#TEORI
Explore tagged Tumblr posts
Text
sonuç olarak, ışık retinaya ulaşmadan önce sinirlerden geçmek zorundadır.
steve jones - neredeyse bir balina
#kitap#edebiyat#blogger#felsefe#kitaplar#blog#kitap kurdu#steve jones#neredeyse bir balina#friedrich nietzsche#evolution#evrim#evrim teorisi#teori#carl jung#carl sagan#sigmund freud#chistopher caudwell#karl marks#anti dühring#darwin#charles darwin#isaac asimov#jacques lacan#psikanaliz#science#bilimkurgu#celal şengör
11 notes
·
View notes
Text
Stratford Karşıtları ve Teorileri

Daha önceki bir yazımda Shakespeare’in aslında hayalet bir yazar olduğu ve oyunları yazan kişinin aslında Francis Bacon olduğuna dair teoriden bahsetmiştim. O yazıma buradan ulaşabilirsiniz.
Şimdi ise Shakespeare hakkında başka bir teoriye değineceğim. Bu teori, Shakespeare’ın aslında iddia edilen kişi olmadığına yönelik. Teoriyi savunanlara “Stratford Karşıtları” deniyor. Onların iddialarına göre, İtalya’dan Londra’ya göç eden yazar Michelangelo Floria Crollalanza’nın zor söylenen soyadı telafuzu sırasında Shakespeare halini almıştır. (Crolla: Shake, Lancia: Speare demekmiş)
Bu teoriye inanan ve güçlü kanıtlar sunan edebiyat profesörü Martino Iuvara, iki yazarın oyunlarının isimlerinin benzerliğinin Stratford Karşıtları’nın teorisini güçlendirdiğine değiniyor. Bu bahsedilen oyun Shakespeare’ın Yok Yere Yaygara oyunu, Crollalanza’nın da Yok Yere Çok Trafik adlı bir oyunu var. Ayrıca Iuvara, Crollalanza’nın Londra’ya göç ettikten sonra kıskançlık yüzünden kapısını öldürdüğü söylenen eski bir asker olan Otello’nun yaşadığı bina “Casa Otello” yu satın alıp orada yaşadığını belirtir. Hatırlayacağınız gibi Shakespeare’ın da Othello adlı oyunu var ve bu oyunda kahraman da yarısını kıskançlık yüzünden öldürür...
#shakespeare#Stratford karşıtları#stratford#Francis bacon#edebiyat#othello#felsefe bilim#felsefe#londra#teori
26 notes
·
View notes
Text

Peki;
ya tüm filmler çoktan yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan hayatların projeksiyonlarıysa?
📽️ 🎞️✨
#doğa#bitkiler#benim postum#bana ait#anlamlı yazılar#anlamsız anlam#ferah#ankara#portakal çiçeği#parks on fire#green#film#teori
2 notes
·
View notes
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine

“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl mı?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
#emek#emekoloji#marksizm#sosyalizm#komünizm#proletarya#proletaryalist#bilim#teori#temsiliyetizm#memuriyetizm#bürokrasi#bürokratizm#sovyet#feodalizm#mülkiyet#feoburg#sanayiburg#teknoburg#kapitalizm#sermaye#devlet#iktidar#hukuk#adalet#marx#engels#lenin#stalin#troçki
5 notes
·
View notes
Text
Phineas'ın gerçek babası Doofenshmirtz mü?
Ana Fikir: Doofenshmirtz Fineas'ın babası mı? Aslında bu teori çoğunlukla kafalarının benzer bir şekle sahip olmasından kaynaklanıyor fakat başka fikirlere de yol açıyor. Öncelikle, bilim adamının oğlu olmak Fineas'ın neden bu kadar zeki olduğunu kanıtlar nitelikte ayrıca Fineas'ın ulaştığı sınırsız kaynağının nereden geldiğini de açıklıyor. (Normal şartlarda Küçük bir çocuğun bunca kaynağa, paraya, ulaşması çok zor olacaktır.) Ek olarak Fineas'ın yaptıkları işlerin yan etkilerini önemsemiyor ya da çok az önemsiyor olması örnek vermek gerekirse "Rushmore" dağına Candace'nin yüzünü kazıyorlar, şehrin içinde bir hızlı tren inşaa ediyorlar ve bunların yaratabileceği kazaları görmezden geliyor ya da bir zaman makinesi yaparak zaman çizgisini yok ettiler, aya giden bir yürüyen merdiven inşaa ettiler ve bunlar yaptıklarından çok azı bu muhtemelen Heinz Doofenshmirtz'den gelen kalıtsal bir özelliktir. Doofenshmirtz'inde basit şeyler için tüm şehri tehlikeye attığını görebiliyoruz. Elbette Linda ve Heinz'in geçmişte sevgili olması da bu ihtimali kuvvetlendiren olaylardan birisi. Aynı zamanda Perry'nin asıl görevinin 2 muhteşem deha olan baba - oğulun bir araya gelip ortalığı kasıp kavurmasını önlemekte olabilir nede olsa Fineas genç, şekillendirilebilir bir beyne sahip. Bir yaz gününde akla gelebilecek her türlü icadı yapabilen bu baba - oğul çiftinin kolayca dünyanın en büyük gücüne sahip olması kaçınılmaz olacaktır.
2 notes
·
View notes
Text
Ekpirotik Teori: Zümrüdüanka Evren
Ekpirotik Teori: Zümrüdüanka Evren Ekpirotik Yunanca “ateşten doğan”. anlamına gelir. Bir nevi “Zümrüdüanka Evren”, her seferinde küllerinden tekrar meydana geliyor. Bu fikre göre, içinde bulunduğumuz evren 3 boyutlu 2 evrenden biridir. Bu 2 even arasında 5. boyutta çok küçük (bir atomun çapından daha küçük) bir mesafe bulunur. Bu aslında, uzayın 4. boyutudur fakat zaman, “4. boyut” adını daha…

View On WordPress
3 notes
·
View notes
Text
İmam Gazalî 'Çoklu Evren Teorisi'ne ne derdi?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Şualar'da, İmam Gazalî rahimehullahtan iktibas ettiği bir cümle var. Kendi tercümesiyle şöyle: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Devamındaysa şunları ekliyor mürşidim: "İşte, bu muhit ve câzibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevlî ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihetle mu'cizâne intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır."
Hafızam yanıltmıyorsa, Mürsel Gündoğdu Hoca, Akıl Kalbi Ararken isimli biyografik romanında, İmam Gazalî rahimehullaha ait bu ifadenin arkaplanından da bahsediyordu. Yunan felsefesinden kötü etkilenen bazı müslüman(!) filozoflar şöyle bir soru yöneltiyorlardı mü'minlere: "Allah bizi şu an olduğumuzdan daha ahsen yaratamaz mıydı?" veya "Allah bu âlemi şu anki halinden daha iyi yaratamaz mıydı?" veyahut "Allah şu âlemden daha sanatlı bir başkasını yaratamaz mı?" Eğer aldıkları cevap "Hayır!" olursa "Vay, demek siz Allah'ın sonsuz kudretine inanmıyorsunuz, Onu acizlikle suçluyorsunuz!" diye veryansın ediyorlardı. Fakat İmam Gazalî rahimehullah filozofların bu cerbezeli tuzaklarını şöyle boşa düşürüyordu:
Dahasından bahsedebilmek için Allah'ın şu yarattığında -hâşâ- eksiklik bulunduğuna inanmak gerekir. Bir kusur, hata, yanlış görmek gerekir. Ancak ondan sonra üstününden, iyisinden, güzelinden bahsedilebilir. 'Nihayetsiz Hikmet Sahibi'nin tasarrufatındaysa noksan bulunamaz asla. O hiçbir detayı sonradan öğrenmez ki, kusurlu beşer gibi, işlerini 'geliştire-geliştire' yapsın. Yahut deneme-yanılmayla yaratsın. Hâşâ, Subhaniyet Sultanı'nın eserinde hata olabilir mi ki 'daha iyisinden' bahsedebiliyorsunuz? Ve ardından o meşhur-mübarek cümle geliyordu işte: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Orijinaliyle anarsak da şu şekildedir: "Leyse fi’l-imkân ebda‘u mimmâ kân."
Mülk sûresinde de, mezkûr hakikati doğrular şekilde, şöyle buyrulmaktadır:
"Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan da Odur. Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik görmezsin. Haydi çevir gözünü: Bir çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevirsen de bitkin düşmüş, hor ve hakir halde, o göz sana döner."
Âmenna. Ama âlemde gözümüze çarpan 'çirkinlikler'e ne diyecektik peki? Onları nasıl bir yere oturtacaktık? Nasıl güzelleştirecektik? Mürşidim bu sualin cevabını şöyle vermektedir:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü (Meali: Eşyânın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.) Lâkin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar."
Yani, arkadaşım, kusur zannettiğimiz, çirkinlik saydığımız, eksiklik gördüğümüz şeyler aslında güzelliğin tamamlayıcısıydı. Hepsinin manzarada yaptıkları işler vardı. Fakat çok yakınlaştığınızda, yalnız onları görür olduğunuzda, büyük resmin okuttuğu hikmetlerden mahrum kalıyordunuz. Ve belki de nurlu siyahlıklarını 'leke' sayıyordunuz. O halde İmam Gazalî rahimehullahın sözüne de bu eksende bakılmalıydı. Tek tek, detay detay, 'bize göre' çirkinliklerle değil, 'evrenin tamamına göre' yerli yerinde detaylarla örülüydü kainat. Tıpkı Ayetü'l-Kübra Risalesi'nde dikkatlerimizin çekildiği gibi. Her neyi çekseniz de kopmuyor. Ayrılmıyor. Detaylar müstakil değil. Herbirisi varoldukları evrenin herşeyiyle bağlıdır çünkü.
Bütünde anlamlı olan parça olarak da anlamlıdır. İsterse yalnızken çirkin görünsün. Güzelin yüzünde ben de güzeldir. Tamam. Pekala. Olabilir. Yalnız parçaya bakıldığında 'Daha güzeli yaratılabilir' görünen detaylar yok değildir. Ama, fakat, lakin onların böyle görünmesi bütünü ıskalayan gözlerimizin kusurudur. Algımızın yanılgısıdır. Parçalığımızın cahilliğidir. Sınırlılığımızın zulmüdür. Bütünse her zaman parçalardan fazlasıdır. Yani varlık 'tam olması gerektiği şekilde' olmuştur. Neresiyle oynasanız bütünün ahengine kastedersiniz. Kediye kanat taksanız kuşların düzeni bozulur. Kuşların düzeni bozulsa böceklerin de düzeni bozulur. Böceklerin düzeni bozulsa bitkilerin de düzeni bozulur. Ve hakeza... Bozulan düzenler kelebek etkisiyle diğerlerine de kastederler. Herşey, evrenin ta en başından sonuna, bir zincirle birbirine bağlıdır. O zincirin yalnız bir parçasına bakanlar için kusur görünen şey bütünü görenler için hâzâ hikmettir:
"Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbaba çevirir. Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor."
Harald Fritzsch'in kaleme aldığı, Metis Yayınları'ndan çıkan, 'Yanıl��yorsunuz Einstein!' kitabında da yine İmam Gazalî rahimehullahın ne kadar isabet ettiğini belirtir bilgiler okudum. Mesela: Kainat varolurken tayin edilmiş öyle 'sabiteler' vardı ki, fiziğin en temel sabiteleriydi bunlar, onların azıcık ileriye-geriye kayması, gelecekte biyolojik hayatın oluşumunu imkansız kılacaktı. Eserde mizansel bir şekilde konuşturulan kimi ateist bilim adamlarının dahi kabul ettiği bir gerçekti bu. Evet. Kainat yaratılırken, herşeyin ta en başında yani, milyarlarca yıl sonra varedilecek canlı moleküllerinin 'hangi şartlarda oluşacağı hesap edilmiş gibi'ydi:
"Haller: Sabit, şimdiki halinden biraz sapma gösterse, yaşamı oluşturan makroskobik moleküllerin bazıları oluşmaz, burası da bizim bildiğimiz anlamda yaşamın süremeyeceği başka bir evren olurdu. Einstein: Yani yaşam ile ince ayar sabitinin arasında yakın bir ilişki mi var? Eğer öyleyse gerçekten de tuhaf bir ilişki bu..."
Peki, ateist bilim adamları, karşılarına çıkan bu 'daha iyisi düşünülemeyen kainat' sorununu(!) nasıl aşıyorlardı? Elbette 'Paralel Evrenler Teorisi'yle...
"Haller: "Gell-Mann, birçok başka fizikçi gibi, Büyük Patlama'nın bir kez değil, sayısız defalar oluştuğu görüşünde. Evren, aslında, sonsuz sayıda büyük patlamanın yaşandığı bir çokluevren, her evrenin de kendi ince yapı sabiti var. Bunlardan biri de tesadüfen '137' olmuş. Evrenler arasında sadece burada bizim bildiğimiz anlamda yaşam meydana gelmiş. Sadece bu evrende Wolfgang Pauli ya da Richard Feynman gibi ince yapı sabiti hakkında akıl yürüten adamlar var. Böyle bir açıklama 137 sayısıyla yaşamın bu kadar birbirine uymasını açıklayabilir. Salt tesadüf... Einstein: Buyrun, işte yine tesadüflerden bahsediyoruz, kuantum kuramı tesadüften geçilmiyor. Siz sormadan söyleyeyim: İhtiyar'ın (Einstein bu ifadeyle Allah'ı kastediyor) ince ayar sabitini de zar atarak bulduğuna katılmıyorum."
