#ateş parçası
Explore tagged Tumblr posts
geceekusu · 2 months ago
Text
“Kibrim benim cesaretim. Hırsım, yaşama sebebim. Zekam, silahım..!”
Ateşpare - Ceren Melek
Tumblr media Tumblr media
60 notes · View notes
meftunn-21 · 1 year ago
Photo
Tumblr media Tumblr media
Türkan Şoray ~ Ateş Parçası, 1971
129 notes · View notes
yolguncesi · 4 months ago
Text
Ateşin bedeni nasıl sarabileceğini hayal edip duruyorum ne zamandır. Tek bir parçası da değil öyle, bedenin tamamının aynı anda yanmasının nasıl bir his verebileceğini düşünüyorum. Daha doğrusu hissetmeye çalışıyorum.
Her karşıtlığın uç noktasının kendi zıddına dönüştüğünü biliyorum. Aşırı soğuğun yanma hissi vermesi gibi… Acaba aşırı sıcak da donma hissine neden olur mu?
İnsan bazen o kadar sıyrılıyor ki kendinden, ateşin yakmayacağını düşünüyor ve buna ikna da oluyor.
Çünkü ateş bazen bir sığınma istemi… Bütün bedeni sarmalayınca kendine döner belki insan. Kendine olduğu kadar topluma da…
Arınma ihtiyacı kendini çok daha fazla hissettiriyor. Muhtemelen bin yıllardır var bu his. Eski insanların yaşadığı özlem mi palazlanıyor içimde?
Acaba dördüncü kelebek, ateşin hakikatini anlamak için bu hislerle mi dalmıştır ışığın ortasına?
35 notes · View notes
yase-mi · 3 months ago
Text
Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş
youtube
Aşkın şarabından bilmeden içtim
Sevda yolundan bilmeden geçtim
Aşkın bir alevmiş yar yar bir ateş parçası
Bilmeden gönlümü ateşe verdim
Bir sevmek Bin defa ölmek demekmiş
Bir sevmek Bin defa ölmek demekmiş
Bin defa ölüp de hiç ölmemekmiş
Bin defa ölüp de ölememekmiş
31 notes · View notes
bilinmeyendekiyalniz · 24 days ago
Text
Göz yaşlarımı yutkundum, ılgıt ılgıt aktı içime. Sanki her biri bir ateş parçası...
8 notes · View notes
girifit · 9 months ago
Text
şu göğsümün tam ortasına düşen ateşi açıkla bana, ben artık ne desem yeri değil. ağzımı açsam susmam için düğümlerler boğazımı. "bir sigara daha içeyim" diyerek çıktığım balkonda biten paketlerimi açıkla bana. ben diyecek söz bulamıyorum daha fazla. bir gün bile suyunu, güneşini eksik etmediğim çiçeklerimin her geçen gün soluşunu da anlat bana, ben nerede hata yaptım. yürüdüğüm yollarda tıkanan boğazımı, dolan gözlerimi haykır suratıma. çünkü ben artık kendime kör kaldım. sağır kaldım. ben kendimi kendimde yok ettim. yorgunluğumun evveleden geldiğine inan, ben gülüp geçeyim. ne kadar makyaj yaparsam yapayım kapanmayan göz altımdaki renkleri anlatayım sana. ardından da hiç ağlamamışım gibi, hiç ölmemişim gibi bir kahkaha atayım.
izin ver, biraz gideyim. nefesimi kesen sokakları yuva bellemek ciğerlerimi lekeledi. kara bir veba gibi, bir kâbus gibi üzerimde lânetim. titremez ellerim artık. sıkmaktan beyazlaşıyor parmak boğumlarım ama alışkanlık, anla. çakmağımın gazı az ama kendimi yakmama yetecek kadar da çok. önce parmak uçlarımdan başlar ateş, hayır. bu sefer değil. bu sefer, tam göğsümünden yayılıyor ateş. bin cam parçası gibi batırıyor küller. canımı yoruyorum. canımı soğuk sulardan alıp ateşler ortasına atıyorum. ben yapıyorum. ne yapıyorum. gülüyorum. gül.
bir sigara daha yakıyorum. tüm seslere kapatıyorum kulaklarımı. biraz daha ölüyorum. ama ağlamam artık. çıkar giderim. dönüp bakmam, bakamam. ezer geçerim. anne. acımasızım, haklıydın.
30 notes · View notes
velovis · 1 year ago
Text
yıllardır bir kitap yığınının ortasında kalmış sonra da rastgele bir anda bulunmuş aşk mektubu gibiyim. kağıdım sararmış, yazılarım silik silik, gönderen ve alıcı belli değil, bir hikayesi de yok üstelik. anlattığı duygunun yangını bir ateş böceğinin ışığını hatırlatıyor okuyana, yalnızca karanlıkta dikkatli bakarsan görünüyor. alıcının adresi okyanusun ortasında bir adaymış aslında, ama birkaç harf silindiğinden birkaç gün sonra geri dönüşümde parçalanacakmış bu kağıt parçası, ya da eksik harfler bulununcaya dek bir tavan arasının kıyısında köşesinde -hiç bulunmayacağını her harfinde hissederek- tozlanacakmış. gibi.
49 notes · View notes
negecmisenedegelecege · 11 months ago
Text
Bazı anlar dünyam çok soğuklaşıyor. Oysa her zaman kendi dünyamda yanan bir ateş var diye hayal ederdim. O kadar soğuklaşıyor ki zaman algım yerle bir oluyor. Sessizlik. Tek hissettigim soguklugun ardından yankılanan sessizlik. Alevler arasında kalan evimin bahçesinde zihnimde gömdüklerimin bedeni. Geriye kalan bana sadece soguk bir yüz ve sessizlik. Acıyor. Bu sefer acıyı tarif edemiyorum. 28 de artık içimi ısıtmıyor. Zamanım doluyor. Uçurumdayım gökyüzüne bakıyorum. Sanki hayatım orada izletiliyor herkese. Evet bende bazen kendimi önemsiyorum. Her zaman 18 de ölecegim diye büyüdüm. Ölmedim fakat bin gece can verdim. Oysa bir yıl 364 gündü. Acınasıyım. Bazen fazlaca acıyorum kendime. Oysa çok önemli hissederdim değil mi? İhtişamlı fikirlerin bedelleri bedenindir. Ben fikirlerimi bedenimi kaybettigimde hayallerime, hayallerimide uçurumda ki kendime teslim ettim. Ben sadece benim. Hayalleri olmayan, yaşama sevincini eve girdiginde kendinden indirgeyen, mahvolmuş geçmişiyle bir gelecege adım dahi atamayan o sıradanlıgım. Ben hayallerini küçük bir odanın camından parmaklıklar arkasında parkta oynayan çocukların özgürlüğünü izleyerek yitirmiş kadınım. Bir kaç kilo et parçası bir kaç kilo da kemik parçasından oluşan bomboş bir varlıgım. Ben buyum ve sevilmeyenim. Kabulleniş ve ardından gelen gülümseme. Bu da benim rahatlama sevincim.
