#her şey buraya kadar ölüm çok yakın..
Explore tagged Tumblr posts
Text
#her şey buraya kadar ölüm çok yakın..#sözler#kitaplar#keşfet#sevgi#acı#bu kalp seni unutur mu#seni unutmaya ömrüm yeter mi?#şiir#müzikler#aşk#3391km#3391kilometre
12 notes
·
View notes
Text
Direksiyonu Tutuyorum, Uçuruma Doğru Sürükleniyorum
Hayatımın direksiyonunu ben mi çevirdim, yoksa o beni mi bu uçuruma sürükledi? Belki de cevabı bilmek bile umurumda değil şu an. Çünkü artık son çok yakın ve kaçacak yer yok. Gözlerimi yola dikmişim, son nefesimi vermeden önce ne göreceğimi merak ediyorum.
Hızlı mıyız, yavaş mıyız? Fark etmiyor. Her an bir öncekinden daha değerli, her saniye bir ömür gibi geliyor. Geçmişte kalan pişmanlıklar ve hatalar zihnimden geçiyor. Fakat değişecek bir şey yok. Artık sadece kabullenmek ve sonuma bakmak kalıyor.
Belki de buraya kadar gelmemin sebebi cesaretim değil, korkaklığımdı. Korkularımla yüzleşmek yerine onlardan kaçtım ve bu uçurumun kenarına kadar sürüklendim. Belki de hırslarım ve tutkularım beni kör etti, önümü göremedim. Ya da belki de sadece akışa kapıldım ve kontrolü kaybettim.
Nedenini bilmiyorum. Ama biliyorum ki bir son var. Bu sonun bir sona da işaret ettiğini biliyorum. Belki de bu, yepyeni bir başlangıcın habercisi. Belki de ruhumun özgürleşmesi ve sonsuzluğa kavuşması anlamına geliyor.
Sonuç ne olursa olsun, önemli olan bu anı kabullenmek ve ondan ders çıkarmak. Geçmişte kalanları bırakmak ve geleceğe bakmak gerekiyor. Ölümden korkmamak, onun güzelliğine ve gizemine hayran kalmak gerekiyor.
Çünkü ölüm, hayatın doğal bir parçasıdır. Ve her son, yeni bir başlangıcın habercisidir.
Uçurumdan aşağı doğru sürüklenirken, bir huzur kaplıyor içimi. Artık savaşmak yok, artık çabalamak yok. Sadece var olmak ve bu son ana tanıklık etmek var. Belki de bu yüzden korkmuyorum. Belki de bu yüzden özgür hissediyorum.
Direksiyon hala bende. Ama nereye gideceğimi ben seçmiyorum. Artık kader beni yönlendiriyor ve ben de bu yolculuğa teslim oluyorum.
Son nefesimi vermeden önce aklımdan geçenler bunlar. Belki bir gün birisi okur bu yazıyı ve belki de bir ders çıkarır ondan. Belki de bir gün bir başkası da benim yerimde olur ve bu uçuruma doğru sürüklenir. Kim bilir?
Hayat bu işte. Bir yolculuk. Ve her yolculuğun bir sonu var.
Benim yolculuğumun sonu da bu uçurum olacak gibi görünüyor.
Ama olsun.
Hazırım..
3 notes
·
View notes
Text
"İNSANLAR, KÖPEKLER VE DUVARLAR"
Babamın zorlu ameliyatından haftalar sonra kafamın içinde yaşam ve ölüm kavramları cirit atmaya başlamıştı. Bu iki kavram dönüp dolaşıp karşıma dikiliyorlar, dikkatle gözümün içine bakıyorlar ve suçlu muamelesi yapıyorlardı bana. Sonra bir sessizlik giriyor araya ve zihnimin içinde mahkemeler kuruluyor, kararlar veriliyor, verilen kararlar kırlardan yeni gelmiş bir papatya demeti tarafından tebliğ ediliyor. Kendimi The Angelopoulos sinemasının içinde buluyorum bir an; sonsuzluğa uzanan, yer yer siyah beyaz, yer yer gri, gizemli ve sisli yolculuklar…
Son zamanlarda tekrar tekrar soruyordum kendime, bu uçsuz bucaksız bozkırı kim koydu buraya diye. Buraya derken içimdeki tenha bir yeri kastediyorum. Okuduğum bütün kitaplarda, dalgın dalgın dolaştığım sokaklarda, başka insanların bana hissettirdiklerinde, kayboluşlarımda, yıllarca bu sorunun yanıtını aradım. Hep başka yerlere baktım, başkalarının yüzlerine… Uzak düşlere… Yakın gerçeklere... En sonunda o karmaşık imgelerle dolu bozkırı oraya koyanın kendim olduğunu anladım. Kendim. "Kendim" tehlikelerin en büyüğü… Son kez kim olduğumu haykırdım saygıdeğer boşluğa, ismim bağırıldı bir duvarın içinden; yaşamak için anlam peşinde koşturup duran çözümsüz bir serüvenciymişim ben.
Öyle dalmıştım ki bu serüvene, bütün bu düşselliğe zil sesinin de eşlik ettiğini son anda fark ettim. Akşam saatleriydi. Akşamın en güzel saatleri… Bileğim ağrıyordu, çok sert vurmuştum sanırım, üstelik defalarca, parmaklarımda yer yer kızarıklar, kanamalar ve deformasyonlar vardı. Polis arabasının hareketli mavi ışığının pencereye vuruşunu görebiliyordum. Dışarıda bir vukuat mı var diye düşündüm bir an için ama çalınan benim kapımdı. Polislerle aram iyi değildir. Onların, yani o mesleğin bu dünya için gereksiz olduğunu –sorunun asıl kaynağının onların varlığı düşüncesinde yattığını- düşünüyorum. Çünkü önce onlar oluşturulmuştur, sonra suç kavramı topluma yerleşmiştir. Kapıyı açmadan önce o küçük mercekten mavi soluk noktaya bakar gibi baktım; ellerinde telsiz, sivil giyimli sabırsız iki bey. Bu toplum polisleri nedense hep iki kişi giderlerdi suçluların kapılarına. O halde, ben de bir suçlu oluyorum burada ya da şüpheli? Kapıyı açtım ve karşımda ikisi de benden uzun ve kalıplı; biri göbekli, uzun ama seyrek saçlı ve saçlarını arkadan bağlamış, arkadaki açıklığı ustaca kapattığı belli, diğeri ise top sakallı, gözlüklü ve kısa gür saçlı ama rüküş giyinmiş, kendini açık eden bir sivil polis.
“Sarp Akın, siz misiniz?” dedi uzun seyrek saçlı olan. “Evet, benim” dedim. “Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor” “Neden?” “Hakkınızda bir şikâyet var, beyefendi”
Şikâyetin içeriğini biliyordum tabi, neden diye sormam lafın gelişiydi. Olayın ardından kısa bir süre geçmişti, önünde sonunda kapıma dayanacaklardı. Bir anlık sessizlikten sonra üstümü değiştirmem gerektiğini söyledim memurlara. Altımda evin içinde giyilen türden bir şort, üstümde ise siyah atlet vardı. İzin verdiler, sağ olsunlar. Ellerime kelepçe takmadılar, bu da olumlu bir davranıştı onlar adına. Ama ne kadar kibar olurlarsa olsunlar hiçbir şekilde hoşlanmayacaktım onlardan. Bu önyargı değil, genel olarak sistemin işleyişindeki piyonların, halkın değil sistemin çıkarları için kullanılabilirliğinin bilgisidir.
Sitenin en alt katındaki meraklı komşusu Necip ile göz göze geldik polis arabasına binerken. “Hayrola komşu, bir durum mu var, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” dedi, yok anlamında başımı yukarı kaldırdım. Mahallenin çocukları, ölümden kaçabilmiş köpekleri ve kedileri de toplanmıştı. Arabaya binmeden önce hepsine kısa cümlelerle gülümsedim. Daha sonra o gülümseme bütün bedenimde gezinmeye başladı.
Bu tür anların negatifliğinin beynimi kemirmesini düşsel ekrandan silmek için hep bir planım olurdu. Bu mavi ışıklı arabanın arka koltuğunda yaklaşık on dakikalık bir yolculuk yapacağım. Bunun için henüz kullanılmamış bir düşünce paketini heba etmeye gerek yoktu. Giderken sadece dışarıyı izledim; mahallenin, her gün yanından geçtiğim halde dikkat etmediğim noktalarını gördüm. Şu büyük trafonun yanındaki iki ağacın çağla ağacı olduğunu (badem de derler), yan yana sıralanmış akasya ve iğde ağaçlarının senkronik dizilişini... Az ileride dükkânının önüne attığı küçük taburenin üstünde oturan şişko Büfeci Samet’in bıyıklı olduğunu önlerinden geçerken ilk defa fark ettim. Kırmızı yanan trafik ışığında durduk, zihnim de durdu ve hiç beklemiyorken negatifliğin saldırısı başlayıverdi. Ekran karıştı, kontrol altında tutamıyordum artık cümle parçacıklarını.
“Sokakların, caddelerin, kafelerin ve pazar yerlerinin dolu olduğuna bakıp ‘hani ekonomik kriz nerede?’ diyen zavallılar, herkes hayat standartlarını düşürdü, zombi gibi dipte dolaşıyor ve bir şekilde uzatmaları oynuyor. Herkeste birden fazla (en az üç) kredi kartı var ve her biri yakında ayrı ayrı devlet merasimiyle patlayacak. O zaman yürekler de patlayacak, gönüller de, hatta hayaller de… Hiper enflasyona doğru gidiyoruz, belki de o girdabın içindeyiz. Bu durum yasal hırsızların, bankaların umurunda bile değil, onlar bütün krizlerden avantajlı çıkmayı bilir. Yaşanan trajedilerin, toplumsal çürümenin, kokuşmuş siyasetin, ahlaksızlığın, utanmazlığın kuşatmasında boğulmuş bir ülkede yaşamak... İşte bizim gerçekliğimiz bu. Sahtelikle iç içe girmiş müjdeler ve yalanlar, fışkıran petroller, Gabar’lar ve bitmek tükenmek bilmeyen gaz rüyaları… Bütün bu aldanışlar körlük sözleşmesi imzalamış büyük çoğunluğun en sevdiği oyuncağı olmuştur her zaman. Bu çürümeden herkes payını alacak. Özellikle kendini ezene sonsuz sadakati ve itaatiyle ülkeyi uçurumun kenarına getiren sayın ezilmişler sınıfı. Bu iğrençliğin yükselmesinin en büyük nedeni onlar.”
“Ne diyorsunuz beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?” dedi başının arka bölümündeki açıklığı uzun saçlarıyla kapatan polis. “Kokunun farkında değil misiniz?” dedim işaret parmağıma bütün bedenimle yüklenerek. “Ne korkusu, beyefendi?” “Korku değil memur bey, koku, lağım kokusu, ama evet aynı zamanda korku da eşlik ediyor o kokuya.” “Konuşacak bir şeyiniz varsa sorgunuzda konuşursunuz, bence siz bu işten nasıl kurtulacağınızı düşünün, böyle boş sözlerle enerjinizi harcamayın.”
Yüksek sesle düşünüyordum ve bu yaşıma kadar biriktirdiğim öfke olur olmaz zamanlarda ortaya saçılıyordu. Böyle durumlarda zaman ve mekânın önemi yoktu. Bir anda ağzımdan dışarı fışkırıverdi bu kusmuklar; arabanın koltukları, yanımdaki polisin yüzü, arabayı kullanan öbür polisin kafasının arka kısmı sözcük kusmukları içinde kaldı. Açıklığı gerçek kapatma böyle olur. Aslında biliyoruz, bu dünyada herkes kusmuk içindedir; insanlar, otomobiller, şehir içi minibüsleri, alışveriş merkezleri, AVM’ler, yollar, iş hanları, kamu binaları, gösterişli müdür odaları, partilerin genel merkezleri, bekleme salonları, hastaneler, vergi daireleri, bankalar, en çok da bankalar… Duygusuz bankalar… Gökyüzünü ve yeryüzünü karartan bunca kusmuğa karşı insanların neden başkaldırmadığını anlamıyorum, asıl güç onlarda olmasına rağmen işçilerin neden greve gitmediklerini anlayamıyorum. Orta tabakada kümelenmiş romantik emekçilerin neden burjuvazi taklidi yaparak yaşadıklarını anlamıyorum. Wilhelm Reich’in şu sözü geldi aklıma: ’’Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Polis karakoluna gelmiştik. Aklımın kıyılarını döven düşünce parçacıklarını usulca, incitmeden bir kenara itip arabadan indim. İfademi almak için bir memur hazır bekliyordu. Göz göze geldik, yüzü oldukça esmer ve ıssızlıktan yapılmıştı. İfademi alan polis memuru hakkımdaki iddiaları hızlı bir şekilde anlattı ve şikâyetçi olan Halil Toynak adlı şahsın dilekçesinden bahsetti. Durup dururken tenha bir yerde onu dövmüşüm. Bu koca bir yalan, çünkü onun hayalini dövdüm, hem de fena halde. Şiddete karşıyım, şiddeti asla bir araç olarak görmem, çünkü ben aydın bir kişiyim. Düzenli bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda, tiyatro ve sinemaya da düzenli olarak vakit ayıran biriyim. Bir de düzenli ve onurlu yenilgilerim var, her şeye karşı olduğum için. Kim birine karşı şiddet kullanıyorsa o sevgisizlik çölünde kaybolmuş zavallının tekidir. Ne olup bittiğini kısaca anlatmamı istedi, otuz beş yaşlarındaki yüzü ıssızlıktan oluşan esmer memur.
***
“Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi.” demiş Jan Paul Sartre, Akıl Çağı adlı kitabında. Konumuzla ne alakası var, o öyle demiş bu böyle demiş, bana ne kardeşim, konuya dönelim diyebilirsiniz, ancak dememelisiniz. O üstatlar boş konuşmazlar. Olayın olduğu gün evdeydim ve elimde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabı vardı. Yirmi beş yıl sonra tekrar okumaya karar vermiş, ruhsal yapımın bozulması pahasına on günde bitirmeyi başarmıştım. O tuğla kalınlığındaki kitabı yıllar önce ilk okuyuşumda ne yalan söyleyeyim fazla bir şey anlamamıştım. Bu kez kitabın içine tamamen girmiş ve orada kendime en yakın bulduğum karakter olan Razumihin ile dostluk kurmuştum. Kitabı düzenli olarak okumam ve sonuna kadar hem keyif alıp hem huzursuz bir ruhla ilerlemem onun sayesinde olmuştu. Razumihin’e buradan şükranlarımı sunuyorum.”
"Öğle saatleriydi, bitirdiğim kitabı rafta ait olduğu yere (bitirilmiş kitaplar mezarlığı) özenle yerleştirdim. Sonra markete alışveriş yapmaya çıktım evden. Yürüyüş yapma bahanesiyle yolu uzatarak başka sokaklara, oradan başka ara sokaklara girdim. Neredeyse boş olan büyükçe bir parkın yanından geçiyordum. Kırk beş yaşlarında, şapkalı, orta boylu daha önceden konuşmuş olmasam da siması yabancı gelmeyen bir adam (şu adını söylediğiniz Halil Toynak), pembe plastik bir selenin içinde getirdiği çiğ tavuk etlerini, detone sesiyle mırıldanarak sokak köpeklerine yediriyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. İnsanların çoğunun sokak hayvanlarına acımasız davrandığı, bu dünya sanki sadece insanlara ait ve diğer canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi, o canım varlıklara sürekli şiddet uyguladığı bir zamanda bu arkadaşın şefkatle onları beslemesi beni duygulandırmıştı. Yanına gittim ve gülümseyerek selam verdim.
“Ne iyi ediyorsunuz, köpekleri seviyorsunuz sanırım, ben de çok severim, bizim o taraflarda da çok var, mahallenin güvenlik görevlileri gibi hiç ayrılmazlar oradan.” “Yaaa, sevmez miyim, ne güzel hayvanlar,” dedi zoraki bir tebessümle ve yüzüme bakmayarak.
Yüzüme bakmamasından ve kısa kesmesinden sohbeti seven biri olmadığını düşündüm. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. İnsanlarla iletişimim çok iyi sayılmaz, bunun nedeni çevremde fazla insan olmasını istemiyor olmamdır. Yarım asırlık yaşamımda bende yer etmiş en belirgin düşüncelerden biridir bu. Çünkü insan düşmüştür. Defalarca tanık oldum insan kavramının düşüşüne. Gösterişli apartman altlarını ele geçirmiş şu üç harfli marketlerden birine girdim. Listemde ilk sırada peynir vardı. Yoğurt, ayran, yumurta, domates, biber ve salatalık şeklinde devam ediyordu liste. Hepsinin aynı anda ve kısa aralıklarla bitmesinin nedeni, hepsinden de azar azar alıyor olmamdı. Çünkü ülkenin itaatkâr ezilenleri “en büyük ekonomist bizim ekonomist!” diye tezahürat yapıyorlardı çeyrek yüzyıldır. “Hem eziliriz hem vazgeçmeyiz reisimizden, soğan ekmek yeriz, yine de vazgeçmeyiz!” düşüncesi bütün felsefe kitaplarını altüst etmiştir… En son diş macunu almak için o bölüme doğru yöneldim. Karşı apartmanın orta yaşlı balkon güzeli Pakize ile karşılaştım orada. Selamlaştık. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Yüzü gözü ve burnu ufalmıştı, aslında tam olarak öyle değildi, dudakları balon gibi şiş olduğu için yüzünün diğer organları küçük görünüyordu.
“Nasıl olmuş, Sarp bey?” dedi dudaklarına yaptırdığı dolguyu göstererek. Gülümsemek isteyip de gülümseyemeyerek. Belki de gülümsedi içten içe, ben göremiyordum. Ben içten gülümsemeleri göremeyen biriydim. “Bu ne hal kız Pakize, eşek arısı mı soktu dudaklarını, davul gibi olmuş” dedim şaşkınlık içinde. “Ne eşek arısı, ne davulu ayol, sen ne anlarsın güzellikten, görme özürlüsün sen, zaten neyi gördün ki bugüne kadar, karın bile gitti senin bu kabalığın yüzünden,” diyerek kızgınlıkla ayrıldı yanımdan. Ah Pakize, ah seni kronik dul…
***
“Nereden nereye getirdi mevzuyu Pakize. Görüyorsunuz değil mi, memur bey.” “Sarp bey, bütün bunların konumuzla ne alakası var, lütfen asıl konuya dönün, siz bu adamı tehdit edip dövdünüz mü, dövmediniz mi?” diyerek araya girdi ifade alma uzmanı ıssız esmer memur. “Olmaz olur mu, çok alakası var efendim konumuzla. Ayrıca geleceğim o kısma. Az kaldı.” dedim.
Market alışverişimi bitirmiş, elimde iki poşetle eve dönüyordum geldiğim güzergâhtan. Toynak’ın, köpekleri beslediği parka doğru yaklaşıyordum, köpekler oradaydı, karınları doymuş, mutlu ve huzurla yatıyorlardı çimenlerin üzerinde. Biraz daha yaklaşınca köpeklerin hiç hareket etmediklerini fark ettim. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler vardı. Dokununca fark ettim, dört köpek, dört can ölmüştü. Az önce ölmüşlerdi. Bir ruhu çirkin tarafından zehirlenerek öldürülmüşlerdi. İnsanın düşüşüne bir kez daha tanık olmuştum. Yanlarına oturup ağladım. Bir yandan da belediyeden bir yetkiliyi arayıp durumu anlattım. Onlar gelene kadar bekledim o sevimli canların başlarında. Bu sokaklar kötülük akan derelere dönüşmüştü gözümde. Düşüncelerime öfke doluşmuştu ve bu öfkeyi kontrol altına alamıyordum. Belediyeden gelen görevliler dört canın cesedini römorka yükleyip götürdüler, uzak ve ıssız bir yerde yakmak için.
Sinirden ve sıcaktan bunaltı gelmişti. Çevreme baktım, evleri tek tek gözden geçirdim, düşündüm ki bir katil kurbanların cesetleri kaldırılırken mutlaka bir yerden izliyordur. İki blok ötede bir apartmanın ikinci kat balkonunda Toynak’ın çirkin ruhunu gördüm. Konuşmayı sevmeyen çirkin ruhunda geveze akrepler dolaşıyordu. Gördüm. Düşüncelerime yapışan düzensiz öfkeyi yıkadım ve yürüyüp yoluma gittim. Gittim ama sonra geri döndüm. Tekrar gidip tekrar döndüm. Pusuya yattım gölgelik bir yerde, çirkin ruhundaki kötülüğün kokusu hâlâ taptazeydi, hissedebiliyordum. Kırk beş dakika bekledim. Toynak dışarı çıktı ve stadyum tarafına doğru yürümeye başladı, gayet sakin ve birkaç saat önce dört canlıyı o öldürmemiş gibi rahattı. Onun gölgesi oldum, beni fark etmesi mümkün değildi. Kör bir bölgede yakaladım onu ve arkadan boyun kısmından tutarak köhne bir duvarın dibine sürükledim. “N’oluyozzzz lan!” diye hırıltılı bir çığlık attı. Kimse duymadı çığlığını, çığlık gökyüzünde kaybolup gitti. Aynı keskinlikte ona “Kes lan sesini, pis katil!” diyerek karşılık verdim. Sırtını duvara yapıştırdım, bir elim gömleğinin yakasında, diğer elim de havada asılı haldeydi.
