Tumgik
#altan kar
yorgunherakles · 2 years
Text
ruhumu açacağım kişileri kitaptaki dünyada yaşayan gölgeler arasından seçecektim.
orhan pamuk - yeni hayat
37 notes · View notes
haberolacom · 2 years
Link
Tumblr media
2 notes · View notes
aynodndr · 2 months
Text
Tumblr media
Eğer, bölüşürken tokluğun yoksa;
Bollukta kör gezen Şakiri düşün.
Eğer, dövüşürken bir arkan yoksa;
İdama çekilen Gezmiş'i düşün.
Öyle yok ininde uluyup susmak
Kar dökmeyen kışa bir ekin olmak
Elbette anadır her köke toprak
Vatansız mezarda Nazım'ı düşün.
Düşün, Altan İlhan Arslan
Kalemce
7 notes · View notes
benmisim · 1 year
Text
iki gün önce hava çok güzeldi sıcaktı, akşam dondurma yemeye çıkmıştık, ömer’e “yarın iftardan sonra bisiklet sürmeye çıkalım” demiştim…. ertesi gün (yani dün) sabahtan akşama durmaksızın yağmur yağdı, çıkamadık. bugün de bi kar fırtınası tuttu…. bilemiyorum altan….. oh ne güzel sıcaklar geliyor dedikçe mart kapıdan baktırıyor fkfkvk olsunnn olsunnnnn düşmüyoruzzz moral bozmuyoruz ben artık olumlayıcı bir bireyim toksik negatifliği bıraktım :Dd
Tumblr media
13 notes · View notes
yatirim-analiz · 10 months
Text
✅ Sur Tatil Evleri GYO Halka Arz Tarihleri Belli Oldu, SURGY Koduyla Talepler Toplanacak.
Tumblr media
Sur Tatil Evleri GYO halka arzı Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından onaylandı! Ziraat Yatırım aracılığında SURGY Hisse Koduyla halka arz edilecek.
Sur Tatil Evleri GYO Halka Arz Bilgileri
Halka Arz Tarihi: 7-8 Aralık 2023 09:00-17:00 Halka Arz Fiyatı: 49,18 TL Dağıtım Yöntemi: Bireysele Eşit Dağıtım Dağıtılacak Pay: 45,000,000 Lot Aracı Kurum: Ziraat Yatırım Menkul Kıymetler A.Ş. Bist İşlem Kodu: SURGY Bist İşlem Pazarı: Yıldız Pazar
Halka Arz Gelirleri Nerede Kullanılacak? (Halka Arz Fonun Kullanım Yeri)
- 10-15% İşletme sermayesi - 80-90% Sur Tatil Evleri Antalya Projesi’nin finansmanı Sur Tatil Evleri GYO Halka Arz Şekli (Halka Arz Oransal mı, Eşit mi?) - Sermaye Artırımı : 22.500.000 Lot - Ortak Satışı : 22.500.000 Lot (Sur Yapı Endüstri San. ve Tic. A.Ş.) Halka Arz Taahhüt ve Fiyat İstikrarı ve Hedefleri - Günlük Alım Emri Taahhüdü;  Bulunmamaktadır. - 1 Yıl İhraççılar satış yapmayacaklar - 1 Yıl Ortaklar satış yapmayacaklar - Fiyat istikrarı: 30 Gün Brüt Halka Arz Gelirinin 'i.
Sur Tatil Evleri GYO Kimin?
- Sur Tatil Evleri GYO şirketinin 2 ortağı bulunmaktadır. Şirket paylarının 53%’ü Ziya Altan Elmas’a, 47%’si Ufuk Elmas’a aittir.
SURGY Halka Arzda Kaç Lot Düşer?
Tumblr media
- 2.1 Milyon katılım ~ 18 Lot (885 TL) - 2.5 Milyon katılım ~ 15 Lot (737 TL) - 2.9 Milyon katılım ~ 13 Lot (639 TL) - 3.3 Milyon katılım ~ 11 Lot (540 TL) - 3.7 Milyon katılım ~ 10 Lot (491 TL) - 4.1 Milyon katılım ~ 9 Lot (442 TL) - 4.5 Milyon katılım ~ 8 Lot (393 TL) - 4.9 Milyon katılım ~ 7 Lot (344 TL)
Sur Tatil Evleri GYO Kar Analizi
Tahmini 9 Lot vereceğini düşünerek hesapladığımız kar analizi grafiği aşağıda yer almaktadır.
Tumblr media
Sur Tatil Evleri GYO Hakkında, Ne İş Yapar?
Sur Tatil Evleri Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş. gayrimenkuller, gayrimenkul projeleri, gayrimenkule dayalı haklar ve GYO tebliğinde sayılan diğer varlıklardan oluşabilecek portföyü işlemek amacıyla ilgili mevzuat tahtında izin verilen faaliyetlerde bulunabilen anonim ortaklıktır. Daha fazla halka arz haberleri için sitemizi ziyaret etmeyi unutmayınız. Buradaki bilgiler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir, Tavsiye niteliği taşımaz. Read the full article
0 notes
fisiltihaberleri · 2 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
#EnginAltanDüzyatan’dan sete kısa ara Başarılı aktör Engin Altan Düzyatan, yoğun set temposu arasındaki ilk boşluğu ailesine ayırdı. Ailesiyle kısa bir kar tatiline çıkan Düzyatan haftaya Uludağ’da başladı. https://www.fisiltihaberleri.com/haber/engin-altan-duzyatandan-sete-kisa-ara-7922.html #magazin #FısıltıHABERLERİ #istanbul #izmir #ankara #tarz #model #tbt #magazine #moda #butik #streetstyle #ayakkabi #stil #turkey #kombin #fashionblogger #bodrum #haber #ootd #pantolon #edirne #çorlu #mont #çerkezköy #eşofman #üniversitesi #sort #yelek
0 notes
hetesiya · 2 years
Text
“YETMEZ-AMA-EVET”İN ROMANI: “KAR”
Tumblr media
Mahir Konuk
“Kar”, kendi imajını “siyasetten haz etmez romancı” olarak lanse eden O. Pamuk’un sözüm ona “biricik” siyaset içeren romanı olarak lanse edildi. Böylesi bir iddia kesinlikle doğru değildir! Aşk’sız bir “aşk hikayesi” uydurarak kaleme alan O. Pamuk’un bütün romanları en azından ağırlıklı olarak “siyasi” niteliktedir. Nasıl ki “Masumiyet Müzesi”ni kaleme alarak içinde bolca “aşk” lafı geçen bir roman yazıp bibliyografisini olmasını uygun bulunduğu biçimde doldurmuşsa, “Kar” romanını kaleme alarak, yine bibliyografisinde “uygun gelir” dileğiyle, içinde bol bol siyaset laflarının havada uçuştuğu bir “siyasi roman” yazarak efendilerinin ve okuyucularının gözünü doldurmaya çalışmış bulunmaktadır. İşte bütün mesele sadece bir laf kalabalığı ve “imaj belirleme” sorunundan ibaret kalmaktadır.
Çalışmamızın başından beri açıklamaya çalıştığımız ve böylece eleştirisini yapmaya çalıştığımız gibi, eserlerini eleştiri düzlemine yatırdığımız son dönem üç romancıdan birisi olan O. Pamuk’un olduğu gibi, A. Altan ve E. Şafak da yazdıkları bütün romanlarında gerçekte siyaset, hem de yok edici bir ideoloji olan neo-liberalizmin hizmetinde “derin siyaset”, yapmaktadır. Ancak onların siyasetlerindeki “derinlik” meselesi insanlığın fizik ve metafizik tabiatlı bütün sorunlarına çözüm üretmeyi misyon edilmiş yeni türde bir siyaset anlayışı ve yapış biçimi icat etmiş olmalarından ileri gelmemektedir. Tam tersine olarak onların siyaset yapma biçimi, günümüzde “profesyonel siyasetçi” olarak bilinenlerin yaptığı gibi, geniş emekçi halk kitlelerinin siyasetten el çektirilmesi ve böylelikle, yerleşik liberal faşist yapılanmaların “siyaset mühendislerinin” yok-oluş veya yok ediş siyasetlerinin uygulanmasında ellerinin kolaylaştırılmasının siyasetini yapmaktadır. Bu yazımızın boyunca açıklamaya çalıştığımız gibi, bu tür siyaset yapma biçimi sadece tartıştığımız üç romancının meselesi değil, ama bütün düşünsel ve artistik alanlarda faaliyet gösteren ve epeydir “yetmez-ama-evetçi” olarak adlandırdığımız güruhun siyaset yapma biçimidir. Yine ilave etmemiz gerekmektedir ki, bu tür “liberal faşist” diktatörlüklerinin hizmetinde siyaset yapma biçimi, dünyanın birçok ülkesinde hayata geçirilmiş bulunmaktadır.
Tumblr media
(Büyük sıfırlama hareketinin en ileri örneklerinden biri olarak ortaya çıkan Yetmez Ama Evet liberal hareketi fiilen ve resmen siyasal islamcı dikta rejiminin inşası için çabaladı-editör)
“Kar” romanının başlıca kahramanı, çok özet olarak ifade edersek, “solcunun” solculuğu, “devrimciliğini” devrimciliği, “komünistin” komünistliği terk ederek bölük bölük karşı devrime katıldığı son elli yılda ortaya çıkan “yeni” bir siyaset yapma biçiminin öznesine karşı gelmektedir. Hani “ben siyaset yapmam, tu-kaka…” diyen, ama yerleşik düzene hizmette birbirleri ile yarışan O. Pamuk tipi siyasetin hem de kepazeliğini yapan “siyasi-özne” var ya, işte tam da bu tipte, bir “özne” tipinden bahsetmekteyiz. Yazımızın ilk bölümde, O. Pamuk’un kaleminden çıkmış olduğu biçimiyle tarif edilen bu tip bir siyasi öznenin hayat çizgisini ele alacağız; bunun için de romanın konusu olan düzmece “siyasi olayın” bir özetini sunacağız.
Yazımızın ikinci bölümünde ise romanda son derece sığ olarak tanımlanan siyasi eylemliliğin, düşüncede ve toplumsal pratikteki tarihi köklerini irdeleyerek, tarihsel ve toplumsal oluşun siyasi derinliklerini gözlemlemeye çalışacağız. Böylece, kapitalist sistemle birlikte insan toplumunun da “toptan çöküş” dönemini bir de O. Pamuk’un romanı üzerinden gözlemleme imkanı elde etmiş olabileceğiz.
Bir toplumsal çürüyüş hikayesi…
Bay “Ka”, “Kar” romanının “baş kahramanı” konumunda bulunmaktadır. Eserde kurgulanan bütün hareketliliğin biricik öznesi sanki bu bay “Ka” imiş de, geri kalan herkesin düşünce ve eylemleri, “Kaf Dağı’nda” ikamet eden bu biricik yaratığın varlığına göre anlam kazanmakta veya anlamsızlanmakta olduğu gibi bir genel kanı romanın bütününe hakim kılınmaktadır. Bu “baş kahramana”, romanın içine kendisini bir “masalcı dede” gibi davet eden romancı O. Pamuk’un Kafka’ya öykünerek “Ka” ismini vermesine sakın kendinizi kaptırmayınız. Bu gibi manevralar, “insansız toplum”, “aşksız aşk hikayesi” ve şimdi de sözüm ona “siyasetsiz siyasi roman” yazmaya çabalayan O Pamuk gibi “görevli” bir yazar için sadece bir “açık kapatma”, bir hiçliği bir varlığa eşitleyerek içerik aktarımı yapmak için seçilmiş bir manevradan ibarettir1. “Kar”ın Ka’sı, yalnızlığı ilke edinmiş ve ancak kendi kendini bir “kısa devre” yaparak var etmeye çabalayan bir şahsiyet olarak, “Öteki” şahsiyetleri kendi yalnızlığına gerekçe olarak göstermekte ve böylece günümüzde neo-liberal ideolojinin hakim kılmaya çabaladığı genelleştirilmiş bir “ölüm yalnızlığını” yaratmaktadır. Bu yalnızlık, bizim “kriz” ve “çöküş” dönemlerine özgü bir fenomen olarak tanımladığımız “aşırı bireyleşmenin” sonucu ve onun bir davranış çizgisi haline gelmesiyle ortaya çıkan bir yalnızlıktır; dolayısıyla, “ötekileri” ve onların toplumsallığını sürekli olarak “ölü noktaya” itmekle tanımlanır.
Tumblr media
Oysa ki, Kafka’nın “Ka”sının davranış biçimi için, sadece onun da içinde var olduğu sisteme adapte olmaktan doğan zorunlu bireyleşmeden doğan koyu bir yalnızlık içinde olması olgusundan yola çıkılarak, “bireyci” bir davranış biçimidir diyemeyiz. Kafka’nın Ka’sı, içine itildiği sancılı bir yalnızlıktan çıkmak için sürekli olarak “Ötekilerini” arar. “Kar” romanının Ka’sı gibi kendi ölümcül yalnızlığını sistemin bireylere empoze ettiği genel yalnızlığına katarak bizim “Ötekileri” görmemize engel olan karanlığını daha da koyulaştırmak için çırpınıp durmaz.
Kafka’nın yalnızlıktan kıvranıp duran Ka’sının yönü sürekli olarak “Ötekilere” yani topluma doğrudur. O’nun Ka’sı değişmekten ve değiştirmekten yanadır (“Metamorfoz”), yoksa bu sancılı olduğu kadar bencil de olan yalnızlığın sürüp gitmesine razı değildir; “sistemik” ve genel geçerliliğini kendinden alan her türlü otoriteye karşıdır (“Babama Mektup”); kendisinin acı veren yalnızlığının başlıca sebebinin “insansız-ilişkisiz bir dünya” olduğunun bilincindedir (“Dava”)…
Olayın geçtiği yer olan ve Türkiye’de bir anlamda bir “Serhat şehri” olarak “yerleşimin sonu” olmak gibi özel bir konumdaki Kars’ın seçilmesi ve bu şehrin iklim şartlarından dolayı dış dünya ile bütün ilişkisini kesmiş olduğu bir zaman diliminin seçilmiş olması olguları da, Kafka’ya öykünmenin (“Şato”) kurgulamadaki bir diğer biçimini -daha açık konuşmak gerekirse bir “müsveddesini”- oluşturmaktadır. Ülkenin doğuya doğru en aşırı ucunda bulunan bu şehre gidip, bir sinemacı gibi haftalarca mekan tespiti yapan O. Pamuk, orada bir “Şato” bulamayınca koskoca Kars şehrini kurgulama yoluyla bir Orta Avrupa “Şato”suna uydurmaya çabalamıştır, bütün roman buyunca. Oysa ki, Kafka’nın Ka’sının “Şato”sunun uydurulmaya ihtiyacı yoktur ve zaten oraya gidilmez de; zira o “Şato” özel olarak (tıpkı Kars şehri gibi) bir “şato” veya muadili değil, genel olarak bütün topluma hükmeden sistemdir. İşte o sistemdir ki, bir birey ve, kendi ve ötekiler için “özne” olan Bay Ka’yı, içinde yaşadığı ölümcül bir yalnızlığa iter.
