin sık sık gençleri azarlamak için kullandığı bir tonla devam etti, “Neden ağlıyorsun? Gözyaşlarını tut. Amcan gibi bir adam gözyaşlarını hak etmez. Genç Efendi, kötü niyetle söylemiyorum ama bu kadar zayıf olmamalısın! Böyle bir nezaket daha narin cinsiyettekilere yakışır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu artık bilmeniz gerek, kendinize çeki düzen verin…”
Eğer hala LanlingJin Sektinde tüm efsuncuları yöneten Baş Efsuncu olsaydı, diğer sekt liderleri asla Jin Sektinden bir kişiye büyüklük taslamaya cesaret edemezdi. Ama artık Jin GuangYao ölmüştü. LanlingJin Sektini savunacak kimse yoktu. Ayrıca tüm sektin ismi de lekelenmişti ve yakın gelecekte bir daha yükselmesi olası görünmüyordu, bu yüzden de bazıları cesaretlenmişti.
Jin Ling başından beri kalbinde birbirine geçen binlerce düşünce ve duyguyla mücadele ediyordu. Yao Sekt Lideri’nin sözlerini duyunca kalbindeki alevler yükseldi, “Ağlamak istiyorsam ne olmuş?! Sen kimsin? Sen kimsin? Ağlarken bile huzur bulamayacak mıyım?!”
Yao Sekt Lideri karşılık olarak bağırmasını beklememişti. O da kendince bir itibarı olan bir sekt lideriydi. Anında yüzü karardı. Bazıları yanına gelerek kısık sesle onu sakinleştirdiler, “Boş ver. Çocukla bir olma.”
En sonunda utancın getirdiği öfkeyi bastırdı ve soğuk bir şekilde güldü, “Elbette. Hah, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamayan veletlerle neden uğraşıyorum ki?”
Lan QiRen tabutun arabaya yüklenmesini izliyordu. Şaşırarak arkasını döndü, “WangJi nerede?”
Lan WangJi’yi zorla Bulut Kovuğu’na götürmeyi ve onunla yüz yirmi gün boyunca konuşmayı, hala işe yaramazsa da onu cezalandırmayı planlamıştı. Bir anda ortadan kaybolacağı kimin aklına gelirdi? Biraz etrafta dolaştı, sesini yükselterek tekrar sordu, “WangJi nerede?”
Lan JingYi, “Biraz önce Minik Elma’yı da getirdiğimizi ve tapınağın dışına bağladığımızı söyledim. Ve HanGuang-Jun ve yanında… yanında… Minik Elma’nın yanına gittiler.”
Lan QiRen, “Ya sonra?”
Sonrasında neler olduğunu söylemesine gerek yoktu. Guanyin Tapınağı’nda Wei WuXian, Lan WangJi ve Wen Ning’e ait tek bir şey kalmamıştı.
Lan QiRen arkasından durgun bir şekilde gelmekte olan, hala dalgın görünen Lan XiChen’i izledi ve zorla bir nefes verdi, ardından kollarını salladı.
Lan JingYi etrafına baktı, şaşırarak, “SiZhui? Ne oldu? SiZhui nereye kayboldu?”
Jin Ling, Wei WuXian ve Lan WangJi’nin kaybolduğunu duyunca dışarı koşmuştu, neredeyse Guanyin Tapınağı’nın eşiğine takılacaktı. Ama ne kadar acele etse de onları bulamamıştı. Peri sersem bir şekilde onun etrafında dönerken dili sallanıyordu.
Jiang Cheng, Guanyin Tapınağı’nda uzun bir ağaçmışçasına dosdoğru duruyordu. Ona bir bakış attıktan sonra soğuk bir sesle konuştu, “Yüzünü sil.”
Jin Ling gözlerini sertçe ovdu, ona doğru koşmadan önce yüzünü de sildi, “Neredeler?”
Jiang Cheng, “Gittiler.”
Jin Ling, “Böylece gitmelerine izin mi verdin?”
Jiang Cheng dalga geçti, “Ya ne yapacaktım? Yemeğe mi davet etseydim? Yemekten sonra da teşekkür edip özür dilerdim artık?”
Jin Ling parmağını ona doğrultmuş köpürüyordu, “Gitmek istemesine şaşmamalı. Hepsi senin şu tavrın yüzünden! Neden bu kadar gıcıksın Dayı?!”
Bunu duyunca Jiang Cheng ters ters bakan gözleriyle elini kaldırdı ve azarladı, “Büyüklerle böyle mi konuşulur? Dayak mı istiyorsun sen?!”
Jin Ling küçüldü. Peri de kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmıştı. Ancak Jiang Cheng’in tokadı ensesine inmedi. Onun yerine güçsüzce geri çekildi.
Rahatsız olmuş bir şekilde konuştu, “Kapa çeneni. Jin Ling. Kapa çeneni. Eve dönüyoruz. Herkes kendi sektine.”
Jin Ling şaşırarak durdu. Bir an tereddüt ettikten sonra itaatkar bir şekilde çenesini kapattı. Başı önde, Jiang Cheng’in yanında birkaç adım attıktan sonra tekrar başını kaldırdı, “Dayı, söylemek istediğin bir şey vardı değil mi?”
Jiang Cheng, “Ne? Yoktu.”
Jin Ling, “Biraz önce. Gördüm. Wei WuXian’a bir şey söylemek istedin ama sonra söylemedin.”
Bir anlık sessizliğin ardından Jiang Cheng başını iki yana salladı, “Söylenecek bir şey yok.”
Ne söyleyebilirdi?
