Tumgik
#dogmatik
fabiansteinhauer · 10 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Dankbar
1.
Für alles gibt es Dankbares. Ralph Giuliani ist ein toller Lieferant, unter anderem für Beobachtungen zu Pathosformeln, Memen und zum Nachleben der Antike. Er ist außerdem ein gutes Beispiel dafür, dass etwas nicht erst dann zum Bild wird, wenn ein Fotograf den Auslöser drückt. Der Körper und das Gesicht Giulianis kommen dem Fotografen zuvor.
2.
Das Gesicht ähnelt zum Beispiel einem anderen Gesicht, wiederholt oder reproduziert es damit in gewisser Hinsicht. Das Gesicht mimt ein anderes Gesicht. Das Gesicht erscheint machmal gleich doppelt und dreifach übersetzt zur Vorsicht, auch große Gesichter kommen als Ausdruck großer Vorsicht vor, zum Beispiel mit aufgerissenen Augen und aufgestelltem Mund, mit geblähten Nasenlöchern und schlackernden Ohren, wie mit einem windenden Kettenvorhang aus Os. Anders herum ist es auch möglich: Vorsicht wird in Gesicht übersetzt.
Wer Ralph Giuliani nicht schon alles war, sogar als Dirk Bogarde und Gustav von Aschenbach, damit in gewisser Hinsicht auch als Gustav Mahler und Richard Wagner kam er schon vor, als lustig singendes Entlein und Anwalt von Donald Trump, Bürgermeister und Cleaning Man von New York tauchte er zweitweise auf. An manchen Tagen glaubt man, die Welten von Jonathan Swift, François Rabelais, von Petronius seien weit entfernt. Dann will man sie und hat man sie so nah, wie einen geliebten Kachelofen in kalten Bergen, der den Rücken jucken lässt, weil er so schön durchblutet.
3.
I love Bildredaktionen, wenn sie gut sind! Hier hat eine Redaktion geleistet, sogar die leichte Untersicht auf das Gesicht von Giuliani wurde eingehalten! Regel! Perfekter Winkel! Perfektes Licht, im Hintergrund warme Lichtquelle von Links und im Vordergrund kalte Lichtquelle von Rechts, das ist superdynamisch, ohne unübersichtlich zu sein. Perfekter Moment!
Gut, man kann darüber streiten, warum Politiker wie Trump, Giuliani und Johnson immer doof, linkisch und idiotisch und Putin immer bis oben hin putinförmig aufgefüllt gezeigt wird. Man kann die kalkulierte Überraschungsfreiheit in den Erwartbarkeiten, dem Stoff der Institutionen, auch beklagen.
Die Holzhammerikonographie, die sich in den letzten Jahren doch stark mit den Journalisten entwickelt hat, die alle haben, was leicht zu haben ist, nämlich Meinung und Haltung, die ist manchmal schon a bisserl bekloppt. Aber wenn es die Richtigen trifft, freue ich mich immer. Wenn es die Richtigen trifft, steigt mir die Häme wie ein Bäuerchen nach zuviel Alete auf, aber ist schon ok so.
Meine Mitbewohner sind gerade aufgewacht und behaupten, der hieße gar nicht Ralph Giuliani, sondern Rudolph oder Rudy Giullani. Kann sein.
6 notes · View notes
korayaker · 3 months
Text
Diamond ortalam bir türk ateistnin arketpidir felsefei bir temeli yoktur oryantalist etki altıda hokkbaz bir düzeyde bugün bir dogmatik dine dönüşen kemalizme cephe açarak dine saldırmaktadır. İslami çok eşlilikle suçlamaktadır oysaki çok eşlilik seküler burjuva toplumun ürünüdür ve kendini fuhuş ve metres kültürü ile gösterir islamda çok eşlilik yoktur istatiksel anlamda doğu toplumlarında antropolojik ve sosyolojik verilere dayalı bir bir çok eşliliğe rastlanmaz. Amerikaı popüler psikoloik jean twengeye göre amerikada 1 milyon çocuk ve ergin üzerinde yapılan araştırmaya göre cinsellik yaşı 12 kadar düşmüştür Aişenin yaşını tartıştıkları kadar mutlak bir çürüme v yozlşa içine giren seküler burjuva toplumlaraı tartışmazlar. Çok eşlilikte pedofilide seküler burjuva toplumların yaygın bir sorunduur islamın değil.Pedocu arayıosanız batının müsess nizamını yöneten elitlere bakın yada bohem batı akademisini istila eden ve eğitim sistemine sızan cinsiyet ideolojisinin temsilcilerine bakın pedofili islamın değil seküler burjuva toplumlarınızın sorunduur ve artık alenileşmiş bir olgudur.
12 notes · View notes
acid-gramma · 2 months
Note
ateistlerin müslüman arkadasının olması mantıksız mı sence
muslumanim diyenlerin ne tur musluman olduklarina gore degisir, ehli sunnet kisiler zaten biz kafirlerle (haha) arkadaslik yapmak istemiyor hadi yapsa bile cevresi tarafindan ogrenilmis ayiplamalari otekilestirmeyi hep zihninin bi kenarinda tasiyorlar ve en ufak bir sorunda tartismada bile o zaten dinsizdi(dolayisiyla ahlaki bi temellendirmesi yoktu) seklinde savunmaya mahal verebilirler gibi geliyor. dinsizin de ne tur dinsiz olduguna gore de tatlisu muslumanlariyla bi arada olmak istemeyebiliyorlar hakli olarak, dogmatik dinsiz olmayanlar arastirmaya ogrenmeye merakli kesim de zir cahil bilgisiz sozde muslumanlarla(veya spirituel burc harc hurc zirvalariyla ilgilenen kesimin) bilgisizligine katlanamiyor. entelektuel kesim cahille sohbeti kesmistir yani. he ama inancli kisisi bilgili ama kendi sebepleri varsa inanmak icin, ateist deist agnostik kisisi de (entekeltuel olsa bile) karsilikli saygilar icinde arkadasligini surdurur gibi. he umusamaz nonteistler hayatinin onemli kismina dini dinlerin zararlarini yararlarini koymuyorsa tartismaci kisiligi yoksa da pekala olabilir yani
sonuc: cok kisiden kisiye degisir ya. fazla genelleme yaptim ama it is what it is
17 notes · View notes
insanze-24 · 1 year
Text
Tumblr media
Bıkmadan usanmadan yıllardır hergün bu soruyu sorarlar ama bikez olsun şu konuyu bi araştıralım neymiş şu evrim demezler yazık!
Şunu bilin ki adı evrim teorisi olsa da teori değil gerçektir. Tüm dünyanın kabul ettiği, hergün yeni kanıtlarla desteklenen bir doğa yasasıdır evrim. Ne kadar dogmatik din varsa hepsi bir araya gelse bu gerçeği değiştiremez. Evet evrim bir gerçektir ve şempanzeler % 98,77 lik benzerlikle bizim en yakın akrabalarımızdır, kuzenlerimizdir aynı ortak atadan geliyoruz, adem den geldiğimiz ise tamamen masaldır.
24 notes · View notes
ecem · 8 months
Text
Tumblr media
**The Two Popes 6.9/10
Fernando Meirelles'in izlediğim ilk filmi oldu The Two Popes ve filmi bitirdikten sonra The City of God'ı da izlemek istedim.
Başlangıçta Alman bir Papa'yla başlıyoruz filme ardından onun dogmatik ve geri kalmışlığı ile yüzleşmeye başladığını görüyoruz.Nasıl İslamiyette halifeler varsa Papalık da benim bakış açımda aynı konumda açıkçası o yüzden neden inatla Papalığın dogma olması bu kadar büyük bir meseleymiş gibi büyük harflerle söylenmeye çalışılıyor anlamadım. Ardından Papa Benedict'in görevi boyunca Vatikan'da yaşanan yolsuzluk davalarını ve özellikle sistematik olarak çocukları taciz eden rahiplere hiçbir şey yapmadığını görüyoruz. Bu noktada film mide bulandırıcı şekilde günah çıkartıyor ve yine Papa Benedict'i alkışlarla görevinden azad ediyor bu sırada devreye Papa Francis giriyor.Latin Amerika'dan gelen ilk Papa. Mazlumun yanında mütevazi bir hayat çiziyor ve açık açık Papalığın bu dünyaya ait olmadığını bize söylüyor. Hatta görevinden istifa da etmek istiyor çünkü o da görevinin ve içinde olduğu cemaatin iyilikten ziyade bütün nüfusunu kullanarak konfor içinde yaşadığını görüyor.
Film sakinlikle ve dikkatle takip edilecek bir ritmde ilerliyor o yüzden elimizde telefonda izleyeceğimiz tarzda değil.Biraz Papalık nedir şu an ne yapıyor kimler Papa oluyor anlamak isteyenler için çok uygun bir film.Diğer taraftan Papalığa ne kadar gerek var inançlı Hristiyanlar için nasıl bir etkisi var onu da filmi izleyerek anlıyoruz.
2 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Felsefe bazı toplumlarda sevilmez. Hatta bazı topluluklarda nefret ile bile karşılaşılır. Şu an yaşadığımız dönemde nefret gibi güçlü bir duyguyu anlamlandırmak kolay gibi gözükse de, özünde çok güçlü bir duygu ve çok şiddetli bir yadsımadır. Neden yadsınır, neden kabul görmez ve neden içselleştirmeye bu kadar gönülsüz davranılır? Çünkü inançlara, dogmalara, kesin öngörülere(!), genel kabullere, öğütlere, alışkanlığa dönüşen yargılara dayanmaz da o yüzden. Kesin inançlı dogmatiklere inandıkları bir şeyin olamaması ihtimalini kabul ettiremezsiniz. Dogmatik bireyin şek, vehim gibi ya değilse diyebilecek bir sapmaya katlanmasını beklemek, en hafif tabir ile en temel umudunu elinden almak demektir. Oysa felsefe özü itibari ile bilimden ve dinden ayrılması gereken, dogmadan ve kesin inançtan nasiplenmeyecek, iyi yaşamak için bugün bile önerileri değerlendirebileceğimiz bir diskur olarak hep var oldu. Bilimden yeri geldiğinde faydalanan, inanç ile arasına mesafe koyduğuna kanaat getirmeye çalışan, kısaca hayatı ne bilim kadar kesin ne de inanç kadar imgeleme dayandırmadan hem de her ikisini yapacak kadar maharetli bir söylem. Bundan yaklaşık olarak 2500 yıl önce antik yunan’ da başladığını da kabul etsek, hayır daha öncesinde Babil, Mısır ve Mezopotamya’ da da vardı desek bile, temelde tüm doğa bilimlerinin ve insanı konu olarak alıp bize bizi en iyi anlatan diskur olan felsefenin yeterince hakkını veremediğimiz açık. Sadece yaşamak değil, iyi yaşamak için böyle bir alternatife içinde yüksek sanat ve yüksek düşünceyi de kapsayan çözümleri ile sunan böyle bir söyleme yaklaşmak bizi daha iyi bir toplum yapması nedeni ile bile kabul edilebilir gözüküyor. Hegel’ in bir sözü ile bitirmek gerek belki; “ Bir şaşı Tanrı’ ya nasıl bakıyor ise, Tanrı’ da ona öyle bakıyordur”
10 notes · View notes
nordseehexe · 9 months
Text
Die Kabbala (auch Kabbalah), übersetzt „das Überlieferte“, ist eine mystische Tradition des Judentums und bezeichnet sowohl bestimmte („kabbalistische“) überlieferte Lehren als auch bestimmte überlieferte Schriften.[1] Sie steht in einer jahrhundertelangen mündlichen Überlieferung, deren Wurzeln sich im Tanach, der Heiligen Schrift des Judentums, finden
Die Basis kabbalistischer Traditionen ist die Suche des Menschen nach der Erfahrung einer unmittelbaren Beziehung zu Gott. Es gibt verschiedene kabbalistische Schriften und Schulen, aber keine Dogmatik oder abprüfbare Lehrinhalte, also keine allgemeingültige kabbalistische Lehre.
Des Weiteren gibt es eine reichhaltige schriftliche Überlieferung zum Teil gegensätzlicher kabbalistischer Strömungen (beispielsweise die ekstatische und die theosophische Richtung in der älteren Kabbala). Als bedeutendstes Schriftwerk der Kabbala gilt der Zohar, ein pseudepigraphisches Werk aus der theosophischen Richtung der älteren Kabbala.