“’Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey soracaklardır: Neden?’ diye yazmış bir kitabında Anthony D. Williams adında araştırmacı bir yazar,” dedim yüzümü iyice yüzüne yapıştırdığım Toynak’a. Tabii o zaman adının Toynak olduğunu bilmiyordum. Titriyordu ve sesler ağzından çamurumsu ve hırıltı olarak dökülüyordu. “O da kim abi, sen kimsin, ne istiyorsun?” dedi şaşırmış ve korkmuş olarak.
“Açlıklarından yararlanarak zehirlediğin o köpekleri, beslediğini düşündüğüm için yanına gelip selam vermiştim, seni takdir etmiştim, o an yüzüme bakmış olsaydın şimdi kim olduğumu bilirdin alçak herif!”
Evet, şiddet yanlısı değilim, hiç olmadım. Olmayacağım. “Şu duvarı görüyor musun, pislik herif?” dedim, “o duvar senden daha anlamlı.” Yukarıda asılı ve vurmaya hazır olan yumruğumu duvara defalarca vurdum, ona vurduğumu hayal ederek. Defalarca vurdum. Defalarca vurdum gözünün içine bakarak. “Neden lan, neden, neden öldürdün o canları?” diyerek her kelimede yumruğum duvara bir balyoz gibi çarpıp geri dönüyordu. Öyle ki ben duvara vurduğum halde Toynak kendisine vurulmuş gibi acı çekip ağlıyordu.
“Abi o köpekler mahallede herkesi rahatsız ediyorlardı. Çocuklar için tehlike onlar.” dedi ağzından aşağıya kelimelerle birlikte salya ve irin akıtarak. “Asıl tehlike sensin, senin gibi alçaklardır.”
Ellerim ve beyaz tişörtüm kan içinde kalmıştı. Bıraktım adamı, ellerim boşta kaldı, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Düşünsel acılar içinde yığılıverdi yere. Evet, memur bey, çok dövdüm onun hayalini, ruhunu paramparça ettim. Zaaflarım var bu tür konularda, nerede bir alçaklık görsem bir şey beni oraya götürüyor. Beni oraya götüren şey vicdan veya merhamet değil; tek gerçek tanrı olan sevgiye ve büyük insanlığa olan inancımdır.
“Neden yetkilileri aramak yerine, böyle bir yola başvurdunuz, herkes kendi işini kendi görmeye kalkarsa kaos oluşmaz mı?” dedi anlattıklarımı can kulağıyla dinleyen memur. “Sonsuz bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, öyle değil mi? Haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe karşı tavır almayan bir insan onurlu ve erdemli bir insan değildir. Dünyaya hasbelkader atılmış olmanın zavallılığı ile ömrünü tamamlar. Nefes alıp gider.” “Neyse, söylediğiniz her şeyi yazdım ifadenize, şu Pakize hanım dâhil. Anlattığınıza ve hastane raporundan da anlaşıldığına göre Halil Toynak’a fiziksel bir müdahaleniz yok ama duvara vurduğunuz her yumruk o yumrukları kendi yemiş gibi psikolojik olarak onu yerle bir etmiş. Gerçekte dayak yemekten beter olmuş. Dosyanın akıbeti hakkındaki gelişmeler size bildirilecektir, sonra tekrar çağrılmak üzere şimdilik gidebilirsiniz.”
***
Suç ve Ceza’nın bitiminde yaşanan bu şeyler oldukça ironik. İnsan her şeye birkaç kelime uzakta… Birkaç kırılış… Birkaç hileli adam... Ve pişkince gülümseyen illüzyonlar çağı hep peşindedir. Bu çağa ve bütün çağlara Sartre’ın bir sözü var: “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu ama aynı zamanda onun tam tersi.” Eve döndüğümde hava kararmış ve gece yeni sunumlar için sahnesini hazırlamıştı. Görünmeyen bir Shakespeare figürü şöyle sesleniyordu hafızanın soğuk odasından buz çölüne:
insan kendi kıyametini kendi yazmıştır bütün çağlarda ve inandığını söylediği tanrısına yüklemiştir bütün suçu tarihin en zengin menüsüdür: savaş, salgın, ölüm ve kıtlık sofradan hiç eksik olmamıştır mahşerin bu dört tatlısı
yaşama sevinci de öyle; yenilginin tarihi kadar eskidir avuç içi kadar yer kaplar, kırılgan ve savunmasız ama duygular treninde yolculuklara çıkan hislerin lideridir o ışıkların söndürüldüğü sayfalarda smokiniyle ortaya çıkıp yeniden başlatır hafızanın soğuk odasındaki yankıyı
Metin Akdeniz
(Buz Çölü)
5 notes
·
View notes
Text
Yalan yok bazen erken göçmek istiyorum dünyadan ama anlamlı bir son nefesle. yaşamım birilerine dokundu mu bilmiyorum ama ölümüm işe yarasın. her şey şerefli bir ölüm ve merhameti celb eden bir haşr için. ve bu yüzden sağlığa dikkat etmek, hayatı anlamlı kılmak için çabalamak gerek. nasıl yaşanırsa öyle ölünüyor çoğunlukla.motivasyonun sürdürülebilir bir şey olmadığı aşikâr. musibette olduğu kadar ibadette de sabır denmiş çünkü meşakkatli bir yanı var. motivasyon beklenirse boşa ömür geçer, disiplin şart. bazen eğer gerçekten yorulduysam bırakmakla yorulsam bile devam etmek arasında kalıyorum.kendimi yeterince tanıyamadığımdan mı? emin değilim. gerçekten yorulma eşiğini de zaten kavrayamıyorum.Bir şeyleri düzene sokmak istiyorsak mücadeleyi kendimize karşı yapmamız gerek, buna âmenna. lisede, fanatik dönemlerimde, "hakeme rağmen kazanmak" derdim buna, küme düşmeye oynarken sınava hazırlanmak zordu doğrusu. aidiyetin garip bir güzelliği var. kaybetsen bile muhafaza etmeye çalıştığın, kâr etmesen de desteklediğin, kaybederken bile sevinebildiğin güzel bir yan. itidal ve içerik ehemmiyetli.Ne bileyim. bu ara fazla kararsızım. çok yoğun geçen günlerde buraya bile çok uğramıyorum, ki bu güzel bir şey. yoğunluk da işe yaradığımı hissetmek de hoşuma gidiyor. yoldayım, adım atıyorum; ama büyük ama küçük. kendimle mücadelemi barışık sürdürmeye çalışır bir hâlim var. her şeye savaş açamam, yeterli teçhizatım da yok askerim de. buna gerek de yok esasında.Başkaları üzerinden kendimi tanımlamaya çalıştığım dönemlerim oldu. evet evet, oldu. yakın arkadaşım kahve seviyor diye kahve içtiğim bir dönem var mesela hayatımda. mmhh, ben kahve sevmem. sallama olan şeyi hiç sevmem. kabullenilme gereksinimi mi peki? hayır. aidiyet bile değil, sadece kendini tanıma çabası. O dönemin normali oydu, oldu. ama hâlâ devam ediyorsa, işte o sıkıntı. kontrollü olarak kabul,ama bilinçsiz bir tavır hüsran. o hüsranı bazen yaşıyorum.bazen yetişmek için geç kaldığımı hissettiğim yerlerin, başkalarının geciktiği yerler olduğunu düşünüyorum, benim değil. olmak istediğim yeri bulabilsem yine geç kalmışlık hissederim ama benim gecikmem olur, başkasının değil. başkalarının yetenekleri, hayat yolculukları ve sahneleri üzerinden kendini değerlendirmek çok yoran, zaman kaybettiren ve işlevsiz bir şey değil mi sahiden?birçok konuda kendini geliştirmeye çalışan biriyim aslında. ama eksik ama fazla, bir şekilde çabalıyorum. ilgim olan alanlar var, zihnimin istediği, ihtiyaç duyduğu şeyler var ve belli bir idrak yöntemi var. farklı olmanın hiyerarşik bir sıralama için tek başına yeterli olmadığını çok iyi biliyorum. kocaman bir konferans düzenlemiş ekip değil, sahneye çıkıp sunum yapan kişi görülür, alkışlanır, bilinir fakat bu arka ekipten hiyerarşik olarak üstünlük vermez ona.Bu aralar aklıma gelen sıralamayı hikâyemsi üslupla anlatmak hoşuma gidiyor. burada kalmasa bile bende kalıyor. görülmek, bilinmek değil onları var kılan. ben yazdım ve ben okuyabiliyorum. kimse görmse bile ormanın derinliklerinde müthiş bir gürültüyle devrilen ağaç da var ve gerçekten devrildi.İnsan elbet başka bir insanın hayat öyküsüne şahit olmasını, görülmeyi istiyor. bu aidiyetlik ihtiyacıyla beraber tabi bir şey. fakat olmaması yok etmez kimseyi. yok hissettiren bir yanı var tabii..öyle işte ahâli. üç beş atıf var bir şeylere bu yazıda. Orhan Veli'nin sevdiği muteber kişinin adını bulma işini edebiyat tarihçilerine bırakması gibi bırakıyorum, ama boşluğa. okuyana özel teşekkür yok bu sefer. zira ben yazdım bu yazıyı, okunması elzem bir yazı da değil. benim için, bana kadar.Hikâyeden de olsa bir günlük söylüyorum bazı şeyleri. fazla hırpalanmadan kapatalım bu defteri.
1 note
·
View note
Text
2023
Biraz önce eve yürürken, tam da o sokaktan geçerken fotoğraf çekip sana yollamak istedim. Hani ilk öpüştüğümüz sonra yine her geçişimizde orada öpüştüğümüz basamağın karşısından. Tam basacakken tuşa kapandı telefon. Çekemedim... Ama güldüm çünkü bu Allah'ın bana sevgili kulum deme şekliydi, emindim.
Yıllar yıllaaar önce yazmışım en son bloğuma. Kimsenin bilmediği benim bile unuttuğum bu bloğu bir başka sen hatırlattın olağanüstü zarif ve heyecanlı bir akşamda. Bu sen'le çok güzel olmuştuk aslında. Ne oldu nasıl oldu da kaybolup gittin bilmiyorum. Kendiliğinden olmayan hiç bir şeyi ki buna vapura yetişmek de dahil, salmanın en doğrusu olduğunu öğrenecek yaşa geldim. O kalbi elinde atan genç kadın görse bu halimi eminim gurur duyardı. Ya da çok üzülürdü bilemiyorum. O gün bu gündür bir akşam oturayım de iki kelam edeyim kendimle diye düşünüyordum. Kısmet bugüneymiş.
İki de bira aldım büfeden. Bu aralar her şey çok yalnız. O yüzden yalnız bırakmak istemedim olacaksa iki olsun dedim. Şu hayatta hiç kimse tek kalmasındı çünkü.
36 yaşındayım hayatımın.
Şu cümleyi yazdıktan sonra iki yudum almadan devam etmek ayıp olurdu. O kadar çok şey oldu ki buraya yazmayalı. O kadar çok sen oldu ki. Ki hiç biri sen olamadı. Ne zaman şu akışına bırakmış olgun ve ne istediğini bildiği sanılan kadının kostümünü çıkarıp koyuversem sandalyenin üzerine, sen çıkıyorsun yanaklarımdan. Geçenlerde bir başka sen'e sen'i anlattım. Kapanışı muhteşem gidişinle yaptım. Yakın zamanda ise terapistime seni anlattım. Hayatımda senden sonra hiç o kadar sevilmediğimden dert yandım. Ve bir daha gerçekten sevilmeden yaşayıp gitmekten ne kadar korktuğumdan. Sonra da sana yaptıklarım için 13 yıl sonra bir kere daha kahrolup senin mutlu olmanı yürekten istediğimle kapattım seansı.
Seni en çok bulduğum bir sen oldu, yalan yok. Tam da istediğin gibi ölümlerden ölüm beğendim. Gerçekten o kadar mı çok sevdin beni. O kadar mı çok kırdım seni. Ela gözlerinde yeşil harelerde, burnunun kemiğindeki iki güneş lekesine bir kere daha gömdüm hayallerimi. Çok üzüldüm. Çok özledim. Sonra geçti. Dedim ya kimse senin kadar gitmemekte inat etmedi şu hayatta. Karların üzerinde uyuduğun gün kadar geride kaldı her şey.
Beni bu bloğa döndüren adam da geride kaldı. 36 yaşında harika bir evim var. Tam da şu an sevgili evimde sevgili koltuğumda oturmuş yılbaşı ışıklarına karşı yazıyorum bütün bu harfleri,kelimeleri ve bir sürü daha fazla şeyi.
Biraz korkuyorum. Yalnızlık tamam kabul zor ama daha fazlasını hak ediyor bu korku. Yakalım istiyorum bu yangını. Seninle. Sen neredesin bilmiyorum. Henüz tanışmadık. Tanıdığım hiç bir sen seni geçip yeniden doğurmadı beni. Doğmak istiyorum yandığım yerden. Anlaşılmaya çalışmaktan çok sıkıldım. Ben de çaresiz yakıyorum anlamları. Ne kolay vazgeçiyorlar insanlar görsen inanamazsın.
Oysa senle ben o gökkuşağının altından beraber geçecek kadar inatçıydık. Geçenlerde ablanı gördüm. Kızının elini tutuyordu. Sana o kadar çok benziyordu ki sarılsam dedim. Hızla sırtımı dönüp uzaklaşmaya çalıştım. Olmadı. Elimde az önce aldığım çikolatalı tatlı üzerimde dizi çıkmış pijamalar, evet ben olduramadım kardeşin beni terk ettiğinden beri yani 13 yıldır her şey bok gibi, diye haykırıyordu.
Seninle Çanakkale'ye yerleşme planları yaptık, seninle Berlin'e yerleşme planları da yaptık. Seninle ateş yakmayı öğrendik. Seninle tutuşmayı öğrendik. Buğday kokan ensen ve ben seni andık. Senden öte senden güzeldi bazen. Sonra olmadı. Yine olmadı.
Senin kıvırcık saçlarında ki çocuk neşesine ömrümü vermeye hazırdım, kaybettim kendimi. Buldum sonra o da gitti. Kimseyi bu kadar sevmedim dedi ve gitti. Kaç sen terketti beni bilemezsin. Kaç seni özledim. Kaç sensiz gün geçti. Kaç. Kaçtı.
Ben hiç kaçmadım. Biriyle adalarda gün batarken andım seni, biriyle planktonlara dokunurken andım. İyi ki vardın. Yoksa şu ahir ömrümde sevilmek sevmek ne demek hiç bilemeyecektim.
Seninle evlendik. Biliyor musun, hayatımın en güzel akşamıydı. Hala. Seninle o kadar çok fotoğraf çektik ki. Bütün evimizin duvarlarını kapladık. Seninle bütün arkadaşlarımızla dans ettik. Seninle unutulmaz bir akşamda evlendik.
Benim olayım kelimeler. Öyle demiştin. Bunları bana hissediyor olamazsın kalemin iyi demiştin. Aklımda çıkmıyor kelimelerin. Bir de çok güzel bir kadın olacaksın demiştin. 17 yaşındaydık. Çok güzel bir kadın oldum. Keşke görsen. Biliyorum yoksun burada. Gittin. Görmeni çok isterdim. Görmeyi çok isterdim. İyi ki sen oldun. Senden sonra herkes sen oldu. Kimse sen olamadı.
Hayır yazar olamadım. Ressam da olamadım. Oyuncu da olamadım. Ne çok alkışladın oysa beni. Ne çok izledin, sabahları, geceleri. Senin gözlerin üzerimden gittiğinden beri uyku tutmuyor. Öyle bir uykusuzluk ki şu yaşımda rüyalarda yaşatıyor.
Seninle nerelere gitmedik ki. Seninle İspanya sokaklarında ne danslar ettik bilsen. Seninle sahilde nasıl seviştik! Bir bilsem ne zaman çıkacaksın karşıma. Ama çıkacaksın. Ben biliyorum. Bir gün gelecek karşımda durup güleceksin bana güzel gözlerinin içiyle. Affet diyeceğim sana. İkimizden çaldığım bir hayat için affet. İnan elimde değildi. Kaç yıldır telafi etmeye çalışıyorum ama hep yanlış sen'lerle.
Senden kalan her şeyi annem yaktı biliyor musun. Sus söyleme Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde sakladığımı kimse bilmiyor. Öpüyorum bazen uzun ince sarı parmanlarının, baş parmağının kıvrımındaki iki benin değdiği o seni seviyorum aşk��m harflerini. O kadar şansıyım ki. Bilemezsin ne çok insanda yok bu izler. Çok güzel bir kadın oldum gelsene artık. Hatırlıyor musun .. Bunu her düşündüğümde yüzüm gülüyor. Öyle eminim ki hatırladığına. Ne yaşamış olursan ol.. Sen en az benim kadar hatırlayacaksın her anımızı. Taksim metrosunda polis karakoluna çekilişimizi. Büyükada'da Splendid Otel'de geçirdiğimiz o geceyi o sabahı. Sana kavuşmadan kaybettiğim için çok ama çok üzgünüm sevgilim.
O ilk günü hatırlıyor musun.. Beni kollarınla kavrayıp o koşusuna ömrümün tüm sen'lerini verebileceğimi inan bilmiyordum. Bilseydim.
Boşandık sevgilim. Soğuk bir adliye odasında 1 dk falan sürdü. Seninle ayrıldık. Güzel evimizi, güzel arkadaşlarımızı dağıttık. ben kamplara vurdum kendimi. Sağlarımı kestim. Soğuk sulardan geçtim. Soğuk sularda üşüdüm. Sen de çok üzüldün biliyorum. Sen kahroldun. Sen hala yollardaymışsın, duyuyorum. Bir fotoğrafımız var seninle 30 yaşımızdan. Öyle yazmışım altına we are the 30 .. İkimiz de uçmuşuz havaya, İrlanda'da. Senden sonra çok kez zıpladım. Hep ama hep yere çakıldım.
Velhasıl. Sevgili 36. Ne yaparız önümüzdeki yıllarda bilmiyorum. Bu sevilmemelerden sağ çıkar mıyız göreceğiz. Bazen sen'inle uyusaydım o karlarda diye düşünüyorum. Bir yerlerde o gün gelip Almanya'nın bir köyünde evlenelim diye tutturduğun o güne döndüğümü ve tamam dediğimi düşünüyorum. Gidip bembeyaz bir geleceğe adım attığımızı düşünüyorum. Ah nasıl istiyorum. O kavuşmayı hayal ediyorum. Saçlarımı o günden beri kendim kesiyorum. Senin kıyamadığın saçlarıma başkasının elini sürmesine tahammül edemiyorum. 36 yaşındayım. Yaptığım her şeyi seviyorum. Ah bir görsem de sana anlatsam uzun uzun. Oturup konuşsak uzun uzun. Sana yemin ederim hiç üzmeyeceğim seni bir daha desem. Bak seni özlerken ne kadar harika şeyler yaptım ne kadar güzel bir insan oldum desem.
Biliyor musun seninle yeni şarkılarımız oldu. Eylül Akşamı'nda düğün dansımızı yaptık. Kutlama'da dünyanın en eski yerine gittik. Hiç biri beni emanet ettiğin Zor' gibi olmadı. Sen beni zor kadere emanet etmiştin. O gün akıttığın gözyaşları hala içimi deşiyor. Bilemezsin.
Ah ne çok özlemişim sana yazmayı. Şu kısacık ömrümün en anlamlı zamanları sana yazdığım akşamlar. Bana yazdığın son şiiri son yazıyı kazıdım zihnime. Biliyor musun senden sonra ne çok sen benim mutlu olmamı dileyerek ve hatta mutlu olacağımdan emin olarak gitti. Ne çok bilemezsin. Ama bu konuda da bayrağı kaptırmadın. Sen şu dünyada benim mutlu olmamı bu kadar yürekten isteyenler arasında hep bir sırada oldun. Ah ne çok seviştim seninle bilsen. Hiç biri ama hiç biri o sarı sokak ışığının altındaki yanışlarımızın yerini tutmadı. Tutsun da istemedin. Bütün sen'ler bambaşkaydı. Bütün sen'ler bir tek sen'di. Kalmış mıydı benim gibiler. Bilmiyorum. Ben radyoların ruhunu hala seviyorum. Bir ömürdür seni unutmuyorum, bir ömürdür seninle tanışmayı bekliyorum. Bir ömür oldu sevgilim o karların arasında öylece yürürken sen, senin girişini izlerken, o köprüden geçerken o basamakları çıkarken dönüp bana güldüğün o anda kaldı ömrüm. Ömrüm gökkuşağının altından geçtiğimizi kimseye anlatmayacak kadar uzun süredir kimsesiz. Evsiz. Evimi çok özledim sevgilim. Bahar gözlüm.
