Tumgik
#aldı da bir yağmur
hosgeldinhuzun · 18 days
Text
Tumblr media
80 notes · View notes
amezhu · 2 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
229. BÖLÜM - Hünerli zar - Yuvarlanan hep yek kalbi korkutuyor -
Xie Lian Hua Cheng’e fısıldadı, “Mu Qing’e ne oluyor bilmiyorum ama Feng Xin Jian Lan ve cenin ruhunu arıyor. Acaba onlar…”
Diğer cennet mensuplarıyla birlikte ayrılmayarak cennet Başkent'te kalmış ve göklerin ve yerin aşağı yukarı gidip geldiği, sular altında kaldığı ve yandığı o seride sıkışmış olamazlar mı?
Ya da belki daha kötüsü. Belki de ikisi de şu anda Jun Wu'nun elindedir!
Tam o sırada Guoshi yan taraftan geldi, "Ekselansları, aramaya devam etmenize gerek yok. Eğer buradaysa saklanmak için bir neden yok. Burada çok fazla insan olabilir ama dikkat etmeye değecek kadar çok değil. Burada olmadığına göre, o zaman sadece bir yere gitmiş olabilir ve bu da onu takip etmenizi isteyeceği bir yerdir."
Xie Lian anladı, "TongLu Dağı mı?"
Guoshi başını salladı, "Belki de Mesafe Kısaltma rününü etkinleştirmiştir. Cennet Başkenti'nin yanı sıra onun en güçlü olduğu alan orası."‌
“Ha? TongLu dağına mı gidiyorsunuz?” Shi Qing Xuan haykırdı, “O korkunç yere???”
“Önceden gitmiştik.” Dedi Xie Lian, “Sorun değil, o kadar korkunç değil. Belki Mu Qing ve Feng Xin de oradadır.”
Ancak Guoshi uyardı, “Gardınızı düşürmeyin. Bu sefer gittiğinizde sizi orada bekleyen şeyler aynı olmayacak.” Biraz durakladıktan sonra devam etti, “Sanırım ikinizle geleceğim. En iyisi yardım etmeleri için birkaç güvenilebilir savaş tanrısı da bulmanız. Yaralanmamış olanlardan. Eğer yaralılarsa sizi aşağı çekerler.”
O halde bu gerçek bir zorluktu. “Güvenilebilir savaş tanrısı?” Xie Lian merak etti. Belki önceden birkaç güvenilir savaş tanrısı vardı ama artık pek kalmadı. Düşmüş, yanmış, bazıları kayıp, bazıları ise bacağına sarılan ve feryat eden bir çocukla. Hua Cheng konuştu, “Yardımcı aramaya gerek yok, hepsi işe yaramaz. Gege ve ben yeteriz.”
“Kesinlikle yeterli olmayacak.” Dedi Guoshi.
Pei Ming uzaktan itiraz etti, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, lütfen öyle kendinden emin, inandırıcı bir ses tonuyla ‘hepsi işe yaramaz’ demez misiniz!”
Shi Qing Xuan da içten bir kahkaha attı, “General Pei, çok fena yandın ve Lord Yağmur Ustası kadar fare bile kesemedin, yani neyi şikayet ediyorsun!”
Uzun zamandır Pei Ming’i görmemişti ama birbirlerini gördüklerinde Shi Qing Xuan hâlâ onunla alay etmekten zevk alıyordu. Yaralandığı yerinden bıçaklanan Pei Ming hiçbir diyemedi ve daha da stresli hale geldi. O sırada aniden bir ses geldi, “Bekleyin, ben de. Ben de geleceğim.”
Kalabalık kimin konuştuğunu görmek için ayrıldıklarında gerçekten de konuşanın Mu Qing olduğunu gördüler. Kim bilir ne zamandan beri kalabalığın en arkasında dikiliyordu. Xie Lian onun ortaya çıktığını gördü ve rahatlayarak nefes aldı, “Mu Qing? Ne zaman geldin? Öncesinde nereye gitmiştin? Senin de kaybolduğunu düşünmüştüm.”
Ancak Mu Qing “Ben hep buradaydım.” Dedi.
Hua Cheng kollarını çaprazladı ve ona yan gözle baktı, “Hep buradaydın, ama ne konuştun ne de yardım ettin, ha?”
Mu Qing ilgisizce cevapladı, “Ben her zaman buradaydım dedim. Sadece konuşmadım ve hiçbiriniz beni görmediniz, hepsi bu.”
Ancak, insanlara ihtiyaç duydukları birkaç durumda onu hiç bulamamışlardı ve arandığında bile cevap vermemişti, bu yüzden herkes General Xuan Zhen'in kaybolduğunu düşünmüştü. Xie Lian hâlâ Feng Xin'in de kalabalığın arasında olabileceğinden umutluydu, ancak onu aradıklarında bulamadılar yani Feng Xin gerçekten de orada değildi, bu yüzden sadece "Pekâlâ. Yardıma mı geliyorsun? Bu harika, sonunda işe yarar biri çıktı." diyebildi.
Mu Qing'in geldiğini gören hem Guoshi'nin hem de Hua Cheng'in yüz ifadeleri şaşırtıcı bir şekilde ilk kez aynıydı. Her ikisi de Mu Qing'den uzun zamandır hoşlanmıyordu; Hua Cheng'in durumu hakkında konuşmaya gerek yoktu, ancak Guoshi başından beri Mu Qing'i öğrencisi olarak kabul etmek istememişti ve görünüşe bakılırsa Mu Qing gibi bir yardımcısı olacağına hiç yardımcısı olmamasını tercih ettiği kolayca tahmin edilebilirdi. Mu Qing de onların bu tutumundan habersiz olamazdı ama yine de yaklaştıktan sonra Guoshi'nin önünde eğildi ve sessizce "Usta" dedi.‌
Guoshi başını salladı ve pek bir şey demedi. Sonuçta, Mu Qing'in iğrenç bir şey yapmış olması ya da suçlu olması gibi bir durum söz konusu değildi ve yardım etmeye geldiğinden onu gitmekten alıkoyacak hiçbir neden yoktu. Shi Qing Xuan’a döndü, “‘Ekselansları’ devasa ilahi heykeli burayı koruyacak. Kederli ruhların arınmak için hâlâ birkaç güne ihtiyacı var ve burada çok fazla kişi olduğundan, dizilişe dikkat edin, kendinize iyi bakın.”
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Tabii ki, ama bekleyin, ihtiyar, size çoktan birkaç kez sordum ama cevap verir misiniz, kimsiniz?”
Guoshi cevaplamadı. Grup, Hua Cheng'i takip etti ve yan taraftaki bir malikanenin ön tarafına doğru yürüdü. Hua Cheng kolayca bir zar attı ve kapıyı açmak üzereydi ki beklenmedik bir şekilde‌ sıradan bir bakış attı, renkleri hafifçe değişti.
Xie Lian keskin gözlere sahipti ve bunu anında yakaladı, “Ne oldu San Lang? Mesafe kısaltma rünü aktif olmuyor mu?”
Hua Cheng geri çekildi ve gülümsedi, “Hayır, sadece, Bu tür sonuçların ortaya çıkması benim için nadir görülen bir durum.”
 Avcunu Xie Lian’a açtı. Xie Lian bakmak için yaklaştı ve o da şaşırmıştı.
Soğuk beyaz avcunun içinde yalnız bir zar vardı ve gösterdiği de sadece ‘bir’ noktaydı.
Tumblr media
Hua Cheng her zar attığında ona her zaman altı nokta gelirdi ve cidden tek nokta gelmesi çok nadirdi.
Xie Lian'ın kalbinin ucu titredi, “…Bu dönüş ne anlama geliyor? Yanlış mı yuvarladın?”
“Deneyimlerime göre, muhtemelen bunun anlamı orada beni aşırı derecede tehlikeli bir şeyin beklediği.” Dedi Hua Cheng.
“…”
Xie Lian'ın kalbi biraz yalpaladı. Arkalarında Guoshi konuştu, “Hıh, siz genç çocuklara kumarın kötü bir şey olduğunu ve bu kötü alışkanlığı bırakmanızı söylemedim mi? Ekselansları görüyor musunuz? Ne tür kötü bir alışkanlık edinmiş!”
Kötü bir alamet, ama Hua Cheng hâlâ sakin görünüyordu ve gülümseyerek zarları sıkıştırdı, “Bu sadece bir referans, ne çıktığının önemi yok. Tehlikeli olup olmadığı benim fikrim.” Peşinden kapıyı açtı, “Gidelim, Gege.”
Döndü ve tam eşiği geçmek üzereydi ki Xie Lian bilinçsizce uzanıp onu geri çekti, neredeyse "Artık gitme," diyecekti ama Xie Lian düşünmeden bile bunun imkânsız olduğunu biliyordu. Sonunda yumuşak bir sesle, "Gidelim ama yanımdan ayrılma, bir şey olursa seni korurum," demekle yetindi.
Bunu duyan Hua Cheng şaşkına döndü.
Dudaklarının köşelerinin kıvrılması ve kocaman bir gülümsemeyle, "Pekâlâ. Gege, beni korumayı unutma."
"..." Mu Qing yan taraftan izliyordu, gözlerinde ne üzüntü ne de tiksinti okunuyordu. Hua Cheng kapıyı açar açmaz kavurucu bir sıcaklık dalgası yüzüne çarptı ve yüzündeki tuhaf ifadeleri yok etti.‌
Yanardağ kısa bir süre önce patlamıştı ve gökyüzünü kaplayan toz ve küller henüz dağılmamıştı. Eskiden ormanların ve toprağın olduğu yerler şimdi alev alev yanıyor, ateşler canlı olan her şeyi yutuyor, her yer kıpkırmızı, ateşli bir cehennem gibi görünüyordu. TongLu Dağı eski görünümünün tümünü kaybetmişti.
Xie Lian ve beraberindekiler daha yüksek bir tepede bulunan kayalık bir mağaradan çıktılar ve dışarı çıktıkları anda havadaki küllerden neredeyse boğulacaklardı, "O gerçekten burada mı?"
“Muhtemelen ocağın yakınlarında.” Dedi Mu Qing.
"Volkan patladı, muhtemelen ocağın yakınında kalacak bir yer yok."
Ancak Guoshi, "Nerede olduğunu biliyorum, eğer orası yok edilmediyse beni takip edin, oraya vardığımızda göreceksiniz" dedi.
Grup onu takip ederek yüksek tepeden aşağı indi ve Hua Cheng yol boyunca Xie Lian'ın önünde yürüdü. Adım atmayı zorlaştıran molozların ve uzun otların olduğu yerlerde, önce yolu düzleştirmek için yukarı çıkıyor, sonra Xie Lian'a ulaşmak için geri dönüyor ve ona yardım ediyordu.
Xie Lian muhtemelen çok daha hızlı inerdi - tepenin en yüksek noktasından kayarak aşağıya kadar yuvarlanırdı.‌ ‌
Xie Lian kaymasa da beklenmedik şekilde başka biri kaydı –Mu Qing arkadan geliyordu ve birden ayağı kayıp dengesini kaybetti. Xie Lian ona en yakın olandı ve hızla elini yakalayarak onu tuttu, “Dikkat et!”
Mu Qing kendine gelmeden önce hafifçe sarsıldı, “Biliyorum.”
