Tumgik
#onun için bu korku
selin-n · 5 months
Text
Akşamınız hayr/olsun efendim🌄
Huzur ve mutlulukla__))🧚🕊️
Yalnız onun yanındayken içimi müthiş bir korku, onu kaybetmek korkusu sarardı...!!😔
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sevdiğinizin elini sakın bırakmayın olur mu?!
"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı
Çünkü o, benim için bütün insanlığın timsaliydi__!!"
Sevgiyle kalın mutlu olun 💙
Tumblr media
104 notes · View notes
selcandy · 1 month
Text
Dün gece boyunca yerlerden kan temizledim, evde luminol inceleme yapılsa başım derde girer. O kadar iğrenç bir geceydi ki anlatamam, daha az evvel evi baştan aşağı çamaşır sulayarak kan kokusunu yok edebildim…
Dün işten sonra biraz uzanayım demiştim, gece 2’ye kadar uyumuş kalmışım. Bir uyandım ki her yerde kan var, şoka girdim tabii. Sonra Tayyip kedimin arka patilerinden birinden geldiğini fark ettim ama ne olduğunu anlayamadım da. Kanaması sabah 5’e kadar devam etti; ortalığı temizlerken tırnağını buldum ve anladım ki hayvanın tırnağı kökünden kopmuş çıkmış!
Bir yandan Crystalin ve gazlı tamponla onun ayağına yetişmeye çalışıyorum, diğer yandan yerden devamlı kan siliyorum ve tüm bunlar bana, yani kan tutmasıyla meşhur bir insana oluyor. Bir ara Vileda’nın sapını tutamaz hale geldim, biraz kolonyayla kendime geleyim dedim bu sefer de elim kolonyanın fısfısına basmaya yetmedi. Bu kan tutması olayı korku ve endişeyle birleşince o kadar yordu ki sabaha karşı defalarca dayak yemiş gibi hissediyordum kendimi.
Tabii bugün kendime gelince ne yaşadığımı anlamak için kan tutması olayının neliğine bakayım dedim; fobi grubuna girdiğini hiç bilmiyordum. Hematofobi deniyormuş bu olaya hatta. Çoğunlukla “maruz bırakma terapisi” ile tedavi ediliyormuş, çok acımasızca geldi abi. Muhtemelen klinikte kontrollü bir maruz bırakmadan bahsediliyordur, detayına bakmadım ama kesinlikle benim maruz kaldığım şekilde değildir çünkü her şey daha kötü oldu sanki…
Tayyip kedim benden daha iyi durumda öyle söyleyeyim. Hatta o çok iyi, hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etme moduna geçti ama benim geceden beri nereden baksan 5-10 kere elim ayağım boşaldı - geçsin artık.
45 notes · View notes
amezhu · 2 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
241. BÖLÜM - Kırmızı Cübbe Solarken Mırıldanan Gülümseme - 2
Xie Lian aniden onu yakaladı ve panikle ısrar etti, “San Lang?! Neler oluyor?”
Hua Cheng hala oldukça rahattı ve cevap verdi, “Bir şey yok. Sadece biraz fazla abarttım.”
Xie Lian sersemledi, “…Bunu bana neden daha önce söylemedin? Bu nasıl hiçbir şey olsun?”
Ruhsal güçler, hepsi bu ruhani güçlerdi!
Hua Cheng ruhani gücünü Xie Lian'a aktardığında, bu sanki sonsuz bir kaynakmış, sonsuza kadar onun kullanımına açıkmış ve asla bir yük değilmiş gibi neşeyle gülümsüyormuş gibiydi. Ancak, kendi ruhani gücü dalgaların taşıdığı bir kum dağı değildi, o halde nasıl sonsuz ve sınırsız olabilirdi ki?
Bunun suçlusu daha önce bir şey söylemediği için Hua Cheng değil, bunu daha önce fark etmeyen Xie Lian'ın kendisiydi. Xie Lian hem panikliyor hem de pişmanlık duyuyordu, “Sana geri veriyorum.”
Hua Cheng'in yüzünü avuçladı ve öptü. Feng Xin ve Mu Qing aslında yanlarına gelmeyi planlamışlardı ama bu sahneyi gördüklerinde hemen onlarca metre geri çekildiler ve aralarındaki mesafeyi koruyarak ikisinin gerekeni yapmasına izin verdiler.
Lanetli kelepçeler çıkarılmıştı, bu yüzden umutsuzca toplayabildiği tüm ruhani gücü Hua Cheng'e aktarmaya çalıştı, yakında iyileşeceğini umuyordu. Ancak onu bir süre öptükten sonra bıraktığında, Hua Cheng'in kırmızı cübbesinin kolları ve o bir çift gümüş kollukları hala yarı saydamdı, hatta yarı şeffaftı!‌
Xie Lian uzun bir süre sarsıldı, korku zihnini ele geçirdi ve bilinçaltında Hua Cheng'in yüzüne uzanıp tekrar öpmeye hazırlanırken, Hua Cheng ellerini tutarak bunun yerine onu kucakladı ve gülümseyerek küçük bir öpücük verdi, "Gege'nin bu kadar ileri gitmesine sevindim ama yine de artık bana herhangi bir ruhani güç vermesine gerek yok. Ancak, eğer Gege sadece ruhani güçler vermiyorsa ve sadece beni öpmek istiyorsa, hiç umurumda değil. Aslında, ne kadar çok olursa o kadar iyi, bunu kollarımı açarak karşılıyorum."
“…”
Xie Lian onu sıkıca kavradı, parçalanmanın eşiğindeydi, “Neler oluyor?”
“Sadece biraz mola veriyorum, hepsi bu. Gege, korkma.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian kafasını tuttu, “Nasıl korkmam? Delireceğim!”
Hua Cheng'in kişiliğine göre, eğer artık saklayamayacağı kadar ciddi bir sorun olmasaydı, neden Xie Lian'ın kendisini bu şekilde görmesine izin versin ki?
İki lanetli zinciri parçalayabilecek kadar bol olan ruhani güç, tam olarak ne kadardı? Deniz kadar bol olduğunu söylemek abartı olmazdı, o halde nasıl olur da en ufak bir şekilde etkilenmezdi?
Tüm bu karmaşa çözülmeden ve tüm düğümler çözülmeden önce çok fazla zorluk çekmişlerdi. Kendisi, Feng Xin ve Mu Qing arasındaki iletişim açılmıştı.‌ Kendisini sekiz yüz yıldır bağlayan lanetli kelepçeler artık yoktu.‌ Hua Cheng'e her zaman itiraf etmek istediği her şey itiraf edilmişti.
Yine de gülümsemelerle dolu yüzüyle koşmak için geri döndüğünde onu karşılayan “bu hale gelmiş Hua Cheng”di, peki nasıl korkmazdı? O sadece delirebilirdi!
Feng Xin ve Mu Qing bir şeylerin ters gittiğini hissettiler ve uzaktan seslendiler, “Ekselansları, ne oldu?” Birkaç adım bu tarafa doğru koştular ama sonra bazı nedenlerden dolayı bu kadar aceleci yaklaşmamaları gerektiğini hissederek yarı yolda durakladılar. O sırada Xie Lian herkesi umursamayı bırakmıştı. Hua Cheng'i kavradı, kalbi neredeyse duracak, sanki dehşete kapılmış gibi görünüyordu, “NE YAPMALIYIM?”
Hua‌ Cheng‌ sessizce içini çekti, kollarını uzattı ve bir kez daha kucağına kıvrıldı, “Ekselansları, ben her zaman seni izledim.”
Bu bunu ikinci kez söylüyordu ama sesi öncekinden daha yumuşaktı. Xie Lian göğsündeki kırmızı cüppeyi kavradı, sordu, zihni boştu, “Biliyorum, biliyorum. Ama… ne yapmalıyım ben şimdi?”
Hua Cheng'in uzun ve ince parmakları Xie Lian’in dağınık saçlarını nazikçe taradı, “O zaman, ekselansları, neden bu dünyadan ayrılmayı reddettiğimi biliyor musun?”
Xie Lian korkunç bir şekilde titrerken ve korkarken Hua Cheng’in bu sırada neden bu kadar sakin olduğunu anlayamadı. Ama kendini kaybolmuş hissederken, o hâlâ basit fikirli bir şekilde sordu, “Neden?”
Hua Cheng sessizce cevapladı, “Çünkü hâlâ bu dünyada olan bir sevgilim var.”
Bunu duyan Xie Lian biraz şaşkına döndü.
Bunu daha önce bir yerlerde duymuş gibi görünüyordu.
Hua Cheng devam etti, “Sevgilim cesur, asil ve merhametli özel biri. O benim hayatımı kurtardı. Gençliğimden beri ona hayranlıkla baktım. Ama ona daha çok yetişmek, onun için çok daha güçlü olmak istedim. Yine de beni hatırlamayabilir. Aslında hiç konuşmadık bile. Onu korumak istiyorum.”
Xie Lian’a baktı, “Eğer senin hayalin sıradan insanları kurtarmaksa, o zaman, benimki sadece sensin.”
“…”
Xie Lian, hafızasına güvenerek titreyen bir sesle sordu, “…Ama… bu şekilde… huzuru bulamayacaksın…?”
Hua Cheng cevapladı, “Asla huzur bulamamak için dua ediyorum.”
Xie Lian'ın tüm nefesi o anda durdu, dondu. Biri soru soran, diğeri cevap veren iki sesi hafifçe duyabiliyordu.
“Eğer sevgilin onun yüzünden huzur içinde dinlenemeyeceğini bilseydi kendini suçlu ve dertli hissedebilir”
“O zaman neden gitmediğimi bilmesine izin vermeyeceğim.”
“Bu kadar çok şey gördükten sonra, er ya da geç bilinecekti.” Dedi Xie Lian.
“O zaman benim de onu koruduğumu bilmesine izin vermeyeceğim.”
O ateş topu. O fener gecesinde, o zayıf küçük hayalet ateşini birkaç kuruşla satın aldı. Bir kış gecesinde onu mezarın içinden çıkartmak isteyen hayalet ateşi. Yüzü olmayan beyazın önünde onun önünü tıkayan o hayalet ateşi. Bir zamanlar kalbinden yüz kez bıçaklandığı sırada onun için azap çekerken çığlık atan o hayalet ateş.
Hua Cheng yavaşça söyledi, “Ekselansları, senin her şeyini anlıyorum.”
“Cesaretini, çaresizliğini, kibarlığını, acını, kırgınlığını, nefretini, zekanı, aptallığını.”
"Elimden gelse, beni bir atlama taşı, geçtikten sonra parçaladığın köprü, tırmanmak için çiğnemen gereken ceset kemikleri, bir milyon bıçak darbesini hak eden günahkâr olarak kullanmanı isterdim. Ama buna izin vermeyeceğini biliyorum."
Cübbesinin akçaağaç kırmızısı yavaşça kaybolurken böyle dedi.
Xie Lian'ın titreyen elleri onu tutmaya çalıştı ve ruhani güçlerini aktarmayı asla bırakmadı, ancak o zaman bile Hua Cheng'in formunun yavaşça solmasını engelleyemedi.
Gözleri bulanıklaşıyor, konuşması sendeliyor ve kekeliyordu, "...Tamam, daha fazla söyleme, anlıyorum... ama, ama böyle yapma, tamam mı? San Lang? Ben... Senden o kadar çok ruhani güç ödünç aldım ki henüz geri vermedim. Ve aslında söylemek istediklerimi daha bitirmedim, daha çok şey var. Biri beni dinlemeyeli çok uzun zaman oldu, kalmayacak mısın? Yapma... gerçekten bunu yapma. Dayanamayacağım. İki kere, iki kere oldu bile! Üçüncü kez olmasını gerçekten istemiyorum!!!"