Ama sakın öyle mutsuz zannetme sakın beni. İnan bana ve benim için yaptığın o sürprizler, o unutulmaz günler bir ömür mutlu olmama yeterdi. Bir çok Sen'le birçok güzel ve unutulmaz şeyler yaşadım. Bu bloğu başka kimseye söylemeye bir daha cesaret eder miyim bilmiyorum. Sanmıyorum. cesaretime sağlık. O sen bu cesareti hiç anlamadı. Olsundu. Sayesinde yeniden hatırladım. Elbet bir gün gelecek gözlerim huzurla kapanacak ve senin kirpiklerine değecek. Şimdilik merhaba 2023 ve hoşçakal.2023 hoşçakal.
0 notes
Text
Muhataralı Yerler #1
Buraya herhangi bir şey yazmayalı tam 6 yıl olmuş.
6 yıl...
Tam 6 yıl sonra buraya niye geldiğimden söz etmek istiyorum. Beni gerçekten dinlediğini, yanındayken huzurlu hissettiğim biri bir süre önce artık hayatımda olmak istemediğini söyledi. Daha doğrusu hayatında olmamı istemediğini... Belki de aslında hiç birbirimizin hayatında olmadığımızı... --- Düşündüklerimi ve hissettiklerimi anlatmak güç. Ne zaman çok sevdiğim birini veya bir şeyi kaybedecek olsam bunu içten içe hissederim. Sonra da başlarım o sizi dibe çeken, ne yaparsanız yapacağınız aslında kaybetmek dışında başka bir şey yapamayacağınız o bataklıkta debelenmeye... Debelenmesem dibe çekilmez miydim bilmiyorum; dibe çekilmemi hızlandırdığına eminim ama... ---
Ancak yine nadiren de birini kedilerim kadar çok seviyor olsam, onları kaybetmek için neler yapabileceğimi ve geçmişte neler yaptığımı düşünürüm.
Conor hasta olduğunda Ekşi Sözlük'ten binbir rica ile kampanya başlığı açmaya, 'uyutalım' diyen her veterinere teşekkür edip bir başkasına gitmeye, artık Eskişehir'de gezecek veteriner kalmadığında yakın şehirlere gitmeye, rica minnet Amerika'dan ilaç getirtmeye dek her bir şeyi yapmıştım. Umarım kedimden önce ölürüm ama o kötü ihtimali düşünüyorum da şimdi; eğer onu kurtarmayı başaramasaydık ve vefat etseydi... "Ben elimden geleni yaptım" diyip daha az üzülecek miydim? Yoksa "Bu kadar çabanın karşılığı böyle mi olacaktı?" diyecektim?
---
Tüm bu lüzumsuz görünen metaforu aslında niye yaptığımı anlatayım: Sevdiklerimin ve sevdiklerimin sevdiklerinin rahatsızlıkları beni hep o sıralar insanlara çok daha duygusal yaklaşmaya itmiştir. O kadar yaklaşmış hissederim ki kaçınılmaz sona; onlarla ilgili her bir detayı tararım kafamda ve bu beni çok ama çok yorar.
---
Tüm bu lüzumsuz görünen metaforu aslında niye yaptığımı anlatayım: Çok nadir zamanda çok az insanı sevebiliyorum.
Ve onların vedası, vedalarını hissettiğim andan itibaren ölüm gibi canımı acıtıyor.
...ve demin de bahsettiğim gibi başlıyorum o bataklıkta debelenmeye... ---
Acaba onu bir gün yeniden görüp konuşabilme ihtimali midir bu acıyı hafifletmesi gereken yoksa bir daha 'günaydın' veya 'nasılsın?' dahi diyemeyecek olmak mı?
Bilmiyorum ve bilmemekten nefret ediyorum. Çok yorgunum. Çok mutsuzum. Çok üzgünüm.
---
İki gün önce bir arkadaşıma, yakın dönemde hayatından çıkan ve çok sevdiği biriyle ilgili sürekli bir şeyler yazmaması, yapmaması, düşünmemesi gerektiğini, bunun sadece daha çok canını acıtacağını söylemiştim.
---
Görünen o ki yine muhataralı yerlere gelmiş bulunuyoruz.
Ancak bir gün her şeyin çok güzel olacağına da inanıyorum.
Umuyorum veya...
Bir gün yolumuzun yeniden kesişeceğini umduğum gibi...
Şimdilik sevgiler.
0 notes
Text
Bu postu kimde gördüysen ona da anonim olmayı unutma ki mutlu olsun
ANONİM OL VE SOR
1)Kaç yaşındasın?
2)Kaç yaşında olmak istersin?
3)İsmini değiştirseydin ne olurdu?
4)Bir film karakteri olsan kim olurdun?
5)Tumblrda o benim kanım canım dediğin biri var mı varsa etiketle.
6)Hangi yörenin yemeklerini seviyorsun?
7)Doğum gününü en yakın arkadaşınla mı yoksa sevgilinle mi geçirmeyi tercih edersin?
8)Mantığınla mı kalbinle mi hareket edersin?
9)Hayatta en son sarılacağın kişiyi seçebilseydin bu kim olurdu?
10)Favori şarkılarından birini bırakır mısın buraya?
11)Bir hayvanın olsa ne olurdu ve ismi ne olurdu?
12)Karşı cinste en çok seni etkileyebilecek davranış nedir?
13)Kendini birkaç kelimeyle tanımla.
14)En çok kullandığın küfür?
15)Sanal arkadaşların mı real arkadaşların mı?
16)Sanal arkadaşlarından tek biriyle buluşabilme hakkın olsa kim olurdu?
17)Hayat felsefen nedir?
18)Üzüldüğünde ne yaparsın?
19)Herhangi bir koleksiyonun var mı varsa nedir?
20)Hayatta en şanslı olduğunu düşündüğün konu?
21)Yeteneğin var mı varsa nedir ?
22)Hangi şarkıcıyla düet yapmak isterdin?
23)Bir insanı itici yapabilecek 3 özellik sana göre nedir?
24)Kaos izleyenlerden misin çıkartanlardan mısın?
25)Zaafın veya fetişin var mı varsa nedir?
26)Asla affetmem dediğin şey nedir?
27)En sevdiğin yemek?
28)Karantinadayken vaktini nasıl geçiriyorsun?
30)2020 sana ne kattı?
31)Sınıfta hangi öğrenci tipisin?
32)Okuldaki komik bir anını anlatır mısın?
33)Hiç disiplin yedin mi varsa ilkini anlatır mısın?
34)Hiç aşık oldun mu?
35)Sinirlendiğinde ne yaparsın?
36)En sevdiğin dizi?
37)En sevdiğin film?
38)Mesafe ilişkisi yaşadın mı?
39)En sevdiğin kitap?
40)Arkadaşlarını neye göre seçersin?
41)Karşı cinste dış güzelliğe yüzde kaç önem verirsin?
42)Hırslı mısın yoksa çabuk mu pes edersin?
43)Bu aralar en çok dinlediğin şarkı?
44)Telefonunun arka planında ne var?
45)Sevdiğin bir sözü bırakır mısın buraya?
46)Kolay arkadaş edinen biri misin?
47)Hangi şehirde yaşamak isterdin ve neden?
48)En çok yapmayı zevk aldığın şey nedir?
49)Spor yapıyor musun yapıyorsan hangisini?
50)En büyük korkun nedir?
51)Ölmesini isteyecek kadar nefret ettiğin biri var mı?
52)En büyük hayalin nedir?
53)Sabırlı mısın aceleci mi?
54)Öğrendiğin garip bir bilgi var mı varsa ne?
55)Kimin yaşadığı dönemde olmak isterdin?
56)Konserine gitmek istediğin 3 şarkıcı?
57)En sevdiğin çizgi film?
58)Hadi bize kendin hakkında bir şey itiraf et.
59)İdolün var mı varsa kim?
60)Aldattın mı?
61)Aldatıldın mı?
62)Sevgilinle en çok yapmayı istediğin aktivite?
63)Kötü alışkanlıkların var mı?
64)Sence herkes ikinci şansı hakeder mi?
65)Kıskanç mısın?
66)Duygusal mısın?
67)Kendi ölüm şeklini seçebilseydin nasıl olsun isterdin?
68)Kendinde en çok sevdiğin şey her anlamda da cevapla.
69)Kolay sinirlenir misin?
70)Hangi tür blogları seviyorsun?
71)En son kime ne yazdın?
72)Fobin var mı varsa ne?
73)Adın ne anlama geliyor?
74)Dövmen veya piercingin var mı?
75)Aşka inanıyor musun?
76)Lakabın var mı varsa ne?
77)Tumblrda herkesin attığı iletiye cevap veriyor musun?
78)Googleda en son aradığın şey?
79)Whatsapp durumun?
80)Karşı cinste en çok anlayamadığın şey?
793 notes
·
View notes
Text
Yakın zamanlarda babaannemi ebedi yurduna uğurladık. Rabbim ona cennetin tüm kapılarını sonuna kadar açsın. Onun vefatından sonra ölümü bir kez daha yanı başımda hissettim. Hani Erdem Beyazıt Bulmak şiirinde diyor ya "Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm" İşte tam da böyle bir şey.
Her ölümün ardından olduğu gibi geride kalanlar onu rüyalarında görüyor artık. Rabbim rüyalarımız hayra çıkarsın. Ben de rahmetli babaannemi rüyamda gördüm ve rüyanın etkisi hala üzerimde. Umarım bu etki beni bir saniye olsun boş bırakmaz. Rüyamda bana "Kızım buraya hergün binlerce genç geliyor. Buralar çok kalabalık ve buradaki en önemli şey namaz. Çevrendeki herkese namazın ne denli önemli olduğunu hatırlat her defasında. Sizler namaz kılmakdıkca ben burada çok acı çekiyorum" dedi...Elbette namaz biz Müslümanların normali. Ebedi yurdumuzda sorulacak ilk sual de namaz ama nedense bu gerçeği her defasında unutuyoruz. Babaannem rüyamda oralardan bir mesaj iletti adeta bana. Bir gerçeği rüya yolu ile tekrar tekrar hatırlattı bana. Her ne iş yapıyor olursak olalım, bırakalım ve namaz kılalım. Buradaki rahatlık geçici. Evet şuan tatlı geliyor burası. Dünyaya sırtımızı dönüp Rabbimize yönelmek zor gelebilir şuan. Bir yakınımız bize bir hediye verdiği zaman nasıl ki karşılığında biz de bir şeyler yapmak istiyoruz. İşte namaz da öyle olmalı. Bize tüm nimetleri veren Rabbimize şükrümüzü namaz ile eda edelim ve ebedi yurdumuza varınca rahat bir şekilde bu sınavımızı verelim. Tüm ebedi yurduna göçmüş ümmete bir Fatiha okuyalım hadi. Bir de ardımızdımızdan fatiha okunmadan önce namazlarımızı kılalım.
45 notes
·
View notes
Text
"Vefat eden gencimizle ilgili neden yazmıyorsunuz demişsiniz. Ne yazayım? Ne yazsam eksik kalacak. Giden gitmiş, gencecik bir yavrumuz yitmiş, çok acı. Çok üzücü. Gencin vefatı kadar üzücü olan bir diğer şeyse ölüm gibi acı bir olay üzerinden dahi ideolojik suçlamalar yapılabilmesi...
" Ailesi yurda göndermiş, zorla ibadet yaptırılıyormuş" cümleleriyle bir intiharın açıklanmaya çalışılması...
İntihar, derin psikolojik süreçleri olan bir durumdur. Altında tek bir sebep olamayacak kadar mühim araştırma gerektiren bir süreçtir. Zira yurtta kalan ve bundan bunalan (!) herkes intihar etmediği gibi, ailesini baskısı bulan her genç de bu fiile yönelmiyor. Mesele bu kadar basit değil. Psikolojik dayanıklılık ,rezilyans, impulsivite gibi pek çok kavram burada devreye giriyor. "Ölmüş gitmiş zaten ateistmiş" gibi bir cümle ne kadar zavallı ve acınası bir cümleyse"cemaat yurdunda kaldığı için intihar etmiş" demek ve intiharı buraya indirgemek de o derece acınası bir bakış açısıdır.
Bu acı olay bize ne öğretmeli derseniz şunları söylerim. Çocuklarımızın hayatı -biz beğensek de beğenmesek de- onların hayatıdır. Kendi yollarını seçecekler ve oradan yürüyecekler. Hatalar yapıp hatalarının sonuçlarını yaşayarak büyüyecekler. Onları hiç bir okul, bölüm,yaşam tarzı konusunda"zorlamayalım". Anlatalım, yaşayalım, yol gösterelim, sevdirelim kâfi. Gerisi onların tercihi, kabul etmeyi bilelim.
Evlatlarımızın psikolojik sağlamlığını artırmak için gayret edelim. Samimi ve yakın sosyal çevre,aile içi sağlam ilişki, spor, sanat, hobiler ve" Ben neden yaratıldım, şu hayatta ne yapmak istiyorum" sorularına verilen anlamlı cevaplar yavrularımızın psikolojik sağlamlığını artırır.
Psikolojik sağlamlığı artıran en önemli şey ise "inanç"tır. Yapılan pek çok bilimsel araştırma bir yaratıcıya inanmanın ve ibadet etmenin ruh sağlığına iyi geldiğini, gerek psikolojik gerek biyolojik hastalık ihtimalini azalttığını söyler. Yani gençler" dinden bunalıp" ölmeyi istemez. Bizi bunaltan olsa olsa hayatın amacını ve anlamını bulamamak, yaratıcımızla bağ kuramamaktır. Ve bir anne-babanın evladını korumak için yapabileceği en önemli şey onu kendini sonsuz rahmeti ve merhametiyle kuşatan Rabbi ile tanıştırmaktır."
Hatice Kübra Tongar
14 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 156. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 156: Aşılmaz Dağlar ve Bitmeyen Yollar, Dar Patikalar İse Kapatılmış
Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Hayır. Ölümlü diyar.”
Sahiden de ölümlü diyardı, çünkü resimde tasvir edilmiş sıkışık evler, yoğun ormanlar, kalabalıklar vardı; ancak, hepsi ateş ve akan lavlardan engin, sonsuz denizlere batmışlardı.
Evler ve ağaçlar tutuşmuştu, alevler insanların bedenlerini yakmıştı, çığlık atıyorlardı. Korkunç yüzler o kadar gerçekçi çizilmişti ki Xie Lian neredeyse onların çığlıklarını kulaklarında hissediyordu.
Resmin ortasında Ocak gibi sıcaklıkla parlayan, son derece korkunç canlı kırmızı renkte büyük bir dağ vardı. Alevler ve lav bu dağdan çıkıyordu.
“Bu resmin anlamı… yanardağ patlaması, Wu Yong Krallığının düşüşü mü?” Xie Lian kafa yordu.
“Evet. Ve hayır.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian’ın aklına bir fikir geldi. “Sahiden tümüyle doğru değil, çünkü bu… bir rüya.”
Resmin altındaki trajedi tasviri, Wu Yong Veliaht Prensinin rüyasını betimliyor olmalıydı.
Wu Yong’un Veliaht Prensi ve dört koruyucu tanrı altın bir haleyle çevrelenmişti, bunun anlamı çoktan yükseldiğiydi. Rüya ona işkence ederken tasvir edilmişti, bu nedenle rüya durumunun çizgileri ve renkleri ‘gerçeklik’ ile kıyaslanınca daha ‘boş’tu.
Bazı cennet mensupları muazzam ruhani güç taşırdı, yetenekleri anormal derecede etkileyici olurdu ve küçük alametler gördükleri zaman, rüyalarında geleceğe bakabilirlerdi. Bu yüzden de bunlara kehanet rüyaları denirdi. Ekselansları Veliaht Prensin bu rüyası gerçekleşmiş miydi? Wu Yong Krallığı böyle mi düşmüştü?
Bir an düşünen Xie Lian belirtti. “Birileri bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor olmalı. Bu duvar resmindeki hikaye diğerinin devamı olmalı. Bence ‘Ocak’a yaklaştıkça sorularımızın daha büyük bir kısmı cevaplanmış olacak.”
Tam bu sırada penceren dışarıyı izlemekte olan Ling Wen konuştu. “Millet, sormam gereken bir şey var. Siz bunu tuhaf bulmuyor musunuz?”
“Neyi?” Diye sordu Pei Ming.
“Doğru hatırladığımdan emin değilim ama şu iki dağ arası hep bu kadar yakın mıydı?”
Herkes pencereden dışarıya baktı. Sahiden de, öncesinde içeriye girdikleri zaman dışarıda dağlar arasında üç metre kadar boşluk vardı, ama şimdi, inanılmaz yaklaşmış hatta her an birleşecek gibi görünüyorlardı. Xie Lian tam dışarıya çıkıp kontrol edecekti ki bir dizi tuhaf tıkırtı, gıcırtı sesleri duydu, toprak ve ağaçların, taş ve duvarların sıkıştırılmasının rahatsız edici sesi gibiydi.
Şimdi hepsi hissedebiliyorlardı. “Neler oluyor?”
Ayaklarının altındaki toprak sallanıyordu, başlarının üzerindeki tavan da öyle, bir parça, iki parça, pek çok moloz parçası ve toz aşağıya düştü. “Deprem mi oluyor?” Pei Ming merak etti.
Tam kelimeler dudaklarından döküldüğü sırada, duvarlar basınç nedeniyle çoktan şok edici ‘çatlaklar’a bölünmüştü. “Deprem değil bu!” Xie Lian haykırdı. “Bu…”
İki dağ sırası ortalarında durmakta olan Wu Yong tapınağını iki yandan eziyorlardı!
Açıklayacak zaman yoktu. Bağırdı. “KAÇIN!”
Onlara söylemesine gerek kalmadan Pei Ming çoktan bir duvarı tekmelemiş ve onlara çıkış yolu açmıştı. Hep birlikte duvardan geçtiler ve çıktılar, koşuyorlardı. Ancak, mekan çok uzun ve derin olduğu için hala Wu Yong tapınağının içindeydiler ve büyük salon dışında, çok fazla sayıda yan odalar, küçük odalar, tütsü odaları, antrenman alanları ve benzerleri vardı. Bu nedenle koşmaya ve duvarları yıkmaya, kapıları tekmelemeye devam ettiler. Böyle zamanlarda sahiden savaş tanrılarının her zamanki yöntemleri çok faydalı oluyordu. Ancak daha sadece iki yan odayı geçmişlerdi ki, neredeyse bir adam boyutundaki devasa bir kaya parçası çatıdan düşerek Xie Lian’ın hemen ayağının dibine indi.
Her iki taraftaki dağların üzerinden büyük kayalar düşüyordu!
Göklerden daha da fazla taş yağmaya devam ederken çıkan gümbürtülerin ardı arkası kesilmiyordu. Su fıçıları gibi büyük olanları, yumruk kadar küçük olanları vardı ve hepsi çok yükseklerden düştüğü için güçleri inanılmazdı. Neyse ki üstlerinde onları yavaşlatan çatı katmanı vardı ve hepsi fiziksel anlamda dikkate değer kişilerdi, zamanında kaçınmayı başarıyorlardı. Sadece Hua Cheng çok rahat görünüyordu; Xie Lian koşup kaçınmaya çalışırken, aniden Hua Cheng’in ona seslendiğini duydu. “Gege, buraya gelmek ister misin?”
Görmek için başını çevirdi. Hua Cheng hemen arkasındaydı, adımları uçuyormuşçasına istikrarlıydı, elinde tuttuğu, kim bilir nereden çıkarttığı kırmızı bir şemsiye vardı ve o şemsiyenin altında ışıldayarak gülümsüyordu. Düşen kayalar büyük bir gürültüyle şemsiyeye çarpıyordu ama Hua Cheng tek eliyle bir parça bile tökezlemeden onu tutmaya devam ediyordu!
Xie Lian hemen şemsiyesinin altına saklandı. “Oof, çok yakındı. Harikasın San Lang.”
Hua Cheng gülümsedi ve düşünceli davranarak şemsiyeyi daha çok onun tarafına çekti. “Yaklaş.”
