#Yeni & Nan
Explore tagged Tumblr posts
Text
21 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
215. BÖLÜM - Yol Sapmaz Ama Emirler Hep Aynıdır -
Ancak Feng Xin çok da uzun bir süre şaşakalmadı ve cevapladı. Ama tam cevaplamadan Jian Lan küçümseyerek gülerek konuştu, “Unut gitsin, bir şey demek zorunda değilsin. Şu an başkasının mahkumusun zaten, çocuğun olarak kabul etmeye cesaret etsen bile hepsi tamamen boş sözler olacak, dediğin hiçbir şeye inanmayacağım. Daha fazla konuşma. Sen istekli olsan bile ben olmayabilirim.”
Cenin ruhu kollarına sarılmış, Feng Xin’e dil çıkartıyor ve yetişkin bir sesle kıs kıs gülüyordu. Jian Lan ona güçl�� bir şekilde şaplak attı ve arkasına bir tokat attı, azarlayarak, “Hala ne şekil yüzler yapıyorsun sen? Sana kaçmamanı söylemiştim, beni delirtiyorsun!”
Ceninin küçük çirkin yüzü buruştu ve öyle kalmaya devam etti. Feng Xin arkalarından bağırırken anne ve çocuk hızla Nan Yang sarayından çıkmak için acele ediyorlardı, “JİAN LAN! JİAN LAN!” cevap yoktu. Sonunda, Nan Yang sarayında tek kalan yine o olmuştu, Feng Xin oturduğu yere geri düştü, büyük beyaz turpun üzerinde kalan sıra sıra çarpık diş izlerine kötü kötü baktı. Biraz baktıktan sonra sağ elini başının arkasına alarak yere uzandı, küfretmeye bile enerjisi kalmamıştı.
Nan Yang sarayının üzerindeki Xie Lian da iç çekti.
Tam o sıra Hua Cheng aniden konuştu, “Gege, Yu Jun dağında cenin ruhunun yine ortaya çıktığı geceyi hatırlıyor musun?”
Xie Lian onun konuyu kasıtlı olarak değiştirdiğini biliyordu, ayrıca cenin ruhunun Yu Jun dağında ortaya çıkması sorgulanabilir başka bir meseleydi, Xie Lian iş birliği yapmak ve olayı aydınlatmak için kendini zorladı, “Hatırlıyorum. Evlilik tahtırevanına biniyordum ve o hayalet damat Xuan Ji’yi bulmam için çocuk şarkısıyla bana ipuçları veriyordu. Ayrıca sadece benim duymama izin verdi, başka kimse duymadı, neden merak ediyorum.”
“Muhtemelen Jun Wu’nun emriyle” dedi Hua Cheng.
“O zaman bilmecenin cevabı Jun Wu'nun hedefi olacaktır.” Dedi Xie Lian. “Ve Jun Wu'nun emri altında şiddetli bir ruh haline gelmesinin nedeninin cevapları Guoshi’nin söylemesi gereken şeyler.”
“O zaman gidip soralım.” Dedi Hua Cheng, “Gege için iyi haberlerim var. hayalet kelebekler çoktan Guoshi’nin tutulduğu yeri buldu.”
Xie Lian'ın ruhu anında yükseldi, “Nerede?”
Ling Wen sarayı.
Sarayın içinde ve dışında, ellerinde dağlar kadar yüksek parşömenlerle içeri girip çıkan sayısız sivil tanrı yoktu, onun yerine yeni eklenen şey, sert bir şekilde devriye gezen ifadesiz Cennet Savaş Muhafızlarıydı. Ses çıkarmadan çatılardan birinin köşesine indiler ve Xie Lian konuştu, "Guoshi burada kilitli mi? Ling Wen onu izliyor mu?"
"Doğru." diye yanıtladı Hua Cheng, "Üzerindeki brokarlı Ölümsüz ile Ling Wen şu anda hem bir sivil tanrı hem de bir savaş tanrısı olarak kabul ediliyor."
Etraftaki şeyleri hızlıca inceledikten sonra Xie Lian yorum yaptı, “O zaman biraz çetrefilli olacak.”
Brokarlı ölümsüz onlara eş olamazdı, hala yüksek miktarda kültivasyonu vardı, ayrıca Cennetin büyük caddesinde devriye gezen muhafızlardan daha keskin gözleri olmalıydı.
Eğer Xie Lian ve Hua Cheng dikkatsizce bu şekilde Ling Wen sarayına girerlerse brokarlı ölümsüz onları yenemese de yine de onların yerini tespit edebilirdi ve bunu yaptığı an Ling Wen de nerede olduklarını anlardı.
“Ling Wen ve Jun Wu birbirleri ile ruhsal iletişim rününü kullanabiliyor olmalı. Ling Wen bizi fark ederse Jun Wu da bizi fark etti demektir.” Dedi Xie Lian, “Brokarlı Ölümsüz şu anda onun üzerinde değilse o zaman sadece bir sivil tanrı ve yerimizi tespit edemez; giyilmediğinde brokarlı ölümsüz sadece bir cübbe olarak kaldığından Jun Wu’Yu uyaramaz. Onları ayıracak bir yol bulmalıyız.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Özellikle bir şey düşünmemize gerek yok, er ya da geç o cübbeyi çıkartacak.”
Hiçbir açıklama gerekmeden Xie Lian anladı.
Sonuçta brokarlı ölümsüz iyi bir şey değildi, aurası karanlık ve ağırdı. Ling Wen resmi olarak hala sürülmediğinden cennet mensubu olarak sayılıyordu ve sürekli onu giymek sağlığına zarar verirdi. Ayrıca onun ruhsal gücünü tüketen erkek formunda kalmaya devam etmesi gerekirdi ve o yorgunlukla devam edebilecek pek kişi olması mümkün değildi. Her gün belli zamanlar çıkartıp dinlendiği bir zaman olmalıydı.
İkisi birbirine planla ilgili fısıldarken elleri arkasında siyah giyimli bir adam Ling Wen sarayından dışarı çıktı. Dışarıdaki korumalara birtakım emirler verip yan odalara yöneldi. Bir süre sonra, yan odalardan tek başına çıktı ve yeniden ana salona girdi.
O adam Ling Wen’di. İçeri girdiğinde erkek formundaydı, dışarı çıktığında ise orijinal formunda. Üzerindeki siyah dış cüppe de ortadan kaybolmuştu, adımları erkek formunda olduğu zamanki kadar dövüş sanatlarında gözle görülür şekilde becerikli, hafif ve enerjik değildi.
Sahiden cübbeyi çıkartmıştı ve şimdi brokarlı ölümsüz yan odadaydı.
İkisi birbirine baktı. Hua Cheng, “Artık ayrıldılar. Gege oldukça iyi şansın var.”
Xie Lian da bir nefes aldı ve ona bir bakış attı, “İyi olan San Lang’ın şansı.”
Hua Cheng sırıttı, “Ana salon mu? Yan oda mı?”
Biraz düşündükten sonra Xie Lian karar verdi, “Yan odaya gidelim! Ling Wen sarayının içindeki durum kim bilir nasıldır, eğer Guoshi Ling Wen'in hemen yanında korunuyorsa o zaman onun etrafından dolaşamayız. Ama brokarlı ölümsüzü ele geçirirsek belki hâlâ konuşacak yerimiz olabilir.”
Böylece ikisi biraz bekledi, muhafızlar nöbet değiştirirken o şansı kullanıp çatıya atladılar, odanın içine gizlice sızdılar.
İçeri atladıkları anda Xie Lian soğuk terlerini sildi.
Ne olursa olsun bir hanımın odasına gizlice sızmak pek de gurur duyulacak bir şey değildi. Ancak odadaki durumu görünce gerginliği yavaşça azaldı.
Xie Lian’ın eski odası bundan daha şaşalıydı, Feng Xin’inki daha dağınık, Mu Qing’inki daha zevkli ve zarifti. Her halükarda bu oda hiç de bir hanımın gizli odası gibi değildi, bu yüzden Xie Lian o kadar gergin değildi.
Odanın içinde fazla mobilya olmadığından bir şeyler saklamak zordu. Xie Lian’ın el yordamıyla bir sandığı bulup çıkartması uzun sürmedi. Ancak sandığı açar açmaz gözleri kararmıştı. Sebebi sandığı açtığında yüzüne vuran karanlık enerji değil, sandığın içinin tıpatıp aynı siyah cübbelerle dolu olmasıydı.
Yine aynısı!
Yine aynı şeyler olmuştu, geçen sefer de binlerce cübbe arasından gerçek brokarlı ölümsüzü aramak zorunda kalmışlardı. O şeyi aramak tam bir karmaşaydı, hatta bir kabustu. Bu sefer çok fazla set yoktu, birkaç düzineydi ama her birinin sadece küçücük farkları vardı. Hangi durumun daha moral bozucu olduğunu söylemek cidden zordu. Gerçek brokarlı ölümsüz burada mıydı?
