#aldı da bir yağmur
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yıl ikibiiiiiiin 16.
Osman televizyon izlerken, sesi sürekli sonuna kadar açıyordu. K.b.b. doktoruna götürdüm. Sorun ne? Duymuyor. Basınç testi, kıl testi, yün testi, duyuyor bi sorun yok. Hayır var duymuyor. Osman'a bir kaç soru sordu yanında. Duyuyor bi sorun yok. Duymuyor dedim. O zaman üniversiteye götürün. Bera testi yapsınlar. Tamam. Randevu kıl tüy Üniversiteye gittik. Nedir problem. Duymuyor, tv nin sesini sonuna kadar açıyor. Osman korkuyor kulaklarına bişeyler takıyorlar falan filan yanındayım, kadın şaşırdı. ALLAH ALLAH, sonra başka bi test, Sonuç! Bi kulak %51 diğer kulak %54 Işitme kaybı. Dedim n'olucak. Rapor düzenleyip imzalatalım işitme cihazı alcaksınız. Hadeeee. Ee başka bi şeyi yok mu? Işitme sinirlerinde sorun olduğu için maalesef. Peki. işitme cihazı satan yere raporu alıp gittik. Iki kulağa da alabilirsiniz, Peki alalım. Osman karşımda oturuyor.
4 kanal 8 kanal 12 kanal diye gidiyo, çocuk olduğu için 8 yeterli olur, 12 daha iyi olur. 4 bu kadar 8 bu kadar 12 şu kadar. Tamam madem yeterli ufak zaten kırar eder, neyse seçtik aldık. Kalıp için iki hamur karıştırdı kulağına sıkıp ölçüsünü alcaklar. Osman ağlıyo oğlum yok bişey sakin ol şu bu, neyse susturdum kadın sağolsun aldı etti, 3 4 güne kalıplar gelir, ben ararım sizi. Tamam, teşekkürler. Hadi osi gidelim. Gün geldi abla aradı, hadi osi kulaklıklarımız gelmiş almaya gidelim. Hayır istemiyorum. Osman daha iyi duyacaksın, yok mok ne istersen alcam, canın yanmıyacak söz. Neyse aldım osiyi gittik. Selamun aleykum aleyküm selâm. Sizin cihazlar geldi ama 8 değil 12 kanal. Yani! 8 kalmamış aynı fiyata 12 kanallı takıcaz. Peki takalım. Kalıpları osmanın kulaklarına takıcak Osman taktırmıyo. Oğlum bak süper nano kulaklık, herkesten iyi duyacaksın. Yok. Masada boş kasalar var, Dedim böyle bi tane bana verir misiniz? Ben takayım, o zaman takar. Nasıl yani, dedi abla. Yani bana da bi tane kulaklık verirseniz, neyse parası, yok yok! Ben şuan çok şaşırdım, Neden? Kaç yıldır bu sektördeyim, çocuklarına bağıran dövenler, eşlerine senin yüzünden böyle bu çocuk diyenler, neler nelere şahit oldum, ilk defa çocuğuyla birlikte takmak isteyen birine şahit oluyorum. Tak çıkardı bi tane ücret istemez dedi. Aldım taktım kulağıma, Oooo osman acaip duyuyorum dedim. mükemmel dedim. Osman başladı gülmeye sonra izin verdi taktırdı. Parasını verdik çıktık. Yağmur yağıyordu osmanı anneme bırakıp işe geçecektim. Annemin evinin önüne geldik, osman dedi baba, Ayaklarım yere basınca çap çap ediyo 🥹Yaa bak gördün mü süper nano kulaklıklarımız nasılda bütün sesleri duymamıza yardım ediyor. Bırakırken dedim osi, Sakın kulaklıklarımızı çıkarmıyoruz, ellemiyoruz Tamam baba dedi. Akşam aldım eve geldik. Oturuyoruz, Bana diyo ki baba Saatin o kırmızı şeyi tık tık yapıyo 🥹 Poşetin haşır huşur sesini duymuyomuş, onu diyo. Işitme kaybından dolayı bazı kelimeleri farklı söylüyordu tabi, 3 ayda bi kontrole gidiyoduk, 6 aya çıkmıştı iyi duyuyor diye, en son gittiğimizde duyduğunu anlama %47 den %78 e çıkmış dedi üniversitedeki abla, artık yılda bir görüşebiliriz dedi. Ne kadar çok okursa o kadar daha çok artar anlaması dedi. Ordaki abladan da ALLAH razı olsun, aşırı derecede iyi ve güzel davranıyordu osman'a, halden anlayan bi insan. 8 senedir kullanıyoruz, kendisi takıyo gürültüde kısıyo sesini, açıyo ayarlıyo artık. Ha, Osmanın saçları ilk aldığımızda kısaydı, cihazlar belli oluyodu, Süper nano kulaklık diyodu o da, kreşinde çocuklar sormuşlar, osi de öyle demiş, Biri evde anne babasindan ağlaya ağlaya supernano kulaklık istemiş. Osman' ımın ciğerimin hikâyesi de böyle.
24 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
235. BÖLÜM - Cennete Uzanan Köprü - Üç salak geçmiş günlere dönüyor -
Kim bilir, yok olma korkusu mu, yoksa kavurucu sıcak lav mı ama Xie Lian’in tüm benliği suyun içine batırılmıştı.
Xie Lian'ın yavaş yavaş kendine gelmesi uzun zaman aldı.
Uyandığı anda soğuk, sert bir zeminde yattığını fark etti, Mu Qing onun yanına çökmüş, şaşkınlık içinde ona bakıyordu.
Xie Lian'ın görüşü hâlâ hafif kırmızıydı ve o anında ayağa kalktı, “SAN LANG!”
Ancak beklenmedik bir şekilde oturduğu anda Mu Qing pat diye bağırdı, “HAREKET ETME!”
Xie Lian yerden kendini desteklemek için elini uzatsa da eli boşluğa geldi ve dengesini kaybetti, tüm kişiliği neredeyse aşağı devrilecekti. Şaşırdı, Xie Lian sonunda düzgün bir zeminde uzanmadığını anladı.
Bir köprünün tepesinde yatıyordu!
Burası muazzam bir alana sahip bir yeraltı kaya mağarasıydı, kubbesi uçsuz bucaksız gecenin gökyüzüne nüfus ediyor, mağaranın içinde kutsal sayılmayan bir köprü "yüzüyordu".
Köprünün gövdesi taş ama aynı zamanda tahta gibiydi. Sanki binlerce yıl yağmur ve fırtına görmüşçesine hasar almış, korkunç derecede zifiri karanlıktı. Onu destekleyen sütunlar olmadan havanın ortasında asılı, her iki uçtan sonsuza kadar sonsuzca uzanıyordu; başlangıcı bilinmez, sonu öngörülemez ve yönü tam bir gizemdi. Bazı yerler otuz metre kadar genişti, bazı yerler ise o kadar dardı ki, yalnızca bir kişi geçebilirdi.
Bu kırık köprünün binlerce metre altında cehennemin kırmızı havzası gibi yanan ve yuvarlanan kırmızı, sıcak lav havuzu vardı.
Cennete Uzanan Köprü?
Bu üç kelime Xie Lian'ın aklına ilk gelen kelimelerdi.
İki bin yıl önce, felaketin üstesinden gelmek amacıyla WuYong’un veliaht prensi cennete uzanan bir köprü inşa etti. Köprü hala duruyor olabilir miydi?
Zorla yüzü olmayan beyaz tarafından aşağı çekildiğini hatırladı, o halde nasıl bu köprüye gelmişti.
Xie Lian ayaklarının üstünde süründü, “San Lang?”
Mu Qing hala kenarda oturuyordu, “Çağırma zahmetine girme, o burada değil.”
Xie Lian ona döndü, “Nasıl buraya geldik? Yarı yolsa mesafe kısaltma rünü mü aktive oldu?”
“Muhtemelen.” Dedi Mu Qing, “Lav havuzuna doğru düşüyordum ama havada yarı yoldayken buraya gönderildim.”
Zavallı Feng Xin; üçü de düşmüştü ve yukarıda geride kalan sadece oydu. Muhtemelen yine sokaklara lanet okuyordur. Ama Hua Cheng’i bulmak öncelikti; nereye gönderilmişti?
Xie Lian Fang Xin’i ve yan tarafa fırlatılan ve onları kaldıran uzun kılıcı fark etti, onu alarak Mu Qing’e doğru yürüdü. Mu Qing Xie Lian’ın ne yapmayı düşündüğünü bilmeden karanlık bir ifadeyle kılıcı sallayarak ona doğru yaklaştığını görünce aniden gerildi.
Ancak Xie Lian ona kılıcını verdi ve ardından ona elini uzattı, “İyi misin? Eğer kalkabiliyorsan yola çıkmalıyız.”
Mu Qing kendisine uzatılan ele baktı ve uzun bir sessizlikten sonra başını salladı, “Gelemem. Ellerin ve ayaklarımın her yeri yaralandı.”
Xie Lian çömelip bir anlığına onu kontrol etti ve tabii ki Mu Qing’in iki eli de kıpkırmızı, ayakları yanık doluydu bu yüzden muhtemelen yalnızca yavaşça yürüyebilirdi. Bir süre düşündükten sonra Xie Lian “O zaman sana yardım edeyim.” Dedi.
Bir kolunu omzuna uzatarak Mu Qing’i kaldırdı ve böylece bir süre bu şekilde yürüdüler. Birkaç adımdan sonra Mu Qing aniden ağzından kaçırdı, “Neden?”
Xie Lian yanıtlarken etrafı hesaplı bir şekilde tarıyordu, “Ne neden?”
“Benim iyi olduğumu gördükten sonra daha çok şüphelenirsin diye düşünmüştüm.” Dedi Mu Qing.
“Ah, hayır?” diye cevapladı Xie Lian.
“Neden?”
“Çünkü biliyorum.”
“Neyi biliyorsun?”
“Yalan söylemediğini.” Yanıtladı Xie Lian.
“…”
Mu Qing'in ifadesinin ne olduğunu tarif etmek gerçekten zordu.
Xie Lian oldukça önemli bir şekilde söyledi, “Sana inanıp inanmadığımı sormadın mı? Sana inanıyorum. Hepsi bu.”
“…”
“Nasıl söylesem…” Xie Lian başladı, “Sanırım seni uzun yıllardır tanıyorum diyebilirim, yani bu konuda hâlâ oldukça eminim. Sen öyle biri değilsin. Bunu daha önce söylememiş miydim? İnsanların içeceğine tükürebilirsin ama asla onlara zehir atmazsın.”
İlk kısmı duyduktan sonra Mu Qing biraz etkilenmiş gibi göründü ama ikinci yarıyı duyduktan sonra yüzünün yarısı karanlıklaştı, “Bu gereksiz bir örnek, cidden, konuyu daha fazla gündeme getirme. Tükürmek falan öyle bir şey yapmazdım. Bu çok bayağı.”
Xie Lian elini salladı, “Bu küçük detayları umursama. Ayrıca bir milyonda bir ihtimal senin hakkında yanlış yargıda bulunsam bile sen beni ya da San Lang’ı yenemezsin. Seni tek vuruşta hallederiz, yani hiç de tehdit oluşturmuyorsun ahahahaa…”
“…” Mu Qing mırıldandı, “Bilerek yapıyorsun değil mi? Beni ölesiye kızdırmak için çok çabalıyorsun.”
“Öhm, şaka yapıyorum. Her durumda.” Xie Lian gülmeyi kesti, ileriye doğru bakarken Mu Qing’in kolunu sıkıca kavradı, “Eğer gerçekten kötü niyetli bir eylemi yapmayı geri çevirdiysen ve Jun Wu da sana lanetli kelepçeyi geçirdiyse o zaman bunun için kötü bir bedel ödemene izin veremem.”
Sakin bir şekilde şunları söyledi, “ Çünkü yaptığın doğru olandı.”
Mu Qing uzun bir süre ona baktı ve sonunda dişlerini gıcırdattı, “Xie Lian, sen cidden şey gibisin…”
Xie Lian anında karşılık verdi, “Boş ver. Benim hakkımda ne düşündüğünü bilmediğimi sanma. Sana burada yardım etmem için hala bana bağlısın, seni bu lav havuzuna atmak istememi sağlayacak hiçbir şey söyleme.”
Mu Qing omuz silkti, “Ve burada, senin hakkında ne düşündüğümü bilmene rağmen beni kurtarıyorsun?”