Her ne kadar son derece yanlış bir zaman olsa da, Xie Lian yine de kalbinin hızla atmaya başladığını hissetti. “Tutmaktan yoruldun mu? Ben biraz senin yerine tutayım…”
Diğerleri hızla kaçıyor ve kayalardan kaçınıyor, delirmişçesine koşuyorlardı ve diğer ikisinin nasıl mutlu mesut göründüğünü fark edince dayanamayarak bağırdılar. “Hey! Hiçte adil değil!”
“Hua Chengzhu, fazladan şemsiyen var mı acaba??”
“Ben de şemsiyenin altına gelebilir miyim??”
Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Hayır. Ve hayır.”
Diğerlerinin itirazları karşısında Xie Lian biraz utandı ve mırıldandı. “Ah, bu dağ cidden tuhaf!” Ve tam konuşurken sıvışacaktı ki, Hua Cheng göze çarpmayacak bir şekilde onu durdurdu ve sakince açıklama yaptı. “Gege haklı, dağlar cidden tuhaf. Ruh gibiler. Tong Lu Dağında üç büyük dağ var ve isimleri ‘Yaşlılık’, ‘Hastalık’ ve ‘Ölüm’. Her ne kadar diğer dağlardan bir farkları olmasa da, onlar Tong Lu Dağı alanı içerisinde serbestçe hareket edebiliyorlar, bu yüzden, bazıları onları Tong Lu Dağının sınırları olarak alır.”
Kayalar vahşice düştü, ama şemsiyenin altında barış ve ahenk hakimdi. Xie Lian cevapladı. “Anladım! O zaman öncesinde Rong Guang Hayatı Hızla Söndüren Kılıç İblisi kılığındayken önümüzü kapatan dağ, üç dağ ruhundan birisi miydi?”
Ling Wen, Pei Su’nun sırtında bir aşağı bir yukarı zıplıyordu ama gayretle konuşmaya katılmaya çalıştı. “Bu Wu Yong kutsal tapınağının ‘vadi’nin ortasına tuhaf bir şekilde inşa edilmesine şaşmamalı. Muhtemelen orijinal lokalizasyonu bu kadar ilginç değildi ve o iki dağ ruhu saldırmaya geldiler!”
“Ama ‘Doğum’, ‘Yaşlılık’, ‘Hastalık’, ‘Ölüm’ bir bütündür.” Dedi Xie Lian. “Diğer üçü burada, ‘Doğum’ nerede?” *ÇN: Doğum, Yaşlılık, Hastalık ve Ölüm, Budizm’de dört acı çekme sebebidir-miş.
“Ne yazık ki, ‘Doğum’ yok. En azından ben daha önce görmedim.” Dedi Hua Cheng.
“Yani burada yaşama şansı yok öyle mi? Çok acı!” Dedi Xie Lian.
Hemen ardından Ban Yue haykırdı. “Dağlar yaklaşıyor!”
Vadiye ilk girdikleri zaman, dağ patikası birkaç kilometre genişliğindeydi, onlar ilerledikçe daralmıştı. Wu Yong tapınağının kapılarına ulaştıklarında genişlik otuz metreden daha fazla değildi. Ve şimdi, iki dağ arasındaki boşluk ancak on metre kadardı, bina ve duvarlar basınç nedeniyle tümden çatlamış ve eğiliyordu. Wu Yong tapınağının kirişleri taş ve diğer tür sert yapı malzemelerinden yapıldığı için, aynı anda iki yandan ittirmekte olan iki dağ arasında sıkışıp kalmıştı. Ancak, daha fazla direnemeyebilirdi ve Pei Ming bağırdı. “Ne ilerleyebiliyoruz ne geriye gidebiliyoruz, çatıyı açıp yukarıya gidelim! Bu kaya yağmuru hiçbir şey, parçalayın gitsin!”
Ancak Xie Lian haykırdı. “Olmaz! Şu anda ikisi arasında tapınak duruyor, eğer yukarıya çıkarsak ve dağlar bir hamle falan yaparsa? Ölümüne sıkışırız!”
Konuşmaları esnasında her iki tarafta daha da yaklaşmaya başlamıştı, yerler gümbürdüyor, titriyorken aradaki boşluk altı metreye kadar inmişti. Bu şartlar altındayken, Ling Wen hala hareket edemiyordu ve haykırdı. “BİRİSİ DAHA ÇABUK BİR ÇÖZÜM ÜRETEBİLİR Mİ ACABA??? ÖLÜMÜNE SIKIŞTIRILMAK İSTEMİYORUM, TEŞEKKÜR EDERİM!”
Alevler sırtlarını yakıyordu, ama fikirler o kadar hızlı gelmeyecekti. Alanları küçülmeye devam etti, sadece bir insan boyuna dek ulaştı, Pei Ming aniden bir nara attı ve yan bir şekilde zıpladı. Sol taraftaki dağı kolları, sağ taraftakini bacakları itiyordu, tüm bedeni bir ‘çivi’ye dönmüştü, iki büyük dağın arasında takoz görevi görüyordu. “ÖLÜMÜNE EZİLECEK OLSAM BİLE O İKİ BOKTAN ŞEY BUNU YAPAMAYACAK. ŞİMDİLİK ONLARI TUTARIM, ACELE EDİN VE BİR YOL BULUN!” *ÇN: Ne ara yangın çıktı? Yoksa mecaz anlamda mı kullanılmış? Hiçbir fikrim yok. Belki ‘acele edilmesi gereken durum’ anlamında kullanılmış? Belki de bina yıkılırken yangın çıkmış?
“…”
Herkes yaptığı bu hareketle şaşkına dönmüştü ve hatta Ling Wen büyük bir gayretle onu tebrik etti. “Yaşlı Pei, adam gibi adam!”
Pei Ming dişlerini sıktı. “NE DEMEK!”
Savaş tanrılarının gücünü açıklamaya gerek yok; iki dağ hala ortaya doğru yaklaşmaya çalışıyordu ama görünüşe göre Pei Ming tarafından güçle durdurulmuş ve çıkmaza düşmüşlerdi. Ancak bu Pei Ming’in sahip olduğu tüm ruhani güçleri harcaması demekti ve çok uzun süre dayanamayacaktı. Xie Lian kaçmak için hızla bir yol bulmaya çalışırken, iki dağ gittikçe üstünlüğü ele geçirmeye başlamıştı, Pei Ming’i dizlerini bükmek zorunda bırakmışlardı.
İşlerin iyiye gitmediğini görünce Pei Su haykırdı. “GEN, ERAL, BEN, YARDIMA, GELİ, YORUM!” Omzundaki Ling Wen’i Ban Yue’ye attı ve insandan takozluğa o da katıldı. Ancak şu anda bir ölümlüydü, nasıl ruhani güçlerini kullanabilirdi? Ling Wen’in üzerindeki Brokarlı Ölümsüz faydalı olabilirdi, ama risk çok büyüktü ve onu serbest bırakmak yangına körükle gitmek olurdu, çakal sürüsünün ininde zehirli bir yılana basmak gibi. Bu nedenle Ban Yue Ling Wen’i yere bıraktı ve konuştu. “Ben de…”
Ancak sonuçta küçük bir kızın bedenine sahipti, uzuvları iki erişkin adamın uzunluğuna yaklaşamazdı bile, duvarların arasında durmak için çok kısaydı, bu nedenle avuçlarını Pei Su’nun sırtına yerleştirerek ona ruhani güçlerini gönderdi. İkisinin birleşen güçleri patladı, ikisinin de yüzleri kızarmış ve damaları belirginleşmişti.
Hua Cheng’e gelince, ki gruptaki şu anda en güçlü kişi oydu, elindeki kırmızı şemsiyeyi çevirerek onları izliyordu sadece, bir parça bile endişeli değildi. Aniden Xie Lian kendi avucuna bir yumruk attı ve ağladı. “BULDUM! BULDUM! BULDUM! BULDUM!”
Aklına bir fikir gelmişti. Xie Lian konuştu. “İleriye, geriye veya yukarıya gidemeyeceğiz madem, o zaman aşağıya gidelim! Şimdilik bir çukur kazıp saklanalım!”
Ling Wen hemen anlamıştı. “İyi fikir! Hemen şimdi başlar mısın lütfen!”
Pei Ming dişlerini sıkarak konuştu. “O ZAMAN… LÜTFEN… ACELE… EDİN!!!”
“Tamamtamamtamam.” Xie Lian delirmişçesine bir çukur açmak için Fang Xin’i yere saplarken cevap verdi, kum ve toprak her yere uçuyordu. Hemen yanında Hua Cheng onun üzerine şemsiyeyi tutmuştu ve sadece yardım etmemekle kalmadığı yetmiyormuş gibi bir de onu şımartıyordu. “Gege, artık kazma. Oturup dinlen.”
Artık hepsinin sabrı tükenmişti, bir ağızdan haykırdılar. “HUA CHENGZHU!!!”
“Hm? Bana mı seslendiniz?” Dedi Hua Cheng.
Ling Wen yığıldığı yerden konuştu. “Hua Chengzhu, hem sen hem de Ekselansları da burada bizimle birlikte, eğer aklında bir fikir veya bir numara varsa neden paylaşmıyorsun? Sonuçta hiçbirimiz taşların arasında sıkışmak istemiyoruz.” Ve hiç kimsenin söylemeye cüret edemediği cümle: Eğer aklına bir şey gelmediyse, lütfen gidip sen de insandan takoz olur musun?
Her ne kadar Xie Lian gergin olsa da, yine de içgüdüsel olarak Hua Cheng’e güveniyordu, bu nedenle çukuru kazmaya ara vermeden sordu. “San Lang, aklında bir şey mi var?”
Hua Cheng kıkırdadı. “Sadece beklesen yeter gege, hiçbir şey yapmana gerek yok, biraz sonra hepsi geçecek.”
Alevler artık yanlarına dek ulaşmıştı ve her ne kadar hepsi onun bir planı olduğunu fark etmiş olsa da, yine de ateşin sıcaklığını hissetmeden edemiyorlardı. Ling Wen tam tekrar söze girecekti ki, aniden Xie Lian konuştu. “Bu ses ne?”
Düşen kayaların gürültüleri arasında hızla yaklaşan başka bir tuhaf ses vardı. GIRK GIRK! GIRK GIRK GIRK GIRK! Hızlıydı, gittikçe yaklaşıyordu. Xie Lian’a sanki daha önce bir yerde duymuş gibi tanıdık geliyordu ve delirmişçesine kazmaya ara verdi. “Bu… YOKSA?!”
Tam konuştuğu kelimesini sonlandırdığı sırada, ayağının hemen yanında bir delik açıldı, iki insanın sığabileceği kadar geniş bir kara delik belirmişti. Deliğin içinden bir kürek yükseldi, parlak beyaz bir ışık yansıtıyordu.
Toprak Ustasının kutsal küreği!
Kürek kendini gösterdi ama hızla tekrar deliğe gömüldü. Hua Cheng konuştu. “Biraz geç kaldı, ama en azından yetişti. Hadi gidelim.”
Tek kelime etmeden Xie Lian Ling Wen’i yakaladı ve aşağıya attı, ardından Ban Yue ve Pei Su ve son olarak Pei Ming. Ortadaki ‘çivi’ takoz kalkınca, iki dağ da hızını artırdı ve gıcırtı, titreşim sesleri arasında, Hua Cheng kolunu Xie Lian’ın beline sardı ve onu sıkıca tuttu. “Acele edelim!” Ardından onu tutmaya devam ederek yeraltı yoluna atladı. Xie Lian sadece karanlığa gömülüyormuş gibi hissetti ve kısa bir süre sonra yukarıda yeri göğü inleten bir gürültü koptu.
İki büyük dağ en sonunda, tümüyle birleşmişti!
Eğer şu anda hala yukarıda olsaydılar et yığınlarına dönüşürlerdi. Herkes bir parça sakinleştikten sonra karanlıkta iki küçük ateş topu yanmıştı. Xie Lian şu anda bulundukları yeraltı patikasında etrafına baktı, ne geniş ne dardı, derli topluydu, Toprak Ustasının kutsal küreğiyle kazılmış bir patika da ancak böyle olabilirdi. Diğer atlayan herkes yere serilmişti, ofluyorlardı. Hua Cheng belini bıraktı ve Xie Lian da farkında olmadan onun omzuna attığı elini indirdi, küreği tutan siyah giysili adamı izliyordu.
Siyah cübbeli adam da zor nefes alıyordu, küreğine yaslanmış, alnındaki terleri silmekteydi. Xie Lian birkaç adım daha attı, yakından inceledi. Bu kişi düzenli ve tertipli genç bir adama benziyordu, dikkate değer bir şekilde yakışıklıydı ama en fazla yediydi. Sadece çok karakteristik bir özelliği yokmuş gibi görünüyordu. Normalde varlığı oldukça belli belirsiz olan birisi olduğuna hiç şüphe yoktu.
Xie Lian ona yaklaştı ve siyah cübbeli adam başını kaldırdı. “Ekselansları…”
Ama o daha bitiremeden Xie Lian çoktan bileğini yakalamıştı. “Rüzgar Ustası nerede?”
Siyah cübbeli adam şaşırmıştı. “Ne? Ben… Bunu bilmiyorum.”
Xie Lian derin bir nefes aldı ve ciddi bir sesle konuştu. “Lordum Kara Su, neden rol yapıyorsun? İntikamın beni hiç ilgilendirmez, ama Rüzgar Ustası senin arkadaşındı ve asla hiçbir günah veya suça dahil olmadı, bu yüzden umuyorum ki…”
Tam bu sırada Ling Wen araya girdi. “Kara Su mu? Ekselansları, neden onun Kara Su olduğunu düşünüyorsun? Yüzleri çok farklı.”
Xie Lian arkasına baktı ve tereddütle cevapladı. “Çünkü Toprak Ustasının kutsal küreğini tutuyor. Ayrıca hepimiz iyi bir kılık değiştirmenin özünü bilmez miyiz? Yüzü sıkıcı derecede sade, kalabalıkta hiç dikkat çekmez, sahte olmalı.”
Kılık değiştirmenin inceliklerini öncesinde tartışmışlardı ve önlerindeki siyahlara bürünmüş adam mükemmel bir şekilde kusursuz sahte yüzün ana kriterini taşıyordu: sıkıcı derecede sade.
Eğer birisi iki saat boyunca bu yüze baksa bile, akşam uyuyup uyandıktan sonra, ertesi gün tümüyle yüzünü unuturdu, bu yüzden de bunun şekillendirilmiş bir sahte yüz olduğuna hiç şüphe olmamalıydı?
“…”
Ancak bir an sonra siyah cübbeli genç konuştu. “Özür dilerim Ekselansları, ama ben… ben sahiden böyle gözüküyorum.”
“…”
Hua Cheng de geldi ve hafifçe boğazını temizledi. “Gege, bu kişi, sahiden Kara Su değil.”
“…”
???
“Bu onun gerçek yüzü.” Dedi Hua Cheng.
Yani, bu gerçek, doğal olarak meydana gelmiş sıkıcı bir yüzdü!
Xie Lian avucunu alnına vurdu ve bir an sonra ellerini tümden dua eder gibi önünde birleştirdi, özür dilemek üzere eğilmişti de. “…Özür dilerim.”
Sahiden oldukça duygusuz bir şekilde düşünmüştü. Gidip bir insanın yüzüne sıkıcı derecede sade olduğunu, hiç dikkat çekmediğini söylemişti. Yapacak bir şey yoktu, bu yüz sahiden de mükemmel kılık değiştirmenin muhteşem bir modeliydi!
Siyah giysili adam da durum yüzünden tuhaf hissediyordu ve ellerini salladı. “Merak etme, önemli değil, çoktan alıştım…”
Ardından Ling Wen konuştu. “Ekselansları Yin Yu, neyse ki geldiniz.”
Çevirmen: Nynaeve
148 notes
·
View notes
Text
Buraya önemi olmayan bi anımı anlatıyım (samsung notlar)
Facebooku bırakmaya yakın zamanlarda son gruplardayım bizim dönemin. İrtibatımın sağlam olmadığı ama sevdiğim bi kız vardı. Yakın arkadaşım gibi olsun isterdim yalan yok. (Hala ara sıra konuşuruz) Neyse bi gün beni bi gruba ekledi daha doğrusu grubun sohbetine. Her cinsten insan şekli var şekil a şekil b diye gösterilir yani. Çeşit o kadar çok. Neyse 2 kişi grupta adı geçenlerdendi. Bi iyiler bi kötüler insanlara. Grubun sayfasında bana bulaştılar. Admin gibi birisi vardı bende yazdım ona böyle böyle diye. Tabi o zaman için, sesi çıkmayan bi insana ses olmuştu benim için. Nereden bilecektim hayatımda bi konumu olup olmayacağını. Konuyu dağıtmayayım, halletti çocukları, işte bi sıkıntın falan olursa yaz bana diye konuşmaya başladık. Konuşalı 2-3 gün oluyo facebook benim sallantıda o sıra. Yardım etti diye bende numaramı verdim. Ne büyük aptallık da diyemiyorum iyi ki yapmışım da. Aradı beni wpden dedi ben intihar edicem seni daha tanımıyorum senin için bi önemi olmaz unutur gidersin dedi. O zaman niye aradın diye sormak aklıma bile gelmedi büyük bi şok yaşamıştım. (Sorduysam bile ne dedi bilemiyorum) Zaten daha sonra da hiç konusu açılmadı. Abisi gelene kadar oyaladım onu bi şekilde gerçekleşmedi söylediği. Birisinin ölmesini beklemek benim için de bi ölüm olurdu vicdan azabı çekerdim o zamanlar çok farklı birisiydim ben. Neyse bi şekilde biz böyle konuşmaya devam ettik. Sevgiye aç bir aptal olduğum için kendimi onunla güvende hissettim oysa bi hayatı bir anda hiçe sayabilecek potansiyelde birisi bu. Ne komik değil mi ama dedim ya aptalım işte görmüyorum ki göremiyorum yani. Neyse annem ve ablamdan dolayı ilişkimize ara verelim dedim ama ayrılmak olarak değil. Bi süre wpden konuşmayalım dedim facebooktan da engellicem ara ara gelirim gibisinden. Çocuğu sevmiyorum o zamanlar ama kendisine bişey yapıcak korkusu vardı içimde ve konuşması da iyi birisiydi bişeyle kendisine bağlıyodu sanki. Aslında bi aklım engelle açma engeli unutur gider nasıl olsa falan diyordu. Yani mantığın olmadığı sadece o duyguların yer aldığı bi ilişkiye dönüştü bu. Sanki onu hayatta tutabilirmişim gibi hissediyodum galiba ölmeden önce beni aradığından dolayı. Tam da ne düşünüp ne hissettiğimi hatırlayamıyorum. Böyle böyle ilerledi bu ilişki. Bu arada o sevdiğim kız dediğim kişiyle bu konuştuğum çocuk bff gibi baya yakın arkadaşlarmış engeli açıp yazdıkça konuştukça öğreniyodum. Benimle sevgili gibi konuşuyodu ben utanıp hiçbir şey söyleyemiyodum. Sonra bana sosyopat olduğunu söylüyodu ama sosyopat oluşu bizi etkilemiyomuş gibi davranıyodu. Bende inanıyodum birlikte hallederiz aşarız diyodum. Öyle sanıyomuşum yani, çünkü aptalım. Neyse beni sevmediğini anladım aptal da olsam sonunda jeton düştü yani. Ama beni bırakmıyodu da, onu bırakmama izin vermiyodu. Her şey o zaman başladı işte..
Beni tehdit etmeye başlamıştı, zaten sürekli yalan söylüyodu, sürekli aldatıyodu, aldattığında utanmadan bide gülüyodu dalga geçiyodu. Resmen beni parmağında oynatmaya başlamıştı. Sürekli vicdan azabı çektiriyodu bana. Arkamı dönmesini görmezden gelmesini çekip gitmesini hiç bilemedim. Yapamadım, yapamazdım. Yapmama izin vermiyodu çünkü. Bitirmek istediğimde bi anda ortadan kayboluyodu, ne kadar arkadaşını biliyosam hepsine ulaşmaya çalışıyodum, çok korkuyodum ya kendisine bişey yaptıysa diye oturup haberlere bakıyodum. Umrunda oluyo mudu sanki hiç ? Saatler geçiyodu böyle kafasına esince geliyodu. Babasız büyümüştü kendi vücuduyla yüzüyle barışık birisi değildi. Pis işleri vardı zaten içiyodu da sürekli. Kendini sanala vermişti. Merhametimden vicdanımdan sürekli yararlanırdı. Kullanma derdim yapma bunu bana yine de ne ifade edicekti onun için. Böyle böyle bir iki kez zor da olsa bırakmayı başardım. Daha doğrusu başaramadım yani öyle olduğunu sandım. Sürekli adam gönderiyodu ona dönmekten başka çarem kalmıyodu.