Başının zonkladığını hisseden Xie Lian perişan bir halde sordu, “San Lang… Jun Wu şu an ne yapıyor? Yeterince zamanımız var mı?”
Hua Cheng her yerdeki tüm hareketleri yakından izliyordu, Xie Lian’ın sorusunu duyduğunda yavaşça cevapladı, “Gege, sakinleş. Oldukça zamanımız var. Jun Wu henüz kaçtığını fark etmedi. Şu an büyük dövüş holünde Mu Qing’i getirtmiş sorguluyor. Görünüşe bakılırsa, biraz zaman alacak.”
Xie Lian bunu duyunca şaşırmıştı, “Mu Qing? Mu Qing’i mi sorguluyor? Neden?”
“Hayalet kelebekler büyük dövüş holüne giremiyor, tam olarak duyamıyorum.” Dedi Hua Cheng, “Ama bilirsin” Xie Lian’a baktı, “İyi bir şey olmadığı kesin.”
Xie Lian, Jun Wu'nun Yin Yu'ya nasıl davrandığını hatırladı ve belli belirsiz endişeli hissetti. Ne kadar endişelense de anlamsız olduğunu biliyordu ve kararlılıkla konuştu, “O zaman acele edelim. Her bir cübbeyi deneyeyim. San Lang, hadi bana emirler ver.”
Eğer brokarlı ölümsüz fark edilmek istemiyorsa ya da onu giyenin canını almak istemiyorsa sıradan bir kıyafet gibi giyilebilirdi. Ancak biri onu giymesini sağlar ve ona emir verirse o kişinin emirlerine uyması gerekirdi. Bu yolu kullanarak gerçek olanı açığa çıkartabilirlerdi, tek dezavantajı biraz tehlikeli olmasıydı. Hua Cheng konuştu, “Ben yaparım.”
Xie Lian kafasını salladı, “San Lang, sen daha önce brokarlı ölümsüzü giymiştin ama hiçbir etkisi olmamıştı. Beki de hayalet krallara karşı etkisizdir? Bunu yalnızca ben yapabilirim.” Dış cübbesini çıkartırken ve ayağının kenarına doğru koyarken bunları söyledi. Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve ona vermek için siyah bir cüppe seçti. O zaman teklifini kabul ediyorum.”
Xie Lian hızla cübbeyi giydi. Tanrıya şükür, tanrıya şükür, Ling Wen’in siyah cübbesinin göğüs kısmı açık değildi ve hiçbir şekilde şehvetli değildi. Oldukça muhafazakar ve düzgün olduğundan giymesi zor değildi. Xie Lian yukarı baktı, “Pekala, şimdi bana emir verebilirsin.”
“…”
Hua Cheng’in sağ eli sol dirseğinin altında, sol eliyle çenesinin altından kafasını destekliyordu, Xie Lian’a baktı, ciddi bir şekilde düşünüyordu ve konuştu, “O zaman, Gege, sana emrediyorum ki…”
Bir dakika sonra beklenen komut geldi. Hua Cheng mutlu bir şekilde gülümsüyordu, “—Ruhsal güçlerimden ödünç al.”
“…”
Tabii ki Xie Lian “ruhsal güç ödünç almak” derken ne kastettiğini çok iyi biliyordu ve neredeyse kafasından dumanlar çıkacaktı. Xie Lian hızlıca cübbeyi çıkarttı, “Bu, bu yanlış olanmış.”
“Ah, ne yazık. Yanlış olan olması.” Hua Cheng Yakındı.
Xie Lian ifadesini düzeltti, “San Lang, sen… bu doğru değil. Biraz daha ciddi olmalısın, böyle emirler verme.”
Hua Cheng mütevazılıkla cevapladı, “Yeterince ciddi değil miyim? Peki ne tür emirleri kastediyorsun? Gege bu konuda biraz daha spesifik olabilir mi?”
“…” Xie Lian iki kez hafifçe öksürdü ve ciddilikle cevapladı, “Her halükarda beni senden ruhsal güç aldıramazsın. Bunun dışındakiler olur, etrafında dön, iki kez zıpla gibi, ne istersen.”
Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, “Bunun dışındakiler olur, değil mi? Pekala, anladım.”
Ardından Xie Lian’a başka cübbeler verdi, hızlıca giydi ve Hua Cheng’e baktı.
Hua Cheng bir süre ona baktı, “Gege…”
Kısa bir süre sonra kocaman gülümsedi, “Benden ruhsal güç ödünç alma.”
“…”
Çok dikkatsizdi! Hua Cheng bunu nasıl yapar?
Xie Lian hızla cübbeyi çıkarttı, “TAMAM! Bu da değilm…” ama Hua Cheng onu durdurdu, “Bekle, Gege, kim demiş bu olmadığını? Hala kanıtlamadın.”
Hua Cheng’in emri “benden ruhsal güç ödünç alma”ydı. Eğer Xie Lian o cübbenin brokarlı ölümsüz olduğunu kanıtlayacaksa Hua Cheng’in emrine uymalıydı. Yani brokarlı ölümsüz olmadığını kanıtlamak için dediğinin tersini yapmalıydı –Hua Cheng’den ruhsal güç almalıydı.
Sonuç olarak aynı yerde dönmüş ve aynı yere geri gelmişti!
Xie Lian, Hua Cheng'in ciddi yüzüne bakarken sarsılmıştı, “… Sen çok kurnazsın, bunu yapamazsın.”
Hua Cheng kollarını birbirine bağladı, “Neden yapamam? Gege, sen kendin söyledin. Benden ruhsal güç almak dışında diğerlerinin sorun olmadığını söyledin. Verdiğim emri beğenmediğinden ben de tam tersi emir verdim, hala nasıl kurnaz olduğumu söylersin? Senin dediklerine sadık kalmadım mı?”
“…”
Xie Lian karşılık verebilmek için ne demesi gerektiğini bilmiyordu, bir parmağını kaldırdı ve bir süre onu işaret etti, “Sen… sen, ah, sana karşı kazanamam, benimle oynamayı kes!” ardından hiç gecikmeden, aceleyle öptü. Açıkça kimsenin etrafta olmadığını bilse de sanki gözetleme ihtimali olan herkese karşı dikkatliymiş gibi öptükten sonra etrafına bakındı.
Hua Cheng’in yüzünde en küçük bir değişim olmadı, sakince konuştu, “Çok iyi, doğrulandı. Sahiden bu da değilmiş.”
Xie Lian o siyah cübbeyi çıkarttı, “…sakın o emri bir daha verme, tamam mı?”
Hua Cheng ona üçüncü cübbeyi verdi ve gülümsedi, “t-Tamam, tamam. Gege nasıl isterse.”
Xie Lian kendi kendine düşünürken verdiği cübbeyi hüzünle aldı, “San Lang'la baş etmek giderek daha zormuş gibi geliyor… ya da tamamen hayal gücüm mü?”
Hala Hua Cheng'in daha fazla şakacı emirler verebileceğinden endişeliydi ama iki kez ona takılınca Hua Cheng cidden de onunla uğraşmayı kesti. Artık ciddi oluyordu, Xie Lian ise garip hissetmişti.
Ancak sandığın içindeki birkaç düzine cübbeyi denese de Xie Lian hiçbir emre uymuyordu.
Acaba brokarlı ölümsüz burada olmayabilir miydi?
İmkansızdı. Ling Wen onu çoktan çıkarmış olmalıydı ve sandık şeytani bir aura ile lekelenmişti, bu yüzden burada olmalıydı.
Hua Cheng kapının kenarına yaslandı, “Gege, görünen o ki brokarlı ölümsüz bana karşı etkili değil, sana da işlemiyor.”
Sorun neydi?
#hualian#tian guan ci fu#xie lian#hua cheng#heaven official's blessing#heavenlyblessing#ling wen#jun wu#feng xin#jian lan#mu qing
15 notes
·
View notes
Text
Birtakım değişiklikler
🌟 Yenilikler
Geçen gün düşünürken "RB zincirlerinde her öğede üç nokta menüsü olmasa mı ya?" dedik. Güzel olmaz mı? Zincir üstünde istediğin gönderiyle etkileşime geçebilirsin böylece. İşte bu aralar bunu deniyoruz. Şimdiden tarayıcı ve Android üzerindeki bazı kullanıcılarımıza açtık.
🛠 Düzeltmeler
Grup bloglarında üyelerden biri başka bir üyeyi engellediği zaman, engellenen üyenin yanıtları artık bütün üyelerden değil sadece engelleyen kişiden gizleniyor.