Hua Cheng zaten onun yüzünden bu dünyadan iki kez yok olmuştu!
Ancak Hua Cheng öylece cevapladı, “Senin için ölmek benim için en büyük onur.”
“…”
Bu sözler ölümcül bir darbe gibiydi.‌ ‌Xie‌ ‌Lian’ın gözlerindeki gözyaşları artık daha fazla zapt edilemezdi ve dışarı dökülerek geldiler.
Sanki hayatının bardağı taşıran son damlasına tutunuyormuş gibi yalvardı, “Beni asla bırakmayacağını söyledin.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Bu dünyada sonu gelmeyecek hiçbir ziyafet yoktur.”
Xie Lian başını eğdi ve kendini göğsünün derinliklerine gömdü, kalbi ve boğazı daralmış bir ıstırap içinde konuşamıyordu.
Ancak kısa bir süre sonra, yukarıdan Hua Cheng’in şöyle dediğini duydu, “Ama seni asla bırakmayacağım.”
Bunu duyan Xie Lian'ın kafasını hemen kaldırdı.
Hua Cheng ona şöyle dedi, “Geri geleceğim. Ekselansları, inan bana.”
Sesi sert olmasına rağmen solgun yüzü hâlâ sönüyor, şeffaflaşıyordu. Xie Lian uzandı, yüzüne dokunmak istedi ama parmak uçları havaya uçtu. Şaşırmıştı, sonra yukarı baktı.
Hua Cheng'in gözleri nazik ve parıltılıydı, kalan gözleri sevgiyle doluydu ve sessizce ona bakıyordu. Bir şey söyler gibiydi ama ses yoktu. Xie Lian pes etmedi, iki eliyle uzanıp onu kollarının arasına almaya çalıştı, daha iyi duymak istiyordu.
Ancak güç uygulayamadan, tuttuğu kişi ve onu tutan kişi ortadan kayboldu.
Hua Cheng bir anda önünde binlerce gümüş kelebeğe dönüştü ve ne kucaklayabileceği ne de tutabileceği parıldayan yıldızlardan oluşan bir esintiye dönüştü.
Xie Lian'ın kolları bomboştu, hâlâ sarılma pozisyonunu koruyor ve tek bir uzvunu bile kıpırdatmıyordu. Henüz kendine gelemediği için mi yoksa hiç hareket edemediği için mi böyle olduğunu anlayamadı ve o rüya gibi kelebekler dizisinin içinde diz çökerek gözleri büyüdü.
Tumblr media
Daha aşağıda, Feng Xin ve Mu Qing böyle bir sahnenin yaşanacağını hiç hayal etmemişlerdi ve her ikisinin de yüzü soldu, öne doğru koştular, "EKSELANSLARI!"‌ ‌
Feng Xin ilk atılandı, “NASIL ANİDEN BU HALE GELDİ? AZ ÖNCE GAYET İYİYDİ? LANETLİ KELEPÇELER YÜZÜNDEN Mİ??”
Mu Qing zıpladı ve topallayarak ilerledi ama yukarı atlayamadı bu yüzden yukarı baktı ve o gümüş kelebeklere doğru bağırdı, “ÇİÇEĞİ ARAYAN KIZIL YAĞMUR! ŞAKA YAPMA! EĞER ÖLMEDİYSEN HEMEN GERİ GEL!!”
Doğal olarak gümüş kelebekler ona cevap vermedi ve kararsız bir şekilde kanatlarını çırparak gökyüzüne doğru uçtular. Feng Xin Xie Lian'ı yukarı çekmek için elini uzattı ama Xie Lian taş gibi yerde oturmaya devam etti. Feng Xin de artık ne yapacağını bilmiyordu, "Yardım etmek için yapabileceğimiz bir şey var mı? Ruhani güce mi ihtiyacın var? Kurtarılabilir mi? Ne yapmalıyız???”
Mu Qing ise olanları izleyerek çoktan anlamıştı, "Bırak artık, kapa çeneni! -artık yapacak bir şey yok."
Pırıl pırıl parıltılar havayı kapladı, kelebeklerin kanatları ışıl ışıl parlıyordu, tıpkı sekiz yüz yıl sonra ilk kez bir araya gelmeleri gibi.
Gümüş bir kelebek düzensiz bir şekilde uçarak elinin arkasını, yanağını, alnını hafifçe okşadı, sanki vedalar fısıldıyormuş gibi sevgi dolu bir özlemle doluydu. Xie Lian elini uyuşuk bir şekilde uzattı ve elinin üzerine konmasına izin verdi.
Gümüş kelebek çok mutlu görünüyordu, kanatlarını çırpıyordu ve elbette onun için kalmıştı. Ama uzun süre dayanamadı ve çok geçmeden rüzgârla birlikte dağıldı.
Ancak, tünediği yerde, Xie Lian'ın üçüncü parmağındaki o kırmızı ip hâlâ parlak ve canlıydı.
.
.
.
.
.
.
.
“Ve sonra”
“Bitti.”
“Bitti mi?”
“Bitti.”
Pei Ming nihayet daha fazla dayanamadı, “Bu imkansız. Nasıl olabilir? benim gibi bir amatör bile bitmediğini söyleyebilir.”
Mu Qing, o ağır defter tutma raporunu masaya koydu ve sakince konuştu, “Bu benim hesaplamam. Ve bitti. Tam burada, yeniden hesaplayabilirim. General Pei dikkatlice dinleyecek mi; Sekiz milyon sekiz yüz seksen bin meriti çıkar, sonra altı milyon altı yüz altmış milyon merit ekle, artı on yedi yüz milyon iki yüz bin merit daha ekle, sonra eksi..."
Feng Xin konuştu, "Pekala, bu kadar yeter, artık saymanıza gerek yok. Rakamlar doğru, ama biraz eksik kalmış olmalı. Çünkü eğer durum böyle değilse, rakamların hiçbiri birbirini tutmuyor!"
Mu Qing, "O zaman bu benim sorunum değil, her halükarda ben yanlış anlamadım. Belki herkes muhasebeyi yapacak başka birini bulursa? İşlerin böyle olacağını bilseydim kendi işime bakardım" diye karşılık verdi.
Cennet Başkenti yıkıldıktan sonra, dağınık ve karmakarışık haldeki cennet mensupları nihayet yeniden bir araya gelerek, hiçbir ölümlünün umursamadığı bir yer olan TaiCang Dağı'nın zirvesinde geçici bir Üst Mahkeme kurdular. Şu anda, cennet mensupları yeni bir cennet Başkenti'nin yeniden inşasını tartışıyorlardı.
Ancak talihsiz olan şey, bu büyük yangının tüm göksel görevlilerin görkemli ve coşkulu altın saraylarını kavurması, onları bir araya sıkışmaya ve tartışmak ve dinlenmek için geçici olarak çadırlar kurmaya zorlamasının yanı sıra, tüm parşömenlerin ve raporların çok sayıda kaybolmasıydı. Günlerce didişip durdular ve şu anda bile hala hiçbir hesabı düzeltemediler!
Pei Ming'in kollarından biri kol askısındayken diğer eli çenesini ovuşturuyordu, "Hayal mi görüyorum yoksa Xuan Zhen bugünlerde giderek daha alaycı mı oluyor?"
Feng Xin cevapladı, “Her zaman alaycı değil mi? Ama şu an gizlemek için çok tembel.”
Mu Qing gözlerini devirdi ve herkes parmaklarıyla onu işaret etti, "EDEP!"
Mu Qing ayrılmak için arkasını döndü. Quan Yi Zhen tamamen bandajlarla sarılmıştı, yapraklara sarılmış insansı yapışkan bir pirinçti, sadece dağınık kıvırcık saçlarla dolu bir kafa görünüyordu ve sözleri mırıl mırıl ve belirsizdi, "Peki şimdi ne yapacağız? O zaman muhasebeyi kim yapacak?" ‌
Herkes birbirine baktı, her biri boğazını temizleyerek sessizce geri çekildi. Hiç kimse, çok az getirisi ve zor bir iş olan bu görevi üstlenmek istemiyordu. Bunu gören Pei Ming iç çekti, “Ah, Ling Wen burada olsaydı. Ne olursa olsun, hiç kimse onun işleri yönetme şeklinden şikayet edemez. Bütün bu rapor karmaşası onun zihnine kazınmış, Ling Wen'in Sarayı yanmış olsa bile korkacak bir şey olmazdı. Sonuçları kesinlikle bir gün içinde gösterirdi.”
Tanrının unuttuğu bu dağda çok uzun süre mücadele ettikten sonra çoğu zaten zihinlerinin derinliklerinde bunu düşünüyordu, sadece bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edemediler. Ancak artık birileri liderliği ele aldığına göre hepsi aynı fikirdeydi, “Evet.”
“Bir daha asla Ling Wen Sarayı'nın verimsiz olduğunu söylemeyeceğim!"
"Ben zaten bunu uzun zamandır söylemedim..."
‌ Tam o sırada dışarıdan biri duyuru yapmak için geldi. “Millet, Yağmur Ustası döndü.”
Bunu duyan tüm göksel yetkililer sevinçle baktılar ve hiç sormadan onu selamlamak için hemen dışarı çıktılar, yalnızca Pei Ming'in ifadesi okunamaz görünüyordu. Bir anlığına tereddüt ediyormuş gibi göründü ama sonunda yine de dışarı gitmemeyi seçti. Tam o sırada başka bir ses geldi, “Ekselansları, siz de gelmişsiniz!”
---- BU BÖLÜMDEN SONRA BU FAN YAPIMI ANİMASYONU İZLEMENİZİ AŞIRI TAVSİYE EDİYORUM ಥ_ಥ
youtube
18 notes · View notes
insanogluu · 1 month
Text
Söylemediklerimi işitin lütfen!
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve hiçbiri ben değilim...
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
"Kendinden emin biri" dersiniz,
Sanki; güllük gülistanlık
Benim için herşey...
Adım güven belirtir,
Ve oyunumun adı;
"Ağırbaşlılık"tır.
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben...
Kimseye gereksinme duymayan
Ben...
Fakat, inanmayın bana,
Lütfen!
Herşey dışta, düzgün ve cilalı
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!
Altta ne güven ne de rahatlık...
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla.
Kimsenin bilmesini istemem...
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım...
Ya başkaları görürse iç dünyamı...
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte;
Maskelerimi onun için takarım...
Onun için, arkalarına saklanacak
Maskeler yaratırım...
Onlar;
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden.
Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışları bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben...
Ve ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kaçıracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak.
Bana,
"Sen değerlisin" diyecek,
"Maskesizken daha bir insansın"
"Daha yakın, daha bir dostsun"
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım...
Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!
Uyarırım seni dost!
Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır.
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni.
Kim olduğumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme.
Ben, çevrendeki
Her erkek ve kadınım.
Maske takan her insanım.
Charles C. Finn
Çeviri: Prof Dr: Doğan Cüceloğlu...
