#panofsky
Explore tagged Tumblr posts
Text
Thanks to art, instead of seeing only one world, our own, we see it under multiple forms, and as many as there are original artists, just so many worlds have we at our disposal, differing more widely from one another than those that roll through infinite space, and years after the glowing center from which they emanated has been extinguished, be it called Rembrandt or Vermeer, they continue to…
View On WordPress
0 notes
Text
"Piero di Cosimo and Primitivism" from Erwin Panofsky (IT)
Continua a leggere
4 notes
·
View notes
Text
Instead of writing my homework
#Four more weeks and I'm free#Get these two out of my brain I need to make room for Panofsky's fundamentals#Is Greylock going to write my essay on iconography?#I don't think so#cedric the sorcerer#greylock the grand#cedlock
31 notes
·
View notes
Text
nothing like going back to a reading i did a couple of days ago to discover the all important scholarly annotation i left for myself in the form of calling something andré bazin wrote 'cyrus hawke core'
#the line is 'he is ready to love everything#but the world does not always respond'#i also have an 'astarioncore' annotation about panofsky being mad about poetry in film dialogue
6 notes
·
View notes
Text
You are art interested or an art historian and want to talk or rant about our favorite topics? Come join my discord!
#art#art history#discord#JOIN#also join if you want to rant about Panofsky#or Imdahl#or art in generel
7 notes
·
View notes
Text
Il fatto che gli oggetti artistici affaccino di necessità la pretesa di venir considerati in un modo che non sia semplicemente storico costituisce la maledizione e insieme la fortuna della scienza dell’arte [Kunstwissenschaft]. […] una fortuna perché essa mantiene la scienza dell’arte in una permanente tensione, perché sollecita costantemente la riflessione metodologica, e specialmente perché ci ricorda che l’opera d’arte non è un oggetto storico qualsiasi, – una maledizione perché introduce nella ricerca un’incertezza, una frammentazione, difficilmente sopportabili, e perché lo sforzo di giungere a scoprire determinate leggi ha portato a risultati i quali o non garantiscono la serietà di una concezione scientifica, oppure sembrano avvicinarsi troppo al valore di unicità dell’opera d’arte individuale.
E. Panofsky
Il non-sapere mette a nudo. Questa proposizione è il culmine, ma deve essere intesa così: mette a nudo, dunque vedo ciò che il sapere nascondeva finora, ma se vedo so. In effetti so, ma quel che ho saputo, il non-sapere, lo mette ancora a nudo.
G. Bataille
4 notes
·
View notes
Text
sanatın ve perspektifin icadı üzerine
Shiner Sanatın İcadı’nda bugün algıladığımız ve her zaman öyle olduğunu düşündüğümüz güzel sanatlar düşüncesinin kazısını yaparak insanın modernizme evrilen kültürel sürecini ve bu sürecin bağlı olduğu dinamikleri açık edecek bir meydan oluşturmaktadır. Metnin örneklerle gösterdiği biçimde eski sanat anlayışı, aslında içerisinde bugünkü anlamda bir estetik fikrini, tam bağımsız ve öznel sanatçı düşüncesini barındırmamaktadır. Yine o zamanlarda bizim bugün sanatçı ve zanaatçı arasında keskin çizgilerle belirlediğimiz türde bir ayrım yoktur. Sanat galerileri, sanat eseri, yetkin eleştirmenler, incelmiş zevk yoktur. O zamanlarda ürün vermiş bütün zanaatçı-sanatçılar, belirli