27 notes · View notes
gecedenkirginokiz · 1 year ago
Text
Balkonumda yaktığım kaçıncı sigara bilmezken buz gibi zemine oturmuş yaşananları düşünüyorum. Beynimde dönüp duran çığlıklar aklımı yitirmeme neden oluyor. Hava soğuk ama içim ateş gibi yanıyor. Yanıyor ruhum kül oluncaya dek. Savruluyor sokağa. Ait olmadığım bu evde, evin bir parçası gibi görünsede sokağa ait o balkonun ucunda oturmuş bekliyorum, neyi ya da kimi bilmeden. Sorguluyorum bir şeyleri, en ufak bir fikrim olmadan. Dibi gördüğümü zannediyorum, oyunun yeni baştan oynatıldığını farketmeden. Oturuyorum sadece. Bakıldığında iyi görünen bu bedenin içi enkaz yığını ama buraya kadar. Direniş sona erdi. Sürüklenmek var artık. Bir okyanusun derin dalgalarına kapılıp sürüklenmek ve belki de yok olmak var.
20 notes · View notes
mesutbahtiyarolacak · 1 year ago
Text
Tumblr media
“Bir insanın hayatını mahveden şey nedir, biliyor musunuz?” diye sorar Nuri Bilge Ceylan, üç maymun filminde,
Ve cevap verir ardından; “kendi kendine yalan söylemesi…”
Kendi ellerimizle ördüğümüz duvarların arkasında, kendi yalanlarımızla oluşturduğumuz karanlığın içinde boğuluyorduk işte çığlık çığlığa… sesimizi yalnız kendimiz duyuyor, kendi yalanlarımıza kendimiz inanıyorduk.
Herkesin kendi dünyasıydı orası. Kendi yalnızlığı, kendi karanlığı…
Mutlu görünenlerin hepsinin içinde o karanlığın içine çekmek için var gücüyle çabalayan bir çift el, parçalıyordu tüm tebessümleri bir kağıt parçası gibi. Ve etrafta uçuşan ateş böcekleri gibi, güneşin doğup batışını izliyorduk çaresiz gözlerle.
Birşeyi bekler gibi bekleyen ama bekleyecek hiçbirşeyi olmayan birileriydik işte. Çıkmaz bir sokakta geceleri, asla gelmeyeyecek bir otobüsün gelmesi için beklemek, ancak o son sokak lambasının sönmesini bekleyecek kadar da umut beslemekti tek yaptığımız.
Kendi kendinize uydurduğumuz yalanların karanlığına bulaşmamamız imkansızdı. Herşeyi bildiğimiz gibi bunu da biliyorduk. Ancak inanmak da istiyorduk bir yandan. Bir umudun peşinden yürümemiş miydik yıllar yılı. Yol dediğimiz şey, ucunda bir mutluluk kırıntısı olan bir kıvılcımdan ibaret değil miydi? Güneş sanmamış mıydık hepimiz o bir anlık kıvılcımı?…
Neyse…
Gerçekliğin tokatının, yalnızlığın eliyle olduğunu anlıyordum şimdilerde…
Sessizce bir yalan söyleyip, yine inanmayı seçmiştim bu gece de ışıkları kapatırken sokakların.
Ve bir adım daha atmıştım kendi karanlığıma, kendi yalnızlığımı selamlayarak…
Bir kıvılcımın peşinden dalıp giden gözlerle…
43 notes · View notes
hepeksikk · 1 year ago
Text
Senin kalbin cehennemden dökülen bir ateş parçası sanki…
28 notes · View notes
sercankaya · 8 days ago
Text
Tumblr media
🔥🔥🔥🔥 ateş parçası güzellik abidesi 👅
2 notes · View notes
engineerpostsblog · 1 month ago
Text
Tumblr media
2
Bir tren istasyonunda, gece yarısının sessizliğini delen hafif bir uğultu… Hayat, her gün gelip geçen insanlar gibi bu raylarda akıp gidiyor. Bu fotoğraf, sadece bir trenin değil, aynı zamanda hayatın yolculuğunun da bir tasviri.
Siyah beyaz kısımda, geçmişin silik ve buğulu hatıraları var. Geride bırakılmış anılar, bir zamanlar dolup taşan duyguların izleri... Bulanıklığın içinde yürüyen siluet; geride bıraktığı yüklerin ve yaşanmışlıkların ağırlığını taşır gibi. Her adımında biraz daha kayboluyor, geçmişin gölgesine karışıyor.
Tren ise hayatın yeniden şekillendiği, umutların filizlendiği renkli bir geleceği işaret ediyor. Pencerelerdeki ışıksa yeni hikayelerin habercisi. O tren, sadece bir araç değil; bir kurtuluş, bir başlangıç. Mazinin griliğinden sıyrılıp renklere doğru atılan bir adım gibi.
Geçmiş her zaman geride kalır, ama onun gölgesi olmadan bir geleceğe yol almak mümkün değildir. İnsan, her durakta biraz daha değişir. Ve her yolculuk, hem bir veda hem de yeni bir başlangıçtır. Bu tren, yalnızca bir yerden başka bir yere gitmiyor; ruhun yeni umutlara, yeni hikayelere doğru ilerleyişini de simgeliyor.
Fotoğraf, bir sürgün hikayesine tanıklık hissi de barındırıyor bende. Sanki bir tarih sayfası önünden akıp gidiyor ve sen onu sessizce izliyorsun. Üçüncü bir kişinin bakışı genelde duygudan arınmış gibi görünür, ama aslında belki de en ağır yükü taşır. Çünkü izleyen kişi, hem gidenin hem de geride kalanların hüznünü aynı anda hisseder.