Xie Lian kesinlikle Mu Qing’in garip davrandığını düşünerek bıraktı. Kafasını çevirdi ve aniden bir şey hatırlayıp hızlı bir koşuyla Hua Cheng'in yanına geldi ve sorusunu fısıldadı, “Bu arada, San Lang, Mu Qing ve Feng Xin karlı dağın zirvesinde kavga ediyordu, ne dediklerini duydun? Neden aniden çok sinirlenmiştin?”
Bunu duyunca Hua Cheng'in yüzü hafifçe soğudu ama bir an sonra gizlendi, “Ah, o mu? Sadece düşünmeden konuşuyorlardı ve Gege hakkında saygısızca konuştular, hepsi bu.”
“Ha?” Xie Lian sordu, “Ne gibi?”
“Gege’nin bilmesine gerek yok.” Dedi Hua Cheng, “Kulaklarını kirletir. Gel, aşağıdayız.”
Dördü uzun bir bayırdan aşağı indiler, biraz yürüdükten sonra yolları bir nehirle kapatıldı. Nehirde akan temiz su değildi, hala patlayan kızıl bir akıntıydı -- kavurucu bir lavdı!
Bu kavurucu sıcaklıkta normal insanların içine girmesine gerek kalmadan yakınına giderek bile sıcaklık dalgasından ölürlerdi. Ne var ki hiçbiri ölümlü değildi ve bu kemik-eriten diyara tahammül edebilirlerdi. Guoshi yüzündeki terleri silmeye devam etti, “Tam karşıda olmalı. Bu yer kale hendeği olarak kullanılırdı, ama artık bu hale geldiğine göre karşıya geçemeyeceğiz.”
“Muhtemelen nehri geçmemize yardımcı olacak bir şeye ihtiyacımız olacak.” dedi Xie Lian.
7 notes · View notes
bunudaburayayazdim · 11 months
Text
Tumblr media
Bu fotoğraf için küçük bir hikaye yazıyorum hemen. Yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Her zamanki gibi işten eve dönüyordu. İşte yaşananlar kafasını o kadar çok kurcalamıştı ki her gün yanından geçerken selam verdiği büfedeki yaşlı adamı bile unutmuştu. Hızlı hızlı yürürken bir anda kafasında büyük bir ıslaklık hissetti. Yağmur yağmurdu, o zaman bu düşündüğü şey miydi? Yavaşça elini kafasına götürdü ve kafasındaki ıslak yere dokundu. Ne yazık ki düşündüğü şey olmuştu. Gökyüzüne bakarak "Lanet olsun, beni mi buldunuz martılar!" diye bağırdı. Ve bir anda gökyüzünün, denizin ve kuşların oluşturduğu o resmi gördü. Na kadar da güzeldi. Belki de o martı ona bu iyiliği yapmasaydı fark edemeyecekti. Biraz durmaya ve bu güzel manzarayı izlemeye karar verdi.
Havanın kasvetli griliği ruhuna anlamadığı bir şekilde iyi geliyordu. Ara sokaklardan evine gitmek yerine yolunu biraz uzatıp deniz kenarından gitme kararı aldı ve ağır adımlarla, belki de yıllar sonra ilk defa manzaranın tadını çıkararak yürümeye başladı. İyice karararak fırtınanın geldiğini belirten bulutlar insanları evlerine kaçırmıştı ve bu da işine gelmişti. İnsanların gürültülerinden kaçabildiği böyle güzel bir manzarayı kolay kolay bulamazdı, o da biliyordu. O yüzden her adımının tadını çıkarıyordu. Birkaç saniye sonra ilk damla eline düştü, onu yüzlerce ufak damla takip etti ama aldırmadan ağır ağır yürümeye devam etti yağmur hızlanırken. "Tüm ihtiyacım bu" diye geçirdi içinden ama biraz erken konuşmuştu. Kafasını çevirdiğinde elinde şemsiyeyle kendisine koşan birini gördü. Yağmurun vücudunda bıraktığı hafif üşüme hissini sıcak bir hisle kaplayan bu yüz, tanımadığı bir yüzdü. Şaşırdı, burada yaşayan herkesi tanıdığını sanıyordu. O düşüncelerine dalmış bir şekilde kadının yüz hatlarını ezberlerken, kadın yarı gülümser bir şekilde hızlı adımlarla kendisine yaklaşıp şemsiyeyi ikisinin üzerine gelecek şekilde konumlandırmıştı. İkisi de gülümsediklerinin de, dakikalardır yağmurun altında konuşmadan birbirlerine baktıklarının da farkında değildi. O yağmurlu günde, bir rota değişikliği iki hayatın rotasını değiştirmeyi başarmıştı.
15 notes · View notes
gokyuzununyasi · 10 months
Text
İçimdeki sıfır çarpanını kendime bölünce belirsizlik buldum.
Saat gece yarısını geçti. Yaşım yirmiye dayadı merdivenini. Uykum bu gece benim değil, baş ağrılarımın tuttu tarafını. Neyseki bu gece ben kendimin tarafındayım. Kaç hafta ya da kaç ay oldu bilmiyorum ama kendimi görmekten o kadar korktum ki beni yansıtıyor diye yazmadım. Tek taraflı bir ateşkes imzaladım cümlelerle. Sanırım bu gece hatta bu süreçte sadece anlayış ile doluyum kendime. Nefretimi kimin mezarına ektim bilmiyorum ancak kendi kefenimi kontrol ettim cepleri yırtık değildi. Şüpheli ve de nihayet. Kendimle barıştım. Benim suçum değildi. Kabullenmemin yıllarımı almasını geçtim beni de benden aldı. O yüzden şimdi döktüğüm bu gözyaşları gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki kendi kucağıma yattığım için. Ben elimden geleni de yaptım, ardını da açık yüreklilik ile fazlasını da. Bundan ilerisi gerçekten boyumu aşıyor, yüzmeyi de pek sevmem dalgalı denizde. Bundan ilerisi zaten yolun sonu olur benim için. Bütün anlamlarıyla. Daha önceleri neyi istediğimi öylesine iyi bildiğimi sanıyordum, şu an elimde sadece neyi istemediğim var. Ki bunu da söylemeden geçemeyeceğim: ellerim gri. Sorumluluk almak da ödünç vermek de korkunç sancılıymış. Bu bir tercih meselesi bile değildi. Bir kere aşınca tam manası ile asla bırakılmayan, kendinin unutulması istemeyen kıskanç birisiymiş. Bu belki de kendime bir “hoşgeldin” yahut “güle güle” o yüzden eteğimdeki tüm harflerimi dökücem. Aslında döksem mesela tüm içimi. İçim dışıma çıkana kadar ağlarım. Pınarlarım kurudu inan. İçimde birisine ama kime sesleniyorum bilmiyorum. Gölgemi kaçırırsam bu hengameden kurtulurum sandım. Saye diye çığlıklarımı hep bundan attım. Şimdi cesaretimi topladım arkama baktım; yok saye falan. Gölgem bile yok. O sorumluluğu ben işte öyle yalın sırtlandım. O yüzden saye falan değil bu kez. Bak kızım yağmur. Kendine hor davranmayı kes. Müziği biraz azalt. Yemek yemeyi unutma. O vitaminleri al. Çıkman gereken doktor kontrollerini artık aksatma. Aynalara göz devirmeyi de unut artık bi kırığın bitişinde. İyiyim demeyi azalt. Güçten, güçsüz düşecek kadar güçlüsün. Kimse bilmez ama ben bilirim. Kumsallar anlamaz yağmurun neden yağdığını, okyanus üstünden gidene kadar. İnsanları da görmek istediğin gibi görmeyi bırak. Olduğu gibi gör. O gerçekten öyleymiş. Yangın kendi saçına gelene dek, aynanın karşısında tararmış. Dene ama sevmeden sevilmeyi. Soluna çok yüklendiğinden şaştı dengen. Kime neyi anlatıyorsam. Tamam. Sus. Kapat konuyu. Düşüncelerim var işte öyle benim pas tuttu üzerlerini ama yokluyor arada aklımı. Sus. Saçma. Çok kez öldüm. Ölüm çare değil. Neden biliyor musun? Çünkü benim mevsimim değişti. Kışın ortasındayız ama bu bir kış yağmuru değil. Bu benim ilk yağmurum da değil. Bu benim belki de kasımın sonunda nisan yağmurum. Biri değil, yani şakası da yok. Mevzu bahis bile değil tercih için de ve içimde.
21.11.23 01.32
10 notes · View notes
yalnzardc · 6 months
Text
Nuh aleyhisselâm
* Nûh b. Lemek (veya Lemk) b. Mettu Şelah b. Ahnuh (veya Uhnuh) (Yani İdris aleyhisselam) b. Yerd (veya Yarid) b. Mehlail b. Kayn (veya Kaynan) b. Enuş b. Şîs b. Adem aleyhisselam.
* İdris Aleyhisselâm'ın torunlarındandır. Ondan sonra ilk gönderilen Peygamber Nuh Aleyhisselâm'dır.
Kırk yaşında Peygamber olmuş, dokuzyüz elli sene kavmini dine davet etmiş, tufan hâdisesinden sonra da ikiyüz elli sene daha yaşamıştır.
* Ona peygamberlerin şeyhi denir Çünkü o, peygamberlerin en uzun ömürlüsüdür.
* Hazreti Nûh'un dört oğlu oldu. Bunlar: Hâm, 2) Sam, 3) Yafes, 4) Kenandı.
* Alûsi şöyle der: Nuh (a.s.)'un Küfe topraklarında oturduğu ve orada peygamber olarak gönderildigi bilinmektedir.
* Nuh aleyhisselamın meskeni Irak'ta idi.
Kral mahvil Nuh aleyhisselamın tutuklanmasını emretti. Nuh Aleyhisselâmın duası ile kral ölünce yerine geçen oğlu dermesil Nuh Aleyhisselâm'ı serbest bıraktı. Daha sonra Nuh Aleyhisselâm'ı öldürmeye kalkıştılar. Nuh aleyhisselam, kendisine zulmetmekten geri durmayan kavminin arasında dokuz yüz elli yıl kaldı.
* Nuh Aleyhisselâm'ın dua etmesinden sonra Yüce Allah, Nuh aleyhisselâma, ağaç dikmesini emretti.
O da dikti. Nûh aleyhisselamın diktiği sac ağacı, kırk yılda büyüyüp yetişti ve boyu üç yüz zira'ı buldu.
Yüce Allah, dikilmiş ve yetişmiş olan ağaçları kesip gemi yapımında kullanmasını Nuh aleyhisselama emretti.
Nuh aleyhisselâm, marangozdu. Ağaçları kesti. Kuruttu.
Nasıl gemi yapılacağını bilmiyordu ki Allah ona öğretti. 3 yıl gemi yapımıyla meşgul oldu
Gemiye binildiği zaman, Receb ayından on gece geçmiş bulunuyordu.
Sular dağların tepesinden on beş zira' yükseldi.
Güneşin ve ayın ışığı karardı. Dünya karanlık içinde kaldı. Gece gündüz bir oldu.
Yağış kırk gün sürdü.
Nuh aleyhisselamın gemisi, hiç durmadan altı ay su üzerinde dünyanın her tarafını dolaştı.
Yüz elli gün dolaştığı rivayeti de vardır.
Nuh aleyhisselâm, Cûdî Dağı'nda bir ay kalıp" sular çekildiği ve yerler kuruduğu zaman, yanındakilere birlikte Muharrem ayının onuncu günü, dağdan indi.