Bazı tartışmalar hiç yaşlanmıyor arkadaşlar. İşte, İmam Gazalî rahimehullahın, dönemindeki müslümanlara söylediği hakikatler, yüzyıllar sonra bizi 'kuantum tartışmaları' ekseninde tekrar buluyor. Dikkat buyurunuz: Paralel Evrenler Teorisi arkasında da aynı hinlik gözkırpıyor. Aşılanmak istenen belli yani. Demek istiyorlar ki: "Evet. İçinde yaşadığımız evrenin seçilmiş gibi görünen yanları var. Kabul ediyoruz. Fakat bu yine de onun sonsuz ilim, irade, kudret sahibi 'Birisi' tarafından yaratıldığı anlamına gelmeyebilir. Belki de 'sonsuz sayıda deneme' sonucunda tesadüfler böyle süper birşeyi başarmışlardır ha? Deneme sayısı sonsuz olursa belki yanılmayan bir tane bulunabilir? Yani, biz, Hoca Nasreddin'in göle çaldığı mayanın her nasılsa tutan versiyonunda yaşıyor olabiliriz. Gölümüzün yoğurt olması böyledir."
Toparlarsam: Bugün hassaten Marvel üzerinden çokça aşılanan bu 'Paralel Evreler' meselesinin bir felsefe olduğuna dikkat edelim arkadaşlar. Sadece hayale değil itikada dair de birşeyler fısıldanıyor bize onlarla. Ve bu fısıldama İmam Gazalî rahimehullahtan ders aldığımız bir hakikatle de savaşıyor. Biz diyoruz ki: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Onlar diyorlar ki: "Belki de vardır?" Peki delil gösterebiliyorlar mı? Hayır. Şimdilik ellerinde spekülasyondan başkası yok. Fakat "Baskın basanındır!" derler ya. Hem yine derler: "Yavuz hırsız evsahibini bastırır!" Bunların da elinde koskocaman bir manipülasyon dünyası var. Sinemaları var. Dizileri var. Youtubeları var. Tiktokları var. Var, var, varoğlu var. Onlarla hayalimizi 'Olur mu canım öyle şey'den 'Belki de olmuştur öyle şey'e getirmeye çalışıyorlar. Özellikle çocuklara dönük yapımlarda, evrimden sonra, en çok işlenen mevzuun paralel evrenler olması şaşırtıcı değil. Çünkü 'tesadüfçülükte' ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır.
Ne diyelim? Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle, böylesi algı bozulmalarından cümlemizi korusun. Bize eşyayı olduğu gibi göstersin. Hakkı bâtılla, bâtılı hakla, karıştırtmasın. Âmin...
#paralel evrenler#paralel evren#paralel dünya#çoklu evren#teori#bediüzzaman#imam gazali#risale-i nur#marvel#sinema#bilim kurgu
2 notes
·
View notes
Text
Teori Market Motion Isaac Newton Untuk Trading Forex
Tradingan.com – Isaac Newton, seorang fisikawan, matematikawan, ahli astronomi, filsuf alam, kimiawan, dan teolog asal Inggris. Sebagai ilmuwan yang sangat berpengaruh sepanjang sejarah, bahkan dikatakan sebagai bapak ilmu fisika klasik. Bukunya – Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica tahun 1687 – dianggap sebagai buku paling berpengaruh sepanjang sejarah sains. Buku ini meletakkan…
0 notes
Text
Metode Kerja Penghamparan Aspal
Bagaimanasih Metode Kerja Penghamparan Aspal???… Metode kerja penghamparan aspal melibatkan serangkaian langkah yang perlu diikuti untuk memastikan pekerjaan yang baik dan berkualitas. Berikut adalah beberapa langkah umum dalam metode kerja penghamparan aspal. Persiapan Bersihkan dan siapkan permukaan jalan dengan membersihkan kotoran, debu, dan benda asing lainnya. Pastikan permukaan jalan…
0 notes
Text
0 notes
Text
John Broadus Watson Tokoh Teori Behaviorisme
John Broadus Watson dikenal sebagai tokoh aliran teori behaviorisme yang merupakan cabang ilmu eksperimental yang mempelajari prediksi dan kontrol perilaku. Model yang didasarkan pada studi Ivan Pavlov dari kondisi refleks yaitu setiap perilaku merupakan respon terhadap stimulus. Sejak lahir, beberapa rangsangan menimbulkan reaksi yang pasti. Tapi kebanyakan perilaku dikondisikan, berdasarkan…
0 notes
Text
böylece marks, geleneksel felsefi düşünce sisteminin gözardı ettiği ya da sistemin bir parçası olarak ancak son tahlilde anlamlandırdığı düşkün sıradan insanı ve onun toplumsal faaliyetlerini düşüncesinin merkezine yerleştirir.
uluğ nutku - insan felsefesi çalışmaları
#kitap#edebiyat#blogger#felsefe#kitaplar#blog#kitap kurdu#şiir#friedrich nietzsche#karl marx#karl marks#uluğ nutku#teoman duralı#friedrich engels#vladimir lenin#marxism leninism#rosa luxemburg#ernesto che guevara#deniz gezmiş#ibrahim kaypakkaya#taner yelkenci#marksist devlet ve hukuk teorisi#teori#hukuk#law#lawyer#anti dühring#baruch spinoza#etika#bertolt brecht
2 notes
·
View notes
Text
Feoktokratik “Kurucu Ortaklığı” Perdeleyen “Sömürge Kürdistan” Yanılsamaları Üzerine Değinmeler

“Li gora gawire Kurd misiman e (Gavurla karşılaştırıldığında, Kürt Müslümandır)”
Kürt siyasi hareketlerinin pek çoğu Kürdistan adını verdikleri bölge/çoğrafya üzerindeki T.C. hakimiyetine ilişkin uzun yıllardır sömürgecilik tezini ileri sürmeye devam ediyorlar. Ve hatta kendisine “Marksist”, “Sosyalist”, “Komünist” diyen çeşitli sol-proletaryanist hareketlerde bu tezi Kürtlerden bile daha “Kürtçü” bir tonda savunmayı ve bu tezin propagandasını yapmayı kendilerine resmen görev adlediyorlar. Gerçekte ise “sömürge ulus” tezinin aksine T.C. Kürdistan’da ne kadar “işgalci” bir güç ise, Kürt feoktokrasisi de bu bölgede en az o kadar “işgalci bir güç” konumunda olmaktan kurtulamamaktadır. Kimilerine tuhaf gelecek olan bu tespit peki nasıl mümkün olabilmektedir? Kuşkusuz buradaki “işgalcilik” benzetmesi var olan tarihsel çelişkilerin ve tuhaflıkların su yüzüne çıkarılması amacıyla kullanılmış olan bir karşılaştırmadan ibarettir. Bu karşılaştırma ve çözümleme yapılmadığı müddetçe kimi gerçeklerinde su yüzüne çıkması pekte mümkün gözükmemektedir.
Herşeyden önce Kürdistan adı verilen bu bölge/çoğrafya tarihsel olarak ne salt Türklere ait, ne de salt Kürtlere ait bir bölge olmadığı gibi, yüzlerce yıl boyunca Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin vs. bir arada yaşadığı (hepsine ev sahipliği yapmış olan) bir bölge/çoğrafya olarak varlığını sürdürmüştür. Başka bir deyişle, dünyanın her hangi bir yerinde/ülkesinde olduğu gibi bu bölgedeki/çoğrafyadaki kültürel ve sosyal kaynaşma da farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının biri biri ile iç içe geçmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla; salt toprak bütünlüğünden bakılarak ya da dilsel bütünlükten bakılarak bu bölgede/çoğrafyada yaşayanların “ulus” olma özelliklerini kazanıp kazanmadığına karar vermek bilimsel olarak geçerli bir yöntem değildir. Nasıl ki “Türkler” her ne kadar ulus olduklarını iddia etseler de; ne bölgesel, ne çografi, ne etnik, ne dilsel olarak ortak bir temadan beslenmiyorlarsa, Kürdistan’da aynı ortak temadan (tek bir homojen ulus kimliğinden) beslenmemektedir. Öyle ki; dört farklı ülkede yaşayan kürtler arasında benzerlikler olsa da, dil, lehçe, kültür ve çoğrafya açısından Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtler farklı “ulusallıklar” arz etmektedir. Dahası; T.C. dönemine gelene kadar Kürtlerin ve Kürt feoktokrasisinin Osmanlı’daki kısmi özerkliği bile onların ulus olmasına da yetmemiştir. Gerçekte ise bu bölgenin “Kürtleştirilebilmesi” ancak Osmanlı’dan itibaren başlayan uzun soluklu taciz ve katliamlarla, en sonunda da İttihatçıların ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın gerçekleştirdiği 1915 Ermeni Soykırımı ile bölgenin Kürt feoktokrasisinin öncülüğünde devşirilmesi ile mümkün olabilmiştir. Bu da zaten Osmanlı-Türk-Kürt feoktokrasizmine bağlı tepeden inme bir “burjuva devrimi” yoluyla sağlanabilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.
Ulusçuluk ve ulusçuluk hareketleri Osmanlı’nın son döneminde Osmanlı’nın siyasetine kısmen hakim olabilmiştir. Ulusçuluk sanayi emeğinin dünyaya yayılması ile birlikte ortaya çıkan ve sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine tekabül eden politik bir yönelimdir. Bu ölçekte Kürt uluslaşması Osmanlı’daki Türkçülüğün siyasallaşmasına endeksli bir biçimde gelişmiş olan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Kürt uluslaşması Osmanlı’da gelişen Türkçülük akımlarına karşı tepki hareketi olarak da gelişmiştir. Osmanlı’nın son döneminde devletin politik siyasetinde belirleyici olan ittihatçılık, yani siyaset kurumunu ve mekanizmasını yönlendiren ana iskelet; Kürt feoktokrasisini de belirleyen esas iskelet olmuştur. Dahası; çok sayıda Kürt de yine aynı dönemde İttihatçı hareketin saflarında yer almıştır. Sadece Kürtlerde değil, çok sayıda Ermeni, Rum, Arnavut, Arap vs. gibi farklı milletten insanlarda ittihatçı olmuştur. Dolayısıyla; bütün bu süreci belirleyen temel iskelet başından beri ittihatçılık ve onun düşünce dünyasıdır. Mustafa Kemal ve resmi ideoloji olarak Kemalizm de bu dünyanın rahminden çıkmıştır.
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla ilgili olarak şunları şöylüyor: “İslam, 1. Dünya Savaşı yenilgisi Üzerine, kafir galipler ve yerel Hristiyanlar (Ermeniler ve Rumlar) karşısında Türkleri ve Kürtleri birleştirmiş bir öğedir. Birçok Kürt, Kemalist harekette gönüllü olarak yeraldı çünkü bu, Müslümanlar’ın Müslüman olmayanlara karşı savaşıydı.” (İletişim Yayınları, s. 46) “Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek savaşın Halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta kemalistler milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı. Bir İngiliz memuru Kürt milliyetçilerle yaptığı görüşmeden sonra, onların, müttefik kuvvetlerle ilişkili olarak hayal kırıklığına uğradıkları düşüncesi taşıdıklarını aktarıyordu; çünkü müttefikler Kürt topraklarını bölmeyi amaçlamışlardı: “Bu sebeple kendilerine Kürtlerin de temsil edildiği Türk parlamentosu ve padişahın otoritesi altında özerk bir Kürt devleti teklif eden Jön Türklere yöneldiler. Valilik makamı, jandarma ve idari memurluklara Kürtler yerleştirilecekti. Gelirlerin büyük bir kısmı Kürdistan içerisinde harcanacaktı, belli bir kısmı ise devlet kasasına gidecekti. Uygun gördükleri departmanlara yabancı danışman getirmekte serbesttiler, fakat devletleri Türk İmparatorluğunun ayrılmaz bir parçası kalacaktı.” (İletişim Yayınları, s. 151)
Nasıl ki 5-10 asırdır Türk hamiciliğinin gölgesinde Selçuklululuk ve Osmanlılılık tarihsel siyasete endeksli ise, Kürt ulusçu aydınlanması da Kürt feoktokratik hamiciliğinin gölgesi altında gelişmiş ve serpilmiştir. İttihatçılığın Kürt feoktokrasisi üzerindeki hegemonyasını sağlayan da yine bu tarihsel doku olmuştur. Dahası; ittihatçılığın İngiliz-ittihatçılığı ve Alman-ittihatçılığı biçimindeki kanatlarının Kürt feoktokratizminin gelişimi üzerindeki etkileri de birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Başka bir açıdan ise, emperyalist işgalle gelen “Türk burjuva devrimi”, “Kürt burjuva devrimine” de tekabül etmiştir. Bu durum Kürtlerin varlığının açık bir şekilde red ve inkar edilmeye başlandığı 23 sonrası döneme kadar, en azından Cumhuriyet’in başlangıcında ve sonrasında da böyledir. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle palazlanan “Kürt feoktokratik devrimi”, “Türk feoktokratik devrimi” ile kol kola gelişmiş fakat 1923’den itibaren Türk feoktokratizmi Kürt feoktokratizminin özerkliğini ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Halbuki 1923 öncesi söylemlere bakıldığında (örneğin, serv-lozan sürecince) “Müslüman Türk ve Müslüman Kürt halkının ortak vatanı ve hükümeti” söylemleri ağır basmakta iken, Türk feoktokratizminin ipleri eline alması ve kendi iktidarını sağlamlaştırması ile birlikte Kürt feoktokratizmi devre dışı bırakılmak istenmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleşen bir dizi “kürt ayaklanmasının” gerçek sebebi de, kürt ulusçuluğun uyanışından çok, kürt feoktokratizminin hoşnutsuzluğu ve yaşananlara duyduğu tepkidir.