Tren, sürgün edilenlerin özgürlükleriyle beraber umutlarını da götürürken, izleyen kişi sadece olup bitenin bir parçası olamadığı için sessiz bir çaresizlik yaşar.
*Kuzeyde kar diye yazıyordu amcam mektuplarında,kuzeyde kar..bütün öykü acıklı bir firar.. Bir sürgün diyordu ülkesinin hapishanelerini bile özler...
* Yılmaz Erdoğan "Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü "
2 notes · View notes
umuttherzamanvar · 2 months ago
Text
Tumblr media
DİNDE KIRK PRENSİP (GAZALİ)
SAKINMA KONUSUNDA Düşündürücü Örnekler:
1- Zünnun el-Mısrî, hapisteydi ve açtı.
Bir dostu ona helâl malından bir yemek yapıp gönderdi.
Gardiyan, yemeği getirip kendisine teslim etmek isteyince,
Zünnun onu geri çevirdi ve daha sonra onu göndermiş olan dostundan şöyle özür diledi:
"Senin yemeğin helâldi.
Fakat, mahpuslara zulmeden gardiyanın eli değince, helâlliği bozuldu.
Ben de bu sebepten onu geri çevirdim."
2- Bişr el-Hafi, sultanların şehre (Bağdad) getirdikleri sulardan içmezdi.
Ve derdi ki, sultanların mallarında veya yönetimlerinde zulüm ve haksızlık bulunması ihtimali vardır.
3- Bir zât, evinde yanan lambayı söndürüp karanlıkta oturdu.
Çünkü hizmetçi, evde ateş bulunmadığı için, lambayı hak hukuk gözetmeyen komşunun fitilinden yaktığını söylemişti
4- Bir zât, ilaç içince, bunun üstüne biraz dolaşıp hareket etmesi gerektiğini söylediler. Kendisi buna şu karşılığı verdi:
"Ben şimdiye kadar hep Allah teâlâ için hareket ettim.
İlacın etkisi için hareket edemem."
Talep ve istek üzerine verilen mal veya yemek her zaman helâl değildirler.
Çünkü, bunlar gönül rızası ile verilmemiş olabilirler.
Onun için, istemek zorunlu ise, hiç olmazsa başkasının yanında istemekten sakınmak lazımdır.
Çünkü istemek başkasının yanında olursa, kendisinden istenen kişi utancından dolayı istenileni verir.
Bir şeyi gönül rızası ile değil, utanç yüzünden vermek ise, onu alana helâl etmez.
Bir kimseyi döverek malını almak ne ise, onu utanç gibi manevî bir baskı altına sokarak malını almak da odur. Kişi, bu iki hâlde de, rızası olmadığı hâlde, kendisini vermeye mecbur hisseder. Çünkü şeref ehli için, cimrilikle itham edilmek kamçılarla dövülmek gibi acı vericidir.
Kendisini olduğundan daha çok dindar veya âlim göstermek suretiyle başkasından bir şey almak da helâl değildir.
Çünkü bu bir çeşit aldatmaktır.
Aldatmak ise, hangi çeşitten olursa olsun haramdır.
Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm şöyle buyurmuştur:
"Bizi aldatan bizden değildir."
112Imam Gazali Risaleleri 13
Bir şeyin helâl veya câiz olduğuna dair verilen fetva (hocanın sözü), her zaman o şeyi helâl veya câiz etmez. Çünkü fetvayı veren, konu ile ilgili olan ve onun hükmünü olumsuz etkileyen bazı hususları bil-
meyebilir.
Bunları bilen ise kişinin kendisidir. Bu se-
beple, kişinin fetvayla birlikte kalbine de danışması
lâzımdır.
Buna işaret eden Allah Resûlu aleyhissalatu
vesselâm şöyle buyurmuştur
Müftüler sana fetva verseler de, sen bir de kalbine danış."
"Ben de bir beşerim. Davalarınızın iç yüzünü bilmem.
Onun için, söz ve delillerinize bakarak hükmederim.
Bu sebeple, şayet birinize hakkı olmayan bir malı verirsem, ona ancak bir ateş parçası vermiş olurum."
Bil ki, helâl olan şeyde kalbe yansıyan bir nur, bir ışık ve bir rahatlık vardır.
Haram olan şeyde ise, bunun aksine, kalbe yansıyan bir karanlık, bir gölge ve bir sıkıntı vardır.
Bu sebeple, bir şeyin kalp üzerindeki etkisini gözetleyerek onun hakkında hüküm vermek mümkündür. Ancak, bu hüküm de yanlış olabilir.
Çünkü bunun doğru olması için, kalbe yansıyan etkileri objektif olarak değerlendirmek lazımdır.
Halbuki insan, kendisini ilgilendiren konularda genellikle kendi lehinde değerlendirme yapmaya ve olayları kendi istediği şekilde tercüme etmeye mütemâyildir.
Bazı kimseler şöyle derler: "Dünyada helâl bir şey kalmamış, her şey haram olmuştur.
Çünkü muâmele şekilleri bozuktur, alıp veren insanlar da zâlim
ve fâsıktırlar.
Bu durumda, şu mal helâl, bu mal haram, diye bir ayırım yapılamaz.
SAYFA113 DİNDEKIRKPRENSİN
Bu sebeple, ya hepsinden sakınıp otla beslenmeye çalışmak, ya da mecburiyet var diyerek hepsinden ihtiyaç miktarı yararlanmak lazımdır."
Samimî olarak da söylense bu düşünce tarzı yanlıştır.
Çoğu zaman da, bu türlü sözler, haramların önünü açmak için söylenir.
Kesin olan şudur ki, mal her zaman helâl, haram ve şüpheli olmak üzere üç kısım hâlinde bulunur.
Asr-ı saâdette de bu böyleydi, şimdi de böyledir, kıyamete kadar da böyle olacaktır.
Bir malın helâl olması için, onu haram kılan bir sebebin görünürde bulunmaması yeterlidir.
Böyle bir malın helâl olduğuna hükmetmek için, onu derinlemesine ve inceden inceye araştırmaya gerek yoktur.