“Aynen. Seni sadece kendi prensiplerimi takip ettiğim için kurtarıyorum, hepsi bu.” Xie Lian cevapladı, “Ayrıca, sen ise her açıdan ilginç bir şekilde tuhaf olan birisin ve geçmişte seni gerçekten öldürene kadar yumruklamak istediğim zaman oldu, o zamanlar başaramadım ve zamanla umurumda olmadı. Ama ne kadar garip olsan da ya da ne kadar seni yumruklamak istesem de günahların ölümünü gerektirmiyor. Seni kurtarabilirsem tabii ki kurtaracağım.”
Mu Qing'in havası söndü ve birkaç kez homurdandı, ardından bir an sessizlik oldu ve ekledi, “Ekselansları, ben aslında…”
Tam o sırada her ikisinin de ayakları aşağıya doğru meyletti ve her ikisinin de yüzleri aniden renk değiştirdi.
Mu Qing yaralıydı ve zamanında tepki veremiyordu ama neyse ki Xie Lian hala tanrısal bir hızla hareket ediyordu ve ayak parmaklarının ucuna basarak ileriye doğru itti ve otuz adım ileriye hafifçe indi. Geriye dönüp baktıklarında, az önce üzerinden geçtikleri köprünün gövdesi çatlayıp kopmuş ve doğrudan aşağıya düşmüştü!
GÜMBÜR!
Köprünün zifiri karanlık gövdesinin bir kısmı kızıl cehennem havuzuna düşmüştü ve uzun zamandır havuzda yuvarlanmayı bekleyen kederli ruhlar hızla uzandılar ve yüzlerce çift el, sanki onu bu acı denizinden kurtulmak için bir araç olarak kullanmak istercesine yakalamak için savaştı. Ancak sayıları çok fazlaydı. Sakat köprünün o kısmı onları taşıyamadı ve kısa sürede battı. Yukarıdaki iki kişi titreyerek izlediler ve birbirlerine baktılar. Xie Lian yorumladı, "Görünüşe göre bu köprü pek sağlam değil!"
Mu Qing ağzını açıp kapattı, muhtemelen geri dönebileceklerini, daha önce uzandıkları köprünün yüzeyinin oldukça geniş olduğunu ve çökmemesi gerektiğini söylemek istiyordu, ancak o uzantının çökmesiyle artık yol kalmamıştı ve artık geri çekilemezlerdi. İkisi için tek yol ileri gitmekti ama önlerindeki köprünün yüzeyi sanki her köşesinde bir tehlike var, her yeri tuzak dolu gibi değişken bir şekilde bir genişliyor bir daralıyordu, kim bilir bastıkları hangi adım onların düşmesine sebep olacaktı.
Bir kelime etmeden Xie Lian Mu Qing’i sırtına aldı, “Aynı yerde uzun süre bekleyemeyiz yoksa köprü çökebilir. Sıkı tutun, hızlı bir şekilde bunun üzerinden geçeceğim!"
Söz verdiği gibi Xie Lian gerçekten de uçan adımlarla dışarı çıktı. Ne kadar ileri giderlerse köprü o kadar bunaltıcı bir şekilde darlaştı, hatta en geniş alan bile bir kapıdan geniş değil, en dar alan ise bir kişinin omuz genişliğini geçmezdi!
Ancak böyle tehlikeli bir durumda bile Xie Lian'ın geçtiği hiçbir yerde en ufak bir şey bile hareket etmedi. Ayaklarının altı her seferinde sadece hafifçe eğiliyordu ve her seferinde suyun yüzeyini hafifçe sıyıran bir kırlangıç gibiydi, temas olduğu anda geri çekiliyordu. Eğer orada başka savaş tanrıları olsaydı, hepsi dehşete düşürecek kadar zekice kontrol edilen bu adımlar karşısında şaşkına dönerdi, çünkü aynı şeyi yapabilecek ikinci bir savaş tanrısı yoktu. Bu sadece ruhani güçlere bağlı olmayan ve gün içinde güçlü bir şekilde eğitim almış birinin gelebileceği ustaca becerilerdi.
Birdenbire bir ateş sütunu gökyüzüne fırladı ve Xie Lian'ın önünü kesti. Eğer onun inanılmaz tepkisi ve zamanında frenlemesi olmasaydı, doğrudan ateşin içine girip cayır cayır yanacaklardı. İkili aşağıya baktı. Kim bilir ne zamandan beri, erimiş kayalarla aynı renkte milyonlarca kızgın ruh aşağıda toplanmış, çığlık atıp kıkırdayarak ellerini ikisine doğru uzatmıştı ve bu ateş sütunu onlar tarafından gönderilen bir darbeydi. Kulakları belli belirsiz ağrıyordu ve Mu Qing merak etti, "Ne diye bağırıyorlar?
Xie Lian mırıldandı, “… ‘Bize katılın, burada çürüyerek ölün!’ "
Mu Qing korkuyla ona baktı, “Onları anlıyor musun? WuYong dilini konuşuyor olmalılar!”
Xie Lian başını salladı, “En, onlar… Cennete uzanan köprü yıkıldıktan sonra lava düşmüş ve yanarak ölmüş WuYong insanları. Onlarla bulaşmamaya dikkat et.”
“İnsanları aşağı çekerlerse affedilebilirler mi?” Mu Qing sorguladı.
“Hayır.” diye cevapladı Xie Lian, “Başkalarını aşağı çekseler bile affedilemezler. Bu kederli ruhlar asla affedilemeyecekler. Ama, diğerlerinin acı kaderi yaşadığını görmekten zevk alıyorlar.”
Hiçbir zaman affedilemeyeceklerinin ve bu cehennem havzasının azabını çekmelerinin nedeni de tam olarak buydu.
“Ben de bilmiyorum.” Dedi Xie Lian, “Ama muhtemelen… bana söyleyen oydu.”
Tıpkı ceset yiyen farelerin çığlıklarının hatıralarını naklettiği gibi.
O erimiş küskün ruhlar hâlâ düşmedikleri için oldukça hoşnutsuz görünüyorlardı ve bir araya toplanıp fısıldaşarak, el ele tutuşarak yeni bir saldırı darbesi göndermeye hazırlanırken Xie Lian koşmaya başladı. Ateş sütunu anında ortaya çıktı ve zaten çukurlarla dolu olan köprü daha da harap oldu.
Misilleme yapmadan dayak yemeye devam edemezlerdi ve Xie Lian da aşağıya doğru havaya uçurmayı denedi, ancak çok fazla ruhani gücü kalmamıştı, bu yüzden çok uzağa patlatamadı. Mu Qing'in ruhani güçleri daha yeterliydi ve daha uzağa patlatabilirdi, ancak yine de onları biraz ıskaladı. Aşağıdan gelen ateş sütununun neredeyse ayak bileklerini yaktığı birçok zaman oldu ve o kederli ruh kalabalığı büyük bir grup haline geldi, enerjileri muazzamdı ve kıkırdadılar ve güldüler, onları işaret ettiler, gökyüzünde bir gösteri izliyorlar gibi fazlasıyla heyecanlıydılar. İkisi hiçbir şey yapamadılar, çok aşağılayıcı bir durumdu o kadar çok ki Mu Qing'in eklemleri çatladı!
Bir zaman sonra Xie Lian’in sırtına yaslanan Mu Qing çok zor bir karar vermeye azmetmiş gibi dişlerini gıcırdattı ve birkaç derin nefes aldı, “Unut gitsin, ekselansları… Xie Lian, indir beni!”
Xie Lian cevap verirken hızla koşuyordu, “Ne diyorsun? Sen tatlı canını çok seversin ve ölmekten korkarsın! Böyle bir şey diyecek biri değilsin!”
Aniden Mu Qing’in alnında damarlar kabardı, “Pekala, tatlı canımı sevdiğim ve ölmekten korktuğum için kusura bakma! Zaten her türlü öleceğimden… kararımı değiştirmeden önce acele et ve beni indir!”
“Dalga geçmeyi bırak, daha fazla konuşma, odaklanmamı bozuyorsun.” Dedi Xie Lian, “Şu anda önemli olan en kısa sürede bu köprünün sonunu bulmak.”
“KİM DALGA GEÇİYOR?” Mu Qing haykırdı, “Eğer bu köprü cidden cennete uzanan köprüyse, kim bilir daha ne kadar koşman gerekecek? er ya da geç onlar tarafından devrileceğiz. İndir beni, Ben gidip o gölgeli çöplerin hakkından geleceğim, sen devam et!”
Ardından Xie Lian’ın omzuna hafifçe vurdu ve hızla fırlayarak arkasına indi. Xie Lian arkasına bakıp birkaç adım ona attı ama Mu Qing konuştu, “Gelme, köprünün bu kısmı dar, gelirsen ikimiz de düşeriz!”
Xie Lian yalnızca adımlarını durdurabildi. Mu Qing yine omuz silkti, “Haklısın, benziyoruz. Sen benim garip olduğumu düşünüyorsun, bence sen de oldukça tuhafsın.”
Xie Lian’in gözlerine baktı, “Madem bu noktaya geldik, bunu sana doğrudan anlatabilirim. Senin hakkında pek çok düşüncem var.”
“Ah… pekala… bunu zaten biliyordum. Uzun zaman önce.” Dedi Xie Lian.
Mu Qing soğukça konuştu, “Ah cidden mi? O zaman biliyor muydun, sık sık senin sadece statüne bağlı olduğunu düşündüğümü, Veliaht Prens Hazretleri olmana ve iyi bir şansa sahip olmana rağmen yeteneklerinin benimkilerden çok daha iyi olmadığını?"
“…”
"Ayrıca, tüm bu iyilikleri sadece başkalarına gösteriş yapmak, övgü ve pohpohlamalardan zevk almak için yapmaktan hoşlandığını düşünüyorum. Aslında, bana yardım etmen tamamen bu nedenden kaynaklanıyordu, çünkü ben senin sempati ve nezaketini göstermen için mükemmel bir özneyim. Dürüst olmak gerekirse, şu anda bile bu inançlarımdan bazılarını değiştirmedim. Belki de hiç değişmeyecekler. Onları bir süre bastırsam bile, bir süre sonra yine ortaya çıkacaklar."
Xie Lian bu noktada ter döküp dökmeyeceğini veya ne yapacağını bilemedi, "Bunları bu kadar ayrıntılı bir şekilde kişinin kendisine anlatmaya gerek yok?!"
Yine de beklenmedik bir şekilde Mu Qing sözlerine şöyle devam etti: "Ama yine de çoğu zaman... sana hayranlık duyuyorum."
Xie Lian şaşırmıştı.
Mu Qing cesaretini topladı, sanki biri boynunu sıkıp onu konuşmaya zorluyormuş gibi görünüyordu ve sert bir sesle, "Bu normal değil mi? Sen... kesinlikle... oldukça şaşırtıcı birisin. Ayrıca sen… benden… daha iyi… birisin. Uzun lafın kısası, ben… gerçekten de… senin a-a-arkadaşın… olmayı çok istedim.”
“…”
Xie Lian bir milyon yıldır bu sözlerin Mu Qing’in ağzından döküleceği günün geleceğini hiç hayal etmemişti.
İsteksiz, katı, kekeme olmalarına rağmen bu kelimeler o kadar dürüst, samimi ve duygulu kelimelerdi ki!
Gözleri kocaman açıldı, “Sen…”
Mu Qing sonunda bu sözleri dişlerinin arasından sıkarak çıkardı ve bir nefes verdi, "Xian Le'nin düşüşünden sonraki o olay, doğru ya da yanlış, zor durumda olsam da olmasam da yine de sana bir özür borçluyum."
Xie Lian bir an için afalladı, "...Her şey geçmişte kaldı, o yüzden boş ver. Bunun yerine, önce buradan çıkalım!"
Mu Qing sesini yükseltti, "Bana, eğer şüpheli olsam da benim yapmadığımı bilsen bile, yine de akışına bırakacağını ve beni kurtarmayacağını söyledi. Çünkü benden nefret ediyorsun, bana inanmazdın."
"O mu?" Xie Lian bu "o "nun kim olduğunu anladı.
Mu Qing devam etti, "Ona yardım etmeyi kabul etmemiş olsam da söylediği her şeyi ben de düşündüm. Her zaman içten içe benden nefret ettiğini, beni küçümsediğini düşündüm, bu yüzden ben, ben her zaman... Neyse, aslında bunu düşünmüyorsun. Buna sevindim”
Bir başka ateş sütunu göklere doğru kükredi ve Xie Lian ondan kaçmak için birkaç adım geri çekilerek Mu Qing'den uzaklaştı. Mu Qing'e gelince, öfkesi kabardı ve avucunu köprünün yüzeyine şiddetle vurarak yere yığıldı. Xie Lian’in gözbebekleri küçüldü, “NE YAPIYORSUN??”
