#katran karanlığı
Explore tagged Tumblr posts
seslimeram · 2 months ago
Text
Yaranın Miadı...
Tumblr media
Yaranın kendisinin önemsenmediği bir zeminde, her gün başka bir kalıcı kırılma var edilir, bambaşka eşikler atlanır. Cürümler peyda olurken, sözün üstü çizilir. Sesini yitirmiş olana varabilmek adına yinelenen her şeyle o yaralar, sahiplenmiş olagelen tüm yaşanmışlıkları tekrar tekrar kanatmak söz konusu edilir. Yenilendiği bildirilen ülkenin ezberlerle yolunu kesiştirmek kesintisizdir çünkü. Haktan, hukuktan bahsederken kitabın ortasından belirgin bir yıkımı çağırmak söz konusu edilebilendir. Duraksamadan hürriyetten dem vurulurken, ifade özgürlüğünün gasbı aralıksız yinelenen bir mefhumdur. Anayasanın artık yamalarını tutamayacak kadar lime lime olduğu bir zeminde yeniden yazım sürecinin duyurusuna da sirayet eden bir biz dedik oldu / biz yaptık hükümlerinin altında imzalar döşenirken açıkta esas mesel, esas yara, esas keder konuşulmaya değer bulunmayandır. Kimdir ki zaten tüm o yaraların sahibi, muktedirin, avenesi olagelen yenilenmiş Türk kimliğinin gözünde sahi, sahiden kimdir ki sıradan insan onların gözünde.
Normların yıkıldığı, normatif mefhumunun çürütülmesinde bir zaman çizelgesi vardır. Bu sahnenin geleneksel kılınmış olagelen ötekisi / öteki addedilenin ta kendisine reva görüp, var ettiği, dayattığı her şey o yaraları yeniden yeniden imal eder. 1915 bir kırılmanın, bir tahakküm çetelesinin en keskin / sivri ögesi olarak varlığını korur. Medz Yeghern’in tam da paralelindeki Sayfo, 1915’in karanlığından güç bularak yinelenen 1919 Pontos, 1922’de nihai olarak Anadolu’nun çorak bir sahnenin esiri kılınmasındaki Rum kırımları, hepsi bir hepsi birden güncellenen bir tehdit / yıldırı ve ötekisinin yok edilmesinin evreleri bu bahsi örneklemeye yetecektir. Bütün bu yıkıcılık eksenli, tam da yıllar sonrası çıkagelen kimi matbuatta da göründüğü gibi kök kazımanın tezahürlerinde bir ülkenin yol ya da yönünün karanlıktan ötesine geçmediği aşikardır. Bunca zamanın suna geldiği her şey Türkiye sathının, kurulduğu günden bu yana cumhuriyet imgesinin de yaşamda tutunma yolunu tercih eden “gayrimüslimleri” yok saymaya, yeniden yok etmenin ucuna ve kıyısına taşımaya yılmadan devam ettiğini gösterir. Kimi yıkımlar vardır ki ne anlatma ihtimali vardır, ne de yaşamda o yıkıcılık güncesi sonrasındaki karanlığın tam olarak her neye benzediğini gösterebilecek bir ayna kelam. Asla unutulmayan, asla hatırlatılamayan, buna mecbur kılınan bir kırılmanın ta kendisi 6-7 Eylül 1955’te var edilir. O yaranın tam da devamlılığı, geçmişten bulunan yok etme cüretinin, bir kere daha deneyelim bahsinin her neye tekabül ettiği açıktan görünür kılınmıştır.
Cerahati, öteki addedileni önce küçük tefek tahribatlar, sonrasında Türklüğün yegane ve tek kimlik olduğuna dair propaganda, artık o geçmiş olan Osmanlı hükümlerinin imkansız kılındığının zikredildiği “modern” milliyetçilik anlayışları ve daha keskini de bugünlerde o yerli ve milli iktidarın da kullanışlı addettiği “propaganda” ile İstanbul ve çevresinde nüfusun en az yüzde onunun dahli olan bir pogrom var edilir. İstanbul’un Tatavla’sı, Makrohori’si, Pera ve Samatya’sından sessiz ve derinden İzmir’e, Diyarbakır’a, Mardin’e kadar uzanan bir çeperde azdan az kalanın bir kere daha köşeye kıstırılması var edilir. Hınç olmadık bir haber ekseninden türetilmiş, devlet kontrollü bir göz dağının her nasıl cinai bir meseleye, toplu cinnetin ta kendisine, tacize, tecavüze, yurttaşlık haklarının talanından, mal yağmasına birbirinin içine geçmiş olagelen bir kötülük sarmalına dönüştürülür. 1955’in 6-7 Eylül’ü bir kere daha ama son kez değil Rum, Ermeni, Yahudiler için bir sınamaya dönüştürülür. Kent çeperleri en çok da İstanbul’a dışarıdan akın ettirilenlerle, kolluğun müsamaha göstermesi neticesinde ortaya çıkan figüratif tam anlamıyla insan eliyle kotarılmış bir kristal gecenin tahayyülüdür. Birkaç zaman öncesinde Nazi Almanyasında uygun görülen kontrollü şiddetin ta kendisi memleket dahilinde var edilir. Bugün o ihtimalin kıyısında yaşamın halen rehin kılındığını bildiğimiz bir güncelliğin içerisindeyiz, altmış dokuz yıl sonrasında hala.
Yazar Foti Benlisoy, Bianet’ten Tuğçe Yılmaz’a 6-7 Eylül 1955’ün yıldönümünde bir mülakat verir. Bir kısmını buradan da aktaralım: “Göçmenlere karşı yaygınlaşan pogrom ve kolektif linç girişimleri ise Türkiye’de göçmen nüfusun sistematik baskı altındaki bir ucuz emek havuzu olarak değerlendirildiği bir başka sermaye birikim rejimi ve onunla bağlantılı “ırksal rejimin” devamı. Mesele sadece göçmen karşıtı saldırılarla, yani açık ırkçılık örnekleriyle de sınırlı değil. Bugün göçmenler, tıpkı mesela 1930’lu yıllardaki Rum ya da Ermeni toplumları gibi sistematik ve kurumsal bir denetim ve takibatın nesnesiler.
Nerede ve hangi koşullarda yaşayacakları, hangi işlerde istihdam edilebilecekleri, seyahat edip edemeyecekleri, hangi kamusal hizmetlerden nasıl yararlanacakları sürekli olarak onları “göçmen” olarak yeniden üreten idari ve hukuki pratiklerin konusu. Irkçılık sadece linç ve açık saldırı girişimleriyle değil, esas olarak bu gündelik ve “normal” idari ve hukuki pratiklerle yeniden üretilip doğallaştırılıyor. Dolayısıyla verdiğiniz örneklerle 6-7 Eylül, iki farklı tarihsel konjonktür ve “ırksal rejimle” bağlantılı olarak ele alınıp mukayese edilmeli. Aralarındaki paralellikler bu farklılıklar dikkate alınmadan tartışıldığında, ırkçılığın sistemik ve kurumsal boyutlarını es geçen, onu söylemsel ya da maddi saldırganlığa ya da ayrımcılığa indirgeyen bir tutuma yol açabilir.
Cumhuriyet Tarihi
Fazla uzatmadan biraz da bahsettiğiniz paralellikler konusuna değineyim. Çok sık düşülen bir hata, 6-7 Eylül’ü bir istisna, İstanbul’un “çok kültürlü” hayatını ortadan kaldıran bir kırılma noktası olarak düşünmek. Oysa aslında Cumhuriyet tarihi gayrimüslim topluluklara dönük gündelik, düşük yoğunluklu ve “sıradan” linç ve saldırıların da tarihidir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ya da “Türklüğü tahkir” davaları gayrimüslim toplulukları sürekli olarak taciz eden bir sistematik mobbing rejiminin varlığına işaret ediyor. Günümüzde benzer bir durumla göçmenler de karşı karşıya. Yani ırkçı saldırganlığı tartışmak için illa bir Altındağ ya da Kayseri vakasının yaşanmasına gerek yok. Geçtiğimiz günlerde Marmaray’da seyahat eden bir göçmen çocuğa yapılan ırkçı saldırıyı düşünün. Gayrimüslimlere dönük benzer “gündelik” saldırılar mesela 1930’lu yıllarda da ya da 1955 Eylül’üne giden aylarda da hayli yaygındır.”