Çünkü eşyada asıl olan hüküm (veya vasıf) helâl ve temiz olmaktır.
Bu hükmü (vasfı) ancak, ortada olan olumsuz bir sebep değiştirebilir.
Böyle bir sebep yoksa, o hüküm (vasıf) kalıcı olur.
Bundan dolayı, Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, zahirde necaset taşımayan bir müşrikin tulumundan aldığı su ile abdest almış, Hz. Ömer de bu örnekten esinlenerek bir hıristiyanın temiz görünen testisinden su içmiştir.
Çünkü, o sırada bu kaplarda necis edici bir şey bulunmamıştır.
Hiç şüphesiz ki, daha geriye gidilse, bir zaman bu kaplarda necis olan içkilerin veya domuz yağının bulunmuş olması muhtemeldir.
Ancak bu ihtimal, hazır vaziyetteki temizlik hükmünü ortadan kaldırmaz
114Imam Gazali Risaleleri 13
Kazanç yolu bilinmeyen bir müslümanın malı da helâl kabul edilir.
Çünkü müslümanlar hakkında hüsn-i zan etmek asıldır. Fakat zâlim olduğu, hak yediği ve gayr-i meşrû iş yaptığı bilinen bir kimsenin malını alırken (veya yemeğini yerken), bunun kaynağını araştırmak vâciptir.
Kaynağı helâl ise, sorun yoktur.
Ancak, bu türlü kimselerin malından sakınmak yine de takvaya daha uygundur. Çünkü, bu malın helâl gibi görünen kaynağı haram da olabilir.
Bu haram olmasa bile, böyle bir kimsenin minneti altına girmek ve kalbinde ona karşı sevgi duymak doğru değildir.
Onun için, Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım! Beni fâsık bir kimsenin mal ve yardımına muhtaç etme ki, kalbim onu sevmesin."
Şunu da bil ki, mal beş kısımdır.
01, nasıl kazandığı bilinmeyen müslümanın malıdır.
Bu mali yemek câizdir.
Fakat, haram olma ihtimali bulunduğu zaman ondan sakınmak evlådır.
02, salahatla tanınan bir kimsenin malıdır.
Bu maldan sakınmak gereksiz olan vesvesedir.
Bundan sakınmak, mal sahibini itham edici bir anlam taşırsa, o durumda da günahtır.
Çünkü, salahatle tanı nan kimseler hakkında sebepsiz bir şekilde su-i zanda bulunmak veya onları sâlih olmamakla itham etmek haramdır.
03, kazancının tamamı veya çoğu haram olan kimsenin malıdır.
Bu maldan sakınmak vaciptir. ١٠١
SAYFA 115 HELÂLRIZIKARAMAK
04, kazancının çoğu helâl, azı haram olan kimsenin malıdır.
Bu kimsenin malından sakınmak (ve meselâ yemeğini yememek, hediyesini kabul etmemek) vâcip değildir.
Fakat, takvaya uygundur.
05, kazanç yolu meçhul olan ve fakat hak yemekten, haksızlık yapmaktan ve günah işlemekten sakınmadığı malum olan kimsenin malıdır. Bu malın kaynağını araştırmadan ve onun helâl olduğunu öğrenmeden ondan yararlanmak câiz değildir.
.Bu zikrettiğimiz hükümler olağan hallerdeki genel hükümlerdir.
Fakat bazen genel hükmü geçersiz kılan veya değiştiren özel haller ve olağanüstü durumlar da bulunabilir.
Alimler, şeriatin temel ölçüleri ışığında bu hallerin özelliklerine göre yeni bir hüküm belirlerler.
Bu konuda şunları da bilmekte yarar vardır:
Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, kendi hizmetçisi Büreyre'nin yemeğini yerdi. Büreyre ise, fakir olduğu için herkesten sadaka alırdı.
Buna rağmen, Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, yediği şeyi ona kimin verdiğini sormazdı.
Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, değişik kimselerden gelen hediyeleri kabul ederdi ve bunların nasıl kazanıldıklarını sormazdı. Yalnız sadaka olmaları ihtimali varsa, onların sadaka olup olmadıklarını sorardı.
116
Imam Gazali nim Risaleleri 13
Sadaka (ve zekât) iseler, kendisinden ve âile hal- kından uzaklaştırırdı.87
87-Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, zekât ve sadakanın
kendisi ve aile halkı için haram olduğunu söylerdi.
Bu sebeple, bunları almazdı.
Hediyeyi ise kabul ederdi.
Ancak, kendisi de karşılık verirdi.
Çoğu zaman da onun verdiği karşılık, hediyeden çok daha fazla olurdu.
Bu durumu bilen bazı bedeviler, ona az bir hediye getirip karşılığında yıllık geçimlerini temin eden şeyler götürürlerdi.
Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm, davet edildiği yemeklere giderdi ve şüpheyi gerektiren bir durumla karşılaşmadığı sürece, bu yemeklerin helâl bir maldan yapılıp yapılmadığını sormaz ve soruşturmazdı.
Allah Resûlu aleyhissalatu vesselâm ve onun ashabı, herkese açık olan çarşı ve pazardan muhtaç oldukları gıda maddelerini ve diğer ihtiyaçlarını alırlardı.
Fakat bu şeylerin helâl yollarla temin edilip edilmediğini sormazlardı.
Bu örnekler de gösteriyor ki, bazı kimselerin söylediklerinin aksine, çoğu şeyler helâldir.
Onun için, ortada haramlığa delâlet eden açık bir delil bulunmadığı sürece, her şey fetva yönünden helâl sayılır.88
88-Hırsızlık malını satın almak caiz mi, değil mi?
Bunu bilerek almak ebette ki caiz değildir.
Kuvvetli bir şüphe mevcutsa yine caiz değildir.
Hırsızın. malı rayicinden çok ucuz satmaya râzı olması ve endişeli olması da bu şüphelerdendir.