Die schriftliche Überlieferung und Produktion der Kabbala enthält auch gnostische, neuplatonische und christliche Elemente. Seit Pico della Mirandola[2] (15. Jahrhundert) wird die Kabbala auch in nichtjüdischen Kreisen fortgeführt (vgl. Christliche Kabbala, Hermetische Kabbala).
Entsprechungen von Oben und Unten: Nach kabbalistischer Ansicht hat Gott alles, was er im Universum geschaffen hat, auch am Menschen geschaffen. Hieraus ergibt sich ein Weltbild der wechselseitigen Entsprechungen von Oben und Unten. Hierin wird der kabbalistische Grundgedanke von Mikro- und Makrokosmos deutlich. Die ganze „untere“ Welt wurde demnach nach dem Vorbild der „oberen“ gemacht und jeder Mensch an sich ist ein Universum im Kleinen. Der körperlichen Gestalt des Menschen kommt hierbei eine universelle Bedeutung zu, denn Gott selbst wird in der Tradition der jüdischen Mystik mit letzter Konsequenz anthropomorph gedacht. Die Vollkommenheit des göttlichen Makrokosmos personifiziert sich hierbei im Menschen, welcher als Mikrokosmos zwar unvollkommen, aber dennoch ein Abbild des himmlischen Urmenschen אָדָם קַדמוֹן (Adam Qadmon) darstellt. Gott als das Grenzenlose und Ewige benötigt das von ihm geschaffene Mittlerwesen des Menschen, um durch die „zehn geistigen Kräfte“ (סְפִירוֹת Sephiroth) seine göttliche Allmacht wirken zu lassen.
Der Weltenbaum: Die zehn Sephiroth sind die göttlichen Urpotenzen, welche in der Form des kabbalistischen Weltenbaumes alle Ebenen des Seins durchragen. Dieser Weltenbaum mit dem darin verbundenen Menschen stellt den verkörperten Organismus des Universums dar. Diese elementare Verflechtung des Menschen in ein göttliches Universalsystem verdeutlicht nach kabbalistischer Ansicht auch das gegenseitige Beeinflussungspotential der göttlichen und der menschlichen Ebene. – Der Mensch steht unter dem ganzheitlichen Einfluss universaler Kräfte, kann diese aber seinerseits beeinflussen.[5]
Überwindung des gewohnten Alltags-Ich: Wie häufiger in der Mystik geht es dabei um den bewussten und selbst gesteuerten Übergang in eine Ekstase, also um einen Weg, über das gewohnte Alltags-Ich hinauszugehen, dessen Beschränkungen zu transzendieren. Dazu gibt es verschiedene Techniken, die sich als Geheimlehren, die studiert und erfahren werden, überliefern. Diese initiatorische Erfahrung vermittelte sich anfänglich in einer zunächst rein mündlichen, später schriftlichen Überlieferung. In der Kabbala wird auch heute noch die Beziehung zwischen Lehrer und Schüler als wesentlich gesehen. Kabbalistische Erfahrung soll die Grenze zwischen Subjekt und Objekt aufheben können. Ein Kabbalist durchbricht demnach eine Mauer „härter als ein Diamant“ und erfährt die All-Einheit.
Stufen der Weisheit: Nach jüdischer Tradition gelangten nur vier Weise zu Lebzeiten ins Paradies und von diesen kehrte allein Rabbi Akiba unversehrt zurück. Den meisten gelingen nur ein paar Tritte auf der Himmelsleiter (hebräisch סֻלַּם יַעֲקֹב sullām jaʿakow) oder das Öffnen einiger weniger Tore. Jedoch behalten, so die kabbalistische Lehre, alle Suchenden und Lernenden ihre besonderen erlangten Fähigkeiten und sollen sie nach außerbiblischer Tradition sogar vererben können (deuterokanonisches Buch Ben Sira: "Wenn er auf sie (die Weisheit) vertraut, wird er sie erben, und seine Nachkommen werden an ihr Anteil haben." Sir 4,16 EU). So soll der Segen – בְּרָכָה Bəracha – entstehen.
Die Träger der kabbalistischen Überlieferungen werden בַּעֲלֵי־קַבָּלָה Baʕalē Qabālā (auch בַּעֲלֵי־הַקַּבָּלָה Baʕalē Haqqabālā) oder מְקֻבָּלִים Məqūballīm genannt. In Məqūballīm schwingt die Bedeutung „von Gott aufgenommen“ mit.
Ältere Kabbalisten trugen unspezifische und blumige Namen wie יוֹדְעֵי חֵן yōdəʕēy ḥēn ‚Kenner der Gottesgnade‘ oder einfach יוֹדְעִים yōdəʕīm ‚Wissende‘, eine Bezeichnung, die auf Nachmanides zurückgeht, מִשׂכָּלִים miśkālīm ‚Vernunftbegabte‘ und חַכמֵי הַלֵּב ḥachmē hallēv (auch חַכמֵי לֵב ḥachmē lēv) ‚Weise des Herzens‘. Das Objekt ihrer Bemühungen war die חָכְמָה נִסתָּרָה ḥåchmā nīstarā ‚verborgene Weisheit‘ (auch חָכְמַת הַנִּסתָּר ḥåchmath hannīstār).
Vorkabbalistische Zeit
Bearbeiten
Die Merkaba-Literatur war ab dem ersten vorchristlichen Jahrhundert eine mystische Strömung innerhalb des Judentums. Im dritten Jahrhundert nach Chr. entstand das magisch-mystische Buch Sefer ha-Razim.
Gegen Ende der talmudischen Zeit entstand in der Tradition vorhandener Text-„Komplexe kosmologischen und sprach-spekulativen Charakters“[6] das vorkabbalistische Sefer Jetzira, welches die Lehre der Sephiroth (Sphären, Ziffern) entwirft. Diese Lehre entspricht noch nicht ganz dem späteren kabbalistischen Verständnis, wird aber unter Kabbalisten entsprechend gedeutet.[7] Die Entstehungs- und frühe Wirkungsgeschichte des Sefer Jetzira ist noch nicht sicher erforscht. Der Text blieb „nicht selbstständig, sondern so gut wie nur im Zusammenhang mit Kommentaren erhalten“.[8]
Entwicklung im 12. Jahrhundert
Bearbeiten
Die Anfänge der Kabbala liegen in Südfrankreich, wo Geheimlehren angeblich ältester Tradition aufgezeichnet wurden; die Autoren nannten sich meqûbballîm ‚Empfänger‘, ‚Angenommene‘. Sie führten ihre Inhalte auf die Weisheit Adams zurück. Diese seien durch Auserwählte weitergegeben worden; tatsächlich basierten sie auf einer „(zumeist populär-) neuplatonische[n] Sicht der Welt und des Menschen“, wobei die Stellung auf ein neuplatonisches Weltbild wohl oft unbewusst geschah.[9] Zur Bekräftigung der Behauptung, auf die ältesten Traditionen zurückzugreifen, wurde „so gut wie alles von der reichen biblisch-rabbinischen Überlieferung aufgegriffen und in ihrem Sinne verarbeitet. Und zwar mit derartigem Erfolg, dass auch viele älteren Vorstellungen für Laien als ‚kabbalistisch‘ erscheinen, was den Blick für die eigentlichen kabbalistischen Anliegen verstellen kann“.[3] Die ersten Kabbalisten nutzten die „Bearbeitung und Kommentierung älterer Texte als Vehikel für ihre Lehren“; das erste Buch, das einen nach dieser Verwertungsmethode entstandenen kabbalistischen Text enthält, ist das Sefer ha-Bahir, das gegen 1180 fertig redigiert war und „lange Zeit Hauptgrundlage der danach allmählich verschriftlichten kabbalistischen Geheimlehre“ war.[10]
Das Klima in der Entstehungsregion war „stark geprägt durch [innerhalb des Christentums] oppositionelle und dualistisch orientierte Tendenzen, wie sie vor allem in den Katharer- und Albigenserbewegungen zur Wirkung gelangten, Machtkämpfe auslösten und auch die offizielle Kirche zu direkten Gegenaktionen veranlassten“. Ein direkter Zusammenhang zwischen diesen Tendenzen und der frühen Kabbala konnte nicht hergestellt werden. Während diese Bewegungen jedoch im Konflikt zur offiziellen Auslegung des Christentums standen, war die Kabbala keine Protestbewegung gegen die Auslegung des Judentums, „im Gegenteil, die Kabbalah erwies sich für die jüdische Religion trotz spekulativer Neuerungen von bislang kaum bekanntem Ausmaß als wirksamste Kraft zur Bewahrung und Vertiefung traditioneller Torah-Frömmigkeit“.[11]
Ausbreitung im 14. Jahrhundert
Bearbeiten
Die klassische Kabbala verbreitete sich „gegen Ende 1300 von Nordspanien aus vor allem durch die Werke des Josef ben Abraham Josef Gikatilla und durch die (teilweise anonymen und pseudepigraphischen) Schriften des Mose ben Samuel de Leon“.[3]
Grundsätzlich hatten sich die Kabbalisten des 12. und 13. Jahrhunderts wie die jüdischen Philosophen nach Saadia Gaon einen spiritualisierten anti-anthropomorphen Gottesbegriff zugelegt, doch sorgten sie für eine dialektisch zugeordnete Kommunikationsgestalt, die dem nicht zur Kommunikation fähigen Gott der Philosophen zur Seite gestellt, erneut die Menschen mit ihm in althergebrachter Weise kommunizieren ließ. Ohne hinter philosophisch-theologische Errungenschaften zurückzutreten, kamen alte biblisch-rabbinische Ansichten wieder zur Geltung, allerdings führte ein meditativ-theosophischer Einschlag bei der Gebotserfüllung ihre Neuerung an den Rand der Häresie.[12]
Im hohen Mittelalter waren die Zentren kabbalistischer Bewegungen der Deutsche Chassidismus im Rheinland (Mitte des 12. bis Mitte des 13. Jahrhunderts), der das Werk Sefer Chassidim hervorbrachte. In Spanien entfaltete sich die so genannte „Prophetische Kabbala“, deren bedeutendste Vertreter Abraham Abulafia und Josef Gikatilla waren.
Der Zohar
Aus der Tradition des spanischen Judentums entstand gegen Ende des 13. Jahrhunderts die bedeutendste kabbalistische Schrift überhaupt: der Zohar (Sefer ha Zohar, hebr. ‚Das Buch des Glanzes‘). Als Autor seines Hauptteils gilt der spanische Kabbalist Mosche de Leon[13] († 1305[13]). Der Hauptteil des Zohar wurde in einem künstlich altertümlich gestalteten Aramäisch verfasst und von Mosche de Leon ab etwa 1275 „als angeblich altes Werk des Rabbinen Shimʿon bar Jochaj“ aus dem frühen 2. Jahrhundert verbreitet. Unter Kabbalisten gilt der Zohar „bis heute als ‚Midrasch des Simon bar Jochaj‘ […] und als ein heiliges Buch“.[13] Der Zohar enthält in verschiedenen, teils sehr umfangreichen Abhandlungen Auslegungen der Tora, Erzählungen zu mystischen Gestalten des Judentums, insbesondere zu Rabbi Schimon ben Jochai und seinen Schülern, sowie Spekulationen zu Zahlen und Buchstaben als den Fundamenten der Welt.
Der Zohar genoss „schon innerhalb kurzer Zeit ein hohes Ansehen“ und wurde auch in der Neuzeit „wie ein ‚heiliges Buch‘ behandelt“. Entsprechend umfangreich ist auch die kommentierende Tradition zu diesem Werk. Während der Zohar „so etwas wie ‚kanonische‘ Geltung erlangte“, wurden die übrigen kabbalistischen Schriften „dadurch in den Hintergrund gedrängt“ und gingen teils verloren.[14]
16. Jahrhundert: Lurianische Kabbala in Safed
Bearbeiten
Nach der Verfolgung und Vertreibung der Juden aus Spanien im Jahr 1492 wurde Safed in Galiläa zum Zentrum kabbalistischer Lehre. Hier wirkte vor allem Isaak Luria (1534–1572), der wesentliche Beiträge zu der kabbalistischen Auffassung von der Schöpfung der Welt entwickelte. Dazu gehören Vorstellungen vom אָדָם קַדמוֹן (Adam Qadmon) und einem „Sich-Zurückziehen“ (צִמצוּם Tzimtzum) Gottes, um der entstehenden Welt Platz zu schaffen, dem ‚Zerbrechen der Gefäße‘ (שְבִירַת הַכֵּלִים Schvirat ha-Kelim) bei der Schöpfung und dem Freiwerden der göttlichen Lichtfunken, Spekulationen über das Unendliche (אֵין סוֹף En Sof) und eine Lehre über die Seelenwanderung (גִּלגּוּל Gilgul). Ziel aller Bemühungen des Menschen ist es danach, in einem Prozess der Reparatur der Welt (תִּקוּן עוֹלם Tiqqūn Olam) den ursprünglichen heilen Zustand der Welt aus göttlicher Existenz wiederherzustellen.