6-7 Eylül pogromu, bu yaygın ve gündelik saldırıların kışkırtıp yeniden ürettiği hıncın zımni bir cezasızlık vaadiyle iktidarca örgütlenerek bir gecede yoğunlaştırılması olarak ele alınabilir. Göçmen karşıtı ırkçı saldırganlık ve linç vakalarında henüz o noktada değiliz. Göçmenleri hedef alan ırkçılığın şimdilik kısık ateşte tutulması, iktidar açısından çok daha avantajlı bir durum yaratıyor. Göçmenlere yönelen ırkçılığın belirli bir düzeyde kalması, göçmen emekçilerin disipline edilmesini sağlayan bir basınç sağlıyor, daha da önemlisi iktidarın müsebbibi olduğu iktisadi ve sosyal felaketlerin faturası göçmenlere kesilerek alttakilerin toplumsal öfkesinin daha da altta yer alan bir kesime yöneltilip depolitize edilmesi mümkün oluyor. Bu durum elbette değişebilir; ileride boyutları ve ölçeği itibariyle daha vahim saldırılarla karşılaşmamız pekâlâ mümkün. Türkiye’de yeni 6-7 Eylül’leri mümkün kılacak ırkçı hınç, ziyadesiyle mevcuttur.”
Gündelik yaşamın yaralarla donatılmasının, yara sahibi kılınanların aralıksız tüm ötekiler olarak ilan edildiği yerde, çok seslilik zaten sizlere ömür kılınmıştır. Bugünün yeni ülkesi nam sahnenin de geçmişinin kirli / kanlı / kötücül olagelen yüzeyleriyle barışık hatta tüm o sistem yürüsün de nasıl yürürse yürüsün diyerek göz yumduğu / birleştiği vakalar diğer halkları da kuşatan bir çevreleme, kuşatma ve terörün ta kendisine dönüştürülür. Devletler için kullanışlı addedilen yıldırma / yok etme / deneme ve bunların hepsinin çatısındaki o terör olgusunun yeniden imaliyle 6-7 Eylül 1955 yılmaksızın yeniden kimi zaman paldır küldür, kimi zaman sessiz sedasız yenilenir. Geleceğini dününden aldığı derslerden, artık gizlenemeyen bir karanlık elin var ettiği acıları tekrarlanmayacağını bildirerek geçmişin ta kendisinden medet umarak nasıl bir yön tayinine girişilebilir ki! Korkunun diri tutulup, herkesin bir ötekisine düşman kılındığı 1955’te tek bir gazete manşetinin, demokrat parti iktidarının galeyanının binlerce meskun mahalli yerle bir ettiği, hayatı derdest ettiği kimi insanların tecavüze uğrayıp, hakaretlere maruz bırakıldığı, varlığının mal varlığı değil de sadece tastamam insani varlığının hiçe sayıldığı, yağmalandığı bir karanlık yön gösterici olarak halen kullanışlı addediliyorsa o ülke nasıl ev kalabilir, Türk’ün ta kendisi için de.
Yaralar biriktirmeye devam ediyor bir menzil. Dün, Anna, Georgios, Anastacia, Hristos, Ğukas, Makruhi, Krikor, Vartuhi, Keğam, Cercis, Xatun, Erdem, Romina, Jak, Meline, Abit, Raquel ve nicesi için bir hayat tahayyülü bırakmayan akıl hayatı dar ettiği gibi ol 6-7 Eylül 1955’i var etti. Ardılı, Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünleri, 20 Dolar 20 Kg Tehciri silsile halinde devam eden bir karanlığın inşası oldu. Topyekun toplumun sorumluluğuna, o yıkımlar var edilirken var edilen sessizliğe kayıtsız kalındı. Cürüm keskinleştirilirken su çürüdü. İnsan Hakları Derneğinin bu seneki basın açıklamasında da görüleceği üzere hedef gözetenlerin, hedefe saldırıyı kimlere ihale ettiğinin de nişanesi tam bir utancın sarmalını gözler önüne serer: “Speros Vryonis halk katılımı konusunda da titiz bir çalışma yapmış, İstanbul Emniyet Müdürü’nün Yassıada duruşmalarında verdiği 300.000 kişi bilgisini inandırıcı bulmamış, elindeki verilerle bu sayının 100.000 olduğunu belirtmiştir. Yani o günkü İstanbul nüfusunun onda biri. Şehrin bugünkü nüfusuna oranlarsak bu, iki milyona yakın kişi demektir. Bugün böyle bir yıkıcılığa iki milyona yakın kişinin bilfiil katıldığını düşünürsek, halk katılımının boyutlarını daha iyi görebiliriz.” Yaşatan bir yeri, ezen, yeren ve yutan bir karanlığın menzili kılma çabasında bugün o 6-7 Eylül 1955’ten ne kadar uzağa düşüyor bu memleket, düşünebiliyor mu? Yaranın kendisinin bilinmediği hiç önemsenmediği bir zeminde cürümler ardıl sıra peyda olurken, iki satır da olsa ne özeleştiri var edilebiliyor, ne tek satırlık, yalandan da olsa bir özür paylaşılıyor. Bu çürümüşlük içinde, altmış dokuz yıl ve onca sınamadan sonra halen diri bir soru kendisini avaz avaz sorduruyor, ne etti o insanlar size! Kendi halinde, yaşama tutunan, dün komşu olup bugün / bir anda mihrak / düşman kılınabilecek ne etmişlerdi size! Ne hakla hayatların sönümlenmesine, eksiltilmesine, yıkımına bunca sessiz kalınıyor, hala ve hala... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Speros VRYONIS’in Külliyatından: The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6 – 7, 1955, And The Destruction Of The Greek Community Of Istanbul
Meramda Paylaşılan Haberler
Benlisoy: "Türkiye’de Yeni 6-7 Eylül’leri Mümkün Kılacak Irkçı Hınç, Ziyadesiyle Mevcut" - Tuğçe Yılmaz - Bianet
https://bianet.org/haber/turkiyede-yeni-6-7-eylulleri-mumkun-kilacak-irkci-hinc-ziyadesiyle-mevcut-299363
6-7 Eylül 1955: Yalnızca Bir Devlet Operasyonu Mu? - İHD Irkçılığa ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon - İnsan Hakları Derneği
https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/
0 notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