* Nûh (a.s.) ise tufandan iki yıl öyle çalıştı ki, gemiyi bu iki yıl içinde tamamladı. Geminin uzunluğu üç yüz kulaç genişliği altı kulaç yükseklik de otuz kulaçtı. Gemi üç katlı. Alt katta dört ayaklı hayvanlar oturacaktı. Orta kat ��demoğulları içindi. Üst kat ise kuşlar içindi.
Rivayetlere göre su kırk kulaç yukarı çıktı.
Nuh'un (a.s.) gemisi altı ay su üzerinde kaldı.
Nûh (a.s.) Recep ayının onuncu gününde gemiye girdi ve mübarek Muharrem ayının onuncu günü olunca gemiden çıktı.
Nuh (a.s.) gemiden çıktı. Kırk gün Cûdi dağının üstünde kaldı.
* Hz. Nuh bir gemi yapmakla Allah tarafından emrolundu. Gemiyi yapar yapmaz şiddetli yağmurlar yağmaya başlamış, yeryüzü bir deniz kesilmişti. Hz. Nuh kendisine iman edenleri gemisine aldı. Bunların sayısı kırk erkek ile kırk kadından ibâret bulunuyormuş. Bunların içinde Hz. Nuh'un Sam, Ham, Yafes adındaki oğulları da bulunuyordu. Yam veya Ken'an adındaki oğlu ise Hz. Nuh'a isyan ederek gemisine binmemişti. Nihâyet gemi dışında bulunanlar tamamen suların dalgaları arasında kalarak helak olup gitmişlerdi. Daha sonra yağmur kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, gemi de Musul civarında Cudi denilen dağın üzerine Muharrem ayının onuna rastlayan aşure gününde oturmuştur. Hz. Nuh bu gemiye uygun gördüğü hayvanlardan da birer çift almış bulunuyordu.
* Hz. Nuh'un dine davetine rağmen kavminin büyük bir kısmı küfr içinde yaşıyorlardı. Bir rivayete göre iman edenlerin sayısı (78) erkek ile kadından ibaretti. Bunların sekizi Hz. Nuh'un ailesi bulunuyordu ki: Onlar da Hz. Nuh'un bir eşiyle üç oğlu ve bunların üç hanımı idi.
* Rivayete göre Hz. Nuh, gemiyi abanoz ağaçlarından yapmış iki veya dört senede bitirmiştir. Bu gemi, ilk yapılan bir gemidir.
* Rivayete göre, Nuh Aleyhisselam, Recep ayının onuncu günü gemiye binmiş. Muharremin onuncu günü gemiden inmis ve Cenâb-ı Hak'ka şükr için o gün oruç tutmuştur. Binaenaleyh Muharrem'in onuncu günü oruç tutmak bir sünnet bulunmuştur.
* Nah aleyhisselâm; Karda'da Semânîn diye anılan yerde, yanındakilerden her birisi için birer ev yaptı.
Semanin: Musul'un üst tarafında, Ibn Ömer ceziresinin yakınındaki Cûdı Dağı'nın yanında bir beldeciktir.
Bir müddet sonra Semânîn halkı, vebaya tutuldu.
Nûh aleyhisselâm ile oğullarından başka, hepsi öldü.
* Rivayetlere göre Nuh (a.s.) tufandan sonra 300 yıl daha yaşadı.
* Nuh Aleyhisselamın kavminşn taptığı putlar : sâvâ, ye'ük, vedd, yeğus, nesr
* Nuh Aleyhisselâmım Şemaili
uzun boylu, esmer, ince tenli, uzunca başlı, bayak gözlü, uzun ve enli sakallı, iri vücutlu idi. Kendisinin kolları ve bacakları ince, uylukları etli idi.
6 notes · View notes
famousangelg99 · 9 months
Text
Bizim afedersiniz g*tümüz kurtlu!!! Amannn bize gezmek olsun İstanbul olsun da!!😀
Yine yolumuz İst.a düştü!!!
Şimdi oturun anlatıyım olaylar şöyle;
Ablam, eniştem ve minik turşum (20 aylık oldu) yurt dışına Karadağ'a gideceklerdi.. E evde de bitane yaramaz bir kedoları var ya (Leon the bal gocu çocuk) bu asortikler Leon'u bırakıcak kedileri okşaya okşaya tahminimce üzerinde kulakları ve kuyruğu oluşmuş, zamanla kediye dönüşmüş ablamızın o zaman diliminde müsait olmadığını öğrenmişler. Ee biz bakarız nolcak dedik annemle ve otibize atlayıp İst.a geldik.
Ben yine obiletten bilet aldım ama farkettik ki, obiletin sisteminde gösterdiği otobüs ve koltuk çizelgesiyle gerçekteki otobüs tutmuyor. Muavinin üstünü işaretliyoruz, birimiz ikili koltuklardan birine denk düşüyoruz, birimiz tek kişilik koltuğa oturmak zorunda kalıyoruz. E, en arkadan alalım dedik bu seferde arkanın önü aldığınız biletteki numaralar dediler.
O yüzden dikkatli olun internetten bilet alırkene.
Beş buçuk saatte Alibeyköy'e vardık. Sevgili eniştem V. Çlk (çilek mi çelik mi bilemeyin😀) bizi ordan aldı. Yeğenimi uzun süredir görmüyordum eve zor vardım. Eve gelince bir kucak yaptık bütün dünyalar benim oldu.
Allah'ın mucizesine şaştım kaldım.
Küçücük bir sıvıdan kemikli etli bir insan meydana geliyor, bir de büyüyor, bir de yürüyor, bir de konuşuyor. Ufffggg.... Beynim yandı yüce Allah'ım... Sana hayran olmamak imkansız!
Bu arada Mapöla'm aşağıdaki spor salonuna inmemem için beni uyardı. Neymiş efendim spor yaparken orama burama bakarlarmış, spor salonları tehlikeli yerlermiş, kas yığını Hulk bozuntuları ordan çok kız düşürüyomuş da muş.. Tamam gitmem dedim onun yerine bir hamburger menü gömdüm.. Ooooohhh sefamm olsunn! Sen kaşındın napiim🙄
Onlar evden gider gitmez üstüne bi de waffle söyledik. Çatal bıçak kullanarak büyük bir kibarlıkla waffle'ı bir güzel gömdük. Hergün koşsak bile o bir porsiyon waffle'daki glikojen bize 1 yıl yeterdi heralde! Ama hamur, çikolata ve meyve güzel bir icat.. RIP Mr. Waffle bey...
Valla İstanbul'da paran varsa iyisin diyolarda, artık heryerde paran varsa hayat güzel.. Annemin de en sevdiği tatlı waffle'dır ve annem işte yaşamak bu dedi yerken, bi tuhaf oldum🥹 Ama cennete gidelim, ekstra Nutella'lı bile söyleyebiliriz orada tahminimce😀 Çünkü Allah-ü teala'nın Kur'an-ı Kerim'de bahsettiği gibi biz kulları orada dünyada hiç görmediğimiz yiyecekleri bile bulabilecekmişiz.. Cennet hayali de olmasa, çekemeyeceğim bu şişko çirkin dünyayı.. Sabredenler, müjdeler olsun!
Maslak'da oturuyorlar ablamlar ve yazın bile geldiğimde yağmur yağıyor buraya.. Yine yağmurlu ve çok romantik.. Yeni yıl geliyor ve ben hem korkulu hem de umutluyum... Allah bizi onsuz bırakmasın! Çünkü bütün umudum onun benden razı olup cennetine alması! Bu yalan dünyaya da, içindeki kullarına da minnet etmem! Bence bu dünyayı çekilir kılan tek sebep, Rabb'imden gelen sevgi rızkı benim için! Şimdi yeni yıl dileklerinizi bu ağaca fısıldayın!! O hep duyuyor!
Tumblr media
Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemem! Ama bazen kabul olmayan dileklerimizin içinde de bir hayır olabilir! Onu ancak "O" bilir! Elimizden geleni yapalım, hatta limitlerimizi zorlayıp en iyisini yapalım ve Allah'a yönelip tevekkül edelim! Yalnız ben yeni yıla uyuyarak gireceğim çok büyük ihtimalle.. İnşAllah 00.00'a burplemem denk gelmez!😄 İyi seneler herkese! Sahip olduğumuz herşeyin ama herşeyin değerini bilmek dileğiyle!
2 notes · View notes
hosgeldinhuzun · 19 days
Text
99 notes · View notes
dramatik-buluntular · 2 years
Text
YÜRÜYÜŞ PEDAGOJİSİ
Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü ile karşılaştığım günden beri kendimi huzursuz hissediyorum, huzursuz bir ruha sahibim. Bunun etkisini azaltmak için uzun yürüyüşlere çıkıyorum bu aralar, zihnimin kapılarını açık bırakıyorum yol üstünde iyi bir şeyle karşılaşırım diye. Sonra kayboluyorum insanın düştüğünün kesinleştiği isimsiz ormanlarda, bir müddet kendimden haber alamıyorum. Bilmediğim sokaklarda tekrar ortaya çıkıp devam ediyorum yürümeye. Yürüyüşün bir reddetme biçimi ve sıradanlığa karşı bilinçaltımın oluşturduğu bir serüven olduğunu düşünüyorum.
“Limandan bir gemi giderdi Sen kalkıp ona giderdin Benzin mum gibi giderdin Sabaha kadar kalırdın Hayırsızın biriydi fikrimce Güldü mü cenazeye benzerdi Hele seni kollarına aldı mı Felâketim olurdu ağlardım”
Şu üçüncü şahsın şiirindeki şahsa çok takmıştım bir ara, bir kalbin böylesine parçalanışına izin verdiği için hiç affetmemiştim. Felaketim olurdu her okuduğumda bunu. Hele şu iki dize: “Benzin mum gibi giderdin/Sabaha kadar kalırdın.” Ağlamazdım ama çok kızardım. Onu bulup konuşmak, öfkeyle bazı şeyler sormak istiyordum. Uzun uğraşlardan sonra adresini öğrendim. Bu kez çok eskilere doğru yürümüştüm. Unutulmuş bir bahçenin içinde eski bir evdi geldiğim yer. Emekliye ayrılmış ağaçlar karşılıyor insanı ilkin. Yapraklarında anı tozları. Tozların içine gizlenmiş şiir parçacıkları. Sözcükleri sökülmüş o evin kapısını çaldım, uğranılmamaktan yaşlanmış bir kadın açtı kapıyı. Bir kadın, hikâyesi bittiği için yaşlanmış. Bir kadın, bütün bedeni uzaklara bakıştan yapılmış.
“Merhaba, üçüncü şahsın şiirindeki şahsı arıyordum, burada yaşıyormuş, onu görebilir miyim” diye sordum. Yüzüme baktı bir yanlışa bakara gibi. “O şahıs bu şiirden taşındı, yıllar önce,” dedi. “Nereye taşındı peki?” “Unutma Yöntemleri adında bir kitaba” “Nasıl bulabilirim bu kitabı?” “Bilmiyorum, henüz kimse bulamadı.”