Tumblr media
Huzurla 🙂✋
37 notes · View notes
Text
Bu gece çok konuşasım var. Çok anlatıp kabullenemediğim her şeyi defalarca tekrar edesim var. Kabullenmek için değil kendi canım yansın diye. Ne kadar söylersem söyleyeyim hep yarası kalan şeyler var. Olur arada. Çocukken de yaraya kabuğu kondurmazdım. Bazı geceler olur bu. Hep yapmam arada bi ne yasadım bana ne kattılar ben neyim ne oluyorum ya da neydim diye düsünüyorum. Yüzlesmek gibi değil kendimle dertlesmek gibi. Yolun sonunda benden baska o yaraları kimsenin görmeyeceğinin bilincindeyim. Çünkü ne gösterecek kadar gücüm ne de inancım var. Dönüp dönüp kendim sarıyorum. Bir kere kanar iki kere kanar sürekli kanar ama ben sararım. Bazı duygular size çok şey öğretir. Aslında her duygu birçok şey öğretir. Bu özlem olabilir dinmeyen bir öfke olabilir uzun zamanın kırgınlığı olabilir. Ya da şanslıysanız ve sevgiyi hissedebiliyorsanız onun da öğreteceği şeyler çoktur. Bazı yaralara çok alışırsınız. Öyle çok alışırsınız ki asla sızısının bitmeyeceğini düşünürsünüz hani. Sıradanlaşır. İnancınız biter. Bu niye olur biliyor musunuz. Yerine neyin geleceğini bilmezsiniz uzun zamandır sizinledir artık o acıyı da benimsemişsiniz. Bırakmak bile istemezsiniz. Dokunmak isteyene dokunduramazsınız. İstersiniz aslında içten içe. Belki korku. Belki alışkanlık. Hangisi meçhul ama yaralarınızı iyileşmekten korumayın. Her acı geçmez. Hiçbir yara kaybolmaz. İzi kalır ama böylesi daha iyi değil mi? Size kim olduğunuzu hatırlatması iyi bir şey değil mi? Kim olduğunuzu unutmamanız iyi bir şey değil mi? Sevin o yaralarınızı. Başka birini bekleyin ya da beklemeyin diyemem ama en başta siz sevin ki zor gelmesin duvarlarınızı indirmek. Öyle iste silerim bir iki sabaha eğer gelirsem. Dinlediginiz icin tesekkurler. Uykusuzluktan ayik degilim okuyunca ben napmisim amanin der silerim olsunduu bazen cok acik konusup gereksiz bos yapabiliyorum sadece konusasim geldi cok susunca boyle olur genelde burada hep konusurum ama oyle degil neyse güzel uykularr
36 notes · View notes
arbrenu · 1 year
Note
Ya o kazak artık senin dolabında durmuyorsa ya da dolapta durmasını geçtim o kazak aslında hiç senin olmamışsa. Sen hep onu kendi dolabında saklamak istemişsin fakat onun çok bambaşka bir yeri varsa. Kendi dolabından önce kaldığı bir yer. O kazağı başkasının giydiğini görürsen nasıl özlemezsin o yumuşaklığı, sıcaklığı, sanki o gün çok önemli bir sınavın varmış ve bilirsin o senin şanslı kazağındır. Onu giydiğin sürece her şey yolundandır. Bütün stresini alır götürür sana sonradan çok daha fazla stresli anlar yaşatsa bile inat etmişsindir kazağı çıkarmamak için sonuçta o kazağın bulunmak istediği beden sen değilsin asla artık. Ne bileyim öğlen ben korkmam diye kendi kendine artistlik taslayıp korku filmi izlemişsindir, ama gece korkmuşsundur işte o kazağın içine sığınmak istemez misin? Ben çok istiyorum ng ve bu olabilecek her şekilde yanlış. İstememem gerekiyor, o kazak beni istemiyorsa benim onu hiç istememem ve başkasının üstündeyken gram umurumda olmaması gerekiyor. Ama nasıl? Yarada şifada sen de ng.
Çok uzun bir yoldan çok basit bir cevabı öğrendik biz bu kazak benzetmesiyle. Eğer başkasının üzerinde olan kazağı istiyorsan bu senin tarafından görülmeyi bekleyen kazaklara haksızlık olmaz mıydı?
138 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 2 months
Text
Tumblr media
KUR’AN VE SÜNNET’TE TESETTÜR
Tesettür تستُّر kelimesi Arapça ‘da “örtmek, gizlemek, perdelemek, engel olmak” anlamlarına gelen (ر-ت-س) s-t-r kök harflerinden türemiştir. Kelime sözlükte “örtünmek, örtüye bürünmek, kuşanmak, başkaları ile kendisi arasına perde koymak, bir şeyin içinde ya da arkasında gizlenmek” manalarına gelir. Arapça ’da tesettür sözcüğü ile aynı kökten türemiş olan başka kelimeler de mevcuttur. Bu bağlamda, رْ ست ِ sitr kelimesi gerçek anlamıyla “gizlenmeye yarayan engel, perde, siper vb. şeyler”, mecaz olarak da “çekinme, korku, edep, hayâ” manalarında kullanılmaktadır. Yine bu kökten türeyen رَ ست َseter “kalkan” demektir; يرِست َsetîr ve ورُ َ ْست م mestûr ise mecazen “iffetli, edepli, hayâ sahibi” anlamlarına gelir. Terim olarak ise tesettür kelimesi“insanın fıtrî, tabiî, örfî veya dinî bir gerekçe ile ilgilileri ve ölçüleri dinen belirlenmiş bir şekilde vücudunun belli yerlerini örtmesi” demektir. Bahsi geçen sözlük ve terim anlamları, örtünmenin fıtrî, doğal, sosyal, kültürel ve ahlâkî boyutları bulunan bir bilinç hali olduğunu göstermektedir. Böylelikle tesettür emrinin yerine getirilmesi Müslüman şahsiyetini görünür kılarak inanç değerlerine sadakati ve aidiyetiyle mümin olmanın temel şartlarından biri olmaktadır.
Örtünmek veya yerine, zamanına ve şartlarına göre giyinmek, yerine getirilmesi gerekli olan dinȋ bir vecibe olduğu gibi, ahlakȋ ve fıtrȋ açıdan da insan için gerekli olan ve insanı tamamlayan çok önemli bir unsurdur. Zaten insanın çıplaklık duygusu sebebiyle örtünmesi, avret yerlerini örtmesi ve durumuna göre güzelce giyinmesi onun özelliklerindendir. Bunun için giysiler insanın kimliğini ve karakterini ortaya çıkaran en etkili ve mükemmel bir göstergedir. İslȃm dini, fıtrat dini olup, avret yerlerini örtmek de insanın yaratılışında aslȋ olarak bulunmakta olduğundan, fıtratını çeşitli günahlarla değiştirmemiş her insan, hayȃ duygusu ile örtünme ihtiyacı hisseder. Şeytanın ve nefsi hevȃsının saptırmasına son derece meyledici olan İnsanoğlu, tesettür hususunda başıboş bırakılsaydı, toplumda aile diye bişey olmaz, ebeveynden bahsedilemez, bu nedenle de insan türünün bekası imkȃnsız hale gelebilirdi. İşte bu nedenle, Allah’u Teȃla ezelȋ ilmiyle, bazı insanların fıtratının saf bir halde kalmayıp, şeytana uymakla bozulacağını, hayrı-şerri karıştırıp, toplumda fitne sebebi olacaklarını bildiği için, tesettür ahkȃmını insanlara bırakmayıp, ölçülerini de Kur’ȃn-ı Kerim’de bizzat kendisi belirlemiştir.
Kur’ân’da tesettürle doğrudan ilgili olarak A‘râf Sûresi 26-27, Nûr Sûresi 30-31, 60, Ahzâb Sûresi 33 ve 59. âyetler zikredilmektedir.
A’raf Suresi 26. Ayet: “Ey Âdemoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Asıl hayırlı olan ise takvâ elbisesidir. İşte bu (giysiler), hakikati anlasınlar diye Allah’ın (size ikram ettiği) ayetlerindendir.”
Takvâ: ‘Yüce Allah’a saygı göstermek, O’na karşı sorumluluğunun bilincinde olmak, O’nun âyetlerine karşı duyarlı davranmak ve O’nun koyduğu kuralları ihlal etmekten sakınmak’ demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, insanoğlunun giydiği elbise belki bir şekilde bedeni örtebilir; ancak onun tesettür olarak tanımlanması ve dinî bir değer ifade etmesi takvâ elbisesi olup olmadığına bağlıdır. Zira bedensel örtü ancak ruhun örtünmesiyle anlam kazanabilir. Takvâ elbisesinin “çok daha hayırlı” olarak tanıtılmasındaki asıl amaç da bu olsa gerektir. Bu âyetteki takvâ elbisesi ifadesinden anlaşılmaktadır ki, örtünmenin ruhu takvâdır. Nasıl ki ruhsuz ceset bir anlam ifade etmiyorsa, takvâdan uzak bir örtünme de anlamsızdır.
A’raf Suresi 27. Ayet: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, edep yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve taraftarları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yaptık.”
Şeytanın insanoğlunu doğru yoldan(sırat-ı müstakim) şaşırtmanın başlıca yollarından biri olarak insanların edep yerlerinin açılmasını sağlaması olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Bunu bir önceki âyette geçen takvâ elbisesi ifadesiyle ilişkilendirmek gerekirse, ar perdesinin yırtılması şeklinde de yorumlanabilmektedir. Şeytanın Hz. Âdem ve eşini cennetten çıkarmak istemesinin temelinde de onları bu değerden uzaklaştırmak istediği anlaşılmaktadır. Ayrıca insan takvâ elbisesini çıkarıp edep ve hayâ duygularını kaybedince, onun maddi ve manevi anlamda daha pek çok şeyi yitirebilmesi ihtimali açığa çıkar. Şeytan bu durumu gayet iyi bildiğinden diğer insanlara da aynı açıdan yaklaşmak istemektedir. Tesettür ise bu hususta çok önemli bir duyarlılık göstergesi ve takvaya ulaştıracak bir üst bilinç halidir.
Nûr Sûresi 30. Âyet: “(Ey Peygamber!) Mü’min erkeklere söyle! Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar/kıssınlar ve namuslarını korusunlar. (Zira) bu, onlar için daha nezihtir/uygundur. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.”
Tesettürün sadece kadınları ilgilendiren bir mesele olmadığı, erkeğin de tesettürünün olduğunu özellikle A‘râf 26. âyetteki takvâ elbisesi ibaresinden yola çıkılarak, bu elbisenin kadın-erkek tüm Müslümanlar adına önemli olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte namusu koruma görevinin öncelikle erkeklere ait olduğunu, dolayısıyla hem kendilerinin hem de sorumluluğu altındaki insanların iffet ve namusunu korumakla mükellef kılındıklarını bildirmektedir.
Namahrem kadınlara bakmanın ölçüsü konusunda Hz. Peygamber’in Hz.Ali’ye yönelik şu ifadesi önem arz etmekte ve mü’minlerin önünü açmaktadır: “Ey Ali! Peş peşe bakma. Haydi diyelim birincisi senin hakkın olsun, ama diğeri (ikincisi) senin hakkın değildir.”(Tirmizi,Edep) Hz. Peygamber’in ifadesinden de anlaşılacağı üzere birinci bakıştan korunmak genellikle mümkün değildir. Ancak ikinci ve bunu takip eden diğer bakışların tehlikeli olduğu aşikârdır. Hem kadın hem erkek için hüküm aynıdır. Bu arada evlenmek niyetiyle bakmakta bir beis yoktur. Bu hususta Hz. Peygamber’in şu ifadesi mühimdir. “Sizden birisi bir kadına evlenme teklifinde bulunmak istediğinde ona sırf evlenmek niyetiyle bakarsa onun bakmasında bir sakınca yoktur.”(Ebu Davud, Nikah)
Nûr Sûresi 31. Âyet: “Mü’min kadınlara da söyle! Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar/kıssınlar, namuslarını korusunlar, (yüz ve el gibi) görünen kısımları müstesna zînetlerini teşhir etmesinler ve başörtülerini tâ yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zînetlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları , kendi oğulları , kocalarının oğulları , erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları , kendi kadınları , ellerinin altında bulunan (köleler), erkeklerden ailenin kadınına şehvet duymayan (hizmetçi vs.) tâbi kimseler ve henüz kadınların mahrem bölgelerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri zînetleri bilinip (farkedilsin) diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Hep birlikte Allah’a yönelin ki kurtuluşa eresiniz.”