Ancak, yukarıda verilen bazı örneklerde de geçtiği gibi,
şüphe taşıyan, gölge düşen ve olumsuzluk karışan şeylerden sakınmak takvaya daha uygundur
#DİNDE #KIRK #PRENSİP
#SAKINMA #KONUSUNDA #DÜŞÜNDÜRÜCÜ #ÖRNEKLER:
#İMÂM-I #GAZALİ #RİSALELERİ
#HELÂL #RIZIK #ARAMAK
#YEDİNCİ #PRENSİP
4 notes · View notes
serhatnigiz · 3 months ago
Text
Tarihsel Din ve İnanç Temsiliyetizminden Hareketle Kızılbaş-Aleviliğe Dair Genel Bir Değerlendirme
Tumblr media
Antik Sümer tabletlerinde “Al” ya da “la” kadın “ay tanrıçası” olarak geçmektedir. Sümerlerde üç büyük tapınaktan birinin adı “kerim” tapınağıdır. Başka bir deyişle, “Al kerim” ya da “la kerim” tapınakları ay tanrıçasının tapınaklarıdır. Sümer tanrılarının zaman içinde Mısır’ın “çok tanrılı” Amon dinine ve “tek tanrılı” Aton dinine geçtiği bilinmektedir. Aynı şekilde bu tanrıların Mısır üzerinden Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı semavi dinlere geçtiği de bilinmektedir.
İslam’da “la” ya da “al” (Arapça’da “a“ harfi olmadığı için “el” olarak çevrilmiştir) “el-la-h” (“h” yaratıcılık simgesidir) “el-lah”, “yaratıcı tanrıçanın Ay’a yansıyan nuru” (ışığı) anlamına gelmektedir. “La ilahe” (kadın tanrıca) ve “İllallah” (erkek tanrılar) ilişkisi ise; kadın tanrıca etrafına dizilmiş erkek tanrıları sembolize etmektedir. Zira erkek tanrıların baş tanrısı da “al” ve “la” tanrıçasıdır.
Dolayısıyla; “Al-i lik” bu tanrıçanın en yüksek tanrı olduğunu sembolize eden kavramlardan biri ola gelmiştir. Misal, Osmanlı Hanedanlığın da bile “Al-i Osman”, “yüksek Osman” anlamında kullanılmaktaydı. Başka bir deyişle, bu kavram “tanrının en yüksek makamına” ve onun yeryüzündeki “gölgesine” işaret etmektedir.
Alevilik kendisini ister Sümerlere ister Hititlere dayandırmaya çalışsın, hatta Alevilik kendisinin “gerçek İslam” olduğunu iddia etsin ya da Alevilik kendisinin “İslam öncesi bir inanç veyahut din” olduğunu iddia etsin, neticede Alevilikte tıpkı İslam gibi, bir dinsel temsil sistemi olarak Sümer dinine, Mısır dinine, İbraniliğe, gök-tengriciliğe, güneş tanrısına (“Ra” ya “Tug-ra” ya) kadar uzanan geniş bir din ve inanç spektrumunun bir parçası ola gelmiştir. Aleviliğin ya da benzeri inançların tek bir kökenden ya da orijinden geldiği söylenemez. Başka bir deyişle, Alevilikte diğer dinler gibi birçok kaynak ve ölçekten ayrı ayrı süzülerek günümüze kadar gelmiş olan bir inanç sisteminin devamıdır.
Yukardaki tanımlara ek olarak şunu da belirtmek gerekir ki; “Aya yansıyan nur/güneşin nuru/ışığıdır”. Güneş tanrısı gerçekte bir erkek tanrısıdır. Yine de evrenin merkezinde toplanmış bu erkek güneş tanrılarının merkezinde ise baş tanrı olarak daima baş kadın tanrıca bulunmaktadır. İşte çok farklı inanç ve dinlerde kendisini gösteren “la” dan “ra” ya, “ra” dan “la” ya yansıyan bu nur/ışık baş kadın tanrıçanın nuru/ışığıdır. Tüm kültürlerde göstermelikte olsa kadın cinsinin ve bu cinsin icatçı-doğurganlık rolünün “kutsanmasının” kökeninde de yine din ve inanç merkezli bu bakış açısı vardır. Her ne kadar farkında dahi olunmasa da! İnsan başta tapınmaya “kadına” tapınmayla başlamıştır. Keza insan olarak erkeğinde kadınında asıl kaynağı “doğuran” ve “yaratan” kadından başkası değildir.
Son yıllarda “Al-i liğe” işaret eden ve “Alev” kavramı ile “ışık” kavramını birleştiren kimi yorumcular Aleviliğin en eski inançlardan/dinlerden biri olduğunu ileri sürmektedir. Aynı yorumcular Aleviliğin kökenlerini Sümer öncesi “Mu medeniyetine” kadar götürmektedir. Mu Aristoteles öncesi eski Greklerin (deniz kolonileri döneminde) Akdeniz’de battığını iddia ettiği medeniyettir. Gerçekte ise İslam’da dahil olmak üzere tüm dinlerin/inançların kökeninde alev/ateş/ışık dini/inancı zaten vardır. Haliyle Aleviliğin İslam öncesi dönemine yapılan göndermelerin tümü Alevilik ile ilkel “eşitlikçi” komünal sistem arasında bir bağ kurma çabasına dayanmaktadır. Lakin kurulmak istenen bağın ilkel komünal dönemden günümüze kadar “süreklilik içinde kopuş olmadan” devam eden bir inanç/din olduğu iddiası ise abartılı ve ütopik bir yaklaşımdır. Dahası bu iddianın somut delilleri ve antropolojik bulguları da ele geçmemiştir.
Her şeyden önce dünya üzerinde var olmuş olan tüm dinler ve inançlar (ve onların ürettiği semboller ve sembolik diller) temsiliyetizmin gölgesinde belirmişlerdir. Örneğin, Alevilikte gözlemlenen Ali ve Ali’nin etrafındaki 12 İmanlar sembollüde temsiliyetist bir semboldür. İsa ve 12 havariler sembollüde temsiliyetist bir semboldür. Dahası; “al” ve “la” ile başlayıp devam eden tüm inanç ve din sembolleri temsiliyetist sembollerdir. Ve bu semboller bugünde farklı dinler ve inançlar tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, bu sembollerin tek bir din ve inanç kaynaklı olduğunu sanmak bu türden tezler ortaya koymaya çalışanları da derin bir yanılgıya sürüklemektedir. Keza mistik, dinsel ve inançsal temsiliyetizm formlarının kültürel yansımaları tarihsel ve kozmopolit bir içeriğe de sahiptir.