egemenlere bağlı olarak iş görür ve siparişe ya da kullanıma dayalı eserler tasarlarlardı. İşlevsellik, keyif ve fayda üretilen eserde iç içe bulunmaktaydı. Düşündüğümüz gibi ilhamın şuursuz tesiri altında, esrik bir varoluşla kendine yeten ayrı bir dünya olarak yaşayan, sadece hazın ilkeleriyle yönlenen sanat algısı henüz tedavülde değildi. Aristoteles’in mimesisten söz açarak ortaya koyduğu ilk basit sanat sınıflandırması, rönesansa gelene kadar birçok şekilde türevlenmiş olmakla beraber, hala daha rönesansın kesin ayrımını yaptığı şekilde bir zanaat-sanat kutuplaşmasını imlemiyordu. Bu kriterler bugünkünden çok daha farklı bir düşünceyle belirleniyordu. Çoğu sınıflandırmada müzik, edebiyat ve resim sanatları hala matematikle, dokumacılıkla, marangozlukla birlikte değerlendiriliyordu. Hatta bazı sınıflandırmalarda müzik matematiğin, edebiyat retoriğin içinde değerlendirilmekteydi. Sınıflandırmaların da yansıttığı gibi o zamanlarda sanatçılar tıpkı bugün zanaatçı olarak ayırdığımız insanlar gibi üretiyorlardı. Bazı tiyatro oyunları temsillerde sürekli değişiyor, onlarca kişinin elinde anonim olarak ve halkın beğenisine paralel biçimde oluşturuluyorlardı. Bir eser ve eserin biricik yaratıcısı algısı yoktu. Bugün bizim üretim esnasında yalnız başına ve bağımsız tahayyül ettiğimiz ressam ve heykelciler, siparişle sınırları belirlenmiş ürünlerini onlarca ustanın emeğiyle kollektif olarak üretiyorlardı. Üretilen bu eser sadece hazza gönderme yapan ayrı bir dünya olarak algılanmak şöyle dursun, dekorasyonun bir parçası olarak doğrudan işlevsel yönde kullanılıyordu. Ona biçilen fiyat da eserin soyut algılanışı ve sanatçının imgesi ölçüsünde değil, kullanılan malzemenin değeri ve işin zorluğu baz alınarak biçiliyordu.
Platon’la sınıflandırmacı kimliğe bürünen logos hakimiyet alanını büyüttükçe sanat da bundan etkileniyor, daha kutuplaştırıcı ve ikilikler üzerinden düşünen bir yapıya doğru hareket ediyordu. Eskiden iç içe kaynaşmış olan ve birbirinden ayrı düşünülemeyen bütün kavram ve özellikler zanaatçı sanatçı ayrımıyla simgeleşen bir şekilde birbirinden ayrılıyor ve yeni bir dünya görüşüne katılıyorlardı. Bu görüş işlevle zevki, orjinallikle taklidi, teknikle ilhamı yaratıp birbirlerine kutuplaştırırken; beden-ruh, akıl-duygu, kadın-erkek gibi önemli dışavurumları olan ayrımların da niteliğini büyütüyordu. Bu kutuplaştırmalarda örneğin kadına atfedilen değerler zanaatla bağdaştırılıyor, kadın sanat üretecek ince beğeni ve kabiliyetlerden yoksun görülüyordu. Açıkça görüldüğü üzere artık sanat da kurumsallaşıyor, aydınlanma ideolojisinin istediği şekilde toplumsal cinsiyet ve sınıf ayrımlarını biçimlendirerek egemen akımı yücelten etmenlerden biri oluyordu. İlksel anlamıyla sadece “duyusal alımlamayı” ifade eden “estetik” sözcüğü, evrensel akla dayalı bir konuma yükseltilerek bu yeni yükselen sınıfın kendi çatışmalarına ve örtük yaşantılarına kılıf oluşturuyordu. Böylelikle sistem içindeki her birey, kendi saf alımlamasından önce evrensel aklı devreye sokmaya mecbur bırakılıyor, bireyin öznel algısı ve görüşü nihai bir noktada köreltilip reaktifleştiriliyordu. Foucault Haphisanenin Doğuşu kitabında bu duruma şöyle değiniyor:
“Kendini gösteriş ile öne çıkartan geçmiş iktidar bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak yani egemen olmak demektir.”