Kürtlerin; daha doğrusu kürt feoktokratik güçlerinin emperyalizmin işgali ve ilhakı (İngiliz ve Fransız emperyalizminin desteği) ile kurulan T.C. nin “kurucu ortağı” olması da, yine bu Kürt feoktokratik sınıflarının ittihatçı/kemalist kesimler ile yapmış olduğu açık ve gizli anlaşmalar neticesinde gerçekleşebilmiştir. Başka bir deyişle, T.C. nin Kürdistan’daki işgalci rolü iddia edildiği gibi tek taraflı olarak ittihatçı/kemalist güçlerin üstün bir askeri başarısı olmayıp, bu süreç T.C. himayesi altında palazlanan Kürt feoktokrasisinin (Kürt aşiretlerinin, reislerinin vs.) bölgedeki diğer halkları da ekarte ederek kendilerini T.C. sınırları kapsamında kurucu bir ortak statüsüne getirmesi ile mümkün olabilmiştir. Lakin Kürt feoktokrasisinin başlangıçta ki bu “kurucu ortaklığı” Türk devletinin Kürt etnik kimliğine dönük daha sonraki red ve inkar politikalarından dolayı bugün dahi kürt siyasi hareketleri tarafından yok sayılmakta ve kabul edilmek istenmemektedir.
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır: “Bu hatalı siyasetlerden ötürü Kürt yönetici katmanlara hiçbir sorumluluk alfedilemez. Onlara göre sorumluluk ya komşu devletlerde ya da emperyalist güçlerdedir. Örneğin, 1918-1919 yılları arasında İtilaf devletlerinin desteğini alan Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bir Kürt devleti kurma girişiminin Kürt feodalleri tarafından sabote edilmiş olması eleştiri konusu yapılmaz. Bu tarihsel hatanın Kemalistlerin baskıcı asimilasyon politikalarına zemin hazırladığı gerçeği her zaman yok sayılmıştır. Onlar için tek sorumlu Cumhuriyetin kurucularıdır. Keza onlar açısından Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasının sorumlusu da Kürt feodalleri değil, Sovyetler Birliği’dir. I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Irak’ta İngiltere’ye karşı özgürlük için mücadele eden güçlü iki Kürt aşiretten biri Şeyh Mahmut’un liderliğindeki Berzenci aşireti diğeri de Şeyh Ahmet’in öncülüğündeki Barzani aşiretiydi. Bunlar, diğer tali aşiretlerin desteğini de alarak ortak bir mücadele yürütecekleri yerde her birinin farklı tarihlerde kendi başına mücadele etmesi ikisinin de yenilgisiyle sonuçlandı. Kürt siyasetçileri bu yenilgide aşiretlerin ittifak kurmadaki zafını hiçbir zaman eleştirmedi. Onlar için İngiliz emperyalizmini eleştirmek yeterliydi. Oysa başarısızlıkların ve yenilgilerin gerçek nedeni aşiretler arası çekememezlik, uzlaşmazlık ve aşiretlerin özel çıkarlarıdır. Bu gerçekler hep eleştiri dışı tutuluyor ve tartışma konusu yapılmak istenmiyor.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 73-74)
Yine bu konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan kitabında şu noktalara dikkat çekmektedir: “Sevr anlaşması süresince Şerif Paşa’nın başarısızlığı, Kürt gruplarının dağınıklığından kaynaklanmaktadır. Ulusal bir hareketin önderleri olabilecek güçler, emperyalist kamplaşmanın doğurduğu yeni şartlar altında kendilerini parçalamışlardır. Bağımsızlıkçı, otonomcu ve Türk kuvvetleri içinde amacı kesin çizgilerle saptanamayan “ilkesiz birlikçi” akım ve kişilerle birlikte Kürt ulusal hareketi, içinden çıkılmaz bir hal alır.” (Koral Yayınları, s. 77)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekir ise; Kürdistan çoğrafyası Lozan’la değil, gerçekte Sevr ile bölünmüş ve emperyalistler tarafından bölgedeki hakim devletlere pay edilmiştir. Bu açıdan Sevr maddeleri içinde olan bir Kürt devletinin kurulması prensibi, yine bu nedenle ciddi ve gerçekçi değildir. Bugünden bakıldığında verilen vaadlerin İngilizler ve Fransızlar tarafından Kürt milliyetçiliğine dönük bir oyalama taktiği olduğu anlaşılabilir. Bu aynı zamanda Sevr’in iyi hazırlanmış bir gösteri olduğunun da en açık kanıtıdır. Bu ayrıca Kürdistan çoğrafyasını bölen Sevr’in, Lozan’a devrettiği bir kolaylıkta sağlamıştır. Aşiret yapısının neden olduğu parçalanmışlığın ve lidersizliğin Kürtlerin “ulusal sorunda” birleşmesinin önünde bir engel olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun nedenini elbette ki Osmanlı ve diğer bölge devletlerinin egemenlik biçimlerinin kendisinde aramak gerekir. Bu da kuşkusuz “Kürdistan neden geri kalmıştır?” başlığı altında başka bir yazıda ele alınması gereken bir konudur. Çünkü bu meselenin özü herşeyden önce bölgenin iktisadi ve sosyal yapısı ile bağlantılıdır. Keza bu “geri yapı” Kürt feoktokratizminin politik zayıflığının nedenlerinden de biridir. [1].
Konuyu fazlaca dağıtmadan ana konumuza dönecek olursak; Batı’da T.C. nin kuruluşu İngiliz destekli ittihatçı-kemalist güçler eliyle sürdürülürken, Doğu’da T.C. nin kuruluşu “Alman-ittihatçıları” tarafından desteklenen Kürt feoktokratik sınıfları eliyle sürdürülmüştür. Diğer bir deyişle, ittihatçı-kemalist güçler bu bölgeye sömürgeci bir güç olarak değil, bilakis Kürt feoktokratizmi kanalıyla “kurucu bir ortak” olarak girmiş ve bu sayede bölge üzerindeki burjuva sınıf egemenliğini tesis etmeyi başarabilmişlerdir. Lakin o dönem için Kürdistan’daki kapitalizmin geriliği düşünülürse; bu durum zayıf ve kendine güvensiz bir yarı-burjuva eğemenliğine de tekabül etmektedir. Dolayısıyla; dönemin yönetici elitleri salt ekonomik açıdan değil, siyasal olarak da geri bir durumdaydılar. Zira Alman-ittihatçılığının Ermeni Soykırım’ında Kürtleri de bu işe ortak etmesinden de anladığımız kadarıyla, Alman-ittihatçılığı Kürt feoktokrasisi üzerinde siyaseten de egemen bir konumdaydı. Kürt feoktokrasisi üzerinde hakim olan Alman-ittihatçılığı Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte İngiliz-ittihatçılığı ile siyaseten uzlaşamaz bir noktaya gelmiştir. Cumhuriyet’in sonrasında ise bu uzlaşmazlık her ne kadar Kürtlük temelinde gerçekleşmiş olan “ulusal ayaklanmalar” gibi algılansa da, Kürt isyanlarının tümü siyaseten merkezi otoritenin Kürt feoktokrasisi ile yaşadığı çelişkilerden kaynaklanmıştır. Kaldı ki; Alman-ittihatçılığının Kürt feoktokrasisi üzerindeki etkisi en çokta kendisini Ermeni Soykırımı meselesinde göstermiştir. Keza bu durum Kürtler arasındaki Ermeni karşıtlığını ittihatçı-kemalist hareket açısından da siyaseten kullanışlı bir araç haline getirmiştir. Sonuç olarak; Alman-ittihatçılığı Anadolu’da zayıfladıkça Kürt feoktokrasisinin hareket alanı daralmış, bu çelişkiler de İngiliz yanlısı ittihatçı-kemalist hareketin ve onunla birlikte hareket eden Kürt feoktokratik kesimlerin lehine sonuçlanmıştır.
Aynı dönemde her ne kadar Kürtlük ön planda gibi gözükse de, isyanların gerçekleşme nedeni olarak Kürt milliyetçiliği “ikinci planda” kalmıştır. Koç Gri (1920), Palu/Şeyh Sait (1925), Ağrı (1929), Dersim (1938) vs. gibi isyanların tümü merkezi otoritenin feoktokratik yapıyla yaşadığı siyasi uzlaşmazlıklardan dolayı patlak vermiştir. Ta ki PKK’ya kadar böyle devam etmiştir. Halbuki PKK hadisesine kadar, isyanlardan sonra İngiliz-ittihatçılığı kanalıyla Kemalizme boyun eğen ve tamamen yedeklenenler de yine Kürt feoktokratik sınıfları olmuştur. 1960-80’li yıllara kadar Kürdistan’da hem DP hem de CHP, devletle bütünleşmiş olan Kürt feoktokrasisi/aristokrasisi sayesinde yüksek oylar almaya devam etmiştir. Daha doğrusu; 2. Dünya savaşı sonrasında çok partili sistemin Türkiye’de yeniden başlamasıyla aşiret reisleri ve şeyhler siyasi partiler için oy sağlayan önemli odaklara dönüşmüşlerdir. Öte yandan, bu süreçte özellikle DP döneminde devletle kurulan ittifak sayesinde Türk burjuvazisi ile bütünleşmiş kayda değer bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi de oluşmuştur. Kuşkusuz bu tarım ve ticaret burjuvazisinin asıl geçim kapısı ise yoksul kürt köylüleri ve plepleridir. Bu sömürü çarkı sayesinde Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi Türk burjuvazisi ve Türk ulusal pazarı ile bütünleşmek için gereksinim duyduğu toprak-artı-değeri de elde edebilmiş ve bunu kendi sermayesine dönüştürebilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönemde Kürt feoktokrasisi zayıf bir konumlanışta da olsa, adım adım Kürt minoktokrasisine doğru evrilmeye de başlamıştır. Günümüzde dahi devletten teşvikler alarak sanayi, tarım, hizmet vs. gibi alanlarda yatırımlar yapan “Kürt işadamlarının” varlığı bile bu tarihsel konjektürün bir yan ürünüdür. Dahası; bugün servet ve sermaye birikimi açısından Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisininden aşağı kalır bir yanı da yoktur. Kısacası, kimilerinin iddia ettiği biçimiyle Kürt burjuvazisi asla bir “ezilen ulus burjuvazisi” değildir.
Dolayısısıyla; Kürdistan olarak anılan bu bölgenin/çoğrafyanın “işgal edilmesi” süreci ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının Osmanlı’dan başlayıp T.C. nin kuruluşuna kadar devam eden pratik işbirliğinin bir sonucudur. Osmanlı’dan itibaren el birliği ile bölge halklarını tasfiye eden ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının ittifakı bölgenin etnik ve dini anlamda arındırılması ve homojenleştirilmesi sürecine de denk düşmektedir. Kuşkusuz bu arındırma işleminin asıl hedefi; tıpkı Karadeniz’de ya da Ege’de olduğu gibi daha çok Hristiyanların katledilmesi ve onların mallarına, mülklerine, topraklarına el koyma güdüsüyle kristalize olmaktadır. Ki öyle de olmuştur. Bugün dahi pek çok Kürt aşiretinin, beyinin vs. maddi varlık ve servetlerinin kaynağı detaylı bir şekilde incelenirse, bu maddi zenginliklerin büyük bir çoğunluğunun gerçekte kime ait olduğu da rahatlıkla görülebilir. Başka bir deyişle, 1923 öncesi “Müslüman” Türkler ve “Müslüman” Kürtler arasında kurulan bu yarı-açık ve yarı-kapalı ittifak sonucunda gayri müslümlerin ve hristiyanların mallarına, mülklerine, topralarına el konulabilmiş ve emperyalist işgalle gelen tepeden inme “feoktokratik devrim” için gerekli olan nesnel koşullarda yaratılabilmiştir. Bu da aynı zamanda 1950’lerden itibaren Türk burjuvazisine ve Türk ulusal pazarına eklemlenmiş bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisinin gelişimi için gerekli olan tarihsel ve toplumsal şartlarında olgunlaşmasını sağlamıştır.
