Tumgik
#hakikat sorunu
depresif-baykus · 4 months
Text
Google arama motoru, hakikat ve pazarlama
Hemen hemen her gün, bir konuda bilgi almak için Google arama motoru‘nu kullanıyoruz. Peki Google arama moturu ile bize sunulan bilgi, ne kadar güvenilir? Hangi bilginin bize hangi sırada sunulacağına, google’ın algoritması karar veriyor. Google’ın bir şirket olarak bu sıralamayı yaparken ve bizim tüketici deneyimimizi kurgularken, öncelikleri neler? Ve bu soruların, hakikat ve doğrulukla…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
seslimeram · 4 months
Text
Hakikat Tahrif Edilirken
Tumblr media
Değişken bir tahakkümün orta yerinde herkesin bir ötekisine düşman addedildiği bir saha, bir zeminde hakikat tahrip ediliyor. Düpedüz, doğrudan bir cendere refakatinde ol iletişim işleri başkanlığının gözetiminde vurgular / bildirimler hepten o hakikatin tahribatını var ediyor. Devletli erkanı, baş efendiden başlayarak kurulan oyunun yenisi hep daha derin hep daha kalıcı bir yıkım hüzmesini var ediyor. Yıkım katara eklenirken, ayrıcalıklı kast, zümreler bina edilirken, onlar feraha erirken kalan için bir yara verme halinin aralıksız bir halde yinelendiği bir zemin projeksiyonu güncelleniyor. Her şey güllük gülistanlıktır diye söze başlanırken var edilen çöl gözlerden ırak bir biçimde zannediliyor. Normallerini zayi etmiş olagelen bir yerde hayatın un ufak edilip devlet / sermaye eline oyuncak edilmesine devam ediliyor. Erk, muktedir, iktidar tahayyülünde arsızlığı ele alıp vurdumduymaz bir hali kesintisiz devam ettirerek, her şeyi tarumar eden, belirgin bir biçimde mahpusluk hal istemini hayat diye sabitimiz kılan bir devinim var ediliyor. Bu hali sorgulayan mavi veya beyaz yakalı emekçi, vasıflı ya da vasıfsız kodlu işçi, herhangi ama herhangi bir sıradan o yurttaş iktidar elinde düşman belleniyor. Bu ötekidir denilerek hedef kılınıyor aralıksız bir biçimde. Hakikat sorgulanmasın denilerek biyopolitik bir denetim, gözetim ve tahakküm iş bu ülkenin yegane istikameti haline dönüştürülüyor.
Tahakkümü var eden siyasal merci, makam ve liderliğin sunduğu perspektifin her nasıl bir biçimde Kürd özgürlük mücadelesini, siyasal aksiyonunu hedef kıldığı daha yepyeni Kobane kumpas davası sürecinde var edilenlerden ortaya çıkabilir pekala. Doksanlı yıllar ve öncesindeki zorba Evren rejiminin var ettiklerinden, kuruluş tarihine, 1915-1920 süreci arasında memleketin yıkıcı / yok ediciliğinde bir biçimde kullanışlı addedilen bir halkın topyekun yeniden tornadan geçirilmesinin bir kere daha hürriyetinden o geçmişin, geçemeyen karanlığında hizaya çekilip, sindirilip de susturulan ötekileri gibi onların da payına aynısının düşürülmesinin azap verici serüveni bugünleri belirginleştirir. Birbirinde buluşan, birbirini tamamlayan bir sınama halinin Kürd, Alevi, Ezidi, Mıhellemi, Arapları bulmasının yolu ve yönüdür mesele. İktidar pratiklerini kullanışlı addettiği ötekisine hıncı savunarak bütünleşik bir biçimde hayatı kuşatmak var edilendir. Halkların Eşitlik ve Demokratik Partisi, Dem Partinin öncesinin iktidar eliyle mahpus kılındığı zeminde ol Kobane davasının ardından çıkagelen ülke imgesi zaten başlı başına nasıl bir cenderenin imal edildiğini görünür kılar. Suçsuzlukları kanıtlanmış, sadece siyasi beyanları yüzünden hınçla linç ettirilen, yılları mahpuslukla geçen Kışanak, Tuncel, Ata ve hatta Tuğluk için tahliyelere karşılık itirazlar var edilir. Madun siyasetin hedef kıldığı insanların ki en sonuncusu Aysel Tuğluk’un bir insanın yaşayabileceği acıları aşan bir sınamaya tabi tutulması, annesinin cenazesine “Ermeni” yakıştırması yapılarak defnedilmesi sırasında olmadık işkencelerin var edildiği bir zeminde, demans olmasının dahi hiçbir önemi yok kılınır. O kadar afaki acının yaşatıldığı bir insanın canı da üç otuz kuruşluk iktidardan çok daha değerli olduğu anlaşılır kılınmaz.
Sibel Yükler’in T24’teki haberidir: “Kobani davasında savcılık, Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararlarına itiraz etti.
6-8 Ekim 2014 tarihlerindeki Kobani olayları nedeniyle eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında olduğu 108 sanıklı Kobani davasında dün karar açıklandı. Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi, 47 ayrı suçtan yargılanan yargılanan Selahattin Demirtaş'a toplam 42 yıl, Figen Yüksekdağ'a ise 30 yıl 3 ay hapis cezası verilmesine hükmetti.
Mahkeme, yargılanan 24 sanığa toplamda 407 yıl 7 ay hapis cezası verdi. Davada, Gültan Kışanak ve Sebahat Tuncel'in aralarında yer aldığı 5 tahliye, 12 beraat, 13 tutukluluğa devam kararı verilirken, firari 72 sanık hakkındaki dosya da ayrıldı.
Ancak mahkeme savcısının bugün tahliye kararlarına itiraz ettiği öğrenildi. Savcılık itirazında, “Sanıklar hakkında verilen tahliye kararının gözden geçirilerek ayrı ayrı tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarılması" talep edildi.
Mahkeme kararının ardından, eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak, HDP ve DBP'nin eski eş genel başkanlarından Sebahat Tuncel ile diğer siyasetçiler Ayla Akat Ata, Meryem Adıbelli ve Ayşe Yağcı tutuklu oldukları cezaevinden dün gece tahliye edilmişti.
Ne olmuştu?
Davada, 7,5 yıldır cezaevinde olan ve azami tutukluluk süresini 6 ay önce dolduran Gültan Kışanak'a ise "örgüt üyeliği" suçundan ise 12 yıl hapis cezası verildi, ancak tutuklulukta geçirdiği süre göz önüne alınarak tahliyesine hükmedildi.
Sebahat Tuncel'e "örgüt üyeliği" suçundan 12 yıl hapis cezası veren mahkeme; Ayla Akat Ata'ya da aynı suçtan 9 yıl 9 ay hapis ceza verirken, iki isminde de tahliyesine karar verdi.
Yasin Börü ve diğer tüm ölümlere beraat
6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan olaylarda farklı kentlerde resmi kaynaklara göre, 37 kişi hayatını kaybetmiş, 326'sı kolluk kuvveti olmak üzere toplamda 761 kişi de yaralanmıştı. Davada 36 sanığa Yasin Börü’nün de olduğu 6 kişinin ölümüne yol açtıklarına ilişkin suçlamalardan beraat kararı verildi.
Davada beraat eden isimlerin tamamı şöyle: Altan Tan, Ayhan Bilgen, Aysel Tuğluk, Bircan Yorulmaz, Gülser Yıldırım, İbrahim Binici, Sırrı Süreyya Önder, Can Memiş, Gülfer Akkaya, Berfin Özgü Köse, Emine Beyza Üstün, Sibel Akdeniz.”
Topyekun bir tahakküm çemberi içerisinde ötekisine / öyle sanılana düşmanlığın her nasıl aralıksız var edildiğine bir örnektir, savcılık itirazı. Tutsaklıkları boyunca hayatlarından bir şeyler eksiltilen, canları çalınan, yaslarına dahi müsamaha gösterilmeyip, en küçük bir telafi için vakit harcanmadan, özür dilenmeden Tuğluk, Kışanak, Tuncel gibi davadan salıverilen insanların özgürlüklerinin yeniden ellerinden alınması talep olunur. Normallik, ılımlılık, normalleşme, siyaseten üslup değişikliği vesaire diye cümleler kurulurken kurucu hizip ile bugünün devletinin yegane sahibi biziz biz diyenler arasında olan biten yeniden Kürd halkına, onlarla birlikte hareket eden Mezopotamya halklarının tamamına karşıtlık olarak var edilendir. Neydi ki normalleşme? Sahiden neye yarar onca lafazanlık bunca kötülük arşıalaya çıkarken? Tümüyle doğrudan bir tehdit dili, eylemi, tahakkümün en keskin sureti ve baş efendinin işaretlemesi doğrultusunda verilmiş olagelen bir kadük yargı kararının akıbeti bambaşka acıları yeniden var etmek midir, nereye kadar?
Medyascope’tan aktaralım: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26. Dönem Adli Yargı ve 16. Dönem İdari Yargı Kura Töreni’nde, Kobani davası kararlarına ilişkin ilk kez konuştu. Erdoğan, eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42 yıl ve Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay hapis cezası verilen kararlarla yüreklere su serpildiğini söyledi.
“6-8 Ekim hadisesi 37 insanımızın vahşice öldürüldüğü bir terör kalkışması”
Erdoğan, yargılamaya konu olan olaylar hakkında “6-8 Ekim hadisesi asla bir protesto gösterisi değil, 37 insanımızın vahşice öldürüldüğü bir terör kalkışmasıdır” dedi. HDP’li siyasetçilerin 6-8 Ekim 2014 tarihinde yaşanan olaylarda 16 yaşındaki Yasin Börü’nün de arasında bulunduğu kişilerin ölümüne ilişkin suçlamalardan beraat etmesine değinmeyen Erdoğan şöyle devam etti:
“Suriye’deki gelişmeleri bahane eden bölücü örgüt unsurları doğrudan devletimizin bekasını hedef alan bir isyan girişiminde bulunmuştur. Bu isyan girişiminde 37 insanımız şehir eşkiyaları tarafından katledilmiştir. Ülkemizin 35 ili, 96 ilçesi ve 131 yerleşim biriminde sokaklar dükkanlar ve okullar ateşe verilmiş, masumların kanı akıtılmıştır. Bölücü canilerin katlettiği insanlar arasında ihtiyaç sahiplerine kurban eti dağıtan 16 yaşındaki Yasin Börü ve arkadaşları da vardır. 6-8 Ekim olaylarını kışkırtanlar yönlendirenler azmettirenler milletimize böyle bir acıyı yaşatanlar bellidir, hukuk elbette bunlardan hesap sormak zorundadır.”
“Mahkeme kararıyla ilgili haddi aşan yorumları tasvip etmiyoruz”
Erdoğan, Kobani davası kararlarına gösterilen tepkileri tasvip etmediklerini söyledi:
“Siyasi dava denilerek terör kalkışmasının aklanmaya çalışılması her şeyden önce hukuka ve demokrasiye hakarettir. 6-8 Ekim olaylarını kimse mazur ve meşru gösteremez. Mahkeme kararıyla ilgili haddi aşan yorumları tasvip etmiyoruz. Karar kayıplarının acısıyla son 10 yıldır Kerbela’ya dönmüş yüreklere su serpmiş, adaletin tecellisine olan inancı yeniden güçlendirmiştir. İsyan girişiminden 10 yıl sonra, geç de olsa hakkın yerini bulduğunu görüyor, bundan da mağdurlar ve demokrasimiz adına memnuniyet duyuyoruz. Sokaklarını kan gölüne çevirerek bu ülkede siyaset yapılmayacağını artık herkesin anlamasını ümit ediyoruz.”
Her şeyin punduna getirildiğinde nasıl da iktidar için kullanışlı bir aparata dönüştürülüp, sonuna kadar sömürüldüğünü bir kere daha görürüz. Tümüyle o güdümlü yargının dahi bir biçimde ayrıştırdığı, tutsak edilmiş siyasilerin bütün ol can kayıplarında herhangi bir sorumluluğu yoktur hükmüne rağmen halen baş efendi kendi doğrusunu zikretmeye devam eder. Başta da dediğimiz gibi, değişken bir tahakkümün orta yerinde herkesin bir ötekisine düşman addedildiği bir saha, bir zeminde hakikat tahrip ediliyor. Normalleşme, ılımlılık, hataların telafisi, yeniden yurttaşın sözünün dinleneceği zikredilen bir zamanda, yeniden Kürd halkının savunageldiği değerler, siyaset, barışa dair söylem ve eylemlerin yekunu, Kobane gibi hedef kılınmak isteniyor. Bu uğurda, asırdır var edilmiş fecaat ötesi yanlışlarda ısrarın devam olunacağı bir kere daha baş efendi eliyle teyit ediliyor. Daha ötesi olmadığı malumken, kalkıp hak gasplarına itirazların reddiyesi için cephe açılmaya çalışılıyor. Malum ırkçı hizbin başı bir siyasi çetenin lideri kalkıp milyonların iradesi olan bir temsilin ivedilikle kapatılmasını talep edebiliyor. Dahası kendi içlerindeki malumun ötesi bir ismin o ithamname kısmını kaleme aldığı gizliden değil açıktan zikrediliyor. Bu düşmanlaştırma miti devam olunurken hakikatin her ne olduğu unutturulmaya çabalanıyor. Gültan Kışanak’ın dediği gibi tahliyeye değil (bu ülkenin) özgürlük ve barışa ihtiyacı olduğuna aymak için daha kaç sınama gerekiyor. Bütünüyle korku / yıkıcılık / kin ve nefretle atılan adımlar karşısında kaç “Kobane” sınavı ülkede var edilecektir, düşünür müsünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Mezopotamya Ajansı via Bianet
2 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Akira Kurosawa’nın Hakuchi/ Idiot filmine kısa bir bakış, Budala uyarlamalarındaki ana sorunu görmemiz açısından önemli olabilir. Hakuchi, belki de en değerli Budala uyarlamasıdır. Ancak diğer birçok uyarlama gibi Kurosawa’nın uyarlaması da fazlasıyla “edebidir.” Dostoyevski, benzersiz ruhsal atmosferini, onca konuşma içinde, ancak gönlü açık olanın seçebileceği birkaç kelime, bir kıvılcım olarak akan birkaç cümle ile kurar. Ân içinde ebediyet oluşturur ve tüm roman o ebediyet içine akar, okyanusa akan nehirler gibi... İdam cezasını çekmek üzere idam sehpasında bekleyen bir adamın ruh hâliyle… Ya da saralı bir adamın sara krizi sırasındaki aydınlanma ânında… Sadece form değil, zaman da yoktur artık burada. “O ân, artık zaman olmayacak!” Dostoyevski’yi sinemaya uyarlamak için, ebediyetin, içinde gömüldüğü bu kısa, şimşek gibi kıvılcımlar saçan o ânların hikmetli diyarına yolculuk edebilmek ve form ve normların kaybolduğu o ânı, zamana geri taşıyarak, edebî formun dışında bir forma büründürmek gereklidir. Dostoyevski ilhamının oluşturduğu formun değil, o ilhamın kendisini yakalamaya çalışmak… Hakuchi’de Kurosawa, Dostoyevski’nin edebi dilinin ardındaki ilhamın peşine koşmak ve onu kendi diliyle zamana geri taşımak yerine, formu ve dili tekrar ediyor görünüyor. Bu da her kelimesinde ebediyet kadar bir zaman bulduğumuz o kutsal ânları, kısacık zaman dilimleri içinde önemsiz ayrıntılara çeviriyor. Sezai Karakoç’un bir yazısında sanat eserleri bağlamında söylediği gibi, yapılması gereken, öncelikle Dostoyevski’nin dilini musalla taşına yatırmaktır. Musalla taşında öldürülen “dile”, Lazaruz’u dirilten Hz. İsa gibi ve Dostoyevski’nin ilhamına benzer bir ilhamla yeni bir nefes üflemek gerekir. Artık eski dil ölmüş, yerine yönetmenin nefesini taşıyan yeni bir dil “yaratılmıştır”. Hakuchi’de Kurosawa, o son müthiş sahne hariç buna yaklaşabilmiş gözükmez. Dostoyevski’nin “diline” sadakat, sinemada, Dostoyevski’ye ve onun ilhamına sadakat anlamına gelmez. Hakuchi, forma olabildiğince sadık kalarak, ama ruhu ve ilhamı kurutarak, ân içinde sonsuzluğu taşıyan Dostoyevski ilhamına sadık kalmış görünmez. Hakuchi’de, Rogojin’le Mişkin’in olduğu o son sahne, belki de Dostoyevski ilhamına en çok yaklaşan sahnedir. Ancak orada da asıl sorun ebediyeti içinde taşıyan dürülmüş ân’ın, sinema diline taşınmasındaki sorundur. Kurosawa, planları oldukça çok keserek, sürekliliği ve hâlin derinliğini azaltmış görünüyor. Polonyalı büyük yönetmen Andrzej Wajda, Nastasja filminde, Budala’dan sadece son sahneyi almıştır. Ancak Wajda’nın yaptığı şey büyük oranda, Nastasya Filipovna, Rogojin ve Mişkin’in helezonik yolunda yükselişlerini göz ardı etmek ve genellikle psikolojinin yüzeyselliğine teslim olmaktır. İki Japon kabuki oyuncusunun Mişkin’le Rogojin’i oynadığı film, “artık zaman olmayan ân’ın” sinema diline tercümesinde Hakuchi’den daha başarılı görünür. Belki de Budala’yı filme uyarlamak için, Dostoyevski’nin “kutsal sara” hastalığına içerden bakabilecek bir ilham ve gönle sahip olmak gerekiyor kim bilir… Hâlbuki film sanatı, tercüme edilemediği söylenen “edebi şiirleri” dahi görüntü şiirine tercüme edebilme potansiyeliyle önemlidir. Zaten asıl önemi tam da burada yatar. Bunu yapabilen yönetmenler vardır aslında. Ermeni yönetmen Sergei Paradjanov, Ermeni şair Sayat Nova ve şiirlerini adeta görüntü diline tek kelime etmeye dahi ihtiyaç duymadan çevirmeyi becerebilmiştir. Son tahlilde söylememiz gereken şey, Dostoyevski ile ilişki kuracak yönetmenin, bu ilişkiyi sadece onun dili üzerinden değil, anlamı ve ilhamı üzerinden kurabilecek bir algı ve “görü”ye sahip olması gerekliliğidir. Dilin açılımlamaya çalıştığı hakikat düzeyini, o edebi dilin üzerine bir başka dil ile kurmaya çalışırsa, hakikatle arasında perdelerin sayısını artırmaktan başka bir şey yapamaz yönetmen. Ancak dili, hakikatin bir perdesi olarak görür, dil yerine işaret edilen hakikate yönelirse ve o hakikatin belki bir başka form, dil ile yeniden inşasını düşünecek olursa, yapacağı Dostoyevski uyarlaması, direk edebi bir uyarlamadan çok daha değerli bir uyarlama olacaktır.