Etiket kısmındaki "Tümünü gör" bağlantısı, gösterecek başka etiket yoksa artık çıkmıyor.
Artık bulunduğun Pano sekmesini gizlemen hâlinde mevcut olan diğer bir sekmeye gidiyorsun.
Bazı durumlarda masaüstü panoyu yatay kaydırma işlemi, ekranın sol ya da sağ kısımda takılı kalmasına yol açıyordu. Bu yüzden maalesef artık bu durumlarda yatay kaydırma yapmak mümkün değil.
Anket seçeneğinin kendisi direkt geçersiz olduğunda, masaüstünde "NaN" diye bir şey çıkıyordu. (O neyse artık..?) Bunu düzelttik, şimdi çıkmıyor.
Masaüstünde şöyle bir olay vardı: panodan Keşfet sayfasına geçince sayfa bir anda şak diye ekrana geliyordu. Bunu düzelttik, şimdi insan gibi, parça parça yükleniyor.
🚧 Üzerinde çalıştıklarımız
Korkma, matrix'te değilsin. Takip edilenler akışının bir yerden sonra "başa sardığını" gören talihsiz arkadaşlarımızdansan, merak etme bu sadece bir hataydı, hala düzeltmeye çalışıyoruz, yani déjà vu falan yaşamadın… 👀
🌱 Yakında sunulacaklar
Hatırlatalım: Labs'deki arkadaşlar yeni bir özellik fikrini test edecek gönüllüler arıyor: Koleksiyonlar! (sayfa İng.)
Bir sorun mu yaşıyorsun? Destek Talebi gönder, en kısa sürede sana geri dönelim!
Geri bildirimini paylaşmak ister misin? Üzerinde Çalıştıklarımız bloguna göz at ve aklındakileri topluluğumuzla masaya yatır.
Bu gönderileri başka dillerde de takip etmek için diğer ülkelerin Ekip bloglarına göz at!
Tumblr'a doğrudan maddi destek olmak ister misin? O zaman TumblrMarket'e yeni eklediğimiz Destekçi rozeti seni bekliyor!
25 notes
·
View notes
Text
Yeni profilim nasıl? Sevdiğim bi arkadaşım kullanabilirsin dedi kendisine teşekkürler, sevgiler🤗💐 ilginç bi fotoğraf hiç bilgi yokmuş hakkında, ama sanırım uzaylılar gezegeni cahillerden temizleyip uzay salyangozu satacaklarmış bu onların indiği yer 😃 önceki profili ben sanıp millet peş peşe aşık maşık oluyordu sıkıntılı işler yani😊 kendi fotoğrafımı koyayım dedim ama sevgili dostlarımın gece kabus görmesini istemiyorum onlara kıyamam😃😁 yok nan o kadar da değil idare ederiz aşık olunacak kadar varız yani😊 ama farklı şehirlerden olmayın her sevgili için şehir değiştiremem😁 buraya alıştım😊
Huzurlu akşamlar dilerim☕🍀🐞🌹
39 notes
·
View notes
Note
Animelerle aran iyi sanırım. Keşke yaralarımı saracak animeyi bulsan. Bunu beni hiç tanımadan yapsan. Keşke. Lütfen.
bayadır girmedim buraya o yüzden yeni gördüm kusura bakma. yofukashi no uta izleyebilirsin. ya da biraz güleyim edeyim diyorsan aharen san wa hakarenai, saiki kusuo no psi nan önerebilirim. bir de iki gün önce bi anime film izledim. çok hoş bi romantik anime. doukyuusei adı.
bunlardan birini izlersen bana yazar mısın? artık bu hesabı kullanmıyorum ama @hypnogaja buraya yazabilirsin istediğin zaman. iyi izlemeler şimdiden
10 notes
·
View notes
Text
Pin-Up, Az##601;rbaycanda geni##351; tan##305;nan v##601; m##601;##351;hur olan bir qumar oyun platformas##305;d##305;r. Burada h##601;r k##601;s ##246;z z##246;vq##252;n##601; uy##287;un ##601;yl##601;nc##601;ni tapa bil##601;r: idman ##252;z##601;rind##601; maraql##305; m##601;rcl##601;rd##601;n tutmu##351; kazinonun maraql##305; avtomatlar##305;na q##601;d##601;r. Platforma etibarl##305;l##305;##287;##305;, y##252;ks##601;k xidm##601;t keyfiyy##601;ti v##601; s##601;rf##601;li bonus t##601;klifl##601;ri il##601; d##601; tan##305;n##305;r. Pin-Up mobil versiya t##601;klif edir, bu is##601; istifad##601;##231;il##601;r##601; smartfon v##601; ya plan##351;et vasit##601;sil##601; b##252;t##252;n funksiyalara tam giri##351; imkan##305; yarad##305;r. Bu, ist##601;nil##601;n vaxt v##601; yerd##601; oynay##305;b qazanmaq ist##601;y##601;nl##601;r ##252;##231;##252;n m##252;k##601;mm##601;l bir h##601;lldir. Platformaya giri##351;d##601; h##601;r hans##305; bir m##601;hdudiyy##601;t yaranarsa, Pin-Up-##305;n i##351;l##601;k g##252;zg##252;l##601;rind##601;n istifad##601; etm##601;k m##252;mk##252;nd##252;r. Bu, oyun##231;ulara platformaya fasil##601;siz giri##351; v##601; davaml##305; oyun t##601;cr##252;b##601;si verir. Pin-Up bonus c##601;h##601;td##601;n olduqca geni##351;dir. Yeni istifad##601;##231;il##601;r xo##351; g##601;ldin bonusu qazan##305;r, daimi istifad##601;##231;il##601;r is##601; x##252;susi aksiyalar v##601; aktual promokodlarla ##601;lav##601; ##252;st##252;nl##252;kl##601;rd##601;n faydalana bil##601;rl##601;r. ##399;trafl##305; m##601;lumat##305; r##601;smi saytda tapa bil##601;rsiniz: #pin_up #pinup #pinap https://pin-up-oynay. com/
0 notes
Text
Bilmece Karadeniz Fıkraları
BirPaylaş Paylaşım Platformu https://birpaylas.com/bilmece-karadeniz-fikralari.html
Bilmece Karadeniz Fıkraları
Bilmece Karadeniz Fıkraları
Bilmece Karadeniz Fıkraları Ahlak ve mantık hocası yeni ders yılında sınıfa bir bilmece ile girmiş:
”Sarıdır safran gibi,
Okunur kur’an gibi,
Ya bunu bileceksin,
Ya bu gece Öleceksin.”
En ön sıradaki Ahmet el kaldırıp bağırmış:
”Altın!”
”Aferin oğlum…” demiş hocası.
. ”Altın tabii. Beşibiryerdenin üzerinde Arap harfleri vardır, onu da biliyorsun. Altını bileceksiniz ama kölesi olmayacaksınız. Para sizi esir alırsa, işte o zaman ölürsünüz.” Sonra da Ahmet’e, ”Otur” demiş… On!”
Ertesi derse gene bilmece ile girmiş:
”Çarş’ıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane…”
. Ayşe el kaldırıp ayağa fırlamış bu kez:
”Nan” ‘
”Aferin kızım…” demiş hoca…
”Nar tabii. Ama adına bakıp narı narenciye sanmaym sakm. Bilimsel adı Punica Granatum olan nar, nargiller ailesinden gelir. Narenciye ile arasındaki isim benzerliğinden ibarettir.”
Sonra Ayşe’ye dönmüş. ”Otur kızım. On!”
Ertesi ders için kapıdan içeri girmiş ki, sınıf karışık. Bağıran, çağıranlar. Sıraların üzerinde koşuşanlar…
Hocalarını görünce toparlanır gibi olmuşlar.
Hoca sert bir ifade ile bakmış çocuklara ve açriıış ağzını:
“Nus ile Uslanmayanı Etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın Hakkı kötektir.”
Temel en arka sıradan şimşek gibi fırlamış
“ceviz!”
Not: Bir Önceki Fıkra Bölümündeki Kuş Yemi Karadeniz Fıkraları Yazımızıda Okumak isterseniz. Fıkralar Bölümünde Güncel Kısa Uzun Fıkraları Bulabilirsiniz.
0 notes
Text
Sambal Yen’s, Produk Tradisional Tampilan Modern
TANGERANG – Sesaknya pelaku usaha yang terjun di pasar sambal kemasan, membuat pebisnis harus menetapkan strategi demi menarik perhatian konsumen. Selain menawarkan rasa, pelaku bisnis juga harus berinovasi agar bisa bersaing dengan kompetitor. Inilah yang dipikirkan oleh Yeni. Pelaku UMKM asal Pinang ini tak hanya memproduksi aneka rasa sambal rumahan nan lezat, tetapi juga mengemasnya dalam…
View On WordPress
0 notes
Text
ARTIST RESEARCH
Reflective research:
Artists in response to water and critical themes of ecology, environmentalism, feminism, social-psychology, culture, identity, spiritualism, and philosophical concepts...