Bi gün bana iğrenç bi oyun oynamıştı. İnanmak istemeyip içeri döndüğümde yüzümün kireç gibi olduğunu söylediler. Belli etmemeye çalışıyodum ama ellerim titriyodu bakışlarım farklıydı. Eve geldik. Yatakta düşündükçe deliricektim. Annesini korkunca yanına çağıran küçük çocuklar gibi olmuştum o an. Kocaman kız onca zaman sonra anne-kız bağlantısı olmayan annesini uyandırıp yanıma çağırmıştım. Saatlerce ağladım saatlerce. Annemden su istedim. Bi anda kalktım ayağa cam açıktı. Kurtulmak için son adımlarımı atmak istedim. Kalktım ayağa ve ilk iki adımı attım. Annem gelince cama son kez bakıp yatağıma döndüm. Sabaha kadar ağladım. Uyandığımda kahvaltı yapmadım, bi kaç saat sonra konuşmalarımıza girdim ve oyun oynadığını anladım. Annemi çağırmadan önce son kez baksaydım o telefona hiç haberi bile olmıycaktı oysa. Çok pişman oldum. O gece ölüm bana kurtuluştu canımdan bezmiştim daha o yaşta. Artık yaşamak istemiyodum o baskıya daha fazla dayanamıyodum nefes alamıyodum artık. İlk o zaman ayrılmıştım. Ayrıldıktan sonra da hiç unutmadım onu unutamadım. Hayatımda belirli bir izi var. Hapishanedeki bir koğuşu düşünün duvarında bir yazı. O koğuştaki herkes o yazıyı yazanın niye yazdığını bilir içi burkulur ya hani. Bendeki o izi de en yakın arkadaşım bilirdi adını söylediğimde anlar içinde bi burkuntu oluverirdi hissederdim, öyleydi. Daha sonra o bahsettiğim adam gönderme mevzusu olunca yine barıştık kısa sürdü bu sefer. Telefonda bana başka bi kız ismiyle seslenmişti kuzeninin adı olduğunu söyledi ama ben zaten unutmak için bahane arıyodum. Bana zorla sahip olmak istiyodu. Onu seveyimden çok ona bağlı kalayım istiyodu. Fırsat vermiyodu bana. Beni kendine tutsak gibi hissettiriyodu. Onun olmak zorundaymışım gibi. Ayrıldım sonunda. Bu şekilde biz 3-4 belki daha fazla kez ayrılıp barıştık. Tabi ondan çok uzun bi zaman korktum birlikte olduğumuz zaman da ayrı olduğumuz zamanda da. Hatta birlikteyken beni tehdit etmesi o kadar çok korkutuyodu ki artık rüyamda görüyodum. Kabusum gibiydi. Dedim ya hani ilgiye açtım diye. O kadar çok şey yaşadım o kadar çok kez kandırıldım yarı yolda bırakıldım ve görmezden gelindim hiçe sayıldım ki hiç birşey göremedim çok az bi sevgi istedim çok az. Annem gerekmedikçe konuşmazdı ablam bana kardeşlik değil de kalleşlik yapardı, nefrey ederdi benden. Babam çok katı sert bi insandı. Belki sarılır öperdi ama açtığı yara dikişlikse sarılıp öpmesi yarabandı gibiydi. Çok suçlanan biriydim, dışlanan, hor görülen. Çevremde de hiç böyle biri yoktu. Ama yine de kıskanmazdım. İlgi sevgi manyağı biri hiç olmadım. O zaten insanları gayet rahat kandırabilecek inandırabilecek birisiydi. Belki ben saftım kandım ama o en uyanık olanı bile uyuturdu. Şimdi o yaralar acıdan çok ağrıyo. Tıpki acıyan yerin zamanla alışılması gibi acısı gitti ama dokundukça ağrısını alıyorum. Çok olgunlaştım onunla büyüdüm birazda. Yine de ona kızgın değilim. Ona hala bağlanabilirim diye çok korkuyorum. Onca yaşattığı şeye rağmen. İçinizden aptal diyosunuz belki ama, söyle düşünün yüksekten korkuyosunuz diyelim oradan indiğinizde o korku sizle biraz daha devam eder. Ve siz tekrar yükseğe çıkarsanız o korku yine de eskimez yine korkarsınız. Bendeki de böyle. Aradan seneler geçti belki o beni unuttu belki öldü belki de normalleşti ve iyi bir hayat yaşıyor şu anda bilmiyorum ama onu her anımsamam da o yaşıma o günlere geri dönerim. O acıları tekrar yaşsrım ve acı bi şekilde tekrar kapatırım. Aptalım. Ona ulaşmayı çok denedim. Kendisine bişey yapmasından, benim yüzümden bişey yapmasından hala çok korkuyorum. Yapıp yapmadığını bilmek bile korkutuyor beni. İnşallah ölmemiştir ve çok güzel bir hayatı vardır. Keşke düzelicem deyip beni elde etmek yerine gerçekten düzelseydi de çektiğim vicdan azabının böylece mantıklı bi açıklaması olsaydı. Başlarda dedim ya çok değiştim ben diye. En azından ona karşı hiç değişmemiş oluşumu biliyorum. Her hatırladığımda değiştim derim son anlarımızı düşündükçe değişmediğimi bilirim. İçimde bi yük gibi, içimde bi boşluk. Düşündükçe yara gibi hatırladıkça sarhoşluk (:
9 notes
·
View notes
Text
Titriyorum iliklerime kadar. Ama üşüdüğümden değil. Bedenim kusuyor bazı şeyleri, kaldıramadıklarını, kendine yediremediğini. Ağlamıyorum ilk defa beni bu denli üzen şey için. Sanki biliyordum bu anın geleceğini. Sanki hazırlamıştım kendimi önceden. Kalbim çarpıyor adeta dışarı fırlarmışcasına. Dur demeyeceğim bu sefer. İzin vereceğim kin ve nefret kusmasına belki rahatlarım umuduyla. Nefret ettim bir günden daha. Unutur muyum bu günü hiç sanmıyorum.
30 Eylül 23.51..
#bana ait#acıtıyor#acılarım#kalp acısı#acı#anılar#kendime yalan söyledim#ağır sözler#sevgi#keşfet#seni unutmaya ömrüm yeter mi?#bu kalp seni unutur mu#her şey buraya kadar ölüm çok yakın..#ölmüş hisler ve geriye kalan bir mezar#yaşarken ölmek#ölümle yaşam arasında#kitaplar#sözler#şiir#müzikler#aşk#3391kilometre#3391km#egeninincisi#egeninizmiri#evimi özledim#eksiklik
12 notes
·
View notes
Photo
Kitaplarım hakkında gelen bazı yorumlar şu şekilde: “Açık fikrim şu yönde bence senin çok ciddi psikolojik sorunların var ve en kısa sürede tedavi edilmeli. Düşünceye her zaman saygı durmama rağmen bu denli afişte edilmesi takdir edilesi değil kusura bakma ama ne yazık ki bu kitap toplum gençlerimizin nereye doğru gittiğinin kanıtıdır. Aklı fikri bel altında olan ve dinsiz bir genç toplum ne yazık ki. Böyle bir kitabı yazacak olgunluğa ulaştıysan en kötü eleştiriyi de değerlendirip, tartıp, düşünecek olgunluğa da ulaşmışsındır.Düşünen insanlara saygı duyarım ama senin yaptığın sadece düşünmek değil, senin yaptığın düşüncenin ötesinde olan bir şey ve yaşadıklarını düşüncelerin ile sınıflandırman -hele ki bu kadar aykırı sınıflandırman korkunç bir şey. Bazı şeyleri güzel açığa vurmuşsun, toplumu çok güzel kaleme almışsın ve bunun haricinde dönen olaylardan çıkardığın sonuçları da çok güzel anlatmışsın. Bu açıdan seni tebrik ederim. Ama dediğim gibi, bir an önce psikolojik tedavi alman sana daha iyi gelecektir. Kitabın boğuyor.” “Yaşından yola çıkacağım. Aklıma takılan soru şu; Bu yaşta nasıl bu kadar yoğun kitap yazabildin? Aklıma takılan en büyük soru da şu; Bu yaşta bu üsluba nasıl ulaştın? Nasıl yaptın bunu bilmiyorum ama kötü yapmışsın. Yine de şunu belirtmekten çekinmeyeceğim; ilk roman kitabın olmasına rağmen bu yaşta bu kadar iyi yazman tebrik edilecek bir durum ve bu kadarını beklemiyordum. İnsanları intihara sürükleyecek bir kitap diyebilirim… Ölümü o kadar çok güzel anlatmışsın ki bir an kendimi dördüncü kattan aşağıya atasım geldi fakat bu isteğim diğer cümleyi okuduktan sonra bitti. Harika bir üslup ile harika bir kitap yazmışsın genç! Devamını bekliyoruz…” “Kitabı cuma günü öğleye doğru bitirdim. Daha sonra arkadaşıma verdim okuması için hatta onda hala kitap. Benim için çok güzeldi. Hayata sürekli aynı pencereden bakmak yerine farklı bir yerden bakmayı gördüm diyebilirim kitabında. Yada aynı pencereden baksam dahi farklı şeyler görebilmeyi. İnsanların beklediğimiz şeyler yapabileceğini, yada beklemediğimiz insanların çok şeyler yapabileceğini. Ön yargıların insanları tanımaya engel olduğunu ve onların kişiliklerini yeterince anlamayıp kendi doğrularına göre yargılamanın , onları kendi düşüncelerimize göre kalıba sokmanın yanlış olduğunu gördüm. Arkadaşıma göreyse. hikayelerde bir konu bütünlüğü olsaydı ve olay örgüsü takip etseydi daha güzel şeyler ortaya çıkabilirmiş. Hatta senin çok güzel öyküler yazacağını düşünüyor. Sana selamlarını iletmemi istedi. Bir arkadaşımda kitap özeti ödevi için senin kitabını seçti. Kitabın bana da çevreme de iyi şeyler kattı. Teşekkürler Timur ,devamını bekliyoruz. Bunları göremeyen insanların seni vazgeçirmelerine izin verme ve biliyorum sen vazgeçmezsin.”
“Tanrı’m… Hiç intihar etmeyi düşündün mü?” diye soracak kadar aciz ve bir yandan bir o kadar da tutkulu, öfkeli, gezgin ve serseri. Kitabın inanılmaz bir şekilde akıcı ve su gibi yuttum. Ancak şunu belirtmeliyim ki sen tam anlamıyla bir delisin. Kliniğe yatırılman şart. İlerleyen zamanlarda sadece yazarak topluma inanılmaz derecede zarar vereceğini düşünüyorum. Kitaplarının yasaklanmasını da olumlu buluyorum. Hayır, bunu kendi açımdan söylemiyorum. Bende kitabın olağanüstü bir yerde. Sadece bu ülke bu kitabı kaldıracak seviyede değil. Kitap yazarak insanları delirtmekten başka bir işe yaramazsın kanımca.“
"Öncelikle tebrik ederim. Eh, aslına bakarsan ben de bazı cümlelerin yüzünden biraz rahatsız oldum, açıkça söylemek gerekirse. Dini açıdan değil, hayır, yahut toplumsal açıdan da değil; sırf kitabının kapağıyla toplum eleştirisi yapmayı uygun bulmuyorum. Ancak, yaşam hakkında böyle düşüncelere sahip olman (ve elbette, ölüm hakkında), bu tarz düşüncelere zamanında sahip olmuş biri olarak bende "eski ben"i hatırlatan kötü bir etki bıraktığını itiraf ediyorum. Bu yorumu yazmamda dahi hafif bir tereddüte düşürmedi değil. Yine de, düşünceler değişir. Sadece, düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanmamalısın; zira kimsenin düşüncesi tüm gerçekliği kavrayacak kadar düzgün değildir. Düşünmeye devam ettikçe -ki eğer bu şeyleri düşünebiliyorsan, zekanın belli bir seviyede olduğunu kabul ediyorum- yeni şeyleri fark edecek ve bazı fikirlerden kurtulacaksın. Dilerim ki dediğin gibi bağnaz bir kişiliğe -ve kibirli bir kişiliğe- sahip değilsindir. Tüm bunlara rağmen, seni tekrar tebrik ediyorum: Kendi düşüncelerini toplayarak bir kitap haline getirmek ve bunu yayınlatacak cesarete sahip olmak herkesin harcı değildir. Muhtemelen ben böyle bir eser yazsam, bir yayınevine gönderemezdim; en sonunda da raflarımın birinde çürürdü. Yeni kitaplarını da görmek dileğiyle.”
“Yeraltı edebiyatının Türk yazarlarından biri gibi gözüküyorsun.Hayatının kimsede bulunmayan bir bunalımla geçtiğini mi düşünüyorsun? Kadınlar, tanrı, ölüm. Kadınlar hariç diğer ikisine, ne kadar bakmıyorum desende, romantik bir şekilde bakıyorsun. Bilir misin bilmem. Filmlerde karakterler ve tipler vardır. Karakterlerin filmde kendine has özellikleri vardır. Tipler her olağan filmde bulunur ve özellikleri hep aynıdır. Benim etrafımı izlenimim ve konuştuğum kişileri varsayarsak sen tip kategorisine giriyorsun. Hayat romantik eylemlerden epey uzakta kalıyor. Daha yazacağım çok şey var ancak elbet başından savacak bir şey bulacaksın.” “Tüm detaylar üstünde az da olsa yorum yapmak istiyorum. Dedikleri gibi kitap yeraltı edebiyatına kayıyor biraz. Kitabın içeriğinden dolayı bir hayli eleştiri almışsın. Bunlar gayet normal. Nasıl üçüncü sınıf aşk hikayeleri benim midemi bulandırıyorsa senin yazdıkların da başkalarının midesini bulandırabilir. Ama yazdıkları otobiyografi şeklinde olsa da insanları yargılamamak gerektiğini düşünüyorum. Kimi yazılarını beğendim, bazılarıysa sıkılıp öteki yazıya atlamama sebep oldu. Farklı, tuhaf bir tarzın var. Kotu değil, sadece alışılmışın biraz daha dışına çıkmış gibisin. Noktalama işaretlerini kullanış tarzın gözümü rahatsız etti biraz. Demek istediğim "Sigarasını yaktı , ölümü düşündü . Ne yapacağına karar veremiyordu .” yerine “Sigarasını yaktı, ölümü düşündü. Ne yapacağına karar veremiyordu.” şeklinde olsa daha iyi olabilirdi. Umarım anlatabilmişimdir aklımdakini.
Genel olarak son bir yorum yapmam gerekirse iyi gidiyorsun. Yazmaya devam et, ne kadar istiyorsan o kadar yaz. Ve kimseyi umursama. Eleştirilere açık ol; ama seni kısıtlayanlara değil, yolunu açanlara. Belki yazıların çok da benim tarzım değil; fakat beğenerek okuduklarım da oldu başta dediğim gibi.“
"Hepsinin ana noktası aynı bence. Tanrı ve ölüm. Hayata karşı bu kadar soğuk aslında kendini öldürmüş ama hala intihara teşebbüs etmeyi düşünen, bileklerini çoktan kesmiş ama farkında olmayan veya farkında olsa bile nefretini hala tam anlamıyla kusamamış biri gibi görünüyor. Hayatta daha bizlerin tatmadığı acılar, zorluklar olmasına rağmen yaşamaya, ayakta kalmaya çalışıyorken gencecik birinin Tanrı olarak bildiği ve üstüne kumarlar oynadığı, insanların inançlarına bu kadar belaltı yaklaşması bence kişilik bozukluğunun göstergesidir. Bir insanın bu kadar nefret dolu olması hayata karşı duruşunun bu kadar ölü olması. Yaşamaya ve yaşayanlara karşı bu kadar karşı olması kişide büyük problemlerin olduğu göstergesidir. Evet Goth_Stone'nun dedikleri de düşünülesi bu durumda. Ailesinin maddi durumundan dolayı her istediğine sahip olmuş bu yüzden de bu denli isyankar görünebilir. Ya da hayatın ona gösterdikleri onun ruhsal yapısının kaldıramayacağı şeyler olduğu için ölmeye ve hatta öldürmeye sempati duyuyor olabilir.” Sonuç itibari ile basılmış bir kitap. Tebrikler. Şahane fikirleri olan kişilerin maddi zorluklar veya sansasyon yaratmaz ön yargısıyla kitaplarını bastıramadıkları bir ülkede sen bunu başarabilmişsin. Nasıl ya da ne şekilde olduğu önemli değil. Kitabın olası iki geleceği var. Birincisi sabah kadın programlarında kitap tartışılır psikologlar veya çeşitli bu dalda ün kazanmış bir kaç doktor bu konuyu konuşur. Haberlerde mikrafon uzatılan halk kınar ve kitap binlerce satar. Yazar kazanır. İkinci olasılık; kitap yazan kişinin yakın çevresi tarafından alınır. Okunur veya bir yerden sonra aşırılık yüzünden raflarda çürümeye bırakılır. Alınan her kitaptan yazar kazanır.“ "Tartışılacak tek şey ailenin bu kitabı okuyup ta seni takdir edip etmediğini merak ediyorum. Benim oğlum yada kızım, kardeşim veyahut arkadaşım hiç fark etmez bu tarz bir kitap yazsa elbette okurum ama kolundan tutup kenara çeker problemlerini, neden bu şekilde bitik olduğunu sorar ve doktora götürürüm. Bence birazda yazar ilgisiz ve amaçsız kalmış dünyada. Çok fazla ikinci plana atıldığı için kendini ön plana almanın bir yolunu bulmuş kendisince. Kalabalık bir ortamda kendi haline bırakılmış ilgisiz bir çocuğun tutarsız bir şekilde ilgi çekmek için vazo yada bir benzeri eşyayı kırması gibi geliyor bana.”
Ben yine de eleştirimi koyayım buraya. Okursa okur; okumazsa kendisi bilir. Timur, yeraltı edebiyatı dahi yazacak olsan yazacağın dile hâkim olman her şeyden önemlidir. Aksi türlü kendine “yazar” diyemezsin. Yazı yazmayı seven, yazacak çok şeyi olan, hayata bakış açısı farklı, biraz da bunalım takılan her gencin girişebileceği şey değildir edebiyat. Üzgünüm ama sert eleştireceğim: Şu ana kadar izlenimim berbat. Türkçe nedir, edebiyat nedir, bilmiyorsun. İmlâ berbat, üslup yerlerde… Yalnızca kaba, argo sözcükler kullanarak, ilgisiz, sıkıntılı, bunalımlı görünerek bir yere varamaz, yazın dünyasında yükselemez, adını duyuramaz, yeraltı edebiyatında dahi seni takip edecek şuurlu bir kitle oluşturamazsın. Sana baktığımda sadece saldırgan, ilgisiz, sorunlu, kasvetli, Türkçesi iyi olmadığı hâlde kitap çıkartacak kadar küstah birisi görüyorum. Seçkinci gibi görünebilirim fakat konu edebiyat olduğunda okuyucular olarak da yazarlar olarak da hepimiz seçkinci olmak durumundayız. Bir yazarın ne anlattığı ne de anlatma şekli hoşuma gidiyorsa ben o yazarı neden okuyayım? Sen daha noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakılmaması gerektiğinden bihaberken kalkmış kitap yazıyorsun. Rahatsız edici bir kapak, sinir bozucu bir arka kapak yazısı… Tumblr hesabını inceledikten sonra içerik hakkında da biraz fikrim oldu doğrusu. Sövgü sözcükleriyle, bunalımla, kasvetle dolu, “post-modern” şeyler yazmışsındır. Yeni zamanların modası da bu: Düzene, kurallara, eskiden yazılmış şeylere uymayan, kafasına göre takılan, karanlık yalnızlık edebiyatı. Edebiyata adımını atmadan önce “edebiyat” kelimesinin anlamını öğren. Sana, yazdıklarına baktığımda hissettiğim tek şey “rahatsızlık”. Üzgünüm. Bu şekilde devam edeceksen ben yazmaman taraftarıyım. Çünkü sana baktığımda yazın dünyasının Ajdar'ını görüyorum. Rahatsız edicilikle dikkat çekeceksen hiç çekme.