Beklendiği gibi köprünün o kısmı Mu Qing’i de yanına alarak çöktü. Mu Qing yarı yolda ona doğru bağırdı, “ÇÖPLERİ TEMİZLEMENE YARDIM EDİYORUM!”
Kırık köprü havuza çarparak yüksek dalgaların kabarmasına neden oldu ve erimiş kederli ruhlar ilk başta onu aşağı çekmeye hazır bir şekilde mutlu bir şekilde üzerine üşüştüler, ancak beklenmedik bir şekilde, gümbürdeyen bir patlama meydana geldi ve büyük bir alanı dağıttı. Hayaletlerin feryatları arasında Mu Qing yıkılmış köprünün ortasında durdu, ruhani ışık onu sararak en parlak haline ulaştı ve alaycı bir sesle, "Sizi gölgelerin derinliklerinden gelen süprüntüler, vicdansız yangınlar çıkarmaktan zevk mi alıyorsunuz? İYİ Kİ GELDİM, ŞİMDİ KAÇMAYIN!!!" dedi.
Şimdi, patlamaları nihayet o erimiş kederli ruhlara ulaşabilirdi!
Mu Qing kan kırmızısı avuçlarını kaldırdı, küskün ruhları çılgınca süpürdü, gönlünce öldürdü, o kadar vahşiydi ki, daha aşağıda sadece gösteriyi izleyen kederli ruhlar çığlıklar atarak dağıldılar, her yöne doğru yüzerek uzaklaştılar. Ateş kollarına ve eteklerine bulaşmaya başlamıştı ve Xie Lian yukarıdaki kenardan sarkıyordu, "MU QING? NE KADAR YÜKSEK ATLAYABİLİRSİN?"
Mu Qing bağırdı, “NEDEN SÖYLEYECEK BU KADAR BOŞ ŞEYİN VAR? HALA GİTMEDİN Mİ SEN?”
Xie Lian geri bağırdı, “BU BENİM SORUNUM DEĞİL. HAYATINDA SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER SÖYLEDİN VE ARDINDAN ÖYLECE ATLADIN, NASIL GİDEBİLİRİM?”
Mu Qing çok öfkelenmişti, “ ‘SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER’ DERKEN NE DEMEK İSTİYORS…” sözünü bitirmeden ayaklarının altındaki o kırık köprü parçası birkaç çentik battı. İkisinin de yüzü değişti.
Şu anda lav havuzuna gömülecek ve kemikleri havaya karışacaktı!
Mu Qing öncesinde can doluydu ama şimdi yüzü soldu ve kendi kafasını ateşte yanarak ölmeden önce parçalayacak gibi ellerini kaldırdı ve gözlerini kapattı, böylece daha doğrudan ölebilirdi. Xie Lian aceleyle haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLE ACELEC�� OLMA! B-B-B-Bİ PLANIM VAR!”
Mu Qing yine gözünü açtı, “ NE PLANI?”
RuoYe en dibe ulaşamasa da yarı yola kadar gidebilirdi, Xie Lian aşağıya fırlattı, “HER ŞEYİNLE ZIPLA! ZIPLA VE YAKALA! SENİ YULARIYA ÇEKECEĞİM.”
Mu Qing’in yüzü daha da soldu, “ZIPLAYABİLSEM BİR YOL DÜŞÜNMEZ MİYDİM?” ardından tekrar kendini ölümüne vuracak cesareti topladı ki Xie Lian haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE! GERÇEKTEN, BEKLE!!! HEMEN BİR YOL DÜŞÜNECEĞİM!”
“PEKALA, KONUŞ, YANİ?”
Bir yol, bir yol. Çabuk, bir yol düşün!
HİÇBİR ŞEY YOLU YOKTU!
İkisinin de dayanma gücünün sonuna gelmişti ve Mu Qing tekrar elini kaldırdı. Ancak beklenmedik şekilde , tam o sırada, başka bir el PAT! Ve onu yakalamadan önce elini tokatlayıp uzaklaştırdı.
Sonra, boş fikirli bir adam Mu Qing'i elinde tutarak sallanarak sıçradı!
Xie Lian beyaz ipek kumaşın diğer ucunun gerildiğini hissetti ve aşağı baktığında hem şaşırdı hem de çok sevindi, "FENG XIN?"
Mu Qing'in üzerinde durduğu kırık köprü parçası lav akıntısının derinliklerine gömülmüş ve fokurdamaya başlamıştı. Beyaz ipek kumaşın uçlarında Feng Xin bir eliyle RuoYe'yi kavrarken diğer eliyle çelik suratlı Mu Qing'i tutuyordu ve ona doğru bağırdı, "Ekselansları, ÇABUK, BİZİ YUKARI ÇEKİN!"
Aşağıda kürek çeken daha fazla Boş Kabuklu mutant vardı ve görünüşe göre Feng Xin de yukarıdan süzülerek onlara biniyordu. Xie Lian'ın soru soracak vakti yoktu ve onları yukarı çekmeden önce aceleyle köprünün biraz daha geniş ve sağlam bir alanını buldu. İkisi istikrarlı bir şekilde yukarı çekiliyordu, ancak aşağıda, erimiş küskün ruhlardan oluşan yeni bir grup yavaş yavaş toplanıyor, kötü niyetle yukarı bakıyor, toplanırken homurdanıyorlardı ve kısa süre sonra başka bir ateş sütunu yükseldi!
Feng Xin ve Mu Qing havada asılı kaldılar, kaçamadılar ve Xie Lian RuoYe'yi kaldırdı ve bu saldırıdan kaçmak için birkaç adım uzaklaştı. Ama köprünün üstündeki hiçbir yer düzgün ve açık değildi yani o darbeden kaçtıktan sonra ancak yapabileceği tek şey yine geri dönmekti. Feng Xin neredeyse ateş sütunundan dolayı yanacaktı, büyük bir öfkeyle bağırdı, “BU KÖPEK B*KLARININ SORUNU NE? İNSANLARA AŞAĞIDAN SALDIRMAK MI, NE REZİLLİK! TÜM SÜLALENİZİ S*KEYİM!”
Xie Lian cevapladı, “EĞER TÜM SÜLALELERİ BÖYLE GÖRÜNÜYORSA HALA S*KMEK İSTEDİĞİNE EMİN MİSİN??”
Kederli ruhlar pes etmemiş, kıkırdayarak pusularına devam etmeye hazır görünüyorlardı. Feng Xin öfkesinin doruğundaydı ve Mu Qing'i havaya kaldırarak, "Tut şunu!" diye homurdandı.
Mu Qing daha önce gerçekten öleceğini düşünmüştü, şoku çok büyüktü, bu yüzden şimdi bile tepkisi biraz donuktu ve RuoYe'ye tutunma emrine uydu. Onu tutmaya gerek kalmadan, Feng Xin bir elini serbest bıraktı ve sırtında taşıdığı uzun yayı ve kim bilir nereden topladığı birkaç tahta çubuğu çıkardı. Çubukları ok olarak kullanarak, yayı bir eliyle tuttu ve kirişi ve yivleri ısırmak için dişlerini kullandı. Oku telin üzerine yerleştirerek istikrarlı bir şekilde geri çekti –FIŞT FIŞT FIŞT FIŞT, dört ok hızla uçtu.
Oklar lav havuzuna saplandı, dalgaların kabarcıkları patladı ve erimiş kederli ruhlar dehşet içinde kendi üzerlerine yuvarlanarak bir kez daha dağıldılar. Feng Xin sonunda tatmin olduğunu hissetti ve küfretti, "ŞUNU GÖRDÜNÜZ MÜ! SİZİ S*KECEĞİM DEMİŞTİM! S*KTİĞİMİN KÖPEK BOKLARI! BU ATA TEK ELİYLE HEPİNİZİ PATLATABİLİR!"
Sonunda üçü birlikte Cennete uzanan Köprü üzerinde durdular. Xie Lian alnındaki terleri çok kez sildi ve hala kalbi hızla çarpıyordu, “Feng Xin, nasıl geldin?”
Bu konunun tekrar gündeme getirilmesiyle Feng Xin hemen kafasını kavradı, “Nasıl mı geldim? Üçünüz de atladınız, ne yapacaktım? Neredeyse deliriyordum! O uçurumun dibine kadar dolaşmanın bir yolunu bulabildim sonra tüm yol boyunca buraya sürüklendim. Tüm gürlemeler ve seslerden sonra ikinizi buldum. İkiniz lav havuzuna atlayarak ne yapıyordunuz? Delilik!”
Mu Qing sonunda kendine geldi ve haykırdı, “Aşağıya sürüklendim.”
Feng Xin'in tüm yol boyunca küfürler ettiğini hayal eden Xie Lian cevapladı, “Tamam tamam tamam, sakin olun. Ne olursa olsun, sen gerçekten bir tanrının lütfusun, büyük bir yardımdın! Ne derler bilirsin, bazen insanlar cidden… cidden iki yakasını bir araya getirmek için bir insana ihtiyaç duyarlar, gerçekten!”
Üçünün de korkudan ödü patlamıştı ve kendilerini toparladıktan sonra çelikleşmiş yüzlerle nefes nefese kalarak etrafta dolaşmaya cesaret edemediler. Feng Xin Mu Qing'i sırtında taşıdı ve Cennete uzanan Köprüden aşağıya doğru sıçramaya devam ettiler. Bir süre sıçrayıp gördüklerini birbirlerine anlattıktan sonra Xie Lian, Feng Xin'in de Hua Cheng'i görmediğini öğrendi ve yüreğinin sıkışmasına engel olamadı. Hua Cheng neredeydi? Aramaya devam etmek için köprüde ilerlemeye devam edemezlerdi.
Tam o sırada Feng Xin, sırtına binmiş olan Mu Qing'e, "Bu arada, az önce haykırdığın o sözleri biraz duydum. İlk kısmı öfkelendiriciydi, seni dövmek istememe neden oldu ama sonunda seni küçük piçin tüm bunları gerçekten kalbinde düşündüğünü hayal etmemiştim!" dedi.
“…”
Mu Qing'in yüzü tamamen karardı. Feng Xin, Xie Lian'a döndü, "Sana daha önce söylememiş miydim? Bu adamın duyguları derin haremin küskün cariyelerinden bile daha çarpık, tamamen akıl almaz!"
“…” Xie Lian, Mu Qing'in yüzünün artık tamamen örtüldüğünü görebiliyordu ve sinirle elini ona salladı. Feng Xin tamamen habersizdi ve Mu Qing'e döndü, “Ekselansları ile arkadaş olmak istiyorsan öyle desene! Sırf Ekselanslarının seni hor gördüğünü ve artık arkadaş olamayacağınızı düşündüğün için etrafta dolaşıp insanları iğneleyerek hasta ediyorsun, beyninin ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum?"
Xie Lian pes etti ve el salladı, "Küçüklüğümüzden beri böyle değil mi? Artık onu azarlama, bak yüzü kıpkırmızı oldu."
Mu Qing daha fazla dayanamadı ve kükredi, "LANET OLSUN! CİDDEN LANET OLSUN!! SUSAR MISINIZ ARTIK?"
Xie Lian ona, "Feng Xin'in kelime dağarcığını yakalamış gibi görünüyorsun. Ayrıca küfretmek de pek iyi bir şey değil," diye hatırlattı.
Feng Xin, "Kendin söyledin, E-ekselanslarının a-a-arkadaşı olmayı çok istiyordun!" diye söze girdi.
Mu Qing'in dişlerini gıcırdatarak kekelemesini bile bilerek taklit etti ve Mu Qing'in yüzü vahşileşti, eli kılıcını bulmak için çoktan sırtına gitti. Feng Xin ekledi, "Pekala, şimdi her şey açığa çıktı. Her neyse, şunu unutma: Ekselansları seni asla bu kadar pis düşünmedi. Çizgiyi aştığın ve kızdığı o zaman dışında, ama ondan sonra, benim önümde senin hakkında tek bir kötü söz söylemedi! Sen, bundan sonra düzgün bir insan gibi davran, kendini düzgünce ifade et, eğer yine iğneleyici konuşursan sana bağıracağım!”