3 notes · View notes
bisikletlikirlangic · 2 years
Photo
Tumblr media
Üniter Devlet Anlayışım
allahım onlara laf yetiştirdim
çünkü hakikat yaşanmamış hatalarımda gizliydi
“kederimin derdine derdimi emanet etmeye kıyamadım”
dedi ya gaye su akyol, hah! işte bu benim 
*
bir tamdım dıştan, içim çokça federatif
kalbimi eğdim sandım, hep başı dik
asiye çıkmıştı adı, verilen hiçbir emri yerine
getirmemenin, üstümdeki duruşu çok dekoratif
*
allahım onlara laf yetiştirdim
çünkü hakikat altılı masaya danışılacak kadar komplike değildi
bildiğim küçüktü, zamanı büyüttüm, sıkıntı da geçerdi
aklımın sınır bütünlüğü için duaya durdum 3 - 5 nöbetinde
*
düşmesini bildim, her gece uykuya dalmadan defalarca
sanma hiç öyle tepeden falan da değil, birkaç katlı bir evden
kaçan uyku bir sığınağa dönüşür, sığınak deyince ülkemin göçmen sorunu
ankara antlaşmasına güvenen aklım, tek yapabileceğin: ona iltica
*
allahım onlara laf yetiştirdim
sence hakikata güvenmeli miyim?
Tevfik Hatıpoğlu
2 notes · View notes
cointahmin · 10 months
Text
Immunefi, Trail of Bits, Solana Foundation ve web3 ekosistemindeki öteki önde gelen oyuncular işbirliğine gitti. Bir öteki tarafta Binance Smart Chain, Planet ile iştirak kurdu. Ripple ise Catalyze Research ile iş iştiraki yapıyor.Binance ve 6 altcoin yeni paydaşlıklar kurdu!Immunefi, Trail Of Bits ve Solana işbirliğine gidiyorImmunefi, Trail of Bits, Solana Foundation ve web3 ekosistemindeki öbür önde gelen oyuncular, bölümü rahatsız eden kritik bir sorunu (sağlam bir güvenlik standardının eksikliği ) ele almak için güçlerini birleştirdi. Bu ortak gayret “Rekt Test” ile sonuca ulaştı. Geliştiriciler Rekt Test’i, Web3 projelerinin güvenlik performansını artırmak için tasarladı. Bu doğrultuda, Rekt Test kapsamlı bir temel güvenlik standardı.Rekt Test’i öncelikle web3 projelerine yönelik kısa bir anket. Lakin projelerin güvenliğini kıymetlendirmek isteyen herkesin kullanması mümkün. Gayesi, web3 projelerinin uyması gereken taban bir güvenlik performansı düzeyi oluşturmak. Böylelikle hem kullanıcılar hem de yatırımcılar için daha inançlı bir ortam sağlamak.Binance Smart Chain, Planet ile paydaşlık kurduOrtaklığı, “JoinOurPlanet’i Binance Smart Chain’in ekosistem ortağı olarak duyurmaktan gurur duyuyoruz” diyerek açıkladı. Binance, bu işbirliğinin, Blockchain’i Toplumsal Yarar için kullanmaya olan inançlarını vurguladığını belirtti. Bu bağlamda Binance, “Ortak tutkumuz muazzam. Lakin hakikat grupla en kuvvetli gayeler bile ulaşılabilir hale gelir. Bizi izlemeye devam edin!” dedi.https://twitter.com/JoinOurPlanet/status/1684617850521022464 Planet, BNB Chain ekosisteminde 4000’den fazla TPS, gelişmiş EVM uyumluluğu ve gelişmiş güvenlik sunan verimli bir Katman-2 tahlili olan opBNB ile işbirliği yapacağını duyurmaktan heyecan duyduğunu belirtti. Ayrıyeten, BNB Chain ekosistemindeki metaverse geliştiricileri olarak, opBNB ile iştirak kuran birinci dApp’lerden biri olduğunu belirtti. Bu iştirakin, metaverse’e sıkıntısız girişi kolaylaştırma amaçları için değerli bir kilometre taşı olduğunu kaydetti.OKX Ventures dappOS ile stratejik iştirake giriyorOKX, süreç hacmine nazaran en büyük kripto platformlarından birisi. OKX’in yatırım kolu OKX Ventures, kullanıcılar için kripto altyapılarını yöneten bir işletim protokolü olan dappOS ile stratejik iştirakini duyurdu. DappOS, dApp’leri taşınabilir uygulamalar kadar kullanıcı dostu hale getirmek için tasarlanmış birinci Web3 işletim protokolüdür. Hesap soyutlama ve yönetici ağ teknolojisine dayanır. dappOS, kullanıcıların rastgele bir Blockchain’den Web3 dApp’leri ile sıkıntısız ve sezgisel etkileşimlerin keyfini çıkarmasını sağlar. CeFi gibisi bir kullanıcı tecrübesi sağlamak için birleşik hesap özelliğini kullanır. Fakat, birebir vakitte tam bir merkeziyetsizlik sunar.Ripple, Catalyze Research ile iş iştiraki yapıyorRipple Labs, global varlığını genişletme eforlarını hızlandırıyor. Bu bağlamda, cointahmin.com olarak bildirdiğimiz üzere Ripple Labs, XRP Ledger’ın (XRPL) Güney Kore’deki kullanıcı tabanını artırmak için Catalyze Research ile işbirliği yaptı. Önde gelen web3 ve Blockchain odaklı danışmanlık firması Catalyze Research, Ripple’ın 25 Temmuz Salı günkü resmi blog duyurusunun akabinde 26 Temmuz’da stratejik işbirliğini Twitter’dan duyurdu.Animoca Brands ile çok ses getiren bir ortaklık!Animoca Brands’in stratejik bir paydaşlık kurduğuna dair bu haber NFT ve Web3 alanı için sahiden heyecan verici! Sanat, koleksiyonerler, teknoloji ve Blockchain’in kesişimi bu işbirliği ile ileriye hakikat büyük bir adım atıyor. Animoca Brands, hi’ye 30 milyon ABD doları meblağında yatırım yaptı. Bu, hi’nin Web3 finansal üstün uygulaması ve ekosisteminin potansiyeline duydukları inancın açık bir işareti. Web3 alanındaki NFT’lerin yararını artırmaya yönelik ortak vizyon, oyunun kurallarını değiştirecek nitelikte!MetaMask, MATIC rehinleri ile kullanıcıları destekliyorKripto cüzdan sağlayıcısı, MetaMask Portföy arayüzünün artık ethereum ağında yapılan likidite rehin sağlayıcıları Lido Finance ve Stader Labs aracılığıyla MATIC rehinlerini desteklediğini açıkladı.
Ayrıyeten, MATIC rehinlerinin sırf ABD dışındaki kullanıcılar için mevcut olduğunu duyurdu.
0 notes
theheartofmuses · 1 year
Text
bizans ortodoksluğunu da slavlar kurtarmak zorundaydı. çünkü ortada bir hakikat sorunu vardı
0 notes
presenkop · 3 years
Photo
Tumblr media
BİR MELATONİN RÜYASI III
- Önce I. ve II. kısımları okuyunuz. -
Dünyanın son zamanlarını hatırlıyorum. Çaresi bulundu bulunacak derken milyonlarca insanı kaybettiğimiz salgın hastalığın finansal bedelini dünya halkları olarak ödeyemez olmuştuk. İstihdam sorunu öyle boyutlara ulaşmıştı ki, insanlar bir parça besin için birbirlerini parçalamaktan çekinmiyorlardı. Gerçek yamyamlardık! Dünyanın en sağlam, en ihtiyatlı ekonomileri birer birer çöküyordu. Ayakta kalmakta direnenler ise imtiyaz sahiplerini kayırdığı için huzursuzluk dalga dalga artıyordu. Kulağa inanılmaz geliyor biliyorum, ben de hakikat bambaşka olsun isterdim.
Arsız politikacılar rant uğruna doğayı, doğanın kaldırabileceğinden uzun süre peşkeş çektiler. Nerede el değmemiş bir orman vardı; orada faili meçhul bir yangın peyda olurdu. Nerede berrak bir su kaynağı vardı; oraya milyonluk şehirlerin kanalizasyonu akıtılırdı. Binlerce yıldır emek emek, varlığını inşa etmiş kıyı ekosistemleri de talandan nasibini aldı; denizleri betonla doldurmak suretiyle birtakım binalar inşa edilmesi gerekli görüldü. Her şeyin sonuna doğru, bir yokuştan aşağı hızla düşercesine yaklaştık. Tüm bu ekolojik, ekonomik, yer yer dini, sosyolojik ve mutlak siyasal basınç, önü alınamaz toplumsal bir kaosa yol açtı. New York’ta başlayan isyan, kısa sürede tüm Amerika’ya yayıldı. Halkı kutuplaştıran bir üslup kullanan zamanın ABD başkanı Trump’ı suçlayan çok oldu. Olaylar Avrupa’da yankı bulmaya, insanlar meydanları doldurmaya, protestolar günden güne alevlenmeye başladığında Trump ve üslubu konusu kısa sürede bayatladı. Öfkeli kalabalık, önüne ne geliyorsa ezip geçiyor, parlamentoları basıyor, şehirleri yakıp yıkıyor, açlığın, küresel iklim krizinin, yolsuzlukların, tahsis edilmeyen adaletin ve daha bir sürü şeyin sorumlularını arıyorlardı. Protestolar, tarihin başından bu yana huzurun uğramadığı Ortadoğu’ya sıçradığında film tamamen koptu. Kolektif bir göz kararması, bir bilinç kaybı yaşadık. Ne kadar zaman geçti, dünyaya ve hayatta kalanlara ne oldu bilmiyorum. Kıyamet kopmuş olmalı. Belki de tüm o kaos kıyametti. Başka ne olabilir?
Rezalet bir migrenle uyandığımda neresi olduğunu bilmediğim bir odadaydım. Penceresiz, duvarlarının ve zemininin granit kaplı olduğunu sandığım bir oda. Karşımda, altından ışık süzülen bir kapı vardı fakat ışığa uzanıp kapıyı açamayacak kadar güçsüzdüm. Alnımdan gözüme doğru jel kıvamında soğuk bir şey akıyordu. Bir yılan mıydı? Parmağımla ürkerek dokundum. Lanet olası müsilaj! Dünyadaki denizleri yaşanmaz kıldığımız için oluşan ve bir türlü önünü alamadığımız fitoplanktonlar. Suda kalmış olmalıydım. Müsilaj saçlarıma sıvanmıştı ancak rahatımı fazlasıyla kaçıran migrene kıyasla kozmetik bir sorundu. Üşüyordum, çıplaktım, bilinmezler içindeydim, ve Tanrı’ya inanmayı uzun zaman önce bırakmıştım. Karanlıkta kör bir kuş gibi zamanın akmasını, bilinmezlerin anlam bulmasını bekledim.
Sonradan FF subayı olduğunu öğreneceğim bir görevli, demir kapıyı gürültüyle açtı ve kendisini takip etmemi söyledi. Karanlığa alışmış gözlerim, birden odayı dolduran aydınlığı kabul etmekte zorlanıyordu. Yine de en azından şu berbat ağrı konusunda yardım isteyebileceğim birisi vardı. Belki duş almama olanak sağlayacak kadar iyi biri bile olabilirdi. Etrafta kimsenin olmadığı gri, serin ve yeterince aydınlatılmamış bir koridor boyunca yürüdük. FF subayı, cebinden çıkardığı parlak bir kartı duvara yaklaştırdı, duvarda bir geçit belirdi. Geçit bizi koridora kıyasla aydınlık bir meydana ulaştırdı. Cam bir kubbe altındaki meydan, dünyadan kurtulanların Vitazolam uyum eğitiminden geçirilecekleri fazlaca kalabalık toplanma alanıydı. FF subayı gözden kayboldu. Islak, çıplak, hasta ve korku doluydum ancak etraftakiler de pek farklı görünmüyordu. Neydi bu, bir tür toplama kampı falan mı? Distopik bir cehennem simülasyonu mu? Birileri açıklama yapmalıydı.
DEVAM EDECEK…
5 notes · View notes
awesome-kadi · 4 years
Text
Batı, Neden Allah Resûlü'ne Saldırıyor? - Halis Bayancuk Hoca
Allah'ın adıyla.
Allah'a hamd, Resûl'üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Tüm kardeşlerim için yüce Allah'tan afv ve afiyet talep ediyorum. Rabbim sizleri maddi manevi tüm bulaşıcı hastalıklardan korusun. Hastalığa yakalanmışlara acil şifa ihsan etsin.