Açıkçası, ben arkadaşın kitabını okumadım. Araştırdığım kadarıyla izlenim edindim, sizin yazdığınız yorumlardan yola çıkarak mesaj yazma gereksinimi duydum. Oturduğunuz yerde yazdığınız kelimelerin arkasında o kadar anlam keşvettim ki, o kadar itici yorumlara ev sahipliği yaptı ki gözüm. Karamsar, dinsiz, terbiyesiz, küfürbaz, ergen ve daha nicesi. Ahlaksızlık denilen kavram nedir kim bunu açıklayabilir? Küfür etmek mi? Karşı cinsle gönül eğlendirmek, bunu göstermek midir ahlaksızlık? Sizin dinsiz kelimesini hakaret olarak kullandığınız bu forumda edebiyata gönül vermiş insanların, özgürce kendi iradesinden çıkmayarak bir şeyler paylaşması ne kadar doğru olur? Ben arkadaşın kitabını okumadım. Kaçımız okudu ki zaten? Sadece arkada yazana bakarak, fotoğrafa odaklanıp bu sıfatları rahatlıkla kullanarak halkımızın seviyesini belli etmiyor musunuz zaten? Ön yargıya kucak açmıyor musunuz? Benim eleştirim ise gereksiz betimlemeler kullanarak cümlenin anlam akışını bozmaktan bir adım öteye gitmez. Neden mi? Arkadaşım sen okumadığın, sonunu görmediğin emeğin karşılığını vermediğin bir kitaba karşı nasıl bu kadar ağır cümleler kullanırsın? Ön yargıyı nasıl evine çağırırsın. İlk önce ahlaksızlık kavramının ne kadar ağır bir terim olduğunu arıştırmanızı tavsiye ederim. Yoldan geçen bacılarınıza sarkan kişilerdir ahlaksız, terbiyesiz. Yaratıcıyı sorgulayan değildir. Kapak fotoğrafından bende rahatsız oldum. Ama bu şekilde bıraktım duygularımı. Bir adım öteye giderek aşağılamadım, soyutlamadım arkadaşı. Bu onun fikri vardır bir bildiği diyerek geçtim. Siz bayağı iyisiniz bu meslekte anlaşılan. Hepiniz eleştirmensiniz arkadaş. Hepiniz terbiyeli, günlük namazını kılan, tanımadığı kızlara bakmayan, ilgi duymayan aklından hiç AHLAKSIZ kelime geçirmemiş kişilersiniz. Sen nasıl böyle bir kapak fotoğrafı çekinirsin? Bizi rahatsız ediyorsun derken aslında bu ne öz güven demek istiyorsunuz belli. Söylemek istemediğiniz şeyleri, üstünü hakaret dolu kelimelerle kapatarak vurguluyorsunuz. Bu söylediklerim sadece kitabı okumamış, oturduğu yerden pijamasıyla yorum yapan arkadaşlar için geçerlidir. İlk olarak SAYGI kelimesini öğreninde, daha sonra ahlaksız, dinsiz kelimeleri üzerinde yoğunlaşırsınız arkadaşlar. Ha son olarak, benim size yaptığım bu eleştiriye karşı “ haklısın, olabilir, halledeceğim, kendime dikkat edeceğim” gibi kelimeleri kendinizde bulamazsınız yaptığınız eleştirilere karşı yapılan cevapları bir gözden geçirin derim ben. Belki mertlik kavramınıda öğrenmiş olursunuz. Hadi kolay gele.
Yav benim anlamadığım, sizin bu kitabı normal bir kitap; yazarını da normal bir insan olarak değerlendirip buna göre eleştiri yapmanız! Ulan herif zaten kendini belli ediyo. Psikolojisi bozuk, sorunları olan, belki biraz sosyopat belki de psikopat bi insan. E kitabını da tanıtmış “Yeraltı Edebiyatı.” Siz buna rağmen kalkmış diyorsunuz ki, bu adam ahlaksız, terbiyesiz, kötü örnek, efendim işte benim evladım, kardeşim böyle bi eser verse okurum ama kolundan çekip sorunun ne diye sorarım da da da da. Merak etme senin evladın asla böyle bir başarıya imza atamayacak çünkü senin gibi bir ebeveyne sahip. Kalkmışsınız bu nasıl ahlaksız bir kapak. Yok ergen, yok tüysüz çocuk. Zart zurt! Onca eleştiri arasından birkaç tanesinin haricinde tek bir tane bile yapıcı yorum görmedim. Ya bu yorumcular yeraltı dünyasından bihaber, ya da ülkemiz bu akımı reddediyor. Adamın kitapta kullandığı noktalama işaretleri bile eleştrilmiş. Yuh dedim artık Yuhhhh!!! Timur'un o imla hatalarını kasti olarak yaptığını anlamayabilirsin tamam bir şey demiyorum ama kardeşim yayınevinin editörleri de mi düzeltmeyecek bu hataları. Bu noktada uyanmanız lazımdı. Herif marjinalliğini diline yansıtmış, anlamıyor musunuz!!?? Hiçbirinizin kitabı okumamış olmasının yanı sıra (ki ben de okumadım) böyle destursuz yorumlar yapmış olmanız esas kınanacak noktadır. Timur'u zengin züppe ilan edenlerdir kınanacak insanlar! Kurtulun artık ön yargılarınızdan. Ajdar demiş yukarıda bir arkadaş. Ajdar'ın nesi var? Ajdar'daki özgüven kimde var, sorarım size? Adamın yeteneği yok belki ama kendine inanıyor ve yolundan da dönmedi helal olsun. Ama belli ki bu tartışmanın sonu yok. Ülkemiz hala köhne, tutucu, yıpranmış zihniyetlerle dolu ve uzun bir süre de öyle kalacak gibi. Türkiye tam olarak bilinçlendiğinde, özgürleştiğinde ve modernleştiğinde Timur ve Timur gibi insanlar kıymete binecek. Ama şimdi değil, bu zamanda değil!..
Tepkim aynen"Ne oluyor lan böyle?“ oldu. Kardeşim sen benim bilmediğim bir kabahat işledin de benim mi haberim yok? Yapıcı eleştiriden çok, senin kişiliğine, aile yapına ve ruh sağlına yapılan yorumlar beni üzdü. Ben senin yerinde olsam o yorumları böyle sükunet ile karşılamazdım bu yüzden seni tebrik ederim. Kitabını okumadım. Okumayı da düşünmüyorum zira ilgimi çeken bir tarz değil.(Yani kişisel bir şey değil zaten olamazda) ama yapılan yorumları haklı bulmuyorum. Bir kendini bilmez Ajdar demiş, noktalamaya bilmem neye laf etmiş. Arkadaşa öncelikle edebiyatı araştırmadan önce-yeraltı edebiyatını- araştırmasını öneririm. Post-modern hakkında bilmediği şeyleri, bu tarzı kullanarak kendi tezini savunması, nasıl bir ironi içinde olduğunun kanıtıdır. Takma sen o kendini bilmeze. Bugün okuduğum bir yazı geldi aklıma kısaca yazayım tam bu başlık için. Ünlü bir ressamın çırağı artık kendi eserlerini yaratmaya karar verir. Ustası da "ilk resmini çizdiğinde kalabalık bir yere bırak onu ve yanına kırmızı kalemle bir not bırak” der. Notta hatalı yerlere çarpı koyun yazmaktadır. Ertesi gün resmin çoğu yerinde çarpılar görür. Ustası bu kez aynı resmi aynı yere tekrar bırakmasını ister. Lakin bu kez boya ve fırça bıraktırır. Bu kez notta"hatalarımı düzeltin" yazmaktadır. Ertesi gün resmin hiçbir değişikliğe uğramadığını görür. Çünkü ilkinde herkes kendince hata bulmuştur lakin ikincisinde hatayı düzeltecek birikimleri olmadığından bu işe kalkışmaya cesaret edememişlerdir. İşin aslı eleştiri çok olur. Her alanda bu böyledir. Sen yapıcı eleştirileri dinle, onlara kulak ver. Neyse yine söylüyorum umarım istediğin noktalara erişirsin ve bizde buna şahit oluruz. Biraz uzun oldu kusura bakma. Hadi kal sağlıcakla Edit: O arkadaş şöyle bir cümle kurmuş.“Yazı yazmayı seven, yazacak çok şeyi olan, hayata bakış açısı farklı, biraz da bunalım takılan her gencin girişebileceği şey değildir edebiyat” Aksine tamda budur edebiyat. Herkes ilk romanında Tolkien, Hemingway veya Lack London olmuyor dostum. Yazdıkça kendini geliştirirsin ve topluma kendini kabul ettirirsin. İşte bu yüzden güzeldir edebiyat. Senin düşüncenle yola çıksaydı herkes piyasa da bir tane yazar bulamazdın. Eleştiri yapıyorsan bari mantıklı yap.
Timur Karaca'yı üç yıldır tanıyorum. Hakkında yazılanları okuyunca dayanamadım siz ne kadar şerefsiz ne olduğu belli olmayan orospu çocuklarısınız. Bu çocuğun yapmış olduğu şeylerin yüzde kaçını yaptınız acaba gerçekten merak ediyorum. Biz dışarıya çıkıp partylerde eğlenmeye giderken bu çocuk kendini eve kilitleyip saatler boyunca kitaplardan kafasını kaldırmıyordu. Biz paintball oynamaya gideceğimiz vakit bu çocuk sokak çocuklarına okuma yazma öğretmek için uğraşıyordu. Kimsesiz çocuklar yurtları için kütüphane oluşturmak adına kampanyalar başlatıyordu. Yazıklar olsun bu ülkeye. Hangi birini, bunları siktir edin lan siz ne yaptınız bu hayatta? Söyleyin de bilelim. Namussuz şerefsizler.
Hakkında yazılanları okuyunca kötü oldum. Ne istiyorlar senden bilmiyorum ama sen benim hayatımda tanıdığım en temiz insanlardan birisin. Umarım yazılanları umursamıyorsundur. Yolundan şaşma, sen hep yaz.
Şu sıra görmeye başladığım tek şey sürekli bir şeylerle dalga geçildiği. Arkadaşlar, gerçekten sakin olun önce. Bu bir. İkincisi, hepimiz “eleştirmeyin beni” kafasındayız. Pekala, hepimiz kendimizi olduğu gibi ifade etmek isterken neden bunu deneyen insanlara karşı bir düşmanlık beslemek? Yok şu kadar yaşında, yok bu ergen, yok şöyle de böyle… Bir şeyleri anlamamak onu saçma veya kötü yapmıyor. Bahsi geçen kişinin yaptığı şey de fikrimce edebiyattan çok öte. Kalıpların dışında yaşamayı savunan genç nesilin bir şeyleri bu kadar kalıplar ve aşılanan klasik algılar içerisinde eleştirmesi beni üzdü mü desem, güldürdü mü… Kimsenin avukatı değilim de, hanginiz gerçekten bu derece duyarlı veya gerçekçi olabiliyor merak ediyorum. Hiç araştırıp okumuyor musunuz anlamıyorum, ama ben gördüğüm kadarıyla konuşayım, bilgeler için iyi veya kötü yok. Sadece gerçeklik varolur. Ve bazı şeyleri yeri geldiğinde sertçe sunabilen birilerine bu düşmanlığınız nedendir? Bu derece eleştirebiliyorsanız, lütfen elinize kağıdı ve kalemi alın da sizi görelim. Ne denli “hissederek” yazacaksınız çok merak ediyorum. Gerçek hayatta iki cümleyi kurmak için yoğun çabalar sarf ederken… Kimse annesinin karnından “mükemmel” çıkmıyor ya. Ki mükemmellik algısı da kime ve neye göre demek düşüyor içime… Fazla görebilip, fazla hissedip de kendince bunun savaşlarını verebilen ve yansıtmaktan korkmayan birisidir benim gözümde Timur Karaca. İçinde bulunduğunuz sürüye ters düşüyor diye onu lanetlemek gerçekleri değiştirmiyor. “sürüden ayrılan koyun her zaman daha değerlidir çobanın gözünde”. Ve yine, bana göre, cevaplardan önce soruların derinliğini önemseyen birisidir. İnsan beyni/ruhu çok karışık. Bazen kelimeler yetemez. Bunu da herkes anlayamaz. Bakınca “komik” görünür belki size, yeteri kadar hissedemediğiniz içindir.
#Sizler de kitaplarım hakkında destursuz yorum yapmak isterseniz şöyle buyrun:#https://www.idefix.com/Kitap/Yatagimdaki-Ayna/Edebiyat/Denemeyazin/urunno=0000000445595?gclid=Cj0KCQjw_OzrBRDmARIsAAIdQ_Ko95HdAVPWhlN0zRWDXo#https://www.idefix.com/Kitap/Sansur-Beynini-Yalamak-Istiyorum!/Timur-Karaca/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0000000664993?gclid=Cj0KCQjw_OzrBRD
239 notes
·
View notes
Text
Bir süredir, hatta adeta varolduğum ilk andan beri her zaman arka planda hissettiğim ve çok kısa dönemler haricinde aklımdan ama daha önemlisi iç görümden uzaklaştırmamış olduğum bir kavrayışın, bir nevi hayatımı kurtardığını fark ettim bugün. Evet resmen hayatımı kurtardığını..
Bireyselliğe, içinde bulunduğum topluma göre, hatta içinde bulunduğum bu “bireyci” nesle göre bile daha fazla önem atfettiğim tabii ki çok aşikar. Yetmezmiş gibi, yakın zamanlara kadar da kendimi bir de büyük ölçüde varoluşçu biri olarak tanımlardım hatta. Ama bu asla yetmiyordu da, bir şey eksikti sanki, belki de tamamen yok değildi ama içimdeki huzursuzluktan çok emindim her zaman.
Bir nevi travmatik hayatımın bir yol bularak tutunabilmesinin sebebi, olabildiğine bireysel ve varoluşçu olmam sanırdım. (Haklarını da yemeyeyim, gerçekten akıl sağlımı korumamda etkileri hiç de azımsanacak gibi değil.)
Ama bütün bunlar kendi kukla gösterisini yapadursun, benim bahsettiğim eksikliğin aslında tamamen bir bakış açısı eksikliği olduğu kavradım. O eksiklik tabii ki şimdi geçirdiğim anlık bir farkındalıkla dinmedi, dinemez de, yapısı ve anlattıkları gereği zamana ve çok büyük boşluğa ihtiyacı var, ama bu bakış açısının farkına varınca en azından yola çıkabilmek için yeterli teçhizata sahip olabildim diyebilirim. Bir yerlerde hep hissettiğim eksikliği, layıkıyla olmasa da en azından yerini tutacak imitasyonlarla kapatabilmişim.. Aslında varoluşçuluk ve bireysellik sadece asıl otoritenin işini yerine getirirken, yetemediği yerlerde devreye giren bir kıdem alttaki yedek otoritelermiş sanki..
Gelelim nedir bu adeta yüce bir şeymiş gibi bahsettiğim farkındalık. Tabii ki yüce bir tarafı yok, sadece hayatı ve bütünlüğü çok daha iyi kavrayıp, hayat denen oyunun kurallarını biraz daha anlamamı sağladı. Kendi kelimelerimle ifade etmek isterdim ama bana bu kafa açılmasını yaşatan şey, bir kitabın bir bölümü. Bölümden yaptığım alıntılar aşağıdaki gibi..
Yalnız öncesinde, kuantum fiziğine ve belirsizliğin doğasına her zaman çok büyük ilgimin olmasını da bu gizliden gizliye asla kenara atmadığım kavrayış sebebiyle olduğunu fark ettiğimi söylemem gerekir. Bölümde kuantum fiziğinden ve aslında doğanın en küçük parçacıklarından hareketle tüm hayatı yorumlama yollarından sistematik olarak bahsediyor. Nitekim ben bu “kafa ütüleyebilecek” kısımları çıkardım çünkü hali hazırda derinlerde bildiğiniz ve hatta bildiğinizi de bildiğiniz şeyler sizi çok etkilemiyor.
**********
Engin Geçtan - Hayat
...
Fizikçi Eddington, “Çoğu zaman ‘bir’i incelemeyi tanımladığımda ‘iki’ye ilişkin her şeyi bildiğimize inanırız, çünkü ‘iki’, ‘bir ve bir’dir. Ne var ki, böyle düşündüğümüzde ‘ve’yi henüz incelememiş olduğumuzu unuturuz.” diye yazmıştı. “Mabedin çanlarının sesini duydunuz mu? Şu anda neyi dinliyorsunuz? Sesleri mi yoksa sesler arasındaki aralıkları mı? Eğer bu sessiz aralıklar olmasa sesler asla bu kadar etkili olmayacaktı,” der Krishnamurti de.
...
Ancak günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakma eğiliminde artık. 1970 gibi çok da yakın sayılmayacak bir tarihte yayınlanan ve sonrasında klasikleşen Narsisizm Kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı: “Duygusal olarak sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip, cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni narsisistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.”
...
Allan Bloom ... “Yapılan hata, ne kadar içe yönelimli olursak ve yalıtılmış benlik yolunda ne kadar ilerlersek o kadar az yalnızlık çekeceğimiz yolunda bir inancın insanlara benimsetilmiş olması idi.”
...
İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme eğilimindedir. Bu eğilimlerini yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık, boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgul olma eğilimlerine yer kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: “Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım.” Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kuramına en çok yaklaşabilmiş kişi olan Jung da buna benzer bir biçimde ifade etmişti: “Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden, eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim.”
...
Dış dünyanın olduğu haliyle, öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi “başlangıçtakilerin zihni” der. Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu gösterip “Bak, bu bir serçe,” dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.
Martin Buber, ilişki içinde var olma isteğinin kalıtsal olarak insanın doğasında mevcut olduğunu yıllar önce dile getirmişti: “İnsan ana rahmindeyken evrenle ilişki halindedir, ama doğduktan bir süre sonra bunu unutmak zorunda kalır.” Anne bebeğe gülümsediğinde, ondan gelen gülümseme karşılığının bebeğin kendi tepkisi olduğuna inanır ve böylece bebeğini “benim bebeğim” olarak algılama süreci başlatılmış olur. Oysa başlangıçta, bebek çevresiyle “ilişki kurma” dürtüsünü açıkça yaşar. “Ben”i bilmez, çünkü ilişkiden başka varoluşu tanımaz. Buber bunu, anlamını bozmaktan çekindiğim için tereddütle dilime çevirmeye çalışacağım, “In the beginning is the relationship (Başlangıç ilişkiden ibarettir)” sözüyle dile getirmiştir. Ona göre, insan ayrı bir bütün olarak var olmaz: İnsan “arada var olan” bir yaradılıştır, ama zamanla bunu iki farklı biçimde yaşamak zorunda kalır: “Ben-sen” ya da “ben-şey”. ... Çünkü Buber’in tanımladığı yaşantılarda tek başına bir “ben” yoktur, “ben-sen” tek bir yaşantıdır.
Hani bazen iki insan birbirinin varlığıyla eriyip bir bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda benliğimizin sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk günlerindeki “ilişki içinde var olma”yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki yaşayamıyor.
...
Her şeye rağmen, doğmadan önce evrenle yaşamış olduğumuz ilişkinin, yani “ilişkinin nesnelerden önce gelme eğiliminin”, bebeğin çevresiyle olan etkileşimi sonucu ben-şey ilişkisine dönüşmesiyle tümden yok edilmiş olduğunu düşünmüyorum. Derinlerde bir yerde bu eğilim varlığını sürdürmesine rağmen şartlandırılmalardan ötürü yaşantılarımıza yansıyamıyor. Belik de insanların spritüel arayışlara yönelmesinin nedenlerinden biri de bu.
...
İlişki konusunu tartışırken yanlış anlaşılabileceği kaygısıyla bir hususu vurgulamak istiyorum. Daha önce de sözünü ettiğim gibi, bazı insanlar, ilişkilerinde, bir diğer insanın kendisini iç dünyalarına mal etmekten öte, hayatın ilk yıllarında çocuğun annesiyle olan ilişkisinde olduğu gibi, diğer kişiyle olan ilişkisini iç dünyalarına mal etme eğilimi göstermekte ve bu durum ciddi sorunlar yaratabilmekte. Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla birbirlerinden uzaklaşır. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken, diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu kabul eden insanlar, “beraberlik içinde bireyleşme” ile “bireyciliği” birbirine karıştırmamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde var olabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların, ilişkilerini iç dünyalarına mal etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor. Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikten de öte, “onsuz var olamama” durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu, ilişkisi içselleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden olabilir.
...
Ancak Kartezyen düşünceye şartlandırılmış olan zihinlerin böyle ucu açık durumlara tahammülü yoktur. Mantıksal bir çıkarsama mekanizması derhal devreye girerek her şeyi bir an önce sonuca bağlamak ister.
...
Zohar’ın sözleriyle "Kuantum mekaniği açısından yaşama baktığımızda, benligimiz ve ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimizin de değişikliğe uğrama durumunda kaldığını görürüz. Şeyler ve olaylar, ... kendi tek tek var oluşlarını ve anlamlarını bu bütünden alırlar." ... James Jean, anlamı ancak çok sonradan kavranabilen şu sözleri söylemişti: “Günümüzde bilgi artık mekanik olmayan bir gerçekliğe doğru yol olmaktadır; bunu sonucu olarak evren de artık büyük bir makineden çok, büyük bir düşünceyi andırmaktadır.”