Otantik Ka’nın çabası “Şato”dan çıkmanın yolunu aramaktır; “Kar”ın uyduruk Ka’sının Kars şehri ile ilişkisi bir çıkış değil ama “çıkar arama” ilişkisidir, tam olarak ifade ermek gerekirse cinsel açlığını gidereceğini umduğu bir kadını alıp, Karslıları da kendi kaderi ile baş başa bırakıp, Almanya’daki kendi bencilliğinden örülü “Şato”su olan evinde yaşadığı “sosyopat” yalnızlığına geri çekilmektir.
Bununla birlikte, O. Pamuk’un Kafka’ya öykünerek okuyucularına Kars gibi, çeşitli geleneklerden gelen insanların dinamik bir toplumsal yapı oluşturduğu bir Anadolu şehrini, Dante’nin “Cehennemine” benzeyen kendi üstüne kapaklanmış bir dünya imiş gibi takdim ermesi, sırf “güzellik” olsun diye yapılan bir şey değildir. Romanda belirtildiği üzere, “Kar”ın Ka’sının Almanya’da siyasi sürgünde yaşadığı Frankfurt şehri ve onun sakinleriyle bir “insan bireyi” olarak ilişkisi, aslında pek de farklı seyretmemiştir, aradan geçen on beş seneye rağmen. O. Pamuk’u ve onu romanında canlandıran Ka, anlaşıldığı üzere “Şato”yu bir dünya görüşü, yaşama biçimi ve ideolojik tercih olarak sırtında taşımaktadır. Bu Ka, “Şato”dan çıkmaya çabalayan Kafka’nın Ka’sından farklı olarak, kendi “Şato”sunun sahipliğini ve aynı zamanda bekçiliğini yapmaktadır.
Peki, bizim Ka-Pamuk, Kafka’nın “Şato”sunu kendi üslubu ve meşrebince sahiplenerek ne yapmak istemektedir? Olayın geçtiği tarihi, siyasi ve özellikle de toplumsal dönem olarak neyi anlatmayı, okuyucusuna hangi düşünceyi bir romancı olarak duygularla bocalayarak aktarmaktadır?2 Akıldan çıkarmamak gerekir ki; düşünür ve sanatçılar, ister içinde var oldukları yerleşik düzende görevlendirilmiş hizmetkarlar olarak iş görsünler, isterlerse çağına göre bu düzene karşı kılıç çekmiş “avangartların” konumunda bulunsunlar, son tahlilde kendi tarihsel ve toplumsal şartlarının ürünü olmaktan başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir. “Liberal faşist” yapılanmanın –Dünyada ve Türkiye’de- kariyerinin başından beri hem ürünü ve hem de hizmetkarı olan O. Pamuk gibi romancılar, kendi yaşantıları ve eserleriyle bu gerçekliğin en mükemmel illüstrasyonunu sunmaktadır. Öyle ya; sadece “nasıl düşünürsen öyle sevişmezsin”, aynı zamanda ve hatta daha önce “neyi, kendi toplumsal konumuna göre nasıl yaşarsan, öyle düşünürsün” de…
Nitekim Kars gibi asırlara ve medeniyetlere mal olmuş bir şehri “No man’s land” tipİ “cinli-perili” bir “Şato”ya indirgeyerek, onun üzerinden bir zaman-mekan kurgulaması yapan O. Pamuk’un, kronik bir burjuva olarak ve de neo-liberal dönemin üreterek “adam ettiği ve ödülle taçlandırdığı bir yazar olarak, ister “bilinçli” olsun, isterse “bilinç” veya “istem dışı” olsun, bir amaca uygun bir biçimde davranmış bulunmaktadır. Romancı kurgusallığı üzerinden gerçekleşen operasyon özetle şudur: Var olan yapılanmaların aşılabileceğini, dolayısıyla yerleşik “liberal faşist” düzenden öte tarihin bize bahşettiği bir yol olduğunu öngören helezonik ve doğrusal bir zaman anlayışının yerine, bütün zamanı “şimdiki zamana”, hareketi ise “kendi kuyruğunu yutan yılanın” dairesel ve sürekli küçülen menziline indirgemek. İşte böylesi bir zaman-mekan yapılanması bizim “çürüme” olarak tanımladığımız sürece yol açan bir yapılanma biçimidir, Böylesi, çürümeden doğan ve içinden geldiği bu çürüme mekanizmasının etkilerini bütün topluma kurgulama yoluyla yayan edebiyatı de biz “çürüme edebiyatı”, bu tür bir kurgulamayı hayatın maddi gerçekliğinin yerine geçirmeye çabalayan edebiyatçıyı da “çürük yazar” olarak adlandırmaktayız.
Anlaşılacağı ve “Oluş Sorunu” (El yayınları) adlı çalışmamızda da açıklayarak ifade ettiğimiz gibi, tarihi bir varlık olan kapitalist sistemin “küreselleşerek” eriştiği “çöküş dönemi” ve bu dönemin zaman-mekan düzenlemesi ile “düzen hizmetkarı” O. Pamuk’un 2002 çıkışlı “Kar” adlı romanında “Şato” figürü üzerinden gerçekleştirdiği zaman-mekan kurgulaması arasında doğrudan eş anlamlı ve eş amaçlı bir ilinti bulunmaktadır. Bu ilişkiyi, romanının sonuna ilave ettiği ve amacını açıklayan bir “Sonsöz”de kendisi de ortaya dökmektedir…
Tumblr media
(Yazarımızın El Yayınları etiketiyle çıkan kitapları-editör)
Edebiyat yoluyla “çürütme” nasıl yapılır?
O. Pamuk; kitabın “Sonsöz”ünde, tıpkı tartışma konusu olan diğer kitaplarında -mesela “Masumiyet Müzesi”nde- tespit ettiğimiz üzere, “açıkları kapatma” ve yarattığı anlam ve kavram kargaşasını görünmez kılmak için açıklamalar yapmaya girişmektedir. Neyi, neden, niçin ve nasıl yaptığını açıkladığı bu bitiş bölümünde, daha çok istem dışı olarak, bizim onun eserindeki “tartışma konusu” olarak ileri sürdüğümüz noktaları daha da belirgin kılmaktadır. Nitekim “Kar” romanın “son söz” bölümünün girişinden özetle aktardığımız bu alıntı, kitabı okurken bizde oluşan düşüncelerin kaynağından onaylanmış olması anlamında son derece yerinde olmaktadır:
“Siyasetin ve hayatın tuhaflığını gösteren bir roman yazmayı gençlik yıllarımdan beri düşünüyordum. Yirmili yaşlarımın sonuna doğru, İstanbul’da yarı anarşist gençler arasında geçen, siyasi bir romanın yarısından çoğunu yazmış olmama rağmen, 1980 askeri darbesinden sonra yayımlayamayacağımı anlayıp bırakmıştım.
… / … Siyasi roman yazmak da siyasi kültür hakkında rahatça, samimiyetle konuşmak da zordu. Bu işleri, siyaseti seven cesur insanlara bıraktığım için bu durumu kendime çok da fazla dert etmiyordum.
… / … Aslında hep yıllardır düşündüğüm gibi Türkiye’deki bütün siyasal hareketler, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği, zayıflamakta olan sol hareketler, laik askerler, genel olarak da siyasal dünyanın “tuhaflığı” hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Hikayeyi kaba hatlarıyla yıllarca kafamda kurarak geliştirdim. Aşırı kar yağışı yüzünden Türkiye’nin geri kalanından kopan küçük bir kasaba hayal ediyordum. Bu yoksul, ücra yeri Türkiye’nin bir çeşit siyasi minyatürü haline getirecektim.” (S. 395)
Yaptığımız alıntıda esasa dair ve çokça sorunlu olan birçok nokta bulunmaktadır:
Birinci olarak, söylenenlerde göze çarpan ve yazarın amacını ortaya döken anahtar kelime (veya kavram) “tuhaflık” ve “siyasetin tuhaflığı” sorunudur. “Tuhaflık” kelimesi burada özel olarak bir siyasi kampı veya duruşu tanımlamak için kullanılmamakta, ama genel olarak “siyaseti” ve siyasi eylem biçimini tanımlamak için kullanılmaktadır. O Pamuk’un romanı üzerine açıklama yapmak üzere sarf ettiği bu tanımlama, gerçekte romanın bütünü söz konusu olduğunda sanki hiçbir anlam taşımıyormuş gibi algılanabilecektir. Zira yapılan aksiyon tasvirleri için yazılanlar ve kahramanların (Özellikle de “baş kahraman” Ka’nın- kurgulanan siyasi eylemleri üzerinden tanımlanmış ve hatta tartışma konusu dahi edilmiş bir “siyaset” tanımına karşı gelmemektedir.
Evet, “Ka”nın siyasete ve hatta “kamusal alana” bakışı başta ve sonda son derece sorunlu bir tavır ortaya koymaktadır. Yazarın dört yüzü aşkın sayfalar boyunca “Ka”nın söyledikleri ve eyledikleri üzerinden yaptığı gerçekte sadece şudur: Siyasi eylemlilikle birlikte “kamusal alana” nüfuz etmek, orada saf tutmak ve dolayısıyla “BEN”den “BİZ”e geçmek gündeme gelmemektedir. “Ka”, cinsi dürtüler gibi ilkel ve bireysel dürtülerin herkeste az veya çok rastlanan etkilerini aşıp, kamusal nitelikteki bir sorunu çözümlemede yer alarak yine herkes gibi “sosyalleşebilme” kabiliyetindeki bir kişiliğe sahip görünmemektedir. Eğer yazarın kastettiği bizim meseleyi “Ka” açısından değerlendirdiğimiz biçimdeyse, bu işte “bir tuhaflık” bulmak kolaylıkla mümkündür. Ama O. Pamuk’un “tuhaf” olarak nitelediği, “siyasi roman yazmak” üzere kurgulayarak yarattığı “baş kahramanı”nın hezeyanları tabii ki değildir. Onun gerçekte “Kar” romanı ile yapmaya çalıştığı sadece, son derece “tuhaf” bir kahraman yaratarak insanların sosyalleşme faaliyetinin odağında yer alan “siyasi eylemliliği” sanki “tuhaf” bir eylem olarak göstermeye çalışmaktır.
Netice itibariyle, bireylerin kamusal alana müdahalesiyle tanımlanan, dolayısıyla bir başka ama köktenci bir “toplumsal ilişki” biçimi olmakla tanımlanan siyasi eylemliliğin “tuhaf” bir şey olduğunu iddia etmenin bizzat kendisi son derece tuhaf bir tavır olmaktadır. Yazarımızın kendi “tuhaflığının” farkında olduğu veya bu tuhaflığının kendisine belirtildiğinden bir “savunma mekanizmasını” harekete geçirmekte, kendi “tuhaflığını” kamuya mal etmeye çalışmakta, böylece de kendisini ele vermektedir.3
Bununla birlikte yazarımız, genel olarak siyasi eylemliği bir “tuhaflık” olarak görse ve göstermeye çalışsa da, siyaset yapmaktan ve hatta en pespayesinden gerekçelendirilmemiş suçlamalara dayanan bir şekilde siyaset yapmaktan başka bir şey yapmamış olmaktadır. Nedir “siyaset yapmak” veya “siyasi” olarak adlandırdığımız bir toplumsal ilişki biçiminin içerdiği çoğu “sınıf tabiatlı” çelişkilerden yana tavır takınmak, “kamusal” ve/veya “toplumsal” alanda yer ve saf belirlemekten başka? Siyasi eylemliliği bir “tuhaflık” olarak görmeyen yaklaşım biçimi ve bu eylemliliği harekete geçiren çelişkiler karşısında taraf olmak, özünde az veya çok “kamudan yana” olmak veya olmamakla tanımlanmamakta mıdır? O halde, siyaseti genel anlamda “tuhaf” bir eylemlilik biçimi olarak gören O. Pamuk, hem de en radikalinden “kamu” ve “toplum” düşmanı bir siyaset yapmış olmamakta ve bu ikiyüzlülüğünü hiçbir tanımını vermediği “tuhaflık” arkasına gizlemiş olmamakta mıdır?
O. Pamuk ve onun gibilerin yaptığı esasta şudur: Günümüzde “kamu” ve “toplum” düşmanı bir ideoloji olan neo-liberal ideolojinin güdümüne girmiş ve günümüzde liberal faşist diktatörlüklerde ete kemiğe bürünmüş türde bir siyaset yapmak! Bu siyasi yaklaşım, bizim “aşırı bireyleşme” dediğimiz sürecin bir sonucu olarak, sürekli bir şekilde “BEN”in “BİZ”i ortadan kaldıracak bir şekilde öne çıkarılmasıyla oluşmaktadır. Bu tür ideolojik ve siyasi yaklaşımda, Pamuk’un iddia ettiği gibi, siyasi tercih ortadan kaldırılmamıştır, aksine siyasi tercih “gelecek” düşüncesinden kendisini soyutlayan aşırı bireyci yerleşik düzen öznesinin o anki çıkar ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir. Nitekim romanın baş kahramanı olan “Ka”, vaktiyle “solcu gelenek” içinde yer almış olmasına rağmen, “siyasal islam” akımının kurucu figürü olan bir “Tarikat Şeyhi”nin elini ayağını öpecek, ondan icazet alacak kadar aynı zamanda hem ilkesiz ve hem de “taraflı” olabilmektedir. Türkiye’de romanda “Ka”nın üzerinden O. Pamuk’un temsil ettiği bütünüyle “BEN” merkezli ve son derece “oportünist” olan bu tür bir siyasi konumlanmayı “Yatmez-Ama-Evet” olarak bilinen karşı devrimci ve anti-komünist akım temsil etmektedir.4
Tumblr media
(Postmodern felsefenin apolitik söylemi, edebiyat dünyasında yeniden üretilirken, Türkiye’deki “şubeleri” ve başlıca yazarları Ahmet Altan, Elif Şafak ve Orhan Pamuk oldular. Uluslararası planda bu olgu “French Theory” denilen ve kurucuları arasında Michael Foucault ve Antonio Negri gibi düşünürlerin eserlerinde yansısını bulur-editör)
İkinci olarak, yaptığımız alıntıda siyasetle uğraşmayı, “bu işleri seven cesur insanlara bırakma”nın, O. Pamuk’un eleştiri düzlemine yatırdığımız eserlerinden çıkan “klinik tabloda” ne anlama gelebileceği üzerinde durmamız gerekmektedir. Şöyle ki, bir tek sayfada, her ne kadar yazarımızın gerçek amacını anlamamızı kolaylaştırsa da, birbiriyle çelişen birçok noktayla kendimizi karşı karşıya bulmaktayız: Sözlerine siyasi eylemliği “tuhaf” bir meşgale olarak ilan etmekle başlayan Pamuk, bir anda bu tür bir eylemliliği ancak “cesur insanların” –yani bir tür “siyaset aristokrasisinin- yapabileceği kıymetli bir faaliyetmiş gibi yüceltmeye kalkmaktadır.