Yüce Allah'a hamdolsun, ben iyiyim. Sizlerin salih duaları ve Rabbimin icabetiyle her daim iyi olmayı ümit ediyorum. Müsaadenizle bu yazıda, birçok soruyu tek soru hâline getirerek yazıya başlamak istiyorum: Batı, Allah Resûlü'ne (sav) neden saldırıyor?
Bu sorunun cevabına geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum: İslam ümmetiyle Haçlılar arasında birçok savaş yaşandı. Bu savaşlarda Allah'ın takdiri gereği bazen onlar kazandı, bazen biz kazandık. Kur'ân'ın ifadesiyle Allah (cc), günleri insanların arasında döndürdü.[1] Ancak Ehl-i Salib, Allah Resûlü'ne (sav) hakaret ettiği her savaşta, mutlaka yenildi. Öyle ki; İslam âlimleri Allah Resûlü'ne hakaret cümleleri duyduklarında, İslam ordularını zaferle müjdelerdi. Hâliyle; bugün Haçlılar, Allah Resûlü'ne (sav) söverek yaklaşan sonlarını haber vermiş oldular. Hatırlayacağınız üzere ilk Charlie Hebdo densizliğinden sonra, Fransa ekonomik ve sosyal kriz yaşamıştı. İçeride sarı yelekliler, dışarıda Afrika sömürgeleri kazan kaldırmaya başlamıştı.
Siyaset bilimciler, Fransız Devrimi'nden bu yana Fransa'nın yaşadığı en büyük krizin bu olduğunu söylüyor. Her ne kadar onlar, bu krizi Allah Resûlü'ne hakaretle ilişkilendirmese de biz, krizin ona (sav) hakaretle ilişkili olduğunu biliyoruz. İkinci Charlie Hebdo ve Macron densizliğinin daha yıkıcı olacağına inanıyoruz. Zira biliyoruz ki; biz Müslimler Allah'ın (cc) yardımını hak etmiyor olabiliriz. Günahlarımız, itikadi ve ahlaki sapkınlıklarımız bizi İlahi yardımdan mahrum edebilir. Ancak Allah Resûlü (sav), bizim değil, Rabbinin koruması altındadır ve Rabbi, her durumda ona yardım edeceğine söz vermiştir:
"Kim de Allah'ın, ona (Nebi'ye) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğine inanıyorsa göğe bir araç uzatsın, sonra da (gökten ona gelen yardımı) kessin. (Sonra da) baksın (bakalım), bulduğu bu çare (İslam'a ve Peygamber'e) karşı öfkesini gidermiş mi?"[2]
Fransa, Allah Resûlü'ne hakaret ederek gökyüzüne mızrak/ok fırlatan Ye'cuc ve Me'cuc durumuna düşmüştür. O mızrak, fırlatıldığı yerden kana bulanmış olarak dönecek ve fırlatanı can evinden vuracaktır.[3]
Biz bu yazıda Fransa'nın akıbetinden ziyade, Allah Resûlü'ne (sav) yapılan saldırının ardındaki gerçeğe, saldırının perde arkasına bakmak istiyoruz. Öncelikle bu saldırının ardında bir değil, birçok sebep olduğuna inanıyoruz. Batı dünyası; İslam'a ve Resûl'e saldırganlıkta birlik olsa da saldırma nedenleri farklılık gösterebiliyor. İşte bu nedenlerden bazıları:
Batı Toplumunda Arayış ve İslam
Batı dünyasında bir anlam krizi yaşanıyor. İnsanlar yaşamın, ölümün, varlığın... anlamını sorguluyor; ama bir neticeye ulaşamıyor. Zira sorularına cevap bulacakları bir zeminden mahrumlar; din yok, felsefe yok, gelenek yok, kültür yok... Özgürlük, insan hakları, eşitlik... gibi kavramlar kulağa hoş gelse de insanın anlam arayışına cevap vermiyor. Kaldı ki, arayan insanın karşılaştığı ilk hakikat; Batı'nın bu konudaki ikiyüzlülüğü oluyor. Bu değerleri dünyada en fazla çiğneyenin yine Batılı devletler olduğunu görüyor. Yine Batı'nın kendine mâl ettiği bu değerlerin, aslında başka toplumlara ait olduğunu; Batı'nın, toplumların yer altı ve yer üstü kaynaklarını çaldığı gibi değer/kültür hırsızlığı yaptığını da fark ediyor. Hangi gerekçeyle yola çıkarsa çıksın; arayan her Batılı, kendi toplumundan tiksiniyor, Batılı değerlerden (!) uzaklaşıyor...
Batı dünyası bu arayışın farkında ve bundan rahatsız. Dahası, arayış içinde olanların çoğunlukla İslam'la buluştuğunun da farkında. Kendi yaptırdığı araştırmalar genel olarak dünyada, özel olarak Batı'da en hızlı yayılan dinin İslam olduğunu gösteriyor. Topraklarını işgal ettiği, tüm kaynaklarını sömürdüğü, elindeki tüm imkânlarla kötü gösterdiği İslam; kendi evinde, kendi insanını kalbinden yakalıyor. İşte bu durum Batı dünyasını histerik bir ruh hâline sokuyor; onlar da Allah Resûlü'ne ve İslam'a saldırıyorlar.
Batı ve Öteki
Bireyin bir karakteri olduğu gibi toplumların/medeniyetlerin de bir karakteri, genetik özellikleri vardır. Bununla birlikte her toplumun "öteki" olarak gördüğü topluluklar ve onlarla kurduğu bir ilişki vardır. Örneğin İslam dini için "öteki", İslam inancını kabul etmeyen herkestir. İnsanları diline, ırkına, coğrafyasına bakmaksızın inanan ve inanmayan olarak ayırır. Sonra inanmayanları İslam'a davet eder. İslam'ı kabul etmeyeni, vatandaş olmaya davet eder. Bu iki seçeneği kabul etmeyenleri ise iki kısma ayırır: İslam toplumuyla barış içinde yaşayan komşularıyla sulh ilişkisi kurar. Düşmanca tavır takınanlarla savaşır...
Batı için "öteki", ırk anlamında Batılı olmayan herkestir. Öteki, yalnızca Batı'ya hizmet etmekle memurdur. Öteki, düşmandır ve düşman ancak köle olursa kontrol altında tutulabilir. Bu sebeple ötekinin ya imha edilmesi ya da Batı hizmetinde çalıştırılması gerekir. Batılıların Amerika, Afrika ve Hindistan yerlilerine yaptıklarına baktığımızda bu anlayışı net olarak görürüz. Şiarları bellidir: Köleleştir veya imha et!
Batılılar için "öteki", barbardır. Tüm Batı tarihi, barbarları bekleme tarihidir. İç bütünlüğü sağlamak için, toplumu, barbar olan ötekiyle korkuturlar. Bu korku, Batı toplumunu bir arada tutar, meşhur şair Kavafis bu durumu ironik bir üslupla şiirleştirmiştir:
Ve ne olacağız şimdi barbarların yokluğunda?
O insanlar ki, bir çeşit çözümdüler.
Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'na kadar Batı için öteki, Osmanlı, yani İslam'dı. Ekim Devrimi'yle beraber Batı için "öteki" değişti. Yeni öteki, Sovyetler, yani komünizmdi. Asırlarca halklarını Osmanlı'yla, son bir asırdır da komünistlerle korkuttular. Sovyetlerin dağılmasıyla beraber, Batı için, halkını kendisiyle korkutacağı yeni bir öteki lazımdı. Düşmanlık/Öteki listesini güncellediler ve İslam'ı ikinci sıradan tekrar liste başına aldılar. O günden beri İslam'la savaşta olduklarını hiç gizlemediler:
"Medeniyetler çatışması tezinin mucidi Samuel Huntington 'Voice of America' (Amerika'nın Sesi) programına yaptığı açıklamada şöyle demiştir:
'Batı medeniyetinin önündeki en büyük tehdit; İslam fundamentalizmi değildir. Bizatihi İslam'ın kendisidir. İslam'ı doğrudan düşman ilan etmek Müslümanları asırlık uykusundan uyandırır. İslam fundamentalizmi ve İslami terör maskesi altında saf dışı ve imha edilmek istenen İslamiyet'tir.'
11 Eylül hadisesinden sonra İslam âlemine yönelik başlatılan ve Bush'un ağzından 'Haçlı Seferi' olduğu itiraf edilen işgal, genişleyerek devam ediyor."[4]
Bugün Batı için "öteki", İslam'dır ve Batı İslam'la savaş hâlindedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlamak için sürekli bu korkuyu canlı tutmalıdır. İslam'a ve Resûlullah'a (sav) hakaretin arka planındaki sebeplerden biri de budur.
Nüfus Yaşlanması ve Batı
Batı dünyasında bir anlam krizi ve bu krizin tetiklediği bir arayış olduğuna değinmiştik. Aslında her insanın derinden duyduğu "Niçin varım/yaratıldım ve öldükten sonra ne olacak?" sorusuna yönelik bir arayıştır bu. Zira insanın tüm eylemleri varlık sebebiyle anlam kazanır, öldükten sonra ne olacağının cevabı da bu anlama değer ve derinlik katar. Bu iki soruya aklı ve kalbi tatmin, ruh ve bedeni teskin edici cevabı yalnızca İslam verir. Batı, bu nedenle insanları bu arayıştan alıkoymak için onları suni gündemlerle oyalamaya çalıştı. Amacı; bireyin kendi iç dünyasına doğru derinleşmesine engel olmaktı. Evet, başardı ve toplumu oyaladı, ancak daha büyük sorunlarla karşılaştı. Örneğin geçen yüzyıl boyunca Batı toplumunu bireysellik ve cinsiyet tartışmalarıyla oyaladılar, istediklerini elde ettiler, ne ki, çok daha büyük bir sorunla karşılaştılar. Bireysellik ve cinsiyet inkârı, toplumun varlık ve devam şartı olan aile kurumunu çökertti. Evlilik oranları düştü, boşanma oranları arttı. Aile kurumu angarya olarak görüldü. Üremeyen, çoğalmayan ve hızla yaşlanan bir Batı dünyasıyla karşılaştılar.
Buna mukabil evlenen, çoğalan ve genç olan "Müslüman" bir nüfus var. Batılı kuruluşlar farklı tarihler verse de, hesaplamalar bir noktada ittifak hâlinde: Yakın gelecekte Müslüman nüfus yerli nüfusla dengelenecek, sonra da hızla artışa geçecek. Bu durum Batı için bir kâbus. Ne yapacaklarını, bu sorunu nasıl çözeceklerini bilmiyorlar. İçlerindeki korku ve nefret, dillerine hakaret olarak yansıyor.[5]
Batı ve Tahakkümcülük
Batı medeniyeti tahakkümcüdür, kontrolcüdür. Herhangi bir varlığı kontrol edebiliyor ve onun üzerinde egemenlik kuruyorsa, onunla geçinebilir. Tahakküm kuramadığı her varlık onun için düşmandır, yok edilmelidir. Her şeyin üstüne çıkıp kontrol altına alma, Kur'ân'ın ifadesiyle 'uluvv' ahlakı, beraberinde mutlaka fesadı/bozgunculuğu getirir. Ve bu ahlak; Allah (cc) ile karşılaşmayı ummayan, ahireti istemeyen, tek dünyalı kimselerin özelliğidir:
"İşte (bu) ahiret yurdudur. Biz, onu yeryüzünde üstünlük taslamayan ve bozgunculuk istemeyenlere veririz. (Güzel) akıbet muttakilerindir."[6]
Batı medeniyeti tahakkümde o denli aşırı gitmiştir ki; varlığın genine, yaratılış kodlarına müdahale etmeye başlamıştır. Yeryüzünde bugün var olan fiziki ve ruhsal hastalıkların birçoğu geniyle oynanmış gıdalar ve insan eliyle zehirlenmiş içme sularıyla ilgilidir. Geçmiş medeniyetlerin tümü, dönemlerindeki teknik/bilimsel gelişmeleri, varlığı anlamak ve anlamlandırmak için kullanmışlardır. Oysa Batılılar, bilim ve teknik kendi uhdelerine geçtiğinden beri bilimi bir tahakküm aracı olarak kullandılar. Nükleer ve konvansiyonel silahlar, gıda ve giyim sektörüne karışan kimyasal zehirler, iki büyük dünya (paylaşım) savaşı, sömürge ve köleleştirme; bilimin, Batı elinde ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Buradan konumuza dönecek olursak şunu söyleyebiliriz:
Batı için İslam büyük bir sorundur. Zira İslam'a müntesip toplumlar, şeriat sahibidir; helal haram bilincine sahiptir. Sizin dayattığınız dünya onların helal haram anlayışına uymuyorsa reddediyorlar. Nefsine yenik düşenler dahi, yaptıklarının yanlış olduğunu kabul ediyor, bir gün pişman olup Batılı değerleri terk etme potansiyeli taşıyorlar. İşte Batı'nın İslam'a ve Resûlullah'a (sav) saldırma nedenlerinden biri de budur: Bir türlü İslam ehli üzerinde mutlak tahakküm kuramamış olmak! Batılıların özellikle sünnet üzerine akademik (!) çalışmalar yapmasının nedeni de budur. Sünnet şeriattır. Sünnet detaydır. Sünnet hayatın her alanını düzenleyen yasa, tüzük, genelge, talimatnamedir. Sünnetsiz, yani şeriatsız bir toplum; her yöne çekilebilecek ve yaşamlarının detayları başkaları tarafından çizilebilecek, tahakküme açık bir toplumdur.
Allah Resûlü'ne (sav) hakaret densizliğinde mezkûr özelliğe işaret eden ilginç açıklamalar oldu. Fransa Sağlık Bakanı, bir giyim markası olan Decathlon'un tesettüre uygun koşu kıyafeti üretmesini kınadı. Yine İçişleri Bakanı, marketlerde satılan helal yiyeceklerin, ayrılıkçı/radikal görüşleri beslediğini söyledi. Bir İtalyan gazetesi, "Müslümanlar kantinleri dahi kontrol ediyor!" diyerek, kantinlerde satılan helal yiyeceklerden rahatsızlığını faş etti. Bu açıklamalar dikkatle okunduğunda her birinde derin bir rahatsızlık olduğu görülür. Bu rahatsızlığın nedeni; İslam'a müntesip toplumların kontrol altına alınamıyor olması ve buna sebep olan helal haram hassasiyeti, yani şeriattır. Şeriatın detaylarını Allah Resûlü'nün sünneti belirlediğine göre, ona (sav) olan düşmanlığı anlamak da zor değildir.
Batı, Bir Aşırılık Medeniyetidir
Aşırılık, Batı medeniyetinin karakteristik özelliklerindendir. Batı tarihinde normallik geçici, aşırılık kalıcıdır. Örneğin uzun yüzyıllar temizlikten kaçan ve pislik içinde yaşayan Batı, şimdi hayatın her alanını steril hâle getirmiş, aşırı bir temizlik tutkusuna kapılmıştır. Uzun yüzyıllar cinselliği bir tabu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak ruhsal sorunlar yaşayan Batı, son bir yüzyıldır, sapkınlığa varan bir cinsel hürriyeti savunmaya başlamıştır.[7] Uzun yüzyıllar kilisenin onay vermediği her düşünceyi ölüme mahkûm eden Batı, son yüzyıllarda her türlü düşünceye özgürlük noktasına savrulmuştur…
Görüldüğü gibi Batı tarihi, bir aşırılıklar tarihidir. Batı, sevgisinde de nefretinde de aşırı bir medeniyettir. Şu an İslam'a ve Peygamber'ine gösterdiği reaksiyon, aşırılığının bir tezahürüdür. Koronavirüs'ün çıktığı ilk dönemlerde bilbordlara onun (sav) hadislerini asan Batı, bir yıl sonra ona hakaret eden karikatürleri kamu binalarına yansıtarak bu aşırı tabiatını bir kez daha sergilemiştir. Bu, normaldir! Zira vahiyle desteklenmeyen insan tabiatı, uçlarda yaşamaya mahkûmdur. Vahiyden yoksun insan, kâh aklın kâh duyguların savurmasına maruz kalır. Denge ancak vahiyle, Kitap ve açıklaması olan sünnetle mümkündür.