...
Bütün bu karmaşa sistemleri bir başka ortak özellikleriyle de belirlenirler: Düzenle kaos arasında kendine özgü bir dengeyi koruma becerisini geliştirebilmiş olmaları. Bu denge kıvamına “kaosun kenarı” denir. Bu terim, karmaşa sistemlerinin hiçbir zaman belirli bir zamana kilitlenmemelerine rağmen tam bir kargaşaya sürüklenmiyor olmalarını tanımlar. Kaosun kenarındalık, hem varlığını sürdürmeye yetecek bir düzeni, hem de hayat sözcüğünün hakkını verebilecek dinamizmi ve yaratıcılığı içerir.
***
Buraya kadar okuyanlar için.. Tabii ki burada yazanlar, yine içinde bahsettiği gibi, her bireyle farklı ilişkiler kuracak, dolayısıyla herkes için farklı anlamlar ifade edecek. Benim için bu yalnızda, ciddi bir kaosa doğmuş olmama rağmen, sanki kaosun kenarında olduğumu kavramışçasına kendimi karar mekanizmalarından bazen komple çekip, bazen de ipleri elime almışım, bilincimi bile kullanmadan bir şekilde var olmuşum. Yorumum şu ki: Ögelerin, kişilerin veya kendi zihninizde değil, bu ögelerin birbirleri arasındaki ilişkilerde var olmaya çalıştığınızda, ortak bir zihinle hareket ediyor ve nadiren yanlış yapıyorsunuz. “Ben” fikrini geri planda bırakabilecek bir güven ortamına hasbelkader denk gelmem ise çok büyük şans. Nitekim, kasten art niyetli bir habitatta bu sistem muhtemelen çalışmazdı. Ve büyük resmi çok değiştirmese de, kendi küçük resimler öbeğimde kim bilir nerelerde savruluyor olurdum.
Kaosun kenarındalığa.
Bd - Hayatta kalmak üzerine...
6 notes
·
View notes
Photo
Filibeli Ahmed Hilmi'nin harika eseri "A'MÂK-I HAYAL” (Hayalin Derinliklerinde Yolculuk) deki muhteşem hikayelerden biri: 2. günün hikayesi: Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım. Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı. Bu şuun, âlem Bîsebat-u bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Yâd-ı mazi bahşeder Hayf-ü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader Kimse kalmaz hep gider. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! (Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidici-dir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraş-ması yazık değil mi? Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an. Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an. ) Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım. Yeni bir yer görmeye başladım. Belh şehrinde bir evde bulunuyordum. Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu. İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum. İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben idim, hem binlerce yıl önce yaşamış bir İranlı. Kadın dedi ki: -Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyin ki Temaşa bayramını seyredebilesiniz. Karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem, sırtıma giydiğim uzun bir şal ile belime doladığım bir kuşaktan ibaretti. Başıma sivri bir külah geçirip sokağa çıktım. Telâş içinde yürüyen bir kalabalık gördüm. Onların arasına katıldım. Sokaklardan geçerek bir meydana vardık. Binlerce insan toplanmıştı meydanda. Ortaya büyük bir çadır kurulmuştu. Buraya niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğim için yanımda bulunan adamlardan birisine ne olup bittiğini sormak zorunda kaldım. Cevaben şöyle dedi: -Bugünden itibaren kırk gün Temaşa bayramı yapılacak. Şimdi ortaya tellâllar çıkıp, herkesi imtihana davet edecek. Herkes birer birer Zerdüşt'ün huzuruna çıkacak. Her kim "hak sözü" söylerse hakikatleri temaşa etmesine izin verilecek. Alnına "Cennetlik" yazılacak. Her kim söyleyemezse bundan mahrum kalacak. Alnına "Cehennemlik" yazılacak. Fakat şunu belirtmeliyim ki iyi işler yapanların alnından bu yazı silinir. Böylece ailesi, akraba ve dostları sevinçlerinden bayram yaparlar. Ben, hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu imtihanı veremeyecektim. Alnıma "Cehennemlik" yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Eve dönmeye karar verdim. Önceden konuştuğum adama bu düşüncemi söyledim. -Sakın gideyim deme! Zira hem gelmeyenlerin, hem de gelip imtihanı veremeyenlerin alnına "Cehennemlik" yazısı yazılır, dedi. Zarurete binaen, iyisi mi imtihana gireyim, diye düşündüm. Tellâllar bağırınca, herkes birer birer, düzenli olarak çadıra doğru yürümeye başladı. Bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi. Bu yüzden bir saat içinde çadırın kapısına vardım. Kapıda duran bir nöbetçi herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt büyük bir tahta oturmuştu. Başında altından yapılmış bir taç, üzerinde değerli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı ifadesi olarak ellerini göğüslerinde bağlamış, ayakta duruyorlardı. Meclisin azameti karşısında şaşırıp kaldım. Cahillik kusurundan dolayı utanç verici bir duruma düşmemek ve kınanmamak için, içimden dua etmeye başladım. Zerdüşt sordu: -Nereden geldin? Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim: -Sebep ve hikmetinden sual olunmayan Allah'tan... -Niçin geldin? -Allah, aydınlık ile karanlıkları ayırmak, aydınlık ile âdil, karanlıklar ile kahhar olmayı istedi. Aydınlağa "ben", karanlıklara da "benden başkası" dedi. -Aydınlığı nedir, karanlıkları ne? -Aydınlığı Hürmüz, karanlıkları Ehrimen'dir. -Hangisi üstündür? -Şu anda her ikisi de eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen'e, ne de Eh-rimen Hürmüz'e üstünlük sağlayabilir. -Bu keşmekeşlik nedir, sonu ne olacak? -En sonunda Hürmüz Ehrimen'e üstün gelecek. Böylece âlem hep aydınlık olacak. -Sonra ne olacak? -Allah "hep ben, hep ben" diyecek. "Benden başkası" demeyecek. -Sen kimsin, kiminsin? -Ben aydınlıkçıyım (nurcuyum), Hürmüz'e aitim. Zerdüşt ellerini kaldırdı: -Allah seni aydınlık kılsın! dedi. Alnımda, iki kaşımın ortasına kadar inen yemyeşil bir çizgi belirdi. Zerdüşt'ün etrafındaki ulu ihtiyarlar: -Allah mübarek etsin, Allah mübarek etsin! dediler. Huzurdan çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören kalabalık büyük bir hürmetle safları açıp bana yol vermekteydi. Çadırın kapısında, yanıma refakatçi olarak verilen rehberin yardımıyla, meydanda hazır bekleyen atlara bindik. Doğuda görülen zümrüt tepelere doğru hareket ettik. Birkaç saatlik yolculuktan sonra bir kervansaraya ulaştık. Günün kalan kısmını orada geçirdik. Ertesi gün sabahleyin uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürerek dedi ki: -Çok büyük bir savaşa girmek üzeresin. Kılıç, kalkan, gürz gibi savaş âletlerini kullanmakta maharetin var mı? Bir deneyelim. Bu oda türlü türlü silâhlarla doluydu. Rehberim bana bir zırh giydirdi. Elime bir gürz almamı işaret etti. Ben kendimde büyük bir kuvvet ve maharet hissediyordum. Gürz ve kılıç kullanmada rehberimin takdirini kazandım. Orada bulunan silâhların en iyilerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Akşama kadar uçtuktan sonra yüksek bir dağın eteklerine vardık. Dağ o kadar yüksekti ki tepesi görülmüyordu. Sanki tepesi gökleri yarmış, uçsuz bucaksız yükseklerde kaybolmuştu. Rehberime bu dağın adım sordum. -Fark dağı, dedi. O geceyi dağın eteklerinde geçirdik. Güneşin doğusuyla birlikte atlarımıza bindik. Bu kez, dağın tepesine doğru uçuyorduk. Atlarımız hayal bile edilemeyecek kadar hızlıydı. Sonunda dağın tepesine vardık. Buradaki manzara, hiç kimsenin görmediği, görmeyi de hayal edemeyeceği türden bir manzaraydı. Meydan dünya kadar genişti. Bu meydanın sol tarafında bulunanlar, karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar karanlıktı. Sağda bulunanlar ise ışığı sönük bırakacak kadar parlaktı. Gözlerimiz, akıl sır ermez bir şekilde, bu ışığa dayanabildiği gibi, o cehennemi karanlığı da sanki aydınlıkmış gibi görebiliyordu. Mahşer meydanını andıran bu yerde sayısız insan toplanmıştı. Bunların bir kısmı sağda, yani aydınlık denizinde; diğer bir kısmı solda, yani karanlık deryasında bulunmaktaydı. Meydanın ortası boştu. Bu boşluğun iki ucunda, iki taht kurulmuştu. Aydınlık taraftaki tahtın üzerinde Hürmüz oturmakta, o güzel yüzünden çıkan parıltılar o müthiş aydınlığa rağmen farkedilmekteydi. Karanlık tarafta bulunanın üzerinde en korkunç mahlûktan daha korkunç, en çirkin cadıdan daha çirkin Ehrimen oturmaktaydı. Fakat bir de bu tahtların üstünde, gökte asılı gibi duran bir taht vardı ki onların azametini solda sıfır bırakıyordu. Biz meydana vardığımız vakit doğruca Hürmüz tarafına geçtik. Biraz sonra meydanda müthiş bir gürültü patlak verdi. Her ağızdan: -Bakın, bakın! Allah'ın emri yere indi, sözleri çıkıyordu. Gökyüzünde asılı duran tahtın üstünde, insanın hayal edebileceği bütün güzellikleri kendinde toplamış ayakta duruyor ve elinde bir küre tutuyordu. Bu kürenin doğusu aydınlık, batısı karanlıktı. Aydınlık ile karanlık arasında öyle bir denge vardı ki, ne aydınlık karanlığa, ne de karanlık aydınlığa karışıyordu. Sağ taraftaki kalabalık: -Ya Rabbî! Ya Rabbî! Karanlıkları kaldır, diye bağırdılar. Sol taraftakiler ise: -Ey karanlık! Gücünü göster, diye bağırıp çağırıyordu. Mucizevî bir şekilde, uzak ve yakın her kulağa gelebilen tatlı bir sesle nur yüzlü peri şöyle dedi: -Bu meydan, adalet ve imtihan meydanıdır. Bunun üzerine herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Her iki taraf da kendinden geçercesine dua etmeye başladı. Her iki tarafa da büyük bir sessizlik hakim olmuştu. O sırada Hürmüz ayağa kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Allah sizi kendi gibi nur olasınız diye yarattı. Sizi bütün yaratıklara üstün kıldı. Size her türlü nimeti ihsan etti. Fakat sizi, nur iken karanlıklarla karıştırdı, ruh iken cesetle birleştirdi. Bunu, sevmediği karanlıkları, sevdiği aydınlık ile ortadan kaldırasınız diye yaptı. Ey insanoğlu! Nur benim. Bana gelin, benim olun. Ben olun. Nurun gereği olan güzel huylarla ahlâklanın. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçının. Başkalarını nefsinize tercih edin. Kin, kıskançlık, nifak, hiddet, düşmanlık, hırs ve haset gibi karanlığa özgü sıfatlardan kurtulun. Her durumda Allah'a şükredin. Verdiklerine kanaat edin. Kısacası bu imtihan dünyasından nur olarak aynim ki, nurlar âlemi sonsuza dek karargâhınız olsun. Hürmüz oturdu. Ehrimen ayağa kalktı. Şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Uyanık olun. Yaratılışınızın gereklerini iyice düşünün. Şairane sözlere uyup da ömrünüzü heba etmeyin. Gülün, eğlenin, hayattan zevk alın. Yiyin, için. İyice bilin ki, bu dünyada insanın yalnızca iki amacı vardır. Gerisi yalandır. Bunların birincisi kibir, ikincisi şehvettir. Bu iki amaca insanı sevkeden benliktir. Bu iki amaca ulaşmaya çalışın. Nefsinizi herşeye tercih edin. Basit bir zevkiniz için binlerce insanı harcamaktan çekinmeyin. Yaratılışınızın icabı budur. Doğanın yasası da budur: Küçük kuşlar böcekleri, büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Büyük kuşları da açlık ve soğuk mahvediyor. Bir böcek tohumlan yiyor. Onu da başka bir hayvan yiyor. O hayvanı da bir diğeri yutuyor. Bir koyun otları yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem herşeyin birbirini yemesi ve yok etmesi için kurulmuştur. Herşey birbirinin düşmanıdır. Başkalannın keskin dişlerine yem olmaktan kurtulanlan da birgün "ölüm" denen korkunç yaratık yutuyor. İşte gerçek budur. Palavralara inanmayın. Benliğinizden başka varlık, zevkinizden başka amaç tanımayın. Bunun üzerine Hürmüz yavaşça ayağa kalktı: -Ey insanlar! Ehrimen denilen alçağı, kovulmuş şeytanı dinlemeyin. Söyledikleri yalandır. Gerçek kulluk, kibir denilen yalancı zevke oranla büyük ve gerçek bir zevktir. Nice manevî zevkler vardır ki, şehvet onların yanında tiksinilecek bir şey gibi kalır. Ehrimen'in dediği nefs, hayvanlara özgü bir içgüdüdür, insan nefsi, ahlâkî kurallara göre düzenlenmelidir. İnsan, doğa bahçesinde yetişmiş güzel bir çiçektir. Fakat akıl denilen büyüleyici bir koku ile diğer çiçeklerden ayrılır. Hayvanlar âleminde geçerli olan kanunların çoğu insana uyarlanmış ve saptırılmıştır. Bunlara kulak asmayın! dedi. Bu defa Ehrimen öfkeyle söze başladı: -Hürmüz yalan söylüyor. Sizi, birtakım uyduruk kanunların, hayalî kaidelerin esiri, acizlik ve itaatte en aşağı hayvanlardan daha aşağı yapmak istiyor. Zaten üçbeş günlük zevkiniz var, sizi bundan da alıkoymak istiyor. Dinlemeyin! Allah'ın dalkavuğu olan Hürmüz'ü dinlemeyin! dedi. Her ikisi de birbirini yalanlamaya devam etti. Sonunda birbirine saldıracak kadar ileri gittiler. O sırada, onların üstündeki tahtta oturan peri elindeki küreyi uzatarak: -Henüz sıra size gelmedi. Boşuna uğraşmayın. Çarpışma size tâbi olanlar arasında olacaktır, dedi. Bunun üzerine Hürmüz: -Beni seven meydana çıksın, dedi. Aynı sözü Ehrimen de söyledi. O sırada ben de, sağ taraftaki savaşçılara katıldım. Geceyi orada geçirdik. Çok güzel ikram ve hürmet gördük. Ertesi sabah erkenden dümbelekler ve davullar çalınmaya başladı. Ehrimen taraftarı bir er meydana çıktı, kendisiyle çarpışacak bir er istedi. Bizim taraftan biri karşısına çıktı. Bu şekilde, on gün boyunca iki taraftan yirmi kadar savaşçı ortaya çıkıp, birbiriyle savaştı. Bazen Ehrimen tarafı, bazen de bizim taraf galip geliyordu. Çarpışma hergün devam ediyordu. Böylece her iki taraftan da birçok insan öldü. Yedinci gün, bizim taraftan çıkan bir savaşçı akşama kadar kim karşısına çıktıysa yendi. Ehrimen tarafından yirmi kişiyi öldürdü. Bizimkilerin sevincine diyecek yoktu. Ehrimen'in çıkardığı savaşçıların birer birer yere serildiği görüldüğü zaman bizim tarafta zafer davulları çalmıyor, sesler göklere çıkıyordu: "Allah bereketini artırsın!" O gece bizim tarafın casusları ertesi gün, bugüne kadar hiç yenilmemiş bir savaşçının meydana çıkacağını haber verdi. Herkes telâş içindeydi. Rehberimle beraber casuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya sohbet ettik. Ertesi gün meydana çıkacak Ehrimen taraftan savaşçının adının "Nifak" olduğunu öğrendik. İşin garip tarafı Nifak denen bu şeytan kıyamete kadar yaşamaya mahkummuş. Onu öldürmek mümkün değilmiş. Herkeste görülen telâşın sebebi buymuş. Ben de son derece meraklandım. Sabaha kadar rüyamda garip çarpışmalar gördüm. Ertesi sabah kös ve dümbelekler çalınmaya başlayınca Nifak meydana çıktı. Heybetli bir görünüşü vardı. Baştan ayağa çelik zırhlara bürünmüş, iri bir ata binmişti. Meydanda atını oynatarak: -Kendine güvenen bir yiğit yok mu? Ben öyle bir savaşçıyım ki, keskin kılıcım, zırhlara bürünmüş nice kafaları koparmıştır. Ben öyle bir yiğidim ki, sivri okum nice göğüsleri delmiştir. Var mı benim karşıma çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim varsa çıksın ortaya!., diye meydan okudu. Nifak'ın eline düşenin naneyi yiyeceğini herkes biliyordu. Buna rağmen, Hürmüz'e sadık bir savaşçı ortaya çıktı. Bir saniye sonra yere serildi. Daha sonra otuz kişi sırayla ortaya çıktı. Otuzu da öldürüldü. Nifak üç gün meydanda kaldı. Bu üç günün herbirinde otuz-kırk kişiyi öldürerek büyük bir zafer kazandı. Dördüncü gece bizim tarafta büyük hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzündeki hüzün gitmiş, yerine ümit ışığı gelmişti. Rehberime bunun sebebini sordum. Bana: -Yarın Hürmüz'ün en gözde kullarından ve en çok sevdiklerinden biri olan Muhabbet adlı yiğit çıkacak meydana. Bu lânetli Nifak'a ondan başkasının galip gelemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz'ün vezirlerinden biri olan Salah gelip bir konuşma yapacak, dedi. Gece yarısı Salah denilen yaşlı zat geldi. Hak ve hakikat için herkesi canını feda etmeye çağırdı. Sonunda dokunaklı bir dua okudu. Ertesi sabah Nifak adlı şeytan ortaya çıktı. Sinsi sinsi gülerek: -Bugün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş? Kendini yiğit zannedenler nerede? diye bağırdı. Hürmüz taraftarlarının tekbirleri arasında Muhabbet meydana çıktı. Nifak adlı şeytan Muhabbet adlı yiğidi görünce, gözleri öfkeden kan çanağına döndü. -Üç gündür seni bekliyorum. Nihayet gelebildin. Gebermeye hazır ol! dedi. Muhabbet etkileyici bir nâra attı. -Beni bilen bilir. Bilmeyen öğrensin ki ben Muhabbet yiğidim. Arslan gibi pençelerim yürekleri parça parça eder, iri pazularım kafaları kopanr. Ey Nifak! Sen de gayet iyi bilirsin ki ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Gebermeye hazır ol! dedi. Nifak: -Doğru, daha önce beni yendin. Fakat bu sefer senin canını okuyacağım, dedi. Muhabbet ise: -Bunu aklından bile geçirme. Muhabbet her zaman Nifak'a galip gelecektir, diye karşılık verdi. Sonra her ikisi de birbirine hücum etti. Kılıçlar kalkanlara çarptıkça ateşler çıkıyordu. Akşama kadar dövüştüler ama birbirini yenemediler. Ertesi gün, büyük bir azim ve kararlılıkla yine birbirine hücum ettiler. Fakat yine üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepedeyken Muhabbet bir arslan gibi ileri atılıp, bir vuruşta Nifak'ı yere serdi. Bunun üzerine Hürmüz taraftarlarının sevinç çığlıkları semaya ulaştı. Ehrimen taraftarlarının öfkesi âlemi titretti. O gün Muhabbet yiğit aşkama kadar otuz kişiyi daha tepeledi. Tam yedi gün, cenk meydanında karşısına çıkanların anasını ağlattı. Yedinci günün gecesi, casuslarımızdan, ertesi gün Ehrimen tarafından, çok meşhur bir savaşçının meydana çıkarılacağını öğrendik. Güneşin doğusuyla birlikte sol taraftan bir gürültüdür koptu. Bu kez meydana çıkan Ehrimenli, çok uzun boylu, çok heybetli, dev gibi birisiydi. San bir deveye binmişti. Elinde insan kafası büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanda bir tur attı. -Ey Hürmüz Taraftarları! Hanginiz karşıma çıkacak? Bana Gazap Pehlivan derler. Şimdiye kadar, karşıma çıkıp da canlı kalan çok azdır, dedi. O gün karşısına Muhabbet çıktı. Kahramanca savaştı. Fakat üçüncü gün, ikindi vaktinde Gazap Pehlivan bir gürz darbesiyle onu yere serdi. Henüz ölmemişken, dişleriyle vücudunu paramparça etti. Kalbini çıkarıp Ehrimen'in önüne attı. -En büyük düşmanlarımızdan biri olan Muhabbet'in kalbi işte ayaklarınızın altında, onu bir güzel çiğneyin! dedi. Bu dehşet verici manzara, bu feci ölüm karşısında içimiz kan ağlıyordu. Ehrimen taraftarları ise sevinçten uçuyordu. Temaşa Bayramı denilen bu garip bayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazap'ı, bizim taraftan henüz mağlup eden olmamış, Hürmüz ile Ehrimen'in tahtının üstündeki tahtta bulunan meçhul kişinin elindeki kürenin sağ tarafını karanlık kaplamaya başlamıştı. Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz'ün veziri Salah yanımıza geldi. Gazap'ı ancak Hikmet Pehlivan'ın öldürebileceğini söyledi. Hürmüz'ün, ertesi gün, onun meydana çıkmasını emrettiğini dile getirdi. Bayramın bitmesine iki gün kalmıştı. Hikmet Pehlivan'ın galip gelmesi için dua etmemiz istendi. Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddî bir tavırla: -Hikmet Pehlivan'ın kim olduğunu biliyor musun? dedi. -Hayır. -O sensin. Bu gece, uyku zamanı değildir. Yarın Gazap ile çarpışacaksın. Geceyi ibadetle ve kılıç tahiniyle geçireceğiz. Hayretimden donakaldım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. İsmimin Hikmet Pehlivan olduğunu da bilmiyordum. Ancak, böyle mukaddes bir dava uğrunda, Gazap gibi büyük bir düşmanla çarpışacağım için, kendimde büyük bir azim ve güç hissetmeye başladım. Kendimin, dolayısıyla da bu mukaddes davanın yenik düşmemesi için sabaha kadar Allah'a dua ettim. Bu arada rehberim bana vuruş teknikleri öğretti. Sabah namazı vaktinde zırhımı giydim. Rehberim belime bir kemer taktı. Alnımdan öptü ve gözyaşları içinde benim için dua etti: Güneşin doğusuyla birlikte atıma bindim. Gazap ortaya çıktı. Ben de karşısına dikildim. İsmimi sordu: -Hikmet Pehlivan, dedim. Bana: -Behey zavallı! Senin gibi mazlum ve kendi hâlinde bir salak, benim gibi kükremiş bir arslanla çarpışabilir mi? Haydi, defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi. " Ben de cevaben: -Beni alt edeceğini hiç sanmıyorum. Acaba zirzopluğuna mı güveniyorsun? Bilmez misin ki, ben seni yenemeyecek durumda olsaydım karşına çıkarılır mıydım? Haydi, kes tantanayı. Gebermeye hazır ol! dedim. Gazap bu konuşmama çok kızdı: -Vay! Kafayı bulmuşsun sen galiba. Saçmalıyorsun. Haydi öyleyse! dedi ve üzerime hücum etti. Bu heybetli devin öldürücü darbelerinden kurtulmak için çok çevik olmak zorundaydım. O kadar azimliydim ki, sanki kuş gibi uçuyordum. Akşama kadar uğraştık. Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Ancak ben de ona birşey yapamadım. Akşamleyin biraz dinlendikten sonra geceyi dua ederek geçirdim. Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi. Güneşin doğusuyla birlikte meydana çıktım. Gazap öfkeden köpürüyordu. Etrafımda fırıldak gibi dönerek: -Dün elimden kurtuldun. Fakat bugün kurtulamayacaksın, dedi. Saldırma pozisyonu aldı. O sırada ben, rehberimin öğrettiği taktik icabı: -Aman Allahım! Kafandaki de ne? dedim. Bunun üzerine elini başına götürdü. Ben o an, zırhsız olan koltuğunun altından kalbine doğru kılıcımı sapladım. Gazap korkunç bir çığlık atarak yere düştü. Ağzından kan gelmeye başladı. Ehrimen taraftarlarının öfkeli çığlıkları göklere çıkıyordu. -Hikmet, Gazap'ı hileyle öldürdü, diyorlardı. Meçhul perinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Bizimkilerin sevinç çığlıkları dünyayı kapladı. O gün öyleye kadar birçok Ehrimenliyi tepeledim. Fakat öğle üzeri karşıma peçeli bir pehlivan çıktı. Beyaz bir file binmiş olan bu pehlivanın ortaya çıkmasıyla Ehrimen'in yüzünde hınzırca bir gülümseme belirdi. Hürmüz buna son derece üzüldü. Meçhul periye seslenerek: -Efendim! Amacın nuru yok etmek mi? Merhamet!.. Merhamet!.. Merhamet! dedi. Meçhul Peri: -Bu, Ehrimen'in hakkıdır. Ne yapalım. İstediğini çıkarır, cevabını verdi. Ehrimen gülüyordu. Hürmüz üzüntüyle boynunu büktü. -Emir senindir, dedi. Yenileceğime işaret eden bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan mağrur bir şekilde meydanı dolaştı. Gök gürültüsünü andıran bir nâra attı. -Ey benim gücümü inkâr eden gafiller! İyi bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, yiğitler yiğidi Nefs-i Emmare'yim. Şimdiye ka-dar yenemediğim hiç kimse olmadı. Beşbin değişik şekle girerim ben. Bin türlü silâhım vardır. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol! Seni hizmetçi olarak kullanayım. Sen aptal ve aciz bir mahlûksun. Benim gözümde bir sinek kadar değerin yok. Fakat nedense seni severim. Çünkü senin bana hizmetin dokundu. Haydi, teslim ol da kurtul! dedi. Cesaretimi toplayarak, bu teklifi kabul etmedim. Bunun üzerine: -Ey Hikmet! Bendeki şu silâhlara bak. Rehberinin sana öğrettiği alçakgönüllülük, ilim, kanaat, ihtiyat, ağırbaşlılık, sabır ve hile numaralarını başkaları gibi yutmam ben. Onların herbirine karşı kin, hiddet, düşmanlık, nefret, şehvet gibi bir sürü numara var bende. Gel, kendine yazık etme! dedi. Yine yanaşmadım. -A zavallı! Ne düşünüp duruyorsun. Senin vuruşların beni etkilemez. Seni bir saniyede mahvederim. Bu benim için bir çocuk oyuncağı, dedi. Yine reddettim. Bunun üzerine çarpışma başladı. Ben bildiğim numaraların hepsini yaptım. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emmare beni adam yerine koymuyor, hâlime gülüyordu. Nihayet "Güçlü Azim" adındaki bildiğim en son öldürücü vuruşu yapmaya karar verdim. Emmare'nin sol tarafına geçtim. Vurmaya uygun bir pozisyon aramaya başladım. Emmare davayı çaktı. -Ya! Demek beni öldürmek istiyorsun. Dur öyleyse! dedi. Tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal bile edilemeyecek bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare beni kemerimden tutup, filin üzerine aldı. Ve, Ehrimen'in huzuruna götürdü. -Ey Ehrimen! Hikmet'i öldürmedim. Esir aldım. Mutfakta soğan soyar. Tam ona göre bir iş bu, dedi. Bu espriye Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz'ün gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Küredeki nur yavaş yavaş yok olmakta, her tarafı karanlık kaplamaktaydı. Ehrimen taraftarları galip gelmişti. Sol taraftaki kalabalık: -Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Onları yendik, diye bağırıyordu. Bizim taraf ise: -Sana hamdolsun! Sana hamdolsun! Ey nurların nuru! Nurunu kaldırma! diye yalvanyordu. Hürmüz, Nur Perisi'nin önünde secde etti. -Ey yaptığından mesul olmayan eşsiz Tanrı! Medet senden! Medet! Senin başın için, senin hakkın için... dedi. Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi öyle kaplamıştı ki yalnızca nokta kadar bir aydınlık kalmıştı bir köşesinde. O sırada uzaklardan bir ses duyulmaya başladı. Bu ses erkeksi olduğu kadar hoş, hoş olduğu kadar erkeksiydi. Şarkı söylüyordu. Sonunda karanlıklar arasından, yüzündeki nurla etrafı aydınlatan bir süvari göründü. Dört ayaklı, alnı boynuzlu, kanatlı, koyu yeşil bir ejderhaya binmiş olan bu süvari, bir güzellik abidesiydi sanki. Kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görünen kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o ilâhî sesi dinliyorduk: Ben oyum ki satvetimden kâinat lerzandır, Ben oyum ki zür—i bâzum hakim—i hercandır. Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana, Hâki payim secdegâh-ı zümre-i insandır. Ben oyum ki sîret-i merdîde yoktur benzerim, Hadimin—i barigâhım zümre—i merdandır. Ben oyum ki mizan-ı adlimde müsavi cümle halk, Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır. Hasılı şimşir—i izz—ü kudretiyim lyzid'in, Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzandır (Ben o kimseyim ki, gücümden kâinat titrer. Ben o kimseyim ki, bileğimin gücü her canlıya hükmeder. Ben o kimseyim ki, kim olursa olsun bana baş eğer. Ayağımı bastığım toprak insanların secde yeridir. Ben o kimseyim ki, yiğit yaratılışlı insanlar arasında bile benzerim yoktur. Yiğit kimseler kapı-mın hizmetçileridir. Ben o kimseyim ki, adalet terazimde herkes eşittir. Ben-ce, cihana hükmeden padişahlar ve fakirler aynı derecededir. Kısacası ben, lzid'in kuvvet ve kudret kılıcıyım. Ben aşkım, gücümden kâinat titrer.) Bu güzel ses, bu tatlı nağmeler her iki tarafı da mest etmişti. İşin garip tarafı, Ehrimen taraftarları da bizimkiler kadar zevk almıştı bundan. "Aşk" adındaki bu pehlivan bize yaklaştıkça nur perisinin elindeki küre aydınlık kazanmakta, nur, karanlığı kovmaktaydı. Pehlivan meydanın ortasına geldiği zaman küre tamamen aydınlanmış ve âlemden karanlık kalkmıştı. Nefs-i Emmare ve onun esiri olan ben meydanda bulunuyorduk. Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi. Gayet tatlı ve laubali bir tavırla: -Ey Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi. Emmare, ona karşı büyük bir hürmet göstererek filden yere indi. Aşk'ın önünde diz çöktü. -Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim ve velinimetimsin. Aczimi ilân ederek, işte secde ediyorum sana, dedi. Aşk, beni serbest bıraktı. Gülerek: -Haydi! Koca aptal Hikmet, git, rahatına bak! dedi. Meydanda yalnız Aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğsünde olduğu hâlde, oldukça yavaş ve ölçülü adımlarla nur perisine doğru yürümeye başladı. Onunla arasında üç adım kadar mesafe kaldığı zaman: -Ey, Nur Perisi! Yalnız senin kulunum, dedi ve secdeye kapandı. Sonra: -Ey Hürmüz! Ey Nur! Selâm olsun sana! Zira, karanlıkların değeri seninle bilindi, dedi. Daha sonra Ehrimerı'e: -Ey Ehrimen! Ey karanlık! Selâm olsun sana. Zira, nurun değeri seninle bilindi, dedi. Sonra meydanın ortasına doğru yürüdü. Ellerini semaya kaldırdı. O sırada kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık oldu. Âlem eski hâline döndü. Bu arada her iki taraf da, bağlı bulunduğu efendinin elini öpmekteydi. Hürmüz ve Ehrimen tahtlarından inmişler, yan yana gelmişler, sanki kardeş gibi el sıkışmışlardı. Nur Perisi bu durumu gülerek seyrediyordu. Hürmüz'ün elini öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne göreyim!.. Hayretimden, bir çığlık koparıverdim. Gözlerimi açtığımda Aynalı Baba'nın gülümseyen çehresini gördüm.
#hayalin derinliklerinde#ehrimen#hürmüz#hikaye#nur#Filibeli Ahmed Hilmi#A'MÂK-I HAYAL#amak-ı hayal#a'mak-ı hayal#hikmet#aydınlık#karanlık#cennet#cehennnem#azamet#cahilllik#aşk#salah#gazap#öfke#muhabbet#nifak
10 notes
·
View notes
Text
Sufizm, Animizm ve Ekoloji Açısından Nazım Hikmet Şiirinin Az Bilinen Yönleri / Bora Ercan
Dünya şiirinin önemli isimlerinden Nazım Hikmet Ran ülkemizin yakın tarihinde ve kültür yaşamında önemli bir yeri olan geniş, aristokrat bir aileden gelir. 1900’lerin başında Selanik’te başlayan ‘delidolu’ yaşamı 1963’te Moskova’da sona ermiştir. Nazım, şüphesiz ki, hala daha dünyada en çok tanınan Türk şairidir; öte yandan, döneminde de dünyayı en iyi tanıyan şairimizdir.
Her bireyin yaşam evreleri vardır. 20 yaşındaki bir insanın düşünce evreniyle, yaşamdan beklentisiyle, yargılarıyla, kaygılarıyla 60 yaşındaki bir insanınki doğal olarak farklıdır. Hint düşüncesinde buna chaturashrama (dört evre) denir, paganlar ise bu evreleri yaşamdaki ilkbahar, yaz, sonbahar, kış olarak tanımlar. Bu evreler şairler için de geçerlidir. Şairlerin dilleri, dünyaya bakışları değişir, bu da onların şiirlerine doğrudan yansır.
Nazım Hikmet, annesiyle babasının ayrılmasından sonra bir süre dedesinin yanında kalır. Osmanlı’nın son Selanik valisi olan dedesi Mehmet Nazım Paşa bir dönem Konya valiliği de yapmıştır. Nazım Paşa çoğunlukla aruz vezninde şiirler yazan saygın Mevlevi bir şairdir. Bir şiirinin son dörtlüğü buraya alalım:
Dergah-i pir'e yüz süren ehl-i safa görür,
Sermest-i aşk bir sürü hali aşina görür,
her hecrde bir aşık-ı safvet-nüma görür,
Biz dehr-i duna yüf okuyan Mevleviler'iz.
Günümüz Türkçesiyle açıklarsak: Şeyhin dergahına yüz süren (saygı, sevgi gösteren) huzurun, saflığın varlığına sahip olur. Aşk sarhoşu (ser, baş demek; mest ise mest olmak) her duruma alışkındır. Her sayıklamada ona görünen temizliktir. Bizler aşağılık dünyayı sevmeyen Mevlevileriz.
Tasavvuf, sufilik bir tür bhakti yogadır. Temel ritüeli müzik, şiir ve danstır. Vedalardan (Eski Hint metinleri) biri olan Samaveda, şarkı (ilahi) bilgisi anlamındadır (Saman, Sanskrit şarkı demektir, Sama ise Arapçada müzik demek.) Mevlevilerin Sema ayini, az önce söylediğim gibi bir bhakti yoga uygulamasıdır.
Anadolu’da başta Bektaşiler ve Mevleviler olmak üzere diğer tarikatların da tekke edebiyatları çok zengindir. Ne yazık ki, bu edebiyat günümüzde sadece tarihsel bir değerdedir.
Şairimiz Nazım Hikmet’in ilkgençlik dönemi olan 1910’lu yıllar bir yandan büyük bir imparatorluğun 1820’lerden itibaren parçalanma, diğer bir yandan da Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Nazım’ın bu yıllarda yazdığı şiirlerde vatanseverlik, milliyetçilik gibi duygular önplandadır. ‘Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik! / Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik / imanına, azmine ümit bağlayanlar var.’ Şiiri buna bir örnektir.
Dedesinin sufi sohbetlerinden ve şiirlerinden etkilendiğini bütün bir Nazım Hikmet şiirindeki ses ve ritm olgusundan anlayabiliyoruz. Şiir formunu, tekniğini kısacası altyapıyı bu çok iyi bir şekilde kurmuş olan Nazım daha sonra bu bilgilerini, yeteneğini dünya şiiri formları, coşkun kişiliği ve felsefi düşünceleriyle harmanladığında ortaya büyük bir külliyat çıkmıştır.
Aşağıdaki şiir de Nazım’ın Konya’da bir dergide yayımlandığında ilk başta dedesinin yazdığı sanılan dizeleri… Arkadaşları tarafından tebrik edildiğinde, dedesi bu şiirin hece vezniyle yazıldığını, kendisinin yazmadığını söyler, Nazım da şiiri hafızadan okuyarak kendisinin yazdığını itiraf eder.
Sararken alnımı yokluğun tacı Silindi gönülden neşeyle acı Kalbe muhabbette buldum ilacı Ben de müridinim işte Mevlana
Edebe set çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum, arşa yükseldim Kalpten temizlendim, huzura geldim Ben de müridinim işte Mevlana
Nazım, yakın dostu Vala Nurettin’le Ankara’ya giderken İnebolu’da karşılaştıkları Spartakistlerden çok etkilenir. Bu etkilenmeyle Ekim Devrimi sonrası Moskova’sına gider, orada eğitim alır. Yeni bir dil öğrenmek, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir kültürde yaşamak onun düşünce sistemini de değiştirecektir.
Türkiye’ye döndükten sonra yaşamının büyük bir kısmını hakkındaki siyasi suçlamalarla ve hazırlanan komplolarla hapishanede geçirmek zorunda kalır. Hapishanede edebiyatımıza büyük eserler katar.
O döneme dek alışık olunmayan rubai formunda diyalektik materyalist şiirler Türk edebiyatına ilk kez Nazım’la girer. Bu noktada Mevlana ile bir hesaplaşma da söz konusu olacaktır:
Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil, uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil. Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi : «Suret hemi zıllest...» filân diye başlayan değil...
Buradaki anahtar ifade ‘suret hemi zıllest’tir. Bu ifade, bir yanıyla Platon’un mağara alegorisine bir yanıyla da Hint felsefesinin Maya perdesine işaret eder. Görünen her şey surettir…
İlleti ula, ilk neden, ‘arche’ demektir, heyula da burada kanımca iki anlamda kullanılır, biri korkunç hayal bir de yine maddenin ilk hali, bir tür ilk neden. Burada İslam felsefesi ile Aristoteles ve Antik Yunan Felsefesi arasında bir bağa gönderme vardır. Bir de burada Nazım’ın sufi terimlerle Mevlana’ya karşı gelmesi de dikkat çekicidir.
Nazım aynı zamanda, o devir için insana çok yabancı olabilecek konuları da şiirine taşır.
Beni en çok etkileyen rubailerinden biri:
Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız hep hısım akrabayız. Ve ey güneş gözlü sevgilim, ‘Cotigo, ergo sum’ değil bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...
Bugünkü bilimsel verilerle bakıldığında atomaltı parçacıklarıyla, evet, hepimiz akrabayız ve her şey de birbirine bağlı. Haşmetli aile denense ekosistemden başka bir şey değil. Descartes’in ünlü sözü düşünüyorum öyleyse varım’ı ailenin bir bireyi olarak ortaya koyar şair ve kanaryasına şunları söyler:
Aramızda sadece bir derece farkı var, işte böyle kanaryam, sen kanatları olan, düşünemeyen kuşsun, ben elleri olan, düşünebilen adam...
Aşağıdaki rubainin de atomist felsefeyle yazıldığını söyleyebiliriz. Nazım her ne kadar Mevlana’ya ve birçok inanç sistemine reddiye içeren şiirler yazsa da bu şiirleri panteist ya da animist bir gözle okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Şiirde geçen yuğrum kelimesi bugün pek bilinmez, teknede yoğrulan hamur anlamındadır. Yani yoğurulmalı farklıdır ama hamur, yani bir tür ‘arche’ aynıdır.
Ne nurdan ne çamurdan, sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...
Nazım döneminin dünya sorunlarından uzak bir şair değildir, tam tersi, yine bugünkü iklim krizlerini 1950’lerde fark etmeye başlamış ve şiirlerine konu edinmiştir.
Umut adlı şiirinin bir bölümü şöyle:
işler atom reaktörleri işler yapma aylar geçer güneş doğarken ve güneş doğarken ölür bir çocuk ölür bir japon çocuğu hiroşima'da on iki yaşında ve numaralı ve ne boğmacadan ne menenjitten ölür bin dokuzyüz elli sekiz de ölür bir japon çocuğu hiroşima'da dokuzyüz kırkbeş’te doğduğu için
ve
STRONSİUM 90
Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.
Sonuç olarak,
Şairler geleceği görürler, duyarlar, sezerler. Düşündüklerini yaşamakta, kağıda aktarmakta cesurdurlar. Kurşuna dizilen Lorca, sürgünde yaşayan Neruda… Nazım da döneminin büyük şairleriyle benzer kaderi paylaşmıştır. Türk şiirine, her ne yazarsa yazsın çok şeyler katmıştır. Şairlere ideolojik anlamlar yüklemek şiirlerine gölge düşürür, her ne kadar şairler bunu kendileri yapsa da bakışımda öncelik onların iyi bir şair olup olmamasındadır. Nazım ideolojisinden dolayı değil şiirlerinden dolayı bir dünya şairidir.
9 notes
·
View notes