Alevilikte tüm din ve inanç sistemleri gibi kendisine hangi yorumu ve sembolü seçerse seçsin içinden çıktığı tarihsel ve toplumsal koşulların bir ürünüdür. Bu da Aleviliğin her zaman değil, zaman zaman devrimci bir toplumsal nesnellik örüntüsüne sahip olduğunu göstermektedir. Haliyle bu örüntü her din her inanç ve her mezhep gibi devlet ve egemen iktidar örüntüsü altında biçimlenen bir örüntüdür. Başka bir deyişle, temsiliyetist yorum ve sembollere sahip olan tüm inanç ve din sistemleri temsiliyetizmin bir başka görüngüsü olan devlet, devletlü-sınıflar ve egemen iktidar ilişkilerine dayanan tarihsel ve toplumsal örüntülerle birlikte oluşa gelmişlerdir. Haliyle bu gerçeğin üzerinden atlanarak din ve inanç sistemlerine dair hakikatler de ortaya konulamaz. [1].
Tüm inanç ve din sistemlerinin kökeninde mutlaka temsiliyetizm yatmaktadır. Dolayısıyla; dinsel ve inançsal temsiliyetizm, gerçekte toplumsal “alt yapı”nın “üst yapı”daki tezahüründen bağımsız olmadığı gibi, toplumsal alt yapıdaki icatçı-kullanıcı emek araçlarından, devletlerden, devletlü sınıflardan ve zümrelerden de asla bağımsız olamamıştır.
Aleviliğin çok eski bir inanç ve din olduğu ile ilgili pek çok şey söylene dursun, tarihte birkaç dönem hariç (Karmatiler, İsmaililer vs.), Alevilik her daim dışlanmış bir din ve inanç sistemi ola gelmiştir. Aleviliğin “ötekileştirilmediği” böylesi bir dönem olmuşsa da; İslam öncesi Aleviliğe ilişkin çok fazla kayıt olmadığından dolayı, İslam öncesi Aleviliğe dair yapılan yorumların önemli bir bölümünün de ayakları yere basmamaktadır. Her “Alevilik çeşidi”, her çağa, her coğrafyaya göre kendine haz bir çizgiye sahip olmuştur. Alevilik yeri geldiğinde ezilenlerin destansı miti haline gelmiş (örneğin, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal vs.); yeri geldiğinde ise yönetimsel bir erke dönüşmüştür (örneğin, Osmanlı’nın başlangıcındaki ahilik, Yeniçerilerdeki ocak geleneği, İsmaililer devleti vs.). Başka bir deyişle, Alevilikte tıpkı diğer dinler ve inançlar gibi kendi çağının temsiliyetizm biçimlerinin belirli bir tezahürü ola gelmiştir.
Öte yandan, Alevilik Horasan/Yesevilik/Hacı Bektaşi Veli, Anadolu ve Ortadoğu/Irak/Bağdat/Basra/Vefailik/Batinilik gibi geniş bir coğrafyayı kapsayan inançsal ve dinsel bir temsil figürüdür de. Bu sebeple eski Türk inancı ve dini olan gök-tengricilikten hareketle Aleviliğin gerçekte bir Türk dini ve inancı olduğunu iddia eden akımlarda aynı derece de sorunludur. Gök-tengri inancının ve dininin kökeninde yer alan “güneş giysili insanlar” mitinden kalkarak (Sakalar, İskitler vs.) Aleviliğin salt Türklere ait bir din ve inanç olduğunu varsaymak ile tıpkı gök-tengrici pro-türklüğün Amerikan yerlilerini de kapsadığını varsaymak arasında pek bir fark bulunmamaktadır. Şayet bu yorumcular gibi hareket edecek ve mantık kuracak olursak; tüm Kızılderilerin Türk olduğunu iddia edebileceğimiz gibi, Aleviliğinde tümden bir Türk inancı ve dini olduğunu da iddia edebiliriz! Maalesef bu Türkçü yorumcuların Aleviliğe dair çok eski kaynakların günümüze ulaşmamasının getirdiği hırçınlıkla Asya’ya, Afrika’ya ve hatta Amerika’ya kadar uzanan gök-tengriciliğe (paganizme) Aleviliği de katmasına şaşırmamak gerekir. Gerçi bu yorumcuların tümü, göktengrici kökenli toplulukları ırksal manada Türk ilan ederek, kendi kafalarında yaratmış oldukları Pantürkizm ütopyasına sahte bir “bilimsel zemin” yaratmanın da peşindedir.
Diğer yandan, “alev-ateş-ışık” “mu-sümer-hitit” hattında ilerleyen yorumcularda Aleviliğin ilkel komüninal bir din ve inanç olduğunu iddia etmektedir. Biraz çekingence de olsa bu iddiayı destekleyen yorumcuların Aleviliği ilkel komünal bir inanç ve din olarak görmelerindeki temel kaygı ise kuşkusuz siyasi ve ideolojiktir. Bu da bir noktaya kadar mazur görülebilir. Zira salt duyusal olan bu ihtiyaç, emeğin ansal ve soyut düzleminin bir varlık nedeni de olabilir. Dolayısıyla; emeğin ansal ve soyut düzleminde kaldığı oranda bu duyusal ihtiyaç bir sorun da yaratmaz. Lakin bu ihtiyaç somut davranışın belirlenmesine vesile olursa, bu seferde klan ve soy kültüne doğru ilerleyerek, yeni tip bir dinsel ırkçılığın türevine de dönüşebilir. Dolayısıyla; bu temsiliyetist kimlikçi eğilimde zaman içinde Türkçü aleviciliğin ya da Kürtçü aleviciliğin içine düştüğü durum gibi bir hal de alabilir. Ki dönem dönem Alevilik bu şekilde haller aldıkça siyasal atmosfer çok sıcak çatışmalara da gebe olabilmektedir.
Tarihsel dinlerin ve inançların analizinden hareketle Aleviliğe dair kimi tespitler yaptıktan sonra, Aleviliğe ilişkin günümüz Türkiye’sinde devam eden tartışma başlıklarına da kısaca değinmek gerekir. Kuşkusuz bu değinmeler yine Aleviliğin İslam öncesi ve İslam’la birlikte içine girdiği yeni evreye ilişkin olmak zorundadır.
