#kötücül söylem
Explore tagged Tumblr posts
adl1bbed · 2 months ago
Text
Bölüm 240: Kötücül bir plan, dönüş yolunu yok ediyor
Qi Yan neye uğradığını şaşırmıştı. Sütunun yakınında apaçık üç insan duruyordu ve Qi Yan bu üç kişinin üçünü de çok iyi tanıyordu!
Kimlikleri sırasıyla kıdemli hadım Chen Chuansi, saraylar bölgesinin baş hizmetçisi Qiuju ve Chengchao Sarayı'nın baş hizmetçisi Xiahe'ydı. Bu üçünün Nangong Jingnu'ya ve ona en yakın olan saray hizmetkarları olduğu söylenebilirdi ve ikisinin de öğünleri ile genel yaşamlarından sorumlulardı. Bu üç kişi nasıl aynı anda bu yerde olurdu ki?
Qi Yan neredeyse gözlerine inanamıyordu. Maskeli kişi kendine bu denli güvendiği için Qi Yan zaten kendinin veya Nangong Jingnu'nun yanındaki birinin "kirli" olabileceğinden şüphelenmişti. Fakat bu sayının üç olacağını asla tahmin edemezdi!
Qi Yan tam vereceği kararı düşünmek için sessizce geri çekilecekken bir anda aklına bir ihtimal geldi!
Bu düşünce Qi Yan'ın kalbinde ani bir şimşek gibi çaktı. Maskeli kişiyle bağdaşmış olan o dehşet hissi, yıllar sonra tekrar kalbinin her yanını sardı...
Kamuflaj!
Qi Yan'ın iç dünyasında maskeli kişi onca yıldır sisle çevreli, zirvesi görünmeyen bir dağ gibiydi. Öylesine elinin ulaşamayacağı seviyede, öylesine yenilmezdi.
Qi Yan'ın kalbinin intikama odaklı olduğu dönemde bu his ona sınırsız motivasyon sağlamıştı. Gerçekten inanıyordu ki maskeli kişi tarafından eğitildiği ve onun ayarlamalarına uyduğu müddetçe intikamında muhakkak başarıya ulaşacaktı.
Ne var ki... Artık Qi Yan maskeli kişinin karşısındaki tarafta olduğu için bu yüce dağ, neredeyse boğucu bir mevcudiyete dönüşmüştü!
Qi Yan sütunun yanındaki üç kişiye bakarken daha öncesinde maskeli kişi aklından geçen tüm fikirleri okumuş gibi hissetti. Fakat buna karşılık onun tahmin edebildikleri, buz dağının görünen kısmından ibaretti.
Bu üç kişinin hepsi de maskeli kişinin saraylar bölgesine yerleştirdiği casuslar olabilirdi, hiçbiri de. Daha da yüksek olan ihtimal ise casusun o üçünden en az biri, kalan kişilerin de yalnızca kamuflaj olmasıydı.
Qi Yan maskeli kişinin casusunun nasıl diğerlerini kandırarak buraya geldiğini ve Nangong Jingnu'nun yatak odasının önünde neden tek bir muhafızın bile olmadığını bilmiyordu. Fakat Qi Yan bir şeyi idrak etmişti ki: her ne kadar bu üç kişinin hepsi hizmetkar olsa da, kimliğinin daha açığa çıkmadığı ön koşuluyla, İmparatorluk Eşi bile hepsini bir anda görevden alamazdı. Nangong Jingnu buna asla rıza göstermezdi!
Başka bir deyişle... Maskeli kişi sahiden de sözünü yerine getirmişti. Fakat aynı zamanda Qi Yan'ın kendisine ihanet etme olasılığını da öngörmüş, bu yüzden etkili önlemler almıştı.
Nangong Jingnu şu anda çoktan ölmediyse, Qi Yan'ın sözde "casus"u görmesinin bir önemi olmazdı.
Birdenbire saraylar bölgesindeki en önemli üç saray hizmetkarını görevden alırsa Nangong Jingnu'nun kendisinden şüphelenmesine neden olurdu!
Karanlığın içinde, Qi Yan yumruklarını iyice sıktırdı. Ne kadar da şeytani bir insandı!
Aynı zamanda da, Qi Yan artık maskeli kişiyi ortaya çıkarmakta kesin kararlı hale gelmişti. Böyle bir insanın karanlıklarda pusu kurması, Nangong Jingnu'yu ve Wei Krallığı insanlarını her an çökme riskine sokardı. Her ne kadar Nangong Jingnu kendini fazlasıyla geliştirmiş olsa da, hâlâ maskeli kişiye rakip olamazdı.
Zaten Qi Yan çoktan ona asıl kimliğini itiraf etmeye karar vermişti, değil mi?
Öyleyse geriye korkacak ne kalıyordu ki?!
Qi Yan yavaş yavaş yumruklarını gevşetti. Derin bir nefes aldı, ardından karanlıkta kalan yerden çıktı.
Qi Yan'ı ilk fark eden, Chengchao Sarayı'nın baş hizmetçisi Xiahe oldu. Xiahe "ah" dedi, ardından şaşkınlıkla, "Dagong, sen neden..." diye sordu.
Qiuju ve Chen Chuansi, "Dagong'a selamlar," diyerek selamladı.
Qi Yan: "Burada ne yapıyorsunuz?"
Üçü bir anlığına sessiz kaldı, fakat Qiuju ilk yanıt veren oldu, "Dagong, bu hizmetçinin diyecek bir şeyi var, fakat bu hizmetçi söylemeli mi söylememeli mi bilmiyor."
Qi Yan: "Söyle o halde."
Qiuju: "Dagong lütfen bu hizmetçiyi küstahlığı için bağışlasın fakat bu zaman dilimindeyken yanlış bir şeyler yapmasanız daha iyi olur."
Bu cümleyle kastedilen: matem dönemi esnasında Qi Yan'ın Nangong Jingnu ile aynı odada olmaması gerektiğiydi. Ama... Qi Yan'ın kulaklarında, bu ifade başka bir şeye istinaden söylenmiş gibi durmuyor muydu?
Qi Yan yüz ifadesini koruyarak, "Neden kapılarda bekleyen tek bir kişi bile yoktu? Herkes nerede?" diye sordu.
Xiahe şöyle yanıtladı, "Efendiye cevap veriyorum, tüm hizmetkarları savmak bu hizmetçinin fikriydi. Bu hizmetçi... Dagong'un yatak odasına girip de uzun bir süre dışarı çıkmadığını görünce daha alt seviyedeki hizmetkarların bunu fark etmesinden korktu. Etrafta çok fazla göz var; eğer birileri gerçekten ağzından kaçırırsa araştırmamız zor olur."
Akabinde Qi Yan, "O zaman neden siz üçünüz beklemediniz kapılarda? Koşup buraya gelmenizin sebebi ne?" diye sordu.
Bu sefer Chen Chuansi cevapladı, "Dagong'a bildiriyorum, biz hizmetkarlar efendinin şahsi meseleleri ile ilgili aceleci kararlar almamalıydık. Hizmetkarlar bir hata etmiş olsa da, tamamen sadakatten ötürüydü. Dagong lütfen bu kabahati bağışlasın."
Qiuju söze girdi, "Bu hizmetçi bu meseleyi odanın dışında konuşmanın rahatsız edici ve münasebetsiz olacağından ve Majesteleri ile Dagong'u gücendirebileceğinden endişelendi. Bu hizmetçinin sessiz bir yere gitmeyi teklif etmesinin sebebi buydu."
Qi Yan'ın konuşmasını beklemeden Xiahe aniden bir nefes çekti, "Gökler adına, yangın mı var?!"
Qi Yan başını arkaya çevirip baktı. Ufukta Ganquan Sarayı'nın hizmetçi odası istikametinde kırmızı bir ışık huzmesi belirdi, onu ise maytap sesleri izledi.
Kahretsin! Kaplanı ininden çıkaracak numaraydı bu!
O kırmızı ışık huzmesi yangından değil, Sifang bankasının özel olarak ürettiği işaret fişeğinden çıkmıştı! Qian Tong sinyal vermişti— birileri Nangong Jingnu'ya suikast düzenliyordu!
Qi Yan saray giysisinin alt eteklerini toplayıp ana odaya doğru büyük bir hızla koşmaya başladı. Xiahe arkasından bağırdı, "Dagong, dikkatli olun!"