Bildiğim bütün kitapçıları ve sahafları dolaştım, aramadığım yer kalmamıştı. “Unutma Yöntemleri” adındaki o kitabı bulamadım. O yorgunlukla bir tren istasyonunda, artık kullanılmayan, paslanmış tren raylarına attım kendimi, demirin ve taşların uğultusuna eşlik ettim. Yağmur da başlamıştı. Hurdalığa çekilmiş kömürle çalışan bir buhar trenine sığındım. Orada oturup damlaların çakıl taşlarına düşsel davranışını izledim. Sonra güneş açtığında bu düşsel davranışın hemen unutulacağını düşündüm. O halde her şeyin bu kadar çabuk ve kolay unutulduğu bir yerde unutma yöntemlerine ne gerek vardı ki? Huzursuz bir ruha sahip olan insanın zihnindedir sayfaları sararmış o kitap ve içindeki her şey “unutmamak” üzerinedir. Çünkü unutmanın en iyi yöntemi asla unutmamaktır
Çok gürültülü bir yerden; kalabalıkları olan ama insanları olmayan bir ülkenin içinden geçiyorum. Ruhları üşüyordu. O kadar üşüyordu ki soy, kan ve ırk yorganını çekmişlerdi üzerlerine. Bütün ırklardan daha soylu bir ırktan geldiklerini düşünüp bununla övünüyorlardı. Kalpleri de üşüyordu. Çünkü bilmiyorlardı; insanı insan yapan ırk, soy ve kan değildir. Sözcükleri olan ama anlamları olmayan ve kendilerini ülkenin sahipleri sanan bu insan topluluğu; boğazlarına kadar boka battıkları toplumlarında her gün gittikçe yükselen yalanı, tecavüzü, kadın cinayetlerini, çocuk tecavüzlerini, erdemsizliği, hırsızlığı, yoksulluğu, yolsuzluğu, eşitsizliği, zulüm ve adaletsizliği sessizce izleyerek ırklarını yüceltiyorlar koro halinde. Bunun için tanrılarına şükrediyorlar. Çünkü sadece soy-kan-ırka inanıp da büyük insanlığa inanmayan zavallıların tek sığınağıdır bu.
Bütün bunlar ıssızlığın pornosudur. Karanlığın vızıltısıdır. Zulme tanık olduklarında elleriyle yüzlerini kapatanların ve ışığın ölmesine sessiz kalanların trajik resmidir.
Yürüyorum, dudaklarımda kendime ait olmayan bir tebessümle. O tebessümü, yüzü hüzünden çökmüşlere dağıtmak için yürüyorum. Çıkarların sevgileri yuttuğu bu kambur zamanlarda harfler kulesine düş ortaklığı teklifinde bulunuyorum. İyileşemeyen kentlerin içinden geçiyorum. Kelepçe vurulan üniversite kapılarına, gözaltına alınan öğrencilerin seslerine doğru yürüyorum. Yakılmakla tehdit edilen direnenlerin arasına katılıyorum ki biliyorum direnenlerin sırtında hep bir hançer vardır bedel olarak. Hep bir hançer vardır; envantere kayıtlı.
Her yürüyüş ağır kurşuni bir akşamla son buluyor. Biz; bütün üçüncü şahıslar, unutulmaya takıldıkları için geç kalmış diğer arkadaşlar, sevgili zaman, öteki şeyler ve bazı ruhsatsız kelimeler buluşuyoruz hayalhane denen o küçük kulübede. Hayalhane; gerçekliğin pavyonu… Yürüyüşlerden topladığımız en hakiki hisleri masaya bırakıyoruz yüzüstü bırakılma cezası kesilmiş kalpler için. Sonra dünya çalışmaya başlıyor yeniden rüzgârın yakınımıza getirdiği bir haykırışla.
15 notes · View notes
amezhu · 2 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
228. BÖLÜM - Karma ateşleri ile yanmak - şeytani tanrı kraliyet başkenti üzerine alçalıyor - 3
Dev şu anki haliyle zaten ele avuca sığmazdı ve şimdi eğer bir kılıcı da varsa bunun kaplana kanat vermekten farkı neydi?
Xie Lian bir önsezi hissetti ve aşağıdaki insanlara bağırdı, “MİLLET DİKKATLİ OLUN!”
Hayaletler fareleri alt etme ateşinin tam ortasındayken onun dediklerini duydular ve yukarı bakarak derin bir saygıyla haykırdılar, “NE KADAR DEVASA BÜYÜK AMCA… AH, HAYIR XİE DAOZHANG!”
“Chengzhu orada iyi zaman geçiriyor gibi duruyor, vak!”
“Hayır, oynamıyoruz burada…” dedi Xie Lian ama lafını bitirmeden öldürücü bir aurayla kaplanmış o alevli keskin kılıç gelip kese kese aşağılara indirdi. Xie Lian zorla saldırıdan kaçarak ellerini serbest bıraktı, kılıcın bu aurası ve bu saldırının sıcak hava dalgası nedeniyle paniğe kapıldığını hissetti.
Bu devasa ilahi heykel zaten önceki devi zar zor savuşturuyordu ama şimdi hakikaten ona eş olamazdı.
Bu vahim şartlar altında kendi kendine birkaç savaş tanrısını kılıca dönüşerek ona yardıma gelmesi için çağırmak istedi ama Quan Yi Zhen şu anda Kara Su’da kemik ejderhasının kırık parçaları içinde yatıyor, iyileşmek için dolaşıyordu; Lang Qian Qiu yüz kişiymiş gibi kullanılıyor, daha sert saldıran kederli ruhlara karşı insan rününü destekliyordu; Feng Xin ve Mu Qing geldiklerinden beri bir sebeple ortalarda yoklardı, yalnızca Pei Ming boştu ama tamamen kapkara ve yanmıştı, kara duman tükürerek fareleri biçiyordu. Kararlılıkla Yağmur Ustası tarafından meydana çıkarılmış olmayı reddediyordu yani o da muhtemelen hiçbir işe yaramazdı. Cidden de Xie Lian’ın kullanabileceği hiç kimse yoktu!
Tam o sırada yerden bir ses geldi, “BİRAZ BEKLEYİN, EKSELANSLARI! KILICINIZ ÇOK YAKINDA BURADA OLACAK!”
Aşağıdan bağıran Guoshi’ydi. Xie Lian yıpranmış taç platformunun kenarına koştu, “NE? KILICIM NEREDE?”
Guoshi ellerini ağzının etrafında daire içine aldı ve bağırdı, “ÇİÇEĞİ ARAYAN KIZIL YAĞMUR! MESAFE KISALTMA RÜNÜNÜ AKTİVE ET! TONGLU DAĞINA! KILICIN BURADA!”
Hua Cheng kararlı bir şekilde bir zar attı ve şöyle dedi, “Aktif!”
Üstlerinde, zifiri karanlık bulut katmanlarının içinde bir şey gürlüyordu. Bir süre sonra Xie Lian, gözlerini kısarak baktı.
Gerçekten de bir kılıç vardı.
İlahi heykel yukarı sıçradı ve uzun kılıca uzandı. Xie Lian oluşturduğu el mührünü kavramak için her iki elini de kullandı ve dev ilahi heykel de aynı zamanda kabzasını elleriyle kavradığı gibi “cennet Başkent’e doğru kesik attı.
Diğeri de saldırıyı savuşturmak için hemen kılıcını kaldırdı ancak iki kılıç çarpıştığında kimsenin hayal edemeyeceği bir şey gerçekleşti -- Xie Lian'ın elindeki kılıç o ateşli devin kılıcını kesmişti!
Dünyayı sarsan metal kırılma sesinin ortasında o ateşli, şeytani dev aniden durdu.
Sonra birdenbire birkaç parçaya bölündü ve çok geçmeden hızla aşağıya doğru düştü.
Xie Lian bu kılıcın bu kadar güçlü olduğunu hiç beklememişti; tek vuruş ve nakavt mı? O dev ilahi heykelin elindeki kılıca baktı, tamamen şaşkına döndü.
Işıl ışıl, güzel ve son derece keskin. Bu kılıç neydi böyle?
O sırada Guoshi’nin Hua Cheng’e TongLu dağına giden bir mesafe kısaltma rünü açmasını söylediğini hatırladı, o sırada anladı --Bu muhtemelen üç dağın ruhlarının bedenleri tarafından dövülmüş bir kılıçtı!
Ancak bunun üzerinde daha fazla düşünecek vakti yoktu çünkü eğer o dev şey yere düşerse hiç komik olmayacaktı. Xie Lian hemen ilahi devasa heykele aşağı uçup parçalanmak üzere olan devasa molozları tutmasını ve daha uzak ve taşra bir yere inmeden önce yönünü değiştirmesini emretti. Ancak o zaman o devasa ilahi heykelin kılıcını belinden geriye doğru çekmesini sağladı ve yerinde ayağa kalktı, bir eli kılıcın üzerindeyken diğeri ise sanki bir çiçeği tutuyormuşçasına iki figürü ortaya çıkarmak için bir avuç içi açtı. Hareket etmeyi bıraktı, Çiçek Taçlı Savaş Tanrısının duruşuna geri dönmesi gibi gülümsemesi de yüzüne geri döndü.
Düşen tek bir kaya bile yere çarpmadı. Kraliyet başkentindeki kimse zerre kadar zarar görmedi!
Uzun bir süre insanlar, tanrılar ve hayaletler birbirine baktılar, “Bi… bitti mi?”
Xie Lian ve Hua Cheng da devasa ilahi heykelin avcundan atlayarak diğerleriyle buluştu. Shi Qing Xuan'ın soğuk teri çoktan sıcak hale dönüşmüştü ve bir kez kullandıktan sonra bir kez daha kırılan Rüzgâr Ustası yelpazesini beline soktu, topallaya topallaya, hoplaya zıplaya ve sürüklenerek ilerledi, "Ekselansları! Bitti mi? Her şey halledildi mi?"
Diğer göksel görevlilerden birkaçı da oraya toplandı, "İmparator Jun Wu nerede? Ekselansları onu yendiniz mi? Öldü mü?”
Bir yandan da Guoshi, "Bu nasıl olabilir? Ekselansları... Bu kadar kolay yenilmezdi." dedi. Hua Cheng Xie Lian'a elini uzattı, "Gege, hadi yukarı çıkıp arayalım."
Xie Lian başını salladı ve ona elini uzattı. Hua Cheng onu nazikçe çekerek enkazın tepesine çıkardı. Hayaletler tüketilmiş ve telaş içinde kaçışan Ceset Yiyen Sıçanlara olan ilgilerini çoktan kaybetmişlerdi ve bu yüzden hepsi de "Cennet Başkenti'ni temizlemek" istediklerini söyleyerek ayağa fırladılar, ancak Hua Cheng "Geri çekilin. Alakasız hiç kimse yaklaşmasın." Dedi.
Aksi takdirde, Jun Wu'ya gerçekten çarparlarsa, ölümleri kesin olurdu. Bunu duyan hayaletler sadece aşağıya atlayabildiler ve dibi korumaya devam ettiler. ‌
Ancak şu an dev bir enkaz halinde parçalanmış eski Cennet Başkentinin içinde Jun Wu’dan bir iz bile yoktu. Xie Lian ve Hua Cheng her yere baktılar, hatta Büyük Savaş Salonunun altın çatısını bile kaldırdılar ama kimseyi görmediler.
O sırada Lang Qian Qiu aniden General Pei’ye döndü, “General Pei, Yapmam gereken bir şey var, lütfen biraz benim yerime görevi devral.”
Pei Ming’in kestiği fare sayısı Yağmur Ustasından fazla değildi, birdenbire rünü destekleyerek sürüklendiğinde huysuzca depresif hissediyordu. Yine de sadece burnunu ovuşturdu ve fazla bir şey söylemedi.
Lang‌ Qian‌ ‌Qiu‌ enkazın üzerine atladı ve her yeri karıştırdı, nihayet çatıya çökmüş bir ağacı yükselttikten sonra bağırdı, “ONU BULDUM!”
Xie Lian onu duydu ve yanına gitti, “Qian Qiu, dikkatli ol!”