Serge Attukwei Clottey:
I was deeply moved by the work 'Tomorrow's World' by Serge Attukwei Clottey, which uses yellow plastic jerrycans to create a striking installation reflecting Ghana's water crisis. He transforms the discarded containers used to transport water from distant sources into a powerful symbol of resilience, creativity, and hope. Serge Attukwei Clottey invites the viewers to re-think how we use and value water and how we can address the environmental and social issues that affect its availability and quality. This work inspires me because it shows how art can raise awareness and spark dialogue about the importance of water for life and well-being. It also demonstrates how art can connect us to the lived experiences of people facing water scarcity and insecurity daily.
How can I challenge my practice more strikingly provocatively to stimulate the audience's attention to the value of water and the environmental crisis? The risk of losing our most vital source of life, water, and to imagine a better tomorrow where water is accessible, safe, and sustainable for all.
Yeni & Nan:
Yeni & Nan is a duo of artists who explore the connection between water and human existence through various creative practices.
Their art inspires me because they translate their ideas into beautiful and meaningful forms, such as installations, performances, sculptures, and videos. I like how they use water as a metaphor for life, change, flow, and transformation. Their art practice is bold, innovative, and original, combining different media and techniques to create immersive and engaging experiences.
Their art also challenges me to consider the environmental and social issues related to water, such as scarcity, pollution, access, and justice, and how to translate that through the body, environment, and performative practices. I'd like to aim to develop my voice and vision in water and human existence through creative practices such as Yani and Nan.
Maria Whiteman:
I came across Maria Whiteman recently after a lengthy dig for artists who work with water. Her use of water as a visual language inspires me as her approach is more poetic. She explores the connections between water, land, and human bodies in various media, such as photography, video, and installation. Her works evoke a sense of wonder, vulnerability, and intimacy with the natural world, which closely relates to the direction my art practice is going.
I admire how she challenges the conventional representations of water and invites the viewers to reflect on their own relationship with this vital element. Her practice resonates with me personally, as I have always been fascinated by water and its symbolic meanings. Water is a source of life but also a force of destruction. It is fluid but also solid. It is transparent but also reflective. It is both familiar and mysterious. By using water as a visual language, Maria Whiteman creates works rich in meaning and emotion, which I admire.
Sandra Selig:
The more I explore Sandra Selig's works, the more I'm interested in how she converts such transient concepts and elements into a visual experience, especially in her installation Rivers Recording the Universe (Tokyo) 2009. In this piece, she uses water as a medium to create a dynamic and immersive environment that reflects the cosmic patterns of the universe. She invites the viewers to experience the fluidity and interconnectedness of life through the movement and sound of water.
Her use of water as a visual language is very inspiring, as it shows how something so familiar and essential can also be a source of beauty and wonder. Water is a material for her and a metaphor for the cycles and transformations occurring in nature and ourselves. She reveals both elements' hidden dimensions and potentials by exploring the relationship between water and light. Her work challenges me to look at water in a new way, not as something passive and mundane but as something active and mysterious, capable of expressing and recording the universe.
Dylan Miner:
Dylan Miner is a remarkable artist who fascinates me with his lyrical and political approach to creative practices. He employs cyanotype printing, a photographic technique that I am currently exploring, to create works exploring Indigenous peoples' past and future, especially the Métis Nation. His cyanotypes are aesthetically pleasing and robust statements that challenge colonial narratives and celebrate Indigenous resistance and resurgence. I respect his ability to combine art and activism and to use his medium as a tool for education and empowerment. Dylan Miner encourages me to use my creativity to express my identity, values, relationship to place, and vision for a more equitable and sustainable world.
Song Dong:
Song Dong's art practice intrigues me a lot, especially his stamping the water and water diary projects. These works explore the ephemeral nature of water and its spiritual significance in Chinese culture.
I admire how he uses water as a medium to create personal and universal art, reflecting his own experiences and emotions and his people's collective memory and history. His works inspire me to think about the relationship I have between water and life and how water can be a source of meditation and healing. I incorporate some of his techniques and concepts in my art practice, such as meditation while interacting with natural water sources.
I want to create art that is not only visually appealing but also meaningful and transformative for myself and the viewers.
Sophie Dieu:
I admire Sophie Dieu's art practice because she explores the themes of identity, belonging and healing through her expressive portraits. She uses ink, water, and salt to create fluid and organic shapes that reflect her emotions and experiences. Much like 'Betsy Damon,' she also collaborates with other artists and communities to create inclusive and empowering spaces for creativity and dialogue. Her art is inspiring because it shows the beauty and diversity of human stories and the power of art to heal and connect.
Hannah Rowan:
Another artist who explores water is long-based artist Hannah Rowan. Her water research explores the physical, emotional, and cultural aspects of water and how it shapes our lives and environments. Her artworks are beautiful and immersive, inviting the viewers to reflect on their own relationship with water. I admire her interdisciplinary approach, combining scientific knowledge, artistic expression, and environmental awareness. She challenges me to think more deeply and creatively about water as a vital resource using a scientific approach with a source of mystery and wonder.
Mary Beth Edelson:
Mary Beth Edelson and her ritualistic practices with water interest me. She uses water to symbolize life, healing, and transformation and creates art that connects her to nature, spirituality, and feminism. Her performative rituals in waterfalls, rivers, and oceans are where she immerses herself in the element and invites others to join her. She also makes paintings, collages, and sculptures incorporating water imagery and materials as well. Her art is a way of expressing her personal and collective identity and challenging the patriarchal structures that oppress women and nature. I admire her courage, creativity, and vision. Performance is something I'd like to explore more within my art practice.
Sebastián Calfuqueo:
I admire Sebastián Calfuqueo's work because he explores the relationship between his Mapuche identity and the environment. He uses natural elements such as clay, water, and fire to create sculptures and installations reflecting his cultural heritage and personal experiences. His art challenges the stereotypes and discrimination that indigenous people face in Chile and beyond. His courage and creativity to express his voice and vision through his art inspires me.
0 notes
Photo
The relationship between an individual and their environment is a concern that is explored by various artists in Radical Women. Depicting the body freely relating to the natural environment, artists like Ana Mendieta, Delfina Bernal, Lygia Pape, and Yeni y Nan explore psychological and intimate experiences of nature, using performance to speak to both the vitality and fragility of the land.
Posted by Rachel Lewis
La relación entre un individuo y su entorno es un tema que exploran varias artistas en Mujeres Radicales. Representando el cuerpo en formas libre, artistas como Ana Mendieta, Delfina Bernal, Lygia Pape, y Yeni y Nan exploran las experiencias psicológicas e íntimas de la naturaleza, usando performance para discutir la vitalidad y fragilidad de la tierra.
Yeni y Nan (Yeni Hackshaw [born 🇻🇪, 1948] and Nan González [born 🇻🇪, 1956]; active 1977–86). [GIF pulled from:] Transfiguración elemento tierra: Yeni (Transfiguration element earth: Yeni), 1983. Twochannel U-matic VHS transferred to digital video, color, sound; 9:58 min., 8:34 min. Courtesy of the artists and Henrique Faria, New York. © Yeni y Nan ⇨ Delfina Bernal (born 🇨🇴,1940) Paisaje de mar en cuerda (Seascape in rope), 1966. Acrylic on canvas. Courtesy of the artist. © Delfina Bernal ⇨ Lygia Pape (born 🇧🇷, 1927-2004). [Still] O Ovo (The Egg). 1967. 8 mm film converted to digital, color, sound, 1 minute, 35 seconds. © Projeto Lygia Pape, courtesy Hauser & Wirth ⇨ Ana Mendieta (born 🇨🇺, lived and worked in 🇺🇸1948-1985). Corazón de Roca con Sangre (Rock Heart with Blood), 1975. Still from super-8mm film transferred to high-definition digital media, color, silent, running time: 3:14 minutes. © The Estate of Ana Mendieta Collection, LLC. Courtesy Galerie Lelong & Co.
#radicalwomenbkm#ana mendieta#lygia pape#yeni y nan#yeni hackshaw#Nan González#venezuela#cuba#american#colombian#brazilian#film#video art#performance art#body#environment#art history#latin american art#latin american artists#latina artists
177 notes
·
View notes
Photo
(via yen1982aguavid_4_copy.jpg (620×464))
YENI Y NAN, Integraciones en agua, 1981.