Entstehung einer christlichen Kabbala
Im 15. Jahrhundert eigneten sich auch Christen kabbalistische Lehren an.[15] Giovanni Pico della Mirandola gilt als erster Vertreter der christlichen Kabbala,[16][17] Anhänger der christlichen Kabbala waren eher an der Suche nach griechischer Philosophie und christlichen Inhalten in der Kabbala interessiert als an dieser selbst, und „[d]ie Unwissenheit mancher Autoren ist sogar horrend“.[18] Vertreter einer als okkulte Philosophie bezeichneten Strömung, wie Agrippa und Giovanni Pico della Mirandola, versuchten, Philosophien zu entwickeln, die hermetisches, hebräisches und klassisches Wissen assimilieren, und dies dann mit der christlichen Theologie zu vereinigen.[19] Trotz ihres esoterischen Charakters wurden die der okkulten Philosophie zugrundeliegenden hermetischen und kabbalistischen Ideen im Europa der Renaissance anfangs positiv aufgenommen. Die Historikerin Frances A. Yates betrachtete die okkulte Philosophie sogar als zentrale Triebkraft hinter der Renaissance selbst.[20] Gegen Ende des 16. Jahrhunderts wuchs jedoch als Teil der Gegenreformation auch die Reaktion gegen den Renaissance-Neuplatonismus und die damit assoziierten okkulten Strömungen. Die christliche Kabbala, die zunächst die Legitimation okkulten Denkens beförderte, wurde nun deswegen abgewertet und mit Hexerei in Verbindung gebracht.[21]
17. bis 19. Jahrhundert: Chassidismus, Bedeutungsverlust
Bearbeiten
Die in Safed entstandene Kabbala des Isaak Luria (lurianische Kabbala) gewann erheblichen Einfluss. Viele Elemente dieser Lehre wurden auch im osteuropäischen Chassidismus des 17. und 18. Jahrhunderts wirksam. Unter behutsamer Einbeziehung messianischer Elemente und einer gewissen Vereinfachung des ursprünglich sehr differenzierten Lehrgebäudes konnte die Kabbala große populäre Bedeutung in den chassidischen Zentren des Ostjudentums entfalten.
Die jüdische Kabbala verlor bis zum 19. Jahrhundert an Einfluss und erfuhr Geringschätzung durch die jüdischen Gelehrten dieser Zeit.[15][22] Die Gegner der Kabbala unterstellten dieser, synkretistisch, voller christlicher Einflüsse und damit nicht jüdisch zu sein.
Entstehung der hermetischen Kabbala
Hauptartikel: Hermetische Kabbala
Im 18./19. Jahrhundert entstand die hermetische Kabbala, eine Strömung mit Wurzeln in der Gnosis, dem Neuplatonismus, der Hermetik,[23] sowie der christlichen Kabbala,[24] die hierbei von großer Bedeutung war.[25] Die hermetische Kabbala entfernte sich jedoch vom Christentum, mitunter bis hin zu einer antichristlichen Ausrichtung[17] und nimmt gegenüber der ursprünglichen jüdischen Kabbala einen universelleren Ansatz an.[26]
Im 19. und 20. Jahrhundert erschienen mehrere Werke des französischen Okkultisten Éliphas Lévi, der kabbalistische Lehren und die Werke anderer Autoren verfälschte,[27][28] während sich Arthur Edward Waite um eine korrekte Darstellung der Kabbala bemühte,[29] jedoch nicht des Hebräischen und Aramäischen mächtig war und daher Fehler aus Jean de Paulys verfälschter Zohar-Übersetzung in sein Werk The Secret Doctrine in Israel übernahm.[30]
20. Jahrhundert: Systematische Lehre, „Hollywood-Kabbala“
Bearbeiten
Als einer der bedeutenden Kabbalisten des 20. Jahrhunderts gilt Yehuda Ashlag mit seiner systematischen Lehre der Kabbala. Losgelöst von jeglicher Mystik erklärt er die Kabbala als Erkenntniswissenschaft, die jedem Menschen – ungeachtet seiner Herkunft – als Lehre dienlich sein kann, um Schöpferähnlichkeit bzw. Dwekut (Anhaftung) zu erlangen.[31] Diese Schöpferähnlichkeit soll durch Überwindung der egoistischen Absichten zueinander erlangt werden. Dazu sei die Enthüllung der Weisheit der Kabbala an alle Menschen in der Welt erforderlich und das jüdische Volk hätte als Beispielfunktion für Nächstenliebe eine systemische Rolle für alle Nationen.[32] Er deutet 'Israel' und die 'Völker der Welt' als spirituelle Konzepte, die in jedem Menschen vorhanden sind. Dabei ist 'Israel' ein Synonym für die Innerlichkeit bzw. das Streben nach Altruismus und 'die Völker der Welt' ein Synonym für Äußerlichkeit, das Streben nach Egoismus in einem Menschen.[33] Er lehrt die Weisheit der Kabbala als notwendiges Mittel zur Korrektur der egoistischen Beziehungen zwischen Menschen und zur Erlangung von Weltfrieden.[34]
Zu seinen Schülern zählte unter anderen Baruch HaLevi Ashlag (1907–1991), der seinen Weg fortsetzte. Baruch Ashlag beschreibt in praktischer Weise in seinen Schriften Shlavei HaSulam (Die Sprossen der Leiter)[35] die stufenweise Erkenntnis der Eigenschaft zu geben, um Schöpferähnlichkeit zu erlangen. Nach dessen Tod setzte sein wichtigster Kabbala-Student Michael Laitman seinen Weg fort und unterrichtet heute Millionen Menschen weltweit.
Ein weiterer Schüler von Yehuda Ashlag war Yehuda Brandwein. Sein Schüler war Philip Berg, welcher in den 1970er-Jahren[36] das sogenannte Kabbalah Centre gründete und anfing, die Lehre, die traditionell nur männlichen Juden über 40 zugänglich war,[37][36] auch Frauen und Nichtjuden anzubieten.[36] Bergs New-Age-Version[37][38] der Kabbala, die unter Prominenten wie Ashton Kutcher, Madonna[36] oder Britney Spears[36] populär ist, wird auch als „Hollywood-Kabbala“ bezeichnet[38] und von Kritikern als Antithese zur echten Kabbala angesehen.[37][39]
Vor allem in den chassidischen Gemeinden der USA und in Israel wird die originäre jüdische kabbalistische Tradition auch in der Gegenwart noch gepflegt und weiterentwickelt.
1 note · View note
priokskfm · 11 months
Text
#FREEDOWNLOADS #FREEPROMO #RADIOCHART Jovonn Interviewed By Lenny Fontana For True House Stories® # 121 TRUE HOUSE STORIES® W/ JOVONN # 121 INTERVIEWED BY LENNY FONTANA A native of Brooklyn and current resident of Queens (New York), Jovonn has been active in the music scene since the age of 10. Supported by his mother, a keyboard player; and father, a guitar/bass player, who were aspiring R&B singers; he was nurtured with a solid musical foundation. Jovonn began his career as a Hip-Hop DJ at the age of 14 and started spinning records at those infamous New York block parties of the 80s where he was introduced to the growing New York House music scene, hanging out in seminal Brooklyn clubs such as Sapphires, Club Saturn and Club Serene. Years later clubs such as The Loft, The Choice, Snobbusters and Zanzibar, solidified his full commitment to House music. Exploding onto the house scene in 1991 with his second release, “Turn and Runaway” on Warner Bros. Records, (which reached number 10 on the Billboard chart and catapulted Jovonn on to the global scene) He then went on to set up his first record label, Goldtone Records, in the early 1990’s via Emotive Records (label compilation dropped on clone last year) and since then has produced more than 500 records in the House, R&B, Hip-Hop and Neo Soul genres, not to mention film scores and soundtracks although his true love has always been House music. A pioneer of the NYC, New Jersey, 90’s house sound, he’s produced many classics with releases such as as “Back In the Dark”, “Garage Shelter”, “I Can’t Make Up My Mind”, “I Wanna Go To A Club” that all contain Jovonn’s distinctive vocal delivery and trade mark production, as the man says himself ‘gritty sounds, hard kicks, jazzy chords and a phat bassline’. Other releases in Jovonn’s impressive discography include ‘Something About this Love’ (on WestEnd Records), “The Spirit” album (on Track Mode), and the “Blaque House” album on Code Red. More recently he’s delivered releases on prestigious labels such as Dogmatik, Objektivity, Deeply Rooted House and Apollonia, showcasing his talents to a new audience of house music lovers. Jovonn launched his new label venture Body N’Deep in 2017 via clone distribution, dedicated to releasing the hottest deep and raw underground house tracks from Jovonn and his crew of producers and vocalists including tracks from legendary artists such as Karizma, Delano Smith and Louie Vega. His recent album ‘Timeless’ was released and received great reviews from DJ’s and Press, showcasing Jovonn’s trademark new jersey sound. Look out for a busy release schedule throughout 2020 on Body N’Deep and a new Jovonn album later in the year. Скачать: https://ift.tt/Apw1XQL https://ift.tt/XWqHsDJ
1 note · View note
fels-efe · 2 years
Text
Kant terminolojisi
Kant 1781 yılında on yıl süren “suskun” bir süreçten sonra, Saf Aklın Eleştirisi adını verdiği ve felsefe tarihini değiştirecek bir eseri bilim dünyasına kazandırmıştır. Fakat zamanın ünlü filozofları dahil entelektüel camiada Saf Aklın Eleştirisi’ni anlanmaması Kant’ı derinden üzmüştür. Bir de meşhur bilim dergilerinden birinde Saf Aklın eleştirisi’ni yanlış tanıtan bir makale yayımlanmasından sonra bu yeni felsefesini, yani aşkınsal felsefeni “popüler” bir dille tanıtma kararını almıştır. O yüzden Saf Aklın eleştirisi’nin kısa bir özeti olan Prolegomena’sını alelacele hazırlayıp bastırmıştır. Fakat zaman kısıtlığından dolayı Prolegomena Saf Aklın eleştirisi kadar titizce derlenmemiştir ve içeriğine o kadar özen gösterilememiştir. Hatta Kant’ın el yazmalarının sayfa sırası bile büyük ihtimalle matbaahanede karışmıştır. Çeviriye de yansımış olan metin sıralamasındaki bu karışıklık haliyle okurun da aklını bir nebze karıştırabilir. O halde Saf Aklın Eleştirisi gibi önemli bir eser dururken neden bu kitapçığı okuyalım?