Bir önceki âyette erkeklerden istenen duyarlılık bu kez kadınlardan istenmektedir. Bu kapsamda kadınların da tıpkı erkeklere verilen talimatlarda olduğu gibi gözlerini (harama bakmaktan) sakınmaları /kısmaları ve namuslarını korumaları emredilmektedir. Bu kapsamda müfessirlerce, âyette geçen “gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar” ifadesi Yüce Allah’ın bakılmasını yasakladığı hiçbir şeye bakmamak, namuslarını korusunlar emri de kadınların kendilerine namahrem olan bütün erkeklere karşı son derece dikkatli bir biçimde hareket etmeleri ve örtünmeleri gerektiği şeklinde yorumlanmaktadır. Önceki âyete ilaveten bu ayette kadınlara mahsus hükümler yer almaktadır. Bunlar; (yüz ve el gibi) görünen kısımları müstesna zînetlerini teşhir etmemek, başörtülerini tâ yakalarının üzerine kadar salmak, zînetlerini mahrem ya da özel durumlu kişilerden başkasına göstermemek ve gizledikleri zînetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmamaktır.
Yüce Allah bu âyette kadınların başörtülerini yakalarının üzerine salmalarını açık ve net bir şekilde emretmektedir. Câhiliye dönemi kadınları da başlarını örtüyorlar yani başörtüsü kullanıyorlardı; ancak başörtülerini yakalarının üzerine değil de gerdanları açık kalacak şekilde arkalarına doğru salıyorlardı. Kadınların başlarını örttükleri o örtülerle açıkta bıraktıkları gerdan ve yakalarını da kapatmaları kendilerinden istenmektedir. Bu durumda inkâr edilmediği sürece örtünmemek kişiyi günahkâr yapar; ancak “örtünmeye gerek yoktur” kabilinden sözler, sahibini âyetleri inkâr eder konuma getirir. Bu nedenle konunun hassasiyetini görmezlikten gelmemek, Yüce Allah’ın insanlıkla yaşıt bu emrini mutlak surette önemsemek ve gereğini yapmak gerekir. Bu doğrultuda başörtüsü bizzat Hz. Peygamber’in evinde ve diğer Müslümanların hayatında uygulanmış, yaşayan sünnet olarak da o günden bugüne kadar uygulana gelmiştir.
Âyette ayrıca vurgulanmak istenen husus takvâ elbisesine bürünmek için sadece örtünmenin yeterli olmadığı; tesettürü davranışlara yansıtmak ve yaşam biçimine dönüştürmek icap ettiği ve kurtuluşa ermek için hep birlikte Yüce Allah’a yönelmek gerekliliğidir.
Nûr Sûresi 60. Âyet: “Nikâh ummayan (yani evlenme ümidi taşımayan) yaşlı kadınların, zînetlerini teşhir etmeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ancak yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi işitendir; her şeyi bilendir.”
Allah’u Teala tesettür konusunda yaşlı, yani cinsel ihtiyacı kalmayan ve dolayısıyla evlenme ya da nikah arzusu duymayan kadınlara yönelik istisnai hükümlerden söz etmekte ve bu bağlamda yaşlı kadınların zînetlerini teşhir etmeksizin dış elbiselerini çıkarabilecekleri ruhsatının yanında; kadının yaşı ne olursa olsun, iffetini korumasının esas olduğunu vurgulamaktadır.
Ahzâb Sûresi 33. Âyet: “(Ey Peygamber’in hanımları!) Evlerinizde oturun, önceki cahiliye (âdetinde olduğu) gibi açılıp saçılmayın. Namaız kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. (Ey Peygamber’in) ev halkı! Allah sizden, ancak günah gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
Hz. Peygamber’in (sav) eşleri üzerinden ümmetin tüm kadınlarına sosyal hayat, tesettür ve ibadet konularında bir dizi uyarıda bulunulmaktadır. Allah Rasûlü’nün hanımlarına atfedilen evlerinde vakarla oturmak, cahiliye adetlerindeki gibi açılıp saçılmamak, namaz kılmak, zekat vermek, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek gibi emirlerle diğer bayanlara da ve hatta tüm müminlere de aynı istikamette bulunmanın onları temiz kılmak için verilen bir emir olduğu anlaşılmaktadır.
Ahzâb Sûresi 59. Âyet: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle! (Herhangi bir ihtiyaç için dışarı çıkarken) dış elbiselerini giysinler. Bu (elbise) onların tanınmaları ve incitilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayandır; çok merhamet edendir.”
Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler aktarılmaktadır: Medine’de bazı münafıklar, görüntüsü ve elbisesi kötü bir kadına rastladıklarında, onun hür mü yoksa cariye mi olduğunu ayırt edemezlerdi. Dolayısıyla bu kadını cariye zannederek ona sarkıntılıkta bulunurlar ve böylelikle mü’min kadınlara eziyet verirlerdi. Âyet bunun üzerine indirilmiştir. Medine’de evler hem küçük hem de dardı ve içinde tuvalet yoktu. Kadınlar da tuvalet ihtiyacı için dışarı çıkarlar ve bu ihtiyaçlarını kırda giderirlerdi. Bazı fâsıklar bu kadınları takip ederler; üzerinde cilbâb/dış elbisesi olan kadınların hür olduklarını bildiklerinden kendilerine ilişmezler; fakat cilbâb olmayanların cariye oldukları gerekçesiyle onlara sarkıntılık eder ve böylece eziyet verirlerdi. İşte âyet bu gibi davranışlar üzerine indirilmiştir.
Bu âyet, vahyin indirildiği dönemde kadınların toplumsal hayatın bir parçası olduklarının ve dış ortamlarda bulunabildiklerinin en önemli delillerindendir. Yüce Allah kadının toplumda saygın bir şekilde nasıl bulunması gerektiğinin sınırlarını belirleyerek temiz bir toplumun nasıl inşa edileceğini göstermektedir.
Tesettüre Bürünmenin Amaçları
1-Takvâ elbisesine bürünmek (el-A‘râf 7/26).
2-Edep yerlerini gizlemek (el-A‘râf 7/26).
3- Süslenmek (el-A‘râf 7/26).
4-Şeytan ve taraftarlarının saldırılarına karşı tedbirli olmak (el-A‘râf 7/27).
5- Gözleri harama bakmaktan sakındırmak (en-Nûr 24/30-31).
6-Namus ve iffeti korumak (en-Nûr 24/30-31, 60).
7-Zîneti teşhir etmemek (en-Nûr 24/31, 60).
8-Yüce Allah’a yönelmek (en-Nûr 24/31).
9-Tertemiz arınmak (el-Ahzâb 33/33).
10-Yüce Allah’ı n emrine itaat etmek (el-Ahzâb 33/59).
11- Tanınmak ve sözlü ya da fiili tacize uğratılmamak (el-Ahzâb 33/59).
12-Güzel görünmek (el-A‘râf 7/31).
Böylece Kuran’da tesettürle ilgili ayetlerden bizlere aktarılmaya çalışılan İslâmî öğretide toplum hayatının huzurunu sağlama, dinî-ahlâkî değerleri koruma ve muhtemel bazı olumsuzlukları önleme amacıyla erkek için de kadın için de çizilmiş sınırların varlığıdır. Örtünme ise bu sınırların korunması amacıyla alınmış tedbirlerden biridir. Kadınlarla ilgili bazı hükümlerin ve sınırlandırmaların gerekçesi olarak çoğu kaynakta fitne endişesi konusu gündeme getirilir. Dinî literatürde fitne, Türkçe’deki yaygın anlamından farklı olarak insanların hayatın tabii akışı içinde karşı karşıya kalabilecekleri, sabır ve metanetle aşmaları gereken her türlü sıkıntı, imtihan, zor durum; imkân veya mahrumiyeti ifade eden anlamı hayli geniş bir kavramdır. Burada dillendirilen fitne endişesi ise dinin temel ahlak kurallarınca hoş görülmeyen bir durumun ortaya çıkması, böyle bir durumun muhtemel olmasıyla alâkalıdır. Bu bağlamda gerçekleşmesinden endişe edilen fitne zinadır. Zina yasak olunca yasaklanan bu sonuca götürebilecek yolların kapatılması da bu yasağın tamamlayıcı parçası haline gelmektedir. Böylelikle İslâmî öğretide her iki cins açısından da örtünme, hem İslâm’ın temel yasaklarından olan zinaya götürmesi muhtemel bütün yolların kapatılması, hem de kişilerin rahatsız edici bakış ve algıdan korunarak toplumda huzurlu bir sosyal ilişkiler düzeninin kurulması hedeflenmiştir. Örtünmenin salt cinselliğe, kadının baştan çıkarıcı bir fitne sebebi olarak görüldüğüne ve oradan kadın bedeninin nesneleştirilmesi ve denetlenmesine indirgenmesi doğru bir bakış açısı değildir. Çünkü Kur’an’da kadın için örtünme hükmünü getiren âyetin öncesinde erkeklere yönelik gözlerini kısma ve avret yerlerini örtme buyruğu yer almaktadır, yani kadınların örtünmesinden önce erkekler gözlerini kısmaları ve namuslarını korumaları emrine muhatap kılınmıştır. Bu sebeple örtünme hükmünün tek yanlı olduğunu ve kadını erkeğe karşı koruma amacı güttüğünü veya erkeğe kadını denetleme yetkisi verdiğini öne sürmek doğru değildir; örtünme hükmünün gerisinde toplumu ve aileyi ayakta tutacak ahlâkî bir ilke ve amaç vardır.
Tesettür’ün şekli ve rengi yoktur fakat sınırları Allah(c.c) tarafından net çizgilerle belirlenmiştir. Biz inananların bu sınırlara riayet etmesi ise imanlarımızın göstergesidir.
Âyetler ve hadislerden yola çıkarak âlimler örtünmede dikkat edilmesi gereken hususları maddelendirerek açıklamışlardır. Biz de kısaca Muhammed Es-Sabuni’nin Revaiul Beyân Tefsirindeki açıklamasına bakalım:
Örtü, bütün vücudu örtmelidir. Zira âyette kullanılan cilbâb bütün vücudu örten elbiseler için kullanılmaktadır. Yine âyette geçen “İdnâ” kelimesi, örtüyü baştan aşağıya doğru salıvermektir.
Örtü, alttaki elbiseyi gösterecek kadar ince olmamalıdır. Zira hicaptan maksat gizlemektir, ince örtü alttaki elbisenin görünmesini önleyemez. Bakışlara da mani olamaz. Nitekim Hz. Ayşe, “Ebubekir Sıddık’ın kızı Esma, üzerinde ince bir elbise ile Hz. Peygamber’in yanına gelince Hz. Peygamber ondan yüzünü çevirdi.” ve şöyle buyurdu: “Ey Esma! Bir kadın buluğ çağına girince-yüzünü ve ellerini göstererek- bunlardan başka bir tarafının görünmesi doğru olmaz.” Elbisenin ince olmaması gerektiğini ifade Dihyetü’l-Kelbî’nin (ö. 50/670) anlattığına göre Hz. Peygamber’e Mısır’dan beyaz renkli ve ince olan kubâtî kumaşlar getirilmişti. Hz. Peygamber kendisine de bir parça verdi ve şöyle dedi: “Bunu ikiye böl, bir parçayı kendine gömlek yap, diğerini hanımına ver. Bununla kendine bürgü yapsın. Hanımına söyle, bunun altına bir astar koysun da bedenini açık etmesin!”
Örtünün kendisi bir ziynet (aşırı süslü)olmamalıdır. Şayet dış elbise olarak kullanılan elbisenin kendisi ziynet sayılabilecek renk ve görünüşte olursa o tesettüre uygun olmayan bir elbisedir. Zira örtünmekten maksat, ziynetlerin yabancılar tarafından görülmesini önlemektir. Bu açıdan süslü, parlak ve cazip olan veya çok pahalı olan kumaşlardan yapılan elbiseleri giymek tesettür emrinin vermek istediği mesaja aykırıdır. Bu yönüyle tesettür sade ve temiz olmalı fitneye sebep olmamalıdır.