O. Pamuk’un çelişki ihtiva eden bu tavrı bize iki şey anlatmaktadır:
1) Siyasi eylemliliği, onu “tuhaf” ilan edecek kadar anladığını ve “siyasi kültür” sahibi olduğunu ima eden romancımızın bu işe, “siyaset” denilen şeyin biteviye bir tanımını yapacak kadar yabancı olduğunu tespit edebilmekteyiz. Anlaşıldığına göre o, siyasete ve siyasi eyleme en azından topluma ve toplumsallaşmaya karşı olduğu kadar yabancı kalmaktadır. Bunun yanında bu şekilde çok sayıda okuyucusu olduğu iddia edilen dünyaca tanınmış bir edebiyat adamının siyasete olan yabancılığı, onun “siyasi kültür” diye adlandırdığı kulaktan dolma şeylere yabancı olmasından kaynaklanmamaktadır. Pamuk’un “siyaset” kavramına yabancı olmasından çok, çok içinde yaşadığı topluma ve onun insanlarına yabancı olmasından dolayıdır. Eserlerinden dışa yansıyan profilden yola çıkarak daha önce kendisini bir “sosyopat” olarak ilan ettiğimizde de biz yine onun “toplum”, “toplumsallaşma”, “toplumsallık” gibi mevhumlara bütünüyle yabancı olduğundan hareket etmekteydik.
2) O. Pamuk, romanlarında ifade edildiği biçimiyle, siyasete ve onu mümkün kılan topluma yabancı olduğu kadar, bütün varlığıyla yerleşik liberal faşist siyasi yapılanmaya ve bu yapılanmayı mümkün kılan günümüzde var olduğu biçimiyle kapitalist sisteme yakın bulunmaktadır. Onun, siyasi eylemliği “bu işin erbabına” havale etmesi, bütünüyle “sistem adamı” olmasıyla ilgili bir konudur.5 Bu konu aynı zamanda içinde yaşadığımız tarih kesitinde, geniş halk kitlelerinin siyasi faaliyetten uzaklaştırılması olgusuyla da ilgilidir.6 Oysa ki bir tür “toplumsal ilişki” biçimi olarak siyasi eylemlilik, özünde demokratik bir katılım sorunudur. Zaten, ister “siyasete karşıyım” diyenler –tıpkı Pamuk gibi- olsun, isterse bu işi militanca yürütenler olsun, bütün herkesin başında veya sonunda “siyaset” dediğimiz özgün faaliyetin içinde olmasının zorunluluğu buradan gelmemekte midir? Günümüzde “siyasi eylemlik” gerçekliği ve aynı zamanda zorunluluğu, Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da şahit olduğumuz ve liberal faşist iktidarların üzerlerini bir türlü küllendiremediği toplumsal başkaldırılar üzerinden büyük bir hışımla toplumların gündemine getirmediler mi? “Haziran ayaklanması”nda ülkenin her bir yanından fışkıran “mahalle” veya “semt” forumları, “Sarı Yelek” isyanında başkaldıranların değişmeyen talebi olan “Vatandaş inisiyatifi referandumu”, siyasi katılım, dolayısıyla yoğun bir toplumsallık içeren kitle hareketleri değiller miydi?
Üçüncü olarak, O. Pamuk’un Kars şehrini kurgulama yoluyla bir “cinli-perili” ortaçağ şatosuna dönüştürmesi üzerinde biraz daha durmamız gerekecektir. Yukarda değindiğimiz gibi böyle bir çabanın, ilk adımda bir oluşumu dairesel bir hareketlilik içine hapsederek çürüyüp yok edilmesini öngördüğünü, ama aynı zamanda kurgusalllığı bir amaç olarak kullanan bir roman yazarı için de hayatın maddi gerçekliğinin yerine, sadece dairesel bir hareketliliğin varlığı ile özdeşleştirilebilecek olan “kurgusal gerçekliği” geçirerek diğerini iptal etmek anlamına geldiğinin tekrardan altını çizmeliyiz.
Kitabın “Sonsöz”ünden aktardığımız alıntının son paragrafında yazarımız, siyasi eylemliliği çürütme ve maddi gerçekliğin yerine kendi siyasi ve ideolojik tercihleri tarafından belirlenmiş “kurgusal gerçekliği” koymaktaki gerekçelerini şöyle sıralıyor: “Türkiye’deki bütün siyasal hareketler, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği, zayıflamakta olan sol hareketler, laik askerler, genel olarak da siyasal dünyanın “tuhaflığı” hakkında bir şeyler yazmak”? BU sözlerden sonra sahibine şu soruyu sormamız gerekiyor: Sizce “tuhaf” olan nedir? Saydığınız ve var olan siyaset yapma biçimleri mi, yoksa insanların paylaştıkları “kamusal alanı” belirlemek için farklı tanımlamalar yapması ve bu tanımlara uygun olarak siyasi mücadeleye girişmiş olması mı? Yoksa “tuhaf” olan; sizin bu mücadeleye katılanların siyasi eylemleri “tuhaf” ilan eden “kurgulama” yani kamusal olaylara bakış biçiminiz mi? Bizce yazar, içinde yaşadığı topluma karşı sahip olduğu sorumluluğu ortaya dökmesini de talep eden bu sorulara hiçbir şekilde vermemiş bulunmaktadır. Bu durumda açıklama yapma hakkı ve görevi okuyucuya ve bizim gibi toplum bilimcilere geçmiş bulunmaktadır. O halde görüşlerimizi, romanın kurgusal gerçekliğini tekrar maddi hayatın siyasi ve toplumsal gerçekliğine geri götürerek sıralamaya çalışalım…
1) Yeniden, bir “romanın gerçekliği ne demektir?” sorunu üzerine:
Biz, “Kar” adlı romanın mutlak anlamda “kurgu ürünü” bir yapıt olduğunu ve bir kurgu ürünü olarak da yine mutlak anlamda ideoloji ve siyaset yüklü olduğunu ileri sürerken, bunun yani kurgulamanın –hele de roman türündeki bir yapıtta- kötü bir şey olduğunu, dolayısıyla da “Kar”ın Kars ilindeki insan hayatının maddi gerçekliğiyle hiçbir ilişkisi olmadığını iddia etmemekteyiz. Tersine: Kars şehrinin romancı tarafından birkaç kere ve birkaç hafta boyunca ziyaret edildiğini ve kurgunun bir düzene koyup dizdiği olaylar zincirinde adı geçen sokak, cadde, okul, resmi kurumların binaları, kahvehaneler, vb. gibi mekanların çoğunun birebir gerçekte var olduğunu bilmekteyiz7. Başka hiçbir konuda olmasa da bu konuda Pamuk’a olan güvenimizin gerçekten sonsuz olduğunu bildirmemiz gerekmekte. Çünkü romanın, romancının kendi siyasi ve ideolojik tarafgirliğine ve yine onun kendi kişisel kariyer planına göre kurgulanarak hayatın maddi gerçekliğinin yerine geçirilmesi için, hikaye edilen olayın ille de var olan ve paylaşılmış gerçek bir zaman-mekanda cereyan etmediği anlamına gelmemektedir. Bir romanın “gerçekçi” olması yani toplumsal olması ve hayatın gerçekliğini yine kurgulama yoluyla bir veya bir çok yanıyla yansıtması için, ille de Kars şehri gibi bir şehirde geçmiş olması, hikaye edilen olayların ille de ilan edilen saat ve yerlerde yaşanmış olması da gerekmemektedir. Bahsedilen olay, bir romanda yer ve zaman belirtilmeden de olsa, bir kurgulamanın ürünü de olsa, pekala ve hem de yüksek dozda içine katıldığımız ve yaşayarak paylaştığımız maddi hayata dair bir gerçeklik ihtiva edebilecektir. Yukarıda da altını çizerek belirttiğimiz gibi, bırakalım koskoca ve tarihe mal olmuş Kars şehrini, mesela insan hayatının yerleşik düzene bağlandığı sırada ortaya çıkan çıkmazlarını edebiyatın evrensel diliyle anlatan Kafka’nın “Şato” adlı romanı, bu tür bir “gerçekçiliğin” model olmuş örneklerinden birisini oluşturmaktadır.8
Bu durumda, “siyasi roman” yazarak CV’sini zenginleştirerek popülaritesini de arttırma telaşından başka belirgin bir motivasyonu yokmuş gibi görünen O. Pamuk’un maddi gerçekliği olan yer adreslerini kullanmış olması, romanındaki kurgunun paylaşılmış “maddi gerçek” ile örtüştüğünü ispatlamasına yetmeyecektir. Onun bu yöndeki çabaları, olsa olsa, yüksek dozda neo-liberal ideoloji yüklü kurgusal zırvalarının herkesle paylaşılabilecek türde maddi bir gerçekliğe sahip olduğunu bizlere inandırmak için, Kars şehri gibi heybetli bir gerçekliği peşkeş çektiğini gösterir. Diğer yandan, Pamuk’un görünür somut bir gerçekliği belli ideolojik ve siyasi amaca yönelik olan kurgusal bir gerçekliğe “peşkeş çekme” işlemi, romanında taşınan bir diğer amaç ile de uygunluk içerisindedir: Siyasal ve toplumsal “çürüme” olayına katkı sunmak…
“Kar” romanında kahramanların hikaye edilen düşünce ve davranışlarında yansıdığı biçimiyle “çürüme” olayı hem bireysel içselliklerde ve hem de toplumsal dışsallığın çeşitli alanlarında şöyle gerçekleşmektedir.
2) “Bireysel çürüme” olgusu:
“Bireysel çürüme” diye adlandırdığımız olayın kaynağının “aşırı bireyleşme” veya bireycileştirme olduğunu çeşitli bağlamlarda dile getirmiştik. Bu yazı dizimizde de “kapitalizm, bireyin ve bireyselliğin düşmanıdır” başlığı altında, özellikle de A. Altan’ın romanlarından yola çıkarak konuya açıklık getirmeye çalışmıştık. Çok özet bir şekilde ve “Kar” romanının başkahramanı “Ka”nın profilinden çıkarak özetlersek “bireysel” çürüme”, bireyleştiği oranda toplumsallaşamayan bireyin, bir insan olarak varlığını sürdürmeye devam edecek olan bireysel içselliğiyle toplumsal dışsallığı arasındaki “kimliksel dengeyi” sağlayamamasından kaynaklanmaktadır. O. Pamuk tarafından çizilen “Ka” profili bize bunun en açık illüstrasyonunu sunmaktadır.
Kimdir “Kar” romanında tasvir edildiği biçimiyle “Ka”? Pamuk’un bütün romanlarında olduğu gibi, “Nişantaşı burjuvazisi” çıkışlı ama ille de “solcu kılıklı” birisidir; sanki Türkiye’nin bütün işe yaramaz ve “çürük” solcu kılıklı tipleri koskoca İstanbul şehrinin bu semtinden çıkıyormuş gibi… Evvelce, yani ülkedeki siyasi kabarmanın yüksek olduğu bir dönemde, edebiyata meraklı “solcu” gençlerin katılımıyla yayınlanan dergideki grubun üyesi olarak şiirler yazıp, tercümeler yaparak katkıda bulunmaktadır. Ancak bu olgu üzerinde biraz durmamız gerekir: Bizce bir “edebiyat adamı” olmaktan çok, “hesap-kitap adamı” bir burjuva olan O. Pamuk’un kendisine “başkahraman” olarak seçtiği şahsiyete şiirsel bir duygusallık yeteneği yüklemesi tesadüfi bir şey değildir. “Ka”nın şair ruhlu birisi olması, romanda gerçekleştirilen siyasi tercih ve tavırlardaki tutarsızlık ve çelişkileri örtmede onun çok işine yaramaktadır. “Ka”nın şiir yazma faaliyeti ile romanda karşımıza çıktığı anlar yan yana getirildiğinde, “sara nöbeti” geçiren bir hastanın zaman-mekanı aniden donuklaştıran tavırları gözümüzün öne gelmektedir. Bir dış etkiye karşı içten gelen bir tepki gibi aniden ortaya çıkan “şiir yazma” refleksi ile şaiirimiz, elindeki işi bırakıp hemen şiirini yazmaya koşmaktadır; sanki, bir şaire “ilham” gelmesi bir etki-tepki, bir itiş-kakış meselesi imiş gibi…
Romanda birleşerek tam bir karikatür eskizine dönüşen bu “şiir yazma nöbetleri” ile okuyucuya “esrarengiz bir şahsiyet” havasında sunulan “Ka”nın, diğer yandan son derece tutarsız ve çelişkili tavırları böylece görünmez kılınmaktadır. Bu tutarsızlık ve çelişkilere örnek olarak, tam bir “siyasi manipülatör” ve “her dönemin adamı” bir düzenbaz gibi tanıtılan Kars’ın yerli gazetesinin sahibinin tıpkı bir “emir” gibi sunulan isteğine uyarak, askeri darbe hazırlayan “Ulusalcı” bir tiyatro kumpanyasının provokatif bir temsiline giderek hemen oracıkta yazdığı bir şiiri okuması; diğer yandan, “siyasal İslamcı” olarak adlandırılan kesimin toplandığı dergaha giderek “Allah’a yaklaştırdığını” bildirip, tarikat şeyhinin elini öpmesi; bir yandan Kars şehrine gelişinin nedenini “Cumhuriyet gazetesi” adına şehirdeki “türbanlı genç kız intiharları üzerine anket yapmak” olduğunu ilan etmesi, ama diğer yandan belirgin olarak bu ziyaretin nedeninin kocasından ayrıldığını duyduğu eski gurubundan bir genç kadını ”ayarlamayı” kafasına koyduğunun anlaşılması, gibi…
Romancının anlatılarından “Ka”nın esas sorununun çevresiyle kalıcı yani tutarlı bir ilişki kurma sorunu olduğunu öğrenmekteyiz. Örneğin, “siyasi nedenler” ileri sürerek sığındığı ve Türkiye’ye bir “sevgili bulmak” için geçici olarak dönmeden önce yaşadığı Almanya’nın Frankfurt şehrinde geçirdiği 12 yıla rağmen “Almancayı öğrenmemeye direnmeyi” başarmış olmakla adeta öğünmektedir. Dış dünya ile ilişkisi sadece bir “ihtiyaç giderme” ilişkisidir. Bu ilişkilerin içine kadınlarla olan ilişkisi de girmektedir. Onun biricik dostu O. Pamuk9, kendisinin olasılıkla “islami terörist” bir gurup tarafından Köln’de öldürülmesinden sonra senelerdir ikamet ettiği “bekar odasında” yaptığı keşfe göre “Ka”nın, gerçekte, “sex shop”tan bütün kasetlerini satın aldığı bir “porno yıldızına” tutkun olduğunu öğrenmekteyiz.10 İzini sürerek Kars’a kadar geldiği “İpek” adlı genç kadın ile olan ilişkis, aralarında kurulan cinsel ilişkiye, histerik çıkışlarla ardından yazılan onca şiire ve bin dereden su getiren dil dökmelerine rağmen kalıcı bir ilişkiye yani “aşk ilişkisine” dönüşememişti; önce ikna olur görünmesine rağmen, Ka’nın davranışlarından kendisine gerçekten aşık olmadığına kanaat getiren “İpek”, onunla evlenip Almanya’ya gitmeyi son anda reddetmiştir.