Bu konuyla bağlantılı olarak Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında şu ilginç ayrıntıları vermektedir. “Hristiyanlar Kürdistan’da nüfusun bugünkünden daha büyük bir bölümünü oluşturuyolardı. Katliamlar, kaçış, gönüllü göç ve İslamiyeti Kabul etme sayılarını ciddi bir biçimde azalttı. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde (Siirt, Hakkari), Kürtçe konuşan ve görünüşte Müslüman olmuş, fakat hala Ermeni ve Naksurilikler’ini unutmayan “kripto-Hristiyan’larla karşılaştım. Kalan Hristiyanlar ve Kürt komşuları arasındaki ilişkiler genellikle samimiyetten uzaktır. Özellikle Tur Abdin’li Batı Suriyeliler, topraklarını, mallarını ve hatta kızlarını alan Kürt aşiret reislerinin vahşi davranışlarına maruz kalmışlardır.” (İletişim Yayınları, s. 23) “Kürdistan, bugün bile devam etmekte olan bir gelişme olarak gitgide etnik homojenleşmeye kavuşmaktadır. Kürdistan’da büyükçe hiçbir Hristiyan topluluğu (kendisi de çok azalan, Güneydoğu Anadolu’daki Suriyeli Ortodoks Tur Abdin topluluğu hariç) kalmamıştır. Bu Hristiyanlar’ın çoğunluğu ayrım ve fiziki şiddet uygulamaları dolayısıyla bölgeyi çoktan terketti, geri kalanlar Batı Avrupa’ya yerleşmek için olanak arıyorlar. Fakat Kürdistan’daki bu etnik homojenleşme, beraberinde 20. Yüzyıldaki ekonomik geri kalmışlığı da getirdi. Çünkü Hristiyan azınlıkların ortadan kaybolmasıyla, mesleki bazı uzmanlaşmalar da yokolmuştur. Yoğun, teknik olarak ileri tarım, birçok ticaret kolu ve zanaat.” (İletişim Yayınları, s. 267)
Daha da gerilere gitmek gerekirse; Osmanlı tebaası içinde ve Devlet-i Ali içersinde en yaygın çevreye sahip olan ve askeri bürokrasiyi elinde tutan kripto-Ermenilere dönük tasfiye süreci Türk hamiciliği gölgesi altında Kürt feodalleri eliyle yapılmıştır. Örneğin, 1826’da Leventlerin yeniçerileri katletmesi, Islahat Fermanı ile başlayan serasker Ermenilerinin ordudan tasfiyesi, 1870-90’larda zorla göçe zorlama politikası ve nihayetinde 1915’de Ermenileri hedef alan topyekün soykırım ile doruğa ulaşan tarihsel olaylar dizisi Ermeni toplumunun o zamana kadar yaratmış olduğu sermayeye (emeğe) el koyma hareketinden başka da bir şey değildir. Bu noktada tıpkı Mecidiye Alayları gibi Türk feoktokrasisi ile Kürt feoktokrasisi birlikte hareket ederek el konan serveti kendi arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Kuşkusuz bu paylaşım aslan payının Türk feoktokrasisine, küçük payın ise Kürt feoktokrasisine gittiği bir ekonomik paylaşım süreci olmuştur. Bu zimmi ittifak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise iktidara egemen olan Türk feoktokrasisi “kurucu ortağı” olan Kürt feoktokrasisi ile pastanın payı noktasında anlaşmazlığa düşmüştür. Bu defa ise Türk feoktokratik burjuvazisi doymak bilmeyen bir obur misali pastanın tamamını kendisi için istemiştir.
Öte yandan; Kürt isyanları olarak bilinen toplumsal hareketler özü itibariyle Türk feoktokrasisinin iktidarını Kürt feoktokrasisi ile paylaşmak istememesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; bu isyanlar kimi Kürt milliyetçilerinin ortaya koyduğu şekliyle Kürt milli isyanları da değildir. Dahası, 5 Kürdistan milletvekilinin mecliste kurşuna dizilmesi olayı bile Türk feoktokrasisinin aç gözlüğünden kaynaklanmıştır. Aynı aç gözlülük bu defa 1957-59’da Rum mallarına çökmek için Adnan Menderes liderliğindeki Türk minoktokrasisinin provakatif girişimlerinde de kendisini göstermiştir. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi kendi tarihi boyunca zayıf sermaye birikiminin yarattığı sorunlardan dolayı aç gözlü ve saldırgan bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Bu yüzden de liberal toplum düzeni açısından bile “burjuva demokrasisinin” genel ilkelerini dahi içselleştirmekte başarısız olmuştur. Kısacası, Türk burjuvazisi ortaya çıkışından itibaren farklı toplum kesimlerine karşı her zaman faşizan ve anti-demokratik bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye tarihinde burjuva anlamda dahi bir “demokratikleşme” ve “aydınlanma” sürecinin yaşanmadığını söylemek hiçte abartılı olmayacaktır.
Dahası; yine aynı nedenlerle bağlantılı olarak Kürt feoktokratik sınıflarının “Milli Mücadeleyi” desteklemiş olmasının bir başka nedeni de; kuşkusuz Ermenilerin geri dönmesini engelleme isteğidir. Keza o dönem için Kürt feoktokratik sınıflarını kaygılandıran şeylerin başında, geri dönenlerin gasp edilmiş topraklarını, mallarını ve mülklerini geri istemesinin yaratacağı sorunlar gelmekteydi. Kısacası, bu durum Kürt feoktokratlarının gelişmekte olan Türk burjuvazisinin “milli mücadelesini” desteklemesinde önemli bir etken olmuştur. Bu noktada iki tarafı “gavura” karşı birleştiren söylemin ideolojik kurulumu da bir tür “İslam yurtseverliği” biçiminde gelişmiştir. Ve hatta Kahire’de Kamuran Bedirxan önderliğindeki Kürdistan Bağımsızlık Komitesi’nin yayınladığı bildiride bile Ermeni düşmanlığının baskın olduğu ümmetçi bir Kürtçülük söylemi hakimdir. Dönemin genel siyasi atmosferine damgasını vuran şey Ermenilere karşı gelişen ortak düşmanlık hissidir. Bu da pragmatik açıdan Ermenileri zayıf ve “kolay harcanabilir” bir odak olma durumuna getirmiştir. “Müslüman türkler” ile “müslüman kürtler” arasındaki ittifak “iç düşman” retoriği üzerinden kurulmuştur. Dikkat edilirse; burada ki motif dış düşman değil, iç düşman imgesi etrafında örülmüştür.
Özellikle de Kürtlerin Hristiyan Ermenilere dönük tepkisi İtithatçı-Kemalist güçler tarafından “Türk-Kürt birliğinin” yaratılması noktasında etkin bir şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla; Ermeniler ile süren bu gerginliğin (ki bu gerginliğin kökenleri Hamidiye Alaylarına/aşiret milislerine/1895’deki Ermeni köylü kırımına kadar uzanmaktadır) aynı dönemde ittihatçılara-kemalistlere Kürt feoktokratizmiyle bir ittifak içine girme olanağını verdiğini söylemek mümkündür. Sonuç olarak; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde baş gösteren “Ermeni tehlikesi”, ittihatçı-kemalist hareket tarafından Kürtleri yanına çekmekte ve Müslüman halkın Hristiyan halka karşı birliğini sağlamakta kullanılmıştır. Sadece Erzurum ve Sivas kongrelerinin tutanakları incelenirse bu Hristiyan düşmanlığının boyutları görülebilir. Dahası; Kürtler Ermenilere Kürtlük kimliğinden önce Müslüman kimliği ile tepki gösteriyorlardı ve bu dünya savaşı ve istiklal savaşı döneminde de devam etti. Yine benzer bir şekilde; İngiliz ve Fransız emperyalistleri de Ermeni meselesini (ve genel olarak Hristiyan azınlıkların statüsü ile ilgili olan konuları) ittihatçı-kemalist harekete karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktan da geri durmamışlardır. Bölgedeki Hristiyanlar arasındaki misyonerlik faaliyetleri de Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkileri dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bölgeye yönelik emperyalist müdahaleler Ermenileri ve diğer Hristiyan azınlıkları daha da açık bir hedef haline getirmiştir. Hatta durumdan kendine vazife çıkaran kimi şeyhler (özellikle de Nakşibendi şeyhleri) kuzey ve orta Kürdistan’da misyonerlik faaliyetleri bahanesiyle Hristiyanlara karşı kabaran öfkeden beslenerek otorite ve güç kazanmışlardır. Dolayısıyla; güç ve otorite kazanan şeyhlerin Hristiyanların kalabalık olarak yaşadığı bölgelerden çıkmış olması elbette ki bir raslantı değildir. [2].
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Osmanlı devlet düzeninde görece özerk yaşayan Kürt feodalleri Mustafa Kemal’in davetini olumlu karşıladılar. Kurtuluştan sonra saltanat ve hilafetin yeniden kurulacağı düşüncesi onlara cazip gelmişti. Kürt liderleri için bu çağrı eski saltanat düzeninin devam edeceği anlamına geliyordu. Keza, ülkenin işgalden kurtulması da itilaf devletleriyle işbirliği yapan Ermenilerin dönüşünü ve Kürt bölgesindeki halk taleplerini önleyecekti. Çünkü Kürt feodalleri Ermeni tenkil hareketinde aktif rol oynamış ve Ermeni mallarına el koymuşlardı. Bu nedenle Kürt feodalleri Kürt Teali Cemiyeti’nin bağımsız Kürdistan kurmak için İngiliz binbaşı Noel’in refakatinde Kürt liderlerini ikna turuna gönderdikleri Bedirxan kardeşlerden oluşan heyetin önerilerini reddederek Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş hareketini desteklemeyi kendi çıkarlarına uygun gördüler. Aynı gerekçeyle Sevr’den önce 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Konferansı’na Kürt Teali Cemiyeti adına katılan Kürt Şerif Paşa’yı protesto ederek istifasını istediler. Böylece Mustafa Kemal’in iğvasına kapılarak kurtuluştan sonra özerkliklerini koruyacaklarına inanan Kürt feodalleri, Kürtlerin kurtuluşu için önlerine çıkan ilk ve son tarihi fırsatı heba etmiş oluyorlardı.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 30-31)
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Paris’teki Barış Konferansı sırasında bir Kürt temsilcisi, bağımsız Kürt devleti kurulması talebinde diretince, konferans üyeleri birçok nüfuslu Kürt aşiret liderinden, yeni Türkiye devletine bağlılıklarını bildiren telgraflar aldılar.” (İletişim Yayınları, s. 140)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekirse; Kürt feodallerinin Paris’e gönderdiği telgrafta Kürtlerin Müslüman olarak halifeye bağlı kalmak istediği ve Türk kardeşleri ile birlikte yaşamak istedikleri ısrarla belirtilmiştir. Bunun dışında 19 Mart 1920’de Elazığ’dan 22 Kürt aşiretinin imzaladığı bir bildiride, önce islam oldukları ve İslam'ın Türk-Kürt ayrımı yapmadığı, tek bir şefe halifeye bağlı oldukları bildirilmektedir. Kürt aşiretlerinin Fransız Yüksek Komiserliği’ne gönderdiği telgrafta “Kürtler, Türklerle yasal kardeştir” ifadesi geçmektedir. Bu süreçte ittihatçı-kemalist hareket bile merkezine, halifeliğin ve Müslümanlığın tehlikede olduğu retoriğini yerleştirmiştir. Kuşkusuz Paris Barış konferansına gönderilen telgraflar ittihatçı-kemalist harekete karşı karşıya kaldığı siyasi krizi aşma noktasında büyük bir avantaj ve olanak sağlamıştır. Hatta ittihatçı-kemalist hareket kendi stratejisinin de ötesinde Kürt feoktokratik kesimleri arasında beklediğinden de daha büyük bir destek görmüştür. Daha doğrusu; ittihatçı-kemalist hareketin Halife’nin sancağı altında Türk-Kürt kardeşliği çağrıları, Kürt milliyetçi çevrelerinden gelen çağrılardan daha fazla yankı ve taraftar bulmuştur. Kısacası; bu dönemde Kürt milliyetçi talepleri resmi Kürt tarih yazımının iddialarının aksine küçük çevreler dışında hemen hemen yok gibidir.
Yine aynı konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şunları söylemektedir: “Bu tür çatışmalar, emperyalist çevrelere farklı faydalar sağlarken, Kemalist harekete de Hristiyan halka karşı Müslüman halkın birliği gibi bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerinde Ermeni tehlikesi işlenirken, Müslüman kökenli Türk ve Kürt halkının birliğinden söz edilir. Her iki kongreye Kürtlerin yoğun biçimde katılmaları bu şartların sonucu olmuştur. Erzurum Kongresine katılan 54 delegenin –bazı verilere göre 56-22’si Kürttür. Elazığ, Mardin, Diyarbakır’dan seçilip imparatorluk valileri tarafından kongreye bırakılmayan 10 dolayında delegeyle birlikte 32 delege Kürtleri temsil etmektedir. Bu sayı kongreye katılan toplam delege sayısının yarısını oluşturmaktadır. Sayının çokluğu, mevcut durumun Ermeniler lehine işletilmesi görünümünü veren bağdaşık güçlerin politikalarına bir tepkinin sonucudur. Kürtler, yine kendileri gibi müslüman olan Türklerle “milli” bir birliğe girmeyi, sonu bilinmez maceralara atılmaktan daha faydalı görmüşlerdir. Gerçekten de Anadolu’daki yeni yapılanmada Türk ve Kürtlerin birliği sürekli propaganda yapılmış, halk üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Bu durum ise, Sevr görüşmelerinde Kürt temsilcisi olarak bulunan Şerif Paşa’yı bir kez daha zor durumda bırakmıştır.” (Koral Yayınları, s. 25)
Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şu tespitleri yapıyor: “Osmanlı devleti içinden gelen ve devlet aygıtını iyi tanıyan Mustafa Kemal’in, Kürtlere yönelik tavrında bilinçli bir çizgi görülmektedir. Daha başından beri, Kürt yardımına ihtiyaç duyduğu halde, gelen yardımları tek tek birey olarak kendi hareketi içine katmayı temel prensip olarak uygulamıştır. Kürtlerin bir blok olarak karşısına gelmemesi için, Türk ulusu kavramını bilinçli olarak kullanmamış; sürekli Ermeni ve Hristiyan tehlikesine karşı Müslüman halkın birliğinden bahsetmiştir. Kongre sonuçlarına dikkat edilirse, Türk ve Kürt ulusallığına ilişkin bir tek kelimeye raslanmamaktadır. Nitekim, Türk ulusalcılığının Misak-ı Milli içinde hakim bir ideoloji haline getirilmeye başlandığında Kürtlerin, hakları konusunda dayanılacak hiçbir resmi belge yoktur.” (Koral Yayınları, s. 158)
Dolayısıyla; ittihatçı-kemalist güçlerin “Türk ulusu” oluşturma bahanesiyle kendi sınıf egemenliklerini pekiştirmeye yoluna gitmeleri ile, Kürt feoktokratik sınıflarının Ermenilerden, Hristiyanlardan gasp ettikleri toprakları kaybetmemek için milli mücadeleyi (gerçekte emperyalist işgalle ve ilhakla kurulan bir cumhuriyeti/kapitalizmi) desteklemelerine de şaşırmamak gerekir. Bu noktada bütün bu kesimler elbette ki kendi sınıf çıkarlarının gereğini yerine getirmekteydiler. Yoksa bütün bu olup bitenleri Kürt aşiretlerinin ve reislerinin “ahmaklığı” ve “ihaneti” ile açıklamaya çalışmak, Kürt feoktokrasisinde kristalize olan tarihsel sınıf dinamiklerini de yok saymak manasına gelecektir. Zira tarih boyunca tüm bu siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalar özünde farklı sınıfların ve tabakaların çıkarlarının ve önceliklerinin (daha doğrusu temsiliyetizm kavgasının!) bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aksi takdirde; tarihte neyin neden olduğunu ve neden olmak zorunda olduğunu anlamakta mümkün olmayacaktır. Bu anlaşılamadığı müddetçe sınıf kavgalarının gerçekte birer tenmsiliyetizm kavgası olduğu da asla anlaşılamayacaktır. Keza temsiliyetizm var olmasaydı ne din ne devlet ne sınıflar ne de bu sınıflar arasındaki temsil, iktidar ve güç mücadeleleri var olabilirdi. Aslında bugün dahi kapitalizmin asıl varlık zemini kimlik siyasetine dayalı olarak yürütülen temsiliyetizm kavgaları olmaya devam etmektedir.
