#Erwin Panofsky
Explore tagged Tumblr posts
Text
Il fatto che gli oggetti artistici affaccino di necessità la pretesa di venir considerati in un modo che non sia semplicemente storico costituisce la maledizione e insieme la fortuna della scienza dell’arte [Kunstwissenschaft]. […] una fortuna perché essa mantiene la scienza dell’arte in una permanente tensione, perché sollecita costantemente la riflessione metodologica, e specialmente perché ci ricorda che l’opera d’arte non è un oggetto storico qualsiasi, – una maledizione perché introduce nella ricerca un’incertezza, una frammentazione, difficilmente sopportabili, e perché lo sforzo di giungere a scoprire determinate leggi ha portato a risultati i quali o non garantiscono la serietà di una concezione scientifica, oppure sembrano avvicinarsi troppo al valore di unicità dell’opera d’arte individuale.
E. Panofsky
Il non-sapere mette a nudo. Questa proposizione è il culmine, ma deve essere intesa così: mette a nudo, dunque vedo ciò che il sapere nascondeva finora, ma se vedo so. In effetti so, ma quel che ho saputo, il non-sapere, lo mette ancora a nudo.
G. Bataille
4 notes
·
View notes
Text
sanatın ve perspektifin icadı üzerine
Shiner Sanatın İcadı’nda bugün algıladığımız ve her zaman öyle olduğunu düşündüğümüz güzel sanatlar düşüncesinin kazısını yaparak insanın modernizme evrilen kültürel sürecini ve bu sürecin bağlı olduğu dinamikleri açık edecek bir meydan oluşturmaktadır. Metnin örneklerle gösterdiği biçimde eski sanat anlayışı, aslında içerisinde bugünkü anlamda bir estetik fikrini, tam bağımsız ve öznel sanatçı düşüncesini barındırmamaktadır. Yine o zamanlarda bizim bugün sanatçı ve zanaatçı arasında keskin çizgilerle belirlediğimiz türde bir ayrım yoktur. Sanat galerileri, sanat eseri, yetkin eleştirmenler, incelmiş zevk yoktur. O zamanlarda ürün vermiş bütün zanaatçı-sanatçılar, belirli egemenlere bağlı olarak iş görür ve siparişe ya da kullanıma dayalı eserler tasarlarlardı. İşlevsellik, keyif ve fayda üretilen eserde iç içe bulunmaktaydı. Düşündüğümüz gibi ilhamın şuursuz tesiri altında, esrik bir varoluşla kendine yeten ayrı bir dünya olarak yaşayan, sadece hazın ilkeleriyle yönlenen sanat algısı henüz tedavülde değildi. Aristoteles’in mimesisten söz açarak ortaya koyduğu ilk basit sanat sınıflandırması, rönesansa gelene kadar birçok şekilde türevlenmiş olmakla beraber, hala daha rönesansın kesin ayrımını yaptığı şekilde bir zanaat-sanat kutuplaşmasını imlemiyordu. Bu kriterler bugünkünden çok daha farklı bir düşünceyle belirleniyordu. Çoğu sınıflandırmada müzik, edebiyat ve resim sanatları hala matematikle, dokumacılıkla, marangozlukla birlikte değerlendiriliyordu. Hatta bazı sınıflandırmalarda müzik matematiğin, edebiyat retoriğin içinde değerlendirilmekteydi. Sınıflandırmaların da yansıttığı gibi o zamanlarda sanatçılar tıpkı bugün zanaatçı olarak ayırdığımız insanlar gibi üretiyorlardı. Bazı tiyatro oyunları temsillerde sürekli değişiyor, onlarca kişinin elinde anonim olarak ve halkın beğenisine paralel biçimde oluşturuluyorlardı. Bir eser ve eserin biricik yaratıcısı algısı yoktu. Bugün bizim üretim esnasında yalnız başına ve bağımsız tahayyül ettiğimiz ressam ve heykelciler, siparişle sınırları belirlenmiş ürünlerini onlarca ustanın emeğiyle kollektif olarak üretiyorlardı. Üretilen bu eser sadece hazza gönderme yapan ayrı bir dünya olarak algılanmak şöyle dursun, dekorasyonun bir parçası olarak doğrudan işlevsel yönde kullanılıyordu. Ona biçilen fiyat da eserin soyut algılanışı ve sanatçının imgesi ölçüsünde değil, kullanılan malzemenin değeri ve işin zorluğu baz alınarak biçiliyordu.