Mu Qing ilk kısmı başını sarkıtarak dinledi, dudakları mühürlenmiş konuşmuyordu, ama ikinci kısmı dinlerken gözlerini devirdi, “Zaten bana yüzyıllardır bağırmıyor musun?”
Xie Lian “Mu Qing, sen cennet mensubusun, ifadelerine dikkat etmelisin, tamam mı? ��ylece gözlerini deviremezsin, eğer inananların bunu yakalarsa hakkında bir şeyler düşünebilirler.” Diye hatırlattı.
“Lütfen.” Dedi Mu Qing, “Bu adam tüm gün üst cennette küfürler savuruyor.”
Feng Xin hıhladı, “Çünkü hakediyorsun.”
“Benimle eski kavgaları gündeme getirmeyi bırak.” Dedi Mu Qing, “Sen de bir oğul sahibi olmak için Majestelerini terk etmedin mi?”
Feng Xin’in alnındaki damarlar da ortaya çıktı ve kollarını sıvadı, “Kavga mı arıyorsun?”
Mu Qing küçümseyerek güldü, “kendinle kavga et. Eğer ekselanslarına bütün gün benim hakkımda saçma sapan konuşan sen olmasaydın bana yukarıdan baktığını ve tuhaflaştığımı düşünmüş olduğunu düşünür müydüm?”
Konu yine yasakların içine gömülmek üzereydi ki Xie Lian konuştu: "Böyle bir zamanda birbirinizin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeseniz olmaz mı? Birbirinizi incitmenin ne anlamı var..."
Mu Qing yine gözlerini devirdi, "Ayrıca, şu haline bak, o zamanlar çıldırmıştın. Ne olmuş soygun yaptıysa? Ben Ekselanslarının yerinde olsaydım, o noktada on sekiz varlıklı, önde gelen haneyi soyardım ve gözümü bile kırpmazdım. Ve senin yardım eli olduğunu, ne olduğunu sormak için Ekselanslarının peşinden koştuğunu düşünmek."
Xie Lian'ın alnından ter boşandı ve arkasına baktı, "Bir saniye, benimkini de havalandırmaya gerek yok? Her halükarda, San Lang'i bulun, San Lang'i bulmama yardım edin! Hahahaha..."
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#hualian#ling wen#jian lan#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#xuan zhen#nan yang#mei nianqing#junwu#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#qi rong#shi wudu#shi qingxuan#hexuan
23 notes
·
View notes
Text
Gece uyku ile uyanıklık arasında sesler duydu. Ne olduğunu tam anlayamadığı için belki rüya görüyorum diye düşündü ama değildi. Gerçekten sesler geliyordu. Yeri geliyor ağlama yeri geliyor ağlayarak gülme. Tuhaf seslerdi. Açıkçasını isterse korkmuştu. Ama korkmak erkek adama yakışmazdı. O yüzden gecenin karanlığında kapattığı gözlerini açtı ama etraf tahmin ettiği kadar karanlık değildi. Aksine hafif bir pembelikle birlikte sanki gün doğar gibiydi. Önce gözlerini ovuşturdu sonra tekrar etrafa baktı gerçekten de karanlık değildi. Bu yaşadığı ufak şaşkınlığı bırakıp uykusundan uyandıran sese dikkat kesildi. Oturma odasından geliyordu ses. Yataktan kalktı, önce kendine gelmeyi bekledi. Sonra komodinin üzerinde duran saate baktı gece 2 buçuğu gösteriyordu. Besmele çekerek terliklerini giydi ve yavaşça ayağa kalktı. Gelen sesi takip ediyordu. Odadan hafif bir serinlik geliyordu ama odaya yaklaştıkça gelen ses serinliği bile unutturacak cinstendi. Artık sesler daha bir anlamlı gelmeye başladı. Çünkü 1 haftalık evlendiği eşi dışarıda gayet sesli bir şekilde hem şükürler ediyor hemde bir gülüp bir ağlıyordu. Merakı daha da artınca hızla odanın kapısını açtı. Ama eşi kapının sesini duymamıştı bile. Bir müddet odanın kapısında bekledi eşinin neye bu kadar sevindiğini anlamaya çalışıyordu. Daha sonra gözleri beyazlığa daldı. 2 gün önce günlük güneşlik olan şehirde şimdi lapa lapa kar yağıyordu. Üstelik her yeri doldurmuştu. Buna kendi bile şaşırdı. Aslında şaşkınlığı kendineydi. 28 yıldır bu şehirde yaşıyordu ama eşinin sevincine neden olan bu rahmeti hiç bu şekilde fark etmemişti. Ona göre kar yada yağmur hayatı durma noktasına getiren bir doğa olayıydı. İşleri aksıyor, işyerinde verimli olamıyor, kapalı havalar çoğu zaman onu boğuyordu. Ama şimdi bakınca aslında ne kadar muhteşem olduğunu daha iyi anlıyordu. Bir süre kapının önünde eşini ve ardında parlayan beyazlığı seyretti. Sonra içinden kendini bile şaşırtacak dualar ettiğini fark etti. Ve yine kendini şaşırmaktan alıkoyamadı. Bir insan bir kar için hem gözyaşı döküp hem de gülebilir miydi? Bir kadın bir kar için çocuklar gibi sevinebilir miydi? Oysa şimdilerde insanlar bırak karı yağmurdan bile nefret eder olmuştu. Bırak ufacık şeylerle mutlu olmayı, her anları kendilerine zehrediyorlardı. Her an bir depresif haller, her an bir can sıkıntısı.. Gözleri hep yükseklerdeydi insanın, bir saatlik mutlu edecek hazlar peşinde ömürlerini heba ediyorlardı. Kimsenin bir kar tanesine, bir kediye, bir insana bile tahammülü kalmamış, hılza geçip giden hayatlarında küçücük güzellikleri bile fark edemiyorlardı. Oysa balkonda izlediği eşi yağan kar için gözyaşı döküp, şükürler ediyordu. Bu devirde hala eşi kadar mutlu olan insanlar var mıydı? Yoksa o böyle bir eşe sahip olan nadir insanlardan mıydı? Bu onun için bir şükür sebebi olabilir miydi? Hayatı daha yaşanılır kılan bir nimet olabilir miydi? Bilmiyordu.. Geleceği düşünmeyi şimdilik bir kenara bıraktı. Dışarıda inanılmaz güzel olan kar yağışına ve eşine eşlik etmek için askıdan ceketleri aldı ve eşinin yanına ağır adımlarla ilerledi. Balkon kapısına vardığında eşi sanki bekliyormuşçasına arkasını döndü ve yaşlı gözlerle tebessüm ederek konuştu: Bak, ne kadar güzel yağıyor değil mi? Sabah olsa da kar topu oynasak. Benimle kar topu oynar mısın? :)
Ne diyebilirdi ki bu güzel teklif karşısında.. Tebessüm ederek başını olur anlamında salladı ve elindeki ceketi büyük bir nezaketle eşinin omuzlarına bıraktı...
11 notes
·
View notes
Text
Eminonu to Uskudar, reminded me of the famous Ottoman folk song Kâtibim (the clerk), or Üsküdar’a Gider İken:
Üsküdar’a Gider İken Aldı Da Bir Yağmur,
Kâtibimin Setresi Uzun Eteği Çamur
[While going to Üsküdar, rain started,
My clerk’s coat is long, his skirt is getting muddy.]
Kazi Nazrul’s ‘Tribhuboner priyo Muhammad’ was composed in the melody of this song.
3 notes
·
View notes
Text
"Yapraklar Yeniden Renk Değiştirdiğinde."
1. Bölüm "İki Kişiden Bir Davet"
«Shiho'nun odası»
Shiho: (—Evet, tam da istediğim ses bu.)
Shiho: (Parmaklarım iyi hareket ediyor ve ritimden hiç sapma olmadı.)
Shiho: …JamFest'ten sonra formum iyi gibi görünüyor.
« "JamFest" festivalinden anılar»
Shiho: (...Ve çok eğlenceliydi.)
Shiho: (Beklediğimden çok daha fazla insan şarkılarımızı dinledi...)
Shiho: (Bugün erkenden bitirmeyi düşünüyordum ama… Yine de biraz daha çalışacağım.)
Shiho: O zaman bu melodiyle başlayayım...
Shizuku’nun sesi: Shi-chan, seni rahatsız etmiyorum, değil mi?
Shiho: Ah... Hayır, pek sayılmaz.
Shizuku: Banyo hazır, ilk sen girmez misin diye düşündüm.
Shiho…Şimdiden bu kadar geç mi oldu?
Shiho: ...Üzgünüm, ben biraz sonra gireceğim. Biraz daha pratik yapmak istiyorum.
Shizuku: Gerçekten mi? O halde ben gireyim ilk.
Shiho: Tamam.
Shizuku: ...Baksana, Shi-chan.
Shizuku: Son zamanlarda her gün geç saatlere kadar çalışıyorsun gibi görünüyor... Kendini çok zorlama, olur mu?
Shiho: Ha? Ah... Evet, tamam. Teşekkürler, abla.
«Ertesi gün»
«Miyamasuzaka»
Shiho: Fua…
Shiho: (Dün gece de geç saatlere kadar çalıştım, çünkü keyfim yerindeydi. Bu yüzden pek iyi uyuyamadım...)
Shiho: (Bugünkü kendi kendime olan antrenmanı biraz daha erken bitireceğim—)
???: Ah, Shiho-chan! Senpai, Shiho-chan'ı buldum!
Shizuku: Ciddi misin? Onu hemen bulmana sevindim.
Shiho: Eee…
Shiho: Saki... ve ablam? Bir şey mi oldu?
Shizuku: Seninle konuşmak istediğim bir şey vardı. Bu yüzden seni arıyordum, Shi-chan.
Shiho: Ne hakkında konuşmak istiyorsun?
Shiho: …Kötü bir his var içimde.
Saki: Ama ya~! Bu öyle tatlı bir davet ki, Shiho-chan kesinlikle çok sevineceksin!
Shiho: Hadi ama... Konuya gelseniz...?
Saki: Ah, doğru! Yani, Shiho-chan...
Saki: Birlikte bir günlük bir geziye çıkalım!
Shiho: ...Bir günlük gezi mi?
Shizuku: Evet, bir günlük bir gezi yapacağız. Kısa bir süreliğine gidip güzel yemekler yiyecek ve harika manzaraların tadını çıkaracağız! Harika olmaz mı?
Shiho: Pek ne kadar harika olur bilemedim… Ama neden birden gezi?
Shizuku: Hm... Kısaca anlatmak gerekirse, okuldayken aklıma geldi...
«Bir süre önce»
Shizuku: (Son zamanlarda hava iyice serinledi.)
Shizuku: (Yapraklar da renk değiştirmeye başladı, ve osmanthus kokusu var… O kadar huzur verici ki.)
Saki: Shizuku senpai! Günaydın!
Shizuku: Günaydın, Saki!... Ah?
Shizuku: Hmm... Saki-chan, görünüşe göre sonbaharı yanında getirmişsin.
Saki: Ha?
Shizuku: Saçında bir akçaağaç yaprağı var. Onu alayım, bir dakika...
«Shizuku yaprağı aldı»
Saki: Ah, çok teşekkür ederim!
Shizuku: Rica ederim.
Saki: Eheh... Acaba bu yaprak rüzgar eserken mi geldi?
Saki: Çok şaşırtıcı, bu yaprak kırmızısı gerçekten çok güzel! Gerçekten sonbahar hissi veriyor!
Shizuku: Hehe, evet.
Shizuku: Yılın bu zamanında sonbahar yapraklarını izlemeye gitmek harika olurdu...
Saki: Kesinlikle!
Saki: Ah... Aklıma gelmişken, bir keresinde ailemle sonbahar yapraklarını izlemeye gitmeyi denemiştim...
Shizuku: Ne? "Denemiştin" mi?...
Saki: Ama o gün yağmur yağdı, bu yüzden gidemedik.
Saki: Sonra bütün günü abimle birlikte üzgün bir şekilde evde geçirmiştim.
Shizuku: Öyle mi? Bizim başımıza da benzer bir şey gelmişti aslında.
Saki: Gerçekten mi?
Shizuku: Bizim durumda hava, dağa ulaştıktan sonra kötüleşmişti. Shi-chan ile el ele tutuşup yağmurlu dağlara bakıp üzülmüştük.
Saki: Gerçekten mi? Hehe, ne kadar benzer olmuş!
Saki: ...Bir fikrim var! Ya biz...
Shizuku: Hm?