Kuşkusuz Saf Aklın eleştirisi her yönüyle Prolegomena’nın içeriğinden daha zengin ve daha ayrıntılıdır. Ayrıca Immanuel Kant, Saf Aklın eleştirisi ile felsefede devrim yaptığı iddiasındadır ve bu konuda haklı çıkacaktır. Antik felsefe tarihi nasıl Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra olarak ayrıldıysa, Yeni çağ felsefesi de Kant’tan önce ve Kant’tan sonra diye ayrılmalıdır, zira Kant bilginin “iki kökenini” keşfettikten sonra dogmatik olarak adlandırdığı rasyonalist felsefeden kopmuştur. Bu eserin girişinde, sizin de şahit olacığınız gibi, öğretileri için felsefe tarihini baz alan ve ondan şaşmayan dogmatik filozoflar eleştirilmektedir ve felsefi kavramların değişmez hakikat olarak görülüp, geleneksel felsefi öğretilerin tartışılmaz olduğunu savunanlar eleştirilmektedir, zira Kant bazı kavramların tanımını geleneksel bağlamından ayırıp, yeniden belirlemeye başlar. Gerekçesini de söyle izah eder: “Bilgi ilerledikçe, kesin olmayan, bilimin çocukluk [başlangıç] devrinden kalma bazı klasikleşmiş terimlerin yetersiz veya kötü uyduğu izlenimini önlemek imkânsız ve terimleri daha yeni veya daha uygun şekilde kullanmak eskisiyle karıştırılma tehlikesini doğurabilir.”[1]
Prolegomena’yı okumanın birçok haklı gerekçeleri vardır, çünkü Prolegomena’nın içeriği, Saf Aklın Eleştirisi’nin önsözü mahiyetinde olması hasebiyle, Eleştiri’nin işlediği konuları ayrıntılarına girmeden işler. O yüzden Prolegomena Kant’a göre Saf Aklın Eleştirisi’ne bir ön hazırlıktır[2] (Propädeutik), yani aşkınsal felsefenin temel kavramlarını anlamaya bir giriştir. Kitabın adını da bu yüzden Prolegomena koymuştur. 18. yüzyılda bu terim ana konudan önce işlenen dersin adına veya bir kitabın başına konan önsöze verilen bir isimdi. Kant da bu geleneğe uyarak bu eserin adını bu minvalde koymuştur. Yeniçağ Avrupasındaki bu gelenek ortaçağdan beri Arap literatüründe yerini alan “mukaddime” ile kıyaslanabilir. Kısacası: Saf Aklın eleştirisi’ne daha kolay bir giriş yapabilmek için Prolegomena’yı daha önce okumak daha mantıklı olabilir. Ama Prolegomena, içeriğinin ağır bir konunun kısa bir özeti olması hasebiyle, sanıldığı gibi o kadar kolay anlaşılır değildir. Konrad Lorenz bile Prolegomena’yı anlamakta güçlük çektiğini söylemiştir: 1940’da Konrad Lorenz henüz Nobel ödülü kazanmamıştı, ama hiç ummadık şekilde ve sadece birkaç aylığına Kant’ın üniversitesi olan Königsberg’te doçentlik görevini üstlenmişti. Eşi de o yüzden ona doğum günü dolayısıyla Prolegomena’yı hediye etmişti. Lorenz, Kant’ın eserlerinden tek bunu tamamen okuduğunu söyler. Kitabı okuduktan sonra şunları yazar: “Kant okunmaz, Kant çevrilir.”[3]
Bu kitabın amacı o yüzden metni sadece Türkçeye çevirmek değil, içeriğini anlaşılır kılmaktır. Dolayısıyla Kant terminolojisindeki şimdiye dek alışılagelmiş bazı terimlerin yerine – belki de haddimi aşarak – farklı sözcükler kullanmayı tercih ettim. Bu maksatla klasikleşmiş Erdmann (E), Vorländer (Vo), Cassirer (Ca) gibi Kant haleflerinin Prolegomena edisyonlarını bir araya toplayıp değerlendirmelerine katan Pollok (Po) edisyonunu esas aldım. Onun yanında Kühn (Kü) edisyonuna geniş yer verdim. Zira Emil Kühn’ün 1908’de yayımlanan Prolegomena edisyonu, orijinal metnin 20. yüzyıl Almancasına çevrilmiş, sadeleştirilmiş diyebileceğimiz versiyonudur. Onun yanında Max Apel’in (Ap) Prolegomena şerhi ile Lyre ve Schliemann’ın (LS) editörlüğünü yaptığı şerh mahiyetli makalelerden oluşan kitabından yararlandım. Felsefe terimlerini kısaca özetlediği için kavram tanımlarında Kirchner ve Michaelis’in felsefe kavramları sözlüğünden ve Rudolf Eisler’in Kant terminolojisini sırf Kant’ın kendi eserlerinden alıntı yaparak derlediği Kant sözlüğünden (Kant-Lexikon’dan) alıntılar yaptım. Bunun haricinde ek bilgilerinin yararlı olabileceğini düşündüğüm eserlerden de bilgiler topladım. Ama dipnotların adedini ve uzunluğunu göz önünde bulundurarak, açıklamaları kısa tutmaya çalıştım. İlgilenenler için, dipnotlarda kaynakça belirtilmiştir, kitabın sonunda alıntı yaptığım tüm kaynakların detaylı bilgilerini liste halinde topladım. Bazı yerlerde konuyu daha ayrıntılı açıklayan Saf Aklın Eleştirisi’ndeki pasajlara atıf yaptım, çünkü iki kitabın içeriği de zaten aynıdır ve ikisi de Kant’ın aşkınsal felsefe veya eleştirel idealizm adını verdiği yöntemi tanıtır.
“Aşkınsal felsefe nedir?” sorulacak olursa, “nasıl bilgi edinebileceğimizi araştıran bilgi kuramının öncüsüdür ve fikir babasıdır” diye yanıtlayabiliriz. “Bilgi nedir?” gibi sorular Antik Yunan felsefesinden beri klasik sorulardan olsa da Saf Aklın eleştirisi yeni “neyi bilebilirim?” sorusuna verdiği yanıt tarzı ile bir çığır açmıştır. Kant’ın başlattığı bu tür araştırma yeni bir felsefe dalının oluşmasını sağlamıştır. Felsefenin bu yeni branşının adına 19. yüzyılda Kant’ın halefleri tarafından Erkenntnistheorie adı konmuştur. Kant’ın kurmak istediği bilim, kendisi empirik olmayan, ama empirik bilimin temellendirmesini oluşturacak bir daldı. “Zorunlukla metafizikten önce gelen tüm aşkınsal felsefenin bizzat, burada ortaya atılan sorunun tümel çözümü olduğunu söyleyebiliriz, hem de sistematik düzen içinde ve kapsamlı şekilde. Ama şimdiye dek [böyle] bir aşkınsal felsefe yok: Çünkü bu ismi taşıyan [dal] aslında [şu an] metafiziğin bir bölümü [olarak geçiyor]; fakat o bilim ilk önce metafiziğin olanaklılığını sağlamalı ve o yüzden ondan önce gelmeli.”[4]
Kant’ın terminolojisine aşina olmayan okuyucunun yazılanları anlamakta zorluk çekmesi kaçınılmaz olacaktır, çünkü yazarımız bu kitabı öğrenciler için değil, geleceğin öğretmenleri için yazdığını belirtmiştir[5] ve o yüzden eserlerinin anlaşılması için kendi zamanının felsefi terminolojisinin bilinmesini okuyucudan beklemektedir. O yüzden Kant felsefesinin kilit terimlerine ve tanımlarına bir göz atalım:
Kant “yeni sözcükler geliştirmeyi” sevmezdi, çünkü bunun “nadiren başarılı olan, dilde yasamacılık yapma hevesi”[6] olduğunu düşünüyordu. Algı/algılayış (Wahrnehmung), görü (Anschauung) ve saf (rein) terimlerini Locke’un Deneme’sinden ve Leibniz’in Nouveaux Essais’inden aldı. Kategori, aşkınsal (transzendental), analitik ve diyalektik ise Alman Aristoteles geleneğinden, idea da Platon’dan gelmektedir. Terimlerinin arasında zamanın felsefe ders kitaplarından, örneğin Meier veya Zedler’in eserlerinden alınmış müphemlik (Amphibolie), çatışkı (Antinomie) veya paralogizma gibi terimler bulunur, ama Kant bunlara kendi felsefesinin renk tonunu katmıştır. Eleştiri kavramı ise Fransızca “critique” teriminden alınmıştır. Bunun aslı Cicero’ya dayanan bir nesnenin değerini biçme sanatı olan “ars critica”dan gelir.[7] Birçok terimin anlamlarında Kant’a özgü anlam incelikleri vardır. Örneğin epistemoloji olarak da bilinen Erkenntnistheorie’nin Türkçe karşılığı bilgi kuramı olsa da ‘erkennen’ bilmek anlamına gelmez: erkennen sözcüğü seçmek, tanımak veya farkına varmak demektir, karanlıkta bilinen bir şeyi bilinmeyenler arasında seçebilmeniz gibi, yabancı insanlar arasında bildiğiniz kişiyi tanımanız gibi veya bildiğiniz bir şeyin mahiyetinin düşündüğünüzden farklı olduğunu fark etmeniz gibi. Yani tanıyabilmek için önceden bir şeyi biliyor olmanız gerekir, yani deneyim edinmeden saf (rein), deneyimden önce (apriori) bilgiye (Wissen) sahip olmanız gerekiyor. Günümüzde Menon paradoksu olarak da bilinen bu bu teferruata Platon Menon diyaloğunda dikkat çekmektedir. Ama Kant’ın epistemolojisini rasyonalistlerden ayıran nokta, bilgiye giden yolun sadece akıl yürütme olmadığıdır. Kant bilgiyi salt düşünerek elde etmeye çalışmaya alaycı bir üslupla “vernünfteln” der. Bilginin en başta kaynağı olarak deneyimi (Erfahrung) görür ve aşkınsal felsefede deneyimin çok merkezi bir konumu vardır. Birincisi, nesneler (Gegenstände) duyusallık (Sinnlichkeit), yani görme, duyma, tatma vd. aracılığıyla, başka deyişle algılama (Wahrnehmung) yoluyla bize verilir, yani bahşedilir (gegeben). Bahşetmek burada nesnelerin deneyim vasıtasıyla olgusal veya aşikar olması demektir, yani şeyler deneyim olmadan olgusal olmaz. O yüzden Kant, deneyim ve olgusal (gegeben) sözcüklerini sıkça beraber kullanır. Şimdiye dek gördüğüm tüm çevirilerde “gegeben” genelde verili veya verilen diye çevrilir, fakat “Gegebenheit” (olgusallık) sözcüğünün bir sıfatı olduğu için “olgusal” veya “mevcut” olan veya “bahşedilen” olarak anlanmalıdır ve önceden bilinmeyen bir şeyin bahşedildiği ifade edildiğinde “aşikâr” anlamı da vardır. Deneyimin ikinci işlevi ise düşünceleri teyit etmesi veya reddetmesidir. Kant o yüzden deneyime mihenk taşı (Probierstein) der.[8] Tıpkı sarrafın elindeki metali, kıymetli olup olmadığını öğrenmek için mihenk taşına gerek duyduğu gibi, insanoğlu da bir düşüncenin doğru mu yanlış mı olduğunu deneyimle bilir. Kısacası: Düşüncemizin bir nesnesi olup olmadığını – nesneye ‘karşılık’ veya obje[9] (Objekt) de diyebiliriz, hepsi bu bağlamda eş anlamlıdır – deneyim belirler. Deneyimsiz olan, daha doğrusu deneyimden önce gelen kavramlar apriori[10] kavramlardır, deneyimle teyit edilenler de a posteriori[11].
İşte bu yüzden Kant’ın felsefesinde görüngü (Erscheinung) ve kendi başına şey (Ding an sich) ayrımı vardır. Kendi başına demek, öznenin algılayışından bağımsızdır, hiçbir belirlenimi yoktur demektir. Geleneksel fenomen ve numen terimleri temel olarak kullanılsa da bir detay farkı vardır. Kant doktora tezinde numenlere düşünce yoluyla aşina olabileceğimizi savunmuşsa da, Saf Aklın Eleştirisi ile bu görüşten dönmüştür. Yukarıda da belirttiğim gibi deneyimlenemeyen, var olduklarını farz etmek zorunda olduğumuz, ama mahiyetlerini bilemediğimiz şeylere ‘Ding an sich’ demiştir. “Neden böyle bir ucubeyi var saymak zorundayız?” diye soracak olursanız bunun yanıtı Hume sorunsalında, yani nedensellik (Kausalität/ causation) olarak da adlandırılan neden-sonuç bağlamı yatmaktadır. Kant bu neden-sonuç ilişkisini etken-etki bağlamı (Verknüpfung von Ursache und Wirkung) olarak adlandırıyor. Burada Kant’ın Wirkursache yerine kısaca ‘Ursache’, Hume’un da efficient cause yerine ‘cause’ dediği kavram skolastik literatürde “causa efficiens” (etki yaratan neden) adıyla biliniyordu. Aristoteles’in diğer üç nedeniyle karışmaması için ‘Ursache’yi ‘etken’ olarak çevirdim. İkinci bir nedeni ise: Kant’ın etken-etki çiftiyle sebep-sonuç çiftlerini ayırdığı görülüyor, zira tümevarım içerikli konularda, örneğin Hume problemi işlendiğinde, etken (Ursache) ve etki (Wirkung) terimlerini, tümdengelimden bahsedildiğinde, örneğin yeterli sebep ilkesi söz konusu olduğunda ise sebep (Grund) ve sonuç (Folge) sözcüklerini kullandığı fark ediliyor. Grund’un neden anlamı dışında temel veya zemin anlamı da mevcut, bu tür bağlamlarda da temel olarak tercüme ettim. Fakat yeterli sebep ilkesi bağlamında, yani nedensellik döz konusu olduğunda tabi ki sebep veya neden olarak çevirdim.