Lang Qian Qiu’nın Jun Wu’Yu bulduğunu düşündü ama beklenmedik şekilde bulduğu şey dev bir kabuğun içinde buruşmuş bir solucan gibi kömürleşmiş siyah bir şeyden yapılmış bir toptu ve hatta küçük bir öksürük sesi bile vardı.
Xie Lian kalbinin sıkıştığını hissetti ve hemen Lang Qian Qiu ile birlikte bu kömürleşmiş kabuğu soyup baktı; küçük bir çocuk gerçekten de dışarı yuvarlanmıştı, vücudu kıvrılmış başını kucaklıyordu, muhtemelen yanıklardan dolayı tüm vücudu kıpkırmızıydı. Ama hayatı tehlikede değildi ve hâlâ öksürüyordu.
O yuvarlandıktan sonra, yağlı hayalet ateşinden yeşil bir top da süzülerek dışarı çıktı. Xie Lian ona baktı, "Bu..."
Lang Qian Qiu bir eliyle o hayalet ateş topunu yakaladı, gözlerinden alevler fışkırıyordu, "Göklerin gözleri var, bu yüzden Qi Rong tamamen ölmedin ve sonunda yine de benim ellerime düştün!"
Qi Rong gerçekten de "Gece Gezen Yeşil Fener" olmuştu. Şimdi düşününce, Jun Wu o ateş topunu fırlattığında Qi Rong Gu Zi'yi korumuştu ve bu yüzden çocuk yanarak ölmemişti. Xie Lian istemeden de olsa biraz şaşırmıştı. Ne de olsa Qi Rong'un karakterine göre, eğer ateş varsa kendini korumak için Gu Zi'yi dışarı atmak daha çok ona yakışırdı. Hua Cheng ne düşündüğünü anında anladı ve konuştu,‌ “Ateşi engellemek için çocuğu dışarı atsa bile pek bir işe yaramazdı ve anında küllerine kadar yanardı.‌ Korumak ve kalkan olarak kullanmak onun kitabında pek farklı değil.”‌ ‌
Sebep bu olsa bile yine de onu korumuştu. Qi ‌Rong‌ yeşil bir yapışkan hayalet topundan başka bir şey olmayacak şekilde yanmış ama hala dağılmamıştı. Lang Qian Qiu’nın elinde yakalanınca tekrardan dehşet içinde çığlık atmaya başladı.
Az önce kurtardıkları Gu Zi aniden canlandı ve Lang Qian Qiu’nın bacağına sarıldı, “Gege, babamı öldürme!”
Tumblr media
Lang Qian Qiu öfkeyle bağırdı, “BIRAK! Sana söylüyorum, yalvarsan bile nafile, merhamet göstermeyeceğim!” ardından daha sıkıca kavradı. Qi Rong onun klanını yok eden düşmandı ve Xie Lian hiçbir şekilde müdahale edemedi. Ama Lang Qian Qiu'nun öfkesinin yanlışlıkla Gu Zi'ye zarar vermesinden korkuyordu bu yüzden Xie Lian Gu Zi'yi uzağa çekecekti ama beklenmedik bir şekilde Gu Zi yaklaşıp ona sarıldı, “HURDACI GEGE, BABAMI KURTAR!”
“Gu Zi… o gerçekte senin baban değil.” Dedi Xie Lian. “Onun sana nasıl davrandığını söyleyemez misin?”
Ancak Gu Zi, “O benim babam! Babam eskiden bana hiç iyi davranmazdı ama sonra gerçekten iyi oldu. Sık sık bana yemem için et verdi ve hatta beni büyük, güzel konaklarda yaşamaya götüreceğini de söyledi… o bana gerçekten çok iyi davranıyor, hurdacı Gege, lütfen onu kurtarır mısın?”
Qi Rong azarlamaya başladı, “Aptal çocuk, ona yalvarma! O kara kalpli kar lotusu bu atayı kurtarmayacak! Aslında, bu ihtiyarın ölmesini iple çekiyor, ölsem de yaşasam da umurunda olmaz!”
Hua ‌‌Cheng‌ ona yan gözle baktı, “Lang Qian Qiu’nın seni öldüremeyeceğinden mi endişeleniyorsun? bu yüzden benim de sürüklenmem gerekiyor?”
Qi Rong hâlâ ondan oldukça korkuyordu ve konuştuğu an tüm hayalet topunun ateşi biraz buruştu. Yine de öyle ya da böyle ölecekti, bu yüzden umursamayı bıraktı, “HUA CHENG SENİ S*KİCİ, SENDEN KORKMUYORUM! Xie Lian bilmediğimi sanma. Seni göklerde bir tanrı yerine koydum, AMA SEN! SEN BENİ NE YERİNE KOYDUN? BENİ ASLA BİR ŞEY OLARAK GÖRMEDİN! Beni görmezden geldin, reddettin, salak, delirmiş, kafayı yemiş olduğumu düşündün, küçümseyerek baktın, Bana her zaman tepeden baktın! NE HAKLA BANA TEPEDEN BAKABİLİYORSUN? ÖNEMSİZ YONGAN’I BİLE YOK EDEMEZSİN. SENİ İŞE YARAMAZ ÇÖP!”
“Sen…”
‌Hua‌ ‌Cheng‌ hareket etmezken Xie ‌‌Lian‌ sadece tek bir kelime söyledi, Xie Lian bir şeyler hissedebildi, hızla onu geri çekti ve şöyle dedi, “Fark etmez, boşver.”
Hua Cheng sahte bir gülümsemeyle uğraşmak bile istemedi ve omuz silkti, “Ne olmuş sana küçümseyerek baktıysa? Senin hakkında yüksek derecede saygı görmeye değer bir şey var mı?”
Qi Rong öfkeden deliye dönmüştü ve telaşlanmıştı, “SANA TÜKÜRÜRÜM, TÜKÜRÜR! YANİ, YANİ NE OLMUŞ BANA KÜÇÜK BAKTIYSA ÖYLE Mİ? BU ATA… BU ATA… BU ATANIN ÇOCUĞU VAR!”
“…”
“…”
Qi‌‌ Rong‌ çılgın bir şekilde kıkırdamaya başladı, “Hehe! Ucuza mal olmuş olsa da yine de sizin gibi soy kurutan iktidarsız korkaklardan daha iyidir! SEKİZ YÜZ YILDA BİR TANEYE BİLE SAHİP OLMAYI HAYAL ETME! HEHEHAHAHAAHA…”
Xie Lian ve Hua Cheng onu suskunca izlediler. Hua Cheng de Qi Rong için başka kelime harcamak istemiyordu ve yalnızca Xie Lian’e kaşlarını kaldırdı, birkaç kelime fısıldadı, “Asla bilemezsin.”
Xie Lian onun sadece şaka yaptığını biliyordu ve zayıfça gülümsedi. Ancak beklenmedik bir şekilde, o güldükçe, Qi Rong'un çılgın kahkahası giderek küçüldü. Sonunda, bir aşağı bir yukarı zıplayan yeşil, yağlı, hayalet ateş topu söndü.
Lang Qian Qiu, Qi Rong'un hayalet ateşinin kendi kendine mi söndüğünü yoksa onu söndürenin kendisi mi olduğunu bilmiyordu ve şaşkın bir şekilde öylece durdu. Gu Zi de şaşkındı ve Lang Qian Qiu'nın parmaklarının her birini açmak için yukarı çıktı. Ama hiçbir şey olmadığını görünce yere düştü ve yerdeki kömürleşmiş kalıntı yığınını kazmaya başladı, elleri siyah isle kaplanana kadar kazıdı ama yine de yeşil ışık yoktu, bu yüzden ama Lang Qian Qiu'nun cübbesine tutunmaktan başka bir şey yapamadı, "Babam nerede..."
Lang Qian Qiu'ya yalvardı ama Lang Qian Qiu ne diyeceğini bilemedi ve gözlerini Xie Lian'a dikti. Xie Lian da ne diyeceğini bilemedi, sadece iç çekerek gitmek için arkasını döndü. Arkasından Gu Zi'nin aralıksız sesi geldi, "Gege, babam nerede? Hâlâ buralarda, değil mi? Zaten üç diyarın en güçlü kralı olmak için xiulian uyguladığını söylemişti, ölemez. Hâlâ buralarda, değil mi?"‌ ‌
Sinir bozucu ‌Qi‌ ‌Rong‌ nihayet ortadan kayboldu.
Ancak Xie Lian şu anda ne diyeceğini bilmiyordu, ne hissettiğini bile anlayamadı.
Dürüst olmak gerekirse, eğer bu konuyu dikkatlice düşündüyse, Qi, Rong'un sözleri gerçekten de reddedilemez görünüyordu.
Genç olduklarından beri o gerçekten de onun bu genç kuzenine pek fazla değer vermiyordu. İlk başta Qi Rong'a sempati duydu daha sonra ona sadece öfke, baş ağrısı oldu ve onu görmezden gelmek, umursamamak, ilgilenmemek için elinden geleni yaptı. Ama Qi Rong’a ‘küçümseme’ ile baktı mı diye sorulursa, o zaman…bu da oldukça doğru görünüyordu.
Bu sadece küçümseme değildi. Ayrıca bir zamanlar Qi Rong'dan o kadar nefret etmişti ki, küllerini ezmek her yere dağıtmak istemişti. Ama bu kadar uzun süre yaşamış, bu kadar çok şey deneyimlemiş olduktan sonra ona bakmak için geriye baktığında gerçekten de sıkıntı ve yorgunluk dışında hiçbir şey kalmamıştı.
Belki biraz küçümseme vardı ama bunun artık önemi yoktu.
Ne sevinç ne keder.
Aramalarına devam ettiler ama sonuçsuz kaldı. Enkazdan aşağı indikten sonra Shi Qing Xuan zaten uzun bir süredir yerde bekliyordu, “Ekselansları, durum ne?”
Xie Lian kafasını salladı, “Onu bulamadık.”
“Bu nasıl olur?”
Cennet mensupları tartışmaya başladı, “Cidden ölmüş olabilir mi? Küle dönmüş falan?”
“Eğer saklanıyorsa o zaman çok korkunç.”
“Ama nerede saklanabilir ki? Bakan çok kişi var!”
Shi Qing Xuan etrafına baktı ve sordu, “ekselansları, önceden beri sormak istediğim bir sorum var. Nan Yang ve Xuan Zhen nerede?”
Doğru, sanki hiç kimse Feng Xin'i ve Mu Qing'i uzun bir süredir görmemiş gibi görünüyordu. Cennet mensupları yine sohbet etmeye başladılar, “Bu iki general, General Pei ile aynı olamaz, değil mi? Cennet Başkentinde kendi saraylarında mahsur kalıp ve dışarı çıkmadılar mı?”