Aklımda kaç ölü vardı Teslim olduğum zamandı, oysa benim yarınlarımın dünlerimin tekrarıydı. Kırılgan anılarımı bin defa hatırlamak onları daha hüzünlü yapıyordu. Kimi affetsem bir başkası çıkıyordu çocukluğum içinden. Ve ben büyümüş olarak kimseyi affedemiyordum. Aklımda kaç ölü vardı. Ellerimde ne kadar kan bilmiyorum. Arınmam küçük bir ihtimal bile değildi. Simdi bir inzivanin köse basindayim Gitmislige en yakin yerdeyim ince ve uzun bir yoldan geldim Varacagim bir yer yok... Maviliğini griye devretmek üzere olan bir gökyüzünün altındayım. Saati bilmiyorum. Kimileri için sıradan bir akşamüstü, kimileri için balçık bir gecenin hemen öncesi. Kafamı yukarı çeviriyorum. Ara ara çatlak beyazlıklar dans ediyor tepemde, gök yarılıyor, yalnız ıslanmalarımın kaydını yapacak sanki. Başımın üzerindeki bu şamatanın bir ucu başka bir ülkeye hatta başka bir evrene uzansın istiyorum. Birileri de benimle birlikte ıslansın der gibiyim. Dünyanın tutulmuş bütün yaslarının ağıdı ve karanlığı dökülüyor yeryüzüne…Etrafta siyah şemsiyeli insanlar koşturuyor. Ben duruyorum. ne garip onca yağmura rağmen tek bir damla dahi üzerime düşmüyor, sesini duyuyorum, nemin kokusunu alıyorum hissediyorum ama ıslanmıyorum...yağmurdan saçak altlarına kaçan insanları gördükçe garip bir korku duyuyorum geçmişten beri uzanan... Zamanın ucundan düşmeye başlamıştım bir vakit, her şey ile anlaşmak lazım dediler. Serbest verilmiş ömürlere topraktan sınırlar koydular. Bir de tabela diktiler mavi. Kimine göre bir umuttan başka umuda geçişin rengi oldu, kimine göre bekleyişin demlenmiş laciverti. Bir şeylerin sonuydu sanırım tam hatırlamıyorum , akşamın kızıllığından içirdiler su niyetine kana kana, bir ödeşme şarttı; gecenin siyah gözlerine, ıslak gözlerimi feda ettim ben de. Bundan sonra geceler siyah ağlarsa sebebi bendendir bilin istedim. Çatılarınızdan zift akarsa katran katran, acılarımdan arta kalandır. Yaşamak için olan bütün yeltenmelerim sızıya dönüştü parmak uçlarımda. Parça parça tüm eksikleri birleştirdim bir bütün etmedi. Tamamlanamayan hayatlar hatıra kalıyordu geriye…Eli yüzü düzgün bir şeye benzemeliydi insan. Eşsiz bir heykele, kimsenin aklına gelmemiş bir şiire, şifası keşfedilmemiş bitkiye belki de. Her nefesi bin kuşkunun ardından alırken kabaran göğüs kafesimin çektiği ızdırabın hesabını kime sorabilirdim ki? Beni, kemirgen bir solukla cezalandıran hayat başkalarına da bu ağırlığı pay etse idi biraz hafifler miydi yüküm? Yalnızlık ince bir zarın seni sarması sanki içinden geçen sessiz harfler, kendi sesine kırk kat yabancı gibi bir tercihin en korkunç sınırı aslında elinin yüzünde bıraktığı derin izler de ne? gidilmemiş uzaklardan dönülmemiş yakınlar yorgunuyuz Yaralı bir kalpten ne kaldıysa geriye farkındaydık yalnızlığımızı acımıza banmayı hep biliyorduk aslında şimdi yetinmeliyim tavırları öğrettiler bir de dudağının kenarında biraz mahçup biraz korkak bir büküş ben nerdeyimin en zavallı haliden mağrur bir gurura evrilme çabası ruhumuzun eline
sever miyiz? önce kendimizi sonra ne kadar siz varsa hepinizi ölüme yaklaşırken yaşamaya geç kalmanın hangi renk olur ki tablosu? ya da umutsuzluğun fotoğrafı hangi saatte daha çok  umutsuz çıkar ki? ölümü kafasına taç yapan Nilgün Marmara'yı anlıyor olmayı istemezdim kahretsin ki seni anlıyorum "Hayatın neresinden dönülse kardır." demiş kimi satırlarında bu sefer yaşamak yanıldı Nilgün Marmara ... bu sefer yaşamak  yanıldı.
youtube
15 notes · View notes
kalbimdenbirine · 3 months ago
Text
Kalbim niye hiç atmaz senden ötede?
Ellerim buz tutuyor.
Kalbimde bir alev topu, katran karası bir kömür oluyor.
Yörüngenden çıksam geri dönsem yüzümü,
Üşüyorum.
Sana yaklaşsam bir adım atsam,
Kül oluyorum.
Aramızda azalmayan bir mesafe.
Ne sana uzanabiliyorum,
Ne de senden kaçabiliyorum.
İçimde parçalanırken hayallerim,
Uzaktan izliyorum.
Sen bir güneşsin, aydınlığın herkese yeter.
Kalbin herkesi ısıtır.
Bense sadece bir gezegen,
Diğer gezegenlerden.
Yönüm, dünyam senin bucağında.
Yıldızlarla dolu gökyüzüme sebep sensin gecelerimde.
Bu boşluk diyarında varlığımı ısıtan senin varlığın yanı başımdaki.
Karanlığı delip geçen kalbime ulaşan sözlerin,
Ruhumu aydınlatır.
Milyonlarca yıldızı içime mi solumuşum nedir,
İçimde yanıp söner durmadan kelimelerin.
Derin karanlıklara düştüğümde onlara sarılırım.
Haberin yok...
Gülüşün var bir de,
Evreni barındırır.
Gözlerinde büyür yaşam
Milyonlarca galaksi, bütün yıldızlar, her bir gezegen...
Hangisi böyle hayatı canlandırır?
Bakışlarına kaç evren sığar?
Hangi yıldız daha ışıltılıdır bu gözlerden?
Hangi su daha berraktır renklerinden?
Hiç tükenmez bir hayat akar sözlerinden.
Adım attığın yerde filizlenir çiçekler, umutlar...
Nereye düşmüşse bir acı, oraya merhem olur senin adın.
Kuşlar senin semalarından uçar yeni bir diyara.
Baharı sen getirirsin avuçlarında.
Dağlara, ağaçlara, kuşlara...
Hayat bulurken her can senin dolaylarında,
Sahi ben...
Neyim bunca kalabalıktan?
Bakışların bulur mu beni bu hengameden?
Uzansan bana.
Dokunsan ruhuma, o görünmez yanlarıma.
Başlar mı benden de bir hayat?
Zihnimde bitmeyen bir savaş.
Paramparça cesetler, can çekişen duygular...
Büyük bir gürültü anlayacağın.
Sen girsen hayatıma savaş biter mi gözlerinde?
O acı koku, yanık tat, kan...
Erir mi yağmur sularında?
Bir can soluğu sızar mı kalbimin çatlaklarından?
Hayat olur mu ruhuma yeniden, baştan?
0 notes
dusuncelerimsusmuyor · 4 years ago
Text
“Ben sigara içmesemde babasının bıraktığı karanlığı solumaktan ciğerleri katran tutmuş bir kadınım..”
53 notes · View notes
ruhummezarlik · 3 years ago
Text
Ben sigara içmesemde babasının bıraktığı karanlığı solumaktan ciğerleri katran tutmuş bir kızım...?