Örtü, vücudun hatlarını belli edecek ve fitneye sebep olacak kadar dar olmamalı aksine geniş olmalıdır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İki sınıf insan vardır ki onlar cehennem ehlidirler. Sığırların kuyruğuna benzer sopalarla halkı dövenler ve vücut hatlarını tamamıyla belli edecek elbise giyen kadınlar ki bunlar bu elbiselerle erkeklerin kalplerini çelmek için gezerken kırıtarak yürürler. Saçlarını da deve hörgüçlerine benzetirler. Onlar cennete giremeyecekleri gibi çok uzaklardan duyulabilen cennet kokusunu bile duyamazlar.” (Müslim-Ebu Davud,Libas) Bu hadisin Arapça ifadesinde geçen “kâsiyât��n âriyât” terkibine, “Görünüşte giyinik fakat hakikatte çıplaktırlar.” anlamı verilmiştir. Zira giydikleri elbise öyle ince ve dar bir elbisedir ki ne avretlerini ne de vücutlarını örtmektedir.
Örtüden güzel koku gelmemelidir. Çünkü güzel koku, erkekleri etki altında bırakmaktadır. Bu hususta Hz. Peygamber, “Harama bakan göz zina etmiştir. Güzel koku sürünerek erkeklerin arasına çıkan kadın da.” (Tirmizi,Edep) buyurmak sureti ile buna dikkat çekmiştir. Diğer bir rivayette de, “Bir kadın güzel koku sürünerek dışarıya çıkar ve koku ulaşsın diye bir topluluğun yanına giderse, zinaya adım atmış olur.” (Tirmizi,Edep) buyrulmuştur. Diğer bir hadiste “Kendisine buhur değen kadın sakın bizimle yatsı namazına katılmasın.” (Müslim,Salat) buyrulmuştur.
Kadın ne erkek elbisesi giymeli, ne de giydiği elbise erkek elbisesine benzemelidir. Zira Ebû Hüreyre Hz. Peygamber’in, “kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet ettiğini” bildirmektedir. (Buhari-Ebu Davud, Libas) Yine Hz. Peygamber “Kadınlardan erkeklere benzeyenler, erkeklerden kadınlara benzeyenler bizden değildir.” (Buhari,Libas) demek sureti ile konunun önemini vurgulamaktadır.
Tesettür’ün Kur’an ve Sünnet ışında bizlere nasıl aktarıldığına ince detaylarla değinmekteki maksadımız dinimizi en doğru kaynaklardan öğrenmek ve tatbik etmektir. Doğru tatbik ederken Allah’u Teala’ya yaklaşmak niyeti ve istikametlerimizi fitri tutma gayesiyle yürüdüğümüz her yol aştığımız her yokuş ecir hanelerimize şahit olarak yazılacak ve bizleri din gününde ‘emin’ kılınan kullarından olma şerefine nail edecektir biiznillah. Duamız, temennimiz ve gayretimiz bundandır. Rabbim o yürekleri sarsan, gözleri dehşete düşüren günün şerrinden bizleri emin kılsın.
Hatice Sena Üstün
Tumblr media
39 notes · View notes
kitaplardangelen · 6 months
Text
Didem Madak kimdir??
Tumblr media
Edebiyat sahnesinin çiçekli ve anne kokan şiirlerinin güzel kadın şairi, Didem Madak’ın hayat hikayesidir....
Didem Madak, 8 Nisan 1970’de İzmir’de doğar. Annesi Füsun, Madak doğduktan 6 yıl sonra şiirlerinde bahsettiği ‘uzun siyah saçlı kız’ Işıl’ı dünyaya getirir. Öğretmen olan anne babaları ile birlikte çok mutlu olan bu iki kız kardeş aynı zamanda çok iyi arkadaştırlar.
“Işıl çocuktu o zaman, ben de öyle,
Mevsim kesin yazdı, karpuzdan feneriyle,
Hani her çocuğu başka bir çocuğa yaklaştıran bir şarkı vardır ya,
Kıyıya yanaşan bir gemi gibi.”Zorluklarla geçen çocukluk yılları
Didem Madak’ın çocukluğu fırtınalı geçmiştir. 12 Eylül döneminde babası okul müdürüyle tartıştığı için Uşak’a sürülür. Fakat annesi Füsun Hanım’ın tayini çıkmadığı için kızlarıyla birlikte Burdur’da kalır.
Ülkenin çok karışık bir süreçten geçtiği bu dönemde yalnız kalan Füsun Hanım ve kızları korku dolu günler geçirir. Füsun Hanım bir gün, geceleri onları uyutmayan arka bahçedeki mısır yapraklarının hışırtılarını engellemek için bıçakla hepsini yok eder.
Madak’ın her şiiri yaşanmış bir anıdır… Bu olayla ilgili de şu dizeleri yazmış defterine;
“Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.
Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu
Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri
.Diye başlayan bir çocuk romanında.”
Annesini kaybettiği (onu şiire iten) yıllar
Didem Madak 13 yaşındayken, henüz 38 yaşında olan annesini beyin kanseri nedeniyle kaybeder. Madak’ın zorlu günleri başlamıştır.
“Ölen her kadın için şiir yazdım. Onları Muc’a evin karşılığında verdim,
Çok ucuza.
Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne!”
Füsun Hanımın ölümünden kısa bir süre sonra babası ikinci evliliğini yapar. Bu evlilik artık Didem ile babasının arasına bir duvar örmüştür.
“O günleri hatırlayınca Edip Cansever’in şu dizesi gelir aklıma: ‘Bir azarlamayla ölümü düşünen çocuklar gibi…’ Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.” Hayatın elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum.”
Bu olay sonrasında babası için de tabii ki birkaç dize yazmıştır Didem Madak;
“Babam…Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan.
Kader neydi sanki o zaman,
Masada açık unutulmuş Turuncu kulaklı bir makastan başka…”
“Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam.”
Bir gün Işıl’la oturup annesinden onlara bir şey kalmamasından yakınırken, teyzeleri onlara hayatlarını değiştirecek birkaç hediye verir. Bu hediyeler el yazması bir şiir defteri ve Varlık Dergisi koleksiyonudur. Bu andan sonra Didem Madak şair olur işte…
Üniversite yılları ve ilk evliliği
Tüm yaşadıklarını kaleme dökmeye başlayan Madak Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar. Üvey anne ve babasıyla yaşadığı evden ayrılmak istediği için kendince bir yöntem bulur. Birinci sınıfta tanıştığı biriyle gizlice evlenir, evden ayrılır ve okulu bırakır.
“Ardımda kırık bir ayna Üvey anneleri hayatımın. Batsın diye güneşe tempo tutan o kız çocuğu… Evden kaçışımın pembe spor ayakkabıları vardı. Hüzün neydi sanki o zaman Artık kullanılmayan dikiş makinası annemden kalma.”
Evden kaçışı sonrasında çok zor dönemler geçiren Didem Madak, birçok farklı işte çalışır geçimini sağlamak için. Genç yaşta yaptığı evliliği pişmanlıkla sonuçlanır ve boşanır. Boşandıktan sonra maddi sorunlarla boğuşur ve bir bodrum katında yaşamaya başlar. Bu eve taşındıktan sonraki halini “Birden yazmaya başladım.” diye ifade eder.
Bodrum katında yaşadığı tüm zorlukları anlatır şiirlerinde. Bir söyleşide “Rutubete dayanıldığı sürece şiir yazmak için çok iyi yerler.” diye bahseder bodrum katından.
Didem Madak, bu dönemde çok yalnız kalır. Kardeşi Işıl, sadece süt ve çikolata yiyerek ayakta durduğunu, hayattan memnun olmadığını, hiçbir şeyin istediği gibi gitmediğini anlattığını söyler.
Didem Madak, üç yıl boyunca kaçar sevdiklerinden. Yakın arkadaşı Müjde Bilir bir röportajda onun kaçışını şöyle anlatıyor: “Didem beni bir akşam aradı ve annesini özlediğini anlattı. Taksiye binip bana gelmesi için ikna ettim. Geldiğinde mahcup ve çekingendi. Anne şefkatine duyduğu özlem derinden belli oluyordu. ‘Çok mutsuzum’ dedi. Ertesi gün buluşmak için sözleştik. Ancak Didem gelmedi. Didem’in evine gittiğimde duvara iliştirilmiş bir not buldum. ‘Sevgili Müjde, Maviş Anne içimden hiçbir şey söylemeden gitmek geldi. Seni seviyorum. Dün gecenin şiiri zaten yazılmıştı, ben sadece kaleme alacağım.’”
Müjde Bilir için yazdığı şiirde şöyledir;"İki kendim varmış maviş anne
Biri benmişim biri mutsuz
Ben ölürsem maviş anne, mutsuz için dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al.
Ben ölürsem mutsuza iyi bak! ""Kadınlık kimliğimden sıyrıldım"
Sonraki üç yıl boyunca Madak’tan haber alınamaz. Sadece kardeşi Işıl’ın yanına gider ara sıra. Gidişlerinden birinde Işıl’ı çok şaşırtır. Örtünmüş olarak çıkar karşısına.
“Örtündüm ben… Her şeye karşı… Kadın kimliğimden de sıyrıldım. Bu beni rahatlattı.” der.
Didem Madak, bu dönemde tasavvufla ilgilenir. Kardeşi Işıl Madak’ın bu dönemiyle ilgili “Çok umutsuzdu. Kapanarak bu durumdan bir çıkış yolu bulacağını umdu. Ablam o dönemden inanarak kurtuldu. Yoksa kayıp gidecekti. Hukuk Fakültesi’ni de bu dönemde bitirebildi.” der.Bu durumu da şiirlerinde şöyle anlatıyor şair:
“Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimsem kalmadığı için konuştuğumdu.”
Çok şey yaşadığı bu dönemi “Ah’lar Ağacı” şiiriyle anlatır:
“Ben acılarımın başını
Evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım.
"Grapon Kağıtları"
Bu dönemde kardeşi Işıl, ‘İnkılap Kitapevi 2000 Şiir Ödülü’ yarışmasından bahseder.
Didem Madak bununla ilgilenmeyince kendisi bütün şiirlerini toplayarak yarışmaya gönderir. Üstünden bir süre geçtikten sonra “Grapon Kağıtları” dosyasının yarışmayı kazandığı haberi gelir.
Didem Madak, bu süreçte internette şair ve avukat olan biriyle tanışır. Şair olmasından çok etkilenerek bu adamla buluşur. Günün sonunda genç adam bir şiir yazmalarını teklif eder. Adam, ikinci buluşmada kendi şiirini okur. Sıra ona geldiğinde ise Didem şu şiiri okur;
"Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!"
“Kadın kimliğine geri dönüş”
Ödül töreni için İstanbul’a giden Madak, yarışma öncesinde örtüsünü çıkarır.
Bu bir nevi onun tabiriyle “kadın kimliğine
geri dönüş” sayılabilir.
Didem Madak, ödülünü aldıktan sonra İstanbul’da yaşamaya başlar. Bir süre sonra
eşi Timur ile evlenir ve 3 yıl sonra kızı Füsun’u dünyaya getirir.
Anne kokan şiirleriyle veda ettiği yıllar
Kızının doğumundan sonra şiir yazamayan Madak tıpkı annesi gibi kansere yakalanır.
24 Temmuz 2011'de yani 41 yaşında kolon kanseri nedeniyle yaşamını yitirir.
Didem Madak’ın ödül töreni sırasında tanıştığı arkadaşı Şükran Yücel’e gönderdiği e-postadaki metin şöyledir:
“Canım Kızım Sana mektup yazacağım.
Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum.
Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum.
Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben.
Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum.
Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis! Canım kızım, cehaletimden şair oldum…
Annesizlikten.
Sen sakın şair olma!”
"Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat.
Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma,
İsmini her şey koydum.
Simli ojeler sürdüm yanlızlıktan sıkıldığımdan,
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım,
Yıldızlı bir gecenin"..
Didem MADAK
8 Nisan 1970 Doğum Günü Anısına
Sevgi, saygı ve rahmetle
Mekânın CENNET Olsun GÜZEL İNSAN
44 notes · View notes
yasamsallik · 5 months
Text
Tumblr media
DENİZLER BU GECE İDAM EDİLECEK!...
🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿
5 Mayıs 1972 Cuma
Sabah şimdiye kadar hiç görmediğiniz bir yüzbaşı geliyor koğuşa ve hepinizin görebileceği bir yerde duruyor. Ona baktığınıza ve onu dinlediğinize emin olduğu an konuşmaya başlıyor:
“Buraya kadar beyler! Hakkınızdaki karar bu sabah Resmi Gazete’de yayınlandı. Öbür dünyada görüşürüz!” diyor. Size özel ulak olarak ölüm tebliğ etmeye gelmiş yüzbaşı sanki. Dede’nin Yusuf’tan ödünç aldığı sözler bir tokat gibi patlıyor yüzünde adamın:
“Sen ve efendilerin bilmelisiniz ki biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ise her gün öleceklerdir!
Sizin yüreklerinize korku salmak için görevlendirilen yüzbaşı kendisi korku içinde arkasına dahi bakmadan hızla terk ediyor koğuşu.
Dede sizlere dönüp sözlerine devam ediyor. “Adamın verdiği haberin doğru olma ihtimali çok yüksek. Karar bugün Resmi Gazete’de gerçekten de yayınlanmış olabilir. Son anımızı, son yürüyüşümüzü planlamalıyız. Orda infaz anında birbirimizi göremeyeceğiz. Birbirimizin yanında olamayacağız. O nedenle orada o anda neler yapacağımızı, neler söyleyeceğimizi, nasıl davranacağımızı burada birlikte bir konuşalım” diyor.
Yeni bir eyleme gider gibi, yeni bir THKO eylemi planlar gibi düşüneceksiniz son anınızı.
Yusuf “benim mektubum hazır, asıl siz düşünün” diye espri yaparak havayı yumuşatıyor.
Sen “burada yapmıyorlar bu işi, mutlaka Ulucanlar Kapalı Cezaevine götüreceklerdir. Bir yıl önceki ilk misafirhanemize. İmam falan çağrıyorlarmış. Nazikçe göndeririz adamı. Verirlerse bir çay isteriz, bir de sigara. Yazarız son mektubumuzu. Bu mücadelenin bizimle başlamadığı gibi bizimle de bitmeyeceğini, asla pişmanlık duymadığımızı söyleriz. Parkamızla, postallarımızla çıkarız sehpa-ya. Kendi ilmiğimizi kendimiz geçiririz boynumuza. Son sözümüzü söyleriz. Ve cellata bırakmadan kendimiz tekmeleriz ayağımızın altındaki sehpayı!” diyorsun.
Yusuf “son sözümüz ne olacak” diye soruyor ortaya.
Hüseyin “en fazla birkaç cümle söyleme şansımız olacaktır. Onlar da bizi en iyi ifade eden sloganlarımız olmalıdır. Senin mektup-ta yazdığın gibi. Şöyle sözler söylemek geçiyor içimden. Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımızın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştık. Bu bayrağı bu ana kadar şerefimizle taşıdık. Bundan sonra da bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyoruz. Yaşasın işçiler köylüler! Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun faşizm. gibi” diyor.
Yusuf söze giriyor “her eylemimiz nasıl yüreklerine korku saldı ise son anımız da öyle olmalı. Sözgelimi kellelerimizi almak için büyük gayret gösteren General Elverdi de orda olacaktır. Onun şahsında düzenin tüm hizmetkarlarına da bir çift söz söylemeliyiz. Onlara sermayenin ve Amerikan emperyalizminin hizmetkarları olduklarını hatırlatmalı, bizim ise gözümüzü kırpmadan kendimizi halkımıza adadığımızı göstermeliyiz” diyor.
Derin bir sessizlik oluyor. Yarını düşünüyorsunuz.
Yarın 6 Mayıs.
Yarın Hıdırellez!
Yarın bayram.
*Deniz Gezmiş'in Günlüğü / belgesel anlatı kitabından alıntı..
PAYLAŞAN : DENIZ@TC_TOPRAK_
23 notes · View notes
sozlerinressami · 1 month
Text
Kelebek H��kümdarı
Midemde kelebek olmayı bekleyen tırtıllar dolanıyordu, yavaşlardı ve bir o kadar bitkin. Özgürce ve aşkla uçacakları anı sabırsızlıkla bekliyor; günlerini, o büyük aşkın hayatlarına getireceği değişimi düşünerek geçiriyorlardı. Kozaya girme zamanları gelip çatarken bu aşkın bünyelerinde bıraktığı heyecanın hangi duyguları uyandıracağını tahmin edemiyorlardı. Merak, korku ve heyecan birbirine karışıyor; her biri, kanatlardaki renklerin yerini alıyordu. Kanatlarda, bir yandan bu aşka dair tatlı bir beklenti; diğer yandan bilinmezliğin getirdiği ürkek bir endişe hakimdi. Kendi elleriyle kapandıkları kozalarda özgürlükten uzak bir yaşam sürmeye başlamışlardı. Ancak içlerinde taşıdıkları aşk, bu karanlık kozalarında onlara ışık oluyordu; bir gün kelebek olup bu aşkı özgürce yaşayacakları umudu, tek tesellileriydi. Ömürlerinin ne kadar kısa olduğunu bilmeden sayılı günlerini belirsizlikle dolu bir aşka adıyorlardı.
Günler geçtikçe, tırtıllar bu bekleyişe daha fazla katlanamadılar. Kozalar kıpırdanmaya başladı; dönüşüm oldukça yavaş ilerliyordu, tırtıllar ise bir o kadar sabırsızdı. Buruşmuş kanatlarını hareket ettirmeye çalıştılar, fakat uçamıyorlardı. Bir çift güzel söze belki de bir rehbere, yani bir kelebek hükümdarına, ihtiyaçları vardı. Hayatları; bu aşkın simgesi olan efsanevi bir figürü, kelebek hükümdarını, beklemekle geçti. Renklerin ve yıldızların efendisi olan bu hükümdar, aşkın kendisiydi; onun varlığı her şeyi daha renkli ve aydınlık kılıyordu. Kelebeklere göre, onun kanatlarının gölgesinde uçmak, aşkın büyüsünde kaybolmak gibiydi. Efsaneye göre, sadece en sabırlı ve en sevgi dolu yürekler onunla uçabilir, onun yanında var olabilirmiş. Kelebekler, büyük bir aşkın heyecanıyla bu hükümdarın onları bulmasını beklediler. Günler, hatta haftalar boyunca beklediler ama bu bekleyişin onları gitgide sona yaklaştırdığını fark edemediler.
Kozalar, hükümdarın adıyla çatladığı an; varlığını derinden hissettiler. Kanatları parladı ve kendilerini aniden aşkın gökyüzünde süzülürken buldular. Bekledikleri özgürlüğe nihayet kavuşmuşlardı. Kelebek Hükümdarı, zarif ve görkemli kanatlarıyla onların arasında süzülüyordu. Ancak, bu aşkın getirdiği özgürlük, düşündüklerinden çok daha kısa sürdü. Gökyüzü aydınlığı karanlığa bırakınca yıldıza dönüşmüş gözler önünden aniden kaybolmuştu. Onun gidişiyle birlikte kelebekler de düşmeye başladı; rüzgarları kesildi, kanatları ağırlaştı. Kısa süre içinde kendilerini bir kafeste buldular. Bu sefer ne kozalarının içinde ne de aşkın gökyüzünde. Fakat bir arada, sıkışmış ve özgürlüklerinden mahrum....
Kelebek hükümdarı; gün doğumuyla özgürlüğü doruklarda yaşatıyor, gün batımıyla ise esareti tam anlamıyla hissettiriyordu. Onları özgürlüklerine kavuştukları dakikalar gün geçtikçe azalıyordu. Ancak bunun farkında bile değildiler. Hükümdarın kanatlarının altında özgür veya esir olmaları neyi değiştirirdi ki onlar açısından? Kelebekler, son nefeslerini onun için vermeye hazırdı. Başka bir midede başkasının sözcükleriyle özgürlüğe kavuşmaktansa onun esaretinde kalmayı tercih etmişlerdi.
10.08.2024 —Sözlerin Ressamı
Tumblr media
14 notes · View notes
kariminzevki · 1 year
Text
Tumblr media Tumblr media
Karımın içine ilk ve tek giren bendim.
Ta ki, önce fantezi ile başlayıp, ardından da aklımdan çıkmayan “karımı sike sike terletecek birine vermesinin” hayali ile kaynıyorken!
Karım herkes tarafından sevilen kibar ve efendi bir ev hanımıdır. Ona deli gibi aşığım. Fakat 14-15 santimlik sikim onu ne kadar zorlasada, piyasada dev gibi yarrakların var olduğunu bildiğimden, onun benden fazlasını hak ettiğini düşündürüyordu bana.
Karımı ise layık gördüğüm çocukluk arkadaşımdı. Sikini hiç bir zaman görmedim, fakat 7-8 yaşlarındayken bu benim siki görmüş, küçük diye dalga geçerdi.
Bir gün arkadaş, ben ve karım saunaya gittik. Ben önden ayarlamıştım, birden telefon geliyor acil işten dolayı onları yalnız bırakıyor, 2 saate gelirim diyerek ayrılıyorum.
O iki saat aklıma neler neler geliyor. Hem pişmanlık, hem korku, hem engel olma hissi hem de işi oluruna bırak duygusu. Arkadaşa güvenmesemde, karımın izin vereceğine ihtimal vermiyordum.
2 saat dememe rağmen hemen gitmemiştim, yarım saat geçikince karım “hemen gel” diye mesaj gönderiyor. Büyük bir korkuyla gidiyor, içeri giriyorum. Kapıyı açan karımın arkasından gözüm arkadaşımı arıyor. Fakat onu aradığımı gören karım, o gitti bile diyerek aramamamı belirtiyor.
O gün söylemiyor, yıllar sonra bu paylaşma fantezileri artık hayatımızın bir parçası olduktan sonra, kızmamam şartıyla bir itirafta bulunmak istediğini ileterek, o saunaya gittiğimiz günü arkadaşıma kendini siktirdiğini anlatıyor.
Hatta sadece o gün değil, daha sonrada defalarca arkadaşıma vermiş. En son ne zaman diye sorunca; “daha 3 gün önce” dedi.
O gün nasıl oldu diye sorunca, benden sonra ikisi jakuziye giriyor, arkadaşım birden bire buna zorla sahip oluyor. Karım kurtulamayacağını çabuk kabullenince hemen teslim olup arkadaşımın içine kolayca girebilmesi için bacaklarını açıyor.
“Siki nasıldı, büyük müydü?” diye sorunca, aşırı büyük olduğunu girdikten sonra fark ediyor, durması için yalvarsada, sikilmekten kurtulamıyor.
Tam bitti derken, arkadaşım karımı kolundan tutup yatağa atıyor. Artık karımda istekli! Ve az önce içine aldığı siki merak ediyor ve görünce inanamıyor. 20 santim civari, fakat ucu ince başlayan sik birden kalınlıkta benim sikimi ikiye katladığını anlatıyor.