Prolegomena’nın, aşkınsal felsefenin temellerini tanıtma ve Saf Aklın Eleştirisi’ni eleştirenlerin argümanlarına yanıt verme dışında üçüncü bir ana konusu daha vardır. O da modern felsefe terminolojisinde ‘tümevarım problemi’ olarak geçen ve Kant’ın ‘Hume problemi’ dediği sorunsaldır. Hume, nedenselliğin sadece “uzun süreli alışkanlıklardan” ibaret olduğunu iddia eder[12] ve bir şeyin vuku bulmasından sonra ondan farklı bir şeyin daha vuku bulmasını gerektirecek bir şeyi algılayamayacağımızı söyler: “Bir şeyin zorunlukla vaz edilmesiyle[13] bir başka şeyin daha var olmasını zorunlu kılan bir şey nasıl bir niteliğe sahip olabilir ki? Zira etken (Ursache) kavramı tam da bunu ifade eder. Hume, itiraz edilemeyecek şekilde kanıtladı ki: aklın, apriori ve kavramlar vasıtasıyla böyle bir bağlantıyı düşünebilmesi tamamen imkânsız, çünkü bu zorunluluk içerir.”[14] Hume’un – haklı olarak – etkinin algılanmadığını belirtmesi Kant’ı dogmatik uykusundan uyandırmıştır. Neticede Hume deneyimden elde ettiği bilgilerin kendi başına ait olduğunu sanmıştır, oysa ki algılanan tüm nesneler sadece görüngülerden ibarettir. O yüzden görünmeyen nesnelerde bir düzenlilik bulmaya çalışmamalıyım, çünkü “benim için olgusal olmayan şeyler için yasa bulmaya çalışarak beyhude sonsuz uğraşlar içinde çabalar dururum.”[15] Aynı şekilde algıladıklarımız nesnelerin bende yol açtığı etkiler nesnenin kendisi değildir. O nesnelerin bende oluşturduğu şey, objenin kendisi – Kant’ın deyişiyle ‘kendi başına obje’ – olmadığı modern sinirbilimle detaylı olarak açıklanabilir, ama konumuz için ve titiz bir bilim kurmak için Kant’ın görüngü ve kendi başına şey ayrımı yaptığı bilgi olarak burada yeterli olacaktır. Ayrıca nesneyi algılamak ve algıyı değerlendirmek de iki ayrı işlemdir. Bu ayrımı şöyle ifade eder: “… görüngü, duyulara dayanır, … değerlendirmesi [ise] zekaya ...”[16], yani bir olgunun başka bir olguya neden olduğu algılanamaz, ancak zekâ vasıtasıyla çıkarsanır. “Locke’un ’İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme’sinde bu ayrıma dair bir işaret”[17] bulduğunu söyleyen Kant, aşkınsal felsefenin temel taşlarından olan zekâ kavramlarının (Verstandesbegriffe) gerekliliğini buna bağlar. “Onlar görüngüleri sadece harf harf hecelemeye yararlar, ama deneyim olarak okunurlar.”[18] Zekâ kavramları deneyimden öncedir (apriori) ve zorunludur (notwendig), deneyimle, yani deneyimden sonra (a posteriori) elde edilen bilgiler ise olanaklıdır (möglich). Ama nedenselliğin varlığını kabul etmeden, yani düşünmeden, deneyim diye bir olgudan bahsedilemez. Kısacası: Görüngüler algılanır, nedensellik düşünülür.
Nedensellik (Kausalität) işte o yüzden, Kant’ın terimiyle etken (Ursache) bu zekâ kavramlarından, diğer adıyla kategorilerden birisidir ve – yukarıda da belirttiğim gibi – duyularla algılanamaz, çünkü deneyim edinebilmenin bir şartıdır ve sadece düşünülür. Kategoriler ile algılanan nesne hakkında yargıda bulunulur (Wahrnehmungsurteil), böylece zamanla deneyim yargıları (Erfahrungsurteil) oluşur.[19] Kant’a göre nedensellik, yani her etkinin (Wirkung) bir etkeni olduğu savı deneyimin oluşabilmesinin koşullarından birisidir veya aşkınsal felsefenin ifadesiyle deneyimin olanaklılığıdır (Möglichkeit)[20], daha doğrusu var olabilmesinin koşuludur (Bedingung der Möglichkeit) veya başka bir deyişle ‘olmazsa olmazı’dır (conditio sine qua non). Bu ilkeye yeterli sebep (Grund)[21] ilkesi denir ve (nihil est sine ratione) “sebepsiz hiçbir şey yoktur” savına denk düşer. Aşkınsal (transzendental) tabiri tam bunu ifade eder: yani aşkınsal niteliği, bir şeyin var olabilmesini sağlayan özelliğe verilen isimdir. Buna karşılık aşkın (transzendent) olarak nitelendirilen kavramlar ise bunlardan farklıdır. İlki deneyimin var olabilme şartıdır, ikincisi ise algılanamaz, yani duyu ötesi şeylerin niteliğidir.
Yukarıda görüldüğü gibi Latince ratio sözcüğü Almancaya hem sebep anlamındaki Grund olarak geçmiş, hem akıl anlamındaki Vernunft olarak geçmiş, hem de matematiksel terim olarak oran/orantı veya geniş anlamda ilişki olarak geçmiş. Aynısı İngilizce için de geçerli: yeterli sebep ilkesinin karşılığı “principle of sufficient reason”. Bu ilkenin Almanca aslı “Satz vom zureichenden Grund”. Burada Grund sebep, neden veya temel olarak çevrilebilir. Satz sözcüğü de bu bağlamda – haklı olarak – ilke olarak çevrilir. Zira Satz sözcüğünün, aynı Grund sözcüğü gibi farklı farklı anlamları vardır. Karl Steuerwald’ın Almanca-Türkçe sözlüğünde hem Satz için, hem de Grund için ayrı ayrı 13 anlam bulabilirsiniz. Grund kelimesiyle ilgili sadece iki veya üç Türkçe karşılık yeterliyken, Satz’ın ayrıca farklı terimleri içinde barındırması tercümesini biraz daha çetrefilleştiriyor. Satz, ilk etapta gramerden gelen bir terimdir ve tümce anlamına gelir. Semantik açıdan beş tümce türü vardır. Bunlar sırasıyla: 1) iddia, belirtme, açıklama tümcesi veya yargı 2) İstem veya dilek tümcesi 3) Çağrı veya nida tümcesi 4) Buyruk veya talimat ve 5) sorudur.[22] Tümce türlerinin Latince adları felsefi terimlere aşina kulaklara Austin ve Searle’ün söz eylem kuramlarından dolayı kısmen tanıdık gelecektir: 1) sententia declarativa 2) sententia desiderativa 3) sententia exclamativa 4) sentetia imperativa 5) sententia interrogativa. Kant’ın eserlerinde Satz olarak adlandırdığı tümce çoğunlukla birinci tümce türüdür. O yüzden Satz genelde önerme olarak çevrilir. Ama Kant’ın Saf Aklın eleştirisi’ni ‘ars critica’ yöntemine göre tasarladığı için hukuki terimlerin ve benzetmelerin öne çıktığını görmekteyiz. Satz bu bağlamda iddia veya sav anlamındadır. Zedler’in sözlüğünde de Satz’ın Aussage (iddia, açıklama) ile eş anlamlı olduğu belirtilmektedir[23] ve bundan dolayı benim Satz için çoğu zaman kullandığım Türkçe karşılık ‘sav’dır. Nihayet Satz’ın bizim için önemli olan üçüncü anlamı da ilkedir, çünkü ilke, temel sav veya prensip anlamındaki Latince principium sözcüğünün Almanca karşılığı Gundsatz’tır. Ama geleneksel olarak kısaca “Satz” olarak kullanılır, mesela ‘Satz vom zureichenden Grund’da olduğu gibi. Günümüzde bile örneğin enerji korunum ilkesine ‘Energieerhaltungssatz’ denir.
Gelelim Kant felsefesindeki kilit sözcüklerden birine: Verstand’a. Verstand, bu çevirinin özgün terimlerinden biri olan ve Türkçe çevirilerde anlak veya anlama yetisi olarak çevrilen kavramdır. Fakat Verstand’ın anlam yelpazesini göz ardı bırakarak körükörüne anlama yetisi olarak çevirmek birçok yanlış anlamalara yol açmaktadır. Oysa Verstand’ın ayrı ayrı karşılıkları bulunmaktadır. Türkçedeki birinci karşılığı, gündelik dilde düşünme yetisi anlamını taşıdığı için “akıl”dır. Bunun en ünlü örneğini Kant’ın “Was ist Aufklärung?“ (Aydınlanma nedir?) adlı makalesinde “sapere” sözcüğünü yani düşünmek, akletmek fiilini “sich des Verstandes bedienen” olarak Almancaya çevirmesinde görüyoruz. Bu pasajı Türkçeye “aklını kullanmak” olarak çevirmeliyiz. Başka bir örnek verilecekse: Kant, metafizik “… insanoğlunun aklını bitmek bilmeyen, ama yerine gelmeyen ümitlerle oyalamaktadır”[24] dediğinde, Verstand sözcüğünü kullanarak düşünme yetisini, yani aklı kastettiğini görüyoruz, zira Verstand burada akıl sözcüğünün geniş anlamını temsil eder. İkinci kullanım alanı ise yanlışlıkla akıl yerine konulan duyu veya hissiyattır, Latince adıyla sensus[25]. Bunun örneğine Prolegomena’nın birkaç yerinde rastlayabilirsiniz. Örneğin A11’de Common sense terimini Almancaya gemeiner Menschenverstand[26] olarak çevirir. Başka bir örnekte Kant, “böyle bir şey eskilerin aklına gelseydi … insanoğlunun aklını aydınlatırdı”[27] yazdığında birinci akıl sözcüğü olarak “Sinn” (Latince: sensus) ikinci sözcük olarak Verstand’ı kullanmıştır. Buraya kadar Verstand’ın akıl anlamını taşıyan diğer sözcüklerden hiçbir farkı yok.
Ama Verstand’a Türkçedeki ‘anlama yetisi’ karşılığının verilmesine sebep olan husus aşkınsal felsefenin en önemli noktalarındandır, çünkü düşüncelerimizin birbirine karışmış, ama aslen iki farklı kökeni olduğunu keşfetmesi Kant’ın keşfettiği en önemli huşulardan biridir. Duyusallığın (sensualitas) ve düşünselliğin (intellectus), başka deyişle nazariyat ile fikriyatın, iki farklı husus olduğunu savunarak intellectus kavramını reseptif, yani pasif bir meleke konumundan alır ve spontane, yani aktif bir meleke yerine, ismen düşünme ve kavramlar üretme yetisi yerine koyar. Tüm karmaşıklıklar işte tam bu noktada başlamaktadır. Zira felsefe geleneğinde intellectus duyulardan gelen bilgileri toplayan (ϰοινὴ αἴσθησις, sensus communis), anlamayı sağlayan bir yeti olarak kavranmış ve böyle adlandırılmıştır. Bu nedenden dolayı intellectus Latinceden İngilizceye understanding, Almancaya da Verstand olarak çevrilmiştir. Ama Kant’ın Verstand olarak adlandırdığı yeti, yukarıda belirttiğim gibi anlamak gibi pasif bir algı değildir, yani nesnenin bilgisi Verstand’ın düşüncesini belirlemez, bilakis duyulardan tamamen arınmış bir faaliyet olarak tanımlanır. Aşkınsal felsefede Verstand’ın işlevi tanımak (erkennen)[28], düşünmek (denken)[29], yargıda bulunmak (urteilen)[30] – veya hüküm vermek de denebilir – ve kavram (Begriff) üretmektir[31], algılamak değil. Kant bize, bakış açısını neden değiştirdiğini Saf Aklın Eleştirisi’nin ikinci yayımının girişinde anlatıyor: Kopernik, “yıldızlar ordusunun tamamının seyircinin etrafında döndüğünü farz ettiği takdirde gök [cisimleri] deviniminin açıklaması iyi ilerlemeyince, yıldızları oldukları yerde bırakıp seyirciyi çevirmenin daha başarılı olup olmayacağına baktı.”[32] İşte bu üçüncü anlamın Türkçe karşılığı olarak “anlama yetisi” veya “anlak” yerine “zekâ” sözcüğünü tercih ediyorum. Bunun gerekçesini aşağıda ayrıntılı olarak açıklamaya çalışacağım. Bence Kant, Kopernik misali bakış açısını değiştirmekle günümüzdeki zekâ kavramının (Intelligenz) önem kazanmasını ve günümüzdeki anlamını elde etmesini sağladı.