Saki: —İşte bu yüzden abimi de davet edip, Tenma ve Hinomori ailesi olarak sonbahar yapraklarını izlemeye gidelim diye düşündük!
Saki: Bu tura “Yağmurlu Yaprak İzleme İntikamı” diyelim!
Shiho: Ciddi misin... Neden "intikam"?
Saki: Çünkü sonbahar yapraklarını izlemeye gidememiştik, Shiho! Bunun intikamını almalıyız, değil mi?
Shiho: Yani... O yağmur yüzünden gidemedik diye ben de üzülmüştüm, senin "intikam" almak istemeni anlıyorum ama...
Shiho: Oyalanacak vaktimiz yok, biliyorsun, değil mi?
Saki: Mmm... ...Ama Jam Fest’ten sonra az da olsa boş vaktimiz var…
Shizuku: Ayrıca… Birazcık dinlenmenin de gerekli olduğunu düşünüyorum.
Shiho: Ama...
Saki: Lütfen, Shiho-chan! Eğer dördümüz intikam için gidersek, bu kesinlikle en güzel anılardan biri olacak!
Shizuku: Ben de Shi-chan ile uzun zamandır bir geziye gitmek istiyorum...
Shizuku & Saki: Shi-chan, lütfen! Shiho-chan, lütfen!
Shiho: Ugh...
Shiho: (...Haklılar, ablam idol olduğundan beri ailecek sık sık seyahate çıkamıyoruz...)
Shiho: (Ve...)
Shiho: (Ben de o zaman yağmur yüzünden sonbahar yapraklarını izleyemediğim için üzülmüştüm.)
Shiho: ...Tamam, sizinle geliyorum.
Saki: Yaşasın! Tenma ve Hinomori'lerle "Yağmurlu Yaprak İzleme İntikam Turu"na çıkıyorum!
Shiho: Neden isim gittikçe uzuyor?
Shizuku: Fufu... Ne güzel bir isim.
Shiho: İyice abarttınız...
Shiho: Ah, ama gezi planlamasını size bırakıyorum.
Shizuku: Evet, antrenmanlarımıza engel olmayacak şekilde bir şeyler ayarlarız.
Saki: O halde bunu hemen abime haber vereyim!
Saki: Hehe. Hepinizle birlikte geziye gitmeyi dört gözle bekliyorum!
2 notes
·
View notes
Text
Bu fotoğraf için küçük bir hikaye yazıyorum hemen. Yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Her zamanki gibi işten eve dönüyordu. İşte yaşananlar kafasını o kadar çok kurcalamıştı ki her gün yanından geçerken selam verdiği büfedeki yaşlı adamı bile unutmuştu. Hızlı hızlı yürürken bir anda kafasında büyük bir ıslaklık hissetti. Yağmur yağmurdu, o zaman bu düşündüğü şey miydi? Yavaşça elini kafasına götürdü ve kafasındaki ıslak yere dokundu. Ne yazık ki düşündüğü şey olmuştu. Gökyüzüne bakarak "Lanet olsun, beni mi buldunuz martılar!" diye bağırdı. Ve bir anda gökyüzünün, denizin ve kuşların oluşturduğu o resmi gördü. Na kadar da güzeldi. Belki de o martı ona bu iyiliği yapmasaydı fark edemeyecekti. Biraz durmaya ve bu güzel manzarayı izlemeye karar verdi.
Havanın kasvetli griliği ruhuna anlamadığı bir şekilde iyi geliyordu. Ara sokaklardan evine gitmek yerine yolunu biraz uzatıp deniz kenarından gitme kararı aldı ve ağır adımlarla, belki de yıllar sonra ilk defa manzaranın tadını çıkararak yürümeye başladı. İyice karararak fırtınanın geldiğini belirten bulutlar insanları evlerine kaçırmıştı ve bu da işine gelmişti. İnsanların gürültülerinden kaçabildiği böyle güzel bir manzarayı kolay kolay bulamazdı, o da biliyordu. O yüzden her adımının tadını çıkarıyordu. Birkaç saniye sonra ilk damla eline düştü, onu yüzlerce ufak damla takip etti ama aldırmadan ağır ağır yürümeye devam etti yağmur hızlanırken. "Tüm ihtiyacım bu" diye geçirdi içinden ama biraz erken konuşmuştu. Kafasını çevirdiğinde elinde şemsiyeyle kendisine koşan birini gördü. Yağmurun vücudunda bıraktığı hafif üşüme hissini sıcak bir hisle kaplayan bu yüz, tanımadığı bir yüzdü. Şaşırdı, burada yaşayan herkesi tanıdığını sanıyordu. O düşüncelerine dalmış bir şekilde kadının yüz hatlarını ezberlerken, kadın yarı gülümser bir şekilde hızlı adımlarla kendisine yaklaşıp şemsiyeyi ikisinin üzerine gelecek şekilde konumlandırmıştı. İkisi de gülümsediklerinin de, dakikalardır yağmurun altında konuşmadan birbirlerine baktıklarının da farkında değildi. O yağmurlu günde, bir rota değişikliği iki hayatın rotasını değiştirmeyi başarmıştı.
15 notes
·
View notes
Text
İçimdeki sıfır çarpanını kendime bölünce belirsizlik buldum.
Saat gece yarısını geçti. Yaşım yirmiye dayadı merdivenini. Uykum bu gece benim değil, baş ağrılarımın tuttu tarafını. Neyseki bu gece ben kendimin tarafındayım. Kaç hafta ya da kaç ay oldu bilmiyorum ama kendimi görmekten o kadar korktum ki beni yansıtıyor diye yazmadım. Tek taraflı bir ateşkes imzaladım cümlelerle. Sanırım bu gece hatta bu süreçte sadece anlayış ile doluyum kendime. Nefretimi kimin mezarına ektim bilmiyorum ancak kendi kefenimi kontrol ettim cepleri yırtık değildi. Şüpheli ve de nihayet. Kendimle barıştım. Benim suçum değildi. Kabullenmemin yıllarımı almasını geçtim beni de benden aldı. O yüzden şimdi döktüğüm bu gözyaşları gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki kendi kucağıma yattığım için. Ben elimden geleni de yaptım, ardını da açık yüreklilik ile fazlasını da. Bundan ilerisi gerçekten boyumu aşıyor, yüzmeyi de pek sevmem dalgalı denizde. Bundan ilerisi zaten yolun sonu olur benim için. Bütün anlamlarıyla. Daha önceleri neyi istediğimi öylesine iyi bildiğimi sanıyordum, şu an elimde sadece neyi istemediğim var. Ki bunu da söylemeden geçemeyeceğim: ellerim gri. Sorumluluk almak da ödünç vermek de korkunç sancılıymış. Bu bir tercih meselesi bile değildi. Bir kere aşınca tam manası ile asla bırakılmayan, kendinin unutulması istemeyen kıskanç birisiymiş. Bu belki de kendime bir “hoşgeldin” yahut “güle güle” o yüzden eteğimdeki tüm harflerimi dökücem. Aslında döksem mesela tüm içimi. İçim dışıma çıkana kadar ağlarım. Pınarlarım kurudu inan. İçimde birisine ama kime sesleniyorum bilmiyorum. Gölgemi kaçırırsam bu hengameden kurtulurum sandım. Saye diye çığlıklarımı hep bundan attım. Şimdi cesaretimi topladım arkama baktım; yok saye falan. Gölgem bile yok. O sorumluluğu ben işte öyle yalın sırtlandım. O yüzden saye falan değil bu kez. Bak kızım yağmur. Kendine hor davranmayı kes. Müziği biraz azalt. Yemek yemeyi unutma. O vitaminleri al. Çıkman gereken doktor kontrollerini artık aksatma. Aynalara göz devirmeyi de unut artık bi kırığın bitişinde. İyiyim demeyi azalt. Güçten, güçsüz düşecek kadar güçlüsün. Kimse bilmez ama ben bilirim. Kumsallar anlamaz yağmurun neden yağdığını, okyanus üstünden gidene kadar. İnsanları da görmek istediğin gibi görmeyi bırak. Olduğu gibi gör. O gerçekten öyleymiş. Yangın kendi saçına gelene dek, aynanın karşısında tararmış. Dene ama sevmeden sevilmeyi. Soluna çok yüklendiğinden şaştı dengen. Kime neyi anlatıyorsam. Tamam. Sus. Kapat konuyu. Düşüncelerim var işte öyle benim pas tuttu üzerlerini ama yokluyor arada aklımı. Sus. Saçma. Çok kez öldüm. Ölüm çare değil. Neden biliyor musun? Çünkü benim mevsimim değişti. Kışın ortasındayız ama bu bir kış yağmuru değil. Bu benim ilk yağmurum da değil. Bu benim belki de kasımın sonunda nisan yağmurum. Biri değil, yani şakası da yok. Mevzu bahis bile değil tercih için de ve içimde.
21.11.23 01.32
10 notes
·
View notes
Text
Günaydın başlayan her şeyi sona erdiren,
yeni olan her şeyi eskiten dünya.
91 notes
·
View notes
Text
bir gece, hava buz gibi. atletim kandan sırtıma, kâküllerim terden alnıma yapışmıştı. cezalı olduğum için de o hâlde kapıya koyulmuştum. korkudan mı yoksa soğuktan mı bilmiyorum ellerim titriyor. boyun eğmeyeceğim ya, başım dik bir şekilde burunumun dikine gideceğim illa. yaşımı sorma, senden küçüğüm ama küfür kıyamet inletiyorum ortalığı. hepsi de babamdan duyup bildiklerim. bak, ben hiçbir zaman dayaktan kaçmadım. dayak arsızı olmuştum artık. ama o kemer, o siktiğimin kemeri beni hep çok korkuttu. korkudan duvar diplerinde, kaldırım köşelerinde inim inim inledim. kaç yaşına geldim, anneannemin deyimiyle kocaya verseler yok demem ama bu korku geçmiyor. sırtımı dönsem sana bir baksan, izlerden bedenimi göremezsin. kollarım, bacaklarım. ama bakma. bana acımana ihtiyacım yok. her neyse işte, yağmur yağmaya başladı, yağdıkça daha çok canım yanıyordu. düşen her damla yaralarıma bıçak gibi batıyordu. gururumdan özür de dilemiyordum. bi' komşumuz ayağında terlik elinde de kızının civcivli banyo havlusuyla kapıya çıkmıştı. koşa koşa gelip beni havluya sarmıştı ama ağlamaktan canımın yandığını da söyleyemiyordum. öyle geldi aldı beni kucağına, götürdü evine, küvetin içine küçük bir tabure koydu, oturttu beni. atleti çıkaracak, ama yapıştı ya çıkmıyor, ben inledikçe o ağlıyor. bırakın siz dedim. tuttum sanki defterden yaprak koparıyorum öyle bir yırttım ki onu. o acıyı ben ömrü billah unutmam. ben dedim, yapabilirim. teşekkür ederim. yardım edeyim ben bebeğim dedi. bebeğim kelimesi ordan kalma, çok severim. konuyu dağıtıyorum, bunlar değildi söyleyeceklerim. suyu ayarladık beraber. kaynar su ama, nasıl duman çıkıyor görmen lâzım. gerisini hatırlamıyorum. bacak kadar boyumla, zamane çocuğuyum işte sinir krizi geçirmişim. eşi de doktordu, iğne falan halletmişler bir şekilde. bu gece de kimseye değil, o civcivli banyo havlusuna, küçük tabureye ve kaynar suya ihtiyacım var. temizlenmeliyim.
2 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
229. BÖLÜM - Hünerli zar - Yuvarlanan hep yek kalbi korkutuyor -
Xie Lian Hua Cheng’e fısıldadı, “Mu Qing’e ne oluyor bilmiyorum ama Feng Xin Jian Lan ve cenin ruhunu arıyor. Acaba onlar…”
Diğer cennet mensuplarıyla birlikte ayrılmayarak cennet Başkent'te kalmış ve göklerin ve yerin aşağı yukarı gidip geldiği, sular altında kaldığı ve yandığı o seride sıkışmış olamazlar mı?
Ya da belki daha kötüsü. Belki de ikisi de şu anda Jun Wu'nun elindedir!
Tam o sırada Guoshi yan taraftan geldi, "Ekselansları, aramaya devam etmenize gerek yok. Eğer buradaysa saklanmak için bir neden yok. Burada çok fazla insan olabilir ama dikkat etmeye değecek kadar çok değil. Burada olmadığına göre, o zaman sadece bir yere gitmiş olabilir ve bu da onu takip etmenizi isteyeceği bir yerdir."