Aslında dünya üzerindeki bütün ulus-devletlerin kuruluş süreçleri benzer temsiliyetist yalanlar üzerine kuruludur. Katliamlar, soykırımlar, işgaller, ilhaklar bütün bu kuruluş süreçlerinin sadece araçlarıdır. Türkiye’de ulusun, daha doğrusu burjuva egemenliğinin inşası da benzer süreçler sonucunda tesis edilmiştir. Osmanlı’dan geriye kalan “küçük mülk sahibi” sınıflardan (bakkaldan, çakkaldan, esnaftan vs.) devlet eliyle günümüzün Sabancılarının, Koçlarının, Eczacıbaşılarının yaratılması da bu sürecin bir neticesidir. Yine Osmanlı’dan artan kalan milletlerden kripto “Rum” hamiciliğine dayalı bir Türk ulusçuluğu inşa etme projesi de aynı temsiliyetist zihniyetin bir ürünüdür. Türk feoktokrasisinin ortağı olan Kürt feoktokrasisinin Cumhuriyet öncesinde ilk olarak Ermenilerin mallarına çökmesi elbette ki bir rastlantı değildir. Türk ticaret burjuvazisi bile asıl olarak bu kaynaktan doğdu. Cumhuriyet’ten sonra ise Türk feoktokrasisi tek başına Rumların mallarına devlet eliyle çökerek (örneğin, varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları) modern minoktokratik sermaye yapısını inşa etti. Keza İngiliz işgali ile gelen feoktokratik devrim alt yapıda/iktisadi açıdan burjuvaziyi yaratmak için yeterli olmadığı için, üst yapı aracılığı ile yukardan aşağıya doğru gasp yoluyla “milli bir burjuvazi” yaratılma yoluna gidildi. Dünün at hırsızları oldu bugünün TÜSİAD’ı, sonrada oldu MÜSİAD’ı! Bu sayede minoktokratik burjuvazi gloktokratik burjuvaziye dönüşebildi. Bu seferde AKP döneminde MÜSİAD TÜSİAD’dan gasp ederek palazlandı. Bu gasp bugünde devam ediyor. Örneğin, sadece 15 Temmuz “darbesi” ile 850 bin şirketin malına çöküldü. Türkiye kapitalizmi işte böyle bir kapitalizm ola gelmiştir. Kısacası; Türkiye kapitalizmi bir çökme (kimin gücü kime yeterse) kapitalizmidir. Türkiye kapitalizmi temel olarak bir kovboy şerif-kapitalizmidir!
Düşünün ki bir ülkede Tapu ve Kadastro kurumu kurulur kurulmaz ilk iş olarak Ermenilerden, Rumlardan gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. yandaşlara tapulanarak, devlet-sermaye işbirliği temelinde rejime biat etmiş feoktokratik bir burjuva sınıfı yaratma yoluna gidiliyor. Aynı dönemde, gayri-müslimlerden gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. “milli mücadele kahramanları” adı altında yandaş kişi ve kuruluşlara neredeyse bedavaya peşkeş çekiliyor. Uzun süreli tacizler, soykırım ve etnik temizlik yoluyla elde edilmiş olan bu servetler Türkiye kapitalizminin inşası için kullanılıyor. Vergi ve asker vermek istemeyen Kürt aşiretleri, reisleri baskıyla yola getiriliyor ya da Dersim örneğinde olduğu gibi Aleviler-Kızılbaşlar etnik kıyıma ve katliama uğratılıyor. Tüm bunlar bir “ulus” yaratmak için yapılıyor. Keza ulus yaratmak demek burjuvazi yaratmak demektir. Başka bir deyişle, ulus yaratmak demek “ulusal çit/pazar” yaratmak manasına gelmektedir. Dolayısıyla; ulusal çit/pazar yaratmak burjuvaziyi ve sanayi-sermayesini yaratmak demektir. Kaldı ki; sanayi-sermayesini ve burjuvazisini yaratmak demek gayri-müslüm Hristiyan ticaret burjuvazisini de tasfiye etmek demektir. Nitekim Türk feoktorasisinden Türk minoktokrasisine geçiş Osmanlı’da ticaret burjuvazisini temsil eden Rumların, Ermenilerin mallarının ve servetlerinin gasp edilmesiyle gerçekleştirildi. Ama hiçbir zaman Türk burjuvazisinin (Aynı şekilde Kürt burjuvazisinin) resmi tarihi bir kaç istisna dışında bu açıdan ele alınmadı ve yazılmadı. Bu noktada türlü engellemeler ile karşılaşıp araştırmalar yapan insanlar ise ya sistemin dışına itildi ya da farklı yollarla susturulup kendi kaderine terk edildi. Aynı devlet politikası farklı şekiller altında bugünde devam etmektedir. Türkiye’de devletteki süreklilik bu politikalardaki sürekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Türkiye gibi bir coğrafya da bütün bu gerçekleri açıklayabilmek her zaman bedel ödemeyi de göze almayı gerektirmiştir.
Ana konumuza dönmek gerekir ise; Kürdistan’a dair “sömürge ulus” tezinin ortaya çıktığı tarihler 1960-70’li yıllardır. Sömürge ulus tezinin ortaya çıkmasının tarihsel nedenlerinden biri Türk burjuvazisine yedeklenip pastadan az pay alan Kürt feoktokrasisinin (ki bu Kürt feokrokrasisi büyük oranda tarım ve ticaret burjuvazisine dönüşmüş olan devlet teşvikli bir yarı-feoktokrasidir) atıl duruma düşmüş olmasıdır. Ne kadar inkar etselerde Kürt aşiretleri, reisleri, özellikle de Kürt feoktokratik sınıfları bu tarihsel sürecin ve T.C. nin “kurucu ortağı” olmuşlardır. 1970’lere gelindiğinde ise Türk burjuvazisinin feoktokrasiden minoktokrasiye geçmesine paralel Kürt burjuvazisindeki gerilik Kürt aydınlanmasını (özellikle de kürt küçük burjuvazindeki aydınlanmayı) tetiklemiştir. PKK hareketi bile bu “aydınlanmanın” doğal bir sonucudur. PKK’den önceki kürt örgütlerinin çoğunda geleneksel kürt seçkinleri ön plandayken, PKK sonrasında çoğu küçük burjuva alt katmanlarda ön plana çıkmaya başlamıştır. Keza Kürt aydınlanması başından itibaren Kürt feoktokratik gericiliğine karşı “bağımsız kürdistan” temelinde gelişmiş olan bir tepki hareketidir. Dolayısıyla; sömürge ulus tezi de küçük burjuva temelli Kürt siyasi hareketleri tarafından bağımsız kürdistan tezine endeksli bir tez olarak ileri sürülmüştür. Başka bir deyişle, Kürt siyasi hareketleri tarafından başlangıçta ki Türk ve Kürt feoktokratik ortaklığını ortadan kaldırmaya yönelik bir politik strateji geliştirilmiştir. Bu stratejinin küresel düzlemdeki en önemli tezi de Leninist teorinin parçası olan UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) argümanı olmuştur. Keza UKKTH’nin gölgesinde de yine sömürge ulus tespiti yatmaktadır. Başka bir deyişle, UKKTH tezi tümüyle sömürge ulus tespitini içermese de, zaman-koşul-mekan dinamiğine bağlı olarak sömürge ulus tezinide kapsamaktadır. Bu dönemde ezen ulus ve ezilen ulus kavramları aracılığıyla ulusal sorun sömürgeler sorunu biçiminde gündemleştirilmiştir. Ekim Devrimi’ni takiben kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern) belgelerinde de ulusal sorunlar genellikle sömürge sorunuyla birlikte ele alınmıştır. Bu konuyu incelemek isteyenler için Marksist hareketin geniş bir literatürü de bulunmaktadır.
Lakin UKKTH her koşul altında sömürge ulus tespitini dayatmaz. Kaldı ki; her sömürge ulus tespiti de bağımsız Kürdistan tespitini yaratmaz. Keza kapitalizme göre ulus yaratmak ulusal çit/pazar yaratmaktır. Devlette tali planda olan Kürt feoktokrasisinin ya da minoktokrasisinin hedef büyüterek Kürt ulusal çiti/pazarı yaratma girişimlerini “sömürge Kürdistan” tespitleri ile yapmaya kalktığı sık sık iddia edilmektedir. Fakat bu durumda şayet Kürdistan sömürge ise en başta Kürdistan Kürt feoktokrasisi ve minoktokrasisi tarafından sömürgeleştirilmiştir. Kuşkusuz bu da mantıksız bir çıkarsamadır. Dolayısıyla; Kürt sömürge tespitleri Kürt feoktokrasisinin ve minoktokrasinin değil, Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün, Kürt ticaret burjuvazisinin sermaye biriktirme savaşımı ve siyasal varoluş savaşımı olarak ortaya çıkmaktadır. Kısacası; sömürge tezinin arkasında ki asıl sınıfsal güç Kürt burjuvazisi olmadığı gibi, Kürt burjuvazisinin T.C. devletinden bağımsız bir ulusal çit/pazar geliştirme eğilimi de söz konusu değildir. Sonuç olarak sömürge ulus tezi Kürt burjuvazisinin değil, Kürt burjuvazisinin “kurucu ortaklığına” tepki duyan Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün ve Kürt ticaret burjuvazisinin radikal kesimlerinin ortaya attığı ve savunduğu bir tez ola gelmiştir.
Öte yandan, Kürt aydınlanması sonucunda ortaya çıkan PKK hareketinin silahlı-reformizm biçimine bürünmesi Kürt küçük burjuvazisi üzerinden Kürt ticaret burjuvazisinin güçlenmesine, Kürt feoktokrasisinin Kürt minoktokrasisine, Kürt minoktokrasisinin Kürt gloktokrasisine dönüşmesine de olanak sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyet’inin oluşumuna damga vuran “kurucu ortaklık” Cumhuriyet’ten sonra her ne kadar biçimsel olarak tasfiye edilmiş olsa da, bu ortaklık son 40-50 yıldır ortaya çıkan Kürt aydınlanması ile birlikte yeniden eski konumuna gelerek iktidarla ve burjuvazi ile bütünleşmiş, pastadan aldığı payı da arttırmıştır. Kürt liberalizmi bu sürecin sonunda Türk gloktokratizminin Kürdistan’daki ve Türk parlamentosundaki yegane yerel gücü haline gelmiştir. Dahası; salt Kürdistan’da yerel bir güç olmaktan çok, Türkiye sattına yayılarak metropollerde de orta burjuva bir sınıf hareketi haline dönüşmüştür. Ve hatırı sayılır sayıda emekçi de, “sosyalist” de, bu hareketin aktif ve pasif destekçisi konumundadır. Yalnızca “Türkiye partisi” HDP’nin (ve onun uzantısı olan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın) siyasi ve ticari ilişkilerine bakıldığı zaman bile bu durum kabak gibi ortadadır. Başka bir deyişle, bu küçük burjuvazi “sömürge kürdistan” tezini bir nevi kültürel ve politik sermaye haline getirerek bundan maddi sermaye devşirme siyasetinde de epeyce mesafe kat etmiştir. Sonuçta bu yolla Kürt sermayesi yeniden Türk sermayesine endekslenebilmiştir. Çünkü uzunca bir zaman boyunca Kürt realitesi üzerinden Kürt sermayesi ve payı dışlanmıştır. Hatta Kürt işadamları ve feodalleri 90'lı yıllarda devletin işlediği cinayetlere kurban gitmiştir. Lakin Kürt liberalizmi UKKTH gölgesi altında sömürge Kürdistan tespitlerini ortaya atmak sureti ile sermaye biriktirme ve devlet sisteminde (bürokrasi içinde) yer edinme politikasını Türk burjuvazisinin de yardımıyla, teşvikleriyle bir şekilde hayata geçirmekte başarılı olmuştur. Kuşkusuz ortada bir “başarı” var; lakin bu başarı Kürt ve Türk emekçilerinin kendi bağımsız politik hatlarını geliştirmelerine dönük devrimci ve sosyalist bir başarı olmayıp, bu başarıdan asıl aslan payını alan ise kuşkusuz Kürt sermayesi ve Kürt liberalizmidir.