Bu bakış açısı devrimi arkasından başka değişiklikleri de getirdi: Kant intellectus’un (Verstand’ın) anlamını değiştirdi. Onu algılayan (rezeptiv) ve pasif bir nitelikten, kendiliğinden hareket eden (spontan) ve üretken bir yetiye dönüştürdü. Bununla birlikte “kavramak”(begreifen) fiilinin günümüz dilinde hâlâ “mevcut olan bir şeyi yakalamak” anlamında olmasına rağmen, kavram (Begriff) terimine “bir şeyi birleştirerek kurmak” anlımı verdi, yani Begriff’in (conceptus) tanımını da tamamen değiştirdi. Conceptus, Meister Eckhart tarafından Almancaya Begriff – yani mot à mot anlamıyla kavram – olarak çevrilmişti. Wolff de bu terimi “her bir şeyin tasavvuru” tanımıyla Alman felsefe terminolojisine girmesini sağlamıştı. Fakat Kant conceptus’un tanımını ters yüz etmiştir. Begriff, geleneksel felsefede edilgen bir anlama sahipken, aşkınsal felsefede aktif bir terim olmuştur, hatta anlamı günlük kullanımımızda İngilizceden dilimize geçen “konsept” ile aynıdır. Bu, Kant’ın bir mirasıdır da diyebiliriz, zira konsept tasarlanmış bir model veya plandır. Otomobil fuarlarında gösterilen “concept car” bunun güzel bir örneğidir. Sözlükte konsept sözcüğünü ararsanız, karşınıza kavram, anlayış vd. gibi karşılıklar çıkacaktır, ama bu Kant’ın Begriff’e verdiği anlam değildir, çünkü kavram kategoriler yardımıyla üretilmiş bir tasarımdır, bir konsepttir. Oluşturulan kavram deneyime tabi tutulur ve bilgi edinmek istediğimiz, henüz belirsiz bir nesnenin tasavvuruna olağan bir yargının yüklemi olarak atfedilir.[33] Ama burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var: zeka kavramları, yani kategoriler düşünme ve bilgi yetimiz olan Verstand’ın temel taşlarıdır. Onlar sayesinde nesnelere atıfta bulunabiliriz. Bunlar hem algılanabilir (sensibilis) nesneler olabilir, hem de düşünülebilir (intelligibilis) nesneler olabilir. İlkine Kant görüngü (Erscheinung) veya diğer adıyla fenomen (phaenomenon) demektedir, ikincisine ise, § 31’de Verstandeswesen, yani “zekâ varlıkları[34]” adını vermiştir. Fakat Verstandesbegriffe, yani “zekâ kavramları” terimine çok benzediği için dikkat edilmeli ve kesinlikle karıştırılmamalıdır. Aynı terimi § 33’de Gedankenwesen, yani düşünce varlıkları, olarak adlandırıyor. Bu da yine Verstand kelimesinin Kant terminolojisinde anlamakla değil de düşünmekle eş anlamlı olduğuna güçlü bir kanıttır. “O halde Verstand’ı neden düşünme yetisi olarak Türkçeye çevirmiyorsunuz da zekâ olarak adlandırıyorsunuz?” diye sorulacak olursa, gerekçelerim şunlardır:
İlk önce Hume’un understanding tanımı ile Kant’ın Verstand tanımı arasındaki birinci farkla başlayalım: Geleneksel empirizmdeki intellectus anlayışı ile Kant’ın Verstand tanımının en büyük farkı – duyusallık ile entelekti (nazariyat ile fikriyatı) birbirinden ayırdığı için – Verstand’ın duyusal, yani algılayıcı bir yeti olmaması[35], bilakis kendiliğinden üretkenliğe (Spontaneität) ait, kaynak[36] niteliğinde bir yeti olmasıdır. Zeidler bu önemli noktayı şöyle özetliyor: “>Deneyim, zekamızın duyusal duyumları işleyerek meydana getirdiği şüphesiz ilk ürünüdür<. Saf Aklın Eleştirisi’nin ilk yayımı bu sözlerle başlıyor. Böylece bundan böyle deneyim hakkında zekâ faaliyetinin (spontaneitenin) bir ürünü olarak bahsedilecektir. Kant, deneyim kavramını araçlaştırmakla kendi akıl eleştirisiyle Yeni Çağ’ın empirizmi ve sensualizmi arasında hemen ilk cümlede bir set çekmektedir.”[37] İkinci farkı ise zekanın ürettiği kavramların yalnız ve yalnız görüngülere (Erscheinungen) uygulanmasıdır, zira numenlere, Kant’ın deyimiyle kendi başına şeylere (Dinge an sich) uygulanamaz. Hume problemi tam da bu noktada başlar. “… halihazırdaki bir şeyin görüsünün bana o şeyi onun kendi başına olduğu gibi tanıtabilmesi anlaşılacak gibi değil, çünkü [nesnenin] özellikleri oradan [gelip] tasavvur gücüme geçemez”[38], yani nesnelerin zihnimizi etkilemesiyle nesne hakkında bilgi oluşmaz. Hume, işte tam bu yüzden nedenselliğin gerekçelendirilemeyeceğini savunur, zira neden (cause) deneyimle algılanamaz. Kant bu tespitin doğruluğunu teyit eder, ama aynı zamanda da intellectus’un işleyiş biçiminin böyle olmadığını savunur. Windelband bu iki felsefi sistemdeki değişik zekâ (Intelligenz) kuramlarının farkını şöyle özetler: “Dogmatik sistem zekayı nesnelerin ürünü olarak anlar, idealistik sistem ise zekayı eylemlerin maksadına kendi içinde uygun ve [bu eylemlerin] bazılarının da nesneleri üreten örüntüsü olarak anlar.”[39] Burada Windelband’ın Verstand yerine Intelligenz sözcüğünü kullandığını görüyoruz. İşte (birbirine zıt) bu iki zekâ işleyiş kuramını Raimund Popper iki benzetmeyle açıklamıştır. Nesnenin zekayı ürettiği varsayılan bu ilk zikredilen empiristik kurama Popper “bucket theory of knowledge” adını vermiştir.[40]  Bu teori (Platon’un balmumu tabletine istinaden Locke’un silinmiş, yani boş tablet adını verdiği) ‘tabula rasa’ teorisi olarak da bilinir. Bu modele göre bilgi su misali, kova olarak tasvir edilen ve understanding olarak adlandırılan zihnin içine akar ve dolayısıyla zihne giren bu algılar bizatihi bilgi atomları veya molekülleri[41] içerir ve zihin, pasif bir anlama yetisi olarak yorumlanır. Bunun meşhur bir örneği de “Nürnberger Trichter” (Nürnberg hunisi) adı altında tanınmaktadır. Nürnbergli şair Georg Philipp Harsdörffer’in 1647 yılında yayımladığı şiir sanatı kitabında, kitabın içeriği sayesinde şarabın huniyle şişeye doldurulduğu gibi şiir sanatının da altı saatte okurun zihnine aktarılabileceğini iddia etmiştir. Günümüz Almanya literatüründe alaycı bir deyime dönüşen “eintrichtern” 17. yüzyılda bilgi edinme hakkında kabul gören bir alegoriydi. Kant bu bilgi edinme kuramına itiraz etmiştir. Ona göre bilgi dışarıdan zihne aktarılmaz, yani nesne zihni belirlemez, tam tersine zihin nesnenin mahiyetini belirler. Zihin felsefesindeki Kopernik devriminin özü budur ve Kant’ın Verstand’ı, yani zekayı, kavram geliştirme yetisi ve düşünme yetisi olarak tanımlamasıyla başlar. Popper işte bu bilgi kuramına, yani Windelband’ın yukarıdaki tanımınındaki ikinci, idealistik zekâ tanımına “searchlight theory of knowledge” adını vermiştir. Bu alegorinin anlatmak istediği işleyiş biçimi şöyledir: Esas olan fenerden çıkan ışıktır. Bilgiyi ancak bu ışığın nesneden geriye dönen yansımaları sayesinde görebiliriz. Bu tasvir, hakikatin düşünceyle nesnenin örtüşmesi (adaequatio intellectus ad rem) olarak tanımlanmasını anımsatır. Bu ‘iki tür tanım’ ilk defa ‘Açık toplum ve düşmanları’ kitabında tanıtılmış, sonra da Popper’in birçok makalesinde tekrar ele alınmıştır.
Peki, zekâ bu kavramları yoktan mı var ediyor? Hayır. Verstand, elindeki kategori veya zekâ kavramı (Verstandesbegriff) olarak adlandırılan kavramlarla nesneye yüklemler (Prädikate) atfeder ve yeni kavramlar üretir. Popper’in ifade ettiği gibi “hipotezler” oluşturur.
Yukarıda göstermeye çalıştığım terim karmaşıklığı kendisini en çok ‘intellectus archetypus’ta açığa vuruyor. Intellectus archetypus nedir? Kant’a göre iki tür zekâ vardır: Birisi, nesneleri dolaylı yoldan, ilk önce görü vasıtasıyla imgeleyen insanoğlunun zekasıdır, diğeri ise görüye ihtiyaç duymayan ilahi zekâ türüdür. Kant, Tanrı’nın düşünme tarzını betimleyen bu zekâ türünü şöyle açıklıyor: “Doğrudan doğruya nesneleri görebilecek bir zekâ tahayyül etmeliyiz; ama böyle bir zekâ hakkında, dolayısıyla atıfta bulunacağı zekâ varlıkları hakkında hiçbir fikrimiz yok.”[42] Hegel de, aynı Kant gibi, arketipik entelekti işte bu örnekte olduğu gibi Verstand olarak çeviriyor [43]. Kant eserlerinin birçok yerinde intellectus archetypus bağlamında hem Intelligenz[44] sözcüğünü de kullanıyor, hem Verstand[45] sözcüğünü. Bunun örneklerini bizzat Prolegomena’da da bulabilirsiniz[46]. Bu argüman benim için intellectus’u ve dolayısıyla Verstand’ı zekâ olarak çevirmem için en önemli etken. Antrparantez: Saf Aklın Eleştirisi’nde intellectus archetypus terimine gesetzgebende Vernunft diyor; evet yanlış okumadınız, Vernunft (bkz. SAE A695/B723).
Ama artetipik entelekti ve arketipik nesneleri Verstand sözcüğüyle adlandırılmasına karşı çıkan yazarlar da mevcut. Örneğin Max Apel, Prolegomena şerhinde numenlere ‘Verstandeswesen’ denmesinin yanlış anlamalara yol açtığını vurguluyor, fakat alternatif bir terim çözümü de sunmuyor.[47] Ama bazı Alman filozofların – kavram karmaşıklığına çözüm bulmak amacıyla olsa gerek – bu bağlamda sadece Intelligenz sözcüğünü kullanmaya başladıkları göze çarpıyor. Örneğin Eisler[48] ‘Felsefi kavramlar sözlüğü’nde bahis konusu kavram ‘en üst zekâ’ (höchste Intelligenz) olarak adlandırılmıştır veya Gadamer’in editörlüğünü yaptığı felsefe tarihinin önemli metinlerini derleyen bir eserde[49] ise ebedî ve ezelî zekâ (ewige Intelligenz) olarak çevrilmiştir. Belki burada Verstand’ın Intelligenz sözcüğüyle eş anlamlılığı sadece ‘arketipik entelekt’ bağlamında kabul gördüğü düşünülebilir. Bunun böyle olmadığını Kirchner’in felsefi kavramlar sözlüğünde görebiliyoruz. Orada Verstand teriminin Latince karşılığı intelligentia diye verilir.[50] Eisler’in felsefi kavramlar sözlüğünde de Verstand teriminin karşılığı olarak ‘Intelligenz’ sözcüğünün kullanıldığını görürsünüz.[51] Zekâ nihayet modern psikolojide veya pedagojide de yerini almış durumda ve zihnin tikel yetilerini adlandıran bir terimdir. Gardner’in insan zihnini zekâ türlerine ayırması buna bir örnek olarak gösterilebilir.
Özetlemek gerekirse: Benim mutabık olmadığım husus, Verstand’ın Türkçede Anglosakson geleneğe uyularak anlama yetisi olarak adlandırılmasıdır. Oysa ki Almancada Verstand’ın anlamı akıldır, yani düşünme yetisidir. Kant’ın Verstand’ın tanımlaması da bu yöndedir: Verstand (kavramsal) düşünme yetisidir.