Xie Lian anladı, "TongLu Dağı mı?"
Guoshi başını salladı, "Belki de Mesafe Kısaltma rününü etkinleştirmiştir. Cennet Başkenti'nin yanı sıra onun en güçlü olduğu alan orası."
“Ha? TongLu dağına mı gidiyorsunuz?” Shi Qing Xuan haykırdı, “O korkunç yere???”
“Önceden gitmiştik.” Dedi Xie Lian, “Sorun değil, o kadar korkunç değil. Belki Mu Qing ve Feng Xin de oradadır.”
Ancak Guoshi uyardı, “Gardınızı düşürmeyin. Bu sefer gittiğinizde sizi orada bekleyen şeyler aynı olmayacak.” Biraz durakladıktan sonra devam etti, “Sanırım ikinizle geleceğim. En iyisi yardım etmeleri için birkaç güvenilebilir savaş tanrısı da bulmanız. Yaralanmamış olanlardan. Eğer yaralılarsa sizi aşağı çekerler.”
O halde bu gerçek bir zorluktu. “Güvenilebilir savaş tanrısı?” Xie Lian merak etti. Belki önceden birkaç güvenilir savaş tanrısı vardı ama artık pek kalmadı. Düşmüş, yanmış, bazıları kayıp, bazıları ise bacağına sarılan ve feryat eden bir çocukla. Hua Cheng konuştu, “Yardımcı aramaya gerek yok, hepsi işe yaramaz. Gege ve ben yeteriz.”
“Kesinlikle yeterli olmayacak.” Dedi Guoshi.
Pei Ming uzaktan itiraz etti, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, lütfen öyle kendinden emin, inandırıcı bir ses tonuyla ‘hepsi işe yaramaz’ demez misiniz!”
Shi Qing Xuan da içten bir kahkaha attı, “General Pei, çok fena yandın ve Lord Yağmur Ustası kadar fare bile kesemedin, yani neyi şikayet ediyorsun!”
Uzun zamandır Pei Ming’i görmemişti ama birbirlerini gördüklerinde Shi Qing Xuan hâlâ onunla alay etmekten zevk alıyordu. Yaralandığı yerinden bıçaklanan Pei Ming hiçbir diyemedi ve daha da stresli hale geldi. O sırada aniden bir ses geldi, “Bekleyin, ben de. Ben de geleceğim.”
Kalabalık kimin konuştuğunu görmek için ayrıldıklarında gerçekten de konuşanın Mu Qing olduğunu gördüler. Kim bilir ne zamandan beri kalabalığın en arkasında dikiliyordu. Xie Lian onun ortaya çıktığını gördü ve rahatlayarak nefes aldı, “Mu Qing? Ne zaman geldin? Öncesinde nereye gitmiştin? Senin de kaybolduğunu düşünmüştüm.”
Ancak Mu Qing “Ben hep buradaydım.” Dedi.
Hua Cheng kollarını çaprazladı ve ona yan gözle baktı, “Hep buradaydın, ama ne konuştun ne de yardım ettin, ha?”
Mu Qing ilgisizce cevapladı, “Ben her zaman buradaydım dedim. Sadece konuşmadım ve hiçbiriniz beni görmediniz, hepsi bu.”
Ancak, insanlara ihtiyaç duydukları birkaç durumda onu hiç bulamamışlardı ve arandığında bile cevap vermemişti, bu yüzden herkes General Xuan Zhen'in kaybolduğunu düşünmüştü. Xie Lian hâlâ Feng Xin'in de kalabalığın arasında olabileceğinden umutluydu, ancak onu aradıklarında bulamadılar yani Feng Xin gerçekten de orada değildi, bu yüzden sadece "Pekâlâ. Yardıma mı geliyorsun? Bu harika, sonunda işe yarar biri çıktı." diyebildi.
Mu Qing'in geldiğini gören hem Guoshi'nin hem de Hua Cheng'in yüz ifadeleri şaşırtıcı bir şekilde ilk kez aynıydı. Her ikisi de Mu Qing'den uzun zamandır hoşlanmıyordu; Hua Cheng'in durumu hakkında konuşmaya gerek yoktu, ancak Guoshi başından beri Mu Qing'i öğrencisi olarak kabul etmek istememişti ve görünüşe bakılırsa Mu Qing gibi bir yardımcısı olacağına hiç yardımcısı olmamasını tercih ettiği kolayca tahmin edilebilirdi. Mu Qing de onların bu tutumundan habersiz olamazdı ama yine de yaklaştıktan sonra Guoshi'nin önünde eğildi ve sessizce "Usta" dedi.
Guoshi başını salladı ve pek bir şey demedi. Sonuçta, Mu Qing'in iğrenç bir şey yapmış olması ya da suçlu olması gibi bir durum söz konusu değildi ve yardım etmeye geldiğinden onu gitmekten alıkoyacak hiçbir neden yoktu. Shi Qing Xuan’a döndü, “‘Ekselansları’ devasa ilahi heykeli burayı koruyacak. Kederli ruhların arınmak için hâlâ birkaç güne ihtiyacı var ve burada çok fazla kişi olduğundan, dizilişe dikkat edin, kendinize iyi bakın.”
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Tabii ki, ama bekleyin, ihtiyar, size çoktan birkaç kez sordum ama cevap verir misiniz, kimsiniz?”
Guoshi cevaplamadı. Grup, Hua Cheng'i takip etti ve yan taraftaki bir malikanenin ön tarafına doğru yürüdü. Hua Cheng kolayca bir zar attı ve kapıyı açmak üzereydi ki beklenmedik bir şekilde sıradan bir bakış attı, renkleri hafifçe değişti.
Xie Lian keskin gözlere sahipti ve bunu anında yakaladı, “Ne oldu San Lang? Mesafe kısaltma rünü aktif olmuyor mu?”
Hua Cheng geri çekildi ve gülümsedi, “Hayır, sadece, Bu tür sonuçların ortaya çıkması benim için nadir görülen bir durum.”
Avcunu Xie Lian’a açtı. Xie Lian bakmak için yaklaştı ve o da şaşırmıştı.
Soğuk beyaz avcunun içinde yalnız bir zar vardı ve gösterdiği de sadece ‘bir’ noktaydı.
Hua Cheng her zar attığında ona her zaman altı nokta gelirdi ve cidden tek nokta gelmesi çok nadirdi.
Xie Lian'ın kalbinin ucu titredi, “…Bu dönüş ne anlama geliyor? Yanlış mı yuvarladın?”
“Deneyimlerime göre, muhtemelen bunun anlamı orada beni aşırı derecede tehlikeli bir şeyin beklediği.” Dedi Hua Cheng.
“…”
Xie Lian'ın kalbi biraz yalpaladı. Arkalarında Guoshi konuştu, “Hıh, siz genç çocuklara kumarın kötü bir şey olduğunu ve bu kötü alışkanlığı bırakmanızı söylemedim mi? Ekselansları görüyor musunuz? Ne tür kötü bir alışkanlık edinmiş!”
Kötü bir alamet, ama Hua Cheng hâlâ sakin görünüyordu ve gülümseyerek zarları sıkıştırdı, “Bu sadece bir referans, ne çıktığının önemi yok. Tehlikeli olup olmadığı benim fikrim.” Peşinden kapıyı açtı, “Gidelim, Gege.”
Döndü ve tam eşiği geçmek üzereydi ki Xie Lian bilinçsizce uzanıp onu geri çekti, neredeyse "Artık gitme," diyecekti ama Xie Lian düşünmeden bile bunun imkânsız olduğunu biliyordu. Sonunda yumuşak bir sesle, "Gidelim ama yanımdan ayrılma, bir şey olursa seni korurum," demekle yetindi.
Bunu duyan Hua Cheng şaşkına döndü.
Dudaklarının köşelerinin kıvrılması ve kocaman bir gülümsemeyle, "Pekâlâ. Gege, beni korumayı unutma."
"..." Mu Qing yan taraftan izliyordu, gözlerinde ne üzüntü ne de tiksinti okunuyordu. Hua Cheng kapıyı açar açmaz kavurucu bir sıcaklık dalgası yüzüne çarptı ve yüzündeki tuhaf ifadeleri yok etti.
Yanardağ kısa bir süre önce patlamıştı ve gökyüzünü kaplayan toz ve küller henüz dağılmamıştı. Eskiden ormanların ve toprağın olduğu yerler şimdi alev alev yanıyor, ateşler canlı olan her şeyi yutuyor, her yer kıpkırmızı, ateşli bir cehennem gibi görünüyordu. TongLu Dağı eski görünümünün tümünü kaybetmişti.
Xie Lian ve beraberindekiler daha yüksek bir tepede bulunan kayalık bir mağaradan çıktılar ve dışarı çıktıkları anda havadaki küllerden neredeyse boğulacaklardı, "O gerçekten burada mı?"
“Muhtemelen ocağın yakınlarında.” Dedi Mu Qing.
"Volkan patladı, muhtemelen ocağın yakınında kalacak bir yer yok."
Ancak Guoshi, "Nerede olduğunu biliyorum, eğer orası yok edilmediyse beni takip edin, oraya vardığımızda göreceksiniz" dedi.
Grup onu takip ederek yüksek tepeden aşağı indi ve Hua Cheng yol boyunca Xie Lian'ın önünde yürüdü. Adım atmayı zorlaştıran molozların ve uzun otların olduğu yerlerde, önce yolu düzleştirmek için yukarı çıkıyor, sonra Xie Lian'a ulaşmak için geri dönüyor ve ona yardım ediyordu.
Xie Lian muhtemelen çok daha hızlı inerdi - tepenin en yüksek noktasından kayarak aşağıya kadar yuvarlanırdı.
Xie Lian kaymasa da beklenmedik şekilde başka biri kaydı –Mu Qing arkadan geliyordu ve birden ayağı kayıp dengesini kaybetti. Xie Lian ona en yakın olandı ve hızla elini yakalayarak onu tuttu, “Dikkat et!”
Mu Qing kendine gelmeden önce hafifçe sarsıldı, “Biliyorum.”
Xie Lian kesinlikle Mu Qing’in garip davrandığını düşünerek bıraktı. Kafasını çevirdi ve aniden bir şey hatırlayıp hızlı bir koşuyla Hua Cheng'in yanına geldi ve sorusunu fısıldadı, “Bu arada, San Lang, Mu Qing ve Feng Xin karlı dağın zirvesinde kavga ediyordu, ne dediklerini duydun? Neden aniden çok sinirlenmiştin?”
Bunu duyunca Hua Cheng'in yüzü hafifçe soğudu ama bir an sonra gizlendi, “Ah, o mu? Sadece düşünmeden konuşuyorlardı ve Gege hakkında saygısızca konuştular, hepsi bu.”
“Ha?” Xie Lian sordu, “Ne gibi?”
“Gege’nin bilmesine gerek yok.” Dedi Hua Cheng, “Kulaklarını kirletir. Gel, aşağıdayız.”
Dördü uzun bir bayırdan aşağı indiler, biraz yürüdükten sonra yolları bir nehirle kapatıldı. Nehirde akan temiz su değildi, hala patlayan kızıl bir akıntıydı -- kavurucu bir lavdı!
Bu kavurucu sıcaklıkta normal insanların içine girmesine gerek kalmadan yakınına giderek bile sıcaklık dalgasından ölürlerdi. Ne var ki hiçbiri ölümlü değildi ve bu kemik-eriten diyara tahammül edebilirlerdi. Guoshi yüzündeki terleri silmeye devam etti, “Tam karşıda olmalı. Bu yer kale hendeği olarak kullanılırdı, ama artık bu hale geldiğine göre karşıya geçemeyeceğiz.”
“Muhtemelen nehri geçmemize yardımcı olacak bir şeye ihtiyacımız olacak.” dedi Xie Lian.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#ling wen#feng xin#jian lan#hualian#heavenlyblessing#heaven official's blessing#hua cheng#nan yang#xuan zhen#mu qing#pei su#peiming#pei ming#ban yue#bai wuxiang#mei nianqing#shi wudu#shi qingxuan#yushi huang
14 notes
·
View notes
Text
Bizim afedersiniz g*tümüz kurtlu!!! Amannn bize gezmek olsun İstanbul olsun da!!😀
Yine yolumuz İst.a düştü!!!