Meselenin kökü itibariyle sömürge ve sömürgecilik tespiti tüm kapitalizmin ana yapısı ve iskeleti ile ilgili bir tespittir. UKKTH feodal dönemden kapitalist döneme geçişe dönük özel bir geçiş politikasıdır. Tüm kapitalist-emperyalist süreçler için ileri sürülebilecek bir politika değildir. Halde böyle olunca; UKKTH ve sömürge ulus tezi glokal-emperyalist dönem için bilimsel ve objektif bir tez değildir. Sadece Kürdistan değil, tüm dünya glokalist-kapitalist-emperyalist sömürünün boyunduruğu ve hatta işgali altındadır. Eğer bir sömürgecilik varsa; Türkiye’de Kürdistan’da glokal-emperyalizmin bir sömürgesidir. Dolayısıyla “kurtulacak bir ülke” varsa; Kürdistan ve Türkiye emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğu altından bölgesel ve coğrafi olarak sosyalizm mücadelesi temelinde birlikte kurtulmak zorundadır. Bunun dışındaki tüm sözde çözümler glokal emperyalizme ve sömürgeciliğe hizmet eden sahte çözümlerdir.
Öte yandan; Türk-lük kökeni itibariyle bir ırk değil, dindir, kök-tengricilik’tir, şaman tanrısına verilen isimdir denildiğinde buna en çok tepkinin sağdan değil de “soldan” gelmesini nasıl yorumlamalıyız? Keza her konuda olduğu gibi bu konuda da “Tarihi yeni baştan yazıyorsunuz” diye söze başlayanların ittihatçılığın-kemalizmin dinden ırk yaratma (daha doğrusu ulus, burjuvazi) yaratma projesine tarihsel olarak nasıl eklemlenmiş olduklarını, dahası bu sol kesimlerin Cumhuriyet’in başından beri ittihatçılığın-kemalizmin gölgesi altında nasıl palazlanmaya çalıştıklarını (ki bunda da hiç başarılı olamayıp ittihatçılığın-kemalizmin içinde eridiklerini) bilmiyor da değiliz. Ancak bu süreçte dikkat çeken bir nokta var ki; o da Türklüğün bir ırk değil, din olarak tarih sahnesine çıkışına dönük Kürt milliyetçisi/ulusçusu kesimlerden gelen gerici tepkilerdir. Bu kesimlerde tıpkı diğer “sollar” gibi “Yeni bir hegemonik Türklük tanımı yapıyorsunuz”, “Tarihi kaynaklarda böyle bir şey yok” derken, aslında yıllardır ellerinde kullanışlı bir ideolojik hegemonya aracına dönüşmüş olan şoven ve ırkçı Türkçülük anlayışının yıkılışının ardından neredeyse göz yaşı dökecek bir noktaya gelmiş durumdalar. Onların bu içler açısı hali insanda hafif bir gülme tebessümüne neden oluyor.
Ulus kavramı burjuvazinin ulusal çitler/pazarlar oluşturmak için ortaya attığı bir palavradır. Türkçülük ne kadar ulusçuluk değilse, Kürtçülükte bir o kadar ulusçuluk değildir. Feodalizme karşı ulusçuluk geçmişte devrimci bir politika olarak savunulmuştur. Bu ölçekte de tarihsel bir döneme/minoktokratik döneme tekabül eden geçici ve konjektürel bir politikadır. [3]. Lakin glokal-kapitalist-emperyalist koşullarda ulusçuluk, ister Türk ulusçuluğu olsun, ister Kürt ulusçuluğu olsun, bu ulusçulukların savunulması devrimci değil, gerici bir politikadır. [4] Yıllardır UKKTH ve sömürge ulus tezi üzerinden sosyalistlerin Kürt UKKTH’sine payanda olmaları, sosyalistlerin Kürt sermayesinin ve liberalizminin birikime koltuk değneği olmaları, sosyalizm mücadelesine ne fayda sağlamıştır? Kürt minoktokratikleri, Kürt küçük burjuvazisi, Kürt gloktokratikleri sermaye biriktirsin diye hangi aklı başında sosyalist buna payanda olur? Proletaryan temsiliyetizm üzerinden proletaryan-efendiler-kapitalizmini yaratarak hala sosyalizm kurabileceğini sanan sözde “marksistler”, “leninistler”, “stalinistler”, “maoistler”, “troçkistler” vs. devlet kapitalizmi üzerinden sermaye biriktirme mücadelelerinde güçsüz oldukları yerde UKKTH üzerinden Türk burjuvazisine ya da Kürt burjuvazisine yedeklenmeyi kuşkusuz sosyalizm mücadelesi sanmış olabilirler; lakin bu bir sosyalizm mücadelesi falan değildir! Hiçbir zamanda olmamıştır!
Kürt siyasal hareketlerinin ideolojik inandırıcılığı en kaba şekliyle söylemek gerekir ise, Türklüğün ve Türkçülüğün ırkçılıktan ve şovenizmden ibaret (bunlarla özdeş) olduğu algısı ve tezi üzerine kurulu idi. Bu sayede kripto Türklüğün ve Türkçülüğün karşısına ona karşı direnen sözde “demokratik” ve “özgürlükçü” bir Kürtlüğün ve Kürtçülüğün yerleştirilebilmesi ve UKKTH üzerinden proleyaryanist solların da minoktokratik sanayi ulusçuluğu kapsamında bu yedeklenmenin parçası haline getirilebilmesi de yine bilinçli bir egemen sınıf siyasetinin devamı ola gelmiştir. Hatta daha açık konuşmak gerekirse; 80 sonrası iyice çaptan düşmüş ve kolu kanadı kırılmış olan proletaryanist solların PKK üzerinden Kürt küçük burjuva siyasetine angaje edilmesi ve bu liberal dalgalanma içinde tasfiye edilmeye çalışılması sürecide yine bilinçli bir devlet ve hakim sınıf siyasetinin ürünüdür. Dolayısıyla; lanetlenen resmi Türklük ve Türkçülük başından beri Kürt feoktokrasisinin T.C. nin “kurucu ortağı” olduğu gerçeğini gizlemeye dönük ideolojik bir perdeleme işlevi de görmüştür. Ne yazık ki proletaryanizm de soldan buna koltuk değnekçiliği yapma hatasından geri durmamıştır. Fakat proletaryanizm bu hatasının bedelini kendi saflarındaki kadrolar arasındaki liberal çözülme ile ödemiştir. Pek çok insan proletaryanist çizgiyi bile terk ederek Kürt siyasi hareketi içinde erimekten ve kimliksizleşmekten kurtulamamıştır. Bütün bu süreç hep birbirini tetikleyerek ilerlemiştir. Aynı şekilde proletaryanist çizgiyi terk ederek “aydınlanmacılık ve ilericilik” adı altında “sol kemalizme” tümden eklemlenen dünün proletaryanistlerinin halide şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde içler açısı ve patolojik bir durumdur.
Emperyalist işgal ve ilhak yoluyla devletleşme sürecine giren ittihatçı-kemalist güçler Kürdistan’da ne derece sömürgeci bir güç ise, Kürt feoktokratik burjuva sınıfları da aynı oranda sömürgeci bir güç olarak bölge/çoğrafya üzerinde hakimiyet kurmayı bu temsiliyetist oyun sayesinde başarabilmiştir. Başka bir deyişle, bölgede yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin vs. Kürt feoktokratik burjuva güçlerinin öncülüğünde mülksüzleştirilmesi neticesinde gasp edilen malların, toprakların, yerleşim yerlerinin vs. başta Kürt aşiretleri ve reisleri olmak üzere Kürt feodallerine, burjuvalarına paylaştırılması neticesinde bu bölge T.C. nin ulusal pazarı haline gelmiştir. Dolayısıyla; kimi Kürt milliyetçilerinin ve proletaryanist solların iddia ettiğinin aksine Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmayıp, aksine Kürtlerin feoktokratik temsilcileri en başından beri T.C. nin “kurucu ortağı” konumunda olmuşlardır. Diğer bir deyişle, Batı’da ittihatçılık-kemalizm eliyle uygulanan sahte Türkçülük politikasına paralel olarak Doğu’da T.C. nin hamiciliği altında Kürt feoktokratik güçleri aracılığıyla uygulanan sahte Kürtçü politika, çift yönlü olarak Türk ve Kürt hakim sınıflarının T.C. yi kurma noktasında gösterdikleri ortak kurucu iradenin de bir ifadesidir. Bu nedenledir ki; iddia edildiği gibi Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmamıştır. Yine iddia edildiği gibi Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerde hiçbir zaman sömürge bir ulus olmamıştır. Bu açıdan Kürdistan’ı bir Hindistan ya da Cezayir olarak görmek saçma ve bilim dışı bir bakış açısıdır.
Dahası da var; sömürge tezi gerçeklerle bağdaşmayan, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dayanağı olmayan afaki bir iddiadır. Çünkü Türkler ile Kürtlerin birlikteliği tıpkı İngilizlerin ve İskoçların birlikteliği gibi kapitalizm öncesi ilk Ortaçağ’a kadar uzanan bir birlikteliktir. Bunun en somut kanıtlarından biride Kürtlerin, daha doğrusu Kürt aşiretlerinin ve reislerinin Osmanlı’da sahip olduğu kısmi özerkliktir. Osmanlı Kürt aşiretlerini ve reislerini kendi idari işleri noktasında görece serbest bırakırken, yalnızca vergi ve asker ihtiyacı konusunda kendilerinden talepte bulunmuştur. Yine aynı dönemde dini eğitim biçiminde de olsa Kürt medreselerinde ki eğitim dilide yine Kürtçe yapılmaktaydı. Oysa sömürgecilik; kapitalizm minoktokratik-emperyalist aşamaya geldiğinde modern çağın ürünü olan bir olgudur. Daha da ötesi; sömügecilik ilişkileri ekonomik talan ve yağma üzerine kuruludur. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da Fransa’nın Cezayir’de yaptığı gibi. Sömürgelerde emeğin ve sermayenin dolaşımı özgür değildir. Lakin Türkiye’de Kürt emekçilerinin maruz kaldığı sömürü tıpkı Türk emekçilerinin maruz kaldığı sömürü gibi kapitalist sistemin egemen olduğu ülkelerin tümünde uygulanan (artı-değere dayalı) sınıfsal bir sömürü biçimidir. Dolayısıyla; bu sınıfsal sömürü içinde sömürenin ve sömürülenin Türk ve Kürt olması tek başına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Keza iki durumda da Kürtte Türkte ezilen ve sömürülen sınıf konumundadır. Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisi bütünleşmiş bir sınıf olup; Kürt burjuvazisinin örneğin İspanya’nın Katolonya özerk bölgesinde ki Katalan burjuvazisinin talep ettiği gibi ayrı bir ulusal pazar ve ulus devlet talebi de yoktur. Kürt burjuvazisinin böyle bir talebi hiçbir zaman olmamıştır. Diğer yandan, Kürt emeğinin ve sermayesinin Türkiye sınırları içindeki dolaşımı da özgürdür. Ne Kürt emeğinin ve ne de Kürt sermayesinin dolaşımında mutlak bir kısıtlama yoktur. Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sömürge statüsünde yaşadığı iddia etmek akla ziyan, dayanaksız ve gerçekçi olmayan bir tespittir. Dolayısıyla bu tespitten hareketle kimlik siyaseti yapmaya kalkmak, Kürtler üzerinden siyaset geliştirmeye çalışmak, en hafif tabirle saçmalıktır.
İddia edildiği gibi ittihatçı-kemalist hareket ve T.C. Kürdistan’a zorla girmemiş aksine bölgedeki Kürt feodallerinin, aşiretlerinin, beylerinin desteği ile onlara hamicilik yaparak bu bölge üzerindeki burjuva egemenliğini tesis etmiştir. Başka bir deyişle, emperyalist işgal ve ilhakla kurulan bu cumhuriyetin Kürdistan üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin asıl kaynağı da yine bölge Kürtlerinin feoktokratik temsil desteği ve “kurucu ortaklığı” ile olmuş, yine Ermeniler başta olmak üzere bölgede Kürt olmayan hristiyan topluluklar soykırıma ve etnik temizliğe uğratılarak bölgenin saflaştırılması da yine ittihatçı-kemalist güçler ile birlikte el ele gerçekleştirilmiştir. Lakin aynı ittihatçı-kemalist güçler bir süre sonra politika değişikliğine giderek Kürt varlığını red ve inkar süreci içine girmiş olsalar da, bölge üzerindeki hakimiyetlerini de yine Kürt feoktokrasisi üzerinden sürdürmekten de geri durmamışlardır. Diğer bir deyişle, Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini sömürmeyi kendisine görev edinmiş olan bu güçler için hiçbir zaman Türklük ya da Kürtlük gerçek manada bir önem arz etmediği gibi, Batı’da sahte Türkçü politikanın Doğu’da ise sahte Kürtçü politikanın kullanımı da yine hamici ve devşirmeci kripto burjuva siyasetin bir aracı olarak kullanıla gelmiştir. Asıl gerçek tamı tamına budur!