Batı ve Değerlere Saygı
Üzülerek belirtmeliyim ki; kendini Muhammed'in (sav) ümmetinden gören bazıları, Batı'yı insani ve dinî değerlere saygıya davet ediyorlar. Bu davet sorunlu; zira, normal şartlarda Batı'nın insani ve dinî değerlere saygılı olduğu, bu meselede kendi değerlerini çiğnediği ön kabulünden neşet ediyor. Böyle bir davet, ancak Batı'yı tanımayan, Batı propagandasına maruz kalmış zihinlerin daveti olabilir. Batı'yı, söylemlerinden değil de eylemlerinden tanıyan biri, böyle bir davet yapmaz; yapılmasını da gülünç bulur. İnsanlık tarihinden az çok haberdar olan her insan, tarihin şahitlik ettiği en barbar, ahlaksız ve yalancı topluluğun, mevcut Batı dünyası olduğunu bilir.
Sorun şu: Batı'yla ilgili algı ile olgu, söylem ile vaka arasında yerle gök arasındaki kadar fark vardır. Batı dünyası, insanlık tarihine "kültür işgali" kavramını kazandırmıştır. Bu; sizin nasıl düşüneceğinize, olayları nasıl algılayacağınıza ve nasıl tepki vereceğinize kültürel araçlarla yön veren bir düzendir. Şöyle bir düşünün: ABD, Vietnam'ı işgal etti. Tarihin gördüğü en barbar işgallerden birini gerçekleştirdi ve yenildi. Bugün dünyada kaç kişi ABD'nin işgalci olduğundan ve yenildiğinden haberdar? Bir taraftan Vietnam'ı işgal ederken diğer yandan Rambo serisiyle, işgali nasıl algılayacağımıza dair sinemayı kullandı ve milyarları zehirledi… Dünyanın gözlerinin içine bakarak, Irak'ta kimyasal silah olduğunu iddia etti ve etkileri bugün de devam eden Irak işgalini gerçekleştirdi; bugün de işgale ve yalana devam ediyor… Karşımızda böylesine ahlaksız, ikiyüzlü ve yalancı bir topluluk var.
George Floyd olayı sonrasında yaşanan ABD ve AB merkezli sokak olaylarında dünya şunu gördü: Milyonlarca insanı katleden ve yüzbinleri köleleştiren savaş baronlarının heykelleri meydanları süslüyor (!) Şayet Batı, iddia ettiği gibi köleleştirme tarihinden utanıyorsa, bu vahşi insanların heykellerini nasıl ve neden en ünlü meydanlara dikebiliyor?
Örneğin Hitler; Yahudi ve Romenleri/Çingeneleri toplama kamplarında zehirleyerek ve fırınlarda yakarak katletti… Tüm dünya Yahudilerin yaşadığı soykırımı konuşuyor. Peki, Romenler insan değil mi? Daha birkaç yıl önce Fransa'da Romenleri Romanya'ya geri gönderme konusu konuşuluyordu. Bugün bir Yahudi'yle ilgili böyle bir konuşma yapılabilir mi?
Salman Rüşdi, Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden paçavrayı yayınladığında bu kitabı basmak için yayınevleri sıraya girdi Batı'da. Roman aynı anda birçok dile çevrildi. İngiltere'de Ziyauddin Serdar ve arkadaşları ise bu kitaba karşı ilmî bir reddiye kaleme aldı. Ne oldu dersiniz? Hiçbir yayınevi bu kitabı basmayı kabul etmedi! Düşünün; Ziyauddin Serdar tüm Batılı değerleri özümsemiş, Liberal Demokrat bir Batızede… Humeyni'nin Salman Rüşdi hakkında verdiği ölüm fetvasını ilk eleştirenlerden ve fikre karşı fikirle karşılık verme taraftarlarından… Daha önce Ziyauddin Serdar'ın kitaplarını basan yayınevi dâhil, hiçbir yayınevi bu kitabı basmadı. Öyleyse buradan ne anlamalıyız? Salman Rüşdi Allah Resûlü'ne (sav) hakaret edebilir, çünkü ifade özgürlüğü var. Ama birileri bu kitaba reddiye yazıp Allah Resûlü'nü savunmak isterse, derin bir sessizlik!
Bugün Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden Charlie Hebdo paçavrası, bu yaptığını ifade özgürlüğü olarak tanımlıyor. Ancak aynı paçavra, Yahudileri mizah konusu yapan bir yazarını 2016'da işten kovabiliyor!
Siz Charlie Hebdo'yu mahkemeye şikâyet ettiğinizde -ki; kim, hangi akılla böyle bir şeye başvurur, o da ayrı bir konu- dava dahi açılmıyor. Talebiniz "ifade özgürlüğü" gerekçesiyle reddediliyor. Ancak gay, lezbiyen veya Yahudileri ima yoluyla dahi eleştirdiğiniz anda hakkınızda dava açılıyor. Gerekçe; özgürlüklere müdahale, antisemitizm ve benzeri şeyler... Bir lezbiyeni incittiğiniz için davalık oluyorsunuz. Allah Resûlü'ne (sav) hakaret edip milyarlarca insanı incittiğinizde ise özgürlük havarisi oluyorsunuz. Acaba tarih, böylesine ölçüsüz bir terazi görmüş müdür?
Evet, Batı ahlaksızdır, ikiyüzlüdür, ölçüsüzdür. Batı'dan; şirke, sapkınlığa ve siyonizme saygı bekleyebilirsiniz. Ancak Batı'dan, Allah Resûlü'ne (sav) saygılı olmasını istemek, kişinin yalnızca Batı'nın kültür işgaliyle yaralı bir Batızede olduğunu gösterir. Batı; dine, enbiyaya, güzel olana saygı göstermez.
Batı Dökülüyor
Batı'yı İslam'a karşı histerik bir ruh hâline sokan bir diğer neden; son dönemde yaşanan bazı hadiselerdir. Zira bu hadiseler Batı'nın kitle iletişim araçlarıyla oluşturduğu makyajı akıtmış, boyanın altındaki gerçekliği ortaya çıkarmıştır. Yukarıda zikretmiştik, bir daha tekrarlayalım: Batı'ya dair var olan "algı" ile "olgu" arasında ciddi farklılıklar vardır. Örneğin dünya halkları Batı'yı sosyal, siyasal ve ekonomik yönden hiç aksamadan işleyen bir mekanizma olarak görüyor. Batı kendini böyle tanıtıyor ve izleyici konumundaki dünya, gördüğüne inanıyor. Koronavirüs'le birlikte, aslında sistemin hiç de oturmadığı, Batılı değerler (!) denen safsatanın içinin boş olduğu ve sistemin ne kadar dayanıksız olduğu anlaşıldı. O çok medeni (!) Batılı devletlerin nasıl da birbirlerinin sağlık malzemelerine el koyduğu, yine o medeni Batılı halkların market reyonlarını yağmalarkenki barbarlığı, hiç de filmlerde gördüğümüz asil Batılı profiliyle uyuşmuyordu.
Yunanistan sınırında mültecilere reva görülen muameleyi dünya canlı canlı izledi. Kampları, içindekilerle birlikte ateşe veren; insanların malına el koyup çıplak olarak geri gönderen; mültecileri zehirlemeye çalışan; uzaktan ateş ederek öldüren veya sakatlayan bir Batı'yla karşılaştı dünya. Bundan yirmi yıl önce olsa, mezkûr manzaraları göremeyecektik muhtemelen. Kitle iletişim mafyası Batı, ne yapıp edip gerçekleri gizleyecekti. Ancak bugün, insanlar bazı şeyleri kendileri çekiyor ve sosyal medyada yayıyor…
Şu an Batı; makyajsız yakalanmış yaşlı bir ünlü, peruğu çekilip alınmış bir kel… gibi öfkeli. Gerçek yüzü açığa çıktıkça öfkeleniyor; saldırıyor, saldırıyor, saldırıyor. Zira en fakir İslam ülkeleri dahi, mülteciler karşısında onun sergilediği barbarlığı sergilemiyor. Batı'nın çaldığından arta kalanı mültecilerle paylaşıyor. Batı'ya göre geri kalmış, evrimini tamamlayamamış Doğulular, muharref/geleneksel İslam'la dahi insani olarak Batı'nın bu denli ilerisindeyken, Batı öfkelenmesin de ne yapsın? Tahrif edilmiş İslam buysa, sahih İslam karşısında Batı nasıl direnecek?
Batı ve Yükselen Irkçılık
Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'ndan sonra yüce Allah, Batı dünyasını ırkçılıkla cezalandırdı. Avrupalıların bugün dahi utanma numarası yaptıkları Hitler ve Mussolini bu dönemde ortaya çıktı.[8] Yüce Allah bu liderlerin eliyle Avrupa'yı yıktı, yerle bir etti. Avrupa, İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'ndan sonra toparlandı, ama geçmişten ders almadı. Yine o kibre, sömürgeciliğe ve zulme geri döndü. Şimdi yüce Allah, onları yine ırkçılıkla cezalandırıyor. Tüm Avrupa ülkelerinde ırkçı partiler her seçimde oylarını arttırıyor, Avrupa siyasetinde daha görünür oluyorlar…
Şu an Batılı liderler artan sağ oyları almak ve seçimleri kazanmak istiyorlar. Bunun için popülist davranıp sağcıları memnun edecek bir dil kullanıyorlar. Bu sebeple de İslam'a ve Müslimlere saldırıyorlar. Aslında ırkçılığı besleyecek söylemlerle, Avrupa'nın çöküş zeminini hazırlıyorlar. Unutmamak gerekir ki; tarih tekerrürden ibarettir ve insan unutkandır. Yarım yüzyıl önce ırkçılığın Batı'ya neler ettiğini unutmuş (veya unutturulmuş) olabilirler, ancak biz unutmadık.
Batı ve İslam'ı Terörize Etmek
Batılılar, İslam’ı ve Müslimleri terörize etmek istiyor. Bu nedenle sürekli Müslimlerin sinir uçlarına dokunuyor; Kur’ân yakıyor, Nebi’ye (sav) hakaret ediyor ve Müslimleri aşağılıyor… İslami toplulukları kışkırtmak için elinden geleni yapıyor. Bunun özel bir nedeni var: Batı dünyasının yaşadığı manevi krize ve arayışa daha önce temas etmiştik. Batılı insan bu krizden ya uyuşturucuya sığınarak ya dijital bağımlılıkla ya da arayışla/sorgulamayla çıkış arıyor. Arayanların büyük çoğunluğunun yolu İslam’la kesişiyor. Zira Batı, insanı materyalistleştiriyor; İslam ise ruh ve mana dini. Batı, insanları yalnızlaştırıyor; İslam ise cemaat dini. Batı, insanları katılaştırıyor; İslam ise merhamet dini… Tüm bu nedenlerle Batı, İslam’ı şiddetle özdeşleştirip, fırtınadan kaçan insanlara İslam’ın sığınılacak bir liman olmadığını göstermek istiyor. Bir ırkçının eyleminde dahi tüm medyasıyla Batı; “Tekbir getirerek saldırdı.” diye yayın yapabiliyor. Kısa bir zaman sonra gerçek ortaya çıkıyor, ama durum Allah Resûlü’nün (sav) dediği gibi: “Utanmıyorsan dilediğini yap.”
Daha üzücü olanı ise İslam dünyasında Batı'nın bu isteğine icabet eden/edecek yığınla insanın olması. Çoğu samimi, ama şeriat bilgisinden ve Nebevi hikmetten yoksunlar. Yaptıkları yanlış işler sebebiyle haklıyken haksız duruma düşüyorlar. Ayrıca Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden ve bu ateşi körükleyenler keyif sürerken, hakaretin faturasını sokaktaki insana kesiyorlar. Konuyla hiçbir şekilde ilgisi olmayan, belki bu çirkefliği lanetleyen insanları katlediyorlar. Üstelik Batı'nın istediği tam da bu! İslam'ı ve Müslimleri dengesiz göstermek.
Evet, Batı bir plan yaptı ve tuzak kurdu. Bakalım Allah (cc) bu planı nasıl boşa çıkaracak!
"(Hatırlayın!) Hani kâfirler seni hapsetmek, öldürmek ya da (yurdundan) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da (tuzaklarını boşa çıkaracak ve onlara zarar verecek şekilde karşı) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır."[9]
Hatırlatma!
Ne yazık ki bu olay vesilesiyle şöyle bir tablo çıktı ortaya: Birçok insan, bu olayı vesile ederek Avrupa'nın ne kadar kötü, bizlerin de ne kadar iyi olduğunu anlatmaya başladı. Onlar yıkılayazmış, biz de uçayazmışız... Ortaya çıkan ilginç tabloya binaen derim ki:
Bu yazıda amacımız; Allah Resûlü'ne (sav) yapılan saldırılar özelinde bir Batı tahlili yapmaktı. Diğer bir amacımız da Batı'nın ahlaksız, ilkesiz ve şişirilmiş imajına ve işlediği insanlık suçlarına işaret etmekti. Hiçbir şekilde Batı dünyasıyla İslam'a müntesip Doğu dünyasını karşılaştırmak ve Doğu'yu Batı'ya tercih etmek gibi amacımız yoktu. Bu konudaki düşüncemiz şudur: Biz Doğu cahiliyesiyiz, onlar Batı cahiliyesi. Onlar İslami değerlere açıktan hakaret ediyorsa, Doğu cahiliyesi dolaylı hakaret ediyor. İslami değerleri gündelik siyasete alet etmek, aziz İslam'a bir hakaret değil midir? Sonra Charlie Hebdo paçavralarını, bu topraklara ait bir gazetenin yayımlamaya kalktığını nasıl unuturuz? Hâlâ gösterimde olan Yeşilçam müsveddelerinin İslami değerlere hakaretle dolu olduğunu bilmeyen mi var? 28 Şubat'ta kutsallarımızı aşağılayanlar, bugün ülkenin en itibarlı insanları değil mi? Allah'ın (cc) ayetleriyle dalga geçen siyasetçiler, diplomatik atamalarla taltif edilmiyor mu? Cahiliyenin her türünden, Doğulusundan ve Batılısından beriyiz... Cahiliye cahiliyedir, İslam'a hakaret de hakarettir. Bunun Doğulusu Batılısı, direkti dolaylısı yoktur. İki cahiliyeyi kıyaslamak ve birini diğerine tercih etmek anlamsız olsa gerektir.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
[1]        .     "Şayet size bir yara dokunduysa hiç şüphesiz (düşman) topluluğuna da yara dokundu. (Mutlak ve daimi galip Allah'tır. İnsanlara gelince) biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Allah, iman edenleri açığa çıkarmak ve sizden şahitler/şehitler edinmek (için böyle yapar). Allah, zalimleri sevmez." (3/Âl-i İmran, 140)
[2]        .     22/Hac, 15
[3]        .     bk.Tirmizi, 3153; İbni Mace, 4079
[4]        .     İslam Ümmetine Açılmış Haçlı Savaşının Kodları, Halis Bayancuk, Tevhid Dergisi, S 49, s. 18
[5]        .     Bu, böyledir! Beşerî sistemler, çözüm üretir. İlmi ve tecrübesi nakıs insanın çözümü, daha büyük sorunlara sebep olur. Şu anda Batı, geçen yüzyıl ürettiği çözümlerin hasat mevsimini yaşıyor. Toplumu Allah'a (cc) kulluktan alıkoymak için altı çizilen bireysellik; yalnız yaşayan ve hiçbir değer tanımayan nihilist tipler meydana getirdi. Bu kişiler o kadar çok ki bazı Batı ülkeleri yalnızlık bakanlığı kurmak durumunda kaldı. Hiç şüphesiz, bugün ürettikleri çözümler de yarın daha büyük sorunlara sebebiyet verecek.