Şimdi oturun anlatıyım olaylar şöyle;
Ablam, eniştem ve minik turşum (20 aylık oldu) yurt dışına Karadağ'a gideceklerdi.. E evde de bitane yaramaz bir kedoları var ya (Leon the bal gocu çocuk) bu asortikler Leon'u bırakıcak kedileri okşaya okşaya tahminimce üzerinde kulakları ve kuyruğu oluşmuş, zamanla kediye dönüşmüş ablamızın o zaman diliminde müsait olmadığını öğrenmişler. Ee biz bakarız nolcak dedik annemle ve otibize atlayıp İst.a geldik.
Ben yine obiletten bilet aldım ama farkettik ki, obiletin sisteminde gösterdiği otobüs ve koltuk çizelgesiyle gerçekteki otobüs tutmuyor. Muavinin üstünü işaretliyoruz, birimiz ikili koltuklardan birine denk düşüyoruz, birimiz tek kişilik koltuğa oturmak zorunda kalıyoruz. E, en arkadan alalım dedik bu seferde arkanın önü aldığınız biletteki numaralar dediler.
O yüzden dikkatli olun internetten bilet alırkene.
Beş buçuk saatte Alibeyköy'e vardık. Sevgili eniştem V. Çlk (çilek mi çelik mi bilemeyin😀) bizi ordan aldı. Yeğenimi uzun süredir görmüyordum eve zor vardım. Eve gelince bir kucak yaptık bütün dünyalar benim oldu.
Allah'ın mucizesine şaştım kaldım.
Küçücük bir sıvıdan kemikli etli bir insan meydana geliyor, bir de büyüyor, bir de yürüyor, bir de konuşuyor. Ufffggg.... Beynim yandı yüce Allah'ım... Sana hayran olmamak imkansız!
Bu arada Mapöla'm aşağıdaki spor salonuna inmemem için beni uyardı. Neymiş efendim spor yaparken orama burama bakarlarmış, spor salonları tehlikeli yerlermiş, kas yığını Hulk bozuntuları ordan çok kız düşürüyomuş da muş.. Tamam gitmem dedim onun yerine bir hamburger menü gömdüm.. Ooooohhh sefamm olsunn! Sen kaşındın napiim🙄
Onlar evden gider gitmez üstüne bi de waffle söyledik. Çatal bıçak kullanarak büyük bir kibarlıkla waffle'ı bir güzel gömdük. Hergün koşsak bile o bir porsiyon waffle'daki glikojen bize 1 yıl yeterdi heralde! Ama hamur, çikolata ve meyve güzel bir icat.. RIP Mr. Waffle bey...
Valla İstanbul'da paran varsa iyisin diyolarda, artık heryerde paran varsa hayat güzel.. Annemin de en sevdiği tatlı waffle'dır ve annem işte yaşamak bu dedi yerken, bi tuhaf oldum🥹 Ama cennete gidelim, ekstra Nutella'lı bile söyleyebiliriz orada tahminimce😀 Çünkü Allah-ü teala'nın Kur'an-ı Kerim'de bahsettiği gibi biz kulları orada dünyada hiç görmediğimiz yiyecekleri bile bulabilecekmişiz.. Cennet hayali de olmasa, çekemeyeceğim bu şişko çirkin dünyayı.. Sabredenler, müjdeler olsun!
Maslak'da oturuyorlar ablamlar ve yazın bile geldiğimde yağmur yağıyor buraya.. Yine yağmurlu ve çok romantik.. Yeni yıl geliyor ve ben hem korkulu hem de umutluyum... Allah bizi onsuz bırakmasın! Çünkü bütün umudum onun benden razı olup cennetine alması! Bu yalan dünyaya da, içindeki kullarına da minnet etmem! Bence bu dünyayı çekilir kılan tek sebep, Rabb'imden gelen sevgi rızkı benim için! Şimdi yeni yıl dileklerinizi bu ağaca fısıldayın!! O hep duyuyor!
Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemem! Ama bazen kabul olmayan dileklerimizin içinde de bir hayır olabilir! Onu ancak "O" bilir! Elimizden geleni yapalım, hatta limitlerimizi zorlayıp en iyisini yapalım ve Allah'a yönelip tevekkül edelim! Yalnız ben yeni yıla uyuyarak gireceğim çok büyük ihtimalle.. İnşAllah 00.00'a burplemem denk gelmez!😄 İyi seneler herkese! Sahip olduğumuz herşeyin ama herşeyin değerini bilmek dileğiyle!
2 notes
·
View notes
Text
YÜRÜYÜŞ PEDAGOJİSİ
Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü ile karşılaştığım günden beri kendimi huzursuz hissediyorum, huzursuz bir ruha sahibim. Bunun etkisini azaltmak için uzun yürüyüşlere çıkıyorum bu aralar, zihnimin kapılarını açık bırakıyorum yol üstünde iyi bir şeyle karşılaşırım diye. Sonra kayboluyorum insanın düştüğünün kesinleştiği isimsiz ormanlarda, bir müddet kendimden haber alamıyorum. Bilmediğim sokaklarda tekrar ortaya çıkıp devam ediyorum yürümeye. Yürüyüşün bir reddetme biçimi ve sıradanlığa karşı bilinçaltımın oluşturduğu bir serüven olduğunu düşünüyorum.
“Limandan bir gemi giderdi Sen kalkıp ona giderdin Benzin mum gibi giderdin Sabaha kadar kalırdın Hayırsızın biriydi fikrimce Güldü mü cenazeye benzerdi Hele seni kollarına aldı mı Felâketim olurdu ağlardım”
Şu üçüncü şahsın şiirindeki şahsa çok takmıştım bir ara, bir kalbin böylesine parçalanışına izin verdiği için hiç affetmemiştim. Felaketim olurdu her okuduğumda bunu. Hele şu iki dize: “Benzin mum gibi giderdin/Sabaha kadar kalırdın.” Ağlamazdım ama çok kızardım. Onu bulup konuşmak, öfkeyle bazı şeyler sormak istiyordum. Uzun uğraşlardan sonra adresini öğrendim. Bu kez çok eskilere doğru yürümüştüm. Unutulmuş bir bahçenin içinde eski bir evdi geldiğim yer. Emekliye ayrılmış ağaçlar karşılıyor insanı ilkin. Yapraklarında anı tozları. Tozların içine gizlenmiş şiir parçacıkları. Sözcükleri sökülmüş o evin kapısını çaldım, uğranılmamaktan yaşlanmış bir kadın açtı kapıyı. Bir kadın, hikâyesi bittiği için yaşlanmış. Bir kadın, bütün bedeni uzaklara bakıştan yapılmış.
“Merhaba, üçüncü şahsın şiirindeki şahsı arıyordum, burada yaşıyormuş, onu görebilir miyim” diye sordum. Yüzüme baktı bir yanlışa bakara gibi. “O şahıs bu şiirden taşındı, yıllar önce,” dedi. “Nereye taşındı peki?” “Unutma Yöntemleri adında bir kitaba” “Nasıl bulabilirim bu kitabı?” “Bilmiyorum, henüz kimse bulamadı.”
Bildiğim bütün kitapçıları ve sahafları dolaştım, aramadığım yer kalmamıştı. “Unutma Yöntemleri” adındaki o kitabı bulamadım. O yorgunlukla bir tren istasyonunda, artık kullanılmayan, paslanmış tren raylarına attım kendimi, demirin ve taşların uğultusuna eşlik ettim. Yağmur da başlamıştı. Hurdalığa çekilmiş kömürle çalışan bir buhar trenine sığındım. Orada oturup damlaların çakıl taşlarına düşsel davranışını izledim. Sonra güneş açtığında bu düşsel davranışın hemen unutulacağını düşündüm. O halde her şeyin bu kadar çabuk ve kolay unutulduğu bir yerde unutma yöntemlerine ne gerek vardı ki? Huzursuz bir ruha sahip olan insanın zihnindedir sayfaları sararmış o kitap ve içindeki her şey “unutmamak” üzerinedir. Çünkü unutmanın en iyi yöntemi asla unutmamaktır
Çok gürültülü bir yerden; kalabalıkları olan ama insanları olmayan bir ülkenin içinden geçiyorum. Ruhları üşüyordu. O kadar üşüyordu ki soy, kan ve ırk yorganını çekmişlerdi üzerlerine. Bütün ırklardan daha soylu bir ırktan geldiklerini düşünüp bununla övünüyorlardı. Kalpleri de üşüyordu. Çünkü bilmiyorlardı; insanı insan yapan ırk, soy ve kan değildir. Sözcükleri olan ama anlamları olmayan ve kendilerini ülkenin sahipleri sanan bu insan topluluğu; boğazlarına kadar boka battıkları toplumlarında her gün gittikçe yükselen yalanı, tecavüzü, kadın cinayetlerini, çocuk tecavüzlerini, erdemsizliği, hırsızlığı, yoksulluğu, yolsuzluğu, eşitsizliği, zulüm ve adaletsizliği sessizce izleyerek ırklarını yüceltiyorlar koro halinde. Bunun için tanrılarına şükrediyorlar. Çünkü sadece soy-kan-ırka inanıp da büyük insanlığa inanmayan zavallıların tek sığınağıdır bu.
Bütün bunlar ıssızlığın pornosudur. Karanlığın vızıltısıdır. Zulme tanık olduklarında elleriyle yüzlerini kapatanların ve ışığın ölmesine sessiz kalanların trajik resmidir.
Yürüyorum, dudaklarımda kendime ait olmayan bir tebessümle. O tebessümü, yüzü hüzünden çökmüşlere dağıtmak için yürüyorum. Çıkarların sevgileri yuttuğu bu kambur zamanlarda harfler kulesine düş ortaklığı teklifinde bulunuyorum. İyileşemeyen kentlerin içinden geçiyorum. Kelepçe vurulan üniversite kapılarına, gözaltına alınan öğrencilerin seslerine doğru yürüyorum. Yakılmakla tehdit edilen direnenlerin arasına katılıyorum ki biliyorum direnenlerin sırtında hep bir hançer vardır bedel olarak. Hep bir hançer vardır; envantere kayıtlı.
Her yürüyüş ağır kurşuni bir akşamla son buluyor. Biz; bütün üçüncü şahıslar, unutulmaya takıldıkları için geç kalmış diğer arkadaşlar, sevgili zaman, öteki şeyler ve bazı ruhsatsız kelimeler buluşuyoruz hayalhane denen o küçük kulübede. Hayalhane; gerçekliğin pavyonu… Yürüyüşlerden topladığımız en hakiki hisleri masaya bırakıyoruz yüzüstü bırakılma cezası kesilmiş kalpler için. Sonra dünya çalışmaya başlıyor yeniden rüzgârın yakınımıza getirdiği bir haykırışla.