Böylelikle modern algı insanları özgün ve bağımsız birer birey olduklarını düşündükleri bir yanılsamalı özgürlüğün içinde hapsetmektedir. İnsan, “este”sini harekete geçiren herhangi bir şeyin sanat olabileceğini, sanat eserini alımlarken aklıyla duygusunu eşzamanlı işletmekte olduğunu ve ancak böyle değer üretebileceğini, diğer çoğu kavramda olduğu gibi zaman kavramının da bireyin hislerinden öte kesin bir belirleyicisinin olmadığını unutarak çizgisel bir akla eklemlenmek zorunda kalır.
Modern iktidarın korktuğu ve körelttiği insan tekinin bu yalın gücünün sonuna kadar ayırdında ve yanında olan Nietzsche de, Tragedyanın Doğuşu’nda bu izlek üzerinden giderek insanın hürleşmesinin yollarından bahseder. Apollon ve Dionysos olarak tanımladığı ve arasında ayrım gütmediği insanın özüne dair iki yapının insanda sanatı, dolayısıyla çıplak üretici gücü doğurduğu kanısındadır. O bu ikilikle bir diyalektikten söz etmez, tam tersi diyalektiği burjuva aklının bir parçası olarak görmekte ve saçma bulmaktadır. O bireyin bütün ahlak yasaları ve kurgularından ötedeki özgül gücünün yaşamın parıldadığı yer olduğunu iddia eder. Bireyin ve dolayısıyla toplumların özgürleşmesinin, kalıplarından kurtulmasının yolunu da ancak bireyin kendisini eşzamanlı alımlamaya yeniden açması, içinde birlikte barınan bu iki doğal gücü etkin bir şekilde okuyup işletmesi yoluyla yığından kurtuluşunu sağlamasında bulur. Nietzsche Apollon’un insandaki temsilini de gerekli bulmakla birlikte, Dionysos’un insanın varoluşunun sadece kendi deneyimiyle sınırlı olmadığını haykıran yıkıcı ve coşkun gücünü insan için elzem görür. Dionysos insanı tek başına kuru ve naif kılan Apollon’u kışkırtmakta, Hristiyan ahlak anlayışının dünyayı aracı olarak gören ve anı yok sayan içeriğini tehdit etmekte, bir tür kaptırmışlığı imleyerek yaşamın çiğ gücünü kişinin bedenine çağırmaktadır. Apollon da Dionysos’un esrik gücünü dizginleyerek kişiyi yaşamda tutmakta ve sınamaktadır. Nietzsche’ye göre gerçek tragedyada bu ikisi ayrılamaz biçimde iç içe geçmiştir. Ve bu iç içelikte insanı mitlerinden arındıracak, çıplak kök gücüne yeniden ulaştıracak bir itici güç vardır.
Tersten Perspektif kitabında Florenski de bir ehlileştirmeden söz eder. Perspektif gözün ehlileştirilmiş ve ideolojik bir bakışla biçimlendirilip sabitlenmiş şeklidir. Gözün sabitlenmesinde de ben merkezci bireyin doğaya karşı takındığı yapay ve üstünlükçü tavır vardır. Florenski de Nietzsche’nin düşüncesine benzer yönde, hareketli gözün ve bireyin saf alımlayışının canlılığına ve gücüne vurgu yapar. Eski mısır kabartmalarından, hristiyan ikonalarından (buna biz minyatür sanatını da ekleyebiliriz) örnek veren Florenski, bu eserlerdeki perspektif bozukluğunun bu kültürlerin perspektifi bilmemesinden değil, farklı bir dünya anlayışı ve dile getirilemeyen çok katmanlı yoğun bir anlam üretmek istemelerinden kaynaklandığını dile getirir. Floranski’ye göre perspektif dünyayı yorumlama biçimlerinden sadece birisidir ve insanda doğuştan böyle bir algı bulunmamaktadır. Küçük bir çocuğun dahi bu yorumlama biçimini öğrenmesi için defalarca kez perspektif çalışması gerekmektedir. Ki yine de insan bu yolda tam anlamda aradığı başarıya hiçbir zaman ulaşamaz. Ulaşması da sanatsal bir becerinin ya da bir başarının göstergesi değildir. Hatta perspektif savunucularının dahi bu kuralı daha yoğun sanatsal alanlar oluşturmak için yer yer görmezden geldiklerini ortaya döker. Çünkü perspektif yaşamın çok oluşlu ve kavranamaz tabiatını tam anlamıyla yansıtmaktan çok uzaktır. Kişi sadece ışıkla var olan, sadece gözde beliren imgelerle hayatı kapsamaya çalışmamalıdır. Karanlığı, hiçliği de sezmeli, bunu eserinde alımlayıcısına da sezdirebilecek şekilde açık uçlu ve katmanlı bir şekilde betimlemelidir.