[6]        .     28/Kasas, 83
[7]        .     Örneğin Freud'un insanı hazza, hazzı da cinselliğe indirgeyen yaklaşımı; insanı tarif etmez. Cinselliği tabulaştıran ve buna bağlı olarak psikolojik rahatsızlıklar yaşayan Batı toplumunu tarif eder. Yaşadığı dönemi anlamaya çalışan, kendisi de o dönemin insanı olan ve benzer sorunlar yaşayan Freud, tüm insanlığı Batılılar gibi aşırı, hasta ruhlu zannetmiştir. Batılıyı tarif etmek yerine insanı tarif etmeye kalkışmıştır. Körün fil tarifine benzeyen ve insanın yalnızca bir yönünü anlatan bir inanışa sahip olmuştur.
[8]        .     Utanma numarası dememin bazı nedenleri vardır: İlki; Almanlar Yahudilere yaptıklarının fazlasını daha önce sömürge bölgelerindeki yerlilere yapmıştı. Yahudilere yönelik soykırımdan utanmalarının nedeni Avrupalıların insanlaşmış olmasından değil, sermayeyi elinde tutan Yahudilerin baskısındandır. Şayet bu insan olmaktan kaynaklanan bir utanma olsaydı sömürge bölgelerindeki yerlilere  yaptıklarından utanır, özür dilerlerdi. İkincisi; Almanlar bunu bir fırsat olarak kullandı. Âdeta "Bu kadar akıllı Almanlar nasıl oldu da Hitler'le birlikte canavarlaştı? Demek ki kitle psikolojisi, Almanlar gibi disiplinli bir milleti dahi yoldan çıkarıyor." dedirttiler. Ne var ki sosyal psikoloji alanında çalışan, kapitalist sistemin beyin işçileri de bu ezberi tekrarlayıp duruyor. Oysa Almanların Hitler'den önce, sömürge bölgelerinde işledikleri vahşet; Hitler'in Almanları değil, Almanların Hitler'i yoldan çıkardığını ve Hitler'in, benzeri Alman liderlerden bir farkının olmadığını gösteriyor. Üçüncüsü; bazı Batılı düşünürlerin de itiraf ettiği gibi Hitler, Avrupalıları/Beyazları değil de Doğuluları katletseydi Napolyon gibi bir kahraman olacaktı. Onun kusuru, beyazları katletmesiydi… Avrupalıların nasıl barbar bir topluluk olduğunu anlamak isteyenler, Hitler'den çok daha vahşi Belçika Kralı II. Leopold'un yaptıklarını okuyabilir. Sömürge bölgelerinde on milyona yakın insanı katleden bu barbar, heykelleri dikilerek ödüllendirilmiş bir liderdir. Bu nedenlerle onların utandığına değil, utanma numarası yaptıklarına inanıyorum.
[9]        .     8/Enfâl, 30
1 note · View note
seslimeram · 2 years
Text
Uçurumun Kıyısında Bir Ülke
Tumblr media
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, sezilen ile yaşanan arasında uçurumun alenen her gün biraz daha açıktan var edildiği bir süreklilik ile sınanıyor bu sahne. Bütün bütün, doğrudan bir kara propagandanın esiri, muktedirin seslenişi dışında kalan hemen hiçbir şeyin güncellenmediği, duyulmadığı, konuşturulmadığı bir zemin var ediliyor. Her günü daha da karanlığa çıkartılan bir düzlem hali süreğen kılınıyor. Var edilmiş olagelen tüm o biyolojik politik deneyimleme ile mutlak iktidara biat hamlesi sürekli işlevsel kılınıyor. O nihai teslimiyet demokrasi mefhumunu hiçe sayarak onu artık gündem dışına iteleyip yeni ülke tahayyülünde gereksiz bir detay ilan ederek büyün yeniden bina ediliyor. Topyekun bir dönüşüm Orwellyen bir devinimi, fabl dahilinde dahi yok artık denilenlere sahip çıkıp, yeniden türeterek güncelleniyor artık. Yeni ülke bütün bu öğütücü mekanizmadır alenen, tamamen. Var edilen hayat akışındaki uçurum hali yeni ülkenin her nereye doğru meylini verdiğini de bildirir. Denetim, gözetim, tahakküm ekseninde yaşamın onarılması imkansız yaralara rehin edilmesi söz konusudur. Çukur dediğimiz bu hallerle birlikte güncellenen bir meseldir.
Duyulan, görülen ve bildirilen ile var edilen arasındaki uçurum derinleştikçe hayatın bir biçimde mahvına da zemin sağlama alınır. Geçtiğimiz günlerde doksan dokuzuncu yılı idrak edildiği zikredilen cumhuriyetin kazanımları diye çıkagelen şeyler reklamlarla bir biçimde sponsor addedilen eline kan bulaşmış sermaye nezdinde sunulurken, cerahatin hiçbir yere gitmediği bir zemini gerçek kılmaları söz konusudur. Bir hafta gibi bir süre içinde önce Kürd basınından dokuz gazeteci gözaltına alınır. Peyderpey var edilmiş olan bir soruşturma, birbirinden alakasız konuların bulup, birleştirip bir suç mesnedi olarak, örgüt üyeliği öne sürülerek dokuzu tutsak edilir. Memleketin tabipler odası başkanı bir insan hakları savunucusu olagelen, adli tıp uzmanı, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’yı önce malum medya, hemen ardından baş amir hedef kılar. Bu bahsin hemen üstünden bir an geçmeden soruşturma, gözaltına dönüştürülür. Kimyasal silahın, aması fakatı yokken, bunu PKK / HPG bilmiyoruz hangisine karşı kullanılmasının da insanlık suçu olduğuna dair kelam edilmesinin, bir yerde Cenevre konvasiyonuna göre, atılan anlaşmalardaki ol imzaların gerekliliği olarak soruşturulması söz konusu edilsin denildi diye Fincancı hoca mahpus edilir. Duyulan, görülen, anılan ile var edilen arasındaki devletle halkın arasında olagelen uçurum hali, Kürd toplumuna, onlarla birlikte hareket eden, lafta değil sahiden muhalefete bedel kılınır.
Bir tarafta pişirilip durulan, ya istibdat, ya hürriyet bahsinin aslında, İttihat ve Terakki’yi var eden bir oluşumun, bu ülkedeki Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimi daha sonra da Kürd halkının her kimliğinden çıkagelen suretleri, halkları yok etmek adına kullanıla geldiği bir figüratif slogan olduğu gözlerden kaçırılır. Cumhuriyet halk partisinin de temel odağı olarak kendisine yer bulan, kurucu önderin bu şerefli topraklar sizin (Türklerindir!), ermenilerin zerrece bu topraklarda hakkı / payı yoktur ile devam eden, sürekli güncelliği sağlama alınan bir nefret / ötekileştirme siyaseti o gümbürtü içerisinde baş amirin karşıtı olduklarını zikredenler eliyle yeniden piyasaya sunulur. Baş Amir, Kürd’ün özgürlüğüne karşıtlığı zikredip, eyleme dökerken, o muhalefet çatısı altından çıkagelen vatan bizim, böldürmeyeceğiz argümanları arasında altılı masa çoktan masal olur. Ağır ağabeylerin, hazır lokma yiyicilerin, götürelim abicim bahislerinin kıyısında bir avuç insanın muhalif olarak suna geldiği hayat böyle bir mesel değil sunumunun göz ardı edildiği zeminde ol istibdat zaten çoktan hayatı kuşatır. Görülen, duyulan, hayata dahil edilenlerle hakikatin arasındaki uçurum, bütün o iyi parti, saadet partisi, zafer partisi, memleket partisi diye bir biçimde muktedir emirleri doğrultusunda çoğalarak bölünerek her yere sirayet eden ırkçı akımlar / oluşumlar ile birlikte var edilir. Baş amirin yaptıkları neyse o adı anılanların bir biçimde suna geldikleri ülke perspektifinde, Ermeni’ye de yer yoktur, Kürd’e de, Alevi’yi de istemez, Ezidi’yi de diye devam eden bir süreklilik taşır. İyi de doksan dokuz yıldır hiç kimselerin kılınamayan, hala Türk’ün hangi kliğinin sahibi olduğuna karar verilemeyen bir menzilde adalet hiç söz konusu edilebilir mi?
Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP), Şırnak İl Örgütü’nün Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde düzenlenen protesto gösterisinde, kolluk güçlerince tehdit edildiklerini açıkladı:
“İktidardan aldığı talimatla daha önce milletvekillerimiz şahsında, halk ve meclis iradesine saldıran kolluk güçleri işi cinayet tehdidine vardırdı.”
“Polis, mermi çekirdeği fırlattı”
Partinin açıklamasında, HDP Şırnak Milletvekili Hasan Özgüneş konuşurken, polisin Özgüneş’e mermi çekirdeği fırlattığı belirtildi:
“Cizre Belediyesine kayyım atanmasının yıldönümünde milletvekillerimiz Hasan Özgüneş ve Nuran İmir’in de katıldığı basın açıklaması yapılmasında doğrudan “ölüm tehdidi” içeren son derece tehlikeli bir gelişme yaşandı. Polis ablukasında gerçekleştirilen basın açıklaması sırasında milletvekilimiz Hasan Özgüneş’e bir adet mermi çekirdeği fırlatıldı.
Kameralara yansıyan ve ekte paylaşacağımız görüntülerde mermi çekirdeğini kimin tarafından ve nasıl atıldığı net olarak görülüyor. Anayasayı, yasaları özellikle partimize ve halka karşı sistematik olarak çiğneyen AKP iktidarı ve güdümündeki silahlı yapıların tehdidinin ne anlama geldiğini kamuoyu biliyor. Bu duruma tepki gösteren milletvekilimiz Hasan Özgüneş, ‘Feriştahınız gelse bizi korkutamazsınız’ dedi.”
MA’nın haberine göre, HDP Şırnak İl Örgütü, Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde basın açıklaması düzenledi.
HDP Cizre ilçe binası önünde yapılan açıklamaya HDP Şırnak il ve ilçe örgütleri, HDP milletvekilleri Nuran İmir ve Hasan Özgüneş, Barış Anneleri Meclisi, Özgür Kadın Hareketi (TJA) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Açıklamada ilk olarak konuşan, görevden alınan Cizre Belediyesi Eşbaşkanı Berivan Kutlu, Cizre Belediyesi’ne daha önce de kayyım atandığını ama Cizre halkının her şeye rağmen kendi iradesinin ortaya koyarak yine HDP’li belediye eşbaşkanlarını seçtiğini söyledi.
Seçimlerden kısa bir süre sonra 29 Ekim 2019’da Cizre Belediyesi’ne tekrar kayyım atandığını hatırlatan Kutlu, “AKP iktidarı, seçimlerde kazanamadığı ve asla da kazanamayacağı belediyelere kayyım atamaları yaptı. Kayyım rejimiyle Cizre halkının iradesini almaya çalıştı” dedi.”
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, anılan ile yaşatılan arasındaki uçurumu bir biçimde kestirmeden göstere gelen bir karşılaşmadır Cizre’de var edilen. Abluka güncesi dahilinde 2015 yılında yerle yeksan edilmiş bir kentte, temsili iradeye kayyım atanarak o iradenin yok sayıldığı bir zeminde bunun hukuksuzluk olduğunu zikreden bir vekil, kalan Halkların Demokratik Partisi üyelerine yönelik tehdit var edilir. Kürd sorununun varlığına dair kesintisiz kılınmış olagelen inkarla çıkılan düzlemde, aşk bodrumda yaşanıyor yazısı ile duvarlara zerk edilmiş nefretin, bodrum katlarında yakılarak katledilmiş insanların var edildiği Cizre’de iki satırlık itiraz hakkına yanıt yıllar sonra bir kere daha kurşun fişeğiyle çıkagelir. Demokrasi ediminden bunca kopuşun var edilebildiği bir zeminde hayatiyeti hiç addederek vekile kurşunla mesaj verip, halka gözdağını batının görmediği, fark etmek istemediği bir yıldırı halini yedi gün yirmi dört saat var ederek güncelleyen bir zeminde her nedir ki demokrasi, her ne haldedir, sahiden de insan hakları! Kurşun atarak bir şeyleri ama en çok da ölümü kutsayarak hangi gün var edilebildi, edilebilir ki sahiden de?
Diken.com.tr’den aktaralım: “Boğaziçi Film Festivali Komitesi, ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanan Özcan Alper’in ödül gecesinde Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı hakkındaki söylemlerinden ‘rahatsız’ oldu. Komite, ‘törende ödül kazananların politik göndermelerini ve sloganlarını kınadıklarını’ açıkladı.
Senarist ve yönetmen Özcan Alper, bu yıl 10’uncusu düzenlenen festivalin önceki akşamki ödül töreninde ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.
Alper, ödülünü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların araştırılması gerektiğini söyledikten sonra iktidar tarafından hedef gösterilerek tutuklanan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf ederek şu konuşmayı yapmıştı:
“‘Hep barış olsun, asla savaş olmasın’ diyen bir kadın Şebnem Korur Fincancı, yine sadece barış dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur. Umarım cezaevinden bir an önce çıkar. Bu ödülü ona ithaf ediyorum.”
O sırada salonda bulunan oyuncu Burak Haktanır, Alper’e ”O kadın TSK’ya iftira attı. Kaç gündür tüm PKK sayfaları onu destekliyor‘ diyerek tepki göstermişti.
En iyi film ödülünü kazanan ‘Kar ve Ayı’nın yönetmeni Selcen Ergün de ödülü almak için sahneye çıktığında Haktanır’ın çıkışını ”Çok eril bir dil kullanıyorsunuz” diyerek eleştirmiş, Haktanır’ın Ergün’e ”Hadi oradan” demesiyle salonda gerginlik oluşmuştu.
Festival komitesinin ödül gecesine ilişkin sosyal medya hesaplarından yapılan açıklamada isim vermeden Alper’in konuşması ‘kınandı’:
“On yıl boyunca herhangi bir ayrım yapmadan, hiç kimseyi ötekileştirmeden katılımcı bir festival olmak için çalıştık. 10. Boğaziçi Film Festivali kapanış gecesi ve ödül töreninde yaşanan istenmeyen olayların ve onaylanması mümkün olmayan siyasi söylemlerin meydana getirdiği etki bir yıllık uzun bir çalışma sonucunda ortaya koyduğumuz programın, filmlerin ve ödüllerin konuşulup tartışılamamasına sebep olmuştur. Her zaman sanatçıları ve filmleri önceleyen bir festival olarak ödül törenimizde ödül kazananların politik göndermeleri ve sloganlarını kınıyor, kültür sanat hayatımızın sağlıklı bir zeminde yükselmesi temennisinde bulunuyoruz.”