“Ka” aslında sadece toplumsal bir ilişki türü olan “aşk ilişkisi” ile yaklaşmaya çabaladığı İpek’i değil, ama hiç kimseyi, yani romandaki başlıca siyasi taraf olan ve birbirleriyle çarpışan “ilerici-ulusalcı” kesimi olduğu gibi “siyasal İslamcı” kesimi de bütün yanaşmalarına, onlara şirinlikler yapmalarına ve şiirler yazmalarına rağmen ikna etmeyi başaramamıştır. Onun, “siyasi ilişki” olarak belirlediğimiz ama nihayetinde “toplumsal ilişkinin” bir türünden başka bir şey olmayan ilişkilerinde de tutarsız ve dolayısıyla başarısız olmasının nedeni de, bir “insan bireyi” olmasına rağmen “toplumsallaşma” olgusuna yabancı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, tıpkı bir cimrinin veya sermayedarın para biriktirmesi gibi, varlığını kendi bireyselliği üzerine katlayarak sürekli geliştirmiş ve nihayetinde çevresindeki öteki bireylerle bütün gerçek ilişkilerini kopararak “kimliksel denge” kuramaz hale gelmiştir. “Ka” nın bu arazının oluşmasında, Pamuk’un romanları üzerinden yanı başımızdaki devasa bir “kara delik” oluşturduğunu keşfettiğimiz “Nişantaşı burjuvazisinin” bir üyesi olmasının önemli ölçülerde payı bulunduğunu tahmin edebilmekteyiz. Ama her hâlükârda, aşarı bireyleştirilmiş olmanın sonucunda “kimliksel bir denge” kuramama sorunu, neo-liberal ideolojinin güdümüne girmiş veya zorunluluktan bu ideolojinin çekim alanına itilmiş oldukça “küçük” veya “büyük” önemli bir burjuva kesimin sorunu olmaktadır.
“Ka”nın varlığının adeta bir birey olarak “aşırı bireyleşerek” çürüyüp telef olması, her şeyden önce bu haliyle onu bir tür “mağdur kahraman” olarak göstermeye çabalayan ama kendi dar kurgusallığında kahramanını bir “kısır döngü” içine hapseden O. Pamuk’un marifeti olmaktadır. Bireyleşmenin sosyalleşmeyle beraber seyrederse hastalıklı bir bireycileşmeyle sonuçlanmak zorunda olmadığını belirtmenin yanında, özel bir bireysel duygusallık gerektiren “şairlik” gibi bir faaliyet de çürüyerek yok olan şair-bireyler yaratmayacaktır. Dünya edebiyatında da gözlemlenebileceği gibi, Cumhuriyet sonrasının gerçekçi-toplumcu şair ve edebiyatçıları, kurgu ürünü değil ama gerçek olan hapishanelere tıkılmalarına rağmen, O. Pamuk’tan ve onun izlediği çizgiden çok daha başka yol izlemiş olduğunu bilmekteyiz. Bunun herkesin bildiği en açık örneği, evrensel bir duygusallığa sahip bir şair ve edebiyatçı olan Nazım Hikmet’in hayatıdır.
Nazım, uzun yıllarını geçirdiği Türkiye hapishanelerinde kendi halkına ve bütün insanlığa unutulmaz şaheserler bırakmakla kalmamış, diğer “adi mahpuslar” olarak adlandırılan kesim dahil bütün hapishane sakinlerinin yaşam şartlarını “ipek dokuma atölyeleri” kurarak iyileştirmenin yanında, Kemal Tahir gibi usta bir romancının, Orhan Kemal gibi hikayecilerin ve Balaban gibi ressamların yetiştirilmesine de önayak olmuştur. Dolayısıyla, bugün koskoca şehirleri kurgu yoluyla bir insan çürütme tezgahına çeviren O. Pamuk gibi yazarların gerçek değerini ölçmek için, onu “ne bir ideolog, ne bir siyasetçi, ne de bir gazeteci… büyük bir romancı” olarak tanıtan New York Times’ın dar kafalı editörünün döktürdüğü incilerden çok, bir komünist olarak toplumsal ilişki jeneratörü gibi yaşayan N. Hikmet’in aynı zamanda bir siyasetçi örneği olan hayatına bakarak bir değerlendirme yapmak daha yerinde olacaktır.
3) Toplumsal ve siyasal çürüme nasıl gerçekleşir?
.”Çürüme” olarak adlandırdığımız olay, sadece bireyleri dar ve izole bir coğrafyaya hapsederek onların sürekli “dairesel” hareketlilik içinde kendi kendilerini türetip varlıksal ayrışmaya uğratılmasıyla gerçekleştirilen bir olay değildir. Çürüme, mekânsal izolasyona paralel olarak, mekanın hareketinin gerçekleşmesiyle fark edilen “zaman” diye adlandırdığımız şeyden “gelecek” mevhumunun çıkarılmasıyla da gerçekleşen bir olaydır. Bir bireyin kendi yaşam çizgisini belirleyecek bir “kimliksel dengeyi” kurabilmesi için -yani kendi varlığının devamını olası hale getiren şartları yaratabilmesi için- sadece kendi bireysel içselliğiyle toplumsal dışsallığı arasında bir denge kurmaya çabalayıp durması yeterli olmamaktadır. Kurulacak “kimliksel dengenin” öznesinin yaşam çizgisi boyunca kalıcı bir nitelik kazanabilmesi için, aynı zamanda zaman içinde gerçekleşmeye devam etmesi bunun için de “gelecek” mevhumunu gözetmesi gerekmektedir. Nitekim bireylerin kalıcı “kimliksel denge” yakalayabilmesid, sadece mekânsal düzenin dışa kapalı olmasından doğan kısır döngüden kurtulması yetmemektedir, aynı zamanda onun geniş toplumsal ilişkiler ağına katılarak yeni toplumsallık biçimi oluşturmaya açık bir davranış biçimine sahip olması da gerekmektedir. “Kar” romanında ortaya saçılan olgulardan hareketle bir örnek vermek gerekirse, “baş mağdur” konumuna getirilerek adeta kahramanlaştırılan Bay “Ka”, tam 12 yıl yaşadığı Almanya’da ülkenin dilini tam anlamıyla öğrenmeyi reddederek gösterdiği davranış biçimi, onun bu tür bir “kimliksel dengeyi” kurmaktan çok uzakta olduğunu göstermektedir. Romanda, toplumsal faaliyetin özgün bir biçimi olan siyasi faaliyetler arasında, “geçmişi” (hatta uzak geçmişi) ve yerleşik düzenle özleşen “şimdiki zamanı” temsil eden mihraklar “siyasetin baş aktörleri” olarak temsil edilmektedir, ama “gelecek” mevhumunu temsil eden ve yeni toplumsal biçimleri oluşturma kabiliyetindeki siyasi gruplaşmalar “kimliksel kutup” olarak temsil edilmemektedir.11
Genel olarak “solun”, özel olarak da “devrimci-komünist sol”, 1980 darbesi ile ağır yaralanmış ve bu darbeden sonraki “Özal dönemi” diye adlandırılan yıllarda adım adım gerçekleştirilen “sivil neo-liberal darbe” ile bölük bölük karşı devrimin “yedek gücü” haline getirilmişti (Bkz. Denge ve Devrim ve “Çıkış Hattı”, El yayınları). Böylesi bir dönemde Türkiye’de bu dönemde siyaset sahnesinin en önünü başlıca üç akım işgal etmiş bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi, 1980 darbesiyle resmi devlet politikası halini alan “Türk-İslam sentezi” ideolojisinin neo-liberal ekonomik ve siyasi hamuruyla yoğrulmuş teşkilatları olan önce ANAP ve günümüzde AKP ile temsil edilmektedir. İkisi de uzun yıllar hükümet olarak ülkenin yakın tarihinin akışını belirleyen bu partilerin bir de “sivil toplum” ayağını oluşturan “cemaatçi” ve “cihatçı” akımlar da ssiyasi hayata müdahil olmuşlar, ve kendilerini ülke toplumunun bütününün yerine geçirmişlerdir.
Öne çıkarılan bir diğer siyasi akım ise, “sağ” ve “sol” tandanslarıyla ve “Ulus-Devlet” yapılanmasının yok edilme çabalarına rağmen var olmakta ayak direten “Ulusalcı-Kemalist” olarak adlandırılan siyasi akımdır. Kolaylıkla görülebileceği üzere, Ülkedeki siyaset sahnesinin “baş-aktörleri” olarak muamele gören akımlar, bu iki akım olmaktadır. Zaten, “Kar” romanında da bu iki akımın çeşitli eğilimlerinin temsilcileri ön plana çıkarılmış durumdadır.
Biz, burjuva dünyasında her ülkede hakim siyaseti belirleyen geleneksel iki “ana akım” dışında, kendisini daha çok “özgürlükçü sol”, “post-modernist sol” gibi tanımlamalarla siyaset piyasasına “parasal zenginlik”, “kariyer yapma” gibi getiriler karşısında sunan, ezici çoğunluğu “dönek solculardan” oluşan bir siyasi akımın daha var olduğunu düşünmekteyiz. Bu akımın oyun kurucuları ve aktörleri siyaset sahnesinde daha çok “ikinci rolü” üstlenmiş figüran konumunda bulunmakta ve “tavşan atlet” gibi sadece diğer ana akımlara hizmet koşuluyla varlıklarını devam ettirebilmektedirler. Böylece, 80 sonrasında küresel planda olduğu gibi, ülkemizde de oynanan siyasi oyunlarda çok önemli ve hatta tayin edici bir fonksiyonu yerine getirerek, neo-liberal ideolojinin özellikle de düşünsel ve sanatsal alanlarda yerleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Bu yazı dizimizde eleştiri altına yatırdığımız üç romancı, işte bu üçüncü akımın ideolojik hizmetler görmüş ve görmekte olan “aktörlerinden” biridir.
Solcu ve hatta “radikal solcu” olarak kendi kendilerini tanımlayan bu “üçüncü akımın “dönek ve hainlerden oluşan güruhun verdiği hizmetler içinde en önemli olanının “emek ve emekçi düşmanlığı” ve “örgütlü anti-komünizm” militanlığı olmuştur. Onların bu yanı, hem düşüncede ve hem de siyasi eylemlilikte “gelecek” mevhumunun her türlü insan faaliyetinin dışına atılmasıyla doğrudan ilintidir. Son on yıldır bu akım Türkiye’de “Yetmez-ama-evet” olarak adlandırılmaktadır. Bizim, siyaset olayına belli bir biçimi temsil eden “Kar” adlı romana “Yetmez-ama-evet’in romanı” olarak bakmamız da işte bu yüzdendir.
Neo-liberal dönemin ele aldığımız başlıca yazarlarının her birisinin, üzerlerine vazife olarak verilmiş genel “çürüme-çürütme” fonksiyonlarını kendi tarzlarında gerçekleştirdiklerine şahit olmuştuk. Bunlardan A. Altan’ın özellikle “aşırı bireycilik” vaaz ederek ve neo-liberal ideolojinin en belirgin özelliği olan bu tür “bireycilik aşırılığını” özellikle insanların “aşk hayatı” üzerinden işlediğine ve bir düşünce, davranış ve “sevişme” biçimi olarak yarım asra yakın bir süredir yaygınlaştırmaya çalıştığını tespit ettik. E. Şafak’ın gerçekleştirdiği “çürüme-çürütme” olayının tarzı, özellikle de insan varlığından “gelecek” mevhumunu ve bir toplumsal ilişki biçimi olarak “aşk ilşkisi”nden insan vücudunu çıkararak12 gerçekleştirmek ile belirlenmektedir. (Bkz. “Aşk” romanının eleştirisi)
O. Pamuk un gerçekleştirdiği “çürüme-çürütme” işleviyse insan hayatının bütün varlık alanlarına yayılmış bir biçimdedir. “Kar” romanı ile bu işlev özellikle siyaset alanı üzerinde yoğunlaşmış olmaktadır ve insan hayatından “sınıf çelişkilerini” ve siyasi eylemlilikten de buna bağlı “sınıf savaşının” düşünce ve öznelerini çıkararak gerçekleştirmektedir. Romandaki esas siyasi eylem alanı “Kars şehri” üzerinden bütün Türkiye’de gerçekleşen mücadele yukarıda belirttiğimiz ikisi de bir ve aynı “kapitalist düzenin” bekçiliğine iki farklı tarzda soyunmuş akımların mücadelesiyle belirlenmiş, daha doğru ve en uygun ifadelendirme ile “çürütülmüştür”.
Birinci akımın Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran “Ulusalcı-Kemalist” çizginin partizanı olduğunu belirtmiştik. Romanda bu akımın Kars’ın yerli halkıyla pek bir ilişkisi olmadığını, olanında “Devlet memuru” statüsünde kişilerden ibaret olduğunu görmekteyiz. Romancının kurgulamasına göre, bu siyasi akımın “baş aktörü” olan “Sunay Zaim” gerçekte de “aktörlük” yapmaktadır. Başında bulunduğu bir “tiyatro kumpanyası” ile Kars şehrine gelmiş ve “irtica” aleyhtarı ve Kemalist modernleşmeyi savunan bir piyesi sahnelemektedir. “Ka”’nın da istek üzerine “özel olarak” yazdığı şiirini okuduğu ilk temsil gününde, tiyatroda gösteri sırasında bir provokasyon düzenlenerek seyircilerin üzerine gerçek silahlarla ateş açılmış ve birçok kişi bu esnada öldürülmüştür. “Naklen yayın” ile bildirilen bu provokasyon, kendisine askeri garnizonun da katılımıyla “askeri bir darbe” olarak ilan etmiştir. Sonra “Sunay Zaim”, Garnizon komutanı ve sivil ve resmi polis teşkilatının oluşturduğu “darbe komitesi” şehirdeki “İslamcı” guruplar başta olmak üzere bütün herkese karşı terör estirmektedir.