Alevilik denilince toplum içerisinde akla gelen ilk sorular şunlardır: Alevilik İslam’ın içinde mi, dışında mı, özünde mi, yoksa kenarında mı köşesinde mi? Yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi özellikle “yurt dışındaki Alevilerin” bir bölümü ateşli bir biçimde “Alevilik İslam’ın dışındadır” tezini savunmaktadır. Bu tezi savunanlara göre Aleviliğin kökenleri 3000 yıl öncesine Sümerlere, Hititlere, Luvilere vs. kadar uzanmaktadır. Bu tez Aleviliğin İslamiyet öncesine dair kimi doğrulara işaret etse de, yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi bu tez eksik bir tezdir. Aleviliğe ister inanç diyelim, ister din diyelim, ister mezhep diyelim hepsi bir yola çıkar. Tüm inançlar, tüm dinler, tüm mezhepler, bir yol olma iddiasındadır. Bu yolda yürüyüp yürümemeye (talip olmaya) o inanca, o dine, o mezhebe, (o yola) mensup olan kişiler karar verir. Dolayısıyla; o yol, o yolda yürüyenin de bir dizi kurala ve kaideye uymasını buyurur. Misal, Aleviler arasında sıkça kullanılan "eline beline diline hakim ol!" sözü bu kurallara ve kaidelere verilebilecek olan ahlaki bir örnektir. Kuşkusuz Alevilik sadece bundan ibarette değildir. Ayrıntıya girilecek olursa; semah, cem ayini, deyişler, söylenceler vs. gibi Alevi ritüellerinin tarihsel, sınıfsal ve kültürel uzamlarına dair de pek çok şey söylenebilir.
Alevilik İslam içinde mi, dışında mı tartışmasına dönersek; Alevilerin diğer kesimi ise “Alevilik İslam’ın içindedir”, Alevilik İslamiyet’in içinde Hz. Ali’nin ve Ehlibeyt’in yolunu takip etmektir tezini savunmaktadır. Hak-Muhammed-Ali yoluyla kastedilen de budur. Başka bir deyişle, bu 12 imamların yoludur. Şimdi bu durum da kim haklı? Gerçekte her iki tarafta tarihsel olarak kısmen haklıdır. Dolayısıyla; Alevilik İslam’dan önce var olduğu gibi, İslam içinde de varlığını sürdürmeye devam eden bir inanç, din ve kültür dünyasıdır.
Alevi İslam Hak-Muhammed-Ali’yi merkezine alan bir inançtır, dindir. Kaldı ki; Aleviliğin Sünni İslamla da bir bağı yoktur. Osmanlı’nın müslümanlaşması sürecinde İslamla tanışan bu kitleler İslam’ın içinde konumlanarak ali taraftarlarına dönüşmüşler ve merkezi Sünnilik karşısında muhalif bir konumda yer almışlardır. İslam tarihinde merkezde kim varsa; Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar vs. o zamanda "ali taraftarları" bu merkezlere karşı muhalif konumdaydılar. İslam tarihinde Hz. Muhammed’in damadı olan Ali yaşadığı dönemde kim merkezde ise Ebubekir’e, Ömer’e, Osman’a vs. hepsine muhalefet etmiştir. Kısacası, Alevilerin "Aliciliği" yine merkeze muhaliflikleriyle paralellik içindedir. Hz. Muhammed öldükten sonra Hz. Ali hep muhalif konumdadır, ta ki öldürülene kadar! Dolayısıyla; İslam tarihinde kim ki muhaliftir (Sünni bile olsa) muhakkak Ali’yi kendine bayrak edinmiştir. Keza bu “alici muhalefet” dönemin dinsel temsiliyetist iktidar mücadeleleri ile yakından bağlantılıdır. Lakin bu muhalefet devlet odaklı iktidar temsiliyetizmine dayanan bir muhalefetten çok, dini ve ruhani bir muhalefet olma özelliğine de sahiptir. Biz ati Hz. Ali’nin “muhalifliğinin” tüm detayları ise bu yazının konusu değildir.
Anadolu’da Ali’nin tarafını tutanlar Kızılbaş-Alevilerdir. Bunun İran’daki ��ii Alicilikle ya da Suriye’deki Arap Aliciliği ile bağı yoktur. Bağ varsa bile bu bağ mutlak değil, kısmi bir bağdır. Alevi Aliciliği Anadolu’ya özgü bir Aliciliktir. Nasıl ki İslamiyet öncesi Alevilik kavramı alevden ya da ışıktan yana olanlar (medusilik, zerdüştlük, alev-ışık dinleri vs.) gibi bir anlama geliyorsa, İslamiyet’in içine giren Alevilik kavramı da bu sefer “alinin tarafını tutanlar” manasına gelmektedir. Ya da bunu soyutlama diliyle söylememiz gerekir ise, İslamiyet içinde “merkeze karşı muhalefet eden Ali’cilere” Alevi adı verilir. Dolayısıyla; bir din ve inanç olmanın da ötesinde Alevilik gerçekte son derece muhalif bir akımdır da; bu muhalifliği onun daima sapkın (heretik) olarak damgalanmasına da neden olmuştur.
Alevilik İslam’dan önce hatta Hristiyanlıktan öncede Anadolu’da vardı. Ancak İslam’ın içinde bir anlamda “İslam’ın özünü” yani Muhammedi İslam’ı savunan ve Emevilere, Abbasilere, Osmanlılara muhalif durmuş olanlarda yine Kızılbaş-Alevi topluluklarının içinden çıkmıştır. Sonuç olarak; İslamiyet öncesi İslamiyet dışı bir Alevilik olduğu gibi, İslamiyet sonrası İslamiyet içi bir Alevilikte vardır. İslam gelmeden çok önce antik dönemde saz çalan, deyiş söyleyen, semah yapan “alev-ışık toplulukları” vardır ama bu İslamiyet öncesi Ali’siz Aleviliktir. Hatta bu Alevilik (adı Alevilik olmasa da) Yahudilikten ve Hristiyanlıktan bile öncedir. Bu dönemde “alev-ışık dini” olarak “arkaik-Alevilik” fetiş doğa inanışlarının ve ritüellerinin özelliklerini göstermektedir.