Görünen, anılan ve aksettirilen arasındaki derin uçuruma bir kısa kesit daha paylaştığımız şu yukarıdaki örnek. Hiçbir biçimde gerilla güzellemesi, örgüt propagandasına yer verme, bahis açma çabası gütmeden, bir insanlık suçu var edilmişse bunun akıbeti sorgulanması elzem olandır diyen bir hekim tutsak edilmiştir. Yönetmen Özcan Alper’de bunu, iki satır meramında, barışın egemenlerin elinde hiç edilmesine karşı yıllar yılıdır mücadele veren bir insana destek linç edilmek istenir. Festivalden çok devletten nemalanma, sponsorlarla hayatını idame ettirme telaşındaki yapının da mal bulmuş mağribi gibi atlaması ve bütün onların üstüne tüy diken resmi kanal palyaçosu tiplemenin vatan savunurken saçtığı tüm o salyalarla birlikte bir kere daha gösterilen / var edilen ile anlatılan arasındaki hakikatin ta kendisi tuzla buz edilir. Ezberden mavallar okunarak, kokuşmuş bir siyaset argümanına bir biçimde bir kere daha tutunup, kırk küsur yıldır devam olunan bir yok etme haline, bir savaş haline, en son eklenmiş kimyasal silah kullanıldığına dair tespit ve tanıklıklara karşı sözü çiğneyerek, vatan kurtarılmaya çalışılır. Oysa yer yerinden çoktan oynamıştır, Cizre ya da Amed’in Sur’u gibi gidenlerin, kaybedilenlerin hiçbiri için bir telafi yoktur. Ne asker ne gerilla ne köylü, ne korucu ne o ne bu hiçbir biçimde yıkım / ölüm sarmalından bir çıkışı bıraktırmayan bu kör karanlık sarmal, daha yeni yüzyılını ilan eden ülkede hiç ama hiçbir huzurun da kalmayacağını bir kere daha bildirir. Benzeri 2015’te yaşatılan o kara, kapkaranlık günlerin paralelinde, bir örnek tekrarında hangi istikamet var edilecektir ki hazandan gayri. Sorguluyor musunuz?
Birbirilerine değen, biri bitmeden bir başkası başlayan, hepten, her dem kötülüğün daimi kılındığı bir zeminde, görünen, gösterilen, anılan ve anlatılanların kıyısında olmakta olan yegane şey hayatın müşterek savunusunun da imkansızlığa demir attırılmasıdır. Bunca açık, bir o kadar kesintisiz bir biçimde devlet ister kendi yönetim katından olsun, isterse yol verdiği kolluğundan, işaret ettiği rehin aldığı temsilcilerine, ister eli kanlı sermayedar isterse her ne iş gördüğü kendisinin dahi bilmediği garabet tiplemelerin yekten var ettiği o naralarla şekillendirdiği hallere hep bir kısır döngü sürekli yinelene gelir. Biteviye bir hal, ki hep açmazlara çıkar. Biteviye bir yol ki hep derin çukurlara yollanan. Öylesine değil hiç ama hiçbir biçimde mübalağa değil doğrudan yıkımı arzulayan. Bitimsiz bir karanlık, biteviye bir kısır döngü dahilinde ne görülen, ne anılan, ne hakikat hakkaniyetle var ediliyor artık. Uçurumun kıyısında her anı daha da zifiri, her günü çok daha yıkıcı bir yer, bir menzilde hayat ne yana düşer, düşürülür sahiden?
Misak TUNÇBOYACI - İstan'2022
Görsel: Reuters via BBC Türkçe Servisi
8 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
ZİHİN VE DÜŞÜNCE ÜZERİNE
JİDDU KRİSHNAMURTİ
( diyaloglar : + Prof Dr. David Boom, - jiddu Krishnamurti)
Bizler geçmişin sonuçlarıyız. Şimdiki an, hem geçmiş hem de gelecek var olmadığında vardır, ki bu da gerçek andır. Eskiye o kadar koşullanmışız ki, bizi yeniye götürecek yolu hissedemiyoruz.
Düşünen kişi, düşünce sürecinin bütününün seçim yapmaksızın farkında olmak zorundadır.
Sonuçta değil, sezgide güvenlik vardır.Eğer bir sonuca sahipsem, bu mekanik olarak düşüncenin sonucudur, belleğin sonucudur.Zihnin şiddet yüklü olmayış çabası şiddetin sonucudur.
Düşünme sürecinin bilincine ancak bir sorun çıktığında, bize meydan okunduğunda, bize bir soru sorulduğunda. sürtüşme olduğunda farkına varırız. Düşünce yeniyi henüz bilinemeyeni deneyimlemez Bilinmeyen hakkında bir düşünce olduğu an zihin sarsılır. O her zaman bilinmeyeni bilinenin içine alabilmeyi arar. Örnek: Tanrının adı tanrının kendisi değildir…Eğer siz Tanrı'nın ne olduğunu bilmek isterseniz, Tanrı hakkında peşin bir inanca sahip olmamak zorundasınız. yani bir varlığın ifade edilişi veya ön bilimle düşüncede şekillendiğiyle değil, bu varlığın kendisiyle ilgileniyorum…örnek: ölüm, Ölümün ne olduğunu anlamak için, zihin süreklilik inancından da özgürleşmelidir. Örnek: Ahlak, Toplumsal ahlak, haz almak üzerine temellenir, bundan dolayıda ahlak artık kalmamıştır ve o artık ahlaksızlıktır. Çünkü zihinde varlık adıyla sınırlanır…Dinginlik içinde gerçeklik ortaya çıkar. Bilmediğiniz bir şey hakkında düşünmeye başlamadan önce, düşünmek ne demektir, bunu keşfetmek zorundasınız, öyle değil mi? Eğer ben karşıdaki dağın tepesinde ve onun ötesinde ne olduğunu gerçekten keşfetmek istersem, o dağa gitmeliyim. Benim zihnim insan yapımı bir zihindir. O, yanılsayışlara, tutkulara ve diğer şeylere sahiptir. Ve bunlara sahip olmayan, bütün sınırlayışların ötesinde olan başka bir zihin arayışı vardır Buda insan yapımı zihindir. Bu yanılsayışlı zihin, insan yapımı zihin, her zaman onu arar. Hakikat, ilişkinin olgularında yatar, ilişkinin dışında değil. Çevreden soyutlanmış bir yaşamda böyle bir şeyin olmayacağı açıktır. Biz dikkatle fiziksel ilişkilerin bazı biçimlerini kesebiliriz, ama zihin yine de ilişkidedir. Zihnin temel varoluşu ilişkiyi gerektirir ve 'kendi' bilgisi, uydurmak, kınamak ya da onaylamak olmaksızın ilişkilerin olgularını anlamakta yatar.
İlişki içindeki bir zihinde belirli değerlendiriler, yargılar ve karşılaştırılar vardır. bu zihin, bellekteki çeşitli biçimlere uygun olarak itirazlara tepki gösterir. bu tepkiye düşünmek denir. Eğer zihin, bütün bu sürecin farkında olabilirse, düşünce dinginliğine erdiğini görürsünüz. o zaman zihin çok sessizdir, dingindir, harekete geçişini gerektirecek bir sebep yoktur, herhangi bir yöne doğru hareket yoktur ve dinginlik içinde gerçeklik ortaya çıkar.
düşünce, sorunun bütünselliğini ve tamamını anlayamaz. O yalnızca parçaları anlayabilir ve parçaya ilişkin bir yanıt tam bir yanıt değildir, bundan dolayı da salt bir çözüm değildir. Sorun size doğru fırlatılmış bir şeydir ve biz onunla, geçmişi anımsayarak, önyargıyla yüzyüze geliriz. Bundan dolayı sorun büyür. Siz sorunu çözebilirsiniz, ama özel bir sorunun çözülüşü ile başka sorunlar doğar. Siyasette olduğu gibi. Şimdi geçmiş bellek kayıtları ve araya giren, yansıtan düşünceler olmaksızın soruna yaklaşmak sorunu algılamak...zihine bağlı oluşu gerekli kılar
Kendi düşünüşümüzün bütün sürecini anlamak çok önemlidir, bu sürecin anlaşılışı çevreden soyutlanarak gerçekleşmez. Çevreden soyutlanmış yaşam diye birşey yoktur. Düşünce sürecimizin anlaşılışı, günlük ilişkilerimiz, davranışlarımız, inançlarını, konuşuş biçimimiz, insanlara saygı gösteriş biçimimiz, kocamıza karşımıza, çocuğumuza davranış biçimimiz içinde kendimizi gözlemlerken gerçekleşir. İlişki, bizim düşünmüş biçimlerimizin ortaya çıktığı bir ayna gibidir. Aşkın bir bütün olduğunu, parçalanamayacağını, düşüncenin kendi doğasının ise parçalardan oluştuğunu söylüyoruz. Düşünce egemen olduğunda, orada kesinlikle aşk yoktur.
-Zihin koşulsuzdur. + Evet. O herşeyi kapsıyor gibi. Sonra, kendisini ayrı bir varlık olarak hissettiği sürece, bir bireyin zihinle çok az teması oabiliyor.
-:Tam olarak doğru, bizim söylediğimiz bu. Bu yüzden zihin değil, kendi koşullanışlarımızı anlamamız çok önemlidir. Ve bizim koşullanmalarımız da insanlığın koşullanışları da çözümlenebilirler. Bu bizim gerçek konumuzdur.
- İnsan koşulludur. Geçmiş nesiller, toplum, gazeteler dergiler, dışardan gelen bütün etkinlikler ve baskılar ile koşulludur. +peki siz koşullanmak ile ne demek istiyorsunuz.
-Beyin programlanmıştır. Belirli bir biçime uygun hale getirilmiştir. bütünüyle geçmişe bağlı yaşamakta, kendisini ve devam etmektedir + biz bu koşullanışların bazılarının yararlı ve gerekli olduğu konusunda anlaşmıştık.
-Beyin koşullu olduğu sürece özgür değildir, ama zihin özgürdür. +Evet sizin söylediğiniz bu. ama gördüğünüz gibi, beynin özgür olmayışı, onun önyargısız bir biçimde araştırmak için özgür olmadığı anlamına geliyor.
-bu konuya gireceğim. Gelin sorgulayalım, özgürlük nedir? sorgulamak özgürlüğü, araştırmak özgürlüğü. Ancak özgürlük içinde derin bir sezgi vardır. +Evet bu açık. çünkü eğer siz sorgulamak için özgür değilseniz ya da önyargılıysanız, o zaman siz sınırlısınız, rastlantısal bir yoldasınız demektedir. -Beyin koşullu oldukça onun zihin ile ilişkisi de sınırlı olacaktır. ....
+Evet biz diyoruz ki, zihin özgürdür, bir anlamda beynin koşullanışlarına tabi değildir.
14 notes · View notes
mantikutayr · 5 years
Photo
Tumblr media
‘’hakikat, kökeni ve vazgeçilmez yapısından ötürü agonistik(çatışmacı) bir fikirdir: sadece karşıtıyla karşılaştığında açığa çıkabilecek bir kavramdır.'’ 
arka kapaktan: bu kitap farklılıkların yok sayıldığı, egemen zihniyetin kendisinden olmayan her şeye savaş açtığı, bastırdığı, edilgenleştirdiği ya da asimile ettiği günümüz koşullarına eğiliyor. dinsel, toplumsal ve kültürel farklılıkların tanınması için yazılmış çarpıcı bir diyalog. farklı dünya görüşlerine sahip iki öznenin aynı meselelere başka pencerelerden baktığı, bu esnada uzlaşmalar kadar ayrılıkların da öne çıktığı; ama her durumda karşılıklı konuşmanın mümkün olduğunu gösteren bu kıymetli çalışma, birlikte yaşamak zorunda olan insanların, tüm farklılıklarına rağmen, sayesinde çok şey öğrenebileceği nadide bir kaynak. kitapta insanların uyumla ve anlayışla yaşayabileceği bir gelecek umuduna işaret edilirken, bu geleceğe giden yolun türlü zorluklar, başarısızlık olasılıkları ve tehlikelerle dolu olduğu da dile getirilmektedir; belirsizliğin hem özgürlük için hem de güncel bir ahlaki zemin için bir başlangıç noktası olduğunu hatırlatarak..   
‘’monoteizme inannaların asıl sorunu şu gerçeğe dayanır: bir yanda farklılıklara karşı hoşgörülüdürller (benim tanrı'ma inanan herkes kardeşim olur), ancak diğer yanda yeni duvarlar inşa ederler. ve bu duvarlar asla yıkılamaz; bir kere tek ve biricik hakikate ulaştığımda, neden aramaya devam etmem gereksin ki? yapışalacak tek şey bu hakikati başkalarına duyurmak ve fırsat olduğunda onları buna inanmaya zorlamaktır. hakikate sahip olmak öyle saplantılı bir şeydir ki, etrafına inşa edilmiş duvarlar ancak daha güçlü, yüksek ve fethedilmez hale gelebilir. diyalog ve etkileşim sadece lüzumsuz olmakla kalmayıp tamamen kenara atılır, sahip olunan hakikatin verdiği mutluluğa zarar verir. geriye kalan tek şey din değiştirme, gözleri açma ve olağanüstü koşullarda hasımları dışlama hatta katletmedir. monoteizmin takipçiletine karşı esas itirazım işte budur.’’ 
‘’..ancak farklılığı bir kusur olarak değil erdem olarak gören, hatta genişlemiş ufukları ve zenginleşmiş deneyimleriyle başarılı ve herkesin yararına olan birlikte yaşamanın, tam da yaşam tarzlarının farklılığından ötürü (rağmen değil) mümkün olduğunu söyleyen başka bir strateji daha vardır..’‘
9 notes · View notes
cointahmin · 1 year
Text
Kripto Varlık Piyasaları (MiCA) düzenlemelerinin, kripto para dünyasındaki iflaslar ve dolandırıcılık skandallarından sonra ehemmiyeti arttı. Pekala bu düzenlemeler ne getiriyor ve dalı nasıl etkileyecek?MiCA kripto para dalını nasıl etkileyecek?cointahmin.com’dan takip ettiğiniz üzere Avrupa Komitesi, Kripto Varlık Piyasaları (MiCA) düzenlemesini, Avrupa Birliği (AB) genelinde kripto varlıklar için uyumlaştırılmış bir düzenleyici çerçeve oluşturmak maksadıyla Eylül 2020’de uygulamaya aldı. Mevzuat, kripto para’ların ihracı ve ticaretini düzenliyor. Ayrıyeten, kripto hizmet sağlayıcılarının işleyişi ve yatırımcıların korunması dahil olmak üzere çok çeşitli mevzuları içeriyor.Bazı piyasa iştirakçileri, düzenlemelere aralıklı yaklaşıyor. Bununla birlikte kimileri bunun kripto bölümü için olumlu olacağını söz ediyor. Kuşkusuz düzenleyici netlik, yatırımcılar ortasında inanç aşılamada değerli bir belirleyici. Kripto para konusunda da uzman olan Patrick Hansen, bu mevzuda bir paylaşım yaptı. Buna nazaran, AB’deki VC yatırımı 2022’nin birinci çeyreğinde yaklaşık %5,9 düzeyindeydi. Bununla birlikte, 2023’ün 1. çeyreğinde %47,6’ya yükseldi. Bu hakikaten de kıymetli bir sıçrama. Zira, VC yatırımlarının akışında yaklaşık bir yıl içinde neredeyse 10 kat büyümeyi temsil ediyor.https://twitter.com/paddi_hansen/status/1655883224726241281 Düzenleyici netliğin kripto para dalı için etkileriBu ortada AB’nin 450 milyon tüketiciden oluşan bir pazara sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. MiCA üzere net düzenlemelerleAB, kripto projeleri için bir sonraki merkez olma yolunda açıkça ilerliyor. MiCA için 517 kadar Avrupalı milletvekili lehte oy kullandı. Bununla birlikte, 38 aleyhte oy verdi. Bu da kapsamlı düzenlemeye verilen dayanağın yüksek olduğunu açıkça gösteriyor.MiCA’dan evvel, Avrupa’daki kripto varlıkları için net düzenleyici kuralların eksikliği vardı. Bu durum, yatırımcıların kripto paralara yatırım yaparken, muhafaza seviyesi konusunda belgisiz bir ortama neden oluyordu. Fakat MiCA, kripto varlıklarının ihracı ve ticareti için net kurallar ve standartlar belirliyor. Böylelikle, bir düzenleyici çerçeve sağlayarak, bu sorunu ele alıyor.MiCA kripto dalını şekillendirecekDüzenlemeler kapsamında, borsalar, cüzdan sağlayıcıları ve öbür hizmet sağlayıcıları üzere tüm kripto para hizmetleri sağlayıcılarının AB’de faaliyet gösterebilmek için ulusal düzenleyicilerinden bir lisans almaları gerekecek.Aynı halde, MiCA düzenlemeleri kripto varlık ihraççıları için de bir dizi yeni kaideler getiriyor. Bundan sonra ihraççıların, destek varlıklar ve varlığa yatırımla ilgili riskler hakkında bilgiler de dahil olmak üzere yatırımcılara detaylı açıklamalar sağlaması gerekecek. MiCA yönetmeliğinin bir başka kıymetli tarafı de stablecoinler için bir çerçeve getirmesi. Bu nedenle, MiCA düzenlemeleri, öbür kripto varlık cinslerinden daha hafif bir düzenleyici rejime tabi olan “varlık referanslı tokenler” ismi verilen yeni bir stablecoin kategorisi oluşturuyor.Avrupa kripto dünyasına nasıl tertip getirmek istiyor?Kripto dünyasındaki iflaslar ve dolandırıcılık skandalları, düzenleyicileri değişken bölüme daha fazla tertip ve şeffaflık getirmeye teşvik ediyor. Hedef, dijital varlıklar etrafında yararlı yenilikleri boğmadan daha geniş finansal sistemi korumak ve yatırımcıları korumak. Hakikat dengeyi kuran hükumetler, bir sonraki kripto yatırım dalgasında avantaj elde etmeye devam ediyor. Avrupa Birliği, Nisan ayında onaylanan ve gelişmiş ekonomiler ortasında en kapsamlı olan bir dizi kuralla bunu hedefliyor.MiCA, kara para aklamayı tedbire, finansal hizmetlerde inovasyon ve avronun dijital versiyonunu kapsayan dijital finansı yöneten AB tedbirleri paketinin bir modülü. Ayrıyeten MiCA, dolandırıcılık yatırım planlarını, hileli işletmeleri, kabahat faaliyetlerini ayıklamak ve nihayetinde klâsik bankacılığı da kademeli olarak istikrarsızlaştırabilecek cinsten dağınık iş başarısızlıklarını önlemek için tasarlandı.
