#Skolastik Düşünce
Explore tagged Tumblr posts
Text
Orta Çağ'ın Karanlığı ve Aristoteles İlişkisi
Felsefi düşünce açısından karanlık çağ olarak bilinen Orta Çağ döneminde aslında birçok araştırma, inceleme yapılmıştır. Bu araştırmaların genel sebebi ise dünyanın nasıl ve ne kadar kusursuz olduğunu kanıtlamak olmuştur. Üstelik bu çalışmalarda elde edilecek sonuçların, genel bir kuralı olmalıydı. Aristoteles'in düşünceleriyle çelişmemesi.
Bu temel, Aristoteles'in yaklaşımını benimseyen dini otoritelerin, kendini daha güçlü konumlandırması ve tüm alanlarda söz sahibi olmasını sağlıyordu. Kısacası, inanç ve düşünceyi uzlaştırmak hedefleriydi. Çünkü akıl yoluyla yöneltilen eleştiriler, saldırılar ancak akıl yoluyla bertaraf edilebilirdi, kilise bunun farkındaydı. Aristoteles'de akıl yolunu temsil ediyordu.
Özellikle Yüksek Orta Çağ diye tanımlanan 11. yüzyıldan Rönesans'a kadar olan süreyi dışarıda tutarsak, felsefenin amacı dini öğretileri temellendirmek ve dinin kendisini açıklamasını sağlamaktı diyebiliriz. Skolastik Felsefe olarak da bilinen Orta Çağ felsefesinde, felsefeyi yapanlar manastır ve katedrallerde yetişmiş din adamları olduğu için felsefeye biçilmiş bu amacı çok yadırgayamayız. Düşünün ki, bilimsel ve mantıklı tedaviler yerine dini amaçlı tedavilerin, din adamlarının dualarının tedavi olarak kullanıldığı bir dönemden bahsediyoruz...
#aristoteles#orta çağ#kilise#din#felsefe#akıl#skola#skolastik düşünce#skolastik#felsefe bilim#platon#rönesans
20 notes
·
View notes
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
0 notes
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
0 notes
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
0 notes
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
0 notes
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
1 note
·
View note
Text
Orta Çağ Karanlık Tarihi: Avrupa'nın Cehennem Çağı!
Orta Çağ, Avrupa tarihinde yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan dönemi kapsar. Orta Çağ boyunca Avrupa, siyasi istikrarsızlık, ekonomik gerileme, savaşlar ve salgın hastalıkların gölgesinde kalmıştır. Bu dönemde eğitim ve bilgiye erişim son derece sınırlıydı ve toplum, kilise ve feodal beylerin…
0 notes
Text
Bu kadın hakları, kadınların özgürlüğü, kıyafet konuları vs gibi şeyler tek 1923 te olan bir durum değildi. Böyle bir şey vardı hemde 1400 yıl önce o hiç sevemediğiniz arap topraklarında oldu. Kadına istediği kişi ile evlenme hakkı tanıdı güzelliğini koruma zarar görmemesi için haklar bile tanındı. Mirastan pay alma hakkı tanındı. Yani bunlar olan şeylerdi zaten vardı. Türkiye cumhuriyetide gökten zembille inmedi vardı osmanlının devamı sadece rejim değişikliği. Doğrusuyla yanlışıyla vardı. Bu kadar ilahlaştırıp kutsalaştırmasak mı artık bazı şeyleri? En büyük hakareti bizi yaratana yapıyoruz! İnsan düzelmedikçe ne devlet ne toplum ne eğitim o bu şu biz siz onlar düzelmeeeez. Fikir özgülüğü diyolar daha öfke hallerinde karşısındakine saygı duymuyolar. Kafdın hakkı diyolar kuran okudu diye kadını suriyede dövdüklerinde ses etmiyolar. Irkçılık diyolar araplara kötü muamele yapıyolar. Bir düşünün ya bizim millet o durumlarda olsa ki bence batıdaki devletler, biz nası arapları o zihniyetle görüyorsak onlarda bize “araplar” gibi bakıyorlar. Bu kadar hatasını kabullenemeyen millet olmamalıyız. Suç devlette değil insanda. Hukukuda devletide anayasayıda ülkeyide insan kurar insan yaratır. Kötüyüde insan çağırır. İrade,akıl,fikir,mantık. Bunlar boş yere ilim haline gelmedi. Elinde imkan var aç telefonu oku kitaplar var aç oku illa okulda öğretmiyorlar diye eğitim kötü bu ne be demelimiyiz ki. Artık o işide aşmalıyız bence. Keşke eskiye dönsek. Eski yunan filozoflarının dönemine. Kafa rahat boş sadece düşünüyorsun hayat var oluş evren. Teknoloji yok skolastik düşünce çıkmamış kargaşa yok vs. Ama bu halde bile tek çözüm Yaratanına sığınmak dua etmek ruhunu iyileştirmek namaz zikir bunlar iyi şeyler bu bir gerçek. Köle olmam ben kulluk etmem diye durun. Ben böyle iyiyim. Öldükten sonrasını düşünmezsen işte böyle bu ülkede kafayı yersin şeytanın öfkesiyle kiniyle nefretiyle oyuncak olursun. Neyse…
1 note
·
View note
Text
Hüsrana uğramış, kesin inançlılar
Alman asıllı Amerikalı düşünür Eric Hoffer, Kesin İnançlılar eserinde; hayatını kutsal saydığı bir amaç uğruna feda etmeye hazır olan fanatik inançlı kişileri irdeliyor ve amaçları farklı olsa da aralarındaki şaşırtıcı benzerlikleri gözler önüne seriyor.