Kısacası, Alevilik ilkçağlardan başlayarak bugüne kadar devam eden bir sürecin sonucunda oluşmuş olan çok boyutlu bir kimliktir. Dahası; geçmişten süzülüp gelen “totem Aleviliğini”, “fetiş Aleviliğini”, “pagan Aleviliğini” günümüzün modern kavram setleriyle yorumlayarak, Alevi tarihini bu şekilde okuyanların olduğunu da biliyoruz. Bütün bu tartışmalara tanıklık ediyoruz. Her ne kadar bu Alevilik formlarının İslam Aleviliği ile bağı yokmuş gibi gözükse de, temsiliyetist din ve inanç biçimlerinin totemden pagandan süzüle süzüle semaviye kadar çıktığına ve iç içe geçerek dinsel ve inançsal bir armoniye dönüştüğüne şahit olsak da, her semavi dinin içerisinde tüm din ve inanç biçimlerinin olduğunu da bildiğimizden dolayı, Aleviliği ilkel komünalizme kadar götürmeye çalışmanın bir din olduğuna da tanıklık etmekteyiz.
İster alici Alevilik ister alisiz Alevilik tüm din ve inanç sistemlerinin kaynağında temsiliyetist tarihsel ve toplumsal algılar yatmaktadır. Bu yüzden Hindistan’daki Hindulardan tutunda Anadolu’daki Aleviler arasında temsiliyetizm açısından çokta bir fark yoktur. Dolayısıyla, insanlar kendi varlıklarını dinsel ve mistik varoluş çerçevesi içinde her ne kadar ifade etmiş olsalar da, temsiliyetist dinin ve mistizmin gölgesinde var olduklarının farkında dahi değildirler. Özetle, Aleviliğin bir din ve inanç olarak geldiği son nokta budur. İslam’ın hem içindeki hem de dışındaki en muhalif ekollerden biri kuşkusuz Aleviliktir. Aleviliğe dönük düşmanlığın arka planında yatan nedenlerden biri de budur. Bu nedenledir ki, İslam tarihinde “merkezde” kim yer alıyorsa son çözümlemede Alevilikten pekte haz etmemiştir. Bu yüzden Alevilik daima “dinsiz” bir akım olarak görülmüştür. Başka bir yandan da Alevilik; merkezi bir din ve inanç sistemi olmaktan çok “iktidarsızlık perspektifi” ile hareket eden nesnel ve ruhsal bir geleneğe de sahip olmuştur. Bu geleneğin çok katmanlı yapısı ise bu değinmenin konusu dışında kalmaktadır. İşin kötü tarafı bu “çok katmanlı yapı” bugün dahi yeterince incelenmiş değildir.
Öte yandan, her kim “Alevilik İslam dışıdır” derse, kuşkusuz bu yaklaşımda bir yorum olarak Alevilik dışı kabul edilemez. Herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalıdır. Hiç kimse bir inanca inanmak ya da inanmamak zorunda bırakılamaz. İnanç ve din konuları tüzerk değil, özerk olmak zorundadır. Örneğin bir devletin resmi dini olamaz. Dahası, din devlet olamaz. Tersi de devlette din olamaz. Maalesef tüm devlet ve din-inanç sistemleri bu gerçeği birbirine karıştırmaya devam etmektedir. Zira inanç ve din alanı kişilerin tercihidir ve sadece onları bağlamaktadır. Bu yüzden bir kimse bir başkasını her hangi bir inanca ya da dine zorlayamayacağı gibi, kendisi de başkaları tarafından her hangi bir dine ya da inanca zorlanmamalıdır. İnanç ve din meselesi karşısındaki gerçek özgürlükçü ve devrimci tutum bunu gerektirmektedir.
Dipnot
[1] 15. Yüzyıldan sonra Osmanlı egemenliği altındaki Alevilik feodal döneme özgü devrimci bir isyan hareketidir de. Zira Sünni Osmanlının baskısı karşısında Aleviliği benimsemiş Türkmen, Kürt, Zaza halklarının oluşturduğu bu hareket aynı zamanda devrimci bir isyan hareketi olma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla; resmi tarih yazımına karşı çıkmak adına Aleviliğin salt din ve inanç kavramları üzerinden tartışılması, Kızılbaş-Aleviliğin bu yönünün gizlenmesinden başka da bir sonuç doğurmamaktadır. Haliyle bu tutum Aleviliği sürekli töhmet altında bırakmaya çalışan hakim sınıf ideolojilerinin de ekmeğine yağ sürmektedir. Tarihsel açıdan egemenlerin ve özellikle de Türkiye’deki devletçi ve statükocu kesimlerin Alevi düşmanlığının temelinde Aleviliği sadece Sünni İslam anlayışına dönük bir tehlike olarak görmeleri yatmamaktadır. Zira tarih boyunca egemenlerin yaptığı en başarılı işlerden biri de ezilenlere kendi tarihlerini unutturabilmiş olmalarıdır. Kaldı ki; bu düşmanlığın asıl nedeni Aleviliğin tarihsel dokusunun muhalif ve isyancı olmasıdır. Aleviler hem İslamiyet öncesi (ki o zaman kendilerine Alevi demiyorlardı) hem de İslamiyet sonrası dönemde yerleşik düzenle ve baskın otorite ile mücadele halinde olmuşlardır. Ve genellikle de ezilenden ve azınlık olandan yana tavır koymuşlardır. Dolayısıyla; Alevilik bir din ve inanç olduğu kadar, tarihsel dokusu itibariyle de içinde Türk, Kürt, Zaza, Arap vs. farklı etnik grupların da yer aldığı sosyal bir hareket olarak (özellikle de Anadolu coğrafyasında) doğmuş ve gelişmiştir. Dolayısıyla; Alevilik pek tabii bu coğrafyanın içinden çıkan “en yerli ve milli” hareketlerin başında gelmektedir. Aynı zamanda Alevilik yer yer ezilen feodal alt sınıfların sözcüsü olma özelliğini de kazanmıştır. Bu da Aleviliğin daha çok araştırılmasını ve arkasında bıraktığı sosyal ve kültürel izlerin daha da dikkatli bir şekilde (ayrıştırılarak ve süzülerek) incelenmesini zaruri kılmaktadır.
22.09.2024
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
delininbirisss · 10 months ago
Text
Aşkın şarabından bilmeden içtim Sevda yolundan bilmeden geçtim Aşkın bir alevmiş yar yar Bir ateş parçası…
5 notes · View notes