Platon’la sınıflandırmacı kimliğe bürünen logos hakimiyet alanını büyüttükçe sanat da bundan etkileniyor, daha kutuplaştırıcı ve ikilikler üzerinden düşünen bir yapıya doğru hareket ediyordu. Eskiden iç içe kaynaşmış olan ve birbirinden ayrı düşünülemeyen bütün kavram ve özellikler zanaatçı sanatçı ayrımıyla simgeleşen bir şekilde birbirinden ayrılıyor ve yeni bir dünya görüşüne katılıyorlardı. Bu görüş işlevle zevki, orjinallikle taklidi, teknikle ilhamı yaratıp birbirlerine kutuplaştırırken; beden-ruh, akıl-duygu, kadın-erkek gibi önemli dışavurumları olan ayrımların da niteliğini büyütüyordu. Bu kutuplaştırmalarda örneğin kadına atfedilen değerler zanaatla bağdaştırılıyor, kadın sanat üretecek ince beğeni ve kabiliyetlerden yoksun görülüyordu. Açıkça görüldüğü üzere artık sanat da kurumsallaşıyor, aydınlanma ideolojisinin istediği şekilde toplumsal cinsiyet ve sınıf ayrımlarını biçimlendirerek egemen akımı yücelten etmenlerden biri oluyordu. İlksel anlamıyla sadece “duyusal alımlamayı” ifade eden ��estetik” sözcüğü, evrensel akla dayalı bir konuma yükseltilerek bu yeni yükselen sınıfın kendi çatışmalarına ve örtük yaşantılarına kılıf oluşturuyordu. Böylelikle sistem içindeki her birey, kendi saf alımlamasından önce evrensel aklı devreye sokmaya mecbur bırakılıyor, bireyin öznel algısı ve görüşü nihai bir noktada köreltilip reaktifleştiriliyordu. Foucault Haphisanenin Doğuşu kitabında bu duruma şöyle değiniyor:
“Kendini gösteriş ile öne çıkartan geçmiş iktidar bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak yani egemen olmak demektir.”
Böylelikle modern algı insanları özgün ve bağımsız birer birey olduklarını düşündükleri bir yanılsamalı özgürlüğün içinde hapsetmektedir. İnsan, “este”sini harekete geçiren herhangi bir şeyin sanat olabileceğini, sanat eserini alımlarken aklıyla duygusunu eşzamanlı işletmekte olduğunu ve ancak böyle değer üretebileceğini, diğer çoğu kavramda olduğu gibi zaman kavramının da bireyin hislerinden öte kesin bir belirleyicisinin olmadığını unutarak çizgisel bir akla eklemlenmek zorunda kalır.