Bu yüzdendir ki; sahte Türkçülüğün her alanda çözülme sürecine girdiği bir aşamada sahte Kürtçülüğün paniklemesi ve kendisini güvende hissetmemesi kadar doğal bir durum olamaz. Sahte Kürtçülük üzerindeki sis perdesi kalktıkça T.C. himayesindeki Kürt minoktokrasisinin ve gloktokrasisinin Kürt emekçilerini kontrol altında tutma ve bu noktada proletaryanist solları da “ezilen ulus”, “sömürge ulus” tezleri üzerinden kendisine yedekleme imkanları da hızla ortadan kalkmaktadır.
Ne Türkiye ne de Kürdistan birer sömürge olmayıp, gerçekte ise bunlar glokal sömürgeciliğin egemen olduğu bölgelerdir/çoğrafyalardır. Glokal-kapitalizm yapısı ve işleyişi gereği minoktokratik sanayi ulusçuluğundan farklı olarak, bu dönemde sömürü ilişkileri daha da “karmaşık” bir hal almaktadır. Başka bir deyişle, glokal kapitalizm ve sömürü ilişkileri açısından bugün bir kürdü sömüren Türk yarın bir başka Kürt tarafından da sömürüye maruz bırakılabilmektedir. Dolayısıyla; bu noktada sömürü ilişkilerini belirleyen ulusal aidiyetler ya da etnik köken değil, ulus-üstü bölgesel pazar ilişkilerideki konumlar ve hiyerarşilerdir. Bu açıdan Kürt burjuvazisinin glokal sömürge payı ve devletten aldığı teşvikler Türk burjuvazisinden de aşağı kalır değildir. Bu nedenden dolayıdır ki; glokalizmin iktisadi ve sosyal yapısı “ezen ulus” ve “ezilen ulus” ayrımını ve dolayısıyla “sömürge ulus” tanımı da anlamsız bir hale getirmektedir. Kaldı ki; geriye tek bir “glokal ulus” kalmaktadır, o da ezilen ve sömürülen “emekçiler ulusundan” başkası da değildir. Doğak olarak bu “ulus” etnik kökenlere ve kimliklere göre değil, glokal/sermaye/emperyalizm tarafından eşit oranda sömürüye ve baskıya maruz bırakılmaktadır.
Dahası; tekno-artı-emek-değer sömürüsünün ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarına göre şekillendiği ve minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine “ulusal ve etnik aidiyetlerin” hızla zayıfladığı kozmopolit bir dünyada, glokal-burjuvazinin tüm kanatları istisnasız hangi etnik ve ulusal aidiyetten gelirse gelsin; son çözümlemede birer “ezen ulus” olma konumundan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, ister Türk burjuvazisi olsun, ister Kürt burjuvazisi olsun, tüm bu glokal-burjuvaziler Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini el birliği ile sömüren ve ezen sınıflar olma özelliğine de sahiptir. Kaldı ki; bu sınıflarda diğer burjuvaziler ve burjuva devletler gibi asıl güçlerini tarihsel temsiliyetizmin yaratmış olduğu yasama, yargı ve yürütme kurumlarından almaktadır. Dolayısıyla; temsiliyetist yetki diktatörlüklerine, memur kastlarına, kendi özel çıkarlarını toplumun genel çıkarlarından üstün tutan kapitalist sınıflara ve sermaye egemenliğine karşı topyekün bir bürokratik-denetimist mücadele yürütmeksizin ne Türk ne Kürt ne Ermeni ne Süryani ne de Arap emekçilerinin ne de bölge halklarının kurtuluşu sağlanamaz.
UKKTH’cilik ve ezilen ulusun kurtuluşu adına sözde T.C. sömürgeciliğine karşı mücadele ettiğini iddia eden proletaryalist sollarda farkında dahi olmaksızın glokal-kapitalizm karşısında varlık yokluk mücadelesi veren minoktokratik ulusçu güçlerin yedeğine düşmekten kurtulamamaktadırlar. Başka bir deyişle, glokal-kürt-burjuvaları glokalist-liberal siyasete geçiş yaptığı halde, hala Kürtler adına UKKTH’cilik ve ulusal kurtuluşçuluk oyunu oynayan ve bu yolla Kürt siyasal hareketinden kendince kadro ve kitle devşirebileceğini sanan kimi proletaryalist solların bu eski püskü politikası günün glokalist-kapitalist gerçekliğini kavrayamadığı gibi, dünün minoktokratik programlarında ısrar eden solların kaçınılmaz akibeti de Kürt burjuva milliyetçiliği ve liberalizmi içinde erimek ve onun sözde “demokratik kulvarda” ki yancısı olarak kalmaktan öteye de geçememektedir. Aynı zamanda bu ısrar; Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt ve Türk emekçileri üzerinde yürüttüğü ortak glokal-sömürü siyasetini de es geçerek, subjektif anlamda bilerek ve isteyerek olmasa bile, objektif anlamda bu glokal sömürü siyasetine de hizmet etmek demektir. Dolayısıyla; UKKTH’ci, ulusal kurtuluşçu ve sömürge ulusçu söylemler kendi içinden çürüyerek kendi kendisini tasfiye etmeye dönük umutsuz bir liberalizm girişimi olmanın ötesine de geçememektedir; bundan sonrada geçemeyecektir!
Dipnotlar
[1] Osmanlı Kürdistan’daki eyaletleri sancaklara bölerek, her eyaletteki aşiretleri “aşiret reisleri” adı altında kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemiştir. Bu aşiret reisleri kısmi bir özerkliğe sahip olsa da, gerçekte merkezi otoriteye bağlıydı. Böylece Kürdistan ve Kürt toplumu aşiretlerine dek bölünmüştü. Aşiretlere Osmanlı’nın kısmi özerklik vermesinin nedeni de; tek bir feodal beyin diğer aşiretleri kendi bayrağının altında toplamasından duyulan korkuydu. Keza feodal güçler diğer aşiretleri toprağa bağlamadan ya da kendi yönetimleri altına almadan gelişip güçlenemezler. Kürt feodallerinin uzun süre güçsüz ve dağınık kalmasının nedeni Osmanlıların bu politikasıdır. Halbuki aynı tarihsel dönemde Osmanlı Anadolu’da yaşayan göçmen Türkmen aşiretlerini toprağa yerleştirmekle ve selfleştirmekle meşguldür. Anadolu’da pek çok Türkmen isyanına neden olan bu politika 19. Yüzyılının sonuna kadar devam etmiştir. Bu sayede Kürtlere kıyasla Türkler pazar ekonomisi için gerekli şartları yaratırken, ticaret ve sanayi alanında da kayda değer adımlar atmayı başarmışlardır. Kürt şehirlerinde ise durum tam tersidir. Bu yüzden de Kürt şehirlerinde ekonomik gelişme sınırlı kalmıştır. Bu durum Türk feoktokratik ulusçuluğu karşısında zayıf bir Kürt feoktokratik ulusçuluğu ortaya çıkartmıştır. Kürdistan’da diğer Kürt aşiretlerini kendi yönetimi altında birleştirecek güçlü bir feodal merkezin (dolayısıyla güçlü bir burjuva merkezinde) ortaya çıkmamasında bu “ekonomik gerilik” etkili olmuştur. Bu ekonomik gerilik/Kürt ulusal pazarının iç dinamiklerinin oluşmamasına, aynı zamanda bölünmüş ve birbiriyle rekabet halinde olan aşiretlerin feodal parçalanmışlığına da sebebiyet vermiştir. Kuşkusuz Kürtlerin şimdiye kadar uluslararası sistem içinde kendilerine ait bir statüye sahip olamamalarında da emperyalizmin belirleyici bir etkisi de olmuştur. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinde tek tek ulusal farklılıklara göre yaratılacak devletler yerine Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi “stratejik konumu olan devletlerin” yaratılması yine minoktokratik sanayi emperyalizminin öncelikli bir tercihi olmuştur. Dolayısıyla; Kürtlerin otonomi ve bağımsızlık eğilimleri de dönemin İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından göz ardı edilmiş Kürtler bilinçli bir şekilde emperyalizm tarafından statüsüz bir şekilde bırakılmıştır. Bunun yerine Kürtler yaşadıkları coğrafyalarda kurulmuş olan bu “stratejik konumlu devletlere” bağlanmıştır. Kısacası, Kuzey Kürtlerinin Türkiye’ye/kemalist rejime, Güney ve Batı Kürtlerinin Irak ve Suriye’deki Arap rejimlerine, Doğu Kürtlerinin ise İran rejiminin egemenliği altına bırakılması da yine döneme damgasını vuran minoktokratik emperyalist politikaların bir neticesidir. Başka bir deyişle, Sevr’den Lozan’a kadar uzanan süreç emperyalizm ve bölge devletleri eliyle Kürtlerin dört idari parçaya ayrılması sürecidir. Aynı zamanda bu kirli politika; uzun vadede Kürdistan’ı bir “çıban başı” olarak bırakarak, gelecekte ki emperyalist müdahaleler içinde açık kapı bırakma amacı güden uzun vadeli bir siyasi anlayışın (bugün Irak’taki, Suriye’deki durumun) etkilerini de taşımaktadır. Bu noktada bölgenin yapılanmasında belirleyici olan Fransız destekli İngiliz siyaseti olmuştur desek pekte abartmış olmayış. Dahası; “Sovyet tehlikesine” karşı İngiliz aklının tasarımı olan bütün bu “stratejik konumlu devletler” son çözümleme de bölgedeki yapay ulusal sınırların ve minoktokratik “ulusçukların” oluşmasında da katalizör işlevi görmüştür. Bugün ABD bölgede İngilizler eliyle inşa edilen bu minoktokratik statüyü gloktokratik açıdan yeni baştan düzenleme mücadelesi verirken, diğer yandan Rus-Çin gloktokratik bloğu da aynı oranda bölge kaynakları üzerinde hakimiyet kurma mücadelesi yürütmektedir. Dolayısıyla; Kürdistan coğrafyası glokal emperyalizmin tüm kanatlarının ağzının suyunu akıtmaya devam ediyor. Sonuç olarak “büyük güçler” eliyle yürütülen her türden “ulus” siyaseti gloktokratik emperyalist hedefleri örten bir şal olma özelliğini bugünde sürdürmektedir.
[2] Osmanlı’daki idari merkeziyetçilik ile özerk yönetimler arasındaki uyuşmazlık aşiretler kanalıyla bölgedeki dini otorite olarak kabul gören şeyhlerin popülerleşmesine ve zamanla birer etkili siyasi lider haline gelmelerini sağladı. 1860 dolaylarında şeyhler Kürdistan’daki en etkili politik liderler konumuna gelmişti. Daha da kötüsü; 1876-1909 arasındaki dönemde bu şeyhler Sultan Abdülhamid’in Panislamcı propagandalarına katılıp Hristiyan karşıtı politikalara da hizmet etmişlerdir. Kürt emirlikleri 1830’larda başlayan reformlar eliyle fes edilip yerine merkezi idarenin atamış olduğu memurlar getirilince bu durum aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki çatışmaların artmasına neden oldu. Bu anlaşmazlıkların çözümü noktasında da şeyhler (özellikle de Nakşi şeyhleri) uzlaştırıcı ve arabulucu bir güç olarak ön plana çıkmaya başladı. Hatta Kürt tarihinde oynadıkları rol açısından bu şeyhler sadece aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki problemleri çözmenin de dışında, tıpkı 1880’deki (devlet kurmaya dönük) Ubeydullah isyanında ya da 1925’deki (hilafeti tesis etmeye dönük) Şeyh Sait isyanında olduğu gibi, din ve Kürt milliyetçiliğinin kısmen iç içe geçtiği ama ağırlıklı olarak İslami söylemlerin ön plana çıktığı sosyal hareketlerin de başını çekmişlerdir. Dolayısıyla; “şeyh soyundan” gelen aşiret reislerinin öncülüğünde gerçekleşmiş pek çok isyan vardır. Örneğin, 1922’de Süleymaniye’de İngilizlere karşı isyan eden (hatta Sovyetler Birliği’nden destek talep eden) ve kendisini “Kürdistan kralı” olarak ilan eden Mahmut Berzeni’de yine benzer bir şekilde “şeyh soyundan” gelen Kadiri kökenli bir liderdir. Kadirilikte tıpkı Bektaşilik, Gülşenilik vs. gibi bir sufi tarikat geleneğidir. Bugün Irak Kürdistan’ındaki Talabani (KYB) ve Barzani (KDP) aileleri de şeyh soyundan gelme ailelerdir. Kürt tarihinde ve isyanlarında sufi ve derviş tarikatlarına bağlı şeyhlerin (“kutsal kişilerin”) oynadığı rol daha da derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Zira 1880’den 1940’lara kadar Kürt isyanları şeyhlerin önderliğinde gerçekleşmeye devam etmiştir. Lakin Kürt hareketleri ile Sünniliğin Şafii ve Hanefi mezhepleri arasındaki sıkı bağ zamanla laik, eğitimli ve şehirli liderliklerin gelişmeye başlaması ile birlikte yavaş yavaş gevşeyerek bugün ki modern minoktokratik ve gloktokratik Kürt milliyetçisi hareketlerin oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Fakat şunu da vurgulamak gerekir ki; sünni İslam tarihsel olarak Kürtlerin etnik manada homojenleşmesine katkı yapmış; tıpkı Türklerde olduğu gibi Kürtler arasında da Müslüman kimliği üzerinden bir “millileşme süreci” yaşanmıştır. Sonuç olarak; geçmiş dönemlere kıyasla dinin ve aşiret düzeninin rolü Kürt politikasında etkisini kaybetmektedir. Bu da doğal olarak aşiret düzeninin hüküm sürdüğü feodal Kürt milliyetçisi dönemin aksine kentli ve eğitimli Kürt orta burjuva milliyetçi-liberal kesimlerin ön plana çıkmasına da olanak sağlamıştır. Lakin bu durum aşiret yapılarının etkisinin tamamen ortadan kalktığı biçimde de anlaşılmamalıdır. Zira modern siyasi partiler biçiminde örgütlenmiş olan Kürt hareketleri pek çok durumda aşiretlerin desteğini almak için yer yer birbirleriyle dahi rekabete girebilmektedir. Irak Kürdistan’ındaki egemen Kürt partileri arasındaki şiddetli rekabet buna bir örnektir. Bu açıdan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki modern Kürt aşiret yapılanmalarının günümüz siyaseti üzerindeki etkileri de ayrıca incelenmelidir. Bu sayede kentli Kürt küçük burjuva kesimleri ile aşiret kökenli feodal seçkinler arasında kurulun siyasi ve ekonomik ilişkilerde aydınlatılabilir. Bu da büyük oranda aşiret-toprak sahibi elitlerden ve kentli-eğitimli orta sınıflardan gelen Kürt partilerinin ve örgütlerinin üzerinde yükseldiği tarihsel ve sınıfsal dinamiklere açıklık getirebilir. Kuşkusuz bu partilerin ve örgütlerin liderlik kadroları tek başına o partilerin ve örgütlerin temsil ettiği tarihsel çıkarları ve sınıfları da göstermez. Fakat bu olguların bütünsel bir değerlendirmesi yapılmadıkça farklı özelliklere sahip Kürt hareketlerinin çeşitli koşullar altında ne gibi tavırlar takındıkları da (failin eyleminin nedenleri de) anlaşılamaz ve bilimsel olarak açıklanamaz.