4 notes
·
View notes
Text
“Merak (hayret) etmek düşünmeye başlamaktır,” diyor Aristoteles (Descartes’a gelindiğinde bu “merak etmenin” yerini “şüphe etmek” alıyor bu arada). Ama bence merak etmek düşünmekten önce görmeye başlamaktır. Çünkü her görüş ilk görüştür, insan bir şeyi gerçekten gördüğünde daima bir hayret veya merakla görür. Çünkü, John Ashbery’nin de dediği gibi, “sadece bir kez görülebilmek eşyanın doğasında var.” Ya da Nan Shepherd’ın söylediği gibi, “göz sadece daha önce görmediği şeyi görür veya daha önce görmüş olduğu şeyi yeni bir şekilde görür.”
21 notes
·
View notes
Text
Aredhel, Reborn
This is a fragment that I started putting together a long time ago, and it stops in the middle, but my writing isn’t cooperating right now so I’m posting it as-is for @tolkiengenweek . It’s a sequel to my two previous Aredhel pieces (but not my Aredhel and Eöl one, which isn’t in continuity with it). Hopefully I’ll manage to follow up on it.
********************
Aredhel leaves the Halls, permitted to return to life for no reason that she can comprehend. She has not sought mercy for herself, though she has asked it a thousand times for her son and been met with a deafening silence. She chooses to return because Fingon is doing so, and he might not be able to bring himself to go if he left behind both of his siblings as well as his dearest friend. Turgon should have returned - would have been permitted to return, yeni ago, not tainted by kinslaying as his siblings are - but he is being stubborn, out of some mix of reluctance to face the survivors of Gondolin and reluctance to face the Lord of the Waters.
They reenter life to be almost immediately caught in their father’s embrace. Through all that follows - returning to Tirion, reunion with their mother and cousins, an apology to the Lady Eärwen that clearly terrifies Fingon more than any battle he’s ever fought in - the world seems faded and distant to Aredhel, as though some part of her fëa had never left the Halls. She cannot stay in Tirion, she cannot seem to hold the thread of a conversation with anyone, even her parents and brother. She knows, distantly, that she loves them, but it all seems so far away.
Her aimless feet take her to Valmar, and she find herself at the one place in the Blessed Realm that is shunned by Eldar and Ainur alike, climbing from the foot of Ezellohar to the two broken skeletons that were once the purest light in the universe, and as she collapses to the grass she feels, for the first time, a connection with the world. How did you do it? she whispers. How do you continue when what you hold dearest has been turned to darkness and ruin and ash? And something connects within her mind, something that never did through all the years in the Halls, never did during her return to Tirion, though all the reunions and necessary, distant apologies. Her feet carry her south and east, to the seashore and the white city, the city of pearls.
She does not go to the throne room of the king and queen, but to the docks, cloaked and hooded and unnoticed, seeking for faces she remembers. She finds one, working, holding a small curved knife in her hand that she uses to shell oysters.
Aredhel raises her hood, sees the Telerin woman start at the sight of her, and falls to her knees. The knife stops its work, poised in midair.
“What are you doing here?”
“I…I wished to apologize. To say that I was wrong.”
“So? What does that mean? What will that mend?” The woman lays down the shelling-knife, goes to a ship, and picks up another meant for carving wood. She lays the blade to a piece of wood lying nearby and the hands, their movements so smooth and deft when shelling oysters, begin to shake, leaving jagged, uneven cuts, leaving it useless. “I built the ships your people so wantonly destroyed, shaped them as you Noldor shape steel, and now I live again, but that which gave me life has left me. We did not hoard them and hide them in vaults, we sailed them and lived aboard them until they were more our home than the shore, and all you left to us were blood and ash and tainted memories.” The tremors through her body come in waves now, and her voice is choked. “My life was the least of what you stole from me. And now you seek what? Absolution? Resolution? This does not end for me. Why should it end for you?”
Aredhel hunches in on herself. “I surrender. What would you have of me?”
“Why come here, and not to the king?”
Olwë wouldn’t do anything to me - for Uncle Finarfin’s sake, if not for my own. He wasn’t who I attacked. He wasn’t who I killed.
“I thought you had more right. I…I know what it is to be betrayed by one whom you trusted. I know what it it is to see what you love dearest cast into ruin. And if I had - him - apologizing to me, truly and sincerely, as I am to you” - her voice breaks - “I would bury a knife in his guts.” She is shaking. “I came here because I didn’t know what else to do. Only that I needed to do something. I surrender. Say what you want from me, and you will have it.”
The Telerin woman just looks tired. “I don’t want your blood. What use would that be? I don’t want you locked up. What good would that do anyone? You cannot give back what you have taken. You cannot restore what is destroyed.
“Leave us in peace. Go.”
Aredhel goes.
....
She flees to the wild lands she once loved, which no longer feel so narrow as they did in the years of her youth, before Gondolin and Nan Elmoth and the Halls, before she knew that duty was a chain and love was a chain. Fear, too, is a chain, as she find when she wanders into the woods of Oromë where she once hunted with her cousins and stops, trembling, as the treetops cut off the sky, frozen, her thought a thousand miles away in drowned lands where the forest went from wonder to horror to prison. She works her way stumbling back to the light, her arms clutching at branches and tree-trunks to pull her onwards, until she emerges again into the free air.
She goes, instead, to the open plains, where she can run and ride and hunt, and take joy in feeling alive again, with a heart that beats and mouth that tastes and limbs that ache. In time she returns to the forest, first to edges and sun-dappled clearings, later to the denser woods in autumn when the leaves turn yellow and brown and fall to create openings where light and warmth enters, and nuts and fruits and berries surround her at every turn. Regaining the woods in summertime takes longer, where leaves create deep pools of shadow, and it is longer still before she wishes to be in the woods after nightfall, looking up at the stars.
(She no longer wears white. She dresses in greys and browns and tans, and in plain or woodland she might be mistaken for part of the landscape.)
She cannot say, for certain, how much of her escape is driven by avoiding walls, and how much by avoiding people, avoiding the need to hear or speak of (or hear people deliberately and delicately not speak of) a son she cannot defend and will not condemn. Did she shun the woods because they felt a cage, or because it felt that at any moment a pale-skinned, black-haired boy might step out of them with a present for his mother of hazlenuts or newly-caught game or skillfully-carved wood? A boy who is gone, who is become something she cannot and will not name.
Fingon finds her, from time to time, with uncanny ability, though he was never her equal as a woodsman. They share meals, wanderings, conversations light or serious. He does not tell her to return, though he speaks often of their parents and at times ventures to say how much they miss her. She does not know how to explain. Fingon can feel that their positions, failing and pardoned and returned and grieving for the lost, are the same, but it does not feel so to her. He fell in battle, and with a host of heroic deeds to his name. Her father fell in combat, the greatest one in the history of Arda. She died because she trusted the wrong person, loved the wrong person, ran off, was irresponsible and impetuous as always, led an enemy back to the one safe home she still had; her place in the First Age’s history is the dislodged rock or careless shout that starts an avalanche. Turgon has never blamed her for Gondolin’s fall, but that is because she never spoke to him while they were in the Halls, never knowing what to say. I am sorry that my son existed? She isn’t. She isn’t. She isn’t. She is only sorry that his father orphaned him, left him alone among strangers in a strange city with no parent to guide him.
One morning she awakes at her campsite to find her father there, tending the embers of her fire. She does not know how he has found her; he is gifted in scholarship, in diplomacy, in governance, in craftwork, in all the arts of war, but not in woodcraft or tracking or the arts of the wildnerness (save, by necessity, of keeping thousands of people alive in bone-chilling, soul-numbing temperatures).
They speak a little of other things, of her life in the woods and his in Tirion, but he cannot long restrain the question he has come to ask. “Aredhel, can you not come home?”
She offers the easier explanation first, the other being too painful to place in words. “I don’t want to go back to be pitied as a failure.”
“We all failed, dearest. Every one of us.”
“You did not. Not like me. You died fighting Morgoth and every Elda and I expect every Vala respects you for that. Fingon died fighting a balrog. My younger cousins died in battle. Even the philosopher did better than me! I was one of the most eager to go, I killed people in order to go, atta, and I have nothing to show for it, no achievements, nothing to boast of, and I will not go back to be petted and pitied and patronized, I won’t -” and she knows she still sounds like a spoiled child even now, when the others have grown wise and thoughtful and penitent.
Her father simply looks at her, long and quiet, as if trying to perceive all the words she has left unspoken, and they finally struggle to her lips.