Üçü Qi Yan'ın peşinden ana odaya doğru koşmaya başladı. Bu esnada Gongyang Huai'nin bizzat seçtiği muhafızlar, yani Ganquan Sarayı'nın ikinci saray surunun orada saklanan yüz You vilayeti askerinden oluşan birlik de aynı şekilde Ganquan Sarayı'ndaki alışılmadık hareketi görmüştü.
Gongyang Huai'nin sarhoşluğu çoktan dağılmıştı. Belindeki kılıcı sıyırıp çekti, "Kardeşlerim, harekete geçiyoruz!"
Ganquan Sarayı'nın yatak odasından çarpışan silah sesleri geliyordu. Qi Yan kapılara yüklenip içeri daldığında siyahlara bürünmüş iki kişinin birer kan birikintisi oluşturmuş vaziyette yere serili olduğunu ve iki kişinin hâlâ Qian Tong ile savaştığını gördü. Qi Yan'ın geldiğini görünce içlerinden biri pencereden kaçmak istedi, fakat Qian Tong kılıcını saplayarak onu engelledi!
Qi Yan: "Qian Tong, tek bir tanesinin bile gitmesine izin verme, canlı da olsa ölü de olsa fark etmez!"
Qian Tong: "Anlaşıldı!"
Qi Yan'ın konuşacak birini ele geçirmek istemediğinden değildi, fakat Qian Tong elinin ayarını korumaya çalışırsa suikastçıların kaçacağından korkuyordu. Zaten bu şeyi tezgahlayanın kim olduğunu bildiği için elinde konuşacak birinin olmaması sıkıntı teşkil etmezdi. Fakat eğer bir suikastçı kaçıp maskeli kişiye rapor verirse, Qi Yan'ın önceden sarf ettiği tüm çaba boşa giderdi!
Artık hiçbir kısıtlaması olmayınca Qian Tong'un hareketleri daha çevik ve daha şiddetli bir hal aldı. Her darbe, ölümcül birer hamleydi! Karşısındakiler onun saldırılarını savuşturmakta zorlanıyordu. Qi Yan çabucak fark etti ki: hayatta kalan o iki suikastçı gerçekte profesyonel katiller değildi. Nispeten iyi fiziksel yeteneklere sahip normal insanlardı sadece.
Qi Yan yerden yuvarlak bir tabure alıp katlanır paravanın arkasına dolandı, ardından yatağa bir bakış attı. Nangong Jingnu hiçbir zarar görmemişti ve son derece derin bir uykudaydı.
Qi Yan derin bir nefes verdi. Qi Yan yuvarlak tabureyi önünde yatay bir biçimde tuttu, kendi bedenini Nangong Jingnu'nun önündeki son bariyer olarak kullanıyordu.
Birkaç tur daha geçtikten sonra, paravana taze kan sıçradı. Savaşma sesleri kesilmişti.
Qian Tong Qi Yan'ın yanına geldi. Kanla boyanmış kılıcını yere attı ve yere tek dizinin üzerine çöktü, "Efendim, suikastçıların tümü ortadan kaldırıldı!"
Diğer üçlü de nihayet oraya vardı. Yeni dökülmüş taze kanla kaplı odayı gören Xiahe feryat etti ve doğrudan bayılıverdi. Chen Chuansi onu vaktinde yakaladı. Qiuju beti benzi atmış halde uzunca bir süre kapı pervazından destek aldıktan sonra dengesini sağlayabildi, ardından sendeleyerek Nangong Jingnu'nun yanına yöneldi, "Majesteleri!"
Qi Yan, "Olduğun yerde dur!" diye bağırdı.
Qiuju şaşkın bir halde Qi Yan'a baktı, lakin ayakları durmadı.
Qi Yan daha fazla bir şey demedi; doğrudan yuvarlak tabureyi savurup Qiuju'yu yere serdi.
Qi Yan: "Qian Tong, o ikisini kontrol altına al, tuhaf herhangi bir harekette bulunurlarsa derhal al canlarını!"
Qian Tong: "Anlaşıldı."
Dehşet içindeki Chen Chuansi dizlerinin bağı çözülmüş vaziyette yerde oturuyordu, "Dagong, ne yapıyorsun?"
Qiuju yere kıvrılmış ağlıyordu, sonrasında, "Dagong, sen... Majesteleri, Majesteleri!" diye bağırdı.
Yuvarlak tabureyi elinde tutan Qi Yan yüzü Qiuju'ya dönük halde Nangong Jingnu'nun başucuna geriledi. Bir elini kaldırarak Nangong Jingnu'nun nefes alışını kontrol etti ve anca o zaman kalbi sakinleşebildi.
Qi Yan: "Qiuju jiejie, kabahati bağışla."
Avludan silahların zırhlara çarparken çıkardığı ses gelmeye başladı. Qiuju ciğerlerini parçalarcasına feryat etti, "BİRİLERİ GELSİN, MUHAFIZLAR!"
Gongyang Huai: "Derhal avluyu kuşatın, tek bir kişinin dahi dışarı çıkmasına izin vermeyin!"
Kalabalık: "Anlaşıldı!"
Gongyang Huai: "Siz ikiniz gitmeyip burayı koruyun, ben içeri girip bakacağım."
Muhafız: "Anlaşıldı."
Gongyang Huai tek başına içeri girdi. Odanın içerisindeki durumu görünce dizlerindeki güç kesildi, "Majesteleri!"
Gongyang Huai: "Yuanjun, burada neler oluyor, Majesteleri, Majestelerine..."
Qi Yan yüz ifadesinde hiçbir değişim olmadan ortamdaki diğer üç kişiyi süzdü. Xiahe bayılmıştı. Qiuju acı içinde ağlıyordu, Chen Chuansi ise korkudan aklını kaçıracak gibi görünüyordu...
Gongyang Huai yürüyerek yaklaştığında Qi Yan onu paravanın arkasına çekti. İlk başta onun ağzını kapattı, ardından ne yüksek ne de alçak bir ses tonuyla şöyle dedi, "Majestelerine... Bu gizli tutulmak zorunda; asla ama asla diğerlerine duyurulamaz!"
Gongyang Huai'nin gözleri ardına kadar açıldı, fakat Nangong Jingnu'nun göğsünün hâlâ yükselip alçaldığını görebiliyordu. Ve Qi Yan'ın, kolunu kuvvet uygulayarak sıktığını hissettiğinde, söylenen şeyi idrak etti.
Qi Yan yavaş yavaş onu serbest bıraktı. Gongyang Huai, "...İçin rahat olsun. Çoktan imparatorluk sarayını kontrol altına aldım. Hiçbir bilgi dışarıya sızmayacak," diye yanıtladı.
Qiuju onlara en yakın mesafedeki kişiydi. İkisinin bu şekilde konuştuğunu işitince Nangong Jingnu'nun çoktan suikaste kurban gittiğini düşündü. Acı acı feryat etmeye başladı.
Qi Yan onu yere sererken epey kuvvet uygulamıştı, bu yüzden yerden kalkamıyordu fakat gözlerinde öfkeli kıvılcımlarla Qi Yan'a bakıp sövdü, "SENİ AŞAĞILIK HAİN! BUNU NASIL YAPABİLİRSİN, MAJESTELERİ SANA NE KADAR NEZAKETLE YAKLAŞMIŞTI! CEHENNEME GİDECEKSİN, Qİ YAN! NEDEN BENİ DE ÖLDÜRMÜYORSUN!"
Qiuju'nun bağırışı yatak odasından dışarı taştı, çok uzaklara kadar ulaştı. Sessiz ve durgun gecede ekstra bir kulak tırmalayıcılığı vardı.
Gongyang Huai adamlarına Qiuju'yu, Xiahe'yı ve Chen Chuansi'yı bağlamalarını ve Yüce Kurul zindanına kapatmalarını emretti. Güvendiği astlarını onların başında durması için yolladı. Ganquan Sarayı'ndaki bütün hizmetkarlar daha sonra ilgilenilmek üzere gözaltına alındı. Qi Yan dört suikastçının siyah maskelerini yırtıp açtı; iki erkek ve iki kadından oluşan bu grupta bir kişiyi sanki daha önce bir yerde görmüş gibiydi...