8 notes · View notes
masumcetin · 4 years ago
Video
youtube
Mohsen Namjoo - Haftat 
ey ben ne yapsam da kurtulamadığım kendim içimde deliren atların nefesiyle döndüğüm ey dünya şimdi ben bu ruhu bu gövdeden neyle sökeyim nasıl edeyim yüzümü sürdüğüm bu kumaşı bu dilden boynuna gül saplanmış bir bıçağın sesiyle  diyeyim al bu bedeni bu olamadığı yerden diyeyim yakama düğümlenmiş ellerimi de al gözlerimi unutma ve ayaklarımı sonra birinde gül devşirdim su büyüttüm ot sevdim diğeriyle incir diktim bir kayanın sırtına bunları sana verdim bana gitmek yaraşır bana yokluk bana katran bana çukur bana henüz gelmemiş bir gecenin parmaklarıyla sabahını bulamamış gözlerin karanlığı yaraşır bana bir şey bırakma bu dünya benim değil ne heybemde söğüt dalı ne de kavak gölgesi ne gümüş gülden kanatlar ne peygamber çiçeği toprağın sustuğu çamurun inlediği bir zerreyim ben buradan çıkış yok bunu gördüm beni al beni bana bırakma bu kendim benim değil
Veysi Erdoğan, Kendimden Biri Değilim s.29
28 notes · View notes
ro-dag · 3 years ago
Text
AKIŞ SEVİNCİ
Her arayış hakikat
sevgili
Cümle kavuşmalar yalan
Var olmak zamana karşı yarış ya da bitimsiz
bir koşu
Sürekli uzaklarla anılan o ezeli yolcunun ardından
Bildim, sevinç
çiğnediğim yolda bir yakınlık duygusu yalnızca
Veya bir yakın temas umudu ve
belki de hepsi bu
Tuz dökmekmiş yaraya, buymuş diyorlar serencam, ne
gam
Sana yürüyorum işte, durmak sensizliğin çıldırtan boşluğu
Yürüten
sensin, kudretine şükürler olsun
Kavuşmak ilminde uzay çağının
Sadece
bölünmüş bir düştür bize vuslat
Tekmil yollar izsiz ve ıssız bir çöle çıksa
bile
Hala ayrılıktayız ha, vay be, bu ne muamma diyen kim
Bengisu sensin
ve ben seni arıyorum
Her adımım bir nebze daha götürüyorsa beni buradan uzağa
Varsın her saniyesi akan zamanın
Ruhumu acılar tufanına
salsın
Bildik hiçbir mekanda yoksun, gerçek, ancak sensizlik de
yok
Kokladığım her çiçeğe sinmiş bu mest eden rayiha
Senin kokun, yaşam
soluğu yani, işte yaşama sevinci bu
Demek ki sen varsın, öyle ya, sana
yürüyorum zira
Her anı bir buluşmadır bu koşunun ve durmak tanıdık yegane
korku
Şükrediyorum sana, hala yürünmemiş yola ve ayaklarıma
Benimki cevabı
ummanda saklı bir akarsu sorusu
Yeter, bana tek bu akışın sevinci
kalsın
Senden bana yol kesen bir uçurum dehşeti değil ayrılık
Bir
mecra ve kaynak ilişkisi, yani mecnun işi çılgın bir macera
Tümüyle kaynak
aslında, kendisi olan ve kaçan kendindeki uzağa
Sonsuzluğa sessiz bir çağrı,
tetiğe işmar eden hedef
Duyduğum en zalim ilenç, sevgilinin dilindeki acı
beddua:
Menzili kısa!
Sakın durma diyorum, yürü ve kulaç at tekmil
ufuklara
Dizlerime hükmeder denli soluğum mevcutsa hala
Bütün uzaklıklar
beni bulsun
Şikâyetim yok, dur dediğim duyulmayacak asla
Dilim
damağıma yapışsın beni bekle dediğim an
Karanlığı kuşansın evren o zaman ve
bitsin bütün rüya
Ben, yolların Medinesiz hicrete hükümlü göçmen
çocuğu
Tek essin şu badısaba, engel olma, bu bir rica yalnızca
Taşısın
benden yana sendeki hayat soluğunu
Mor menevşe kokusu katran karası
saçlarının
Ciğerlerime dolsun
Belanı arıyorsun diyorlar bana, seni
böyle anlatıyorlar, anlıyorum
Yani seninle sırdaş bir baş taşıyorum gövdemin
üstünde
Bazen hepten sen oluyorum, bu kesin, tümden bela kesiliyorum
yani
Ve dinmesin bir daha asla serdeki bu fırtına diyorum
Kestiğinde
muhabbeti tin ve ten, darılıp birbirine küstüğünde
Narin bir kelebektedir
ruhum, sende kanat çırpmadadır
Cansız gövdemle düşteyim, haydi moladayım
diyeyim, seni soluyorum
Yere kapanmış bedenim birlik diliyor toprakla artık,
sevinsin fukara..
11 notes · View notes
hevalenroje · 4 years ago
Text
Kaynak @jineoloji
Ali. Haydar kaytanın
Bir. Şiiri
Duygu denize. Çekiyor insanı
Hemde. Öyle. Bir çekme ki
Gözlerin değil ama içten içe
Kinmse Farkmetsin. Bu daha iyi
İçten hem ağlamak insanı dahada rahatlatır .
Her arayış hakikat sevgili
Cümle kavuşmalar yalan
Varolmak zamana karşı yarış ya da bitimsiz bir koşu
Sürekli uzaklarla anılan o ezeli yolcunun ardından
Bildim, sevinç çiğnediğim yolda bir yakınlık duygusu yalnızca
Veya bir yakın temas umudu ve belki de hepsi bu
Tuz dökmekmiş yaraya, buymuş diyorlar serencam, ne gam
Sana yürüyorum işte, durmak sensizliğin çıldırtan boşluğu
Yürüten sensin, kudretine şükürler olsun
Kavuşmak ilminde uzay çağının
Sadece bölünmüş bir düştür bize vuslat
Tekmil yollar izsiz ve ıssız bir çöle çıksa bile
Hala ayrılıktayız ha, vay be, bu ne muamma diyen kim
Bengisu sensin ve ben seni arıyorum
Her adımım bir nebze daha götürüyorsa beni burdan uzağa
Varsın her saniyesi akan zamanın
Ruhumu acılar tufanına salsın
Bildik hiçbir mekanda yoksun, gerçek, ancak sensizlik de yok
Kokladığım her çiçeğe sinmiş bu mest eden rayiha
Senin kokun, yaşam soluğu yani, işte yaşama sevinci bu
Demek ki sen varsın, öyle ya, sana yürüyorum zira
Her anı bir buluşmadır bu koşunun ve durmak tanıdık yegane korku
Şükrediyorum sana, hala yürünmemiş yola ve ayaklarıma
Benim ki cevabı ummanda saklı bir akarsu sorusu
Yeter, bana tek bu akışın sevinci kalsın
Senden bana yol kesen bir uçurum dehşeti değil ayrılık
Bir mecra ve kaynak ilişkisi, yani mecnun işi çılgın bir macera
Tümüyle kaynak aslında, kendisi olan ve kaçan kendindeki uzağa
Sonsuzluğa sessiz bir çağrı, tetiğe işmar eden hedef
Duyduğum en zalim ilenç, sevgilinin dilindeki acı beddua:
Menzili kısa!
Sakın durma diyorum, yürü ve kulaç at tekmil ufuklara
Dizlerime hükmeder denli soluğum mevcutsa hala
Bütün uzaklıklar beni bulsun
Şikayetim yok, dur dediğim duyulmayacak asla
Dilim damağıma yapışsın beni bekle dediğim an
Karanlığı kuşansın evren o zaman ve bitsin bütün rüya
Ben, yolların Medinesiz hicrete hükümlü göçmen çocuğu
Tek essin şu badısaba, engel olma, bu bir rica yalnızca
Taşısın benden yana sendeki hayat soluğunu
Mor menevşe kokusu katran karası saçlarının
Ciğerlerime dolsun
Belanı arıyorsun diyorlar bana, seni böyle anlatıyorlar, anlıyorum
Yani seninle sırdaş bir baş taşıyorum gövdemin üstünde
Bazen hepten sen oluyorum, bu kesin, tümden bela kesiliyorum yani
Ve dinmesin bir daha asla serdeki bu fırtına diyorum
Kestiğinde muhabbeti tin ve ten, darılıp birbirine küstüğünde
Narin bir kelebektedir ruhum, sende kanat çırpmadadır
Cansız gövdemle düşteyim, haydi moladayım diyeyim, seni soluyorum
Yere kapanmış bedenim birlik diliyor toprakla artık, sevinsin fukara
Bırak aslına dönüp rahat bir nefes alsın
Ali Haydar Kaytan
3 notes · View notes
ahrazzz · 5 years ago
Text
Tumblr media
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
Böyle durumlarda herkes, güçlü bir alışkanlığa, bir tutkuya sığınır: Ayyaş içer, edebiyatçı yazar, yontucu taşı yontar, acısını dindirmek için her biri, en kuvvetli içgüdüsünden medet umar ve gerçek sanatçı, kendi bağlarından şaheserler yaratır. Ama ben, ki zevksiz ve biçare biriyim, ben ne yapabilirim?
Bir tabutta olduğum duygusunu sık sık yaşamışımdır. Geceleri odam küçülüyor, bunaltıyordu beni.
Düşündüm: “Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!”
Başkasıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım.
Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum: Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
Ne boş düşünce!
Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi).
Butimar;
bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacagını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.
“Butimar gibi olan insan daha iyi insandır.”
Onun bu mucizeli suskunluğu, aramıza kristal bir duvar dikmişti. Bu anda bu saatte, bu ebediyette boğuluyordum.
Katran gibi siyah gökyüzü delik deşik eski kara bir çadırı andırıyor, deliklerinde sayısız yıldız parıldaşıyordu.
Lakin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.
Sâdık Hidâyet / Kör Baykuş
Çeviri: Behçet Necatigil
#körbaykuș #sadıkhidayet
4 notes · View notes
seslimeram · 8 months ago
Text
Yıkım Sahası...
Tumblr media
Duraksamayan bir yıkım tahayyülünün ortasına demirliyor ülke. Bir viranelik toplama iş bu menzilde evrilen handiyse her gün bambaşka açmazları, yara kılan, eyleyen bir yerde yıkım tahayyülü gündelik bir mefhum kılınıyor. Her şey pejmürde bir katran karanlığının esrarengiz olmayan sisli bir düzlemine rehin. Her an bambaşka bir cerahat istemine doğru dibine kadar esir. Her şey bildiğimiz tüm normallerin yıkımını bildiren bir kısır döngünün insafına terk. Her gün alelade sıradan bir hayatın dahi esirgendiği bir biçimde müdahaleye açık konulduğu bir hamleler toplamına teslim. İnsani olanın çoktandır zayi olunduğu bir zeminde gündelik yıkımın her ana içkin kılınan tahakkümün suretiyle yaşam çepeçevre kuşatılıyor artık. Bildiğimiz tüm anlamlarıyla yaşatan bir yer olan, olması gereken vatanı, memleket kavramını çürütmeye terk eden bütünüyle ve doğrudan müdahalelerin oyuncağı eyleyen bir aklın temsilinde günler geçiriliyor. Demirlenen sahne, yıkım tahayyülünü her anlamda güncel, her günün başat ögesi kılıyor. Bu toplamda, böyle bir hareket tablosunda bir yarının bırakılmayacağı muhakkaktır.
Baş Efendi, baş faşist ve tüm küçük ortakların, ana muhalefetin, birbirilerine vurdu kırdı halleri hiç bitmeyen iyisi, geleceği, deva ya da saadet partileri ve tüm diğer küçük payda temsillerin birlikte, doğrudan çekiştirmeye devam ettikleri ülke gerçekliğinde o cürümler hayatımıza demirler. Covid19 salgın döneminden bu yana günbegün arttırılan bir tehdit, tahakküm ve biyopolitik bir cendere halinin süreğen kılınmasına tanıklık ediyoruz. Tehdit boyutuna, devletin algısına göre şekillendirilen o cerahat isteminin yaşamı doğrularından arındırdığı yerin gerçekliği seçim zamanlarından da belirgin kılınıyor. Bugün, şu raddede o kırılmalar, ayrıştırma, elemeler ve toplumu kutuplaştırma siyasetinin halihazırda ısrarla devam olunan bir mesele dönüşümü günceldir. Her gün o burjuva siyasetinin pragmatist temsilcileri, en baştaki isimlerden bu ülkeyi sahiden yönetmeye çaba sarf edeceğini iddia eden ötekilerine aralıksız birbirileriyle paslaşarak bir kırım tahayyülünü güncelliyorlar. Gösteri toplumunun gereklerini yerine getirirlerken, gerçekten yaraların onarılmasını ya da süreçlerin insani normlara göre şekillendirilmesini değil havanda su döverek günü geçirmeyi var ediyorlar. Her günün kapkaranlık sureti temsile rehineliğinin bunca açmaz, bir dolu kendini tekrar eden pratiklere, onca yaşanmışlığa rağmen halen bir örnek tekil bir hatta çürümeye meyil ettirilmesinin önü alınamıyor. Ne fena...
Bianet’ten aktaralım: “Uluslararası ilişkiler alanında "demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti" ilkelerinin gerçekleşmesini ABD bakış açısından izleyip değerlendiren düşünce kuruluşu Freedom House 2024 raporunda Türkiye'yi Kamboçya, Guatemala, Polonya, ve Zimbabwe ile birlikte iktidarın seçim mücadelesini denetim altına alma çabası içinde olduğu, siyasal muhalifleri engellediği, ya da seçim sonrasında iktidarı devralmaktan alıkoyduğu ülkeler kategorisinde sınıflandırdı.
Rapor 2023 milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerinde eşit koşullarda rekabetin bulunmadığını kaydetti.
ABD'de Cuma günü yayımlanan "Dünyada Özgürlük 2024: Hileli Seçimler ve Silahlı Çatışmaların Artan Zararı" başlıklı raporda "2023'te küresel özgürlüklerin gerilemesinin önde gelen nedenlerinden biri[nin] seçimlerin manipüle edilmesi" olduğu tespitine yer verildi.
"Eşitsiz oyun sahası"
Türkiye, Kamboçya ve Polonya'daki seçimlerin manipülasyon altında gerçekleştiği ileri sürülen raporda "Muhalefet için eşitsiz bir oyun sahası kuran ve uzun zamandır yerleşik bir hal almış olan seçim manipülasyonları demokrasiyi ciddi bir biçimde tehdidi sürdürerek Kamboçya, Polonya ve Türkiye'deki seçimleri etkilemiştir." dedildi.
14 Mayıs'ta görevdeki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, eski Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu karşısında yarışı ikinci turda az farkla kazandığı seçimler sonrasında "ülkenin demokratik açmazları yerine muhalefetin yetmezliklerine odaklandığı" tespit edildi.
Medya manipülasyonu ve gazetecilere baskı
Freedom House raporunda AKP iktidarının siyaset tarzı sert ve açık bir eleştiriye tabi tutuldu: "Türkiye'deki seçimler, uzun zamandan beri muhalefet liderleri ve gazetecilere yönelik taciz, tutuklama ve cezai kovuşturmalar yanında iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) medya üzerindeki egemenliği ve devlet kaynaklarını suistimaline sahne oluyor."
"İktidarın ihlalleri yerine, adaletsizliğe uğrayan muhalefet eleştirildi"
Freedom House raporu, "sistematik ihlaller" yerine gündeme muhalefetin adaletsiz bir rekabeti yetirmiş olmasının getirilmesini eleştirdi.
"Sonunda, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve muhaliflerin kovuşturulması türünden hükümetin sıkça başvurduğu büyük sistematik ihlaller, muhalefet güçlerinin adil olmayan bir yarışı kazanamayışının gölgesinde kaldı." denildi.
Türkiye "özgür bir ülke" değil
Araştırmada, 2023'te 15 bölgedeki 195 ülkede özgürlüklerin durumu ele alındı. Ülkeler 100 üzerinden notlanarak "özgür", "kısmen özgür" ya da "özgür olmayan" kategorileri altında sınıflandırıldı.
Rapora göre, dünya nüfusunun yaklaşık 38'i "özgür olmayan", yüzde 42'si "kısmen özgür", yüzde 20'siyse "özgür" ülkelerde yaşıyor.
Avrupa'daki sıralamaya göre, Finlandiya 100/100, İsveç 99/100, Norveç 98/100 puanla "özgür" ülkeler kategorisinin ilk sıralarını paylaşıyor. Türkiye 33/100 puanla "özgür olmayan" kategorisinin en sonunda yer alıyor. Türkiye 51/100 puanla Bosna Hersek ve 57/100 puanla Sırbistan'ın da gerisinde.
Freedom House nedir?
Wikipedia'nın derlediği bilgilere göre, Freedom House, Washington, D.C. merkezli, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları konularındaki savunuculuk çalışmalarıyla tanınıyor.