0 notes
galvanikkorozyon · 5 years
Text
de te fabula narratur, senin hikayeni anlatıyorlar... alman işçilerine İngiltere'de kapitalizmin gelişme sürecinin kanlı canlı bir anlatısını haber veren bu latinizm, marx'ın ele alacağımız birinci sözü... "ama eğer alman okur, ingiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesi ile kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: "de te fabula narratur!" kapital'in önsözünde yer alan bu sözler, iki eksen üzerinde derinleştirilebilir: tarih her şeyden önce bir 'anlatı'dır... boulainvilliers'nin ve abbé mably',nin henüz bir kavimler mücadelesi" olarak gördüğü, alman ve ingiliz romantiklerinin yetersiz güçlerini yaymaya başladıkları çağda ise bir "uluslar kavgası" olarak anlatılan tarih, bizzat kendisi, "sınıfların varlığının keşfi" konusunda ilk olmadığını altını çizerek hatırlatıyor olsa da, marx'tan itibaren bir "sınıf mücadelesi tarihi" olarak anlatılacaktır. tarih anlatısının "hakikat" ile, "nesnel gerçeklik" ile bağlantısını koparmak mı söz konusuydu yoksa? asla... tarihin bir anlatı olduğu gerçeği, tam da das kapital'in birinci cildinin yazınsal yapısında belirir-- alt başlığın ne olduğunu unutmayalım: kritik der politischen ökonomie, ekonomi-politiğin bir eleştirisi.
unutmamalı ki, marx'ın ironik dili, epeydir, "kapitalist iktisat" ilişkilerin tahlininin, önce en vülger tasarımlardan başlayarak, burjuva ekonomi-politik "biliminin" gittikçe yoğunlaşan bir eleştiri etrafında gelişmesi gerektiğini defalarca tekrarlamıştı. sözgelimi hegel'de henüz bir tarihyazımı bulunmadığı, idea'nın hareketi olarak anlaşılan evrensel bir tarih felsefesinin kendi varoluşunu tarihyazımını dışlamaya dayandığı, bir taraftan tarihsel maddeciliğin belirlenimleri ve varoluş nedenleri arasında yer alır. öte taraftan, "bilginin ilk kaynağı" sorusu ile karşı karşıya kalırız: ilk kaynak, tarihte, her zaman ilk anlatandır. köken , heidegger'in istediği gibi, varlık ile hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran logos değil, oluş ile logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. öyleyse tarihyazımının tarih felsefesine ve onu taşıyan "evrensel özne" tasarımına bir önceliği olmalıdır. marx'tan önce tarih yoktur, çünkü "senin hikayeni anlatıyorlar" formülü, tarihe yeni bir bakışın tarihe giriş anını oluşturuyor. althusser'in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını galileo açtıysa, tarihin kıtasını marx açıyordu. evet, tarihi "anlatış" biçimi tarihi dönüştürebilir. abbé mably'nin considérations sur l'historie de la france'ının açtığı yolda, tarihi anlatma tarzındaki değişmeler, avrupa'nın yalnızca "düşünce" ve "algı" dünyasını değil, bizzat tarihinin kendisini de belirlememekten asla geri kalmadı. tarihsel maddeciliğin basit bir retorik ve üslup sorunu olmadığını anlamak için (kuram yine de tözde temellenir, aynen siyasal alana açılmanın ve temel siyasal faaliyet türünün dilden ve konuşmadan geçmesi gerektiği gibi), marx'ın açtığı kıtanın "gneseolojik" toprağında tarihsel anlatıların bir çatışmasının (kant'ın felsefenin alanını tasvir etmekte kullandığı şu kampfplatz'ı, savaş meydanını yine hatırlayalım) yer aldığını ve modern tarihimizin bundan başka bir şey olmadığını görmemiz gerekiyor...
peki tarihsel maddecilik içinde marx nasıl konuşuyordu? her şey marx'ın warensprache adını verdiği, "meta dolaşımının dili'' ile, dilbilimci ve poetikçi roman jakobson'un schriftsprache dediği "yazıların dolaşım dili" arasında kalan bir mekanın çözümlenmesine çağırıyor. "şeyleşmiş" (lukacs) varlıkların dolaşımı ile "nesnelerin zorunlu bağlarında kurtulmuş" sözlerin dolaşımı, belli bir mekanda nasıl biraraya geliyorlar? rheinische zeitung yazarı marx ile genç hegelcilere "sadece bir tüccar ve prusya kraliyet ordusu'nda bir topçu" olduğunu nazik bir dille anlatan engels'in karşılaşmaları ne ölçüde "tesadüf"tü? dil dolaşımının yer yer siyasal karşılaşma ve temas mekanları alanında cereyan eden bu karşılaşma, ileride proudhon, lasalle,dühring, bakunin'i de içine alacak, sözgelimi nietzsche'yi dışlayacaktır. bunların "tesadüf" olduğunu söylemek ne ölçüde doğrudur? aynı şekilde marx'ın, kapitalizmin doğuş sürecine ilişkin olarak altını çizdiği çok özel bir "tesadüf"," topraktan ve diğer tüm bağlarından bağımsızlaşmış özgür emek-gücü" ile "ticari sermaye" arasındaki "karşılaşma" da kapitalizmin oluşumu açısından asla bir tesadüf değil, bir zorunluluktu. marx'ın kuramında sol retorik için her zaman en zor anlaşılır ve karanlıkta kalmış bir kavramlaştırma zincirinin halkalarından birini oluşturan bu konu, tüm bir "iradecilik" tematiğine istenmese de olanak sağlamış gibidir. 19.yy'dan bu yana,sol kültür,"tesadüflerden" korkmakta, onu"bilimsel" bir dünya görüşünün kavramlar dünyasında yakıştıramamakta, daha da önemlisi, "tesadüflerden" faydalanmayı, bolşevik devrimci atılımının dışında pek becerememektedir.
böylece,"hareket" ile"kutuplaşma",sanki zorunlu bir"örgütlenin" kategorik emperatifinin dayatması sız konusuymuş gibi, sol kültürünün "tesadüflere" karşı çıkardığı bir güçler birikimi haline gelmektedir. bu yüzden "tesadüfün olumlaması"nın büyük düşünürü nietzsche ile marksizm arasında herhangi bir "ortak payda"nın bir türlü bulunamaması (felsefi-tarihsel kurgular alanında kendimizi aşırı cesaretlendirmezsek) ancak günümüzde yeni bir sorgulamanın konusu haline gelebiliyor. iki dil, farklı biçimlerde (apaçık bir karşılaşmanın varlığına rağmen) marx ile proudhon, sonrasında marx ile bakunin arasında da söz konusudur. böylece dillerin dolaşımları arasındaki karekteristik karşılaşmaların incelenmesi, herhangi bir yorumsama yönteminden çok daha güçlü bir biçimde bizi mannheim'in önerdiği bir "diller sosyolojisi"ne götürebilir...
ULUS BAKER
3 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.
Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
2 notes · View notes
kaanozer · 6 years
Text
Yaralarım Benden Önce de Vardı...
Metafiziği altetmek, demişti Heidegger, imkânsız! O, basit bir felsefi eğitim yöntemi değildir. Sanki birilerinin fikrini, kanaatini reddediyormuş gibi onu silip atamazsınız. Nietzsche'nin "hakikat sorunu" konusunda vurguladığı gibi, Dünya'nın Batısında yaşayan bir insan türü "metafizik" olmadan değil düşünmek, yaşayamaz bile. Bilginin "bir şeyleri bilmesi" modern metafizik varlıkbiliminin temelini atan Descartes'tan beri, Batı düşüncesinde neredeyse Varlığın tanımının ta kendisi haline geldi. Tanım ise kesinliktir. Freud, Heidegger ile paralel okunması gereken bir pasajında çağımızın çağrısını dışavurmuştu: Bana hakikati değil, kesinliği ver. Nereden geliyor bu garip emniyet tutkusu, güvenli kesinliğe bunca yakarış? Heidegger aşağıdaki satırları yazarken, bir anlamda onun felsefi damarlarından biri olan Ernst Jünger'in erken dönem eskatolojisinden pek uzakta değildir: "Varlık ilk hakikatinde olurken, istem olarak Varlık kırılmalı, dünya mahvolup gitmeye bırakılmalı, insanlar yalnızca emekleriyle başbaşa bırakılmalı. Ancak böyle bir çıkış sonunda Köken'in aniden bir yerlere oturması uzun bir zaman sürecek şekilde mümkün olacak... İşte bu olay daha şimdiden gerçekleşti. Bu olayın sonuçları dünya tarihinin bu yüzyılda başından geçen olaylardan başkası değildir." Bahsedilen "sonuçlar"ın Ernst Jünger'in doğumevi, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları olduğu besbelli. Onu Heidegger'den ayıran tek belirti, iki savaş arasının adamı olmaktan çok, savaşın kendisinin adamı olmasıdır. Birinci savaşın romantik gazisi; ikinci savaşın kaçağı... Ve iki savaş arasında, tıpkı Heidegger gibi, bilim ve teknolojilere dair yazıp durması da türdeş kılmıyor Jünger'in eserini -ne Heidegger'le ne de kendisiyle. Sonuç olarak 1895'te orta sınıf bir kimyacının evinde başlayıp 102 yıl savaşlarla ve barışlarla, umutsuz-umutlu çıkış ve gerileyişlerle geçen bir yaşamdan bahsediyoruz. Jünger'in "dönemeçleri" (Kehre) kuşkusuz Heidegger'inkinden daha fazla sayıda ve daha belirgin: Orta sınıf evde baba otoritesi (ileride Thomas Mann'ın üslubundan sürekli şikayet edecektir), artı baskıcı katolik okulları, ikili bir kaçış istemini kaçınılmaz kılacaktır: Aşırı okumalar yoluyla kaçış ve "dışarıya", "başka bir yaşama" doğru. Birincisi yazar Jünger'i, ikincisi asker Jünger'i yaratacaktır. Aslında anti-semitizmden başka pek bir özelliği olmayan Wandervogel (Yitik Kuşlar) gençlik grubuna "belirsizce" katılışı hem aydınlık değildir hem de onu kesmez. Fransız Yabancı Lejyonuna yazılarak Afrika'ya gider, Kilimanjaro yollarında kaybolunca, ailesi tarafından Alman Dışişleri marifetiyle geri getirtilir. Neyse ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verir de genç adam "burjuva" dünyasından bir kez daha uzaklaşmak fırsatını bulur -cephede çeşitli birliklere kumanda eder, defalarca yaralanır, savaşın sonunda Alman Ordusunun en yüksek Liyakat Nişanıyla onurlandırılır. Savaşın Jünger'in hayatında bir dönüm noktası olduğunu söylemek yetmez. İki savaş arasında yazdığı ilk eserlerin temaları, bir taraftan Jungkonservative (Genç-Muhafazakar) sağcı ideolojilere bağlanıyorsa, öte yandan derinden derine bir "savaş uygarlığının" portresini çizerler. Üstelik, yakın dostu, Die Totale Staat'ın (Topyekün Devlet) kuramcısı Carl Schmitt'ten bile daha derin bir eleştiriyi "burjuva romantizmi"nin dünyasına karşı yöneltecektir: Bu son savaş ülkeler arasında geçmedi -biri geçmekte olan, ikincisi gelmekte olan iki çağ ve iki yaşam tarzı arasında geçti. 19. yüzyıl burjuva ferahlığının, geleceğe yönelik orta sınıf düşleminin dünyası, bütün hatlarıyla ve kurumlarıyla geleceğin bu saldırısı altında tuzla buz olmaya gidiyorlar. Ve kazananı kaybedeni olmayacak bu savaşta geleceğin saldırısı global bir endüstriyel toplumdan gelmektedir -Der Arbeiter'da (İşçi) vurgulandığı gibi, barış zamanı emek örgütlenmesi, ağır demir-çelik ve metalurji endüstrilerinin gerektirdiği gibi, ordudaki askeri örgütlenmenin tıpkısı olmaya doğru gitmiyor mu? İşçi=asker eşitliği işte bu "gelecek dünya"dır. Anlıyoruz ki Nazilerle ilk flört yıllarındaki Jünger, henüz "ütopyasız"dır ve bu ateş, çelik, kan dünyasını belli belirsiz bir nihilizmle onaylamış görünmektedir. Yine de Max Weber gibi liberallerle, Sombart gibi "tutucu-devrimci" iktisatçıların özellikle Alman kulaklara hoş gelen bir çözümlemesi söz konusudur yalnızca: Ağır endüstriyel kurumlaşma otoriter devleti, hafif endüstriyel stratejiler ise Batılı, liberal ve demokratik devleti sırtlarında taşırlar. Diyebiliriz ki "faşist" Jünger, liberal öncülerinden daha samimidir bu formül konusunda: Madem böyle bir gelecek kaçınılmaz bir surette yeryüzünü egemenliği altına alacaktır, o zaman her düzeyde onunla anlaşmaya çabalamak gerekir: Makine bireyi saracak ise, birey de makinayla bütünleşecek ve ülkelerin çelik ve asfalt damarlarından akacaktır. Bu düşüncelerin eş-titreşime girdiği bir felsefe vardır: Spengler ile Stato totalitario öğretmeni Giovanni Gentile... Bir de siyasal grup vardır -sonradan Hitlercilere ters düşecek Ernst Niekisch'in "milliyetçi Bolşevikleri"... Kısaca söylemek gerekirse, Jünger'in de hatırı sayılır katkılarda bulunduğu kafa karışıklığı had safhadadır. Yine de Jünger'in kafa karışıklığı, Nazilerin yükseldiği dönem boyunca farklı türden, kendine özgüdür: Erken gençlik yıllarında başlattığı innere Emigration (içeriden göç), onu politik eylem alanına gönül ferahlığıyla dalma konusunda rahatsız etmeyi sürdürür. Çok geçmeden, onun iki ana formülünün, şu Neue Topografie (Yeni Topoğrafya) ile Die Totale Mobilmachung'un (Topyekün Seferberlik) üzerine atlayan Naziler ile örtük bir bozuşma sürecine girecektir. Formül oldukça politik ve tuhaftır: Her şey tamam da Goering gibi bir adamın Reichswehr'in başında işi nedir? Sorunun daha derin çatlaklardan kaynaklandığı zamanla belli olur. Jünger, Hitler savaşı çıkarana dek Nazilerden gizli uzaklaşmasını sürdürür. Savaş yılları bir nevi sürgündür -Fransa ile Almanya sınırında Kirchorst'da çakılır kalır. 