Modern iktidarın korktuğu ve körelttiği insan tekinin bu yalın gücünün sonuna kadar ayırdında ve yanında olan Nietzsche de, Tragedyanın Doğuşu’nda bu izlek üzerinden giderek insanın hürleşmesinin yollarından bahseder. Apollon ve Dionysos olarak tanımladığı ve arasında ayrım gütmediği insanın özüne dair iki yapının insanda sanatı, dolayısıyla çıplak üretici gücü doğurduğu kanısındadır. O bu ikilikle bir diyalektikten söz etmez, tam tersi diyalektiği burjuva aklının bir parçası olarak görmekte ve saçma bulmaktadır. O bireyin bütün ahlak yasaları ve kurgularından ötedeki özgül gücünün yaşamın parıldadığı yer olduğunu iddia eder. Bireyin ve dolayısıyla toplumların özgürleşmesinin, kalıplarından kurtulmasının yolunu da ancak bireyin kendisini eşzamanlı alımlamaya yeniden açması, içinde birlikte barınan bu iki doğal gücü etkin bir şekilde okuyup işletmesi yoluyla yığından kurtuluşunu sağlamasında bulur. Nietzsche Apollon’un insandaki temsilini de gerekli bulmakla birlikte, Dionysos’un insanın varoluşunun sadece kendi deneyimiyle sınırlı olmadığını haykıran yıkıcı ve coşkun gücünü insan için elzem görür. Dionysos insanı tek başına kuru ve naif kılan Apollon’u kışkırtmakta, Hristiyan ahlak anlayışının dünyayı aracı olarak gören ve anı yok sayan içeriğini tehdit etmekte, bir tür kaptırmışlığı imleyerek yaşamın çiğ gücünü kişinin bedenine çağırmaktadır. Apollon da Dionysos’un esrik gücünü dizginleyerek kişiyi yaşamda tutmakta ve sınamaktadır. Nietzsche’ye göre gerçek tragedyada bu ikisi ayrılamaz biçimde iç içe geçmiştir. Ve bu iç içelikte insanı mitlerinden arındıracak, çıplak kök gücüne yeniden ulaştıracak bir itici güç vardır.
Tersten Perspektif kitabında Florenski de bir ehlileştirmeden söz eder. Perspektif gözün ehlileştirilmiş ve ideolojik bir bakışla biçimlendirilip sabitlenmiş şeklidir. Gözün sabitlenmesinde de ben merkezci bireyin doğaya karşı takındığı yapay ve üstünlükçü tavır vardır. Florenski de Nietzsche’nin düşüncesine benzer yönde, hareketli gözün ve bireyin saf alımlayışının canlılığına ve gücüne vurgu yapar. Eski mısır kabartmalarından, hristiyan ikonalarından (buna biz minyatür sanatını da ekleyebiliriz) örnek veren Florenski, bu eserlerdeki perspektif bozukluğunun bu kültürlerin perspektifi bilmemesinden değil, farklı bir dünya anlayışı ve dile getirilemeyen çok katmanlı yoğun bir anlam üretmek istemelerinden kaynaklandığını dile getirir. Floranski’ye göre perspektif dünyayı yorumlama biçimlerinden sadece birisidir ve insanda doğuştan böyle bir algı bulunmamaktadır. Küçük bir çocuğun dahi bu yorumlama biçimini öğrenmesi için defalarca kez perspektif çalışması gerekmektedir. Ki yine de insan bu yolda tam anlamda aradığı başarıya hiçbir zaman ulaşamaz. Ulaşması da sanatsal bir becerinin ya da bir başarının göstergesi değildir. Hatta perspektif savunucularının dahi bu kuralı daha yoğun sanatsal alanlar oluşturmak için yer yer görmezden geldiklerini ortaya döker. Çünkü perspektif yaşamın çok oluşlu ve kavranamaz tabiatını tam anlamıyla yansıtmaktan çok uzaktır. Kişi sadece ışıkla var olan, sadece gözde beliren imgelerle hayatı kapsamaya çalışmamalıdır. Karanlığı, hiçliği de sezmeli, bunu eserinde alımlayıcısına da sezdirebilecek şekilde açık uçlu ve katmanlı bir şekilde betimlemelidir.