Suikastçıların yüzlerini gördükten sonra Qian Tong'un yüzünde inanamayan bir ifade belirdi.
Qi Yan'ın yanına gelip kulağına şöyle fısıldadı, "Efendim, bu kişilerin dördü de Chengchao Sarayı'ndan..."
Bunu duyduğunda, Qi Yan'ın beynini bir uğultu sardı. Zihni bir anlığına bomboş kaldı. Kendine geldiğinde, yüzündeki ifade berbat bir haldeydi. Maskeli kişinin planı ne kadar kötücüldü...
Başarısız olursa eğer bu piyonunu feda etmeyi ve onun geri dönüş yolunu tamamen yok etmeyi planlıyordu apaçık...
Qi Yan kendini toparladı, "Anladım, bu cesetleri götürmek için birkaç kişi getir. Cesetlerle sonra ilgilenilecek."
Qian Tong: "Anlaşıldı."
Ve artık odada sadece derin uykudaki Nangong Jingnu, Gongyang Huai ve Qi Yan vardı; bir de yerdeki taze kan gölleri...
Gongyang Huai kapıları ve pencereleri kapattı, ardından Qi Yan'ı bir kenara çekti, "Neler oluyor?"
Qi Yan: "Saraylar bölgesi güvenli değil. Qiuju, Xiahe ve Chen Chuansi'nın hepsi şüpheli. Majestelerine ilaç verdim, yani üç gün boyunca uyanmayacak. Bana üç gün süre ver. Benimle tam bir iş birliği içerisinde olmanı ve bu süre boyunca hiçbir şey sormamanı istiyorum senden."
***
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Ömür Törpüsü...
Tumblr media
Güncelliğin taşıdığı menzil bir ülke namına hemen hemen hiçbir şeyin bırakılmadığı bariz bir karanlığın dört bir yanı kapsadığı bir tahayyüldür. Gerçekliğimiz o süreğen yıkımların ev sahipliğinde bir biçimde ilerlenen düzlemdir. Bir koca asırda ulaşılan düzlemin kötücül halleridir mesele olunması gereken. Bu sahada yaşamsallık yağmalanmaktadır. Bu sahada hayatın hakkı yağmalanmaktadır. Bu sahada güncelliğin gereği denilerek bir “demokrasi” mefhumu toprağa verilmektedir. Bir kez daha, bu sahada insanlık hakları zayi edilendir o kadar kesintisiz bir biçimde. Güncenin, şimdi var ettiği şu an reva gördüğü ülke tahayyülü bir yeniyi değil oldu bitti dünün, geçmişin olanca karanlık halleriyle ve halet-i ruhiyesi ile hemhaldir.
Bugün bir ülkeden bahis açabilmenin abesliği olanca yalın bir biçimde şimdi yaşamımızın durumunu ile örneklenmektedir. Yeniden, yeniden devletlinin kibirli, kirli o aklı sıradanın biyopolitik dönüşümü ile ülke çürümeye / zalimliğe mahkum kılınır. Bugünün hallerinden bir yarın tesis edilemeyeceği artık gizli değildir. Yaşatan değil tüketen, tüketebildikçe de tükenişi güncelledikçe yolunu zalimlikten kurdukça soluk alabilen bir muktedirin kırılgan ve eksikli bir toplamı var ettiği yerdir mesele. Ülkenin sıradanın elinden çalınması hemen hiç kesintisizdir. Bir yaşam tahayyülünün hiç edilmesi mübalağa değildir.
Nobran tahayyüller ile siyaseten değil sadece, hayatın muhtevası bu formülle zehirlenir. Günün, güncelliğin, şartlanmışlığın hepimizi taşındığı odak bir tahayyül değildir bugünün gerçekliğidir. Müştereklerimizin talan edildiği yerde hayatiyet taşıyan meseller gündemin dışına ötelenendir. Cerahatin varlığı, cühela cüretinin behemehal yinelendiği, hiç aralıksız kayıtsızlığın vaaz edilmesiyle yeni ülke denilen saha dününün kılınır. Bu kadar afaki bir halde ne şimdi, ne de bir yarın bırakılmaktadır. Ülke hiçliğindir. Ülke denilen sahne tüm o katran karanlığının cirit attığı bir menzilin ta kendisidir. Ezberlenmiş vazedilmiş yine ve yeniden kurulmuş, kurgulanmış olan dille / eylemsellikle bu yapı tam teşekküllü bir yıkım halini var eder.
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) “Onurlu barış için demokratik çözüm” şiarıyla Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda düzenlediği bölge mitingine on binlerce kişi katıldı. Mitinge katılan yurttaşlar, barışın toplum için önemine dikkat çekti.
Selma Metin, onurlu bir barışın inşası için çağrıda bulunarak, “Barışın olmadığı yerde ekonomik kriz dibe vurur. Barış insanlara hem huzur hem ilkeli bir duruş hem de kucaklamayı beraber getirdiği gibi toplumsal kalkınmayı ve ekonomide sorunun çözümünü de beraberinde getirir. Savaş ganimetini erkek alır, ama mağduriyetini kadın ve çocuklar çeker. Savaş yıkımdır. Kadın doğal bir denge olduğu için üretkendir. Doğurduğu ve büyüttüğü çocuğun ölmesini istemez. Bundan dolayı kadın her zaman barışı savunur. Savaş yıkım olduğu için doğayı tahrip eder. Doğayı tahrip etmek, kadını tahrip etmektir. Doğa eşittir özgürlük, özgürlük eşittir yaşam ve kadın” şeklinde konuştu.
Federe Kürdistan Bölgesel hükümetinin, Türkiye’nin Xakurkê’ye düzenlediği operasyon tutumunu eleştiren Metin, “Asla kardeş ölümünü kabul etmiyoruz. Kabul edilmemesi gerekiyor. İktidarlar gelip geçicidir, ama kardeşler arasındaki kavga ve kutuplaşmalar çok tehlikelidir. Emperyalist ülkeler Ortadoğu'da Kürt coğrafyasını dörde bölerek kardeşi kardeşe düşman etmeye çalıştı”  ifadelerini kullandı.”
Dört yıl öncesinde Bakur Kürdistan’ını yerle yeksan eden bir yıkımın ardından bugün aynı kararlılığı, aynı bağnazlığı sınır ötesinde Rojava’dan, Başur Kürdistan’ına kadar yineleme gayretine düşenlere ses verilir, itiraz yükseltilir. Hacı Lokman Birlik, Taybet İnan, Cemile Çağırga, Muhammed ve Furkan Yıldırım, Cizir’in bodrum katlarında katledilen yüzlerce insan, diri diri yakılan bedenler, işkencenin hemen her türlüsünü ol terörle mücadele diye vazeden akılların dehşeti içerisinde bir ülke tahayyülü geriye hiç bırakılmaz. Yaratılan düzlem dört koca yılda, bir kimliksizleştirme politikasının bizatihi ta kendisine dönüştürülendir. Mobilize edilmiş kimliklerin ezilmesinin yanı sıra bir ülke politikası kılınan yersiz yurtsuzlaştırma halinin kent kent odağa alındığı bir yerde Bakur Kürdistan’ının resmi, var ettiği hakikat iş bu imin de geleceğidir. Gözaltılar, göz dağları eksik gedik bırakılmayan hizalamalar ile Kürd halkının söz söyleme, yaşama hürriyeti de çalınır.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Suriyelilerin bir bölümünün son günlerde sınır dışı edilmesine ilişkin “Suriyelilerin Zorla ve Toplu Sınır Dışı İşlemleri Derhal Durdurulmalıdır” başlıklı yazılı açıklama yaptı. Mezopotamya Ajansı'ndan aktaralım: “Son dönemlerde Suriyelilere karşı ayrımcılık, nefret söylemi ve linç girişimlerinin arttığı belirtilen açıklamada, “Göçmenlere zorla ‘gönüllü geri dönüş’ belgesi imzalatıldığı, toplu halde sınır dışı edilerek can güvenliklerinin olmadığı Suriye gibi savaş bölgelerine gönderildikleri medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden anlaşılmaktadır. 22 Temmuz’da İstanbul Valiliği tarafından yapılan açıklamada bu durum, ‘düzensiz göçle mücadele çalışmaları’ olarak ifade edilmiştir. Ek olarak, İçişleri Bakanı 2019 yılının başından 20 Temmuz’a dek 43 bin kişinin sınır dışı edildiğini ve yılsonuna dek ortalama 80 bin göçmenin sınır dışı edilmiş olacağını belirtmiştir. Tüm bu yaşananlar ve ifadeler temel hak ve özgürlükler bakımından oldukça endişe vericidir” ifadeleri yer aldı.”