[3] Her meselede olduğu gibi milli kimlik/ulus kimliği konusunda da genel teorik çerçeveye saplanıp kalındığı için pratik ve somut gerçeklik kavranamamaktadır. Örneğin, Bolşevik deneyinin büyük oranda başta planlanmamış ve teoride olmayan bir noktaya evrilmesinde; Bolşevizm'in tarihsel temsiliyetizm üzerinden modern milli kimlik/ulus kimliği inşasına vermek zorunda kaldığı tavizlerin ve hatta ideolojik yalpalamaların etkisi büyük olmuştur. Misal; 19. yüzyıla kadar etno dilsel ve kültürel anlamda bir Ukrayna etnik kimliği ve bilinci söz konusu bile değilken kabaca 1920-1921 aralığından itibaren Bolşeviklerin öncülüğünde modern bir Ukrayna milli/ulusal kimliğinin inşa edilmeye başlanması, o zamana kadar kendisini yalnızca Ortodoks olarak tanımlayan köylü kitlelerinden ve görece kentlileşmiş entellektüel tabakalardan modern bir millet/ulus tahayyülünün yaratılmak istenmesi, yine tarihsel temsiliyetizm karşısında, klasik Marksist jargonla konuşursak, feodalizm karşısında daha kapitalizmi kurmak için bile modern öncesi kimlikleri aşma sorunu ile karşı karşıya kalan Bolşevizm'in trajedisini göstermektedir. İktisadi açıdan çok daha gelişmiş bir ülkede devrim beklenirken (Örneğin, İngiltere de ya da Almanya da), ilk "sosyalist devrimin" geri bir köylü ülkesi olan Çarlık Rusya'sında gerçekleşmesi neticesinde Bolşevizm, daha doğrusu proletaryanizm milli kimlik/ulus kimliği gömleğini de giyerek modern öncesi feodal kimliklerin ortadan kaldırılması problemiyle de yüz yüze kalmıştır. Bu açıdan Bolşevikler milli kimlikleri/ulus kimliklerini geliştirmekten geri durmamışlar ama bunun milliyetçi ve ulusçu bir (kapitalist) ideolojiye dönüşmesini de engellemeye çalışmışlardır. Bu da bir paradokstu. Dahası; Resmi söylemde enternasyonalizm, daha doğru bir ifade ile proletarya enternasyonalizmi ile milliyetçilik ve ulusçuluk taban tabana zıttı. Ki gerçekte hiçte zıt değildi. Aksine milletlerin ve ulusların karşılıklı işbirliğini temel alan enternasyonalizm paradoksal olarak milli ve ulusal kimliklerin güçlenmesine ve milliyetçi/ulusalcı ideolojilerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırmıştır. 20. yüzyılda ön plana çıkan pek çok milliyetçi ve ulusalcı hareketin en azından bir dönem için "Marksist-Leninist" söylemleri benimsemiş olması tesadüf değildir. Hatta 20. yüzyılda Çin gibi, Vietnam gibi, Yugoslavya gibi, Küba gibi, Arnavutluk gibi başarılı olmuş tüm "ulusal kurtuluş savaşlarının" önderliklerinin bir şekilde Marksizm'den ve Leninizm'den etkilenmiş olması da rastlantı değildir. Aslında meselenin kökü yine “Marksizm” ya da “Leninizm” değildir. O işin politik ve ideolojik kısmıdır. Asıl gerçek ister din, ister millet, ister ulus, ister sınıf adına yapılıyor olsun tarihsel temsiliyetizm her yerde kapitalizme, emperyalizme, burjuvaziye verilen tavizler yoluyla gelişmiştir; gelişmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, feodalizm ve modern öncesi kimlikler karşısında güçlenmek isteyen kapitalizm yeri gelmiş "ulusal kurtuluş" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "proletaryanizm" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "köylü kitlelerini özgürleştiren burjuva" postuna bürünmüştür. Sonuçta gelişen ve güçlenen bir avuç temsiliyetist azınlığın memur saltanatı olmuştur. Bu temsiliyetist yapı olmasaydı; sermaye düzeni de var olamazdı. Yoksa burjuvazi bir sınıf olarak tek başına bir hiçtir. Onu burjuvazi yapan temsiliyetist kurumlar, yapılar ve nihayetinde bürokratik devlet cihazıdır. Meseleye kimlik/ulus siyasetinden değil de, emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğinin ortaya çıkardığı tarihsel kurumlardan ve yapılardan bakabilenler ancak bu gerçeği görebilir.
[4] Günümüzde “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia eden etnik temelli kimlik hareketleri, daha önceki minoktokratik döneme kıyasla iç feodalizm ve feodal mutlakiyetçilik karşıtı hareketler olarak değil, glokal-emperyalist güçler ve devletler arasındaki rekabete endekslenmeye mecbur kalan hareketler olarak gelişmektedirler. Bu açıdan “ulusal hareket” iddiaları ile ortaya çıkan partilerin ve örgütlerin bu somut bütün içinde hangi somut fonksiyonu oynamak zorunda bırakıldıklarına bakmak gerekir. Kuşkusuz bu fonksiyonlar glokal-emperyalizm olgusunun gereksinimleri ile koşullanmakta olup, bu koşullanma süreci glokal-emperyalizmin gerici ve karşı-devrimci özelliklerini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu somut gerçek yok sayılarak etnik bazlı kimlik siyasetinin glokal-emperyalizmle uyumlu hale gelmiş olan liberal ve tasfiyeci doğasına karşı da etkin bir mücadele geliştirilemez. Şu olguların üzerinde düşünülmesi gerekir: Ulus kavramı bilimsel bir kavram mıdır? Ulus kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Ne zaman ki kapitalizm ve kapitalist yasamacılık feodalizme ve feodal yargı devletine kafa kaldırmaya ve ondan kopmaya başlamıştır; o vakit burjuvazi ulus kavramını icat etme gereği duymuştur. Ulus demek kapitalizm demektir. Ulus bir dönem için feodalizme karşı “ilerici” idi. Zira kapitalizm zaten feodalizme karşı “ilerici” idi. İlerici derken sakın yanlış anlaşılmasın, emek güçlerinin gelişimi açısından göreceli bir ilericilik! Yoksa kapitalizmde sınıflı bir toplumdur; sınıflı bir toplumun nesi “ilerici” olabilir ki! Sonuçta; 20. yüzyılda “ulusal kurtuluşçuluk” gömleği giymiş hareketler ön plana çıktı ve bu hareketlerin tümü feodalizmin tasfiyesi ve minoktokratik sanayi kapitalizmin gelişimine bir şekilde katkı yaptı. Başka bir deyişle, ulusçuluk gömleği altında kapitalizmin gelişimi için ihtiyaç duyulan ulusal devlet ve toplum yapıları bu sayede kuruldu. Kabaca bu süreç 1960-70’lere kadar devam etti. Asıl kırılma noktası glokalizm ile birlikte gerçekleşti. Keza glokal-kapitalizm minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının ve tekno-tekellerin egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm biçimi ile karakterize olduğu için, dünün minoktokratik ulusçuluğunun gelişebilmesi için ihtiyaç duyulan ulusal ekonomik zeminde ortadan kalkmış oldu. Daha önceki dönemde ister ABD olsun, ister SSCB olsun “süper güçlerin” desteğini alan çeşitli “ulusal hareketlerin” kendi bulundukları ülkelerde ulusal ekonomilere dayalı “bağımsız devletler” kurma imkanı var iken, glokalizm ile birlikte artık bu imkan ortadan kalkmıştır. Lakin glokal emperyalizm ile birlikte “ulusal sorun” kapitalizmin bölgesel çıkar ve amaçlarından bağımsız bir hale de gelmemiştir. Aksine yine büyük emperyalist güçler eliyle çeşitli etnik ve milli farklılıkları esas alan bölgesel politikalar dünya siyasetindeki önemini korumaktadır. Bu nedenledir ki; dünün “ulusal kurtuluşçu” hareketleri bugünün glokalist hareketlerine dönüşmek zorunda kalmıştır. Buna çok sayıda örnek verilebilir: İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Sri Lanka’da Tamil, Türkiye’de PKK, Irak’ta KDP, Suriye’de PDY vs. gibi hareketlerin tümü nesnel olarak glokalist hareketlere dönüşmüş durumdadır. Başka bir deyişle, bütün bu hareketler glokal-kapitalizmin bölgesel planlarına dahil olmaya çalışan ve kendi stratejilerini buna göre oluşturmaya çalışan hareketlerdir. Bu dönüşüm bildiğimiz anlamda minoktokratik ulusçu bir dönüşüm olmadığı gibi, bu dönüşümün temel dinamikleri glokal-kapitalizmin ekonomi-politiği (iktisadi zemini) tarafından belirlenmektedir. Şayet bugün bir “ulusçuluk” biçiminden bahsedilecekse, o da glokalist-ulusçuluktan başkası değildir. Ki bu ulusçuluk tipi artık bağımsız bir ulus devlet mücadelesi (UKKTH) olarak bile görülemez. Glokal kapitalist emperyalist dinamiklerden beslenen ve onlara eklemlenerek bölgesel ve yerel düzlemde güç kazanmaya çalışan bütün bu hareketlerin dönüp dolaşıp geleceği yer yine glokal pazar stratejileridir. Dolayısıyla; bu tip hareketlere ilişkin “ulusal özgürlük hareketi”, “ulusal kurtuluş hareketi” vs. biçiminde yapılan tanımlamalar hiçbir şekilde bilimsel tanımlar olmayıp, bu tanımlamalar öznel politik ve ideolojik tercihlere göre şekillenmekte olan yanılsamalı tanımlamalar olmaya devam etmektedir. Dahası; ulusçu proletaryanist hareketlerin iflası ile ulusal kurtuluşçu hareketlerin iflası arasında da benzer bir paralellik ve geçiş bulunmakla birlikte; bu da başka bir yazının konusudur.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar? 28.12.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine, 23.02.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/183009180817/tarihsel-ulus%C3%A7uluk-ukkthin-a%C3%A7mazlar%C4%B1-ve-b%C3%B6lgesel
1.04.2023
Serhat Nigiz
#emek#emekoloji#marksizm#teori#kuram#pratik#praksis#tarih#bilim#feoktokrasi#minoktokrasi#gloktokrasi#glokalizm#kürt#kürdistan#emperyalizm#sömürgecilik#kapitalizm#feodalizm#sosyalizm#ulus#ulusçuluk#millet#milliyetçilik#islam#din#ittihatçılık#kemalizm#resmitarih#cumhuriyet
4 notes
·
View notes
Text
När vi bortser från det djupsinniga tänkandets roll inom vetenskapen blir våra alternativ betydligt färre. Det är fullt möjligt att vetenskapliga framsteg när det gäller vår förståelse av medvetandet inte bara kommer göras genom observationer av hjärnan [...] utan också genom att vi föreställer oss sinnet och hjärnan på ett radikalt nytt sätt genom att fundera ut nya möjligheter som ännu så länge saknar stöd i våra befintliga teorier.
Philip Goff, Galileos misstag : till försvar av panpsykismen
#philip goff#galileos misstag#facklitteratur#vetenskap#vetenskapliga upptäckter#teori#fantasi#medvetandet#öppenhet
0 notes
Text
Penjelasan Lengkap Pertidaksamaan (Matematika Teknik)
PERTIDAKSAMAAN Cara penulisan Suatu pertidaksamaan ditandai dengan adanya tanda (>, ≥, <, ≤) di antara persamaannya. Pertidaksamaan adalah suatu kalimat terbuka yang mengandung variabel sehingga belum diketahui kepastian benar atau salahnya.< lebih kecil dari≤ lebih kecil atau sama dengan≥ lebih besar atau sama dengan> lebih besar dari Tabel 1. Cara penulisan jangkauan/interval sebuah…
0 notes