“Bu imkansız… General Nan Yang’ın çıktığını gördüm! Bununla birlikte aynı zamanda birini arıyordu…”
6 notes · View notes
vesa1re · 10 months
Text
Merhaba, yıllar oldu sana yazmayalı. Çok uzun yıllar oldu B, tahmin edemeyeceğin kadar çok şey oldu. Hiçbirini sana anlatmayacağım, bu defa kapının önüne ağlamak için değil hesap sormak için geldim. Diyorsundur içinden yine kapımda diye, bekliyorsundur ağlamamı ve elimin kalkmasına rağmen kapıyı çalamamamı... Bilirim, sen vaktini camın önünde geçirirsin, evin içindekini değil hep camın ardındakini düşünürsün, hiç unutmayacağım bir yolla öğrettin bana perdeleri sıkı sıkı kapatmayı. Bana güvensizliği öğrettin. Benden ilk güvenimi çaldın B, benden ilk aldığın şey buydu ve keşke son olsaydı ama sen o kadar durmadın ki. Seninle tanıştığımda dizim kanıyordu, seni bıraktığımda ise kalbim. Sen benden kalbimi aldın. O evin içinde, camın ardında mı saklıyorsun hislerimi? Kapıyı kırsam, dalsam içeri, bulabilir miyim hislerimi yoksa koca bir hiçle mi karşılaşırım? Gittiler B, yok oldular sanki ve hepsi senin yüzünden. Senin yüzünden alıştım az hissetmeye, az hisle yetinmeye, azı hak ettiğime inanmaya. Beni öyle bir hale getirdin ve ben buna o kadar izin verdim ki benden geriye kalan sadece bir kutu var. Ondan da bazı şeyleri yaktım. Külünü savurmaya utandım çünkü ait oldukları yer bendim, rüzgar bana getirir zannettim ama bu sefer rüzgar sadece aldı. Senin yüzünden ben bende barınamaz oldum. Senin yüzünden yaktım o evi. Senin yüzünden bir benzin oldum. Umarım bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordur evinin üstüne çünkü bilirim, senin evinin bir çatısı yoktur. Gözyaşlarım yağmur gibi damlar umarım üzerine. B, yıllar oldu, her şey geçti ve bak yaralarım bile iyileşti ama izlerden kurtulamıyorum. Her baktığımda aklımda canlanıyor, adının baş harfi tüm her şeyi mahvediyor. Sen beni mahvediyorsun. Kalbimin odacıklarına zehirini bulaştırdın, hislerimi öldürdün, sen kalbimin bile perdelerini çektirdin bana. Kurtulamıyorum. Yapıştın kaldın üzerime. Nesin sen anlamıyorum ki, neden yaptın bunu bana? Neden bile bile sarıldın mesela, neden öptün onu o gün, niye yazdın bana? Sadece daha çok canımı yakmak için mi? Neden kapıyı açtın ama beni içeriye almadın B, neden ben kapının dışında içeriyi izleyip durdum? Bana bununla bile yetinmeyi öğrettin, bana yerimin kapının dışarısı olduğunu öğrettin, bana bir anahtar kadar değerim olmadığını ve karanlıktan korkmam gerektiğini öğrettin. Çünkü senin evin o kadar karanlıktı ki içindeki kötülüğü göremedim. B, sen tanıdığım en kötü insansın ama ben ona rağmen seni savunmuştum. Saf sevgimi çaldın. Çaldın. Benden sevgimi çaldın. Sen beni, hiçbir şeysiz bırakıp gittin. Senin yüzünden kendimi terk ettim. Beni o kadar kırdın ki, ben o kadar fazla parçaya bölündüm ki... Kırık parçalarımın üstüne bastın da gittin, giderken bile acıttın. Hep daha, daha, daha... Hep daha çok acıttın ve ben en sonunda acıdan başka bir şey hissedemez oldum. Buydum çünkü ben, bu kadardım, buna layıktım. Biliyor musun B, artık dayanamıyorum. Bunu sana söylüyorum çünkü bilmelisin ki sen bir katilsin. Senin üstüne damlayan tek şey gözyaşlarım değil. Açtığın yarama bir bak, izinden bile kan damlıyor çünkü. Varlığımı hiçe saydın sen. Sen beni varken yok ettin. Bak, yine kapının önündeyim B ama bu sefer elimde bir bıçak var ve inan bu sefer karşında dizleri titreyen o çocuk yok. Bana sapladığın bıçağı yerinden çıkarttım, yarama gözüm gibi baktım -ki biliyor musun, ben onu bile sevmiştim çünkü sendendi- ve şimdi o bıçağı sana saplayacağım. Perdelerini yakacağım, ışığını açacağım, kanını kapının üzerine süreceğim. Sen bende bir şeyleri öldürdün ben ise seni öldüreceğim. Kapıyı çalmayacağım, kapıyı kıracağım. Umarım evde sadece sen olursun çünkü içerideki her bir canlıyı öldüreceğim. Ve işte, beni dönüştürdüğün şey bu. Çünkü bir katilin birine öğretebileceği yegane şey hissizliktir. İnan bana, babam bile bu kadar aklıma kazıya kazıya öğretemezdi. B, dikkat et, kapıyı kırmak üzereyim. B, dikkat et, elimde bir kibrit var ve ben benzinim. B, dikkat et, beni hissizleştiren sensin. Ve B, dikkat et, benim bir kalbim yok.
3 notes · View notes
sewgiii · 2 years
Text
aylar geçti, bir gece hayatımı değiştirecek olan o hisle tanıştım. çok büyük bir gökkuşağı yerleştirdim mutluluğumun zeminine. bütün yağmur ve güneş ışığı kesişmelerinde o gökkuşağıyla karşılaştım. rengarenkleri içimde açtıran aşkınla. hep görmeyi istediğim yüzüne bakarak büyüdüm. küçük bir kız çocuğu olmaktan çıkaran o duyguyu içime yerleştirdim. deliler gibi özledim, yine de hissediyor olmayı sevmiştim. iyi veya kötü, herhangi bir hissin sana ait olması yetiyordu benim için. gözyaşı veya kahkaha fark etmez.
ama bir şeyler oldu, çok şeyler. neşeli bir şehre benzeyen sesimin yerini yıkık dökük bir harabe aldı. beni her kırdığında bir renk eksildi gökkuşağımdan. doğruyu söylemek gerekirse renklerin sayısı da önemli değildi, içimin aydınlanıyor olması yeterliydi. ama kaan, ben son rengi de kaybediyorum. ya çoktan söndü, ben yasını tutmaya başladım, ya da sönmek üzere. fark edilmeyecek kadar varla yok arasında. çok özledim kaan, hiç kimse bu kadar kayıtsız kalamazdı bir özleme. ses vermen lazım,
benim kendim için gücüm kalmamışken, bir adım geriye gitmeyi bir yenilgi olarak sayıp kabul etmişken senin bana gelmen lazım. gelirsin değil mi?
gelmezsin. ama inan bana, ben o karanlığa tamamen gömüleceğim son saniyeye kadar hatrımda kalan aydınlığın umuduyla ayakta kalmaya devam edeceğim. asıl ürkütücü nokta başka: karanlığa gömüldüğümde, aşkının yerini tamamen vazgeçişe bıraktığımda içimdeki af ve özlem duygusunu yok edeceğim. kendimi şu an çok fazla kırıyorum, ve bunun telafisi yok. anlatabiliyor muyum kaan? gelmen lazım.
11 notes · View notes
yetersizyeter · 1 year
Text
Hayat hep beklemediğim yerden mutsuz etti beni. En kırılmaz yerimden kırıldım. Hayatımı sırf sonunda ışık görüyorum diye yürüye yürüye bitirdiğim bir tünelde geçirdim sanki. Sonunda ışık var diye karanlıkta yürüdüm hayatım boyunca. Kırıldım, parça parça oldum ama kendi parçalarım yine kendi içime döküldü. Aldığım her nefesi bir mutsuzluk böldü. Bütün nefeslerim yarım kaldı. Bütün konuşmalarım başlamadan bitti. Ne zaman üşüsem yağmur yağdı ıslandım, ne zaman ne güzel yağıyor desem durdu yağmur. Beni mutlu eden her şey tek tek bıraktı gitti beni. Her şeyin sonunda, sessiz sakin, tek başıma, kendimle kaldım. Hayatıma giren insanlar avuçlarıma umutlarını bırakıp çekip gittiler, öylece kalakaldım. Ne için umut etsem gerçekleşmediğini kendi gözlerimle izlemek zorunda kaldım. Kimsede berabere bile kalamadım, ben hep yenildim, tek başıma kaldım. Yavaş yavaş eridi hayatım insanların gözlerinin önünde, bakıp güldüler. Her gittiğim yerde mutsuz oldum, her gittiğim yerde mutsuz ettiler beni. Sonra bana iki seçenek sundular, ya zigon sehpasından farkın kalmayacak ve gördüğün muameleye rağmen burada kalacaksın, ya da kalkıp gideceksin. Kalkamadım. Gidemedim. Beni mutsuz eden neresi varsa oraya kendi ayaklarımla gittim, orada kalmayı seçtim. Mutsuzluklarım birikti kocaman bir dağ oldu kimseye beni bu dağdan düzlüğe indir diyemedim. Kimi iyi etsem beni kötü etti. Kime su uzarsam beni susuz bıraktı. Kime elimi uzatsam çekti aldı elini benden. Düştüm ben. Hayatımın tam orta yerinde herkes gibi yürürken birdenbire düştüm, kimse düştüğüm yerden kaldırmadı beni. Ellerini uzatanlar oldu ama insanlara güvenimi öyle kaybetmiştim ki tuttuğum anda geri çekerler diye kimsenin elini tutamadım. Ayağa kalkmak için tek yol vardı, kendi kollarıma dayanmak, öyle de yaptım. Bir gün beni öyle hassas bir yerimden kırdılar ki bir daha kırılmamaya yemin ettim. Bir gün sizi de öyle çok kıracaklar ki güçlenmeye karar vereceksiniz. Mutsuz olmadan mutlu olmaya karar veremez insan, düşmeden ayağa kalkamaz. Oturdum düştüğüm yerde, ayağa kalkacağım dedim kendime. Yolum yoktu yol yaptım kendime, ellerimi yere dayadım, başka hiçbir yere değil kendime tutunarak kalktım ayağa. Yükselmem gerekti kendi üstüme bastım da yükseldim. Bu benim hikâyem değil. Bu hikâyede bir karakter yok, bir cinsiyet yok. Bu, her şeyi elinden alınmış, güçsüz bırakılmış, mutsuz edilmiş, tek başına kalmış bir insanın hikâyesi. Bu sizin hikâyeniz. Ve orada saat kaçı kaç geçiyor bilmiyorum, takvim hangi ayın hangi günü bilmiyorum, tek bildiğim ayağa kalkma vaktinizin geldiği. Ben düştüm, siz de düştünüz, daha da düşeriz ama şimdi kendi elinizi uzatın kendinize, kimseye ihtiyacınız yok, kendi elinizi tutun kalkın ayağa. Çünkü çok güzel günler kaldı yaşanacak. Çok güzel aşklar var tadılacak. Her şeyden öte siz varsınız, kimse için değil ama kendiniz için, tam şimdi, şu an, kalkın ayağa. Adım atmaktan korktuğunuz her yerin dibine kadar gidin. Yaşamak ne kadar süreceğini bilmediğiniz bir filmi izlemek gibi, her an bitebilir. İşte bu yüzden, ‘şimdi olmaz’ demek yok. Şimdi olur. Şimdi çok güzel olur. Şimdi en güzel olur.
Siz yeter ki kalkın ayağa.
Bir yaşam istiyorsanız, gidin alın onu.
#SINIR
@Beyza Alkoç
3 notes · View notes
evrendensesgetir · 2 years
Text
Yağmur giderek şiddetini arttırıyor. hava karanlık. Bir kaç sokak lambası, ötesi yok.
Sessizliğin zirvesinde sanki sokaklar... Bir kaç insan var etrafta, ellerinde ne varsa şemsiye niyetine kullanmış, yağmurdan kaçıyorlar.