Modern iktidar gözü sabitlemek ve ehlileştirmek taraftarıdır. O nihai ve tek bir gerçekliğe ulaşmanın yollarını aramakta, bireyin kontrolsüz tekil gücünü bu yolun içerisinde boğarak ölüm korkusu üzerine inşa edilmiş kültürü sağlama almaktadır. Sanatın icadı; paketlenmesi, yüceltilmesi, sabitlenmesi ve metalaştırılarak paha biçilemez pahalar biçilmesi süreci sakat bir birey algısını körüklemekte; sanatla kurabileceğimiz ilişkinin sahiciliğinden bir çok şeyi çalarak onu yapay ve kısır bir boyuta indirgemektedir. Modern sanat anlayışı, modern eleştiri; muhatabını nesneleştirip karşısına koyarak, kendi yarattığı değerler sistemi üzerinden bir sahne kurmakta ve hakikat oyunları oynamaktadır. Dünyayı tek boyutlu görmekte, perspektifle açıklamakta; bu esnada oluşları, yaşamın taşkınlığını es geçmektedir. Birey şayet, yaşamı sezmek ve hissetmek istiyorsa, eşzamanlı olarak deneyimlediği gizil güçlerine ve “este”sine güvenmeli, dünyayı aklında bilebileceği iddiasından uzaklaşarak ve merkezi ben’ini yıkarak yeni ve tanımsız bilme biçimlerine algısının kapılarını açmayı denemelidir.
#sanatın icadı#sanat#sanat yazıları#tersten perspektif#perspektif#michel foucault#Pavel Florenski#larry shiner#erwin panofsky#sanat tarihi#modernizm#sanat eleştiri#sanat inceleme#çağdaş sanat#modern sanat
0 notes
Text
Erwin Panofsky – Albrecht Dürer (2024)
Yirminci yüzyılın en büyük sanat tarihçilerinden Erwin Panofsky, evinden ve dilinden uzaktayken giriştiği bu inşayla, ressam ve gravürcü Albrecht Dürer’in dünyasına pek çok kapı ve pencereden giriş yapmamıza imkân tanıyor. Panofsky’nin binbir emekle ortaya koymuş olduğu bu çalışmada, Dürer’in sanatıyla yaşamı, ilişkileriyle ticari girişimleri, seyahatleriyle sanatsal evrimi, dile ilişkin…
View On WordPress
0 notes
Text
Nachtlektüre. Es fällt miir schwer, gegen die stil- und objektfixierte Kunstgeschichte zu denken, dabei sollte mir die Soziologisierung der Ikonologie doch nahe sein. Der Kult des Einzigartigen, so simpel er ist, hat mehr Sex als die dispositionalistische Ästhetik Bourdieus, der die sozialen Determinanten eines Werkes offenlegt. Mit der ikonologischen Analyse Panofskys ist das dann schon kompletter. Bei Manet geht es um die Dynamik zwischen Betrachtenden und Betrachteten, Subjekt und Objekt, Maler und Modell. Olympias Blick spricht das Unterbewusstsein des Betrachters an. Das Punktum nistet sich subversiv in den dominanten Bildinhalt ein. Das Subversive ist dabei so manifest und cool. Es zielt auf die Subjektivität von individuellen Betrachtern ab, mobilisiert ihre Schau- und Spekulationslust und macht sie letztlich zu Koautoren und Komplizen des gegebenen Bildes. Der Prozess der Bedeutungsbildung produziert jouissance. Kein Maler hat mehr Sex als Manet.
1 note
·
View note
Text
ERWIN PANOFSKY: Galileo as a Critic of the Arts (1954)
I love how Panofsky prefaces that by saying that Galileo had "strong principles" - he sure did! I'd love to have tea with him sometime.
0 notes
Text
Raumkasten
Dieses Abendmahl finde, so beschreibt es Panofsky, in einem Raumkasten statt.