“I don’t want to know what they all think of him. I do know what they think of him. I don’t want to be consoled for what my son did or became by people who didn’t know him and can’t understand him, and to know they are thinking of it every time they look at me, I’ll hate them for it and it will break out and I’ll cause trouble for everyone again - ” she’s stopped looking at her father, not wanting to see in his eyes his opinion of such a grandson, not wanting to feel the wrath against him that would come from it. “Why does everything I love fall to evil? My son, Tyelko, Curvo, my - ” she cannot bring herself to say husband, “- him? Do I have no judgement, no discernment? Am I being punished? I loved him when he killed me, I love my son and my cousins yet, and I don’t want to explain or to justify or to live among people that hate them -”
She is weeping now, and her father pulls her into an embrace. “You did not deserve this, Aredhel. Not what happened to you, or what happened to your son.”
“I don’t know.” Her voice is quiet now. “I think, sometimes, it is all of a piece. If you do evil to gain something, whether it be ill in itself or not, it will burn you when you find it. As with my cousins and the gemstones. I killed to gain freedom from limitations or constraint, and when I took it it burned me.”
83 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 173. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 173: On Bin Tanrının Mağarası, On Bininin de Yüzü Saklı
Hua Cheng’in nefesi sıcaktı, ama kelimeleri kalbini dondurmuştu.
Büyük salonda mı saklanıyordu?
Bir düşünce aklında çaktı, ve Xie Lian hemen Hua Cheng’e sımsıkı sarıldı.
Elbette ona korktuğu için sarılmıyordu. Eğer sahiden salonda onlara fark ettirmeden birisi saklanıyorsa, bunun anlamı bu kişinin çok güçlü olduğuydu. Eğer bu kişi bir şeyden şüphelenecek olursa harekete geçmek zorunda kalabilirdi. Sadece Hua Cheng’in ona sarılması, üstelik böyle sıkı bir şekilde, şüphe çekebilirdi. Ama ikisi birbirlerine sarılırlarsa daha normal görünebilirdi.
Xie Lian fark edilmeyecek bir şekilde etrafı tarafı ve fısıldadı. “Sence nerede?”
Büyük salonun sadece bir tane kapısı vardı ve onlar da oradan girmişlerdi. Salonun içi ise bomboştu, yerinde olmayan hiçbir şey yoktu, birisinin içine saklanabileceği ne bir sunak ne de bir kutu vardı. Onlar dışında, tapınaktaki herkes taşa dönmüştü.
İkisi aynı anda fısıldadılar. “Kabuklar.”
Taş insanların içi boştu, bunun anlamı da içine birisinin gizlenebileceğiydi. İnsanlar gizlenemezdi elbette, ama hayaletler yapabilirdi!
Bu bilgiyi doğruladıktan sonra Xie Lian bir şey hissetti ve başını kaldırdı. Hua Cheng’in altı metre arkasındaki bir taş heykeli gördü ve gözleri kasıldı.
Yüksek statülü bir genç adama benziyordu ve oldukça sakindi. Bu heykeller Wu Yong’un ölen insanlarına ait oldukları için, çoğu başını ellerinin arasına almış bağırıyor veya dertop olmuşlardı, ve bu heykel ayakta duran birkaç taneden birisiydi. Ancak Xie Lian’ın onu fark etmesine neden olan şey duruşu değil yüz ifadesiydi.
Her ne kadar hatları bulanık olsa da, yine de yüzünü seçebiliyordu: sol tarafında yarım bir gülümseme vardı, sağ tarafı ise ağlıyordu!
Xie Lian haykırdı. “O!”
Ardından kılıcını çekti ve Hua Cheng seslenirken saldırdı. “Gege?”
Taş heykel paramparça oldu, kabuğun kırılmış parçaları yerlere saçıldı. Ancak içinde hiçbir şey yoktu. Xie Lian zaman kaybetmeye cesaret edemedi ve diğer boş kabuklara yöneldi. Hua Cheng elini tuttu. “Gege! Ne gördün?”
Xie Lian yere eğildi ve kırılmış parçaları aldı. “San Lang, bu taş heykelin, yüzü… Yüzü Olmayan Beyaz’ın maskesindendi.”
Hua Cheng’in yüzü hafifçe değişti, ama yine de konuşabildi. “Bekle biraz.”
Ardından tüm parçaları toplayarak bir araya getirdi, yüzü tümüyle yeniden oluşturmuştu. Baktıkları zaman ise ikisi de sessiz kaldılar.
Biraz önce Xie Lian açık bir şekilde yarı ağlayan yarı gülen iblis maskesini görmüştü. Ama Hua Cheng’in bir araya getirdiği bulanık yüz, diğer taş heykel yüzlerinden hiçte farklı değildi.
Halüsinasyon mu görmüştü? Ya da bir illüzyon büyüsüne mi yakalanmıştı?
Öylece oturup durmak onlara bir sonuç vermeyecekti ve büyük salonu aramaya başladılar, tüm taş heykelleri kırdılar. Bir süre düşündükten sonra, birisinin onlardan önce dağa çıktığına hemfikir oldular. Pei Ming’i beklemek için oyalanmak yerine doğrudan zirveye gitmeye karar verdiler.
Ocak’ın tuhaf bir yerçekimi vardı, onları yere çekiyor, hızlı ilerlemelerine izin vermiyordu. Bu nedenle ancak bacaklarına güvenerek tırmanabiliyorlardı. Yükseklere çıktıkça da, patika daha dik, hava daha soğuk oluyordu. İlk başta yerde ince bir kar tabakası vardı. Ardından, onlar yukarıya tırmandıkça, kar da kalınlaşmıştı ve neredeyse çizmelerinin yarısına dek tırmanıyordu. Dört saat sonra biriken karlar en sonunda dizlerine dek ulaşmıştı, tırmanmayı daha da zor hale getiriyordu.
Hiç durmadan yürüdükleri için, Xie Lian soğuğu hissetmiyordu, hatta ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı, yüzü kırmızı yanakları dışında bembeyazdı. Elinin sırtıyla terini sildi ve arkasına baktı, tam Hua Cheng’le konuşacaktı ki aniden ayağı boşluğa düştü ve tüm bedeni neredeyse iki metre yere gömüldü.
Bedeni ağır karların altına düşüyordu. Neyse ki Hua Cheng yakından takip ediyordu ve oldukça doğal bir halde onu yukarıya çekmişti. “Gege, dikkatli ol.”
Xie Lian onun yanında durdu ve düştüğü yere baktı. Bölge karlardan arınarak kim bilir nereye giden derin, karanlık bir çukuru gözler önüne sermişti. Eğer Xie Lian zamanında tutunmasa veya Hua Cheng yavaş hareket etseydi, kesin olarak düşerdi.
Hua Cheng ekledi. “Bu bölgede pek çok çukur var. Genel olarak yerlerini hala hatırlıyorum, bu yüzden beni yakından takip et. Acele etmezsek bir sorun yaşamayız. Gege biraz önce çok hızlı yürüyordu.”
Görünüşe göre karların altındaki dağ arazisi oldukça zayıftı. Her yerde büyüklü küçüklü çukurlar vardı, ama kaç tane oldukları veya nereye ulaştıkları bilinmiyordu. Ancak onlar tırmanırken Hua Cheng sahiden hepsinin yerini hatırlamıştı.
Xie Lian bir nefes verdi. “Pekala. Yakın duralım. Zaten karlı bir dağda bağıramayız hatta yüksek sesle bile konuşamayız, bu nedenle bir şey olursa, yardım çağırmamız kolay olmayacaktır…”
Ancak beklenmedik bir şekilde tam cümlesini tamamlayacaktı ki, ileriden öfkeli bağırışlar yükseldi.
“BİTİRDİN Mİ –?!”
“…”
Kim böylesine dik ve tehlikeli bir dağda bağırmaya c��ret ederdi ki?!
Xie Lian sesin geldiği yöne doğru baktı, şaşkındı. Karlarla örtülmüş dünyanın içerisinde, iki küçük siyah noktanın kavgaya tutuştuğunu gördü. Birinin elinde uzun bir yay vardı, durmadan ok atıyordu. Diğeri ise eğri bir kılıç tutmuş, kaplan gibi savuruyor, her bir oku ikiye bölüyordu. Hem kılıç hem oklar ruhani ışığın parıltısıyla sarılmıştı. Her iki tarafta birbirine küfrediyordu ve kılıçlı adam bağırdı.
“SANA O KÜÇÜK PİÇİ BEN ÖLDÜRMEDİN DEDİM, BEN DE ONLARI ARIYORUM!”
Nan Feng ve Fu Yao’ydu bunlar!
Onların burada ne işi olduğu kısmına girmeden, Xie Lian tam ‘çenenizi kapatın!’ diye bağırmak üzereydi ki, zamanında fark etmiş ve kelimelerini yutmuştu. Onlar gibi kendisi de bağırırsa ve üçü birbirlerine bağırmaya devam ederlerse, dağdaki kar nasıl yerinde duracaktı???
Hua Cheng kollarına sarıldı ve tek kaşını kaldırdı. “Karlı bir dağda bağırmanın çığ oluşmasına neden olduğunu bilmiyorlar mı?”