Zekâ, günümüzde bilgisayara da atfedilen bir kavram olmuştur ve aşkınsal felsefenin Verstand kavramının kullanış şekliyle de gayet uyumludur. Ben daha da ileriye giderek Kant’ın intellectus’a verdiği devrimsel anlamın bu gelişmeyi mümkün kıldığını ve günümüzdeki önemini elde etmesine katkısı olduğunu iddia ediyorum. Kant’ın felsefesinin yapay zekaya verebileceği daha çok kazanımlar olduğu önümüzdeki yıllarda daha da belirgin olacaktır. Bunun ilk habercisi yapay zekâ ile aşkınsal felsefenin bağlantılarını araştıran Imperial College doçentlerinden Richard Evans’ın Google’ın satın aldığı derin öğrenmeye odaklanmış DeepMind şirketiyle iş birliğidir. Yapay zekâ ve Kant taglarını (etiketlerini) birleştirerek bir arama yaptığınızda bu bağlantının o kadar da egzotik olmadığını göreceksiniz. İçerik olarak da Kant’ın Verstand kavramının işleyiş şekliyle Turing makinesinin işleyiş şekli birebir aynıdır. İkisi de girdileri apriori kavramlar vasıtasıyla işlemlere tabi tutarak çıktılar üretir. Yapay zekâ ile insan zekasının arasındaki tek fark yapay zekanın öz bilinci olmamasıdır. Searle Turing makinesiyle aşkınsal felsefenin zekâ tanımıyla bağlantısını gözden kaçırmış gibi görünse de Searle’ün Çince odası alegorisi Kant’ın Verstand kavramını Turing makinasının işleyiş tarzıyla harmanlayıp betimler. Searle’ün verdiği bu örnek dolaysız algılarla değil de sembollerle anlatıldığı için Kant’ın Verstand kavramı için güzel bir kinayedir. Searle bu alegoriyi bilgisayarların anlamadığını göstermek için kurgulamıştır. Bu vesileyle aynı zamanda insan zekasının gerçekleştirdiği eyleminin alışılagelmiş “anlamak” eylemi olmadığı görülür. Hem beşerî hem de yapay zekada yapılanlar şunlardır: a) sembolü/duyuyu algılamak b) kural/kategori çizelgesine bakıp uygun kuralı/kategoriyi uygulamak c) bilgi üretmek ve bilgi vermek. Kısacası: Yapılan şey sırf kural uygulayıp, bilgi üretmektir ve bu bilgiyi gerçekle kıyaslayıp kurgulanan anlamın doğruluğunu teyit etmeye çalışmaktır. Bu yüzden tam anlamıyla anlama yetisi adını verebileceğimiz iki yeti vardır. Birisi Anschauung, yani görüdür. Görü, imgesel kurgularla anlam üretir, dolayısıyla anlamaya vesile olur. Diğeri ise Verstand, yani zekadır. Zekâ ise kavramlar üreterek anlamaya katkıda bulunur. Birincisi dolaysız çabuk anlama yetisidir ve bu yetinin kavrayabileceği nesnelere “anschaulich” denir, yani görü vasıtasıyla veya sezgisel (intuitiv) anlaşılabilen nesneler. Diğerinin, yani zekanın kavrayabileceği nesnelere de “verständlich” denir, yani bunlar kavramsal veya söylemsel (diskursiv) anlaşılabilen nesnelerdir. Bu anlama şekli daha yavaştır, tabiri caizse, zekada, görüye nispeten, jeton geç düşer.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı Verstand sözcüğü için intellectus bağlamında zekâ sözcüğünü kullanmayı yeğliyorum.
[1] bkz. Prol. A 42 dipnot
[2] bkz. Prol. A 39
[3] Hans-Peter Gensichen: Kant in heutigem Deutsch, Tübigen (2013), s. 149
[4] bkz. Prol. A 46
[5] Bkz. Prol. A 3
[6] Bkz. SAE B 368 vd.
[7] Bkz. Otfried Höffe: Kants Kritik der reinen Vernunft, Münih (2011) s. 35
[8] Bkz. Prol. A 146 ve SAE B 351
[9] obiectum (lat.) = karşıya atılmış
[10] a priori (lat.) = önceden [Skolastik felsefede: teorik olarak, akıl yürütmeyle deney yapmadan önce elde edilen sonuçla yapılan kanıt]
[11] a posteriori (lat.) = sonradan [Skolastik felsefede: deney yapıldıktan sonra deneyin sonucuyla yapılan kanıt]
[12] bkz. Prol. A 44
[13] Orijinal baskıda: gesetzt; Setzung = aksiyom/belit/postüla/koyut belirlemek, koyutlamak, vaz etmek, ihdas etmek
[14] bkz. Prol. A 8
[15] bkz. Prol. A 77
[16] bkz. Prol. A 65
[17] bkz. Prol. A 31
[18] Bkz. Prol. A 101
[19] Bkz. Prol. §18 - §20
[20] “Möglichkeit”, genellikle sözlükteki Türkçe anlamı olan olanak veya imkan olarak çevrilir. Bu bağlamda ise aşkınsal anlamı öne çıkmaktadır. O yüzden Möglichkeit (ileriye dönük) olasılık değil de, (geriye dönük) var olabilmesini sağlayan koşuldur, yani (aşkınsal) olanaklılık veya oluşabilirlik olarak anlaşılmalıdır.
[21] Grund = sebep, temel [İngilizce çevirilerde Grund’un karşılığı reason veya cause’dur]
[22] Joachim Hoffmann: Was ist Verstand? Was ist Vernunft?, Donauwörth (2005) s. 17
[23] Bkz. www.zedler-lexikon.de
[24] Bkz. Prol. A 4
[25] sensus (lat.) = duyu, his, hissiyat
[26] Kant, sensus communis’i veya common sense’i Almancaya bazen “gesunder Menschenverstand” (bkz. Prol. A 11), bazen “Gemeinsinn” (bkz. YGE § 20), bazen de “gesunde Vernunft” (bkz. Prol. A 103) olarak çeviriyor.
[27] Bkz. Prol. A 121
[28] “das Vermögen der Erkenntnisse” bkz. SAE B 137
[29] “den Gegenstand sinnlicher Anschauung zu denken” bkz. SAE A 51/B 75
[30] “Vermögen zu urteilen” bkz. SAE A69/ B 94
[31] “Verstand ist … das Vermögen der Begriffe” bkz. SAE A160/ B 199; “Spontaneität der Begriffe“ bkz. SAE A 50/ B 74
[32] Bkz. SAE B XVI
[33] bkz. SAE A 69: “Begriffe aber beziehen sich, als Prädikate möglicher Urteile, auf irgendeine Vorstellung von einem noch unbestimmten Gegenstande.”
[34] Wesen = “var olan” anlamındaki Aristotelesçi οὐσία teriminin Almanca karşılığı. Türkçeye genelde öz veya varlık olarak çevrilir.
[35] „nichtsinnliches Erkenntnisvermögen“ bkz. SAE A 67/ B 92
[36] spons (lat.) = kaynak, su kuyusu
[37] Kurt Walter Zeidler: Grundriss der transzendentalen Logik, Viyana 2017 s. 23
[38] bkz. Prol. A 52
[39] Das dogmatische System versteht die Intelligenz als ein Produkt der Dinge, das idealistische entwickelt die Intelligenz als einen in sich zweckvollen Zusammenhang von Handlungen, unter denen einige dazu dienen, Gegenstände hervorzubringen. Windelband: Lehrbuch der Geschichte der Philosophie (CD-ROM). Geschichte der Philosophie, S. 6644 (ayrıca bkz. Windelband-Gesch., S. 496)
[40] Karl R. Popper: Açık toplum ve düşmanları, çev: Tunçay/Rızatepe; Ankara 2004 s. 506 vs.
[41] “What allegedly enters the bucket through our senses are the elements, the atoms or molecules, of knowledge.” Karl R. Popper: The problem of induction (1953, 1974)
[42] Bkz. Prol. A107 dipnot
[43] “Aber daß dieser »intellectus archetypus« die wahre Idee des Verstandes sei, …” Hegel: Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie. (Hegel-W Bd. 20, S. 380)
[44] reine Intelligenz bkz. SAE B 426, A 741/ B 770; höchste Intelligenz bkz. SAE A 631/ B 659; als oberster Intelligenz bkz. Prol A 186, SAE A 640/ B 668; unendliche Intelligenz bkz. YGE A 404/ B 409
[45] anschauender Verstand bkz. YGE Werkausgabe Bd.10 s. 41, s. 360
[46] Tanrı için § 57’nin sonunda Verstand sözcüğü kullanılmıştır. § 60’ta ise Intelligenz sözcüğü; bkz. dipnot 577
[47] Gefährlicher ist das Reden von „Noumena“ als „Verstandeswesen“; denn bei Verstand denkt man an unseren Verstand und nicht an jenen Begriff eines schöpferischen Verstandes …“ (Ap s. 194)
[48] “Kant unterscheidet einen »intellectus archetypus« (schöpferischen, göttlichen Intellect) und »ectypus«. Die Idee einer höchsten Intelligenz, …” Eisler: Wörterbuch der philosophischen Begriffe. (Eisler-Begriffe Bd. 1, S. 521)
[49] H.-G. Gadamer (hrsg.): Philosophisches Lesebuch, 1. cilt, Frankfurt 2009 (4. baskı) s. 127
[50] Ki: Verstand (intelligentia) heißt bei Kant (1724-1804) das Vermögen der Spontaneität… Bkz. Ki s. 680 veya www.textlog.de/2183.html
[51] Ei2: Verstand (logos, epistêmê, intellectus, intelligentia, ratio, entendement, understanding) ist im weitern Sinn die Denkkraft, die Intelligenz gegenüber der Sinnlichkeit … bkz. Ei2 s. 643 veya www.textlog.de/5371.html
A
Akademi edisyonu, Göttingen  (1966) (çevirideki sayfa numaraları orijinal baskıya göre verilmiştir,  Akademi yayımına göre değil)
Ap
Max Apel: Kommentar zu  Kants Prolegomena, Leipzig (1923)
bkz.
bakınız
Ca
Prolegomena‘nın Cassirer edisyonu,  Leipzig (1913)
E (E1, E2, E3)
Prolegomena‘nın Erdmann  edisyonları, Leipzig (1878, 1903, 1911)
Ei
Rudolf  Eisler: Kant Lexikon, Berlin (1930)
Ei2
Rudolf  Eisler: Wörterbuch der philosophischen Begriffe, Berlin (1904)
Gr
Fr.  Grillo’nun Kant eserlerinin baskı hatası fihristi, Leipzig (1795)
Ha
Prolegomena‘nın Hartenstein  edisyonları, Leipzig (1838 ve 1867)
HY
Çevirmenin notları
Ki
Friedrich Kirchner:  Wörterbuch der philosophischen Grundbegriffe, Leipzig (1907)
KM
Friedrich Kirchner/  Carl Michaelis: Wörterbuch der philosophischen Begriffe, Hamburg (2013)
Kul
Georg Kullmann: Korrekturen  und Konjekturen zu den Prolegomenen, Wiesbaden (1922)
Emil Kühn: Kants  Prolegomena in sprachlicher Bearbeitung, Gotha (1908)
LS
Holger Lyre/ Oliver  Schliemann: Kants Prolegomena - ein kooperativer Kommentar. Frankfurt/M.  (2012)
Mund. Sens.