Her hâlükârda başarısızlıkla sonuçlanması daha baştan beri kaçınılmaz olan darbenin, kısa bir süre için de olsa belli başarı elde edebilmesinin şartını hazırlayan, önceden ilan edilen kar yağışının Kars ile ülkenin geri kalan kesimi ulaşımını geçici olarak da olsa kesmesidir. Neticede darbe olayı, romanda kurgulandığı biçimde tıpkı başladığı gibi teatral bir şekilde, “zulüm gören” başörtülü genç kızların lideri durumunda olan ve Ka’nın sevgilisi İpek’in kız kardeşi “Kadife” adlı bir genç kızın, “oyun icabı” gibi gösterilerek tiyatro sahnesinde “Sunay Zaim” adlı tiyatrocuyu öldürmesiyle sonuçlanmıştır. Bu ölüm olayı, kurgusal olarak romancı tarafından ülkedeki bütün siyasi felaketlerin ve zulmün baş müsebbibi olarak gösterilen “Ulusalcı-Kemalist” siyasetin ve onun ideoloğunu yaptığı “Ulus-Devlet” aygıtının sembolik olarak öldürülüp rafa kaldırılmasıdır. Yaşadığımız üzere, olgusal planda bu mücadelenin en önde gelen savaşçıları siyasal İslamcılardan önce “Yetmez-ama-evet” çizgisinin aktörleri olan zevatlar olmaktadır.
İkinci ana siyasi akım, belirttiğimiz gibi çeşitli tandanslarıyla “siyasal islam” diye adlandırılan akımın üç belirgin bileşenidir. Bu akımlardan “legal parti” konumunu koruyan “Refah Partisi”nin aktörü, “eski-solcu” ve “Ka”nın eski yol arkadaşı olan Muhtar adlı bir “beyaz eşya” satıcısıdır. Bu siyasi “aktör” şehrin “Belediye Başkanı” adayıdır ama tutuklanarak ve işkence görerek darbeciler tarafından adaylıktan el çektirilmiştir, yani “mağdur” bir kişidir. İkinci “aktör”, güvenlik güçlerinin yakın takibinde ola “nur yüzlü” birisiymiş gibi taktim edilerek “Ka”yı imana getirmeyi başaran Tarikat Şeyhidir ve tabii ki “masum” bir konumda taktim edilmektedir. Üçüncü ama bu siyasi akımda “baş aktörü” konumunda takdim edilen ve “cihatçı” bir gurubun liderliğini yapan, bu yüzden de bütün ülkede aranmakta olan “Lacivert” lakaplı şahsiyettir.
“Lacivert”in şehrin bütün aktif İslamcılarıyla ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişkiler üzerinden kadınlar üzerinde bir erkek olarak “cinsi cazibe” odağı olmayı da başarmış, başta Muhtarın eski katısı ve Ka’nın sevgilisi İpek olmak üzere, İpek’in kardeşi, Sunay Zaim’in infazcısı ve “başörtülülerin” lideri Kadife, Kadife ile aynı gurupta yer alan kız arkadaşı ve belki de daha kimler bu “eski solcu” ve “yeni cihatçı” adamın yatağından geçmemiş olduğu romanın sonlarına doğru ifşa edilmektedir… Ancak, Lacivert’in bu ilişkileri çift taraflı ve kalıcı bir aşk ilişkisine dönüşmemiştir… Romanın sonunda, Lacivert de bir polis baskınına kurban giderek öldürülecektir.
Romanda, adı konulmamış ama esas fonksiyonu romancımızın ilan ettiği gibi “siyasetin garipliğini” göstererek siyaset yapmakla tanımlanan üçüncü bir akımın daha siyasi çizginin belirginleşmekte olduğunu tespit edebilmekteyiz. Bu üçüncü akım, yerleşik neo-liberal yapılanmanın gereklerine uygun olarak, şeriatçı mollalarla “sağda” yer alan, ama yeri geldiğinde “eşitlikçi” düşmanı olan, ama kendisini “sınırsız özgürlükten yana” olarak lanse eden “cumhuriyetçi sol” kesim ile de düşüp kalkabilen bir siyasi yörünge izlemektedir. Bu durumun en güzel örneklemesini, roman boyunca gösterdiği davranışlarla “Ka”nın yerleşik iktidar yapılanmasının “sağ” ve “sol” kesimi arasında yaptığı manevralarda gözlemlemekteyiz. Ka’nın çizmeye çalıştığı bu “üçüncü çizgi” tıpkı “Yetmez-ama-evetçilerin” amaçladığı gibi gerçekte “devrimci-komünist sol”un yerini almayı amaçlamaktadır.
“Ka’nın Kars seyahatinde amaçladığı ve gerçekleştirmeye çalıştığı gibi bu “üçüncü yol”un siyasi eylemliliği “kamusal alanı” kuşatan bir eylemlilik değildir; bu alanda gerçekleştirilen her eylemlilik, toplumsal gelişmeyi sağlayan yeni toplumsallık üreten bir eylemlilik ise hiç değildir! Nitekim Ka’nın bir gazeteci yamağı olarak Kars’a gelişinin ilan edilmiş iki nedeni bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi kamusal tabiatlıydı ve halkı “Başörtülü genç kızların intiharı ve Belediye Başkanlığı seçimleri” konusunda aydınlatmaktı. Fakat o bu misyonu gerçekleştiremediği gibi olay, tarafların peş peşe gelen ölümleriyle sonuçlandı. İkinci misyonu baştan sona bireysel problemleriyle ilgili olup, eski bir tanıdığının boşanmış eşini cezbederek kendi “kadınsızlık” problemini çözümlemek. Fakat o kamu alanındaki tavır ve davranışlarının bir sonucu olarak bu misyonu da gerçekleştiremeden kendi “herkese mesafeli” olan bireyci hayatına geri döndü. Sonuçta, diğer ilk iki siyasi akımın “baş aktörleri” gibi, yerleşik düzene hizmette hayatını kaybetmekten kurtulamadı.
Kıssadan Hisse:
“Kar” romanının yayınlanmasından sonra aradan geçen 20 yılda siyaset sahnesinde olup bitenler, Ka’nın kaderinin, “Yetmez-ama-evetçi” diye adlandırılan siyasi güruhun kaderiyle bire bir örtüştüğünü bize göstermektedir. “Yetmez-ama-evetçiler” de tıpkı hizmet sonrası ortadan kaldırılan “Ka” gibi, yerleşik düzenin başına koyu bir dinci-liberal faşist yapılanmayı getirdikten sonra gerçek değerlerine geri gönderilerek, tıpkı bir “sümüklü mendil” gibi bir tarafa kaldırıp atılmış bulunmaktalar.
1 O. Pamuk, bir önceki yazımızda ele aldığımız “Masumiyet Müzesi”nde, açık kapatmak için altını çizdiğimiz gibi Fransız romancı Marcel Proust’a öykünmemiş miydi?
2 Bunu ister bilinçli olarak siyasi bir plan dahilinde gerçekleştirmiş olsun, isterse olmasın, fark etmez…
3 O. Pamuk’un romanları üzerinden sergilediği bu “tuhaflık” ile onun “neo-liberalizm” ile olan ideolojik ve düşünsel akrabalığı arasında doğrudan bir ilinti bulunmaktadır.
4 “Yetnez-ama-evet”, uluslararası ideolojik ve siyasi arenada “post-modernizm” diye adlandırdığımız akımın Türkiye’deki izdüşümünden başka bir şey olmadığını düşünmekteyiz…
5 Pamuk’un eserlerinden yansıyan “sosyopat”lık meselesi de onun kendisini sistemle birebir ��zleştirme eğilimi ile doğrudan ilgilidir.
6 Türkiye ve Fransa’da halk kitlelerinin siyasetten el çektirilmesinin en üst biçimi olarak “başkanlık sistemi” gösterilir. Ancak bunun yanında, siyasi katılımın 4-5 yılda bir oy kullanmayla sınırlandığı, yasama ve yürütmede halk iradesinin yansıtılmadığından bahsedilmez…
7 Bu olguyu zaten romancının bizzat kendisi yapmaktadır.
8 Kafka’nın “Amerika” adlı eserinde, hiç gidilmemiş bir yer ile bir bireyin arasında kurulan ilişkilerin sorgulandığını da hatırlayalım…
9 Romancımızın kendi kendisini bu romanına da “misafir oyuncu” olarak davet ettiğini daha önce belirtmiştik. Pamuk burada kendisini, “Şato”nun yazarı Kafka’nın biricik dostu ve dert ortağı “Max”ın yerine geçirmiş gibi görünmekte. Trajikomik bir durum, doğrusu…
10 Mastürbasyonun, bir cinsi tatmin aracı olarak sık sık gündeme getirilmesi her ne hikmetse başka aynı türde romancılarda da görünmektedir. Bunun bir örneğini A. Altan’nın “Tehlikeli Hikayeler” adlı romanının genç kadın kahramanın dillendirdiğinin de altını ilgili bölümde belirtmiştik.
11 Bu “kimliksel kutpun” üyeleri aslında bütünüyle yok değildir. Mesela “Ka”, eski solcu geçinen birisi olarak geçmişte bu “kimliksel kutbun” bireyi konumundaydı; tıpkı İpek’in eski kocası ve “Refah Partisi” belediye başkanı adayı da olan “Muhtar” ve hatta, kod adı “Lacivert” olan “İslamcı terörün” temsilcisi uzak geçmişin “gardiyanı” da “eski solcu” olarak tanıtılmaktadır romanda…
12 Bu tarz, insanın yaratıcılığından “emek” faktörünü çıkarmakla eşdeğer bir şey olmaktadır.
https://gazetekok.com/imamogluna-verilen-ceza-politik-dengeleri-nasil-etkiler.html
0 notes
world-of-kar · 3 years
Text
Tumblr media
1 note · View note
nesrin-c · 4 years
Text
Azra, Rimel ve Bir Çift Terlik
Hiçbir zaman sofradan tok kalkamayacak ve kilo alamayacak bir çocuk olmamı dert etmiyorum. Daha az üşümeyi isterdim, hepsi bu...
Benim adım Azra. Ayak basılmamış kummuş ismimin anlamlarından biri. Ayak izi değmemiş bir deniz kıyısında kum tanesi olmayı hayal ediyorum kar boranda okuluma giderken. Ya da ille bir ayak izi olacaksa, bir kırlangıca ait olsun bu iz, bir kediye, bir köpeğe. İnsanları sormayın bana, sevgiler vardır heveslenip de emek verdiğim. Kardeşlerim mesela, üç kız kardeşimin ablası değilim yalnızca, annesiyim ve onlar benim biricik sevgilerim...
“Annesi ölmüştür, yazık” diyeceksiniz. Annem sağ ve üç kız kardeşime yaptığım gibi ona da annelik yapıyorum. O da benim biricik sevgim, evlat kokum, canım ciğerim. On yaşında bir kız, annesini evladını koklar gibi kokluyorsa, sanırım büyüdüm ben.
Annem babamı sevmiş, babam annemi sevememiş. İlk başta kendisini sevememiş ki babam, annemi ve bizi bırakıp gitti. Babam gittiğinde annem yirmi birindeydi. Yirmi birinde dört çocuk annesi yapayalnız bir kadın. Annemin saçları yirmi birinde ağarmaya başladı... Ben üç yaşındaymışım o zaman, annesini “ağlama “ diye avutan bir bebe. Öyle bir bebe ki, daha körpecik haliyle annesine annelik yapmaya gebe...
Acıklı bir hayatım yok benim. Bazı çocuklar bağışlayarak doğar babasını, akrabalarını, kendisine acıyanları. Bağışlayınca ne oluyor biliyor musunuz? Büyüyorsunuz erkenden. Bedeniniz büyümüyor yalnızca, ruhunuz da büyüyor, ruhunuzdaki umut, direnç ve barış da. Kendimle barışığım ben. Yırtık ayakkabılarımla okula gitmektense, yırtık olmayan terliklerimle okula gidecek kadar barışığım kendimle. Beni o halde görüp de, “babası puşt bunun, zavallının haline bak” diyorlar. Bağışladığım babama “puşt” denmesi gücüme gidiyor. Terliklerimse zavallılığım değil, onurumdur benim! Namuslu bir çocuk yürüyor terlikleriyle dere tepe ve beslenme çantasındaki yumurtalı ekmeğini kendisi hazırlayıp, önce paylaşıyor annesi ve kardeşleriyle...
Annem yirmi sekizinde şimdi. Akıl sağlığını yitirdiği söyleniyor. Deliymiş benim annem. Susuyor hep. Kardeşlerim ağladığında bile susuyor. Ben gülümsüyorum anneme. Dün yirmi sekizinci yaş günüydü. “Sana hediyeler alacağım bundan sonraki yaş günlerinde “ dedim. Gülümsedi. “Ruj alacağım” dedim. Yine gülümsedi. “Rimel de alacağım” dedim. Sarıldı bana, sımsıkı sarıldı. Annemin sesini duydum kaç zaman sonra. “Sahi mi Azra?” dedi. Kardeşlerim de yanımızdaydı. Dediler ki, “Azra Abla, annemizin sesi çok güzel...” Sordular bana sonra, “rimel ne demek?” “İyi bir şey” dedim, “annemizi iyileştirecek, güzelleştirecek bir şey...” Yanı başımızdaki annemizin sesini duymak bize öyle iyi geldi ki...”Sahi mi?” diye soracaksınız, “yeminlen, sahi...”
“Azra” diye seslendi öğretmenim bugün derste. “Bana bir cümle kur, o cümlede bir hikâye olsun. Üç kelime vereceğim sana” dedi, “eğer ki üç kelimeden tek cümlelik bir hikaye yazabilirsen ne dilersen dile benden.” “Bir şey istemem sizden” dedim, "ama hemen yazarım hikâyeyi.” “Ayna “ dedi öğretmenim, “gökkuşağı” dedi ve “terlik”... Başım öne eğildi. Terliklerime baktım öylece. Annemi düşündüm ve kardeşlerimi... Kalktım sıramdan. Tahtaya doğru yürüdüm. Aldım elime tebeşiri. Gözlerim doldu. Titredi elim. Düştü tebeşir elimden. Zar zor aldım yerden. Yine düştü... “Özür dilerim Azra“ dedi öğretmenim, “geçebilirsin yerine. “ Sıkı sıkı kavradım tebeşiri bu sefer. Sıktım dişlerimi. Boğazım düğüm düğüm...Tek bir cümle yazdım tahtaya, bir cümlelik hikâye... “Bir kız çocuğu annesinin rimeli olmayı düşlerken ayna karşısında, aynada bir gökkuşağı beliriverdi ve çocuğa “sen ayakkabınla değil terliğinle çok güzelsin” dedi... Ağladı öğretmenim. “Amacım seni üzmek değildi Azra” dedi. “Muhteşemsin” dedi. “Sana ayakkabı alayım” dedi. “İstemem” dedim. “Bir şey iste “ dedi, “lütfen” dedi. “Rimel” dedim, kısık bir sesle. "Annen için mi?” dedi. Gülümsedim...