“Ağzıma sığmadı” derken o kadar rahat ki, ne diyeceğimi bulamıyorun o an. Bu paylaşımıda kendini 3 gün önce siktirdiği yatağımızdan yapıyorum.
Yıllarca sürmesinin sebebide, arkadaşımın kalın yarrağı, masum karımda bağımlılık yapmış ve benden arkadaşımla devam yatıp yatamayacağının iznini istiyor.
69 notes · View notes
selcandy · 2 months
Text
Geçen Süt kedim yine laik atak geçirip Tayyip kedime saldırdı, tam o sırada Tayyip olduğu yere kanlı çiş yaptı :S
Veterinerden öğrendik ki atlarda ve kedilerde ani korku, stres, şok gibi durumlarda mesanedeki alyuvar yoğunluğu böyle şeylere neden olabiliyormuş ve normalmiş, sizin de başınıza gelirse benim gibi fenalık geçirmeyin diye söylüyorum *-*
Tabii “o yüzdendir” deyip geçmeyelim, takip edelim dendiği için ben gidip beyaz bentonit kum aldım ve sadece Tayyip’in kullanabileceği şekilde bir odaya koyduk onu falan. Tatile gittim geldim, annem defalarca temizleyip yenilemiş olmasına rağmen kumun olduğu odaya girdiğim gibi yüzüme o unuttuğum ve keşke hatırlamayaydım dediğim amonyaklı çiş kokusu vurdu. Dahası döndüğümden beri hala her gün evin her yerinden kum tanesi süpürüyorum, bitmiyor anasını satayım kapısı kapalı bir odada durmuş olmasına rağmen bit-mi-yor.
Bu vesileyle bentonitin ne kadar büyük bir amelelik olduğunu bi’ tur daha dile getirmek istiyorum. Kendisini ve kedisini seven pelet kullansın ya. Sıfır koku, sıfır pislik, ayrıca sıfır zarar. Kedinize beton tozu ve amonyak solutmayın. Hem kedinin sağlığı hem de ekoloji (doğaya karışma) açısından aşırı faydalı pelet kedi kumu.
Allah da var ya bana onu öneren arkadaşıma “aa deneyeyim” deyip peleti eve soktuğum günü kutsasın böyle, onun da ne muradı varsa hepsi gerçekleşsin falan - öyle bir farktan ve kurtulmuşluktan bahsediyorum 🥹
48 notes · View notes
amezhu · 3 months
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
203. BÖLÜM - İmparator Gizemli Guoshi Hakkında Yorumlar Yapıyor.
Güçlü ruhsal ışık kederli ruhların üzerine parladığında duman ve bulut tarlalarının ardından geniş alanlar açılıp dağıldı ve beyaz zırh giyen savaş tanrısı bir elinde kılıcı ile bulutları yararak geldi.
Bu kesinlikle Jun Wu’ydu. Grup onu gördüğünde sanki ebeveynini görmüş çocuklar gibi haykırdılar, “AH!!!  Lordum!!!”gözyaşları yanaklarında süzüldü. Jun Wu’nun her adımı yere indiğinde ışıklarla boyanmış gibi görkemliydi, “Panik yapmayın, sakin olun. Herkes iyi mi?”
Kılıçtaki yan yana gelip bütün oluşturan dörtlü ayrılarak orijinal bedenine dönmüştü. Pei Ming sordu: “Lordum, cennetin başkentini korumuyor muydunuz? Nasıl oldu da kendi başınıza geldiniz?”
“Yağmur Efendisi iletişim rününden TongLu Dağı bariyerinin yok edildiğini bildirdi. Durum acil olduğundan geldim.” Dedi Jun Wu.
Herkes yukarıya baktı ve Yağmur Efendisinin hâlâ o kara öküzün üzerinde bindiğini gördü, her şey içten içe düşünülmüştü demek ki.
Bariyer yıkıldığından iletişim rünü de doğal olarak tekrar kullanılabilir hale gelmişti. Daha önce hepsi bir telaşla kederli ruhları yok etmeye çalıştıklarından iletişim rününü tekrar kullanabilecekleri kimsenin aklına gelmemişti.
Xie Lian birkaç adım öne çıktı: “Lordum, yüzü olmayan beyaz geri döndü.”
Jun Wu hafifçe başını salladı, “Onun acımasız olabileceğini tahmin ediyorum.”
“Gerçekten anlaşılması zor.” Dedi Xie Lian. “Geldiğinizden dolayı şu an nerede saklanıyor bilemiyorum.”
“Önemi yok” Jun Wu. “Gidip onu aramadan önce, önce bu kederli ruhları halledelim.”
Herkes gökyüzüne bakmıştı, gökyüzünde yuvarlanıp iç içe geçen kara bulutlar Jun Wu’nun görkemli ışığı ile arınmıştı. Pei Ming sordu: “Yani bu sefer yeni hayalet kralın doğumu engellenmiş oldu, doğru mu?”
“Sanırım” dedi Xie Lian. “Sonuçta ocağı delip geçen bundan başka kimse değildi.” Hepsinin gözü aynı anda yan tarafa doğru kaydı. Xie Lian onu kontrol etmeyi bıraktıktan sonra yüce, devasa ilahi heykel zarif ve itaatkar şekilde yerde uzanıyordu. Artık yerde durduğu için küçük bir dağa da benziyordu. Xie Lian onun yanında durdu ve yanağını kaşımak için parmağını kaldırdı başını hafif yana eğerek, Hua Cheng’e dönerek, “San Lang, ne yapsak bununla?”
Hua Cheng biraz düşünceli gibiydi, soruyu duyduğunda kendine geldi, “Gege’nin endişelenmesine gerek yok. Onarılana kadar burada bırakalım.”
“Onarılabilir mi?” Xie Lian sordu.
“Tabii ki, ocağın taşları olduğu sürece.” Dedi Hua Cheng. “Onu kesinlikle onaracağım ve bir kere daha ayakta durabilmesini sağlayacağım.”
“O zaman şimdilik bırakalım.” Dedi Xie Lian. “Ocağın yanındaki volkan hala patlıyor. Kim bilir bir daha ne zaman güvenli hale gelecek.”
Havada dönüp dolaşan kederli ruhlar aniden acıyla haykırdı ve tornadoya dönüşüp bir yere doğru yöneldiler. Bir anlık kimse ne olduğunu anlayamadı ama yakından baktıklarında kederli ruhların akın ettikleri yerin, yer altındaki ilahi WuYong tapınağı olduğunu gördüler.
Aslında bu yaratıkların güçlü, göz kamaştıran ışınların altında saklanacak hiçbir yerleri yoktu ve er ya da geç dağılacaklardı. Ama o yeraltı tapınağına bu kadar çok sayıda kederli ruh döküldükten sonra, sanki tamamen emilmiş, temizlenmiş, yok olmuş gibiydiler. Mu Qing dilini yutmuş gibiydi, “Neler oluyor?”
Xie Lian korku hissetti ve haykırdı, “Yüzü olmayan beyaz! Mesafe kısaltıcı rün çizmiş! Kederli ruhları uzak bir yere gönderiyor!”
Jun Wu hızlıca elini savurmasıyla tapınağın tavanı uçtu, yerden büyük bir toprak parçası bile soyulmuştu. Ancak devasa rün sadece iç kısımdaydı, bundan başka hiçbir şey yoktu.
“Ne planlıyor bu?” Feng Xin haykırdı. “Rün neresiyle bağlantılıydı? Nereye gönderdi o ruhları?”
Eskiden olsaydı şu an olaya Lin Wen dahil olurdu. Ling Wen sarayının tüm yerleri rapor etmesi yarım tütsü yanma süresi bile sürmezdi, kim bilir hangi sivil tanrı onun yerini geçici olarak almıştı ama şimdi ihtiyaçları olduğunda bir kişiyi bile bulamıyorlardı. Feng Xin öfkeyle lanet etti, “S*KİKLER! HER ZAMAN GÖSTERİŞ YAPMAK İÇİN BİRBİRLERİYLE YARIŞIYORLAR, AMA GEL GÖR Kİ EN İHTİYAÇ DUYULAN ZAMANDA HEPSİ CEHENNEMİN DİBİNE GİRMİŞ GİBİ. LANET OLSUN! BİR DAHA ASLA LİNG WEN SARAYINA İŞE YARAMAZ DEMEYECEĞİM.”
Peşinden Hua Cheng’in sesi duyuldu, “Kraliyet başkentinde.”
İki uzun ve ince parmağını şakağından kaldırdığında herkes ona döndü. “O, bu yaratıkları çok sayıda farklı kale şehrine gönderdi. Kötülüğün özü aniden ortaya çıktığı için şu ana kadar sadece kraliyet başkenti tespit edildi.”
… sivil tanrılar tamamen işe yaramazdı bu yüzden kaçan şeytani yaratıkların yerini tespit edebilmek için hayalet diyarının kralına güvenmekten başka şansları yoktu. Çoğu cennet mensubunu kendini utanmaktan alamamıştı. Ancak durum aciliyet gerektirdiğinden utanç hissi de kısa sürmüştü. Mu Qing konuştu, “Beyaz musibetin planını gayet iyi biliyorsun, tabii ki o canavarları insanların en çok olduğu yere gönderecek. İnsan yüzü hastalığı bulaştı mı çok hızlı yayılır. Kraliyet başkenti insan kaynıyor, tabi orayı es geçmez.”
Pei Ming de lafa katıldı, “Hemen şunun icabına bakalım, kaybedecek zaman yok. Gecikirsek işler çok çirkin bir hal alabilir.”
Geçici sivil tanrılar Jun Wu için de kelimelerle anlatılamayacak kadar kötü bir baş ağrısıydı, Hua Cheng’e dönerek, “Lordum diğer kale şehirlerinin de yerlerini tam olarak belirleyebildi mi?”
“Halihazırda belirleniyorlar. Çok uzun sürmez. Yin Yu, sen devral.” Emretti Hua Cheng.
“Emredersiniz Lordum” Yin Yu hızlıca tasdik etti.
Yin Yu geçmişte Jun Wu tarafında sürgün edilmişti, Jun Wu sadece işini yapsa da onu görmek elinde olmadan gerilmesine yol açıyordu.
Hayalet şehirdeki emrindekilerle bir süre iletişim kurduktan sonra sağduyulu bir şekilde raporları bildirdi. “ Üç bin kilometre güney, iki bin yetmiş kilometre kuzey…”
Jun Wu Feng Xin’e döndü: “Nan Yang, sen güneyi al.”
Feng Xin emri anında kabul etmedi ve bir anlık tereddüt etti. Xie Lian bunun nedeninin Jian Lan ve Cou Cou'yu aramak istemesi olduğunu düşündü ve tam konuşmak üzereyken Feng Xin cevap verip kenara geçerek rün çizmeye başladı. Pei Ming bilerek konuştu, “Ben de kuzeyi alacağım.”
“Doğal olarak.” Jun Wu cevapladı.
Pei Ming başını sallayarak ilerledi, birkaç adım sonra Pei Su da onu takip ediyordu, ona dönerek konuştu, “Yaraların henüz iyileşmedi ve hala zehir vücudundan çıkmadı. Lord Yağmur Efendisi ile kal.”
Pei Su’nun kafası karışmıştı: “General, ben zehirlen,medim?”
Pei Ming anlayışlı bir şekilde omzuna iki kez dokundu. “Yarım kelimelerin hala düzelmemiş, hala zehirlenmedim mi diyorsun?” başını belli belirsiz eğdi, ardından nezaket gereği Yağmur Efendisinin önünde eğilerek kendi başına oradan ayrıldı. Jun Wu devam etti, “Qi Ying, sen de neden batıya gitmiyorsun? Unutma, herhangi bir belaya…”
Ancak Quan Yi Zhen’in aklı karışmıştı, “Neden batıya gideyim ki? Şu anda tam olarak ne yapıyoruz?”