1 note
·
View note
Text
But art history is no terra nullius, and I concede that the natives may view invasion with disquiet. Art history, like any branch of the humanities, is, after all, imbued with the critical interpretation of the things it studies, and when it comes to interpretation—the meaning of art—science would seem to have no domain. It takes, an art historian might say, an Erwin Panofsky to grasp the allegorical content of Dutch art, a Josef Albers its descriptive qualities. Believe either or both, but concede that it takes a human, steeped in the art itself, to see what’s there. I agree, at least for now. When humanities scholars say—it’s something of a trope—that “computers cannot reveal meaning” they seem to imagine algorithmic sausage grinders that chew up raw JPEGs and spew interpretations out. To be sure, analogous machines capable of mining the scientific literature to produce new knowledge already exist, but such machines, whether they appear in our fondest dreams or worst nightmares, are beside the point. For now, as always, it is humans who find meanings in the world and science is just a way of testing their truth. All that is required for the use of science, or any other rational method of investigation, is a consensus that those interpretations not be solipsistic and equivocal, but public and falsifiable.
Armand Marie Leroi, The Nature of Art
18 notes
·
View notes
Text
Cops is certainly the most serious (indeed, tragic) and possibly the greatest (or most thoroughly achieved) of all the Keaton two-reelers. it is a simple story, simply told, with implications on many levels.
In brief: it is one man against the police; it is man against fate; it is fate worked out through the machinelike hostility of man toward his fellow man; and it is fate inside the individual, in the ineradicable patterns of his own stupidity, so that it is man against himself.
Although no miracle comes to save Keaton, Cops itself is something of a miracle: the Kafkaesque tale is yet an unforgettably funny tale, a pure evocation of the world of Buster Keaton, as uniquely Keaton as The Gold Rush is uniquely Chaplin. It is a picture full of what Gilbert Seldes has called Keaton's "enormous, incorruptible gravity . . . intense preoccupation . . . hard sense of personality”.
In Cops, Buster himself, acting with the best of intentions, fetches disaster down upon his own head. So vehement, so vindictive, so utter is this final disaster that one can readily accept the idea of "roaring, destructive, careless energy" that Seides ascribed to the workings of slapstick. So fatally fitted into the chain of his ultimate destruction is every move that Buster makes that one is reminded of art historian Dr. Erwin Panofsky's description of Keaton the comedian as "imperturbably serious, inscrutable, and stubborn, who acts under the impulse of an irresistible power unknown to himself, comparable only to the mysterious urge that causes the birds to migrate Or the avalanche to come crashing down."
In Cops, as Seldes wrote “thousands of policemen rushed down one street; equal thousands rushed up another; and before them fled this small, serious figure, bent on self-justification, caught in a series of absurd accidents, wholly law-abiding, a little distracted."
A museum director, the late Dr. Jermayne MacAgy saw this visual symbol as uniquely Keaton.
“Buster Keaton's portrait, is not a close-up. It is Buster in a great empty space, facing you from far, far away. There he stands motionless for that one moment, waiting for his fate”.
Cops 1922
Excerpt from Keaton by Rudi Blesh
#buster keaton#Rudi Blesh#silent movies#cops 1922#comedy#1920s#silent film#silent comedy#1920s cinema#hollywood#slapstick#filmmakers#silent movie stars#silent era#director
24 notes
·
View notes
Text
"Et in Arcadia" is Nicolas Poussin's elegiac meditation on a Latin phrase found in Virgil's fifth eclogue that translates literally as "Even in Arcady, there am I," or "Death is even in Arcady," but has been interpreted in various ways through the ages. Erwin Panofsky treats the phrase, and Poussin's possible interpretation, in depth in his "Meaning and the Visual Arts." The inscription is discovered on a tomb by a group of shepherds and absorbs them in contemplation of the idea of mortality, a concept they seem to understand with Stoic resignation ~ Cormac McCarthy
6 notes
·
View notes
Text
Virgin Enthroned with the Infant Christ and Two Angel Musicians
by Albrecht Dürer, 1485
-
Dürer made this drawing, with its highly finished execution, at the age of 14. It seems to be a completely original work, indebted neither to Wolgemut nor Schongauer. The even line of this drawing can, at most, be linked with studies of Schongauer's etchings. Any model, if one is to be found, must undoubtedly be sought in Netherlandish art. The preceding owner is said to have had in his possession a model that was probably of the same type as the Virgin in a Niche by the Master of Flémalle. [Art historian Erwin]Panofsky thinks the model for the Dürer drawing was more likely of Nurenberg origin.