Açıklamada, “Bir yandan, hali hazırda yaşamlarının pek çok zorluk, yoksunluk ve endişe içinde geçiren Suriyeliler ve diğer tüm göçmenler için, Türkiye hukuki güvencenin olmadığı ve belirsizliğin arttığı bir ülke haline gelmektedir. Öte yandan Suriyelilerin topluca sınır dışı edilmesi, Türkiye toplumunda göçmenlerin suçlu olarak damgalanmasına neden olmaktadır. Bunun da, Türkiye’de yaşamaya devam eden Suriyelilerin topluma tam katılımının önünde engel oluşturacağı açıktır” uyarıları yapıldı.
Yetkililerin toplumsal barış ve huzuru korumak üzere hareket etmesi gerektiği belirtilen açıklamada, “Siyasi aktörlerin, kamu görevlilerinin ve kurumlarının, ayrıştırıcı, kriminalize edici, nefret söylemini körükleyici ifade ve tutumlar yerine; ortak yaşamı kurmaya yönelik, hak temelli söylem üretmesinin ve politikalar izlemesinin gerekliliğinin bir kez daha altını çizmek istiyoruz” denildi.”
Açıklamada, şu çağrı yapıldı: “Bir an önce, hukuksuz uygulamalar sona erdirilmeli, göçmenlerin ulusal ve uluslararası hukuktan gelen haklarını kullanmalarının zeminin sağlanmalı, toplumsal barış ve huzurun sağlanması yönünde gerekli tüm adımlar derhal atılmalıdır.”
Bir mesel ya da tahayyülün ta kendisi olarak TİHV’nin sunduğu rapor var ettiği görüntü, sunduğu projeksiyon bugünün ülkesinin de hazin bir özetidir. Bu sahayı dönüştürmek istedikleri yolun güzergahı karanlığın ta kendisi kılınır. Suriye’li düşmanlığının bir asırdır öteki kimliklere reva görülen halin yeniden işlevselleştirilmiş sürümü olduğu apaçıktır. Bir asırda ulaştığımız düzlemin katran karası halidir mesele. İnsan olmanın gereklerini bile yerine getirtmeyen bir ülkede, tek endişeleri canlarını muhafaza etmek olan insanların güvenilir liman diye ne hallere koyulduğunun da belgesidir o meram. Bir ülke tahayyülünün dehşetli suretidir mesel. Birbiri ardına geri gönderme tehditleri, gittikleri gibi geri dönmesinler şartlanmışlığı, cürümlerin göstere geldiği hazindir mesele. Hayat sahiden de bunca ucuz kılınabilecek bir mesel midir?
Çağın soykırım tezahürü açık denizlerde yaşamların sonlandırılması olarak çıkagelir. Ol Türkiye sınırlarında yıkımın bin türlüsü var edilirken Akdeniz sularında insanların canları çalınır. Biteviye gönderelim, gidenler geriye gelmesin, bayramlaşmaya gidiyorsa sınırdan geri almayalım, ırkçı ayrıştırmalar linç ve pogrom gayretleri ardışık tehditler var edilirken gözler önünde canlar çalınır. Gazete Duvar’dan aktaralım: “Libya açıklarında bir geminin karaya oturması sonucu 150 kişinin ölmüş olmasından endişe ediliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) görgü tanıklarına dayandırdığı açıklamasına göre, Trablus’un 120 kilometre doğusundaki Hums kasabasından yola çıkan gemi, 300 göçmeni taşıyordu.
Kazanın ardından göçmenlere yardım eden yerel balıkçıların ve kurtulanların anlatımlarına göre, yaklaşık 150 kişi yaşamını yitirirken, 150’ye yakın kişi de kurtarıldı. UNHCR’dan yapılan açıklamada, sayıların henüz net olmadığı, birden fazla geminin kaza yapmış olabileceği belirtildi. Libya Donanması’ndan yapılan açıklamada ise 116 göçmenin kayıp olduğu, 132 kişinin Libya sahil güvenliği ve yerel balıkçılar tarafından kurtarıldığı belirtildi.
Libya, İtalya kıyılarına yakınlığı nedeniyle, daha iyi bir yaşam için Avrupa’ya gitmek isteyen göçmenler açısından bir merkez haline gelmiş durumda. Ancak göçmenlerin güvensiz teknelerde kapasitenin üzerinde sayılarla taşınması nedeniyle sık sık ölümcül kazalar yaşanıyor. Birleşmiş Milletler ise gördükleri kötü muameleden ötürü hayatta kalan göçmenlerin Libya’ya iade edilmemesi çağrısı yapıyor.”
Tumblr media
Böylesine bariz bir yıldırı iklimi ile hüccetten hayat meseli yerle yeksan olunmaktadır. Böylesi bir halle bir menzil yıkımın coğrafyası kılınır. Geleceği çoktan tükenmiş bir şimdinin var edildiği sahnede olup bitenin yara haline dönüşümü kesintisizdir. Hayat hakkının tanımlanmadığı iş bu yerde ötekisi için her gün deneyimi zor bir sınavdır. Hayat heder edilen bir meselken bir şimdi tahayyülüne yer yoktur. Bu çürümede yön ne olur? Bu insanlık mesellerinde sınavı bir türlü veremeyen bir cenahta hal nedir? Kesintisiz kılınmış yıldırı ikliminde bir kesikten gayrisi yoktur artık. Var edilenin dehşeti, hemen her günün sınav hali sadece o Suriyeli mülteciler için değil bu topraklarda yahut da daha geniş bir coğrafyadaki tüm ötekiler için de alarm zillerini çalmaktadır.
Çağın, şimdiki zamanın yaraları zaman akışından geçene kadardır sahiden de bu kadar mı ve böylesi midir allasen? Yaşatmayan bir yerin, yaşamdan bağları kopartılmış bir coğrafyanın herhangi bir yarını söz konusu edilebilir mi? Bunca çürümüşlük her neye delalettir sahiden de düşündünüz mü? Gelecek bir şimdi dahilinde yıkılırken nedir, her neresidir yol! Artı Gerçek’ten Fırat Yeşilçınar ile Bianet’ten Evrim Kepenek’in ortak haberidir: Harmandalı Geri Gönderme Merkezi kötü muamele ve hak ihlalleri ile anılıyor. Biz de gündeme gelen bu iddiaları geri gönderme merkezinde çalışan ve ismini vermek istemeyen özel güvenlik görevlisi ile çalıştık.
Harmandalı Geri Gönderme Merkezi'nde tutulan bir kadın doğum yapmak üzere hastaneye kaldırıldığında AIDS olduğu ortaya çıkmıştı. İzmir'de avukatların akıbetini sorduğu kadın ile ilgili bilgili özel güvenlik görevlisi paylaştı. ''AIDS olan yüksek güvenlik katında kalıyordu'' diyen özel güvenlik görevlisi sözlerini şöyle sürdürdü: "Kimse yemeğini vermek istemiyordu. Herkes 'hasta olacağım' korkusu yaşıyordu. Kadın da bu yüzden ayrı tutuluyordu. Ayrı kalıyordu. Yemeği de bir süre verilemedi. Kimse görüşmeyince de bir mülteci kadın tarafından yemeği verildi. Kadın yerde yatırılıyordu. Kimse ile de görüştürülmüyordu. Sonra ne olduğunu bilmiyorum''
Özel güvenlik görevlisi merkezde sık sık yoğun işkence ve darbın da olduğunu anlattı. Bu darpların da kamera olmayan alanda olduğuna dikkat çekti. Kamera önünde yaşanan bir darptan dolayı da 2 kişinin tutuklandığını söyledi. Görevli, kötü muamele yapan bir kadın gardiyanın da şef olduğunu ileri sürdü.