Anneme diyeceğim bu akşam, “dün yirmi sekizinci yaş günündü, bugün yirmi dokuzuncu; bu rimel senin için anneciğim...”
Kardeşlerim yine duyacak annemin o güzelim sesini ve ağaran saçlarını kahverengiye dönüşmüş görecek annem ayna karşısında, -asıl rengiyle, zerafetle-. Annem saçlarıyla ve makyajıyla tutunacak hayata , ben ve kardeşlerimse annemin mutluluğuyla...
Hçbir zaman sofradan tok kalkamayacak ve kilo alamayacak bir çocuk olmamı dert etmiyorum. Daha az üşümeyi isterdim, hepsi bu...
Ergür Altan
Tumblr media
109 notes · View notes
metsov · 4 years
Note
Hey I heard about the Hagia Sophia thing and as someone who's never been to Turkey I don't know much about the significance of the building other than it was originally built as a church but made into a mosque after the Ottomans conquered Constantinople? How do the Turkish people feel about it being turned into a mosque? Cause honestly as a Muslim myself I was quite shocked when i heard about it. I think it's best left as a musuem. It may cause unhappiness among the non-muslims I feel?
Hi :) thank you so much for this question, I really hope I can do it justice!
In brief - the building has quite the history (the magic of Istanbul and her people) but really this debate has very little do with that history. The conversations we’re seeing that are focusing on when it was a church, when it was a mosque, how the deed was signed, blah blah blah - they are simplistic and they are distracting.
The Republic of Turkey was and is dependent on an incredibly violent national identity. This is as true for the secular old guard Kemalists as it is for the religious Turks. They have a common “enemy” in the non-Turk because political figures for several centuries have carefully constructed an “us-versus-them” narrative that constantly proclaims that the Turkish state and the Turkish identity are at risk and those pesky minorities are to blame. If you are familiar with American politics there are some interesting parallels with that sort of discourse! The construction of the Republic of Turkey and the national identity of Turkey would not have been possible without violence, genocide, and Turkification. Understanding the Turkish state and the symbolism of this gesture means understanding the violence and discrimination of Armenian, Assyrian, Kurdish, Jewish, Laz, Greek, and even Arab people which occurred for centuries and is occurring to this very day. This sort of information is noticeably absent from Turkish sources (as well as any works by historians and authors that have been paid by the Turkish state - and how gross is it that a country has to literally fund propaganda textbooks?! If you’d like a list of these authors I can provide one.) 
“With the foundation of the Republic, the “state” itself has written a history, or perhaps, to put it more accurately, has invented a history, and drawn red lines around it.” 
That’s a quote from the book “1915: Armenian Genocide” written by Hasan Cemal who is the grandson of Cemal Paşa, one of the men who planned and executed the Armenian genocide. This book is not a study of the past, rather it is the personal journey of Hasan Cemal as he sought to learn about and understand the plight of Armenians in modern-day Turkey. I highly recommend it! 
Understanding the symbolism of this move requires an understanding of the history and the present-day plight of minorities in Turkey (some recommended reads: Trauma and Resilience: Armenians in Turkey - Hidden, not hidden, and no longer hidden by Raffi Bedrosyan, In the Ruins: The 1909 Massacres of Armenians in Adana, Turkey by Zabel Yesayan, Two Close Peoples Two Distant Neighbours by Hrant Dink or any articles by Hrant Dink, anything by Taner Akçam, My Grandmother: A Memoir by Fethiye Çetin, and fiction books about the Armenian genocide like The Sandcastle Girls by Chris Bohjalian and Orhan’s Inheritance by Aline Ohanesian!) I know that these are all books, and some of them quite long, but I wanted to mention them. There are lots of great articles out on the web, too!
Many are now arguing that this ruling won’t change much - visitors will still be allowed in the Hagia Sophia and thus it will still be public. This argument is so simplistic and demonstrates no understanding of the history of Turkification and erasure of minorities in Turkey. I myself have stumbled upon Greek churches in Turkey (mostly in and around the provinces of İzmir and Balıkesir) that were either in complete disarray or had been converted into completely random things (one was a museum for children’s toys). Arguments that this happens to Muslim communities in other parts of the world does NOT negate the fact that the treatment of Christians and other minorities in Turkey is wrong and amounts to a humanitarian crisis. On a wider scale, Turkey has a long history of destroying or repurposing the structures of ethnic and religious minorities and erasing their contributions to history, culture, art, cuisine, literature, etc. This is a continuation of the massacres and genocides of people that are indigenous to these lands. Many parallels could be made here... the erasure of Palestinian heritage and culture perpetuates their suffering, the forced assimilation and cultural erasure of Indigenous peoples in North America perpetuates their suffering. The Turkish Republic relies on the continued erasure of its minorities (example: for decades it denied the existence of Kurdish people, referring to them as “mountain Turks” with funny accents... meanwhile it was illegal to speak Kurdish or engage in Kurdish cultural practices and many Kurds faced incredibly violent persecution simply for existing). The erasure of minorities is not unique to Turkey, but it is the heart of the issue when we talk about the Hagia Sophia’s conversion to a mosque.
Some things I would recommend reading up on if you’d like to learn more about the topic of cultural erasure and perpetuation of Turkish hegemony in Turkey:
-the Armenian city of Ani
-the burning of Smyrna
-Turkey’s incursion into Northern Syria (which has disproportionately impacted Kurds and Christians)
-the Turkish government’s moves to impede cross-cultural dialogue between Armenians and Turks, even kicking a delegation of Armenians out of the country illegally (happened in Kars in the early 2000s, mentioned in the Hasan Cemal book)
This is a pretty decent article that touches on the topic: https://foreignpolicy.com/2020/07/01/hagia-sophia-erdogan-erase-turkeys-christian-past/
The Hagia Sophia is a wonder of the world. Museum status brought everyone together to admire the structure just as she is. It is a source of contention in its present-day use as a place of worship, but it is a shared treasure when it is a museum that belongs to humanity. Cheesy lol I know, but both Turkey and the world need more places that can bring people together like the Hagia Sophia has as a museum!
I feel like I’m all over the place lol here but I should also mention that not only does Turkey engage in the erasure of ethnic and religious minorities, it openly celebrates the violence perpetrated against these people. There are streets, schools, and parks named after the engineers of the Armenian genocide. Can you imagine a school in Germany named “Adolf Hitler Elementary School”? Reconciliation will not become a reality until the suffering of ethnic and religious minorities in Turkey is recognized and their pain is acknowledged.
In his analysis titled “Nowruz, Kemalism and Religion” (Taraf, March 21, 2012), Ahmet Altan pointed out that even though in theory it is not possible for the religion of Islam to converge with nationalism, there was a shared nationalist and statist mentality between Kemalists and religious Muslims in Turkey: “The greatest and most horrific victory of Kemalism was to be able to inject the poison of nationalism to the veins of religious people. 
This is from Şahin Alpay’s article “Where are the roots of Islamist Kemalism?” which explores the construction of Turkish national identity and how it exists despite the cognitive dissonance of religious Turks.
Here is an article which talks about the Islamic Society of North America’s condemnation of the move to convert the Hagia Sophia into a mosque: https://greekcitytimes.com/2020/07/14/islamic-society-of-north-america-condemns-turkeys-conversion-of-hagia-sophia/
Also, the debate over the conversion of the Hagia Sophia into a mosque has been going on for years! Funny enough, it tends to resurface when there are pressing sociopolitical issues that Turkish politicians don’t want to talk about (a failing economy...... the government’s poor response to COVID-19..... take your pick lol) or an election is coming up. It’s truly a disservice to Turkish people to reignite the fires of this debate now. Turkish people of all religious and political affiliations are losing their jobs and struggling to put food on the table - the storm that Hagia Sophia has created is very conveniently masking that. 
Some articles about the current economic crisis:
https://ahvalnews.com/turkey-debt/turkish-economy-headed-towards-further-crisis-under-unorthodox-management
https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2020/07/turkey-foreign-investors-flee-ankaras-isolation-grows.html
I want to end this on a better note - I love Turkey and I believe in Turkey. I know that reconciliation is possible and that dialogue can lead to a better Turkey for everyone. 
20 notes · View notes
yorgunherakles · 8 months
Text
kendinden, iç sesinden, iç dünyandan başka gidebileceğin yer yok.
6 notes · View notes
onhaber · 4 years
Text
'Ortak' NTV'de başlıyor
‘Ortak’ NTV’de başlıyor
Tumblr media
Sunuculuğunu Alp Kırşan’ın yapacağı programda; fon yöneticileri Barış Özistek, Rina Onur Şirinoğlu, Altan Küçükçınar ve Atıl Erken ‘ortaklık’ yolunda ilerleyecekleri girişimcileri arıyor…
İlk bölümde; otomatik kar lastiği zincir sistemi, 50 milyon aboneli mobil oyun, disleksili çocukların eğitimine yardımcı yazılım, kiralık araç pazar yeri projesi ve katlanabilir led ekran tasarımları ile 5…
View On WordPress
0 notes
seslimeram · 4 years
Text
Bir Yaradır Kanayıp Duruyor
Tumblr media
Bir yaradır kanayıp duruyor. Başı ve sonu belirgin kılınmayan, başı ve sonu muğlaklığın ta kendisine rehin bir cerahat sarmalında var edilmiş / güncellenmiş her yara yeniden ve yeniden kanıyor. Övgüler düzülüp, baş üstünde taşınmaya devam olunan devletli aklının zikri her durumda bu yaraları yeniden çoğaltıyor. Bir mefhum, bir mana, bir gündelik hal mesel değil her gün bambaşka açılardan çürümenin yol ve yönüne yeni istikametler tam teşekküllü olarak var ediliyor. Bir düzlemde yaralar kanayıp duruyor. Bir düzlemdeki tüm o cerahate gerilen kol kanat ile cürümlere çıkılan arkalar ile hayat meseli perişan ediliyor. Velev ki değil sahiden / doğrudan aralıksız bir cerahat güzellemesi bunu her ne olursa olsun devletliye // onun doğru bildirdiklerini yol bilip imal olunanlar bu sahadaki çürüme halini süreğen kılar.  
Fırtınaların ortasında bir yaşam emaresi kalmasın // bırakılmasın diyedir tüm çaba. Bazı yaralar aralıksız olarak kanatılıp, kesintisiz bir biçimde hayata kastın mefhumu kılınır. Kimi yaralar vardır el altından günü geldiğinde acının ta kendisi kılınır. Doğrudan yapılan her eylem bu halleri bildiriyor. Erk, muktedir, iktidar algısında, onun kurduğu her oyunda yaşam pratiklerinin altının oyulması kesintisiz kılınıyor. Biteviye var edilmiş olanların tüm o yekununda bir ülke tahayyülü yerle bir ediliyor. Demokrasi, eşitlik, adalet ve tüm o normatif, müştereken öncelikli olan mesellerin / bahislerin yıkımı aralıksız olarak var edilen cerahat kesintisiz kılınıyor. Derin büyük sınırsız çatlaklar bina ediliyor. Biyopolitik olan cerahat tahayyülünün yıkımı kalıcılaştırılıyor.
Ölümlerin kıyısına taşınmış, her gün biteviye eksiltilen, eksik konulan insani muamelenin artık esamesinin dahi okunmadığı bir cenah güncelleniyor. Cerahatin orta yerinde hakkın da hukukun da adalet mefhumunun ve hürriyet bahislerinin zerre-i miskali kalmasın diye çabalanıyor muktedir. Düzen, dünü ile şimdisinde, şimdi var ettikleriyle yarınlarda bu hal ve kötülük istencini taşımaya devam ediyor. Öyle bir ülke var edildi ki, Artsakh, Nagorno Karabakh’dan, Yunanistan’a, Rojava topraklarındaki işgal tahayyülünden Kıbrıs’taki tüm o kaotik yapının belirsizliğine, Libya’daki hala çetelerin peşini tutmaktan olmadık işlerin altında imzasını atıp, milliyetçilikten ırkçılığa evrilmiş bir düzlemin binasına her anlamda çürümüşlüğü günceller. Yaralar birbirileri içerisinde kaynatılıp, yıkımlar bina edilirken bu sahadaki coğrafyanın bir kader değil kederin ta kendisi olduğu ispat olunur. Böylesinden bir menzilin güncelliği, günü gibi bir yarın tahayyülü söz konusu edilebilir mi? Hala var mıdır böyle bir ihtimal?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2014'teki Kobani eylemlerine ilişkin soruşturması kapsamında gözaltına alınan 20 kişiden 17'si 2 Ekim'de tutuklanır. Ankara Emniyet Müdürlüğü'ndeki işlemlerinin ardından adliyeye gönderilen 20 kişi, soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcısına ifade verdi. Savcı, ifade işleminin ardından zanlıların tamamını tutuklama talebiyle nöbetçi sulh ceza hakimliğine sevk etti.
Hakimlikçe sorgulanan Nazmi Gür, Ayla Akat Ata, Emine Ayna, Emine Beyza Üstün, Bircan Yorulmaz, Bülent Barmaksız, Can Memiş, Dilek Yağlı, Günay Kubilay, Zeki Çelik, Ali Ürküt, Pervin Oduncu, Alp Altınörs, Berfin Özgü Köse, Cihan Erdal, Ayhan Bilgen ve İsmail Şengün tutuklanır. Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Gülfer Akkaya ise adli kontrol şartıyla serbest bırakılır. Yaraların her nasıl biçimsizce güncellene geldiğini bir toprak parçasında hayatı muhafaza / müdafaa etmenin nasıl yokuşa sürüldüğünü göstere gelen bir kırım geride bırakılır. Günlerdir üstüne oyunlar oynanan Kars belediyesi’ne de kayyım ataması vakit sektirmeden, silahlı külahlıların sahne almasıyla birlikte var edilir. Cerahat bunca dolaysız / doğrudan var edilirken, asırlık yaraların menzilinde hayata hiç yer açılacak, adıyla sanıyla bu coğrafyanın mesellerinden birisi ola gelen o Kürd sorununda nihayet bir çözümlemeye varılabilecek midir? Buna yanıtın bariz bir asla kılındığı yerin meselesine devam edelim;
Mezopotamya Ajansı’ndan Zemo Ağgöz’ün haberinden aktaralım: “Meclis Adalet Komisyonu Üyesi ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Ağrı Milletvekili Abdullah Koç, siyasetçilerin tutuklanmasının “hukuk katliamı” olduğunu söyledi. Gözaltı ve yargılama sürecinin hukukla ilgisinin olmadığına vurgu yapan Koç, “Ben de yıllarca ceza avukatlığı yaptım. Yıllarca sabahın erken saatlerine bu tür operasyonlarla uyandık ve saatlerce süren soruşturmalar oldu. Bu Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) olduğu süreci artık aratır hale geldi” dedi. Söz konusu suçlamaların 6 yıl öncesine dayandırıldığını anımsatan Koç, “6 yıl sonra ne değişti de siz böyle bir algı yarattınız? Kamyonlarca dosyalar oluşturarak, HDP’ye operasyon düzenliyorsunuz. İşin ne kadar komik, safsata ve ciddiyetten yoksun olduğunu bir iki örnekle açıklamak isterim. Emine Ayna’nın HDP'yle ilgisi olmadığı halde, bu konuda soruşturma konusu yapılıyor. Diğer yandan soruşturma adliyede devam ederken, arkadaşlarımıza adeta işkence çektirilerek ifadeleri alındı. Hiç gerekli olmadığı halde ikinci bir uzatma sürecine girildi” şeklinde konuştu.