Ekim 1941'de, İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı günlerde kurulan Freedom House'un ilk fahri başkanları Wendell Willkie ve Eleanor Roosevelt'ti. Eleanor Roosevelt ABD'nin 32. Başkanı Franklin D. Roosevelt'in eşi ve kuzeni, ABD'nin 26. Başkanı olan Theodore Roosevelt'in yeğeniydi. Başkan Truman döneminde ABD'nin Birleşmiş Milletler temsilciliğini yapmış, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin hazırlanmasına büyük katkıda bulunmuştu. Wendell Lewis Willkie ise ABD'li bir avukat ve Franklin Roosevelt karşısındaki Cumhuriyetçi Parti Başkan adayıydı.
Kuruluşun yıllık "Dünyada Özgürlük" raporu, her ülkenin siyasi özgürlük ve medeni haklar düzeyini değerlendirir. Freedom House ayrıca her yıl dünyada"İnternet Özgürlüğü" başlığı altında önemli bir başka yıllık rapor yayınlıyor. Siyaset bilimciler, gazeteciler ve politikacılar tarafından sıklıkla referans gösterilmekle birlikte kuruluşun demokrasi endeksleri eleştirilerle de karşılaşıyor.
1970'ler ve 2000'ler arasında eleştiriler çoğunlukla, hükümet fonları nedeniyle kuruluşun Amerikan çıkarlarına öncelik verdiği yönündeydi. Ayrıca kuruluşun neredeyse tek başına Raymond Gastil tarafından oluşturulan demokrasi endekslere olan dayanması başka bir eleştiri kaynağıydı. 2018'de, kuruluşun Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olmasına ve "muhafazakara karşı" olduğu algısına yönelik olarak "National Review" adlı muhafazakâr bir gazete tarafından sıralama eleştirildi.
Freedom House'un CIA tarafından fonlandığı da ileri sürülmüştü. 2015'te yayımlanan bir haberde, eski ABD Başkanı Ronald Reagan'ın başkanlık kütüphanesinden çıkan belgelerde, Freedom House'un CIA'in 1980'lerde yürüttüğü propaganda çalışmalarında rol aldığı iddia edilmişti.”
Dünyanın enikonu mutlak tahakkümcü devletinin güdümündeki bir yapı olarak bilinen ol Freedom House için dahi yerin dibinde bir ülke gamının var edilmiş olduğu yerin meselini bildirir demir atılan saha. Cürmün demokrasiyi, cerahatin hürriyeti, sonsuz bir kısır döngü içerisinde terörist ilan etme cüret ve yetisinin tastamam eşitliği altüst ettiği bir yerde halihazırdaki durumun felaketine dair bir önerme karşımıza çıkartılır. Kanunsuzluk devletinin ta kendisinden kopan bir yapının sunduğu perspektif Türkiye gibi modernliği en olmadık hallerinde yaşayan, var ettiği sentezle pek çok yıkıcılığı beraberinde hakikatin ta kendisi kılan ülkenin aciz halini sunar. Türkiye modernlik, muasır medeniyet trenini en olmadık hallerle düzenleyen, o erki bambaşka yıkımlara galebe çalması için kullana gelen bir iktidar tahayyülü elinde bugün dününden de beter bir katran karanlığının esiri olur. O görünen köy kılavuz istemeyen Freedom House raporundaki satır aralarında tekrar tekrar yinelenir.
Mezopotamya Ajansından Tolga Güney’in haberini, Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “Kamuoyunda “8. Yargı Paketi” olarak bilinen Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, 1 Mart’ta Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. Emeklilere bayram ikramiyesinden Ceza Kanunu’na kadar birçok alanda değişiklik içeren yasa, AKP’nin yıllardır her şeyi torbaya doldurduğu paketlerden oldu. Muhaliflere yine yargı sopasını gösteren iktidar, 2019 yılından itibaren Meclis’ten geçirdiği 8 “yargı paketi” ile icra ve iflas kanunundan ticaret kanununa, infaz kanunundan ceza kanununa kadar birçok yasayı kendine göre değiştirdi.
Yargı yap boz tahtasına döndü
Son paketle birlikte Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından 26 Ekim 2023 tarihinde iptal edilen “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” maddesi tekrar getirildi.
TCK’de yapılan değişiklikle, “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” fiili müstakil bir suç olarak düzenlendi ve bu maddeden yargılananlara ayrıca 2 yıl 6 aydan 6 yıla kadar hapis cezası verilebilecek. “Örgüt adına suç işleyen” kişi, hem işlediği suçtan hem de “Örgüt adına suç işleme” cürmünden ayrı ayrı cezalandırılacak. Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) ve kişisel verilerin saklanması gibi birçok düzenleme yapılırken, yargı adeta yaz-boz tahtasına çevrildi.
Tek adam rejimi güçlendirildi
Bu süreçten sonra elindeki yürütme ve yasama gücüne yargıyı da ekleyen iktidar, Kanun Hükmünde Kararname ve Olağanüstü Hal (OHAL) KHK’leri ile adeta yargıyı kendine bağladı. 2017 yılında gerçekleşen Anayasa değişikliği referandumu ise tüm dengeleri değiştirdi. Yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanı hem devletin hem de hükûmetin başı ilan edilerek, başbakanlık kaldırıldı. Cumhurbaşkanı, yardımcılarını ve bakanları hem atama hem de görevlerine son verme yetkisine sahip oldu. Kendisine, Anayasa değişikliği yapan kanunları gerekli görürse halkoyuna sunma ve yürütmeyle ilgili konularda “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” çıkarma yetkisi verildi. Yine Cumhurbaşkanı’na OHAL ilan etme yetkisi ve Meclis’e bunu onaylama, süresini uzatma veya kaldırma yetkisi verildi. Meclis’in savaş haricinde OHAL’i dört aya kadar uzatabileceği belirtildi ancak üst üste OHAL ilan edebilme yetkisi kısıtlanmadı.
29. maddeyle AİHM engeli
Düzenlemenin 29’uncu maddesinde “İfade özgürlüğü suçları” olarak tanımlanan suçlara temyiz yolu açıldı. Ancak hukukçular, bu düzenlemeyi “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yolunda Bir Yeni Engel” olarak değerlendirerek, AİHM başvuru sürecini geciktirme potansiyeli taşıdığı için tepki gösterdi.
Siyasi tutsaklar yine yok
Nisan 2020’de yapılan düzenlemede ise, yaklaşık 90 bin tutuklunun cezaevlerinden tahliyesini sağlayan ve kamuoyunda “infaz düzenlemesi” olarak bilinen kanun Meclis’ten geçti. Hayatlarını cezaevinde yalnız idame ettiremeyen 65 yaşını bitiren hükümlülerin cezasının denetimli serbestlik tedbiri altında infaz edilmesi imkanı tanınırken, siyasi tutsaklar bu yasanın dışında tutuldu.
5’inci Yargı Paketi olan “İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” de 25 Kasım 2021’de Meclis’te kabul edildi. Yapılan düzenleme de salgın sebebiyle, açık ceza infaz kurumlarında bulunanlarla kapalı ceza infaz kurumunda bulunup da açık ceza infaz kurumlarına ayrılmaya hak kazanan hükümlülerin, denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak, cezasının infazına karar verilen hükümlülerin bu kapsamdaki izin süresi 31 Mayıs 2022’ye kadar uzatıldı. Fakat yine siyasi tutsaklar bu kapsamın dışında bırakıldı.
İstismarcılara yine ödül
9 Haziran 2021’de, 4’üncü Yargı Paketi olarak bilinen “Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” Meclis’te kabul edilerek yasalaştı. Yargı paketinde, “terör, soykırım, insanlığa karşı suçlar, kasten adam öldürme, çocuğun cinsel istismarı” suçlarının da aralarında bulunduğu “katalog suçlar”dan tutuklamada “somut delil” aranması koşulu getirildi. Bu koşul siyasi suçlarda işletilmezken, “çocuk istismarı” ve “tecavüz” suçlarından yapılan yargılamalarda uygulandı. Kadın örgütleri, bu düzenlemeyle çocuğa yönelik cinsel suç işleyen faillerin tutuklanmasının zorlaştırılmasına tepki gösterdi.”