Geri gönderme merkezi ile ilgili bir başka iddia ise zorla geri gönderilme. Güvenlik görevlisi, zorla geri gönderilmek istemeyenlerin bir alana alındığını şu sözlerle anlattı: Burası deport alanı olduğu için kapılar sabah açılmıyordu. 10 metrekarelik alanda 6 kişinin kalması gerekiyordu. Bu alanda deport olmak istemeyenler 6 ay hapis olarak kalıyordu. Mülteciler birbirinin dilini bilmediği için psikolojisi bozuluyordu. Hemen deport edilmek istiyordu. Sonrasında da zorla geri götürülüyordu. Bir gün geri gönderilmek istemeyen bir mülteci kendini doğradı. Camları da kırdı. Şu an binanın camları kırık.''
Geri gönderme merkezinde vardiya sistemi ile her gün 25-26 özel güvenlik görevlisinin çalıştığına dikkat çeken güvenlik görevlisi, ''Gardiyanların da çalışma saatleri çok kötü. Çok fazla çalıştıkları için onların da psikolojisi bozuluyordu. Onlar da kötü muamele yapıyordu.'' dedi.
Mültecilerin kötü koşullarda kaldığını belirten görevli, 750 kişilik olan kapasitenin aşılarak bin 500'e kadar çıktığını şu sözlerle aktardı: ''Havalar çok sıcak gündüzleri kapılar açılıyor ama önceden kapılar açılmıyordu. Bir katta 16 oda var. Bin 800 metrekare diyelim altı kişinin kalması lazım ama çok fazla sayıda kişi kalıyor. Verilen sütler kapasiteye göre geliyor. Bin 500 kişi var. İnsanlar mermerlerin üzerinde yatıyor. Denetleme gelince her şey düzeliyor. Denetleme olmadan önce bize haber geliyor. Ama sonrasında aynen devam ediyor.''
Güncelliğin taşıdığı menzil bir ülke namına hemen hemen hiçbir şeyin bırakılmadığı bariz bir karanlığın dört bir yanı kapsadığı bir tahayyüldür. Şu yukarıdaki satırlar boyunca açık açığa ortaya çıkan her meselde bu hali bir kez daha görmek mümkündür. Halkların Köprüsü Derneği Yönetim Kurulu Başkanı; Sosyolog Dr. Emrah Zıraman Yeni Yaşam Gazetesi’nden Gülcan Dereli’ye bir mülakat verir: “Mültecilerin hayatta kalma mücadelesi için İstanbul başta olmak üzere birçok büyük şehre göç ettiğini hatırlatan sosyolog Zıraman, “Oralarda yeni hayatlar kurdular. Ama İstanbul Valiliği’nin açıklamasıyla hükümet mültecilerin ama özellikle de Suriyeli mültecilerin İstanbul’daki yaşam, barınma, sağlık, eğitim gibi temel haklarını alacağını ilan etti. Bu dehşet verici bir durumdur. Bahsedilen kişi sayısı 1000-10 bin değil, resmi sayı ile 547 bin 479 insan” ifadelerini kullandı. 20 Ağustos’tan sonra ne olacak sorusunu yönelten Zıraman, “Devlet kolluk eliyle sokaklarda, işyerinde, evlerde Suriyeli mülteci avına mı çıkacak? Nefret söylemi, ırkçılık ve de saldırıların bu kadar arttığı dönemde devletin resmi ‘vatandaşı’, Suriyelileri devlete ihbar mı edecek, onlara kimlik kontrolü mü yapacak? Suriye’deki savaş sonucu Türkiye’ye gelen ve artık bizimle birlikte yaşayan insanları devlet açıkça hedef göstermiştir. Bu kabul edilemez” dedi.
Mültecilerin zorla Afrin ve İdlib’e gönderildiği ve bu bölgede özellikle demografik yapının değiştirilmesi hedeflendiği de belirtiliyor. Hükümetin çatışmaların azaldığı iddiasıyla Türkiye’deki Suriyeli mültecileri İdlib gibi bazı bölgelere göndermeye çalıştıklarından haberdar olduklarını söyleyen sosyolog Emrah Zıraman, “Çatışmanın olmadığı ya da azaldığı iddia edilen bölgeler ise Suriye iç savaşında taraflardan en az birisinin hakim olduğu bölgelerdir” diye konuştu. Suriye’den gerçekleşen mülteci akının sorumlularından birisinin de Türkiye olduğuna dikkat çeken Zıraman, “Çünkü Türkiye, Suriye iç savaşında taraftır ve bu taraflılığını da her fırsatta açıklamıştır. Ancak işin en önemli boyutu Türkiye, Suriye iç savasındaki taraflılığının yeri diplomasi alanı ile sınırlı değildir bizzat savaşın içinde olmasıdır. Suriye’deki savaşta kullanılan mermilerin, bombaların bir kısmı Türkiye’nin doğrudan sahip olduğu ve/veya desteklediği namlulardan çıkmaktadır. Şimdi hem Suriye’deki iç savaşın taraflarından birisi olacaksın hem de bir sorumluğun yokmuş gibi davranıp savaştan kaçan mültecilere karşı nefret söyleminin üretilmesine olanak sağlayacaksın. Bu en hafif deyimle ikiyüzlülüktür” dedi.”
Euronews’e bağlanalım: “İstanbul'da yaşayan kayıtsız Suriyelilerin bulundukları kente gönderileceklerine yönelik valilik kararından sonra bazı sivil toplum kuruluşları Suriyeli mültecilere yönelik tutumu protesto etmek için gösteri düzenledi. Özgürder, Mazlumder ve Mülteci Hakları Derneği tarafından Saraçhane Parkı'nda düzenlenen gösteriye bir grubun yaklaşması üzerine arbede çıktı. Polis, göstericilere sözlü saldırıda bulunan grubu uzaklaştırmaya çalıştı.
Edinilen bilgiye göre Suriyelilere destek veren göstericilere sözlü saldırıda bulunan grubun sosyal medyada #suriyelileriistemiyoruz etiketi altında örgütlenen kişiler olabileceği belirtildi. Eyleme müdahale eden gruptan bazıları kendilerini "ülkücü" olarak tanımladı.
Öte yandan eylemi düzenleyenler arasında Suriyeliler yer almazken eylemciler "Hepimiz kardeşiz", "Kahrolsun ırkçılık", "yaşasın kardeşlik" sloganları attı. Eylemcilere müdahale eden grup ise "Ne mutlu Türküm diyene", "Türkiye Türklerindir" şeklinde karşılık verdi.”
Hayatın ucu ucuna denk getirilmiş olanın yıkımına devam eden bir ülkede her günü aleni bir cehennemi halle donatılmasına tanıklık ediyoruz. Bir oradan bir öteden kah beriden kah şuradan ensemizde boza pişirenlerin, hayatlarımıza koydukları gözü görüyoruz. Hiçbir zaman, hiç ama hiçbir zaman bu kadar ağır yıkımlara rehin edilmemiş bir toprakta yaşamıyormuşuz gibi her gün yeni eşiklerin kırılmasına tanıklık ediyoruz. Sürgün, tehcir, cerahatli bir halde sınır dışı etme istenci ve faşizan bir aksiyonun her ne eksiği varsa onun yeniden değerlendirilmesi güncelleniyor. İyi de her nereye kadar, iyi de daha ne kadar? Bu sahnenin sıradan insanların başına göçertilmesi güncellenirken, dipsizlik güncellenirken daha ne kadar!
Ötekisinin hayatına müsamaha, tolerans, empati değil sadece o kadar kötürüm halin ortasında ciddi ciddi beraber olma tahayyülünü var edemez, bir daha asla meselini gerçek kılamazsak sonuç hiçbirimiz için ehven olmayacaktır. Bir ülke tarumar edilip, hala yaşamdan kopartılmaya devam edilirken hiç değilse bunu anlayabilirsiniz, çanlar hepimiz için çalıyor. Evde, işte, sokakta, orada burada ve şurada hayat hakkı yağmalanırken, yapmacık değil, kurgu değil sahiden de ömrün tüketilmesi güncelleniyor. Böylesi bir cendere halinin ortasında hayat hiç kılınıyor, çanlar hepimiz için çalıyor, bunlar son uyarılar... işitiyor musunuz, umursuyor musunuz, sorguluyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller – Zorunlu Kaynakça: 1) Euronews 2) Reuters 
0 notes
belkidebirharfimben · 6 years ago
Text
Azıcık bencillik her yazara lazım
İyi bir yazarın, en azından belli bir ölçüde, 'kendisi için yazması gerektiğini' düşünürüm. Evet. Nihayetinde bu iş de bir konsantrasyon işidir. 'Başkaları' belirginlik kazandıkça dikkat dağıtırlar. Her cümlenin başında ayağınıza dolanırlar. O yüzden bir ölçüde 'bencilleşmek' yazarlığın şanındandır. Merkezde kimin olacağına karar vermediğiniz sürece sağlıklı bir yazım süreci yaşanamaz. Merkeze başkasını koyduğunuzdaysa süreç 'kurgusallığın akametine' uğrar. Ne demek kurgusallığın akameti? Yani siz hem 'siz' hem 'bir başkası' olamazsınız. Olamadığınızdan dolayı da huzur içinde yazamazsınız. İkiyüzlülüğünüz metnin herbir köşesinde kalbinizi sıkıştırır: "Şimdi hangisi olacağım?"