Modern iktidar gözü sabitlemek ve ehlileştirmek taraftarıdır. O nihai ve tek bir gerçekliğe ulaşmanın yollarını aramakta, bireyin kontrolsüz tekil gücünü bu yolun içerisinde boğarak ölüm korkusu üzerine inşa edilmiş kültürü sağlama almaktadır. Sanatın icadı; paketlenmesi, yüceltilmesi, sabitlenmesi ve metalaştırılarak paha biçilemez pahalar biçilmesi süreci sakat bir birey algısını körüklemekte; sanatla kurabileceğimiz ilişkinin sahiciliğinden bir çok şeyi çalarak onu yapay ve kısır bir boyuta indirgemektedir. Modern sanat anlayışı, modern eleştiri; muhatabını nesneleştirip karşısına koyarak, kendi yarattığı değerler sistemi üzerinden bir sahne kurmakta ve hakikat oyunları oynamaktadır. Dünyayı tek boyutlu görmekte, perspektifle açıklamakta; bu esnada oluşları, yaşamın taşkınlığını es geçmektedir. Birey şayet, yaşamı sezmek ve hissetmek istiyorsa, eşzamanlı olarak deneyimlediği gizil güçlerine ve “este”sine güvenmeli, dünyayı aklında bilebileceği iddiasından uzaklaşarak ve merkezi ben’ini yıkarak yeni ve tanımsız bilme biçimlerine algısının kapılarını açmayı denemelidir.
#sanatın icadı#sanat#sanat yazıları#tersten perspektif#perspektif#michel foucault#Pavel Florenski#larry shiner#erwin panofsky#sanat tarihi#modernizm#sanat eleştiri#sanat inceleme#çağdaş sanat#modern sanat
0 notes
Text
Le estoy haciendo anotaciones a mis apuntes como si fueran libros de ficción
siento como que estoy chismoseando
Básicamente habla de cómo algunos historiadores/humanistas no consideran al Renacimiento como una época innovativa o diferente a la edad media
1 note
·
View note
Text
Erwin Panofsky – Albrecht Dürer (2024)
Yirminci yüzyılın en büyük sanat tarihçilerinden Erwin Panofsky, evinden ve dilinden uzaktayken giriştiği bu inşayla, ressam ve gravürcü Albrecht Dürer’in dünyasına pek çok kapı ve pencereden giriş yapmamıza imkân tanıyor. Panofsky’nin binbir emekle ortaya koymuş olduğu bu çalışmada, Dürer’in sanatıyla yaşamı, ilişkileriyle ticari girişimleri, seyahatleriyle sanatsal evrimi, dile ilişkin…
View On WordPress
0 notes
Text
Nachtlektüre. Es fällt miir schwer, gegen die stil- und objektfixierte Kunstgeschichte zu denken, dabei sollte mir die Soziologisierung der Ikonologie doch nahe sein. Der Kult des Einzigartigen, so simpel er ist, hat mehr Sex als die dispositionalistische Ästhetik Bourdieus, der die sozialen Determinanten eines Werkes offenlegt. Mit der ikonologischen Analyse Panofskys ist das dann schon kompletter. Bei Manet geht es um die Dynamik zwischen Betrachtenden und Betrachteten, Subjekt und Objekt, Maler und Modell. Olympias Blick spricht das Unterbewusstsein des Betrachters an. Das Punktum nistet sich subversiv in den dominanten Bildinhalt ein. Das Subversive ist dabei so manifest und cool. Es zielt auf die Subjektivität von individuellen Betrachtern ab, mobilisiert ihre Schau- und Spekulationslust und macht sie letztlich zu Koautoren und Komplizen des gegebenen Bildes. Der Prozess der Bedeutungsbildung produziert jouissance. Kein Maler hat mehr Sex als Manet.