Freedom House’un neden bu ülkeyi demokrasi liginde en diplere yolladığının da ayan beyan hikayesidir şu yukarıdaki haber metni. Bunun gibi nicesini görebilmek mümkün bu sahanlıkta. Her yargı paketinde biraz daha un ufak edilen, düzenlendiği zikredilirken daha da karmaşık kılınan hakkın, hukukun lağvedilmesini, daha doğrusu erkanı muktedirin aklı ve zikrine göre yönlendirilmesine zemin kılan her tahayyül bambaşka yıkımları beraberinde getirir. Bu hallerin yekununda kurumsallaştırılan bir ülke izleğinde o yıkımın her ana içkin kılınması söz konusudur. Dur durak bilmeksizin bir yıkım tahayyülünün tam da ortasına demirliyor ülke. Birilerinin bildirmesine, kimi kurumların iş işten geçmiş olan şu halde bildirimine gerek kalmaksızın o var edilen cerahat hayatı her nasıl örseliyor bunu bilmek bile ağır geliyor. Bir cendere sarmalına rehin ediliyor ülke denilen sahne. Yönerge ve kanun / nizam diye sunulagelen her şeyin bir biçimde o cendereyi var ettiği gerçekliği sorgulanmıyor artık. Tümüyle yıkım dört bir yanda var edilirken nihai teslimiyet için her gün yeniden güncellenen bir tahakküm haresi ile kuşatılıyor müştereklerimiz. O müşterek mesellerin en büyüğü olanlardan ortak, eşit, adil bir ülke hayalinin köküne de kibrit suyu tüm kibirli hallerle birlikte dökülmeye çabalanıyor. Her günün başat ögesi kılınmış olan o yıkım tahayyülünün kıyısında umut hiç yaşar mı? Bir şeyler yazmamıza gerek olmaksızın kendi gözlerinizle, gündelik yaşama düşürülen gölgeleri takip ettiğinizde zaten her ne demeye çalıştığımız da meydana çıkacaktır. Dönüp, durup, bir saniye bakıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Inclusion And Diversity – Nanzeeba IBNAT – Behance
1 note · View note
Note
bit şiir önerebilir misin
Melih Cevdet Anday - Teknenin Ölümü
youtube
Kara yakındı önce, hem çok yakın, Elimi uzatsam tutardı. Yıldızsız teknemdi inip çıkan gece, Kurumuş gece, kum, kömür, arduvaz... Kara yakındı önce, hem çok yakın, Denizleyin inip çıkan önümde Bir tanrının atardamarı.
Açtım, yorgundum ama uykum yoktu. Günlerce yekesiz yelkensiz Ne de çok kuş takılmıştı ardımıza, Ne çok harman gördüm köpükten beyaz... Açtım, yorgundum ama uykum yoktu. Güneşler hala sağımda solumda, Sürer gibiydi açık deniz.
Deniz en ince hayvanı belleğin Nerden  kalktım, o rıhtım, o çan... Bilmiyorum o gök kıyı nereye gitti! Bir masal şebboyu çarmıhtaki yaz. Deniz en ince hayvanı belleğin bir kuşluk vakti tanrının sevdiği Görünür zaman yaratan.
Canlı mıydım? O uğursuz kıyıda Öldüğüm gün de bilemedim. Hep o sallantı, o devinim, o avcıl Bayrak, bir aş tenceresi, bir az Küfür, karı kız öyküleri, sonra Dipteki ölülerin fısıl fısıl Konuşmalarını dinledim.
Doğdum mu? Nasıl? Belki bir tezlik Yeli kımıldadı, kan gibi. Ağaç ve kızak, demir, yağ, halat, katran, Boya kutuları, sünger, tel ve gaz... Derken gün kokulu yüreğimdi ilk Yapının boş gömütünde dikili Sabırsız kaburgama çarpan.
Ruh, şarabı gördü üzümden önce Süt, kan olmak için devinir Tohum bildi herkesten önce ekmeği Gün, denizi salıvermeden batmaz. Ruh, şarabı gördü üzümden önce Ağaç ne diye kalktı çiçeklendi, Denize inmesi nedendir?
Ah yalnızlığın gömük kapıları, Aysız ayışığı gibiydim, Geceleyin gece, gündüzleyin gün Gibi suyun altınavuran yalaz. Ah yalnızlığın gömük kapıları Bir yağmuru dinlercesine bütün Anları iç içe bilirim.
Bir tekne her zaman düşüncelidir. Bizimle demirledi gece. Karaya çıktı tayfalarım uykulu. Pruvamda çok acayip bir yıldız Konmak istercesine gider gelir, Suları budanmış bir yolculuğu Sürdürmek isterdi kendince.
Kara yakındı önce, ödağacı Kokusu sarmıştı geceyi. Ve bir kuş bağırdı çağırdı tepemde, Fosforlu sesi kabarık ve ıssız. Lale rengindeydi şimşeğin dalı, Ve güneydoğunun yangını pembe Nakışlı bir çanak gibiydi.
Unutmak istemiyorum bunları, Göğün damarlarını gördüm, Fırtına kırının yaban keçisini, Koşar küpeşteme saçsız sakalsız... Ağaç gibi yırtılan karanlığı, Koca kulaklı lodosu, o fili, Ah yay biçimdeydi ölüm.
Yalnızlıktır denizin tek yasası, Aşkın altın yasasıdır o. Bir gün kum uaynır, ay gıcırdarsa Çalınırsa bir gün gömük kapımız Kalamazsın sabaha inen suda, Kalk kürek, yola düşmenin sırası Aşkın altın yasasıdır o.
Kükürt rengindeki ağzı gecenin Üfürdü huysuz karanlıkta Sintineme düşçül bir ateşböceği Kömürdüm, tahtaydım, kurumuş anız, O böcek oldu yangımı teknemin, anladım kuşun, yıldızın gizini, Başladım usuldan yanmaya.
Söndüremezdi kimse bu ateşi, Kıyıdan kesilmiş sularda, Kara hem yakındı şimdi, hem çok uzak Bir yanyanaydım onunla, bir yalnız. Devirdim bütün yüklediklerimi Ve demiri uykuda bırakarak Bindirdim eskil kayalara.
Parçalanıyordum kimse bilmeden, Ateştim cevizin içinde, Ve bir gece içinde bilmeden öldüm. Ey gece, nereden yol bulacağız, ey yaralı göğsüme düşen yelken, Ya sen kürek, solmuş rüzgar gülüm, Ya sen ne diyeceksin, söyle!
Deniz durdu, mumyası yıldızların Erir gün görmüş kayalıkta, Ve yürüdü sabah, denizin ineği. Ölünce ne yapsak sabah oluruz... Ah kara yakındı ve darmadağın Kuşları durmuş zaman kadar eski, Taşları hüzün olan kara.
Kopmuş uykunun iskeletiyim ben, Artık yelin göğsü olamam. Gördün mü ölümün gözündeki mor rengi, Söyle, ölüp dirilen Tanrı, Temmuz, Ay yapraklarının indiği bu dam, Eski düşleri taşır mı yeniden, Koca karınlı kuşlar gibi.
Bir yanda parçalanmış teknem durur, Sert tütünüyle gün bir yanda. Kara yakındı önce, hem çok yakındı, Elimi uzatsam tutardı ama Yalnızlıktır denizin tek yasası, Bütün ölüler unutulur, Yaşayanlar kalır tek başlarına.
Akşamleyin kaptan, birkaç gemici Gelip dizildiler kıyıya. Tutunacak bir tekne arar gibiydi Ayağı kayan meltem ve cigara İçerek konuştular gizli gizli, Bense dalgın bakıyordum, boşuna Koparılmış süsendim sanki.
Çalıştılar bir hafta, Ağustosun Altısında bütün iş bitti. Kesik baş çapa, iplerim, küreklerim Kumsalda şaşkın bir yığındır şimdi. Tüter el ayak, tüter ıslak odun, Denizin uzaklardan getirdiği Yabancı, anlamsız bir şeyim.