Dosyada yer alan “gizli tanık” ifadelerine ilişkin de konuşan Koç, “Ceza mahkemesi sisteminde hukuki olmayan bir anlayış var şu anda. Bu hükümet bir ilke getirdi, ‘gizli tanık.’ Gizli tanığın olduğu yerde hukuk yoktur. Gizli ‘x, y’ şahıs deniliyor. Bunlar kimdir, nedir, avukatların ulaşma imkanı yok. Yargılanan veya itam edilen arkadaşlarımızın dahi kim olduğuna dair bir bilgileri yok. O kadar sıradan, ciddiyetten uzak ki 6 yıl sonra bir veya birkaç gizli tanıkla mevcut olan dosyayı destekleyip arkadaşlarımızı bundan dolayı gözaltına alıyorlar. Bu gözaltılarla yetinmeyip süresini uzatıyorlar, dosyaya gizlilik kararı aldırıyorlar. Ama arkadaşlarımız neyle suçlandıklarını bilmiyor. Avukatlar savunma yapacak, onlar da bilmiyor” ifadelerini kullandı.
Dosya üzerindeki gizlilik kararının da soruşturmanın hukuki olmadığının kanıtı olduğuna işaret eden Koç, “Dosyaya erişme olanağını ortadan kaldırılması hukuk katliamıdır. Aynı zamanda arkadaşlarımızın avukatlarıyla bir araya gelme olanağını da ortadan kaldırdılar. Avukatlara güvenlik gerekçesi gösterilerek uzaklaştırıldılar. Siz neyin güvenliğinden bahsediyorsunuz? Türkiye’nin tamamını zaten güvenlik çemberi altına almış durumdasınız. Her adım başında güvenlik güçleri, polis, jandarma var. Bununla da yetinmediniz, bekçileri getirdiniz. Toplum artık Türkiye’de nefes alamaz duruma geldi” diye belirtir.
Tumblr media
Erdoğan’ın, "HDP'nin varlığıyla yokluğu belli olmaz" sözlerini de hatırlatan Koç, “Fark var, çünkü bunları tarihe gömecek olan siyasal yapı HDP’dir. Bunu gördükleri için de yıllardır içinde bulundukları, bizzat Erdoğan’ın da yer aldığı süreci, hakimin Sırrı Süreyya Önder’e ‘İmralı’ya neden gittin’ sorusuyla yeniden sorgular hale getirilmesinin nedeni kesinlikle algı yaratmadır. Türkiye’yi yönetemedikleri için dönüp dolaşıp saldırabilecekleri tek yapı Kürt siyasal hareketi, siyasi yapısı ve HDP’dir. Bundan dolayı da sürekli bir saldırı halindeler. Dolayısıyla bunların gerçek anlamda iflas ettiklerinin göstergesidir” şeklinde konuştu.
HDP’nin 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla açıkladığı “Barışa Çağrı Deklarasyonu”yla” iktidara, muhalefet partilerine, demokrasi güçlerine ve aydınlara çağrıda bulunduğunu kaydeden Koç, “Türkiye toplumunun barışa ihtiyacı olduğunu söyledik. Bu saldırılara karşı bizim gerçek anlamda panzehrimiz demokrasi ve barış mücadelesidir. Bu çağrının toplumdaki karşılığı çok etkili oldu. Bu saldırıların bu kadar yoğun olmasının sebeplerinden biri de budur. HDP’nin mücadelesini, büyük şehirlerde gördükleri kazanımlarını gördükçe çılgına dönüyorlar. Çünkü o büyükşehirlerden yıllardır elde ettikleri ranttan yoksun kaldılar. Bu nedenle HDP’nin politikasını nerede görseler, onlar için saldırı sebebi oluyor. Bu nedenle yolumuz doğru bir yoldur. Demokrasiden, toplumsal mücadeleden, barıştan yanayız. Bu toplumu, ülkeyi demokrasiye, demokratik bir anayasaya kavuşturana ve Kürt sorununun demokratik yolda çözümü sağlanana kadar mücadelemiz devam edecek” diye konuştu.
İktidara seslenen Koç, “Ne yaparsanız yapın bizi bitiremezsiniz. 20 arkadaşımızı gözaltına aldınız, 17’sini tutukladınız, ama geride demokrasi mücadele verecek, barış çağrısı yapacak milyonlar var. Halkların artık bu yönde bir çağrısı, bekleyişi var. Artık bu politikaların sürdürülemez olduğunu herkes çok net bir şekilde görüyor. AKP-MHP hükümeti için bütün göstergelerin kırmızıya doğru olduğunu herkes görüyor ve mücadelemiz bu çerçevede devam edecek” diye kaydetti.”
Türkiye siyasetinin pragmatist sağcılıktan, olağan bir faşizme meyyal etmesinin yolunu ve rotasını çevirmesinin utancı kalır geriye. Hiçbir zaman işlevsel kılınmamış bir empati, bariz bir demokrasi mefhumun, hakkaniyet ve adalet tahayyülünün hiç edilmesi Kobane için gerçekleştirilen destek eylemlerini terörize ederek, terör faaliyeti klasmanına dahil ederek illa ki terör ama hep terörün müsebbibi kılarak var edilen bir akıl tutulması ile bir ve birlikte linç olunmak istenir. Altı koca yıl geçtikten sonra, nedense helikopterle gidilen tatil sonrası, tak şak emrin yerine getirilmesi gibi, insanlar gözaltındayken dahi ortada bir iddia söz konusu değilken var edilmiş yaftalarla hukuk çiğnenir, burası böylesi bir ülke kılınır.
Ayhan Bilgen bir açıklamada bulunur: Yeni Yaşam Gazetesi’nden aktaralım: “Kobanê soruşturması” kapsamında önceki gün tutuklanan 17 HDP’li isimden biri olan ve yerine kayyum atanan Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen, avukatları aracılığıyla sosyal medyadan mesaj gönderdi.
Bilgen’in Twitter hesabından paylaşılan mesajlarda hukuksuzluğa dikkat çekildi ve kazanımların boşa gitmeyeceği kaydedildi.
Bilgen’in söz konusu mesajı şöyle: “Herkese selamlar ve iyi pazarlar. Bizlere yaşatılan hukuksuzluk üzerine arayan, ziyaret eden, mesaj yayınlayan herkese teşekkür ederim. Şu bilinmelidir ki, Kars’taki hiçbir kazanım kaybedilmeyecek ve bu sahiplenme boşa gitmeyecektir.
Tutuklanma kararımızı kimin aldığını bilmiyorum ama kararı yüzümüze okuyan heyet tarihi bir iyilik yaparak Anayasa Mahkemesi kararını ve hukukun temel ilkelerini yok saydıklarını gayet açık bir biçimde göstermişlerdir.
Demokrasi varmış gibi davranmalarındansa bu kadar açık bir hukuksuzluğa imza atılması, Türkiye demokrasisi açısından çok daha değerli bir farkındalık ve kazanıma vesile olacaktır.”
HDP’nin şu katran karası menzilde erkan-ı muktedirinden, ana muhalefetine ol muktedire yanlayan sıfırlanması biraz daha zaman alacak faşist ortağından, sözüm ona ondan çağdaş, laf söz dinleyen aynı haltın laciverdi diğerinin mum gibi dizildiği yerde sözün savunulduğu bir çatı olması hali muktediri düşündürür. Onun dişinin kovuğunu gerçekten dolduracak kadar hakkaniyetten, adaletten ve demokrasinin asıl her ne olduğu konusunda ses veren bir zümre öyle ya da böyle derdest olunmak istenir! Bir hukuk devleti denilen yerin artık emirle, hedef alınanların linç olunduğu bir çukur kılınması da cabasıdır. Bütün ve belirgin bir biçimde memleketin nasıl ötekisi için zulüm sahnesine dönüştürüldüğü ol gitmeyecek / bitmeyecek bir ızdırap halinin müsebbibi olanlar eliyle artık dikkatlerden kaçırılamayacak kadar yalın bir özne kılınır.
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2014 yılı Merkez Yürütme Kurulu’nda (MYK) yer alan 17 siyasetçinin Kobani eylemleri gerekçesiyle tutuklanması, hemen ardından da HDP’li Kars Belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen���in görevden alınması üzerine Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) bir toplantı gerçekleştirdi.
HDP, toplantının ardından “Faşizme karşı direniş, ülkeye demokrasi ve adalet!” başlıklı bir açıklama yayınladı.
İktidar, demokratik mücadele dinamiklerini eritmek ve bir araya gelmelerini önlemek için tüm ideolojik aygıtlarını ve zor araçlarını devreye koymuş, başta partimiz HDP olmak üzere muhalif ve toplumsal mücadele yürüten tüm siyasi partileri, meslek odalarını, sendikaları, dernekleri, inanç gruplarını, kadın ve gençlik örgütlerini ortadan kaldırmaya; vicdanlı olan yazar, aydın ve sanatçıları yargı eliyle sindirmeye çalışmaktadır.
Partimize yönelik siyasi kırım operasyonlarının hedefinde de sadece HDP’nin değil partimiz şahsında bütün adalet ve demokrasi mücadelesini yürütenlerin mücadelesine, eşbaşkanlık ve eşit temsiliyet iradesine, ortaya konulan kadın özgürlükçü sisteme, kadın kırıma karşı kadınların ortak mücadelesine saldırı olduğunu biliyoruz. Son olarak partimizin önceki dönem MYK üyeleri ve milletvekillerine yönelik gerçekleştirilen siyasal etikten ve hukuktan yoksun iktidar operasyonu karşısında açığa çıkan dayanışma havası bu tespitimizin ispatı niteliğindedir.
Toplantımızda Kürt halkının ve Türkiye halklarının demokrasi ve adalet mücadelesine karşı başlatılan bu nefes aldırmayan saldırı dalgasına karşı özgürlük mücadelesini yükseltmek önümüzdeki dönemin temel yol haritası olarak belirlenmiştir.
Detaylarını önümüzdeki günlerde kamuoyuyla paylaşacağımız mücadele döneminin kaybedeni AKP/MHP iktidarı ve politikaları; kazananının demokrasi ve özgürlük mücadelesi olacağını şimdiden ilan ediyoruz! Bu inanç ve bilinçle coğrafyamızın tüm ezilen kimliklerine sesleniyoruz. HDP var oldukça adalet, demokrasi ve özgürlük umudu dimdik ayakta olacaktır! Ve Meydan okuyoruz! Faşizme karşı direneceğiz, ülkeye demokrasi ve adaleti hep birlikte getireceğiz!”
Demokrasi mücadelesi hepten eksikli kılınmış bir sahada cereyan eden, bir asır daha Kürd’ü sessizleştirmek, bir avuçtan az kalmış Süryani, Ermeni, Yahudi halklarının, tüm diğer Laz, Çerkes, Pomak, Arap, Nusayri, Keldani, Kıpti, Ezidi ve Alevi ve dahi Türk ile birlikte bir ortak mücadeleyi var etmesini sönümlemektir. Bu mudur layığı ülkenin! Bu kadar mıdır? Bir laf salatasından daha gerçekçi olarak doğrudan soralım, böylesi bir hal, bu kadar afaki bir dışlama ile bir ülkeye varılabilir, atılıp tutulan o demokrasi var edilebilir, sözü açılabilir mi, sahiden?