Şurada bahsettiğim bencilliğin niteliğine geleceğim. Fakat ondan önce insanın 'ben sanarak bir başkası olması' üzerine konuşmak istiyorum. Arkadaşlar, ben, olmaktan mutlu olduğunuz şey olmayabilir. Ama olduğunuzda kesinlikle rahat ettiğiniz şeydir. Bir yazar 'ben' olarak yazarsa cümleleri akıp gider. Fakat ben sandığı 'bir başkası' olarak yazmaya çalışırsa kelimeleri arasında sıkışır. Bazıları, aslında yazmaya başlarken hemen hepimiz, ben sandığımız bir başkasına bürünerek kalem oynatırız. Kafamız uçup gitmiştir. Azıcık ucundan bize tattırılmış yazma sevgisi, belki biraz da sezdirilmiş yetenek, ufaktan da bir iltifat bulmuşsa, Allah Allah, artık o yazar adayının ayakları yere basmaz olur.
Kalbi yeni yeni uyanışa gelmiş müridin "Ulan ben mehdiyim galiba!" demesi kabilinden yazar adayımız da kendisini zamanın sonuna gelmiş sanır. Sonra bir sayfasına bir ay emek ayrılarak yazılmış metinler sağa-sola gönderilir. Beklenilen iltifatlar gelmezse gücenilir. Aradan geçen zamana rağmen hâlâ basın sizden bahsetmiyorsa (Oraya kadar çıktı mı iş?) dünyaya sitem edilir. Kadr u kıymet bilmeyen topluma serzenilir. Esenler'de bir bodrum katında, ekmekler BİM poşetinin içinde, tutmamış iddaa kuponları ayakaltında, fildişi kulesinde Cemil Meriç taklitleri yapılır. Genellemeler, genellemeler, genellemeler. Bu antik depresif çağı yaşayan yazar adayında gözlenen en belirgin semptom genellemeleridir. "Kop kıyamet kop!" diyecek kıvama gelmesidir. Amanın da ne zalim genellemelerdir onlar. Kendisi farkedilmemiştir ya, gerekirse feleğin çarkına Cem Karaca misali çomak sokulur, medeniyetler püf diye bitirilir.
Eğer yazar adayımız "Ben beni farkettim ya yeter!" deyu yazmaya küsmezse, hasbelkader haber sitelerinin başlıklarından daha hallice şeyler de okumaya devam ederse, bir süre sonra aldığı mesafeye uyanmaya başlar. "Lan? Vay! Ooo!" Demek yolun sonuna gelinmemiştir. Demek daha atılabilecek adımlar vardır. Kendisini kıyamet alametlerinin sonuncusu sanan ve artık geldiğine göre kıyameti bekleyen yazar adayının gelişimi kendi gözlerinden bile saklanamaz olur. Eski yazılarını okudukça 'o kadar da iyi yazmadığını' kabullenmeye başlar. Dışarıda bunu dillendirmeyebilir. Eh, kolay değildir insan olduğunu kabul etmek, hem az şey değildir. Fakat içinde 'Hımm'lar havada uçuşur.
İnsan kendi gözünden gizlenebilir mi? Arkadaşlar, gizlenebilir, çoklukla da vuku bulmaktadır şu. Nasıl? Okumaya yazmaktan daha az zaman ayıranlarda böylesi bir körleşme olmaktadır. İsviçreli bilim insanları parmaklarını ısırsın. Kendi üzerimde yaptığım deneylerden hareketle de söyleyebilirim ki: İnsan kötü yazdığını ancak yeterince okuduğu zaman farkeder. Ve ancak kendi yazdıklarını birbirleriyle kıyaslayarak farkeder.
Burada daha fazla oyalanmayalım. Bencillik konusuna dönelim. Ben buradaki bencilliğin kötücül bir bencillik olduğunu düşünmem. Eğer bir yazar okuma/öğrenme sürecinin sonuna geldiğini düşünmüyorsa, Allah'a sığınırız böyle bir benbencilikten, onun yazmak hususundaki bencilliği de kötücül bir bencillik olmayacaktır. Daha çok 'kendi oluş hakkını verebilmesi için' bahşedilen bir sınır kollama harekatıdır onun bencilliği.
Ne demek bu? Onu da açalım: Sizin 'ben' diyeceğiniz bir alan, bir biliş, bir kavrayış, bir görüş, bir yazışınız olmadığı sürece üretiminiz de olmaz. Yahut da şöyle söylemeli: Üretiminiz taş taş üzerine koymaz. Ama azıcık öncesinde söylediğim gibi: Dışarıya büsbütün kapanmış bir bencillik değildir bu. Ancak 'kendi çizgilerini belirginleştirmek noktasında hassas' bir bencilliktir. Akacağı yatağı arayan deredir. Güneşin etrafında dönmeye devam eder ama düşmeyecek kadar dünya olduğunu bilir.
Tahkikî iman taklidî imana göre nasıl bir 'kendi ayakları üzerinde duruş' ifade ediyorsa tahkikî bir yazış da taklidî bir yazışa göre öylesine bir 'kendi yazışları üzerinde duruş' ifade eder. Eğer Fuzulî'nin bir şiirini taklid edecekseniz, o şiiri bulup okumak, incelemek, kopyalamak zorundasınız. Ama bir Fuzulî olursanız (Yürü be koçum!) tekrar tekrar ona bakmanız gerekmez. İşte benim 'yazara lazım' diye söylediğim bencillik böylesi bir bencilliktir. Bencilliğin hikmetlisidir. Zaten o olmadan verimli bir yazım süreci de ortaya çıkmaz. Taklit başlarken kolay ilerlerken zordur. Tahkik başlarken zor ilerlerken kolaydır. İlerlemek isteyenler için bencilliği şiddetle tavsiye ederim. Kopyayla geçmek sınav uzadıkça zorlaşır.
0 notes
seslimeram · 6 years ago
Text
Yas / Beka / Yara
Tumblr media
Bir beka sorunudur yinelenip duruluyor. Vahim olan sanki o devletli eliyle iş bu topraklar dahilinde güncellenmemiş gibi, seçimlere iki haftadan daha az bir süre kalmışken mot-a-mot her bahis bu odağa bağlanıyor. Kötülüğün varlığı “göz ardı” edilirken işte bu sahanın yaşamla olan ilintisine karşıtlık güncellenirken, hayaller ile hayatlar arasındaki ol uçurum derinleştiriliyor. Yıkım, yıldırı ve çürümeden nihayetinde ‘sorumlu’ olanların var ettikleri cürümler ortadayken bir beka türküsüdür yinelene geliyor.
Hayat bunca açık bir biçimde saldırı altındayken muktedirin insafına terk olunuyor ülke. Gelecek tahayyülü hiçleştirilirken, umudun kırıntısı bırakılmazken devletlinin hali keyfi önceleniyor her zamankinden de seri bir halde. Ne olacak bu ülkenin hali klişesinin yerine devletlinin bir yıkıcının istikballeri, devlet nedir, nice olur ile hemhal edilip pazarlanıyor. Çürütenin ardında durulması isteniyor. Her günü ağır bir karanlığa rehin edilen menzilde bir şimdi dahi bırakılmazken üstelik yarının da böyle kılınmasına çalışılıyor.