0 notes
Text
Erwin Panofsky – İdea: Antik Sanat Kuramının Kavramsal Tarihine Bir Katkı (2023)
Tüm yaşamını sanatsal düşüncenin yörüngesini ve merkezindeki ortak kültürel arketipleri araştırmaya vakfeden sanat tarihçisi ve kuramcı Erwin Panofsky’nin temel bir felsefi ve sanatsal kavram odağında kaleme aldığı ‘İdea: Antik Sanat Kuramının Kavramsal Tarihine Bir Katkı’, yirmi birinci yüzyılda da güncelliğini koruyan bir metin olarak dikkat çekiyor. Sanatta modernitenin ve modernizm sonrası…
View On WordPress
#Antik Sanat Kuramının Kavramsal Tarihine Bir Katkı#Erwin Panofsky#Hayalperest Kitap#İclal Cankorel#İdea#İdea: Antik Sanat Kuramının Kavramsal Tarihine Bir Katkı
0 notes
Link
#history#reading rec#book recommendations#death#history of death#I love that the internet archive has a button to directly share to tumblr#they know their audience
0 notes
Text
Tesis de maestría: El Popol Vuh de la Abuelita del Ahuizote, «estética decolonial» en la obra del artista mexicano Enrique Chagoya
Esta tesis tiene por objetivo encontrar un lugar común entre lo que es la «estética decolonial» y el arte digital de 2021 de Enrique Chagoya denominado El Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote. Enrique Chagoya es un artista plástico particular, cuya obra es reconocida en el circuito del arte en los Estados Unidos de América, sin embargo, él ha considerado el mundo del arte occidental como una extensión del colonialismo cultural en una entrevista que tuvo conmigo en 2021. Lo expresado en la obra El Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote coincide con las ideas de teóricos sudamericanos que plantean un giro epistémico decolonial. Para poder llegar a este lugar común, esta tesis se ha dividido en tres capítulos: «Un acercamiento a la vida, obra y pensamiento de Enrique Chagoya»; «El Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote, un análisis»; y «Giro decolonial en El Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote». El primer capítulo es un panorama general de la obra de Chagoya, en el que propongo cuatro distintas etapas. Terminado este capítulo voy a continuar con el análisis de la obra elegida para sustentar esta tesis, El Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote, bajo la metodología de Erwin Panofsky: un análisis iconográfico y uno iconológico de los 21 folios que la componen. Finalmente, como se dijo en un inicio, voy a sustentar el encuentro entre el pensamiento decolonial y la obra analizada y la existencia de una «estética decolonial» en esta.
Temas
Chagoya, Enrique--Crítica e interpretación Chagoya, Enrique. Popol Vuh de la abuelita del Ahuizote--Crítica e interpretación Descolonización en el arte
Puedes descargar mi tesis en el siguiente link:
0 notes
Text
As part of my Red vs. Blue project, I conceptualised a gothic church, delving into the intricacies of Gothic architecture. This endeavor provided a valuable opportunity to explore diverse shapes and deepen my understanding of architectural style.
During my critical analysis, I immersed myself in Erwin Panofsky's book on Gothic architecture, further enriching my knowledge and influencing my creative direction.
Inspired by this exploration, I decided to continue the gothic theme but approached it from a distinct design and conceptual perspective. My goal was to infuse elements of technology while retaining the essence of traditional architecture, resulting in a creation that seamlessly blends both worlds.
The concept of ‘visual logic’ in gothic design resonates with my understanding of architecture as a form of non-verbal communication, where buildings convey messages through their design. This perspective has profoundly influenced my view of architectural elements as symbols that transcend their practical function as highlighted by Panofksy.