4 notes · View notes
kalbimdenbirine · 1 year ago
Text
Kalbim niye hiç atmaz senden ötede
Ellerim buz tutuyor
Kalbimde bir alev topu katran karası bir komür oluyor
Yörüngenden çıksam geri dönsem yüzümü
Üşüyorum
Sana yaklaşsam bir adım atsam
Kül oluyorum
Aramızda azalmayan bir mesafe
Ne sana uzanabiliyorum
Ne de senden kaçabiliyorum
Uzaktan izliyorum
İçimde parçalanırken hayallerim
Sen bir güneşsin, aydınlığın herkese yeter
Kalbin herkesi ısıtır
Bense sadece bir gezegen
Diğer gezegenlerden
Yönüm dünyam senin bucağında
Yıldızlarla dolu gök yüzüme sebep sensin gecelerimde
Bu boşluk diyarında varlığımı ısıtan senin varlığın yanıbaşımda ki
Karanlığı delip geçen kalbime ulaşan sözlerin
Ruhumu aydınlatır,
milyonlarca yıldızı içime mi solumuşum nedir
İçimde yanıp söner durmadan kelimelerin
Bir karanlığa düştüğümde, onlara sarılırım
Haberin yok,
Gülüşün var bir de
Evreni barındırır,
Gözlerinde büyür yaşam
Milyonlarca galaksi, bütün yıldızlar, her bir gezegen
Hangisi böyle bir hayatı canlandırır?
Bakışlarına kaç evren sığar?
Hangi yıldız daha ışıltılıdır bu gözlerden?
Hangi su daha berraktır renklerinden?
Hiç tükenmez bir hayat akar sözlerinden
Adım attığın yerde filizlenir çiçekler, umutlar
Nereye düşmüşse bir acı, oraya merhem olur senin adın
Kuşlar senin semalarından uçar
Yeni bir rüyaya
Baharı sen getirirsin avuçlarında
Ağaçlara, böceklere, kuşlara
Can suyunu sende bulur en biçare can
Hayatı bulurken her şey senin dolaylarında
Sahi ben...
Neyim bunca kalabalıktan?
Bakışların bulur mu beni bu hengameden?
Uzansan bana
Dokunsan ruhuma, o görünmez yanlarına
Başlar mı benden de bir hayat?
Zihnimde bitmeyen bir savaş
Paramparça cesetler, can çekişen duygular...
Büyük bir gürültü anlayacağın
Sen girsen hayatıma
Savaş biter mi gözlerinde?
O acı koku, yanık tat, kan...
Erir mi yağmur sularında?
Bir can soluğu sızar mı kalbimin çatlaklarından?
Hayat olur mu ruhuma yeniden baştan?
Sen gelsen, ben gitmesem
Evrenlerimiz buluşsa tam çatlayan yanlarından
Göğümüz bir olsa, kuşlarımız bir uçsa
Günesimiz, bulutumuz birbirine kavuşsa
Bölüşürdük hayatı mücadelesi zor olan bütün savaşları
Ele ele versek yeni bir evren büyürdü avuçlarımızdan
Sen sarılsan bana dünyam dönmezdi eskisi kadar
Hayat boğmazdı beni bu kadar
Ben sarılsam sana
Kendini severdin bir o kadar
Kendini bir de bende görsen
Gözlerime baksan tam derinine görürdün orda
Sende saklı cevherleri,
Aydınlattığın her zerremi
Biz bir olsak işte,
Bu evrende, bu karanlık dehlizde
Mavi küçük bir gezegende
Milyarlar içinden kayıp iki insan
Yeni bir dünya kurardık,
Karanlıktan, nefretten çok uzakta
Küçük ama sonsuz bir rüyanın içinde yaşardık.
Birbirimize dayanarak.
1 note · View note
blackwhiteesblog · 6 years ago
Text
Sen yoksun ya şimdi..
can ruhuma küs kaldı
kan başı boş dolanıyor damarlarımda
sıcak gülüşlerim kutuplarda üşüyor
boşuna çırpınıyor kanatsız güvercinlerim
başım gövdeme ağır
kulağım dudaklarıma sağır
kelimelerim hepsine dargın
sen yoksun ya şimdi..
hüzün boşluklarına düşer ayaklarım
çıkılan yollar hiç bir yere varası değil
duraklarım sahipsiz
gölgeliklerim neşesiz
katran karası akıtan gözlerimin
ağlayışları muhattapsız
kaygılarım anlamsız
acılarım amansız
sen yoksun ya şimdi..
göğsümde beslediğim güvercinler hep aç
hep umutla bekliyor telefon sesindeki kulaklarım
gönlüme değecek ne bir sevda var
ne sözleri taze olan yağmurun elleri
yarının endişesiyle çatlıyor
dünün hüznüyle dağılıyor gönlümün billur kasesi
sen yoksun ya şimdi..
ciğerlerimi pare pare ediyorum her gece
kendi ellerimle yağmalıyorum yüreciğimi
umutlarımı bencilliğimle eziyorum belki de
gözyaşlarımı misafir ediyorum gamzelerimde
sözlerinin sıcağı kalbime bin sükûnmuş meğer
dipsiz kuyulara düşüyor sensiz düşlerim
sen yoksun ya şimdi..
sensiz hesaplarım hep yarım kalıyor
sensiz defterlerim hep açık
hata etmişim şimdiye kadar
hep varlığını hesaplamışım
yokluğun ne hesaba kitaba gelmezmiş meğer
kıvranıp yanıyorum hatıralar arasında
usul usul sonsuz bir karanlıkta yitiyor gibisin
unutuluşun nice nice karanlığı
ıssızlıklarıma itiyor seni
seni unutmak bana uzak olsun
her daim güler yüzün hatırımda bulunsun
..sen tesellilerimin tesellisi
..sen şarkılarımın şarkısı
..okşa cümle yetim kalan saçlarımı
..gözlerinin mavisine çal hüzünlerimi...
#muzik#müzik#şarkı#müzikkutusu#şair#söz#sözler #guzelsozler #flim  #sözsokakta #hivronsterk#duygusalşarkılar #duygusalvideolar #kadın#hiraizerdüş#cahitzarifoğlu #duygusuz#özdemirasaf #turgutuyar
121 notes · View notes
omrcn · 5 years ago
Text
Karanlığı içiyorum..
Karanlığıma, karanlık katıyorum.
Katran karası karanlık..
5 notes · View notes
fallenangelfromhell · 5 years ago
Text
Bana çok sigara içiyorsun diyorlar, ben sigara içmesemde babasının bıraktığı karanlığı solumaktan ciğerleri katran tutmuş bir kadınım.
3 notes · View notes
yalnizliginevrimi · 5 years ago
Text
Tumblr media
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
Böyle durumlarda herkes, güçlü bir alışkanlığa, bir tutkuya sığınır: Ayyaş içer, edebiyatçı yazar, yontucu taşı yontar, acısını dindirmek için her biri, en kuvvetli içgüdüsünden medet umar ve gerçek sanatçı, kendi bağlarından şaheserler yaratır. Ama ben, ki zevksiz ve biçare biriyim, ben ne yapabilirim?
Bir tabutta olduğum duygusunu sık sık yaşamışımdır. Geceleri odam küçülüyor, bunaltıyordu beni.
Düşündüm: “Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!”
Başkasıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım.
Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum: Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
Ne boş düşünce!
Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi).
Butimar;
bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacagını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.
“Butimar gibi olan insan daha iyi insandır.”
Onun bu mucizeli suskunluğu, aramıza kristal bir duvar dikmişti. Bu anda bu saatte, bu ebediyette boğuluyordum.
Katran gibi siyah gökyüzü delik deşik eski kara bir çadırı andırıyor, deliklerinde sayısız yıldız parıldaşıyordu.
Lakin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.  
Sâdık Hidâyet / Kör Baykuş
Çeviri: Behçet Necatigil
1 note · View note