1944 yılında ise, oğullarından ikisini de kaybeder -birini cephede, ötekini kendisinin de desteklediği anlaşılan Hitler suikastı sonucu, kurşuna dizilmiş olarak... Alman ordusu, Nazilerle süregiden iktidar mücadelesi içinde eski harb gazisine kol kanat germiştir. Ama savaş yılları bir kez daha Kehre'ye yol açar -artık çağdaş Alman edebiyatının en güçlü yazarı sahneye girmekte, büyük dönüşüm yepyeni bir "topoğrafya" üzerinde tamamlanmaktadır -Auf Der Marmorklippen (Mermer Yalıyar) kitabı 1939'da, herhalde büyük bir cesaret gösterisi olarak yayımlandığında artık ikinci bir Jünger ile karşı karşıyayız. İki kardeş, Akdeniz'de bir kayalık yalıda, sakin bir köye çekilirler. Tehditkar Ormanlı'nın saldırısı yaklaşmakta, kasabanın kenarlarını sarmakta, iç huzuru mahvetmektedir. Ve iki kardeş inanılmaz bir şey yaparlar: Başka bir sakin köye çekilirler! Kaçış çizgisinin böyle bir formülü hem eşsiz hem de tuhaftır. Formülleri en yalın halleriyle tesbit edilmeksizin Ernst Jünger okumak, biraz edebi-şiirsel hazdan öteye eserin gerçek anlamda kavranmasına götürmeyecektir. İçeriden göçün formülü şudur: Saldırı başgösterdiğinde bir adım geriye kaçacaksın... Benzeri bir formül, o dönemin jurnallerinde de başgösterir -savaş ve yıkım en çılgın dehşetiyle devam etmekte iken "sükunet"! Bu sükunet ise asla teslimiyet değildir: Her şey bittikten sonra savaşa sarfedilen onca ömrün ardında, alaycı, geride kalacak olan bazı şeylerle, doğayla, yollarla, tarlalarla çok gizli bir suçortaklığı vardır. İkinci bir formül ilkini tamamlamaya gelir: Nihilizm her türlü düşünceye oranla daha şanslıdır. Dünyanın akışının muazzam sürati, en hareketsiz parçacığı, bir tohum tanesini bile mutlak bir güce eriştirir. Artık en yumuşak en serttir... Böylece Ernst Jünger'in eserinde bazı formüllerin işbaşında olduklarını, yazınsal uzamın içinde çoğu zaman apansız ama son derece büyük bir keskinlikle sivrilmekte olduklarını söylemiş oluyoruz, Die Glasernen Bienen (Sırça Arılar) tedirginlik verici ölçüde "neşeli" birkaç formül sunmaktadır -özellikle etik ve ahlak konularında. Her zamanki gibi bir savaş gazisidir ve harb yıllarında ince beceriler gerektiren top mermisi sanayiinde istihdam edilmiş, savaş sonrasının "doğal" ortamında iş bulamamaktadır... Çeşitli işler arasında sözgelimi sigortacılığı deneyecektir. Savaş sonrası için en "olanaksız" iş! Hangi kapıyı çalsan eksik kol ve bacaklar... Nihayet Hearst benzeri ütopyacı bir zenginin malikâne-fabrikasında üst düzey sekreterlik gibi bir iş bulur -hafiften kaçık patronu dev metal endüstrilerinin korkunçluğundan uzakta, çok küçük robotçuklar yapımına tüm sermayesini vakfetmiştir: Cam arılar. Ve tıpkı Jünger gibi koleksiyon meraklısıdır: Savaş araçları, yitik organ parçaları ve savaş hekimliği malzemeleri -"kopartılmış kulakların, organların vahşi sergisi şok etmişti beni", diyor Jünger. Eski savaşların imgeleri arasında (ne İlyada'da ne de başka bir yerde) savaş kol bacak kaybetmelerle, sakatlıklarla ilgilenmez. Ancak hilkat garibesi devlere ya da demonlara yakıştırılır sakatlıklar: Tantalos, Prokrustes... Oysa günümüzden şu manzaraya bakın hele: Utangaç ve övüngen, ikiyüzlü savaş hekimliğinin hemen sarılıverdiği "neşter ahlakına" bakın. Ya da tren istasyonlarında toplanan sakat dilenciler ordusuna. Ve işte eserin ana formülü: Sakatlıkların kazalardan kaynaklandığını düşünmek "optik" bir yanılgıdan başka bir şey değildir... Dünya ve tarih henüz rüşeym halindeyken sakatlanmış bir ırk olduğumuzdan gelmektedir bunca kaza başımıza... Böyle bir "optik yanılgı" teması hem poetik hem de derinden felsefi-politik mesajlar taşımaktadır: Jünger gibi I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet'nin Stoacı formülüyle buluşması şaşırtıcı değildir -"yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum..." İlerlemenin, "kayıp" ve "eksiklik" üzerine kurulmuş bir uygarlığın vazgeçemediği bir efsane olması kolayca anlaşılabiliyor. Muhafazakar Jünger artık bazı tedbirler önermek zorunda hisseder kendini -Kant'ın "ahlak doktrini"ne uygun yaşamaya çalışmak ne mene bir hayat getirir? Biraz ana-baba terbiyesi daha önemli değil mi? Böylece, devler dünyasına yönelen erken Jünger'in aksine, savaş sonrasının Jünger'i ısrarla "küçük şeylere", ufak ayrıntılara, minimalizme yönelecektir. Adorno'nun Minima Moralia'sında olduğu gibi, "efendiler kültü"nün, çağdaş tiranlıkların derin bir sosyal eleştirisidir bu.
Ernst Jünger'in Kehre'sinin mutlak olduğunu asla düşünmemek gerekir. Önce onaylayarak ortaya attığı temalar (sanayi-savaş, geçmiş-gelecek, nihilizm) geç dönem eserlerinde bir kez daha ortaya atılırlar: Bu kez derin ve minimal bir toplumsal eleştirinin yeğinliğiyle. Yazınsal saydamlık ve minimal etkilerin edebi kudreti bu eserin formüllerini gölgelememektedir. Ernst Jünger'in eseri bize şunu söyler: Dünya, Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta dururlar.
Ernst Jünger, Mermer Yalıyar, Çeviren: Ersel Kayaoğlu (İstanbul: Can Yayınları, 1996), 128 s.
Virgül 4, Ocak 1998, s. 42-43
3 notes · View notes
aydinrehberi · 2 years
Text
Aydın'ın Kuyucak ilçesini ziyaret eden AK Parti Denizli Milletvekili Nilgün Ök, Belediye Lideri Metin Ertürk'e övgüler yağdırdı. Aydın'ın Kuyucak ilçesini ziyaret eden AK Parti Denizli Milletvekili Nilgün Ök, Belediye Lideri Metin Ertürk'e övgüler yağdırdı. Lider Ertürk'ü tebrik ederek AK Belediyeciliği ilçede en yeterli formda yansıttığı için büyük gurur duyduklarını ve Kuyucak'ın yalnızca Aydın'a değil tüm Türkiye'ye örnek olması gerektiğini söz etti.AK Parti Genel Merkezi tarafından yürütülen '2023'e gerçek Kent Buluşmaları' çalışmalarında Aydın'a gelen AK Partili 17 milletvekili, ilçelere dağılarak bir dizi ziyaret gerçekleştirdi. Çalışmalarla ilgili olarak Kuyucak'ı ziyaret eden AK Parti Denizli Milletvekili Nilgün Ök, Kuyucak İlçe Lideri Ali Güçlü ve Belediye Lideri Metin Ertürk ile ilçe teşkilatının mesken sahipliğinde çok sayıda ziyaret ve gençlerle buluşma gerçekleştirdi.AK Parti Denizli Milletvekili Nilgün Ök, "AK Parti Teşkilat Başkanlığı'nın düzenlemiş olduğu '2023'e Gerçek Kent Buluşmaları' için Aydın'dayız. Aydın'da hem Çalışma Bakanımız Vedat Alım Bakanımızla tekrar Genel Merkez Genel Lider Yardımcımız Hamza Dağ ve bölgeye yakın çevrelerdeki Bölge Milletvekillerimizle birlikte Aydın'ın tüm ilçelerinde eş vakitli olarak buluşmalar gerçekleştiriyoruz. Ben de bugün Kuyucak ilçemizdeyiz. Aydın'ın hoş ve sevecen ilçesi, tabi burada Belediye Liderimizle, İlçe Liderimizle teşkilatımızla birlikte öncesinde toplantılar düzenledik. Mahalle Liderlerimizle, Bayan Kolları, Gençlik Kollarıyla akşam da tekrar gençlerle bir ortaya geleceğiz. Tekrar mahalle ziyaretlerinde bulunuyoruz, esnaf ziyaretlerinde bulunuyoruz. Zir kent aydın haberleri t Odamızı ziyaret ettik. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunuyoruz. Görüşlerimizi söz ediyoruz. Bu süreçte emelimiz, vilayetlere girerek hani dokunulmadık alan kalmasın, bu türlü bir hareket olsun manasında bu toplantıları yapıyoruz. Birincii Antalya'da başlamıştı. Pilot bölge olarak Antalya seçilmişti. Şu an Türkiye'nin birçok yerinde birçok vilayetler de bu buluşmaları yapıyoruz. İnşallah bu ay içerisinde 81 vilayette bu buluşmaları gerçekleştirerek teşkilatlarımızla birlikte geleceğiz. Tabi buradan aldığımız o vatandaşlarımızla sohbetler, dokunmalar sonunda ortaya çıkacak. Sonuçlara nazaran de bizlerde Milletvekilleri olarak raporları hazırlayıp, Cumhurbaşkanımıza, Parti İdaremize ileteceğiz. Bundan sonra artık, buradan aldığımız fitback ile birlikte 2023'e gerçek yavaş yavaş politikalarımızı, siyaset dokümanlarımızı, oluşturmaya başlayacağız. Çok hoş sevecen bir ilçemiz, Kuyucak birçok sorunu çözmüş, birebir vakitte yani Belediyecilik manasında da birçok sorunun üstesinden gelmiş ilçemiz, nüfusu küçük ancak vizyonu büyük bir ilçe. O da lider sayesinde tabi biz bu 2023 seçimlerine de giderken yapılanları görmelerini kendilerinden rica ediyoruz. AK Belediyeciliğin nasıl olduğunu, AK Parti iktidarındaki yapılan çalışmaları hoş bir halde değerlendireceklerini inanıyoruz. Birinci Kuyucak ismine ve bize sahip çıkacaklarına inanıyoruz, bizim inancımız tam buradan hepsine kucak dolusu sevgilerimi iletiyorum. Muhakkak Kuyucak'a gelsinler görsünler diyoruz, artık Liderimiz anlatıyor ayrıntı fakat bunlar birinci Kuyucak'a geldiğinde Kuyucak Belediyesine ilişkin mülkiyette hakikat düzgün yerler park yapılacak yerler yokmuş, ben de eski bir belediyeci olarak Denizli Belediyesi'nde 5 yıl Lider Yardımcılığı misyonunda bulundum. İnanın onları kamulaştırmak, belediye mülkiyetine almak o projeleri yapmak işte Pazar yerini yapmak kolay işler değil. 3 katlı Pazar yerini yapmak işte oraları yıkıp kamulaştırmak hakikaten bir Belediye Lideri için çok güç işler. Bunu çok hoş bir biçimde Kuyucak'ta muvaffakiyet sağlanmış. İnşallah bu Aydın'a örnek olsun öteki ilçelere de gelsinler görsünler Aydın'daki öteki Belediye Başkanları" dedi.Gençlerin pasif Cumhurbaşkanı görmeyi tercih etmediklerini daha güçlü ve dirayetli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı istediklerini belirten Kuyucak Belediye Lideri Metin Ertürk: "2023'e
giderken Kent Toplantıları ismi altında bugün yaptığımız çalışmada Denizli Milletvekilimiz Nilgün Ök hanımefendi birlikte ilçemizde belediye ziyaretiyle başlayan bir kadro çalışmalar yapıldı. Çokta başarılı çalışmalar oldu. Hali Hazırda Görülenin içerisinde mahalle liderlerimizle toplantılar, esnaf ziyareti, yaşlılarımıza ziyaretler, şehit ailesine ziyaret üzere birçok aktiflik yapıldı. Vatandaşlarımızla birlikte yaptığımız görüşmeler de çok hoş olumlu reaksiyonler aldık. Bu toplantılar tüm Aydın'ımız da eş vakitli olarak 17 ilçemizde gerçekleştirildi. Kuyucak'ta da Nilgün Ök hanımefendiyle bir arada Sayın Milletvekilimizle birlikte biz de Kuyucak'ta çalışmalar gerçekleştirdik. En son işte Gençlik Merkezimiz de gençlerimizle sohbet havasında bir toplantı gerçekleştirdik. Gençlerimizi çok enerjik buldum, sahiden gençlerimiz çok ilgiliydi ve 2023 amaçlarımızı kendileriyle konuştuk ve onlardaki şu enerjiyi hissettik. Artık gençler pasif, pısırık Cumhurbaşkanlarını tercih etmiyor. Dik duran, dirayetli, Dünya beştönemli ölçüdetür diyen Cumhurbaşkanlarını istiyorlar. O da biz de var. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'da, inşallah 2023 seçimlerinde başarılı bir formda sonuçlandıracağımızı gençlerimizden kelam aldık. Ben tüm Kuyucak halkımıza ve gençlerimize çok teşekkür ediyorum. Bizim tabi çalışmalarımız ilçe teşkilatımızla birlikte devam ediyor. Gençlerimizle birlikte buluşmalarımız önümüzdeki günlerde de kümeler halinde devam edecek. Gençlerimiz bizim için değerli, kendileriyle bu görüşmeleri buluşmaları yaptığımız da onlar da gerçekten 2023'ü dört gözle bekliyorlar. ve ülkemizdeki gelişmelere onlarda omuz vermek istiyorlar. Bu hoş çalışmaların, ülkemizin büyümesini, gelişmesini onlar da istiyor. Ben teşekkür ediyorum" dedi. - AYDINKaynak: aydın haberleri / Siyaset Kuyucak,Ziyaret,Başkan,Çalışma,Belediye,2023,Buluşma,Ak Parti,Güzel,Beraber,Milletvekili,Teşkilat,Toplantılar,Denizli,Nilgün Ök,Belediye Lideri,Onlar ve daha fazla aydın haber yazıları okumak için Vilayet Haberleri > Aydın sayfasını ziyaret edebilirsiniz. https://rehberaydin.com/milletvekili-ok-baskan-erturkle-gurur-duyduklarini-ifade-etti/
0 notes