“…”
Şu anda neler döndüğünü bilmemesinden dolayı kimse onu suçlayamazdı. Belki de tüm yol boyunca aklı karman çormandı. Neden dayak yemişti? Neden canlı canlı duvarın içine gömülmüştü? Neden bir daruma bebeğine dönüştürülmüştü? Ve neden bir kılıca dönüşmek zorunda kalmıştı? Ne olduğunu anlamak için elinde hiçbir ipucu yoktu. Bunu görünce Yin Yu iç çekti, “Onu yanımda götürürüm, yolda anlatırım olanları.” Muhtemelen ona bunları anlatacak sabır başka kimsede yoktu. “Tamam!” dedi Quan Yi Zhen coşkuyla.
Mu Qing bekledi, bekledi, ama sıra ona gelmedi. Daha fazla dayanamadı ve sordu, “Lordum, peki ya ben?”
Jun Wu ona bir baktı ve konuştu, “Xuan Zhen, bir şeyi unutmadın mı?”
Mu Qing’in kafası karışmıştı, “Neyi?”
“Şu anda gözlem altındasın.” Dedi Jun Wu.
“…”
Mu Qing’in yüzü düştü. Bunu tamamen unutmuştu. Sadece o da değil, neredeyse cennet mensuplarının tamamı onun kaçtığını ve değişik büyülerle cenin yaratma şüphesi altında olup hala adının aklanmadığını unutmuştu.
“Buna dahil olma. Cennet mahkemesine geri dön. Aksi halde hapis süren uzatılacak.”
“…Lordum! Gerçekten ben değildim!” haykırdı Mu Qing.
“Meselenin dibine indiğimizde ve gerçek ortaya çıktığında doğal olarak serbest kalacaksın.” Dedi Jun Wu. “Aksi takdirde başka şekilde gitmene izin verirsen rezalet olur.”
Mu Qing korkunç derecede incinse de elinden gelen tek şey başını eğip sessizce bu durumu kabullenmekti, “Tamam efendim.”
Mu Qing’e işkence edildiğini görünce Hua Cheng asla çekinmeden hiç de nazik olmayan şekilde seslice kahkaha atıverdi. Mu Qing derhal ona ve tam yanında duran ve muhtemelen aynı şeyleri düşünen Xie Lian’e da kısa bir bakış attı, yüzü daha da karardı.
Kalanlardan ise Yağmur Efendisi savaş tanrısı olmadığından güç yarışına girmedi ve ihtiyaç olduğunda her zaman yardım isteyebileceklerini bildirerek sessizce orayı terk etti. Xie Lian doğal olarak en kalabalık ve zorlu yer olan kraliyet başkentine gitmeyi seçmişti. Jun Wu’ya göre Xie Lian geride kalıp üç dağ ruhu ve hala etrafta olabilecek yüzü olmayan beyaz ile yüzleşmeliydi. Hua Cheng zarları fırlattı ve mesafe kısaltma rününü açarak Xie Lian ile birlikte oradan ayrıldılar.
Kraliyet başkentide çoktan gece yarısıydı, caddelerde çıt sesi bile yoktu, evlerin pencere ve camları da sıkıca kapalıydı. Hua Cheng ve Xie Lian daracık yollardan yürümekten sinirlenmişti, hızlı adımlarla yürüyerek insan dışı varlıkları aramaya başladılar.
Birkaç adım sonra iki parmağını kaldırarak iletişim rününe girerek fısıldadı, “Lordum?”
“Ne oldu Xian Le?” cevapladı Jun Wu. “Kraliyet başkentine ulaştın mı?”
“Ulaştık. Size söylemem gereken bir şey var.” dedi Xie Lian.
“Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur sana bir şey mi yaptı?” diye sordu Jun Wu.
“…”
Hua Cheng bir şey fark etmiş gibiydi, bir kaşını kaldırdı, Xie Lian cevapladı, “Hayır, bana bir şey yapmadı. Başka bir konu vardı. Önceki olaylar acil olduğundan bahsedemedim.” Ciddi bir ses tonuyla devam etti, “Beni eğiten Guoshi’yi hatırlıyor musunuz?”
Onun bu kişiden bahsettiğini duyan Jun Wu, biraz şaşırmış gibi görünüyordu, bir an sonra cevapladı, “XianLe’nin Guoshi’sinden mi bahsediyorsun”
“Evet.” Dedi Xie Lian. “Geçmişte biraz olsun onunla iletişiminiz olmuştur. Onunla ilgili garip ya da alışılmışın dışında bir şey fark ettiniz mi?”
XianLe Krallığı'ndaki tüm törenler ve hizmetler yalnızca Guoshi’nin kendisi tarafından gerçekleştirildi. Ve Guoshiler ölümlülerle tanrıları bağlayan bir köprüydü. Kısa bir sessizlikten sonra Jun Wu cevapladı, “Evet.”
Xie Lian nefesini tutmuştu, “… Ne gibi bir gariplik?”
“XianLe, gerçekten bunu duymak istiyor musun?”
“Evet.” Dedi Xie Lian.
“Duyduktan sonra hayal kırıklığına uğrasan bile mi?" sordu Jun Wu.
Xie Lian Hua Cheng’e bir baktıktan sonra cevapladı, “Evet.”
Jun Wu yavaşça cevap vermeden önce iyiydi, “Senin hocan, XianLe’nin Guoshi’si olmak onun yetenekleri için berbat bir boyunduruktu. Onun gücü ve yeteneği senin hayal gücünden bile öteye geçer.”
Xie Lian sessizce dinledi. Ancak sonraki kelimeleri onun kalbinin adeta alabora olmasına neden oldu.
Jun Wu devam etti, “İnanıyorum ki Guoshi’nin bu dünyada geçirdiği yılların sayısı benimkinden az değildir. belki benimkinden de fazla.”
“…”
Böylece Xie Lian’in bir kısım tahminleri doğru çıkmıştı.
Eğer Guoshi gerçekten bu dünyada Jun Wu'dan daha uzun süredir varsa o zaman Guoshi’nin WuYong Veliaht prensinin Dört Koruyucusundan biri olması olasılığı çok daha fazla mümkündü.
Xie Lian kendini sormaktan alamadı, “Nasıl oldu da bunu daha önce bana söylemediniz?”
“Çünkü çok uzun bir süre bundan emin olamadım.” Dedi Jun Wu.
“Peki nasıl bunun doğru olduğunu anladınız?”
“XianLe düştükten sonra onu buldum ve etkisiz hale getirdim. Ama şimdi öyle görünüyor ki sonunda yine de kaçabildi.”
“…”
Yüzü olmayandan başka Jun Wu’nun ellerinden kaçabilen başka biri daha. Xie Lian her zaman Guoshi'nin savaşın kaosu sırasında kaçtığını düşünmüştü, gelip Jun Wu’nun kendisi onu yakalamış olabileceğini değil.
“Peki… o zaman neden onu etkisiz hale getirmek zorundaydın?” Xie Lian sordu. “Ve bunu doğruladıktan sonra neden bana söylemedin?”
“Aslında bu iki sorunun tek bir cevabı var.” dedi Jun Wu.
“Nedir?” dedi Xie Lian.
“Eğer sana söyleseydim, belki bunu duyduğunda hayal kırıklığına uğrayacaktın. Fakat belki siz artık başkalarının hayal kırıklığına uğramasına dayanabilirsiniz.” Diye devam etti Jun Wu.
Xie Lian'ın kalbi giderek daha hızlı atıyordu, bilinçsizce Hua Cheng’in elini sıkıca kavradı.
Jun Wu cevapladı, “Çünkü onun senin içindeki bir şeyi uyandırmak istiyormuş gibi göründüğünü keşfettim.”
18 notes · View notes
hisboslugu · 3 months
Text
er geç beni affedeceksin. bir şey beklemeden, bir şey istemeden affedeceksin. sevgin seni oraya götürecek. düşe kalka ilerleyeceğin yollarda, taşlar kanatacak ayaklarını. ıssız, karanlık ormanlardan geçeceksin yapayalnız. sonra bir bataklık başlayacak gözün alabildiğine. omuzlarına kadar yapışkan çamurlara saplanacaksın. durmadan yağmur yağacak üstüne, iliklerine kadar ıslanacaksın, üşüyeceksin. ahtapot elleri gibi uzun, pis sarmaşıklar dolanacak ayak bileklerine. dört yanında kara bataklık kuşları dönecek çığlık çığlığa. geçmiş zamanı düşüneceksin. o bir daha yaşanılmaz günleri, geceleri düşüneceksin. bataklığın son bulduğu yerde zift gibi koyu bir gece başlayacak geçmiş gecelere benzeyen. yürüyeceksin, ağır ağır ilerleyeceksin zamanın ve gecenin ortasında. keskin bir rüzgar çıkacak, merhametsiz kırbaçlar gibi parçalayacak yüzünü. sonra bir dağ yamacına varacaksın, bitkin ve perişan... uzaklarda cılız bir ışık göreceksin. sen yaklaştıkça büyüyecek, sıcak kollarıyla saracak seni fakat sen, o ışığın olduğu yere hiç bir zaman varamayacaksın ve bu gerçeği anladığın anda yıkılacaksın, korku ve ümitsizlik saracak yüreğini, ağlayacaksın. işte o zaman beni düşüneceksin, çektiklerimi, senin için katlandığım şeyleri düşüneceksin. bulutlar dağılacak. seni nasıl sevdiğimi, nasıl yüceleştirdiğimi, nasıl erişilmez ışık haline getirdiğimi birer birer anlayacaksın. onun için beni affet demeyeceğim sana. er geç anlayacak ve affedeceksin. bunu biliyorum. karşılaşmamız kaderdi belki ama çektiğimiz çiledir, bizi birbirimize yaklaştıran, o korkunç ümitsizlik, büyük çaresizliklerdir. acılarımızı yitirmeyelim...
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
on üçüncü m.
16 notes · View notes
zihindekatliam · 3 months
Text
Dostoyevski'nin sırrı budur: Onun Tanrı'ya ihtiyacı vardır, ama onu bulamaz. Bazen ona ait olduğunu sanır ve o anda esrimeye tutulur, inkâr etme ihtiyacı onu yeniden yeryüzüne fırlatır. Tanrı ihtiyacını ondan daha şiddetli idrak eden olmamıştır. "Tanrı benim için şu yüzden gereklidir," der bir keresinde, "çünkü o insanın her zaman sevebileceği tek varlıktır." ve bir başka sefer, "İnsan için, önünde eğitebileceği bir şey bulmaktan daha kesintisiz ve daha acı verici bir korku yoktur." Bu Tanrı eziyetini altmış yıl çeker ve Tanrı'yı tıpkı acılarının hepsini sevdiği gibi sever, onu her şeyden çok sever, çünkü o bütün acıların en ebedisidir ve acıya olan sevgisi varoluşunun en derin düşüncesi anlamına gelmektedir. Hayatı boyunca ona ulaşabilmek için mücadele etmiş ve inanca "kuru bir ot gibi" susamıştır. Ebediyen parçalanmış olan birliğe kavuşmak ister, ebediyen kovalanan sığınacak bir yer; ebediyen kovulmuşa, tutkunun bütün hızlı akıntılarıyla sel gibi akana bir çıkış, bir huzur, bir deniz gereklidir.
8 notes · View notes
dramatik-buluntular · 4 months
Text
“Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok. Çünkü bunu yapanlar, artık insanların değil bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır. Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu yüzden, bu günün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların “Ölüm Kitabı”na göre günahsız bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu söyleyebilmesi gerekirmiş: "Kimseyi korkutmadım." Günümüzün büyükleri arasında, kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.”
-Albert Camus, Denemeler
7 notes · View notes