Kötücül bir tahayyülü devletin ta kendisine omurga kılarak var ederken muktedir, olan ve olmakta olan bunca açık bir yıkım şeceresiyken her neyin nesidir sahiden de o beka! Beka beka denilip durulurken oluşturulan cerahat her neyin nesidir? Neo-Faşist, Siyasal İslamcı bir düzenin, adıyla ve sanıyla otokratik bir sahanın güncelliğinde hal ve gidişat bunca ağır yıkımken nedir ki tekrardan o beka! Genel geçer sözler yerle birdir. Üstün körü bahislerin devri artık tamamlanmıştır. Taraf olmaksa zaruridir. Ya o madun siyasetin silme nefretle var ettiklerine teslimiyet, yahut da hiç kimselerden bile olmadan bu sahada bir yaşam için direniş mefhumundan taraf olmak vardır. Behemehal devreye alınan her bir hamlede bu ayrıştırma, tarafgirlik belirgin kılınır. Tarafını seçmeyenler için bir sonraki hamlede lincin kapıyı çalacağı muştulanandır.
Yeni Zelanda’daki bir ırkçı / faşistin Müslümanlara yönelik saldırısının ardından türeyen, o katilin var ettiği manifestodaki birkaç cümle ile gündemin bu taraflarda yeniden ve yine yeniden ırkçılıkla buluşturulduğu menzilde neyin tarafında olunması enikonu ortalığa artık saçılmaktadır. Devletlinin var ettiği nefret, oralarda yasaklanmış olan katliam kaydı gibi yara verecek şeyleri burada serbestçe bir mahalli seçim organizasyonunda kullanma cüretinden belirir. Devletli kendi bildiğini okurken, Yeni Zelanda yaralarını sarmayı tüm o devlet bekasından daha evla / daha önce kılar.
Bir biçimde beka sorunu zikredilirken cerahatin üstüne titrenmeye devam edilir. Yaşamın, yaşatma çabasının yerle yeksan olunması değil mesele, değil sorun, o koltuk, makam bir de mevkilerden bu sahaya olur olmadık yaraları var edenlerin istikballeri öncelenir. Tüm o Yeni Zelanda ile Türkiye denen sahanın arasındaki, ülke ile uçurum arasındaki katranın karasını fark etmek için meram kafidir. Dert bildirilen ile yaşamda hakikat kılınanların arasındaki uçurum derinleştirilmektedir. Hakkın, hukukun ve adaletin nobran bir tahayyül ile lime lime edildiği yerin tahayyül değil hakikat hali artık açıktır.
Birbirine teyellenmiş olan betlik, fenalık, fecaat halleri iş bu yeri, yurt diye bildirilen saha ya da alanı tastamam yaşama eyleminden alıkoymaktadır. Var edilenin karanlığında zikri süreğen kılınan beka sorunu bu bahisleri kapsamaz. Çürümeye devam diyen menzil artık afakidir. Çürütmeye haiz kılınan saha burasıdır. Şapa oturtulan vekiller bahsinden, Yeni Zelanda’daki kırımı var edeni bize verin bahislerine kadar uzanan bir çetrefilli halde ol anlam, şu güzergahtaki yaşamın payandası olma hali çökertilir. Hayat sahiden; bu mudur!
Erdoğan 18 Mart günü “Çanakkale Zaferi’nin(!) 104. Yılı Töreni”nde konuşur. BBC Türkçe’den aktaralım: Erdoğan konuşmasında "Ülkemizde darbe girişimlerinde bulunarak karanlık ittifaklar kurarak sınıyorlar. Hatta ülkemizden 16 bin kilometre uzakta Yeni Zelanda’da verdikleri mesajlarla sınıyorlar" ifadelerini kullandı.
“Çanakkale'den 104 yıl sonra bir kez daha sesleniyor ve diyoruz ki, mesajınızı aldık. Hislerinizi de niyetinizi de anladık. kininizin, nefretinizin canlı olduğunu anladık. Bir teröristin ortaya çıkarak 50 Müslümanı öldürmesinin ne olduğunu anladık. Aldığımız nefesi bize çok gördüğünüzü anladık.”
“Biz buradayız, biz Çanakkale'deyiz. Bin yıldır buradayız, kıyamete kadar da burada olacağız. İstanbul'u Konstantinopol yapamayacaksınız. Dedeleriniz geldiler, burada olduğumuzu gördüler, kimi ayakta kimi tabutta geri döndüler. Aynı niyetle gelecekseniz sizi de bekleriz. Sizleri de dedeleriniz gibi uğurlayacağımızdan hiç şüpheniz olmasın” diye buyurur.
Şu yukarıdaki tahakküm / tehdit cümleleri savrulurken, Yeni Zelanda hükümeti 50 kişinin hayatını kaybettiği cami saldırılarının görüntülerini seçim mitinglerinde göstermesi nedeniyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a tepki gösterdi. Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı Winston Peters, Erdoğan’ın katliamın görüntülerini göstermesinin ülke dışındaki Yeni Zelandalıları tehlikeye atabileceğini söyledi. Kabine toplantısından sonra konuşan Peters, “Bu ülkeyi yanlış yorumlayan bu tür her şey – şüphelinin Yeni Zelanda vatandaşı olmadığı da düşünüldüğünde – Yeni Zelanda halkının geleceğini, güvenliğini ve yurt dışındaki insanlarımızı tehlikeye atıyor ve tamamen haksız bir durum” dedi. Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern ne kadar birleştiriciyse bu topraklardaki o insanın da o kadar tersi istikamette koştuğu “diplomatik” bir dille bir kere daha ifşa olunur.
Avustralya’dan da benzer bir tepkime gelir. BBC Türkçe’den aktaralım “Avustralya Başbakanı Scott Morrison, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Çanakkale Savaşı'nın 104'üncü yıldönümü töreninde yaptığı konuşmada sarf ettiği sözlerden dolayı Türkiye'nin Canberra Büyükelçisi Korhan Karakoç'u çağırdı. Görüşmenin ardından bir açıklama yapan Morrison, "Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sözlerinin Avustralyalılar için son derece rencide edici olduğunu ve böylesine hassas bir ortamda sarf edilmesinin pervasızlık olduğunu düşünüyorum" dedi.
Morrison, Büyükelçi Karakoç ile yaptığı görüşmede kendisine sunulan gerekçeleri de kabul etmediğini belirtti. Morrison, ilişkilerin gözden geçirilmesi konusunda "tüm seçenekleri" değerlendireceğini de sözlerine ekledi.  Morrison, "Bu sözlere açıklık getirilmesini ve geri alınmasını bekliyorum ve bunu talep ettim" dedi. "Herhangi bir adım atmadan Türk hükümetinin yanıtını bekleyeceğim ancak ilişkilere dair tüm seçeneklerin masada olduğunu söyleyebilirim" diyen Morrison, Erdoğan'ın sarf ettiği sözlerle Mustafa Kemal Atatürk'ün mirasına "ihanet ettiğini" de öne sürdü. Morrison, "Atatürk, ülkesini modern ve kucaklayıcı bir ulusa dönüştürmek istiyordu ve bu sözlerin bu ruhla bağdaşmadığını düşünüyorum" dedi.
Kötülüğün ekseninde ilerleyen, cühela cüretiyle bir yıkımı bu sahada gündelik siyaset için malzeme kılabilecek kadar akıl tutulmasının şahikasını yaşayan bir muktedire bunca kısa ve net yanıtlar bile halimizin perişanlığını imlemektedir. Yersiz, nedensiz değil basbayağı insani olanı anlamaktan, sorgulamaktan ve çözümlemek yerine hiddete yeni korlar taşıma, düşman bilme / bildirmeye yeni eklemeler yapma çabasında bir Erdoğan menzilin de hali ve yönünü nasıl karanlık kıldığını örneklemektedir. Diplomatik krizlerin arasında birbiri ardına açıklamaları toparlama görevi verilmiş danışmanlardan birisi şu açıklamayı yapar!
Tumblr media
Fahrettin Altun Twitter’da şu ifadelere yer verir: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadeleri maalesef bağlamından çıkarılmıştır. Cumhurbaşkanı, Yeni Zelanda Christchurch’de 50 masum Müslüman’ı öldüren teröristin sözde manifestosuna karşılık veriyordu. Türkler, Anzak misafirlerine karşı daima cana yakın ve misafirperver davranmıştır. Teröristin manifestosu sadece Erdoğan’ın şahsını değil, aynı zamanda Türk devletini ve halkını da hedef almıştı. Cumhurbaşkanı, Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünde konuşurken, Türkiye’ye karşı geçmiş ve hala devam eden saldırılara ilişkin tarihi bir bağlamdaki görüşlerinin çerçevesini çizdi.”