De mundi sensibilis  atque intelligibilis forma et principiis
Po
Prolegomena’nın Pollok  edisyonu, Hamburg (2001)
Prol
Prolegomena
Ro
Prolegomena‘nın Rosenkranz  edisyonu, Leipzig (1838)
s.
sayfa
SAE
Saf  Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)
Sch
A.  Schopenhauer: Prolegomena‘daki baskı hataları (1889)
vd.
ve  diğerleri, ve saire
Vo
Prolegomena‘nın Vorländer edisyonu, Leipzig (1905)
vs.
ve  sonraki sayfa
vss.
ve  sonraki sayfalar
We
Prolegomena’nın  Weischedel edisyonu (1959)
YGE
Yargı Gücünün  Eleştirisi
4 notes · View notes
korrektheiten · 14 days
Text
Der Theologe David Berger hat sich mit Gott und der Kirche versöhnt
katholisches.info: Von Giuseppe Nardi Mit Genugtuung und innerer Anteilnahme ist zu berichten, daß der habilitierte Dogmatiker David Berger, ein brillanter Thomist und Herausgeber des Blogs Philosophia Perennis, sich mit Gott versöhnt und durch die Absolution in einer Generalbeichte in die Gemeinschaft der Kirche zurückgekehrt ist. An dieser Stelle soll darauf verzichtet werden, die ganze Geschichte zu ... http://dlvr.it/TD0gRK
0 notes
fabiansteinhauer · 10 months
Text
Tumblr media
dogma i am god
Der Satz ist auch dann ein Polobjekt, wenn man ihn verkehren kann und er dann immer noch das Selbe sagt. Dogmatically i am dog: Der Satz ist auch dann ein Polobjekt, wenn man mit ihm verkehren kann und er dann immer noch nicht das Selbe sagt. Jedes Objekt, mit dem man Verkehr und Verkehrung operationalisiert, ist ein Polobjekt, weil man dann auch eine Bewegung, eine Regung oder ein Regen operationalisiert, in der/ dem eine Kehre vorkommt, indem man eine Kehre vorkommen lässt. Objekte, die kehren lassen, sind letters/ Lettern und Objekte, die lassen. Sie lassen aus dem Objekt zum Beispiel was hervorkehren.
Moses hüpft auf Philosofa. Das ist doch gar nicht Moses! Ich auch nicht.
2 notes · View notes
bilakayduusart · 17 days
Text
Dogmatik Münzevi
Gözlerine mil çekmiş bir münzevinin ütopyasında hangi azabın mayasına bulandık?
Zihnin ırzına tasallut eden, ahlakı mutlak bir doğruya oturtmaya çalışan, köhne düşüncelerin girdabından çıkmak istemeyen her kişi başka alemlere açılan kapıların düşmanıdır.
SETENAY
1 note · View note
akilfikirgezegeni · 23 days
Text
Bir zamanlar elektirik yüklü yağmur bulutları gökyüzünü kapladığı vakit çakan şimşek ve düşen yıldırımlar Zeus'un gazabı anlamına geliyordu. Böylece insanlar Tanrılar'ın insanlara çok öfkeli olduğunu ve intikam almaya çalıştıklarını düşünüp onlara çeşitli hediyeler ve kurbanlar sunuyordu. Oysa bugün bunun meteorolojik bir olay olduğu o bulutların da Kümülonimbus bulutları olduğu bilinmekte... Bilgi aklın büyümesidir, anlamak ise ruhun... O gün insanlar bilmediği bu fırtına hadisesini anlamayıp ruhlarının küçük kalmasına sebep olmuştur. İnsan zihni bilmek ister bilmeyi de o şeyi daha iyi anlamak için. Bilme işi dünyevidir, oysa anlamak ruhani... Anlaşılmak, bilinmek isteyen kendini açar. Bu bilimde de, inançta da böyledir. Ne ki anlamak istemeyen olursa o'dur bizzat dogmatik olmayı seçen. İçaforiz
0 notes
das-wissen-1 · 2 months
Text
Einflussreiche Stimme der katholischen Theologie verstummt Die katholische Theologie hat einen ihrer bedeutendsten Vertreter verloren. Anton Ziegenaus, der langjährige Professor für Dogmatik an der Universität Augsburg, ist im Alter von 88 Jahren verstorben. Sein Tod am 7. August in Bobingen wurde am Freitag von der Bischöflichen Pressestelle bekannt gegeben, was die akademische Gemeinschaft sowie Kirchenangehörige tief betroffen macht. Ein Lebenswerk in Wissenschaft und Kirche Ziegenaus war nicht nur Akademiker, sondern auch ein engagierter Priester. Sein umfangreiches Werk umfasst etwa 550 wissenschaftliche Titel, die sich vor allem mit zentralen theologischen Themen wie Christologie und Sakramentenlehre beschäftigen. Zudem war er bis zuletzt Mitherausgeber der Zeitschrift "Forum Katholische Theologie", die er 1985 mitbegründete. Vom Schwaben zur theologischen Autorität Geboren 1936 in Höfarten, Landkreis Aichach-Friedberg, wuchs Ziegenaus in bescheidenen Verhältnissen als Sohn eines Müllers auf. Nach dem Abitur in Sankt Ottilien widmete er sich dem Studium der Philosophie und Theologie in München. Dort empfing er 1963 die Priesterweihe, was bedeutete, dass er sich der geistlichen und akademischen Karriere widmen konnte, die ihn schließlich an die Universität Augsburg führte. Die Bedeutung seiner Forschung Die Forschung von Ziegenaus stellte einen wichtigen Beitrag zur katholischen Theologie dar. Seine Schwerpunkte lagen nicht nur in der Dogmatik, sondern auch in Spezialgebieten wie der Mariologie und der Eschatologie. Diese Themen sind fundamental für das Verständnis des katholischen Glaubens und beeinflussten viele seiner Studierenden und Leser nachhaltig. Ein Erbe der Maria-Verehrung Anton Ziegenaus engagierte sich intensiv mit der Marienverehrung, wozu auch seine weltweit einzigartige Sammlung von Marienmünzen zählt. Diese Sammlung wurde im Augsburger Diözesanmuseum Sankt Afra ausgestellt und war von Oktober 2020 bis Januar 2021 zu sehen. Sein Interesse und seine Expertise in der Mariologie spiegeln sich auch in seiner Rolle als Vorsitzender der "Deutschen Arbeitsgemeinschaft für Mariologie" wider. Schlussfolgerung Der Verlust von Anton Ziegenaus hat nicht nur die akademische Welt, sondern auch die katholische Gemeinde in Augsburg und darüber hinaus erschüttert. Sein umfangreiches Werk und sein unermüdlicher Einsatz für die theologischen Belange werden weiterhin in den Herzen vieler Menschen und in der theologischen Literatur lebendig bleiben. In einer Zeit, in der der Dialog darüber, was Glauben bedeutet, wichtiger denn je ist, hinterlässt Ziegenaus eine große Lücke. Sein Beitrag zur katholischen Theologie wird auch in Zukunft Bedeutung haben.
0 notes
lorenzlund · 2 months
Text
'Ich bin Binnenschiffskapitänin in und für Duisburg!' Duisburg ist (selber noch) echt! Die Kampagne 'Was bei starkem Schwindel wirklich hilft! Sind Tabletten!!' Rheinische Post heute frueh (Fr., 9.8.2024). 'Im Endspurt gelangte er, gelangten sie doch noch zum Gold!' (über den Kajak-Vierer der deutschen Männer). 'Blutbad bei Swift-Konzert'. 'Israel jetzt schon im Besitz von heimlich geschossenen Fotos welche selbst den erst neu ernannten Boss der Hamas im unterirdischen Tunnelsystem zeigen, wie er sich in ihm versteckt hält!' 'Mehr Badetote in Flüssen und Seen von NRW!!' 'Deutschlands hausgemachte Probleme! Die gegenwärtige Wirtschaftslage!' 'Italien zeigt erneut seine Muskeln bei der Fähigkeit zum Wettbewerb! Deutsche Träume hingegen bereits mehrheitlich schon '82 geplatzt! Zu vieles Herumträumen nur!' 'Vom schlicht nur netten und einfachen Nachbarsjungen bis dahin hin zur extrem hohen Bedrohung für alle anderen sogar weltweiten! Wie wird man dazu!' (der behauptete plötzliche selbst gewalttätige Messerangreifer von öffentlichen Plätzen oder Märkten). 'Der vom Rohr beständig auch nur herunterisst'. Gesuchte Top-Terroristen, oft geschieht das so dann sogar gleich weltweit. the + Rohr + essen. (Dennoch: Björn gehörte selber nicht zu ihnen!) Olaf Schulz hingegen war früherer Mitschüler von mir auf der Wirtschaftsschule in den 90ern und Klassenkamerad! *Björn Hoecke von der (angeblichen) AfD, *in die Hocke gehen, auch: für etw., zu einem ganz bestimmten Zwecke. Ar*** if at! das grosse 'Eier erneut verabschieden wollen' dann nur, welche ein weiteres Mal anderen gehoeren gemeinsame. (to) part (some) Ei(er). Weltweite Parteien. (As)'S (a)p!(Weg!)(für) D(eutschland!!) (I)f (at, a)d P(o)! *heimlich für etwas sein. 'National(e) (Po)-Idealisten' (als Partei inzwischen verboten, auch' 'Nazis' in der Kurzform) 'Linkssozialisten' oder 'Extreme Linke Italiens'. 'Kommunistische Fraktion (selbst Chinas)' kommen und essen plus (gegen)ticken, und die darauf dann gestartete erneute (I)f! Aktion oder Gegenreaktion auch anderer. the human Po. 'Heute haben wir selbst sehr preisgünstige Mini-Wiener wieder im Spezial-Angebot mit auch deren Wuerstchen' *All (have to, can only) di(e)! Seit bereits 1903 sind wir auch in Deutschland taetig!!' 'Die Linksliberalen'. 'al-Sinwar. Ein nur erneuter besonders radikaler 'Dogs an die eigenen Hintern fassen wollen' *dogs der Hundefan *der po-litische Hardliner oder Dogmatiker. *Gerade Hunde, das wird jeder selber sehr gut so auch wissen, haben gemeinsamen Sex ausnahmslos im Stehen, weil es schlicht nur auf diese Weise bei ihnen funktioniert und keine andere. 'Was, wenn ich mich nun erstmals vielleicht freiwillig sogar der irdischen Justiz stellte als heutigem Offizier des Universums und einem seiner Schiffsanführer!' 'Selber erblickten wir nur ganz wenig Sinn darin! Kaum ein Gesetzbuch sind sie für die Erde bestimmt sieht darin ein wirkliches Vergehen! Es müsste diesen Paragraphen so erst auf ihr geben! Es gibt diese Anklage so bislang nur in-offiziell! Auch wenn die Todesstrafe fast überall gaenzlich abgeschafft wurde inzwischen! Zumindest hier hat man es nicht! Wir würden sie gern weiter behalten dürfen hier bei uns, etwas von ihnen haben!' Phonak das privat mitgeführte Hörgerät: Jeder will dem anderen doch zuhoeren koennen was der sagt!' (Seit Monaten schon benutz' ich das Handy allein beruflich nur so noch! Es verraet anderen einfach zu viel stets auch darüber wer unsere Freunde sind! Oder auch wer zur Familie gehört! Auch Standorte!) Ei Egg (geht) eher! IKEA Besser aufwachen!
0 notes
doriangray1789 · 1 year
Text
Inaniyorum Inanmiyorum
Özgürlük, bireyin kendi düşüncelerini, inançlarını ve eylemlerini serbestçe seçebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. İnanç özgürlüğü, insanların inançlarına, dinlerine veya dünya görüşlerine göre yaşama ve ifade etme hakkını içerir. Bu bağlamda, inançsızlık da bir tercih olarak değerlendirilebilir ve bireylere özgürce inançlarını seçme veya reddetme yeteneği sağlar. İnançsızlık, bireyin bağımsız düşünme, eleştirel sorgulama ve kendini keşfetme süreçlerine odaklanmasına olanak tanır. İnançsız biri, geleneksel dini veya dogmatik düşüncelerin sınırlayıcı etkisinden bağımsız olarak, kendi değerlerini ve inançlarını oluşturabilir. Bu özgürlük, bireyin dünyaya farklı bir perspektiften bakabilmesini, bilgiye ve deneyime dayanan rasyonel kararlar alabilmesini sağlar. inançsızlık da birtakım zorluklar ve sınırlamalar barındırabilir. İnsanlar genellikle inanç ve düşüncelerinin toplumun kabul ettiği normlara uygun olmasını beklerler. İnançsız bir birey, toplumsal dışlanma, ayrımcılık veya anlaşılmama riskiyle karşılaşabilir. Bu nedenle, inançsızlık da özgürlük sunsa da, bireyin toplumsal çevresi ve etkileşimiyle de etkileşim halindedir. Sonuç olarak, inançsızlık da inanç kadar özgürlüktür diyebiliriz. Her iki durum da bireyin kendi inançlarını ve değerlerini özgürce seçme veya reddetme hakkını temsil eder. Özgürlük, bireyin düşünsel bağımsızlığını ve eleştirel düşünme becerilerini kullanabilmesini sağlar. Ancak her iki durumun da kendine özgü zorlukları ve sonuçları olduğunu unutmamak önemlidir.
6 notes · View notes