15 notes
·
View notes
Text
Merhaba, yıllar oldu sana yazmayalı. Çok uzun yıllar oldu B, tahmin edemeyeceğin kadar çok şey oldu. Hiçbirini sana anlatmayacağım, bu defa kapının önüne ağlamak için değil hesap sormak için geldim. Diyorsundur içinden yine kapımda diye, bekliyorsundur ağlamamı ve elimin kalkmasına rağmen kapıyı çalamamamı... Bilirim, sen vaktini camın önünde geçirirsin, evin içindekini değil hep camın ardındakini düşünürsün, hiç unutmayacağım bir yolla öğrettin bana perdeleri sıkı sıkı kapatmayı. Bana güvensizliği öğrettin. Benden ilk güvenimi çaldın B, benden ilk aldığın şey buydu ve keşke son olsaydı ama sen o kadar durmadın ki. Seninle tanıştığımda dizim kanıyordu, seni bıraktığımda ise kalbim. Sen benden kalbimi aldın. O evin içinde, camın ardında mı saklıyorsun hislerimi? Kapıyı kırsam, dalsam içeri, bulabilir miyim hislerimi yoksa koca bir hiçle mi karşılaşırım? Gittiler B, yok oldular sanki ve hepsi senin yüzünden. Senin yüzünden alıştım az hissetmeye, az hisle yetinmeye, azı hak ettiğime inanmaya. Beni öyle bir hale getirdin ve ben buna o kadar izin verdim ki benden geriye kalan sadece bir kutu var. Ondan da bazı şeyleri yaktım. Külünü savurmaya utandım çünkü ait oldukları yer bendim, rüzgar bana getirir zannettim ama bu sefer rüzgar sadece aldı. Senin yüzünden ben bende barınamaz oldum. Senin yüzünden yaktım o evi. Senin yüzünden bir benzin oldum. Umarım bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordur evinin üstüne çünkü bilirim, senin evinin bir çatısı yoktur. Gözyaşlarım yağmur gibi damlar umarım üzerine. B, yıllar oldu, her şey geçti ve bak yaralarım bile iyileşti ama izlerden kurtulamıyorum. Her baktığımda aklımda canlanıyor, adının baş harfi tüm her şeyi mahvediyor. Sen beni mahvediyorsun. Kalbimin odacıklarına zehirini bulaştırdın, hislerimi öldürdün, sen kalbimin bile perdelerini çektirdin bana. Kurtulamıyorum. Yapıştın kaldın üzerime. Nesin sen anlamıyorum ki, neden yaptın bunu bana? Neden bile bile sarıldın mesela, neden öptün onu o gün, niye yazdın bana? Sadece daha çok canımı yakmak için mi? Neden kapıyı açtın ama beni içeriye almadın B, neden ben kapının dışında içeriyi izleyip durdum? Bana bununla bile yetinmeyi öğrettin, bana yerimin kapının dışarısı olduğunu öğrettin, bana bir anahtar kadar değerim olmadığını ve karanlıktan korkmam gerektiğini öğrettin. Çünkü senin evin o kadar karanlıktı ki içindeki kötülüğü göremedim. B, sen tanıdığım en kötü insansın ama ben ona rağmen seni savunmuştum. Saf sevgimi çaldın. Çaldın. Benden sevgimi çaldın. Sen beni, hiçbir şeysiz bırakıp gittin. Senin yüzünden kendimi terk ettim. Beni o kadar kırdın ki, ben o kadar fazla parçaya bölündüm ki... Kırık parçalarımın üstüne bastın da gittin, giderken bile acıttın. Hep daha, daha, daha... Hep daha çok acıttın ve ben en sonunda acıdan başka bir şey hissedemez oldum. Buydum çünkü ben, bu kadardım, buna layıktım. Biliyor musun B, artık dayanamıyorum. Bunu sana söylüyorum çünkü bilmelisin ki sen bir katilsin. Senin üstüne damlayan tek şey gözyaşlarım değil. Açtığın yarama bir bak, izinden bile kan damlıyor çünkü. Varlığımı hiçe saydın sen. Sen beni varken yok ettin. Bak, yine kapının önündeyim B ama bu sefer elimde bir bıçak var ve inan bu sefer karşında dizleri titreyen o çocuk yok. Bana sapladığın bıçağı yerinden çıkarttım, yarama gözüm gibi baktım -ki biliyor musun, ben onu bile sevmiştim çünkü sendendi- ve şimdi o bıçağı sana saplayacağım. Perdelerini yakacağım, ışığını açacağım, kanını kapının üzerine süreceğim. Sen bende bir şeyleri öldürdün ben ise seni öldüreceğim. Kapıyı çalmayacağım, kapıyı kıracağım. Umarım evde sadece sen olursun çünkü içerideki her bir canlıyı öldüreceğim. Ve işte, beni dönüştürdüğün şey bu. Çünkü bir katilin birine öğretebileceği yegane şey hissizliktir. İnan bana, babam bile bu kadar aklıma kazıya kazıya öğretemezdi. B, dikkat et, kapıyı kırmak üzereyim. B, dikkat et, elimde bir kibrit var ve ben benzinim. B, dikkat et, beni hissizleştiren sensin. Ve B, dikkat et, benim bir kalbim yok.
3 notes
·
View notes
Text
Hayat hep beklemediğim yerden mutsuz etti beni. En kırılmaz yerimden kırıldım. Hayatımı sırf sonunda ışık görüyorum diye yürüye yürüye bitirdiğim bir tünelde geçirdim sanki. Sonunda ışık var diye karanlıkta yürüdüm hayatım boyunca. Kırıldım, parça parça oldum ama kendi parçalarım yine kendi içime döküldü. Aldığım her nefesi bir mutsuzluk böldü. Bütün nefeslerim yarım kaldı. Bütün konuşmalarım başlamadan bitti. Ne zaman üşüsem yağmur yağdı ıslandım, ne zaman ne güzel yağıyor desem durdu yağmur. Beni mutlu eden her şey tek tek bıraktı gitti beni. Her şeyin sonunda, sessiz sakin, tek başıma, kendimle kaldım. Hayatıma giren insanlar avuçlarıma umutlarını bırakıp çekip gittiler, öylece kalakaldım. Ne için umut etsem gerçekleşmediğini kendi gözlerimle izlemek zorunda kaldım. Kimsede berabere bile kalamadım, ben hep yenildim, tek başıma kaldım. Yavaş yavaş eridi hayatım insanların gözlerinin önünde, bakıp güldüler. Her gittiğim yerde mutsuz oldum, her gittiğim yerde mutsuz ettiler beni. Sonra bana iki seçenek sundular, ya zigon sehpasından farkın kalmayacak ve gördüğün muameleye rağmen burada kalacaksın, ya da kalkıp gideceksin. Kalkamadım. Gidemedim. Beni mutsuz eden neresi varsa oraya kendi ayaklarımla gittim, orada kalmayı seçtim. Mutsuzluklarım birikti kocaman bir dağ oldu kimseye beni bu dağdan düzlüğe indir diyemedim. Kimi iyi etsem beni kötü etti. Kime su uzarsam beni susuz bıraktı. Kime elimi uzatsam çekti aldı elini benden. Düştüm ben. Hayatımın tam orta yerinde herkes gibi yürürken birdenbire düştüm, kimse düştüğüm yerden kaldırmadı beni. Ellerini uzatanlar oldu ama insanlara güvenimi öyle kaybetmiştim ki tuttuğum anda geri çekerler diye kimsenin elini tutamadım. Ayağa kalkmak için tek yol vardı, kendi kollarıma dayanmak, öyle de yaptım. Bir gün beni öyle hassas bir yerimden kırdılar ki bir daha kırılmamaya yemin ettim. Bir gün sizi de öyle çok kıracaklar ki güçlenmeye karar vereceksiniz. Mutsuz olmadan mutlu olmaya karar veremez insan, düşmeden ayağa kalkamaz. Oturdum düştüğüm yerde, ayağa kalkacağım dedim kendime. Yolum yoktu yol yaptım kendime, ellerimi yere dayadım, başka hiçbir yere değil kendime tutunarak kalktım ayağa. Yükselmem gerekti kendi üstüme bastım da yükseldim. Bu benim hikâyem değil. Bu hikâyede bir karakter yok, bir cinsiyet yok. Bu, her şeyi elinden alınmış, güçsüz bırakılmış, mutsuz edilmiş, tek başına kalmış bir insanın hikâyesi. Bu sizin hikâyeniz. Ve orada saat kaçı kaç geçiyor bilmiyorum, takvim hangi ayın hangi günü bilmiyorum, tek bildiğim ayağa kalkma vaktinizin geldiği. Ben düştüm, siz de düştünüz, daha da düşeriz ama şimdi kendi elinizi uzatın kendinize, kimseye ihtiyacınız yok, kendi elinizi tutun kalkın ayağa. Çünkü çok güzel günler kaldı yaşanacak. Çok güzel aşklar var tadılacak. Her şeyden öte siz varsınız, kimse için değil ama kendiniz için, tam şimdi, şu an, kalkın ayağa. Adım atmaktan korktuğunuz her yerin dibine kadar gidin. Yaşamak ne kadar süreceğini bilmediğiniz bir filmi izlemek gibi, her an bitebilir. İşte bu yüzden, ‘şimdi olmaz’ demek yok. Şimdi olur. Şimdi çok güzel olur. Şimdi en güzel olur.
Siz yeter ki kalkın ayağa.
Bir yaşam istiyorsanız, gidin alın onu.
#SINIR
@Beyza Alkoç
3 notes
·
View notes
Text
Akasya ile Toprak
Uçurumun kenarında yaptıkları bir konuşma geldi adamın aklına, “Ben hep böyleydim biliyor musun?” dedi kadın sırtını sevdiği adamın göğsüne yaslayıp. “Nasıldın çiçeğim, hep çok güzel mi?” kadın, “Hayır, be adam!” dedi kıkırtısını saklayamayarak. “Ben hep böyleydim, sessizdim. Sessiz doğmuşum, bir kulübe köşesinde. Sessiz yaşıyorum, otobüslerin cam köşelerinde, sınıfların en arkasında, kalabalıkların en tenhasında ve sessizde gideceğim bir gün bu dünyadan. Ağlamayacağım mesela. “Neden ben?” diye sormayacağım, kabul edip sessizce bekleyeceğim olacakları.” Adam, sevgili sevgilisinin saçlarına gömdü önce burnunu sonra narince öptü, saçlarının her bir tutamını. “Sessiz doğmana yapabileceğim bir şeyim yoktu, sessiz yaşamana izin verdim, çabalamadım çünkü bir tek ben duyayım, bir tek ben göreyim istedim seni ama eğer olurda bir gün gidersen öyle bir gürültü çıkaracağım ki senin için, her yer senin adınla inleyecek, bilmeyenler öğrenecek; Akasya, Akasya, Akasya… Peşinden bende geleceğim sonra, hem de elimde kırmızı bir akasya ile.
Sonrasında Akasya sevdiği adama, Toprak’a sitemde bulunmuştu. Gülmüştü, öpmüştü, sarılmıştı… Şimdiyse Toprak yanında Akasya’sı olmadan oturuyordu. “Çiçekler susuz yapamaz.” demişti Akasya, Toprak’ın ona aldığı pembe ve kırmızı akasyaları sularken. Haklı mıydı Akasya? Çünkü şu an kendisi de derin mi derin suların içerisindeydi. Peki ya Toprak ne yapacaktı, Akasya’sı olmadan? Çiçeksiz bir toprak kurumaya, yok olmaya mahkûmdu, bunu söyleyen ise Akasya’dan başkası değildi. Saatine baktı Toprak, 17.03. Bir dakika kalmıştı Akasya’nın isminin tüm şehirde yankılanmasına ve o bir dakika öylesine akıp gitti, Toprak’ın ölüm fermanı imzalandı, Akasya’nın ismini herkes duydu. Tam da Toprak’ın istediği gibi. Üç kez yankılandı ismi tüm bu koca şehirde; Akasya YAĞMUR, Akasya YAĞMUR, Akasya YAĞMUR… Toprak’ın var olmuş ve var olacak olan tek aşkı Akasya YAĞMUR. Sonrasında ise koca bir sessizlik… Toprak ayağa kalktı önce, paltosunu çıkardı ve arabasının koltuğuna bıraktı. Sağ koltukta duran kırmızı akasya demetini aldı eline, tekrardan geçti denizin karşısına. Bekledi, saat 17.06 oldu o ise kendinden emin, tereddütsüz, korkusuz, sert adımlarını attı. Gitmesine tek bir adım kalınca arkasını döndü, akasyalarını sıkıca tuttu ve konuştu; “Akasya YAĞMUR, demiştim sana eğer bir gün gidersen herkes duyacak seni diye. Geliyorum Akasya’m, geliyorum çiçeğim, geliyorum sevgili sevgilim… İkisi de sonsuzlukta karşılaştılar böylece. Haklıydılar onlar, bir çiçek toprak olmadan yapamazdı, çiçeksiz bir toprak ise yaşayamazdı..
Akasya isteyerek gitmemişti bu diyarlardan, hayat dolu bir kızdı o. O en güvendiği insan, annesi tarafından ölümün kollarına itilmişti. Geçmişte küçük bir kulübe köşesinde Akasya’sının yaşaması için çaba verirken, şimdiyse onu ölüme bırakmıştı. Bunlar Akasya ve Toprak buralardan gittikten iki ay sonra açığa çıkmıştı ama Toprak bunları zaten biliyordu, Toprak sevgili sevgilisinin nasıl biri olduğunu biliyordu. Akasya hayat doluydu Toprak’ın ise hayatı doluydu, çiçeği ile. Hayatı boşalınca Toprak da gitmişti, tekrar hayatını doldurmaya, çiçeği ile. Akasya tam da dediği gibi ölürken hiç ağlamamıştı, kabul etmişti ve sessizce olacakları, annesinin onu öldürüşünü beklemişti, öyle gitmişti. Toprak ise arkasında çiçeği için çıkarttığı büyük bir gürültü bırakarak göçmüştü buralardan…
***
Akasya: Akasya çiçeği genel olarak saf, temiz sevgiyi ifade eder. Güzel duyguların simgesidir.
-Akasya (Pembe veya kırmızı): Güzellik, zarafet ve incelik demektir. Seni beğeniyorum anlamına da gelmektedir.
-benbengibiyim-
3 notes
·
View notes