1 note
·
View note
Text
ERWIN PANOFSKY: Galileo as a Critic of the Arts (1954)
I love how Panofsky prefaces that by saying that Galileo had "strong principles" - he sure did! I'd love to have tea with him sometime.
0 notes
Text
Raumkasten
Dieses Abendmahl finde, so beschreibt es Panofsky, in einem Raumkasten statt.
1 note
·
View note
Text
last week at dinner my friend in grad school for museology without an art history background taking her 5th art history class asked me why her professor shows an artwork she's never seen and expects them to automatically know hyperspecific arguments about it. I explained that art history is so deeply systematic that if you show me the artwork, the arnolfini portrait, I immediately know that panofsky wrote that they were a struggling immigrant couple who were deeply pious, seidel refutes panofsky and suggests that it was a business deal trading a teen girl to her rapist, carroll, also feminist, wrote that it was a legal document certifying the marriage, and harbison as a male says that theyre all wrong and its a funny sex joke about court culture because I read them all, which is what her professor was really asking. we as art historians are expected to immediately look at ANY famous painting and know all the famous arguments around it.
if you say "Argenteuil"
I go right to the boating couple: marxism, tj clark, myths of the bucolic french countryside, and ideas of 19th century french middle class leisure as class analysis because that's exactly how we're all trained to look at how this painting says something. If you say hellenistic, I say contrapposto. If you say african ceremony mask, I say picasso.
If I'm not careful to check myself, for a second, everyone's brain works exactly like this and I need to explain nothing to general audiences, this is survey level information. This is how art pedagogy constantly teaches ME.
so how do we "fix" it? do we stop assuming everyone has specific academic background knowledge of every famous artwork in the world? or do we teach kids these complex concepts in visual literacy earlier, like I started in my 3rd grade renaissance course? or do we just rip the whole system down to shreds and stop having art history departments in colleges, like many institutions are doing every year? I don't have any answers.
18 notes
·
View notes
Text
But art history is no terra nullius, and I concede that the natives may view invasion with disquiet. Art history, like any branch of the humanities, is, after all, imbued with the critical interpretation of the things it studies, and when it comes to interpretation—the meaning of art—science would seem to have no domain. It takes, an art historian might say, an Erwin Panofsky to grasp the allegorical content of Dutch art, a Josef Albers its descriptive qualities. Believe either or both, but concede that it takes a human, steeped in the art itself, to see what’s there. I agree, at least for now. When humanities scholars say—it’s something of a trope—that “computers cannot reveal meaning” they seem to imagine algorithmic sausage grinders that chew up raw JPEGs and spew interpretations out. To be sure, analogous machines capable of mining the scientific literature to produce new knowledge already exist, but such machines, whether they appear in our fondest dreams or worst nightmares, are beside the point. For now, as always, it is humans who find meanings in the world and science is just a way of testing their truth. All that is required for the use of science, or any other rational method of investigation, is a consensus that those interpretations not be solipsistic and equivocal, but public and falsifiable.
Armand Marie Leroi, The Nature of Art
18 notes
·
View notes