Bir elimle valizimi sürüklüyorum, diğer elimde telefonum. Ait olduğum sokaklar mıydı buralar? Evime dönüyordum evet. Ama evim miydi gerçekten? Yanımdaki kaldırım taşına oturdum. Yağmurun beni ıslatmasına izin verdim. Gökyüzünden gelmişti o damlalar, Armağan sayılırdı bana... Dizlerimi karnıma çektim kulaklığımı çıkardım, telefonumu da ıslanmaması için kot cekedimin iç cebine koydum. Uzun uzun baktım yoldaki kilit taşlarının desenlerine. Her santimini inceledim... Ve kendime bir söz verdim o gün. Kendime gelecektim, her ne olursa olsun benim hayallerim vardı. Geçmişimi kirletmiş olabilirdi bu sokaklar benim. Anılarımı ve hatıralarımı mahvetmiş olabilirdi. Belki ailemi, belki ailem saydıklarımı benden almış olabilirdi. Beni bile aldı benden...
Ama hayallerime dokundurtmazdım... Hiçbirşey bilmesem bile, bunu çok iyi biliyordum... Tam yanımda duran, kuru sonbahar yaprağına gözüm takılıyordu sürekli. beraber söz verdik o gece. Şeffaf telefon kılıfımın arkasına koyarken normalde sarı renk olan saçlarım ıslanmış, siyaha dönmüştü. Saçlarımdan su damlıyordu telefonuma...
Ayağa kalktım, valizimi tuttum. Kafamı gökyüzüne kaldırdım ve gözlerimi kapattım. Yüzümün ıslanmasına izin vererek "söz veriyorum gökyüzü, O beyaz önlüğü giyeceğim" dedim dışımdan...
"Söz veriyorum..."
12 notes · View notes
yalnzardc · 1 year
Text
Araf sr.
Bu A'raf süresinin "Mikat Süresi", "Misak Sûresi" gibi başka isimleri de vardır. A'raf süresi, Mekke'i Mükerreme'de nazil olmuştur. Ancak (163) üncü âyetten (170) inci âyete kadar olan sekiz âyeti kerimesi Medine'i Münevvere'de inmiştir.
A'raf süresi, inançlara dinî hükümlere dair birçok esasları içerir ve bir kısım Peygamberlerin kıssalarını, ümmetlerinin hallerini ayrıntılı olarak kapsar. Mühim bir konu teşkil eden A'rafa dair ayetleri topladığı için kendisine "A'raf Sûresi adı verilmiştir.
46 - A'raf, yüksek yer mânâsına olan Arf'in çoğuludur. Bundan maksat, cennet ile cehennem arasındaki bir surun yüksek tepeleridir.
A'raf ehlinden maksat, bir görüşe göre itaat ve sevap sâhiplerinin en şerefli olanlarıdır. Bunlar ise ya bir kısım meleklerdir veya Peygamberlerdir, veya şehit olanlardır. Bu zatlar, şereflerini göstermek, rütbelerinin yüceliğini ortaya koymak için ve cennet ehli ile cehennem ehlinin hallerini öğrenmek maksadıyla bir müddet A'raf mevkiinde bulunacaklardır. Diğer bir görüşe göre A'raf ehlinden maksat, iyilikleri ile kötülükleri eşit bulunan, sevap îtîbariyle dereceleri yüksek olmayan bir kısım mü'minlerdir ki, bunlar başlangıçta ne cenet ehlinden ve ne de cehennem ehlinden bulunmazlar. Cennet ile cehennem arasında orta bir durumda bulunurlar. Sonra Cenâb-ı Hak bunları kendi ilâhî lütfuyla cennete sokar. Bunlar cennete en son girecek zatlardır. Bu hususta başka görüşler de vardır.
64 - Nuh Aleyhisselâm; İdris Aleyhisselâm'ın torunlarındandır. Ondan sonra ilk gönderilen Peygamber Nuh Aleyhisselâm'dır. Kırk yaşında Peygamber olmuş, dokuzyüz elli sene kavmini dine davet etmiş, tufan hâdisesinden sonra da ikiyüz elli sene daha yaşamıştır. Bu halde hayat müddeti (1240) sene bulunmuştur. Diğer rivâyetler de vardır.
İnsanlığın başlangıcında insanların ömürleri uzun bulunmuştur. Bu da insanların çoğalmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Adem'den sonra insanlar çoğalmış, fakat Allah'ın dinini terkederek müşrikce bir halde yaşamaya başlamışlardı. Nuh Aleyhisselâm'a inananlar pek azdı. Nihâyet o inatçı kavme cezâları yaklaşmıştı. Hz. Nuh bir gemi yapmakla Allah tarafından emrolundu. Gemiyi yapar yapmaz şiddetli yağmurlar yağmaya başlamış, yeryüzü bir deniz kesilmişti. Hz. Nuh kendisine iman edenleri gemisine aldı. Bunların sayısı kırk erkek ile kırk kadından ibâret bulunuyormuş. Bunların içinde Hz. Nuh'un Sam, Ham, Yafes adındaki oğulları da bulunuyordu. Yam veya Ken'an adındaki oğlu ise Hz. Nuh'a isyan ederek gemisine binmemişti. Nihâyet gemi dışında bulunanlar tamamen suların dalgaları arasında kalarak helak olup gitmişlerdi. Daha sonra yağmur kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, gemi de Musul civarında Cudi denilen dağın üzerine Muharrem ayının onuna rastlayan aşure gününde oturmuştur. Hz. Nuh bu gemiye uygun gördüğü hayvanlardan da birer çift almış bulunuyordu.
Bu tufan hâdisesi cumhura göre umumidir, bütün yeryüzünü kapsamaktadır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri = eski zamandan beri taş kesilmiş hayvanların cesetleri görülmektedir. Böyle bir tufan hadisesinin yeryüzünde bir azap örneği olmak üzere vücûde getirilmiş olması, Allah'ın kudreti karşısında imkânsız görülemez. Maamafih bazı zatlara göre de bu hadise yalnız Hz. Nuh'un bulunduğu Babil havalisinde meydana gelmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
72 - Hz. Hud, Nuh Aleyhisselâm'ın oğlu Sam'ın torunlarından Abdullah ibni Rabah adında bir zatın oğludur. Yemen'de "Hezremut" civârında "Ehkaf" denilen bir mahaldeki Ad kavmine Peygamber gönderilmiştir. Bu kavim, birçok nîmetlere, kuvvetlere kavuşmuşlardı, muhteşem binalar yapmışlardı. Fakat Hz. Hud'un tebliğlerini dinlemeyip putlara tapmakta bulunmuşlardı. Nihâyet yedi gece, sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgâr ile helak oldular. Hz. Hud ise kendisine imân edenler ile beraber selamette kalıp Mekke'i Mükerreme tarafına hicret etmişlerdir. Mekke'i Mükerreme'de veya Hazremut'da defnedilmiş olduğu rivâyet olunmuştur. Abdurrahman ibni Sabit'ten rivâyet olunduğuna göre Mekke'i Mükerreme'de rükn ile makam ve zemzem arasına doksan dokuz Peygamber defnolunmuştur. Hud, Salih, Şüayip ve İsmail Aleyhisselâm'ın kabirleri de burada bulunmaktadır.
79 - Salih Aleyhisselâm, Semud kavmine mensuptur. Babasının adı "Übeyt" dir. Semut ise Nuh Aleyhisselâm'ın oğlu Sam'ın torunlarındandır. Babasının adı "Abir" dir. Sonra bu Semud'un evlât ve ahfadı böyle Semud ismi ile hatırlana gelmişlerdir. Bunlar da Hicaz ile Şam arasındaki vadi'ilkariye olan ve "hicr" denilen yerde otururlardı. Ad kavmi helâk olduktan sonra onların beldelerini Semud kavmi onararak uun bir müddet mutlu bir hayat içinde yaşamışlar, muhteşem binalar yapmışlardı. Fakat bunlar da putlara tapmaya başlamışlar, yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışıp durmuşlardı. Cenâb-ı Hak kendilerine en şerefli ailelerine mensup olan Salih Aleyhisselâm'ı Peygamber gönderdi. Kendisine pek az kimse tabi olmuş, diğerleri muhalefette devam etmişlerdi ve eğer sen hakikaten bir peygamber isen dua et şu taş parçası içinden şöyle bir vaziyette bir dişi deve çıksın, seni o zaman tasdik ederiz demişlerdi. Hz. Salih te dua etti, o taştan istedikleri gibi bir deve çıkıverdi. Bu hârikayı görenlerden pek azı iman etti, diğerleri ise yine kendilerini saptıran bir takım kimselerin sözlerine uyarak yine imândan kaçındılar. Hz. Salih demişti ki: Bu deve bir kudret harikasıdır, kuyunuzun suyunu belirli günlerde içecek, siz de diğer günlerde kuyunuzdan istifade edersiniz. Bu devenin içmesine, kırlarda otlanmasına mâni olmayınız, sonra felakete uğrarsınız. Fakat onlar bu uyarıya da riâyet etmediler. Bu mübarek hayvanı boğazladılar. Derken kendilerine ilâhî azap yönelmeğe başladı. Salih Aleyhisselâm Filistin tarafına çıkıp gitti. Bunun ardından şiddetli bir yer sarsıntısı oldu, gök tarafından da pek müthiş bir seda geldi, bunun tesiriyle o inkârcı kavmin kalbleri parça- lanarak helak olup gittiler.
Rivayete göre: O kavim, o deveyi çarşamba günü boğazlamışlardı. Kendilerine ilâhî azap ise cumartesi günü gelmiştir. Salih Aleyhisselâm, yüz yirmi mü'min ile ağlar olduğu bir halde yurdundan çıkıp gitmişti. Bir dumanın yükselmesini görmüş, kavminin helak olduğunu anlamış idi. Bu helâk olanlar ise bin beşyüz hâne ehlinden ibaret imiş. Salih Aleyhisselham bir rivâyete göre kavmi arasında yirmi sene kalmış, ve elli sekiz yaşında iken Mekke'i Mükerreme'de vefat eylemiştir. Kendisine imân edenler ile beraber yurduna dönmüş oldukları da rivayet edilmektedir.
84 - Hz. Lut, İbrahim Aleyhisselâm'ın kardeşinin torunudur. Babasının adı "Haran" dır. Hz. İbrahim ile beraber Bâbil diyarından Şam tarafına geçmiş, "Ürdün" nahiyesinde ikamet etmiş, Humus'ta bulunan "Sedum" beldesi ahâlisine Peygamber gönderilmiştir. Bu ahali ise başka kavimlerin yapmamış oldukları kötülükleri işliyorlardı. Lut Aleyhisselâm'ın öğütlerini dinlemediler. Nihâyet Lut Aleyhisselâm ailesi ve inananlarla beraber geceleyin onların içlerinden çıkıp gitti, o kavim ise başlarına yağan müthiş yağmurlar ile, zelzeleler ile mahvolup gittiler. İşte küfrün, kötülüğün müthiş âkibeti!.
85 - Medyen İbrahim Aleyhisselâm'ın oğlunun adıdır. Bunun torunlarına da Medyen kabilesi ismi verilmiştir. Bunların yaşadıkları kasabaya da bu isim verilmiştir. Bu kasaba Arap yarımadasının kuzey batısının sonunda ve Filistin ile Hicaz arasında ve Kızıldeniz sahilinde bir mevkidir.