“O kadar aptal olamazlar?!” Dedi Xie Lian. “Belki biliyorlar ama onlar… sinirlendikleri zaman, her şeyi boş veriyorlar!”
Nan Feng ve Fu Yao son derece sinirliydiler, kavga ederken küfrediyorlardı ama çok uzaktaydılar, kelimeler bölük pörçük onlara ulaşıyordu ve neden kavga ettiklerini duyamıyorlardı, ve elbette dağa gelen diğerlerini fark etmemişlerdi bile.
Xie Lian koşarak onları ayırmak istiyordu ama ağır karlar adımlarını yavaşlatıyordu ve yerde delikler vardı, onları durdurmak için zamanında ulaşmasına imkan yoktu. Xie Lian birkaç adım koşarak gitmişti ki bir diğer çukurla karşılaştı. “Böyle kavga etmelerine izin veremeyiz!”
Tam kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki, bir gümüş kelebek ok gibi uçtu. Xie Lian önce irkilmişti, ama ardından hemen rahatladı.
İyi fikir! İkisi de onları durdurmak için zamanında ulaşamayacaklardı, o zaman neden gümüş kelebek önden gidip onların yerine konuşmuyordu?
Gümüş kelebek tahmin edilebileceği gibi müthiş bir hızla uçuyordu ve diğer tarafa varması sadece üç bağırış sürmüştü. Ancak daha Xie Lian daha onlarla konuşmayı deneyemeden, Hua Cheng’in ifadesi buz gibi bir hal aldı.
Bir şeylerin yolunda olmadığını anlayan Xie Lian sordu. “Sorun ne?”
Hua Cheng’in dudaklarındaki gülümseme tümüyle kaybolmuştu, onun yerine yüzü karlı dağ kadar katı bir hal almıştı.
Xie Lian bastırdı. “San Lang, neler oluyor?”
Hua Cheng’in dudakları titredi ve o daha cevap vermeden, bir nedenle Xie Lian paniklediğini hissetti. Başını hızla çevirerek yukarıya baktı ve gözleri ardına dek açıldı.
Yukarıda, karşı tepelerde, dağın büyük bir kısmı titriyordu, ardından ise çöktü.
Diğer tarafta, hararetli kavgalarının ortasındaki Nan Feng ve Fu Yao da sessiz baskıyı hissetmişlerdi. Her ikisi de başlarını kaldırdılar ve en sonunda neler olup bittiğini anladılar.
Bir an sonra, dağ kütlesi binlerce kilometrelik bir set gibiydi. Koptuğu zaman, tümüyle ayrıldı, kardan bir tsunamiyi taşıyarak gümbürdedi ve onlara doğru yuvarlanmaya başladı.
Çığ düşmesine neden olmuşlardı!!!
Xie Lian Hua Cheng’in elini tuttu, döndü ve koşmaya başladı. Ama daha birkaç adım atmıştı ki diğer taraftaki ikilinin düşen çığa daha yakın olduklarını hatırladı ve adımları anormal bir şekilde durdu, arkasına baktı. Sahiden de diğer ikisi kavgalarına son vererek beraber kaçıyorlardı. Fu Yao daha yeni koşmaya başlamıştı ki ayağı bir çukura girdi, bedeninin yarısından çoğu gömülmüştü ve neredeyse göğsüne dek karlarla sarılıydı. Ondan daha hızlı koşan Nan Feng arkasına baktı, bir an tereddüt ettikten sonra onu kurtarmak ister gibi görünmüştü. Ancak tam bu esnada kar çoktan saldırmıştı.
Tam onlar yutulmak üzereyken Xie Lian RuoYe’yi serbest bıraktı. Beyaz ipek sargı mesafeleri katetti neredeyse bir an sonra Fu Yao ve Nan Feng’i sararak onları yukarıya çekti.
Hua Cheng karanlık bir sesle konuştu. “Gege! Bırak onları, uğraşma!”
Xie Lian RuoYe’yi sıkıca tuttu, koşarken ikisini de çekiyordu. “Yapamam! Bir çukura düşüp kara gömülebilirler!”
“Çok geç!” Dedi Hua Cheng.
“Ne?! Bu kadar çabuk mu??” Diye haykırdı Xie Lian.
Başını kaldırdı ve baskın gölgelerin önlerine uzanmaya başladığını gördü.
Xie Lian Nan Feng ve Du Yao’yu kurtarmak için döndüğü zaman, bir anlık zaman kaybı karın onu tümüyle yutmasına neden olmuştu. Soğuk ve ağır kar dalgası durmadan saldırıyor, onu ve Hua Cheng’i ayırıyordu. Xie Lian güçten düşmek üzereydi, beyaz fırtınayla tökezliyor ama bir şekilde mücadele etmeyi sürdürüyordu. Ancak çok fazla kar vardı, çok güçlüydüler, ve defalarca Xie Lian’ın başının sürekli örterek boğulduğunu hissetmesine neden oluyorlardı.
En sonunda Xie Lian bağırdı. “SAN LANG!” dayanamayarak nihayetinde gömülmüştü, buz gibi karların içinde yok olmuştu.
…
Karlı dağlar en sonunda sakinleştiğinde, ne kadar zaman geçtiğini hiç kimse bilmiyordu.
Uzunca bir süre sonra, düzleşmiş kar tabakasında aniden bir el belirdi!
El, karı yokladı, bir kol yükseldi ve ardından da bir omuz, en sonunda ise bir kafa. Kısa bir süre sonra birisi yukarıya tırmandı. Başını iki yana salladı ve uzun bir nefes verdi. Bu Xie Lian’dı.
Çökmüş karlardan oluşan kalın bir tabakadan elleriyle kazarak çıkmak, insanın kendi mezarından çıkmasına benziyordu. Xie Lian’ın yüzü ve elleri soğuk ısırığından kıpkırmızıydı, neredeyse tümüyle uyuşmuştu ama yüzünü sadece birkaç kez ovaladıktan sonra başını kaldırdı, kaybolmuştu.
Beyaz örtüde, kırmızı hiçbir şey yoktu.
Ancak Xie Lian öylesine bağıramazdı da. Eğer bir çığ düşmesine daha neden olursa her şeyi kaybederdi, bu nedenle sadece ayağa kalktı, kardan dünyada bir hedefi olmadan tek başına yürümeye başladı ve yürürken kısık bir sesle seslendi. “San Lang? Nan Feng? Fu Yao?”
Bariz bir şekilde öncesinde yürüdükleri yöne doğru ilerliyordu, ama şimdi, Hua Cheng’le beraber yürüdükleri zaman göre çok daha soğuk geliyordu. RuoYe de kolunda değildi. Xie Lian şaşkındı; RuoYe onunla olmalıydı. O bıraksa bile, RuoYe yine de ona sarılırdı, neler oluyordu?
Bir tuhaflık olduğunu biliyordu ama tam olarak çıkartamıyordu ve sersemlemiş bir halde yürümeye devam etti. Aniden, önündeki karlı rüzgarların arasından bir kişi belirdi. Beyaz bir cübbesi, siyah saçları vardı, başı önde yavaş bir şekilde yürürken kol yenleri rüzgarda savruluyordu.
Yolcuyu görünce, Xie Lian çok sevinmişti ve öne çıktı. “Dostum! Sen…”
Ama o konuşmaya başladığı anda adam başını kaldırdı. Yüzünde beyaz ve ürpertici bir maske vardı, yarısı gülüyor yarısı ağlıyordu.
Sanki birisi onu bıçaklamış gibi Xie Lian bağırdı.
Ve bağırdıktan sonra gözlerini açtı ve doğruldu. Birkaç hızlı nefes aldıktan sonra sarsılmış bir şekilde fark etti, karlı bir dağda yürümüyordu, onun yerine karanlık bir yerde yatıyordu.
Demek ki rüya görmüştü.
Şaşmamalıydı. Rüyada bir şeyler hep yanlış gelmişti ve Xie Lian rahatlayarak derin nefesler aldı, alnındaki soğuk terleri sildi. Etrafını bir süre yokladıktan sonra, altında çimenlerle kaplı kayaların olduğunu fark etti. Fang Xin belindeydi ve RuoYe koluna sarılmıştı. Xie Lian kendisini toparladı ve bir avuç meşalesi yaktı, oturduğu yeri aydınlatırken hemen seslendi. “San Lang? Orada mısın?”
Ancak beklenmedik bir şekilde alevler içeriyi aydınlattığı anda, karanlıkta hemen yanında birisinin daha durmakta olduğunu gördü, hiç ses çıkartmıyordu.
Hiçte küçük bir sürpriz sayılmazdı ve Xie Lian terle kaplandı, eli hemen Fang Xin’e gitti. Bu kişi ona o kadar yakın duruyordu ki fark etmemesine imkan yoktu!