Misak TUNÇBOYACI - İstan’2020
Görseller: 1 ve 2
0 notes
kointimes · 5 years
Text
1 milyon Türk bitcoinden kazanç sağlıyor
Tumblr media
1 milyon Türk bitcoinden kazanç sağlıyor Türklerin en fazla kripto para yatırımcıları arasında yer aldığı ortaya çıktı. 1 milyon Türk yerli ve uluslararası sahalarda aylık ortalama 500-700 milyon dolarlık süreç yapıyor. Kripto paraya en fazla yatırım yapan  devletlerden birisinin de Türkiye olduğu ortaya çıktı. Ülkemizdeki kripto para yatırımcı rakamı 1 milyonu geçerken, aylık ortalama olarak  500-700 milyon dolarlık  süreç bandı  gerçekleştirildiği söylentiler arasında. Kripto para alım satım platformu Bitci.com'un Umumî Yöneticisi Onur Altan Tan, son araştırmalara istinaen  dünyada  2 binden fazla  kripto para borsası olduğunu ve bitcoin cüzdanları arasında da  günde 300 binden fazla  aktarım yapıldığını söyledi. Altan Tan, "Türkiye ise dünyadaki ülkeler arasında kripto paraya  en çok yatırım gerçekleştiren ülkeler  arasında yer alıyor. Ülkemizdeki  kripto para yatırımcısının rakamları 1 milyonu geçtiği öngörülüyor. Dünya  üzerindeki  en fazla kripto para tutan dilimin de %20 'yle yeniden Türkler olduğu düşünülüyor' dedi. Ülkemizde  kripto piyasasının hacminin 2019 yılında günlük 200 milyon dolara  kadar yaklaştığını vurgulayan Altan  Tan, "Ülkemizde faaliyet gerçekleştiren yirmiye yakın yerli platform vardır.Fazla  sayıda Türk kullanıcısı da dünyadaki diğer borsaları kullanıyor. Türkiye'de ki kullanıcıların gerçekleştirdiği günlük hacmin ise  500-700 milyon doları geçtiğini iddia ediyoruz" diye sözlerine devam etti. Hangisi ne kadar kazandırdı? Altan Tan, geçen yılda  en fazla  kazandıran yatırım araçlarından birinin  de bitcoin olduğunu söyleyerek, "Kripto parayla özdeşlemiş hale gelen  bitcoin geçen yılda  TL değeri cinsinden yatırımcılarına %90'a yakın kazandırdı. Google'ın ortaklık kurduğu Chainlink de geçen yılda en nihayeten kazandıran yatırımlardan biri oldu" bilgisini vermiş oldu. Paribu CEO'su Yasin Oral ise , küresel kripto para borsasının  2019 senesini 230 milyar dolarlık bir büyüklükle kapattığını söyleyerek, Ülkemizde de  aylık ortalama 500-700 milyon dolarlık bir  süreç hacmi oluştuğunu söyledi. Yasin Oral, "Kripto paraların dolar hacminde  performanslarına bakıldığında  bitcoin'in % 95, litecoin'in ise % 36 kazanç sağladığını  görüyoruz. Ethereum ise %4 değer kaybetti. Kripto paranın en değerli ünitesi olan  bitcoin 2019 yılında  önemli bir yükselme kaydetti. Chainlink de de bir  sıçrama oldu. Litecoin'de de yükseliş gözlemlendi. Dünyada görüldüğü üzere ülkemizde  de en fazla  ilgi gören para ünitesi bitcoin oldu. Onu takiben ethereum, XRP, XLM ve bitcoin cash." diye konuştu. 2020'de de yatırımlar devam edecek 2020 senesinde de devletimizin de kripto paraya olan ilgisinin artmaya devam edeceğini  düşündüklerini söyleyen Altan Tan, geçen senenin  Kalkınma Planı'nda yer alan mahallî dijital paranın da değerli olduğunun  bir kez  daha altını çizerek belirtti. Tan, ayrıca  kripto para borsalarında  büyük bir  dikkat çeken ve dört yılda bir gerçekleşen  bitcoin yarılanması sürecinin geçen senelerde  görüldüğü  üzere bu senede piyasalarda en fazla  konuşulacak bahislerin başını çekmesini beklediklerininden  bahsederek , mayıs ayında gerçeklenmesi beklenen bu sürece münhasır bitcoin tarafında yatırımcı ilgisini artıracak en değerli gelişme olarak dikkatleri çekeceğini söyledi. Yatırım yaparken nelere dikkat edilmeli Yasin Oral, bu durumda  yatırım yapmak isteyenlere de  şu tavsiyelerde bulundu: "Yatırım tavsiyeleri ve ayakları yere basmayan söylemlerle  değil akıllıca haberlerle  hareket etmek öenmli. Bu bahiste  yapılan yönlendirmeler noktasında açık asıllardan edinilebilecek gerçek haberlere dikkat  etmek gerekiyor. Yatırım yapılacak olan kripto paranın girişimlerini,  süreç hacmini, altyapısını ve fiyat grafiğini takip emek  iyi bir yol gösterir. Bir diğer önemli nokta da asılsız kar vaatlerine karşı son derece  dikkatli olmak. Bunların yanı sıra ferdî data ve varlıkların korunmasın da  kritik bir husus. Süreçlere dair detayları, şahsî dataları ve dijital birikimleri diğer bireylerle paylaşmamak gerekiyor. Ayrıyeten süratli fiyat değişimleri yaşanması ihtimaline karşı piyasayı dikkatli halde takip etmek gerekiyor." Read the full article
0 notes
dogumgunumesajlari · 7 years
Text
anlamlı kısa sözler hayatla ilgili
Başka Gezegenlerde Hayat Varmı? Diye Merak Ederiz; Sanki Bu Gezegende Yaşamayı Becerebilmişiz Gibi !! Alışın Ne Kadar da Kuvvetliymiş Be Hayat; -Benden Aldıklarını Nereye Koyuyorsun Merak Ediyorum . . ! Hayat bu kadar kısayken Sana ömrüm diyorum.. Alınmıyorsun Değil mi?.. Yanlış Hayat, Doğru Yaşanmaz.. Hayat çoğu zaman böyledir; sevdiğin başka sevenin başka! Çünkü hayat 'keşke' kelimesine sponsor. Hayat'a Rest Çekmiş İnsanlar İçin ; Kaybetmek Büyük Bir Mesele Değildir . . ! ”Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye bakarak anlaşılır.” "Hayat korkunun bittiği yerde başlar." -Osho Herkesi oyundan çıkardım Topu da kestim Evet lan camı da ben kırdım Evet "Adam olmayacak bu çocuk" sözündeki çocuk da benim ! Sıraya falan da girmiyorum Hatta başlarım hayat denilen oyununuza Ben gidiyorum... Hayata kaybederek başlayanın,geriye bir tek seçeneği kalmıştır.Kazanmak! - Çetin Altan Hayat Herkeze Adil Davranmıyor Kardeş , Kiminin Gözleri Renkli Kiminin Göz Altları. . ! Hayat Öyle OyunLar Oynuyorki Nereye Tutunsam Düşüyorum , Palyançonun'Da Dediği Gibi Ağlayamadığımdan Gülüyorum . . ! Yarını Hiç Birimiz Bilmiyoruz , Belki de Hayat Bu Yüzden Güzel . . ! Yanlış hayat doğru yaşanmaz..!!! Hayat işte. Yüzümüz güldü de, yüreğimiz gülmedi hiç bizim. Mert olduk, namertliği gördük. Vefalıydık, vefasızlığı yaşadık. Tutunduğumuz dallar elimize geldi, güvendiğimiz dağlara karlar yağdı. Sevdik söyleyemedik. Hep yanlış anlaşıldık. Hayat işte ; Sınandık , Aldandık , Yüreğimiz Yandı . - Ve Biz Hep Kaybettik ; Hayat Kazandı . . ! Hayatınızdan Çıkanlara Sakın Üzülmeyin Çürük Olan Meyve Ağaçtan Düşer. Hayatı ya yaşarsın ya da yazarsın ben yazdım sen yaşa.... Bazen birilerinin hayatında fazlayızdır, bu kadar basittir. Bize orada yer yoktur. Murat Gülsoy Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun. Che Guevara Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa.. Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet; Çünkü hayat çok kısa. Şems Hayat, çatIak bardaktaki suya benzer. İçsen de tükenir içmesen de. Bu yüzden hayattan tat almaya bak. Çünkü yaşasan da bitecek yaşamasan da! Eğer hayat bir sınavsa ben kağıdımı verip çıkmak istiyorum... Sen hayata ne verirsen hayat sana senin verdiğini geri verir. Ben hayata ne verdim bilmiyorum ama hayat bana ummadığım kadar değerli olan seni verdi. CANIM DOSTUM. “Bütün hafta, cumayı beklersin. Bütün yıl, yazı beklersin. Bütün hayatın boyunca mutlu olmayı beklersin.” Kişiye göre davranacaksın, küçükle küçük olacaksın hatta; ama seviyesizin seviyesine inecek kadar düşmeyeceksin hayatta. Paulo Coelho Hayat bazen insanları, birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır. Paulo Coelho Hayatın göIgesinde, hayatını yaşayanIarı izIerken, seninIe hayatı yaşayanIardan oImak ne güzeI bebeğim. Hayata hazırlanmaya ömrünü verir, fakat o hayatını yaşamaya fırsat bulamaz. Bazı insanları hayata baktığı pencereden, atmalı. Hayır, ben iyiyim. Sadece hayatım bok gibi sevdiğim insanları kaybediyorum, gitme diyemiyorum, uyuyamıyorum, özlüyorum ve yoruldum. Hayat sürekli bir tırmanıştır kimsenin emeğine ve yüreğine basmadan tırmanmak tırmanışın “inanca”sıdır. Bazen bir kelebeğin ömrü kadardır hayat…Ne kırmaya gelir ne de kırılmaya. Tabağına yiyebileceğin kadar yemek, hayatına sevebileceğin kadar insan al. İsrafın lüzumu yok. "Aklınızın takıldığı yer, hayatınızın takıldığı yer olabilir." Hayat Acımasız Bir Öğretmendir . Önce Sınav Yapar , Sonra Ders Verir . . ! Gidecek Yerin Kalmadığında , Zoruna Gider Hayat . . ! Hayat beklentilerle doludur ama o beklentiler hayatta değildir. Hayatı Terbiye Edemiyorsan ; Gülerek Küfredeceksin . . ! Hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız ama çok geç akıllanmamızdır. Benjamin Franklin Aldıklarımızla hayatımızı kazanırız verdiklerimiz ise hayatı hayat yapar. Arthur Asle Hayatın çeşitli güçlüklerine karşı üç şey hediye edilmiştir.. Ümit uyku ve gülmek. Kant Hayatınız kötü bir yola girmişse unutmayın; direksiyondaki sizsiniz. Marlynn Longston Hayatın yüreğine dokunduğunda, her şeyde bir güzellik bulacaksın. Hayat çoğu Kez istediklerimizi Vermez, Ama Bizden istediklerini Hep Alır.. Hayat dediğin nedirki. küçük bir çocuğun salıncağa bindiği ilk söz ( sallaa ) Hayatta bulabileceğiniz en doğru kişi, sizi tüm hata ve eksiklerinizle sevebilecek olan kişidir. Gözlerimde cümle çok, hayatımda neşem yok. Yapma ße Hayat ßén Acıyı SaDécé Soframda Sévérim... Hayat ile hayal arasındaki tek fark TL dir Hayata küstüğümüz falan yok sadece muhatap olmuyoruz... Hayat bir insan için yaşama sebebidir ,benimde yaşama sebebim sensin.... Hayat İyi, kötü, güzel, çirkin ve anladım ki YAŞAMAK DİRENMEKTİR.!!!!! Hayatı yaşanır kılan, hayaller ve onu rengarenk gök kuşağına dönüştüren kalbinizdeki insanın varlığıdır. Yaşlılar Her Şeye İnanırlar; Orta Yaşlılar Her Şeyden Kuşkulanırlar; Gençler De Her Şeyi Bilirler. Hayat sana arka arkaya dikenlerini gösteriyorsa sakın üzülme, aksine sevin. Çünkü çok yakında gülü de gösterecektir. Hayatı kendine Mendil Edersen; Daima göz yaşı dökersin. İnsanın iki hayatı vardır; biri yaşadığı, biri hayal ettiği. Umduğumuz Gibi Olsaydı Hayat, Sandığımız Gibi Yaşardık. Bulduklarımızla Yetinseydik, Kaybettiklerimize Ağlamazdık. Hayat, bir tabur vukuattır, kumandanı tesadüf (Cenap Şehabettin) Ey Hayat! Daha fazla yorma beni. Ben fazlasıyla ödedim senin uğruna kaybettiklerimin bedelini. Hayat İnsanı Bazen Öyle Bir Noktaya Getirirki ; Kimseye Zararın Olmamıştır Ama Sen Ziyan Olmuşsundur... En Kötü Yerinden Vursada Seni Hayat ; Besmele Çekerek Ayağa Kalk ..!! Hani Camlar Film Olunca Söküyorsun Ya Memur Amca Bizim Hayatımız Film Onu Nasıl Yapıcaz ..? Herkesin Cehennemi Farklıdır. Sadece Alev Ve Acıdan Oluşmaz. Asıl Cehennem, Yolunda Gitmeyen Hayatındır...!! Hayat Poker Gibidir Elin Kötü Olsada Her şey Çekeceğin Bir Reste Bakar. Sağ gösterip, sol vurmuyor bazen hayat. İkisini birden gösterip, kafa atıyor.. Hayat başlar ve biter. Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir aslında. 'Hayatınızın her gününü sanki bir dağa tırmanıyormuşsunuz gibi yaşayın Arada bir zirveye göz ucuyla bakın ki, hedefiniz daima aklınızda olsun; ama yalnızca zirveye odaklanıp, varılan her yeni noktanın farklı ve güzel manzarasını da kaçırmayın Hayatı hakedenler, yalnızca onu hergün kazanabilenlerdir Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır (CPAVESE) Yürüdüm geçtim kalabalıklar arasından; Kimsenin hayatına çarpmadan ... Hayat bir oyunsa zarları ben atarım Hayatta en büyük engel engelli olmak değil engellere karşı pes etmektir... Bazen hayat , zeytinin yağını çıkarıp sonra da o yağı tekrar zeytinin üstüne dökmek kadar garip. Bazıları Haddini Aşıp, Hayatıma Burnunu Sokarsa; Bende Saygımı Aşıp, Itinayla Lafımı Sokarım.. Çatlak Bir Bardakdaki Suya Benzer Hayat ; Sen İçsende Tükenir, İçmesende . . ! Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat okuyarak dinleyerek değil .. Hayatımdaki eksileri sildim artık artılarla yoluma bakıyorum. Hayat asla geç kalmayı affetmez.. Hayat dediğin bir bardak çay insan sadece bir kesme şeker.karıştırınca hayattan tat aldığını sanırsın.oysaki hayatın seni erittiğini tükenince anlarsın Hayat zorlu bir sınav gibidir sen her defasında işin kolayına kaçıp kopya çekersin ama o seni hep yakalar . Hayat güzel olsaydı doğarken ağlamazdık .. BAZEN hayat BİR kelebeğin ÖMRÜ kadardır; NE kırmaya GELİR NE de KIRILMAYA.... HAYAT YOLLARDAN ÇİZİLMİŞ OLSA BİLE BU YOLLARDAN BİRİNİ SEÇECEKSİN SEÇTİĞİN YOLLARDA ÖLÜM OLSA BİLE SELAM VERİP GEÇECEKSİN... Bir şeylere devam etmektir hayat.. ara sırada olsa başarmaktır.. ama asıl hayat unutmamaktır.. çünkü sahip olduğun her şey hatırladığın sürece senindir.. Mendil satan çocuğun burnunu koluyla silmesi kadar acımasız bu hayat. Bazen çok zordur hayat, akıntıya karşı kürek çekersin, yorulmak istemezsin ama... Yorulursun ! unutma hayatta hep olduğun kadar varsın. Kar yağarken birden güneş açmak gibiydi hayat Bu aralar hava güneşli bende Gömleğin düğmelerini iliklemek gibiydi hayat. en başta hata yaptığını, sonuna gelmeden anlayamıyorsun ! Hayatta ki en güzel şey; tüm kusurlarınızı bilmesine rağmen sizin hala muhteşem olduğunuzu düşünen birisinin olmasıdır. Hayat bir mini etek gibidir çok şey gösterir ama asıl görmek istediğini göstermez Hayat satranç oyununa benzer çok kez şah edersin fakat bir kez mat edersin..... Hayatta daima herhangi bir durum sonlanırken aynı zamanda yeni bir durum başlar. Bu bir hayat döngüsüdür. HAYAT BAZEN BİR YANLIŞIN TÜM DOĞRULARI GÖTÜRDÜĞÜ COK ACIMASIZ BİR SINAV OLABİLİYOR. Tek kişilik hayatta, çift kişilik hayaller kurmayacaksın... Kırılırsın..!! - Atilla İlhan Hayat Yaşayamadığımız BELKİLER, Yaşadığımız KEŞKELER, Ve İçimizde Tuttuğumuz NEYSE\'lerden İbaret.. Hayat deniz kenarında kumdan kaleler yapmaksa eğer dalgaların onu yıkacağını hesaba katmamaktır yaşamak Hayat insanın temelidir. Aşk ise sevginin ama hayat olmasaydı ne aşk kalırdı ne de sevgi....
26 notes · View notes
cevatcatal-blog · 6 years
Video
youtube
Murat Altan – Kar Kırmızı
0 notes