Fahrettin Altun’un demeç diye var ettiğ cümlelerin bariz bir yönelim, bu sahaya özgü kılınmış bir şark kurnazlığı olduğu afaki kılınır. Beka sorunu denilip durulurken, dönüp dolaşıp böylesine açık bir kırımın ardından çıkagelen cümlelerin arasında bile onca uzak, ötedekine hınç ve linci güncelleyen bir mefhumun var edilmesidir sorun. Sorulana hiçbir soruya yanıt veremez Altun. Hayat sorusuna yanıt yokur. Baş Amirin ama / fakat / şöyle ki şerhlerinden uzak / linç vaat eden sözlerinin yanlış kılınacak / anlaşılacak her neresi vardır bu bahse yanıt yoktur.
Düşman yaratma, bizi düşman bildiler, bize saldırdılar, bize verin, sizleri de dedeleriniz gibi uğurlayacağımızdan emin olun gibi onca farklı seslenişin ardılı, bu ülkenin de halini bildirirken her nasıl / her neresi o sözlerin “yanlış” anlaşılacaktır. Ne yanlıştır tehditler mi veyahut da öne sürülen cerahat mi? Hayata kasıt güncellenirken olay muktedirin oyuncağı kılınırken, eylem çürütülürken, hepimiz onun için denek bilinirken ne yanlış anlamı nasıl bir tahayyüldür o sözleri basbayağı dil sürçmesi kıvamında değerlendirmek.
Fahrettin Altun bir devletli geleneğine yeniden sahip çıkar. Var edilen, karanlığa karşı söz  söyleme tahayyülünü değil, Yeni Zelanda’daki kırımdan bile siyaseten bir mağduriyeti tam ve eksiksiz çıkartma gailesine dört elle sarılmasıdır. Yeni Zelanda’daki biz vurgusu ile bu bu çukurda var edilen biz arasındaki farkın tezahürüdür mesele. Devlet kendi bildiğini işlerken, zaruri olan insanlık hakkından, hukukundan da soyutlanmaktadır. Tüm o cerahat ortadadır. Rastlantısal değil doğrudan ve süreğen bir linç gailesiyle memleket var edilir, öylesi bildirilir.
O sırada katliamın birinci haftası geride kalırken, Yeni Zelanda’da olmakta olan, olması için çaba verilen şey yeni ayrıştırmalar değil tam tersine bir birlikteliği muhafaza etmenin yollarını aramaktır.
Sputnik'ten aktaralım: “Saldırının ardından söylemleri, aldığı tedbirler ve saldırı mağduru Müslüman vatandaşlarına sıcak yaklaşımlarıyla takdir toplayan Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, Christchurch'deki Hagley Park'ta kılınan cuma namazına katıldı.”
Namaz öncesindeki kısa konuşmasına hadisle başlayan Jacinda Ardern, "Peygamber Muhammed dedi ki 'karşılıklı şefkat, merhamet ve sempatileri ile inananlar tek bir beden gibidir. Vücudun herhangi bir kısmı acı çekerse, tüm vücut acı hisseder.' Yeni Zelanda da sizinle. Yasta, biz biriz" ifadeleri kullandı.
Linwood Camisi İmamı Alabi Lateef Zirullah tarafından okunan ezanın ardında hutbeye çıkan Alnoor Camisi İmamı Gamal Fouda, Başbakan Ardern, hükümet ve Yeni Zelandalılara desteklerinden dolayı teşekkür etti. Terörün, rengi, dini ve ırkı olmadığını vurgulayan Fouda, "Yeni Zelanda'nın yenilmez olduğunu gösterdik. Dünya bizde sevgi ve birliğin örneğini görebilir. Kalbimiz kırık ama biz kırılmadık (yenilmedik)." diye konuştu.
Bizdeki karşılığı bulunmayan bir devletli onu da geçtik insanlık sınavı verilmektedir işte ol Yeni Zelanda’da. Memleketin sathı mahallinde cenazelere saldırılan, mezarların toprağa verilmesine müdahale eden, diriyken ayrı ölüyken ayrı zulmün var edildiği bir sahada, onun bunun ve berikinin değil toptan bir ülkenin sorunu hep birlikte çözmesi karşısında Türkiye’nin kendini savunur gibi görünüp aynı yola devam demesi düşündürücüdür. Hiçbir zaman insana varmayan bir anlayışın var ettiği cerahat için ne yazarsak kar eder!
Kilise kapılarına defolun yazılan, tehdit mesajlarının gün aşırı kılındığı bir sahneden bahsediyoruz. Yahudi düşmanlaştırılırken ezel ebet düşman bilinen Ermenilerin hedefe koyulduğu bir sahnede kırımdan önce hayatı konuşmak ne zaman mümkün olurdur sahiden de ne zaman! Newroz’un coşkusunu yaşamak isterken, Abdurrahman Gök’ün kadrajına sabitlenmiş olan Kemal Kurkut’un kameralar önünde katli de mi bir şeyleri anlatmıyor. Muhammet ve Furkan Yıldırım kardeşlerin evlerinde uyurken üstlerine düşen panzerin, canlarını çalması da mı bir şeyleri dank ettirmiyor.
Yahut da altı milyon oyun sahibi bir siyasal partinin temsilcilerinin de aralarında bulunduğu Cizir bodrumlarında katledilen yüzün üstündeki insanın yakılarak katledilmesi de mi rencide etmiyor iş bu devleti! Yüz kızarmadan kalkıp mesajımızı yanlış anladılar, biz onları göndeririz demedik şu geçmişten yüzleşmediğimiz için yara olanları yeniden dirilttik, nefreti bir de böylesi bir halle var ettik demeleri de mi bir şeyleri ifşa etmez, etmiyor! Hilal ile Haç’ın mücadelesidir bu diye coşup duran izansız faşistin, doksanlarda çırakken şimdi bir kötülük abidesine dönüşen her devrin insanı! Süleyman Efendi’nin İçişleri makamından salladığı tehditler de mi bir şeyleri görünür kılmıyor. Nedendir olan biten bir türlü konuşulmuyor.
Bir beka sorunu yinelenip dururken, dünsüz ve yarınsız bir ülkenin temelleri şimdide şu anın içerisinde yapılandırılanlarla sağlama alınıyor. Hayatımız, sizli bizli değil hepimizin meseli olması gereken her şey alt üst ediliyor. Devletli her ne zaman ağzını açsa mesele bir kez daha kırıma çıkıyor. Binlerce defa olduğu gibi yeni eksiltmelere bağlanıyor. İş bu raddede beka meselesi bir örtü müdür. Düşüncelere ket vurulan, herkesin öteki bildirildiği bir sahnede kimdir, her neyin nesidir önemle atfedilen bekanın muhatapları. Yaralar konuşulması bir yana, sorgulanması öte yana hiçbir biçimde sual edilmezken, Yeni Zelanda yaralarını iyileştirebilirken Türkiye çürümeye devam ediyor. Bunun bahsidir iş bu meram.
Bir biçimde hayat yeniden tahayyül edilebilirken dünyanın bir başka odağında iş bu sınır içerisinde onun yerle yeksan olunması güncellene gelendir. Baş Amir ve şürekasının hep birlikte ulaşmak istedikleri ülke tam da atıp tuttukları, darbe kalkışması sonrasında burada güncel kılınmak istenenin bir örnek takipçisidir. Bugün artık hayattan bahis açmanın bile fişlenmeye, tehdit edilmeye, hor görülmeye kafi geldiği bir sahada, her neyin nesidir şu meşum beka! Üstünde yaşayan halkların haklarına taciz / taarruzun süreğen kılındığı bir yerde beka muktedirin kendini emniyete almasıdır. Sıradan halk ne yapacaktır, bu kadar ağır yıkım var edilirken, derdimizdir, tasamızdır, sorgumuzdur; düşünüyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Mourners – Ebrahim NOROOZI – Silk Road Art Gallery
0 notes