Ancak yakından bakınca teri hemen kayboldu. Görünüşe göre canlı değildi; taştan bir heykeldi.
Ve volkan patladığında ölen insanların taştan heykellerinden de değildi; bu heykel yapılmıştı ve bir ilahi heykeldi.
Elinde avuç meşalesiyle, Xie Lian etrafı dolaştı ve bir mağarada olduğunu fark etti. Mağaranın içinde bir ilahi heykel vardı ve tapınılıyordu, duruşu zarifti, cübbesinin kıvrımları ve uçuşan çizgileri zarifçe yapılmıştı. Ancak tuhaf bir şey vardı.
İlahi heykelin yüzü ince bir tülle örtülmüştü.
İnce tül sis gibiydi. İlahi heykelin yüzünde tuhaf görünmüyordu, çirkin değildi. Onun yerine gizemli bir güzellik katmıştı. Ancak Xie Lian daha önce hiçbir cennet mensubunun yüzünün kapatıldığını duymamıştı. Farkında olmadan uzandı, tülü yüzünden çekecekti ki arkasından bir ses yükseldi.
“Gege.”
Xie Lian hemen başını çevirdi ve mağaranın girişinde beliren kırmızı figürü gördü. Bu Hua Cheng’di. İlahi heykelin yüzü hemen zihninin derinliklerine attı ve ona koştu.
“San Lang! Şükürler olsun, nerede olduğunu merak ediyordum. İyi misin? Yaralandın mı? Çığa çok hazırlıksız yakalandık.”
Hua Cheng içeriye girdi. “İyiyim. Gege sen nasılsın?”
“Hiçbir sorunum yok.” Dedi Xie Lian. “Burası neresi?”
Mağaradan çıktıktan sonra Xie Lian dışarıda uzun koridorlar olduğunu fark etti. Oldukça uzaklara gidiyor gibiydiler ve nereye ulaştıkları tam bir muammaydı. Oldukça büyük bir yer altı mağarasındaydılar.
Xie Lian Hua Cheng’in her şeyi cevaplamasına çok alışmıştı, ancak bu sefer Hua Cheng’in yanıtı farklıydı. “Bilmiyorum. Muhtemelen karlı dağın altındayız.”
Xie Lian şaşkındı. “Ben de San Lang’ın bulduğu bir sığınaktayız sanmıştım. İnanamıyorum, sen bile nerede olduğumuzu bilmiyor musun?”
“Hayır.” Dedi Hua Cheng.
Pekala, her şeyin bir ilki vardı.
Hua Cheng dağdaki tüm delikleri ezberlemişti, ama şu anda nerede olduklarını bilmiyordu. Mağara hiçte küçük sayılmazdı, nasıl daha önce burayı keşfetmemişti?
Xie Lian biraz tuhaf bulmaktan kendisini alamadı ama baskı yapmadı, ve avuç meşalesini daha da yukarıya kaldırdı. “Buraya nasıl geldik?”
Hua Cheng de birkaç gümüş kelebek çağırdı, soluk ışıklarıyla etrafta uçuşmalarına izin verdi ve yumuşak bir sesle konuştu. “Belki yanlış bir adım attık ve bir çukura düştük. Birisi bilerek bizi buraya getirmiş olamaz.”
Onun böyle söylediğini duyunca, Xie Lian’ın aklına biraz önce gördüğü rüya geldi ve iliklerine dek ürperdi.
Aklına başka bir şey daha gelince sordu. “Biz buradaysak, Nan Feng ve Fu Yao nerede?”
Hua Cheng sesinde bir parça sempati olmadan yanıtladı. “Muhtemelen kara gömülmüşlerdir. Kimin umurunda, onlar cennet mensupları. Ölmezler.”
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Ölmeyecek olsalar bile, eğer kimse onları çıkartmazsa, birkaç on yıl boyunca gömülü kalmanın hoşlarına gideceğini hiç sanmam. Belki onlar da buraya düşmüşlerdir? Hadi arayalım. Ah, bu arada San Lang, gümüş kelebeğin öncesinde onların yanına gittiğinde neler duydun?”
Hua Cheng sırıttı. “Sadece saçma sapan argümanlar, ne olacaktı ki?”
Xie Lian bu kadar basit olduğunu düşünmüyordu, yoksa Hua Cheng onları duyduğunda neden yüz ifadesi aniden değişecekti ki? Şimdi bile, her ne kadar Hua Cheng gülüyor olsa da, gözleri sertti. Ancak, eğer söylemeyecekse Xie Lian da sormayacaktı. İkisi taş mağaranın uzun koridorunda yürüdüler.
Bir süre yürüdükten sonra ise karın altındaki bu taş mağaranın düşündüklerinden çok daha karmaşık olduğunu fark ettiler. Bir yöne doğru ilerleyen tek bir patika yoktu; onun yerine yol boyunca pek çok büyüklü küçüklü mağaraya ilerleyen çatallarla karşılaşmışlardı.
Her mağarada bir ilahi heykel vardı; bazıları uzun bazıları kısaydı, bazıları çocuksu bazıları ise gençti, cübbeler hep değişiyordu, her birinin duruşu farklıydı: uzanan, ayakta duran, oturan, kılıç tutan, dans eden gibi. Heykellerin kalitesi de değişiyordu; kimisi kaba ve ham bir şekilde yontulmuştu, bazıları ise inanılmaz derecede zarifti, neredeyse cennetten çıkmaydı. Muhtemelen tek bir kişi tarafından yapılmamışlardı.
Xie Lian yolda ilerlerken etkilenmiş bir şekilde konuşmaktan kendini alamadı. “Bu… Burası On Bin Tanrı Mağarası. Bu mağarayı yapan kişi son derece adanmış bir inanan olmalı.”
Ancak tüm ilahi heykellerde aynı tuhaflık vardı. Yüzleri ince bir tülle kapatılmıştı.
Bazılarının tüm bedenleri örtülüydü, ki bu da son derece tuhaftı. Xie Lian oldukça meraklanmıştı ve ilahi heykellerden birini yüzünü görmek istiyordu, ama arkasından Hua Cheng seslendi. “Gege, yapmamanı tavsiye ederim.”
Xie Lian arkasını döndü ve sordu. “Neden ki? Bence bu heykeller biraz tuhaf.”
Hua Cheng ona yaklaştı ve açıkladı. “Zaten tuhaf oldukları için dokunmaman en iyisi olur. Eğer yüzleri kapatıldıysa, kapatılmalarının bir nedeni vardır. Baş, insanın ruhani enerjisinin toplandığı yerdir, eğer tül açılırsa, bu tuhaf heykellerde toplanan gücün ne yapacağını kestirmek zor.”
Konuşması oldukça alakasız, ama mantıklıydı da. Eğer tül kaldırılır ve heykeller uyandırılırsa, artık komik görünmezlerdi. Xie Lian bir süre düşündü ve en sonunda ellerini indirdi. “Sadece hangi tanrı olduğunu merak etmiştim, hepsi bu.”
Hua Cheng. “Wu Yong Krallığındayız, muhtemelen Wu Yong’un Veliaht Prensidir. Şaşırılacak bir şey yoktur.”
Ancak Xie Lian katılmıyordu. “Bence değil.”
“Ah? Nasıl yani?” Diye sordu Hua Cheng.
Xie Lian ona baktı. “Yol boyunca gördüğümüz tüm duvar resimlerinde Wu Yong Veliaht Prensinin ve halkının giydiği kıyafetler bu ilahi heykellerin giysilerinden çok farklıydı. Yani bence bu ilahi heykellerin Wu Yong’un Veliaht Prensiyle bir bağlantısı yok. Hatta, Wu Yong halkından birisi tarafından yapılmamışlar.”
Hua Cheng ona ışıl ışıl gülümsedi. “Öyle mi? Gege sahiden detayları çok güzel seçiyor.”
Xie Lian da gülümsedi. “Yok ya. Sadece heykellerin tarzı, ister oyulma tarzı olsun ister kıyafetleri, dalgalı hatları, sonrasındaki dönemlere ait gibi görünüyor. Örneğin… Xian Le tarzına.”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Görünüşe göre gege bu alanda oldukça bilgili.”
“Yok. İnsan heykel gibi şeylerden çok fazla görünce bir yerde bir şeyler öğreniyor sadece.” Dedi Xie Lian.
Her ne kadar tam olarak ifade edemese de, içgüdüleri ona öncesinden beri Hua Cheng’de bir tuhaflık olduğunu söylüyordu. Ve bu noktaya kadar konuştuktan sonra, Hua Cheng neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde gergin görünmeye başlamıştı.
Çevirmen: Nynaeve
147 notes
·
View notes