Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
**Call me by Your Name 6.9/10
Yaz mevsiminin verdiği bir rahatlama vardır, artık üşümeyecek olmanın verdiği bir gevşeme. İnsanın kendini güneşin kollarına bırakma isteği ile akşam meltemini hissedince aniden gelen gülümse birbirine karışır. İşte film tam anlamıyla bu hissiyatı veriyor. Sıcak ama her an da serinleten bir hissiyat , boğmadan insanı bıktırmadan ama geçici de aynı zamanda. Çok geçici ve aslında sandığımız kadar da iz bırakmayan bir deneyim bu aslında. Filmde tam tersini görüyoruz sanki aşk ve muhteşem uyum sadece bu karakterlerin arasında yaşandı gibi, ama seyirci olarak biz ne aşk filmleri izledik diyoruz filmin sonunda.
Filmin İtalya'da geçmesi...Galiba bu pazarlama harikasından bahsetmeden geçemeyeceğim, hepimiz yaz mevsimini İtalya'da böyle güzel bir villada kâh güneşlenerek kâh gölde yüzerek geçirmek isteriz değil mi ? Film tam da en başta anlatmak istediğim o sıcaklığı ve aslında hep hayalini kurduğumuz o hayatı gösteriyor bize. Dolayısıyla izlemesi de son derece keyifli oluyor.
Senaryoya gelirsek 2 saatimizi ayırmaya değecek, zihnimizde farklı pencereler açacak ya da sevmenin ve sevilmenin ne kadar çeşitli ve sonsuz olduğunu gösteren bir film değil kesinlikle. Bu yüzden abartılmış ve ben ne izledim şimdi cümlesine getiriyor bizi. Aşk ,uyum, insanın zincirlerini kırması... Galiba sevginin bu kadar baside indirgenmesi biraz da filmi havada sallanan bir balondan farksız hale getirdi benim için. Çünkü neyse ki sevginin bambaşka çeşitleri olduğunu bize anlatan filmler var.
2 notes
·
View notes
Text
**Cold War 7.7/10
"Aşk için en fazla ne yapılabilir?"in uç bir örneğini izliyoruz. En sonda söylemem gerekeni en başta söyleyerek en basit haliyle söylemek istedim.
Tutkulu bir aşk var , en az bizim yaşadığımız coğrafya kadar zor bir ülkenin insanları var ve Polonya soğuk savaşı bütün damarlarında yaşıyor. Aşıklardan birisi de bu siyasi baskı ve tek düze insan tipinin yaratılmasına dayanamıyor dolayısıyla Fransa'ya kaçıyor. Ardından Zula bir şekilde onun peşinden geliyor. İşte burada her şeyin özgür ve sanatın doyasıya yaşandığı Paris'te onlar aşkı yaşayamıyor çünkü hiçbir şey doğduğumuz büyüdüğümüz toprakların ruhunu veremiyor. Bizde olduğu gibi ülkeden kaçmak kolay ama gittiğimiz yerde aynı insan olmak zor.
Tüm bunların içinde filmin hikayesinin çok sade olması galiba komünist ruhu da yansıtma çabasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Film Sovyet Rusya'yı, komünizmi, Stalin dönemi ajanlığını illa ki gösteriyor bize ama artık bunlar olunca acaba filme verilen ödül sayısı artıyor mu sorusu akla geliyor. Çünkü ben filmin abartıldığı kadar başarılı olduğunu düşünmüyorum bu filmde Polonya yerine Şili olsa ve kahramanlarımız başka bir Latin Amerika ülkesine gitse aynı siyasi baskı bu filmdeki kadar ilgi çekip ödül alır mı sorusu bende çok soru işareti yarattı. Bu yüzden keşke hikayede Zula'nın yaşadığı ülke hasreti anlatılsaydı veya ilişkinin çok kolay kopma noktasına gelmesi biraz engellenseydi daha derin bir hissiyat yaratabilirdi.
0 notes
Text
**Roma 8/10
Bazı filmleri izlemek için de doğru zamanı beklemek gerekir, o yüzden aklımda sadece ve sadece bu filmi izlemek varken oturup izledim. Çünkü bu film, yerle bir edilmiş odak problemimizin yaratacağı saygısızlığı hak etmiyor.
Yönetmen Alfonso Cuaron çocukluk anılarından esinleniyor, çocukluğundan bu yana da hep sinemayla ilgili olduğunu söylüyor. Galiba bu yüzden oyuncu kadrosunda çoğunlukla çocuklar var ama başrolde Yalitza Aparicio öyle bir oynuyor ki şefkatinde de yalnızlığında da filmin içine girip ona sarılmak istiyorsunuz.
Filmin siyah beyaz olması ,görüntülerin yavaş ve usulca izleyeni yormadan akması, kameranın adeta kayarak geniş açılarda bize perspektif sunması filmi sinematografik açıdan gerçekten kıymetli bir sanat eseri haline getiriyor. Hikayede hiçbir şey gözümüze sokulmuyor hem 1970-71 Meksika'sına göz gezdiriyoruz hem de sıkılmadan akılda kalıcı biçimde siyasi olaylar hakkında bilgi sahibi oluyoruz.
Bir kere daha izlenmesi gereken filmler listemde yerine aldı, ayrıca özel bir zaman ayıracağım bu sefer filme saygımdan ziyade kendi görsel keyfim için olacak.
0 notes
Text
**The Two Popes 6.9/10
Fernando Meirelles'in izlediğim ilk filmi oldu The Two Popes ve filmi bitirdikten sonra The City of God'ı da izlemek istedim.
Başlangıçta Alman bir Papa'yla başlıyoruz filme ardından onun dogmatik ve geri kalmışlığı ile yüzleşmeye başladığını görüyoruz.Nasıl İslamiyette halifeler varsa Papalık da benim bakış açımda aynı konumda açıkçası o yüzden neden inatla Papalığın dogma olması bu kadar büyük bir meseleymiş gibi büyük harflerle söylenmeye çalışılıyor anlamadım. Ardından Papa Benedict'in görevi boyunca Vatikan'da yaşanan yolsuzluk davalarını ve özellikle sistematik olarak çocukları taciz eden rahiplere hiçbir şey yapmadığını görüyoruz. Bu noktada film mide bulandırıcı şekilde günah çıkartıyor ve yine Papa Benedict'i alkışlarla görevinden azad ediyor bu sırada devreye Papa Francis giriyor.Latin Amerika'dan gelen ilk Papa. Mazlumun yanında mütevazi bir hayat çiziyor ve açık açık Papalığın bu dünyaya ait olmadığını bize söylüyor. Hatta görevinden istifa da etmek istiyor çünkü o da görevinin ve içinde olduğu cemaatin iyilikten ziyade bütün nüfusunu kullanarak konfor içinde yaşadığını görüyor.
Film sakinlikle ve dikkatle takip edilecek bir ritmde ilerliyor o yüzden elimizde telefonda izleyeceğimiz tarzda değil.Biraz Papalık nedir şu an ne yapıyor kimler Papa oluyor anlamak isteyenler için çok uygun bir film.Diğer taraftan Papalığa ne kadar gerek var inançlı Hristiyanlar için nasıl bir etkisi var onu da filmi izleyerek anlıyoruz.
2 notes
·
View notes