“the shape of canopies, decoration of scoles and archevaults, and, above all, the form of piers and capitals tended to be suppressed in favour of standard types admitting only of such variations as would occur in nature among individuals of one species.”
700-08145902 (no date). https://www.masterfile.com/image/en/700-08145902/interior-with-vaulted-ceiling-ely-cathedral.
Brooks, M. (2023) 'IBM wants to build a 100,000-qubit quantum computer,' MIT Technology Review, 25 May. https://www.technologyreview.com/2023/05/25/1073606/ibm-wants-to-build-a-100000-qubit-quantum-computer/.
Contributeurs aux projets Wikimedia (2014a) Dictionnaire raisonné de l’architecture française du XIe au XVIe siècle/Construction -- Voûtes. https://fr.wikisource.org/wiki/Dictionnaire_raisonn%C3%A9_de_l%E2%80%99architecture_fran%C3%A7aise_du_XIe_au_XVIe_si%C3%A8cle/Construction_--_Vo%C3%BBtes.
Contributeurs aux projets Wikimedia (2014b) Dictionnaire raisonné de l’architecture française du XIe au XVIe siècle/Construction -- Voûtes. https://fr.wikisource.org/wiki/Dictionnaire_raisonn%C3%A9_de_l%E2%80%99architecture_fran%C3%A7aise_du_XIe_au_XVIe_si%C3%A8cle/Construction_--_Vo%C3%BBtes.
Gothic cathedral main tower in black and white by Visual Motiv (no date). https://pixels.com/featured/gothic-cathedral-main-tower-in-black-and-white-visual-motiv.html.
Katwala, A. (2021) 'Quantum computers are already detangling nature’s mysteries,' WIRED UK, 17 June. https://www.wired.co.uk/article/quantum-computing.
Limited, A. (no date a) An introduction to the study of Gothic architecture, Alamy Images. https://www.alamy.com/an-introduction-to-the-study-of-gothic-architecture-l-winchester-ad-12221235-the-window-has-plate-tracery-consisting-of-a-quatrefoil-in-the-head-and-thetwo-lights-have-trefoil-heads-and-transoms-four-lancet-lights-with-dripstone-mouldings-connectingthem-into-one-window-of-two-divisions-each-of-twolights-with-an-open-quatrefoil-in-the-head-and-a-largerfoliated-opening-in-the-general-head-above-it-is-onlynecessary-to-reduce-the-quantity-of-solid-masonry-tomake-this-a-good-geometrical-window-windows-oftwo-lights-with-a-pierced-quatrefoil-in-the-head-are-progress-of-tracery-i-image340032161.html.
Limited, A. (no date b) vaulted centre painted ceiling roof Ely Cathedral Church Holy Undivided Trinity principal Diocese County Cambridgeshire Country, Alamy Images. https://www.alamy.com/stock-photo-vaulted-centre-painted-ceiling-roof-ely-cathedral-church-holy-undivided-32096321.html.
0 notes
Text
Erwin Panofsky, el mito de Cupido
Spoglia i cor de libertà regnante, E fascia gli occhi della providenza(1) Erwin Panofsky nos explica que la iconología de la venda que tiene Cupido en sus ojos sugiere una doble interpretación que surge en el siglo XIV entre los poetas idealistas que subrayan el elevado amor espiritual frente a la degradante pasión sensual, la cual está en oposición a la corriente ideológica que él bautiza…
View On WordPress
0 notes
Text
Erwin Panofsky, el mito de Cupido
Spoglia i cor de libertà regnante, E fascia gli occhi della providenza(1) Erwin Panofsky nos explica que la iconología de la venda que tiene Cupido en sus ojos sugiere una doble interpretación que surge en el siglo XIV entre los poetas idealistas que subrayan el elevado amor espiritual frente a la degradante pasión sensual, la cual está en oposición a la corriente ideológica que él bautiza…
View On WordPress
0 notes