Geçmişte, annem ve babamın cesetlerini geri alabilmek ve Nilüfer Rıhtım’a geri dönmek istediğim için Wen Sektine yakalanmamıştım. Yoldan geçerken denk geldiğimiz kasabada sen yiyecek almaya gittiğinde bir grup Wen Sekti efsuncusu gördüm. Onları erkenden fark ettim ve oturduğum yerden ayrılarak sokağın bir kenarına saklandığım için yakalanmadım, ama sokaklarda devriye geziyorlardı ve kısa bir süre sonra seni yakalayacakları kesindi.
Bu yüzden kaçtım ve onları diğer tarafa çektim.
Ama geçmişte nasıl Wei WuXian ona altın özünü verdiğini söyleyemediyse, şu anda Jiang Cheng de ona bunları söyleyemiyordu.
Not: Laaaağğn bir anda Wei WuXian’ın o sahne boyunca ‘Jiang Cheng benden daha kötü durumdaydı nasıl bu kadar hızlı koştu? Nasıl yetişemedim?’ deyip durduğu aklıma geldi :O Bunu hiç beklemiyordum…
34 notes
·
View notes
Text
Aylardan Aşk pdf indir
Karanlık sırlar, acıtan gerçekler ve korkunç yalanlar arasında yeşeren aşkın bu savaşı kazanabilmesi için önce her şeyini kaybetmesi gerekiyordu. Tanem Sancaktar, hayatını derinden etkileyen kazadan sonra iki yılını hastanede geçirmek zorunda kaldığında onu yeniden hayata döndüren Doktor Yağız Aslan olmuştu. İlk başta her şey küçük, ama gülümseten bir gönül hikâyesiydi. Oysa geçirdiği zorlu tedavinin ardından aşka sığınan ve ondan güç alıp yaşamayı seçen Tanem için asıl mücadele şimdi başlıyordu ve hiçbir şey ne bildiği ne de başladığı gibiydi. Geçmişini unutup geleceğini işine adayan ve gözü, önüne koyduğu hedeflerinden başka bir şey görmeyen Doktor Yağız’ın kalbine ulaşabilmesi için önce düşlerinden, sonra da kendinden vazgeçmesi gerekecekti. Deney aşamasındaki tedavisinin ilk gerçek hastası olan Tanem Sancaktar, genç adam için sadece bir projeden ibaretti. Ancak kadının yaşama tutunmak için verdiği savaş, karakteri ve o cennet yeşili gözleri Doktor Yağız’ın tüm işini zora sokuyordu. Ne var ki hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Sancaktar Ailesine ait sırrı keşfettiğinde anlamıştı. Bütün tehlikeleri görüp, kalbini de riske atarak amansız bir mücadeleye başlayan Yağız için artık her şey rayından çıkmıştı. Şimdi hem kendi hayatı hem de herkesten sakındığı Tanem’in hayatı tehlikedeydi. Geçmişe ait sırlar, sabote edilen planlar, gizli bir düşman ve tüm bunların içinde çaresiz kalan bir aşk… Güçlü Sancaktar Ailesinin hikâyesini okumaya başlamadan önce derin bir nefes alın. Aşk, macera ve tempo yüklü bu hikâyede aşkın en tutkulu haline, sevgiye dair her şeye ve ihtirasın değiştirdiği hayatlara şahit olacak, okumaktan ziyade onlarla birlikte yaşayacaksınız.
Aylardan Aşk pdf indir oku
#Aylardan Aşk E-Book İndir#Aylardan Aşk ebook indir#Aylardan Aşk ebook oku#Aylardan Aşk epub#Aylardan Aşk epub indir oku#Aylardan Aşk kitabı pdf indir#Aylardan Aşk online pdf oku#Aylardan Aşk PDF İndir#Aylardan Aşk PDF Oku#Aylardan Aşk ücretsiz indir oku#Ekitap
0 notes
Text
Serafina ve Büyülü Değnek
Serafina ve Büyülü Değnek Robert Beatty Yabancı Yayınevi
Robert Beatty’den, Serafina ve Siyah Pelerin’e heyecan verici bir devam kitabı geliyor.
Serafina, Siyah Pelerinli Adam’ı yendikten sonra gölgelerden sıyrılıp Biltmore Evi’ne, gün yüzüne çıkmıştı. Her akşam ormana, annesini ziyarete gidiyor ve dağaslanlarının hayatlarını öğreniyordu. Fakat Serafina kendini iki dünya arasında kalmış gibi hissediyordu: Biltmore’un şık giyimli hanımları ile yaşayamayacak kadar vahşi, dağaslanlarıyla yaşayamayacak kadar da insandı.
Biltmore’da ardı ardına yaşanılan saldırılardan sonra Serafina’nın evdeki koruyucu kimliği tehlike altına girmişti. Tek yandaşı ve en iyi arkadaşı Braeden Vanderbilt’in yanından koparıldı. O da kalbi kırılmış bir şekilde evden kaçmak zorunda kaldı.
Serafina, ormanın derinliklerinde Biltmore’da zehir gibi yayılan kötülüğün kaynağını ve kudretini keşfedecekti. Mavi Bayır Dağları’nda yaşayan bütün insanların ve hayvanların hayatı tehlikedeydi. Bu kötülüğü yenmesi için kendi içine dönmesi ve hayatı boyunca gerçekleştirilmeyi bekleyen kaderine hazırlanması gerekecekti.
“Beatty hayranlık uyandırıcı, büyülü bir dünya inşa etmeye devam ediyor. Orman, Biltmore Evi gibi yerler Serafina’nın geçmişi, hayatı ve orada yaşayan diğer değişik canlılara dair ipuçları veriyor. İlkinden daha da güzel olan bu roman, baştan sona heyecanla dolu.”
-Kirkus, starred review
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://goo.gl/UFrjfw
0 notes