93 - Suayb Aleyhisselâm İbrahim Aleyhiselâm'ın torunlarındandır, veya onun ile beraber Şam diyarına hicret etmiş olan bir kabîledendir, babasının adı Mikail veya Süveyb'dir. Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke şehirlerinin putperest olan ahâlisine Peygamber gönderilmiştir. Bu ahaliye pek tesirli öğütler vermiş, onları hak dine davet eylemiş ise de onlar bunu kabul etmemiş, nihayet Eyke ahâlisi yedi gün devam eden pek şiddetli bir sıcağın ardından üzerlerine yağan ateş yağmurları ile helāk olmuşlardır. Medyen ahâlisi de bir azap gürültüsüyle, bir zelzele ile yerlere serilerek mahvolup gitmişlerdir.
Hz. Şuayb, arapça konuşurmuş, pek edip imiş, kavmine pek tesirli, hikmetli öğütlerde bulunurmuş. Bu cihetle Rasûlu Ekrem Efendimiz Hz. Şuayb'e "Peygamberlerin Hatibi" unvanını vermiştir. Şuayb Aleyhisselâm, kendisine imân edenler ile Mekke'i Mükerreme'ye hicret etmiş, orada üçyüz yaşında iken vefat edip rükn ile makam arasına defnedilmiş olduğu rivayet edilmektedir. Büyük validesi, Lut Aleyhisselâm'ın kızıdır. Hz. Musa, Medine'i Münevvere'ye firar edip gitmiş olduğu zaman Hz. Şuayb'in kızı ile evlenmiştir.
150 - Hz. Musa ile Hz. Harun ana baba bir kardeştirler. Ancak ananın hakkı daha büyük ve anaları bir mü'mine olduğu için Hz. Musa'nın daha fazla yatışmasını ve yumuşamasını temin etmek için kendisine "anam oğlu" diye hitab edilmiştir.
7 notes · View notes
benbengibiyim · 1 year
Text
Akasya ile Toprak
Uçurumun kenarında yaptıkları bir konuşma geldi adamın aklına, “Ben hep böyleydim biliyor musun?” dedi kadın sırtını sevdiği adamın göğsüne yaslayıp. “Nasıldın çiçeğim, hep çok güzel mi?” kadın, “Hayır, be adam!” dedi  kıkırtısını saklayamayarak. “Ben hep böyleydim, sessizdim. Sessiz doğmuşum, bir kulübe köşesinde. Sessiz yaşıyorum, otobüslerin cam köşelerinde, sınıfların en arkasında, kalabalıkların en tenhasında ve sessizde gideceğim bir gün bu dünyadan. Ağlamayacağım mesela. “Neden ben?” diye sormayacağım, kabul edip sessizce bekleyeceğim olacakları.” Adam, sevgili sevgilisinin saçlarına gömdü önce burnunu sonra narince öptü, saçlarının her bir tutamını. “Sessiz doğmana yapabileceğim bir şeyim yoktu, sessiz yaşamana izin verdim, çabalamadım çünkü bir tek ben duyayım, bir tek ben göreyim istedim seni ama eğer olurda bir gün gidersen öyle bir gürültü çıkaracağım ki senin için, her yer senin adınla inleyecek, bilmeyenler öğrenecek; Akasya, Akasya, Akasya… Peşinden bende geleceğim sonra, hem de elimde kırmızı bir akasya ile.
Sonrasında Akasya sevdiği adama, Toprak’a sitemde bulunmuştu. Gülmüştü, öpmüştü, sarılmıştı… Şimdiyse Toprak yanında Akasya’sı olmadan oturuyordu. “Çiçekler susuz yapamaz.” demişti Akasya, Toprak’ın ona aldığı pembe ve kırmızı akasyaları sularken. Haklı mıydı Akasya? Çünkü şu an kendisi de derin mi derin suların içerisindeydi. Peki ya Toprak ne yapacaktı, Akasya’sı olmadan? Çiçeksiz bir toprak kurumaya, yok olmaya mahkûmdu, bunu söyleyen ise Akasya’dan başkası değildi. Saatine baktı Toprak, 17.03. Bir dakika kalmıştı Akasya’nın isminin tüm şehirde yankılanmasına ve o bir dakika öylesine akıp gitti, Toprak’ın ölüm fermanı imzalandı, Akasya’nın ismini herkes duydu. Tam da Toprak’ın istediği gibi. Üç kez yankılandı ismi tüm bu koca şehirde; Akasya YAĞMUR, Akasya YAĞMUR, Akasya YAĞMUR…  Toprak’ın var olmuş ve var olacak olan tek aşkı Akasya YAĞMUR. Sonrasında ise koca bir sessizlik… Toprak ayağa kalktı önce, paltosunu çıkardı ve arabasının koltuğuna bıraktı. Sağ koltukta duran kırmızı akasya demetini aldı eline, tekrardan geçti denizin karşısına. Bekledi, saat 17.06 oldu o ise kendinden emin, tereddütsüz, korkusuz, sert adımlarını attı. Gitmesine tek bir adım kalınca arkasını döndü, akasyalarını sıkıca tuttu ve konuştu; “Akasya YAĞMUR, demiştim sana eğer bir gün gidersen herkes duyacak seni diye. Geliyorum Akasya’m, geliyorum çiçeğim, geliyorum sevgili sevgilim… İkisi de sonsuzlukta karşılaştılar böylece. Haklıydılar onlar, bir çiçek toprak olmadan yapamazdı, çiçeksiz bir toprak ise yaşayamazdı..
Akasya isteyerek gitmemişti bu diyarlardan, hayat dolu bir kızdı o. O en güvendiği insan, annesi tarafından ölümün kollarına itilmişti. Geçmişte küçük bir kulübe köşesinde Akasya’sının yaşaması için çaba verirken, şimdiyse onu ölüme bırakmıştı. Bunlar Akasya ve Toprak buralardan gittikten iki ay sonra açığa çıkmıştı ama Toprak bunları zaten biliyordu, Toprak sevgili sevgilisinin nasıl biri olduğunu biliyordu. Akasya hayat doluydu Toprak’ın ise hayatı doluydu, çiçeği ile. Hayatı boşalınca Toprak da gitmişti, tekrar hayatını doldurmaya, çiçeği ile. Akasya tam da dediği gibi ölürken hiç ağlamamıştı, kabul etmişti ve sessizce olacakları, annesinin onu öldürüşünü beklemişti, öyle gitmişti. Toprak ise arkasında çiçeği için çıkarttığı büyük bir gürültü bırakarak göçmüştü buralardan…
 ***
Akasya: Akasya çiçeği genel olarak saf, temiz sevgiyi ifade eder. Güzel duyguların simgesidir.
-Akasya (Pembe veya kırmızı): Güzellik, zarafet ve incelik demektir. Seni beğeniyorum anlamına da gelmektedir.
-benbengibiyim-
3 notes · View notes
kenndince · 2 years
Text
Bir daha aynı yolda yürümekmi Tövbeler Olsun
Zamanı olmayan bir yaranın içinde kaybolup gidiyormuş şimdi seninle yürüdüğüm
bütün yollar zehir oldu bana
geri dönüşü ağrı oldu
Yaşattığın mutluluktan çok kabusa döndü hayatım
Sen de bilirsin ki
Ayrılık ölümün diğer ismidir seven insanlar için
Çok Severken Ayrılmak
kendi mezarı kendin kazmak demekmiş
Kara bir leke gibi yaşıyorsun işte benimle
Kalbimin karası diyorum
sana gençliğimin en güzel yıllarını
pişmanlıktan
ziyan ettiğin için
Ah edip ahlarımı bırakmaktan başka bir şey bırakmadın Sen anlarım da
Nereye gitsem eksik kalıyorum kendime fazla geliyor
Geçen zamanı bir daha getiremiyor insan Şimdi bana ne söyle sen faydasız Ben sana ne söylesem faydasız öyle bir kapı örttün ki suratıma ne benim gücüm yetiyor ne de o büyük sevmelerin
Sensiz geçen her gün her ay her sene 365 gün öldüm ben kaç yıl oldu
Bu Ayrılığa Gerçi bunu bile saymazsın sen çünkü yas tutan sen değil bendim O aşkı o sevgiyi kendi ellerimle kalbime gömdüm
Her gün seni unutmak için kendimden bir şeyleri unuttum ben kendimi Özledim Desem yeridir şimdi çoktan unuttun mutluluğu desem yalan olmaz emin ol yıktın döktün ve benim toplayamadığım bir kalple yürekle yaşıyorum ben
O yüzden asla geçmeyecek bu kırgınlık o gidiş o terk ediliş bana geri dönmeni falan istemiyorum senin benimle kurduğun hayallerle de mutlu olmanı da kaldıramam ama
Önce uzun gecelerimi aldı Sonra aylarımı aldı Sonra senelerimi aldı Neydi bu gidişin adı Ben hala adını koyamadım gözlerimin içine bakıp da bana Verdiğin Sözler bu kadar duyarsız vicdansız olamazdın sen �
Hiç mi o sözlerin aklına geldiğinde
Allah'tan utanmadın,
Allah şahit olsun diyerek Söz Vermiştin
Bana Senden başkasına bakarsam gözlerim kör olsun diye kör olmasın ama gözlerin aydınlıkta görmesin
Çünkü ben gözlerimin içinde
Gülen gülüşlerimi kaybettim
Benim yaşadığımı yaşa demiyorum ama birazcık da olsa Hisset diyorum
Sen de bu sahipsizliği bu terk edilişi az da olsa beyninde vücudunda kalbinde günlerinde yaşa bunu sen de iyi biliyorsun Kimse benim gibi sevmeyecek seni kimse benim gibi üstüne düşmeyecek kimse kırılmasın diye alttan almayacak
Kimse Senin gözünden sakınmayacak
En çok da bunları eksik kalacaksınız sen
Ama artık bunları ben de veremem sana çünkü Seni özlediğimde senin için öldüğümde acı çektiğimde verdiğim değerleri kendi elinle öldürdün sen sana kızmıyorum artık senden nefret de etmiyorum sana kötü söz de söylemiyorum beddua da etmiyorum
Allah'a havale ettim her şeyi hak ettiysen
Eğer hak edeceksen mutluluğu Yaşasın diyorum
Bir insanın dünyasını yıkmışken bir insan nasıl mutluluk oyunu oynayabilir ki
Can yakanların yarım kalanların hikayesini şahit oluyoruz günümüzde hangi giden hangi yarım bırakan mutlu olmuş ki kimin yüzü gülmüş ki ama İnşallah senin gülsün
Çünkü yine de istemem
Bana yaşattıklarını Senin yaşamani Çünkü dayanamazsın Sen o acıya
Şimdi eksik kalma sırası sende güvenmek neymiş Sevmek neymiş Kalbine bir başkasını koyamamak neymiş yaşayarak anlayacaksın son pişmanlıklar fayda etmiyor insan işte
Ben sende anladım ki hayatta değer verdiğin kadar seviliyormuşsun değer verdiğin kadar insan dert sahibi oluyormuş
Şimdi zaman Elimde Olsa yeniden bahar gelse Kalbime dallarım çiçek açsa bir tane yaprağımı senin için dökmem Yağmur Olurum Şimşek olurum Ama sana ben Güneş olmam seninle bir daha aynı yolda yürümek mi adına sevgine tövbeler ettim ben
Sonu görünen yolların pişman değiller gelme bana çünkü o yollardan dönen insanların pişmanlıkları fayda etmiyor kendine ateşe atmaktan başka Bunu sen öğrettin bana
Ama her şeye rağmen benim yaşadıklarımı yaşama şimdi koş ben mecburdum
Mutluluklara koş şimdi bir daha da benim adıma anma
5 notes · View notes