Alman asıllı Amerikalı düşünür Eric Hoffer, Kesin İnançlılar eserinde; hayatını kutsal saydığı bir amaç uğruna feda etmeye hazır olan fanatik inançlı kişileri irdeliyor ve amaçları farklı olsa da aralarındaki şaşırtıcı benzerlikleri gözler önüne seriyor. Yazar önsözünde; bütün kitle hareketlerinin ilk taraftarları arasında, hüsrana uğramış kişilerin çoğunluğu oluşturduğu gerçeğinin altını…
View On WordPress
#Çürümenin Kitabı#Değişim Arzusu#Devrimciler#Emil Cioran#Eric Hoffer#Fanatizm#Faşizm#Fransız Devrimi#Hüsrana Uğramışlar#İkame Arzusu#İstenmeyenlerin Rolü#Kemal Atatürk#Kesin İnançlılar#Muhafazakarlar#Nazizm#Radikaller#Rus Devrimi#Skolastik Düşünce#Türkiye#Yoksulluk
1 note
·
View note
Text
Ortaçağ’da böyle felsefe falan yapmak o kadar kolay bir şey değildi, resim yapmak kadar zordu. İki türlü tehlike vardı. Birincisi, “Tanrı ile şeyler aynı anlamda vardır” diyenler vardı bir tarafta. “Şeyler var, şu elimdeki fincan var, şu sivrisinek var ve Tanrı var. Ama bu ikisi aynı anlamda var” diyen bir düşünce çizgisi mevcut. İkincisi ise, “evet bu sivrisinek var, Tanrı da var, ama bunlar aynı anlamda var değiller”. Şimdi bu ne demek? Bu çok tuhaf, skolastik bir tartışmaya benzeyebilir, ama her ikisinde de aşırıya gittiğinizde bir odun yığını üzerinde yakılabilirsiniz. [Ulus Baker, Sanat ve Arzu].
15 notes
·
View notes
Text
NOMİNALİZM (ADCILIK)
Genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğreti... Nominalizme göre genel kavramlar(tümeller), bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur. XI. yy da Compregne papazı Rascelin tarafından ortaya atılan bu düşünce kiliseyi büyük bir ölçüde etkiledi. Çünkü bütün dinler temel kavramlar üzerine kuruluydu ve bu düşünce böylece dini gerçek saymıyordu. Bu yüzden orta çağ boyunca nominalizmi savunan kişiler ve buna karşın genel kavramlarının gerçek olduğunu savunan “gerçekçiler”arasında kavgalar, tartışmalar olmuştur. Platoncu ve Aristotelesçi gerçekçiliğin bağnaz dinsel inançlarla bir arada düşünüldüğü orta çağda nominalizm dinsel sapkınlık olarak nitelendirildi. Ama dinsel sonuçlar bir yana, nominalizm, Platoncu gerçekçiliği düşünmenin ve genel terimler kullanarak konuşmanın ön gerçeği olduğu savını reddeder. Öte yandan Aristotelesçi gerçeklik kabul edilmiyor gibi görünse de Thomas Hobbes gibi ılımlı düşünürler tikeller arasında bazı benzerlikler olabileceğini ve bunları tanıtlamak için genel bir sözcüğün kullanılacağını yoksa konuşma ve düşünmenin olanaksız olduğunu ileri sürerler .. Adcılık her ne kadar düşünmeyi ve konuşmayı zihinsel imgeler ya da dinsel terimler gibi simgelerle açıklıyorsa da düşüncenin simgelerin doğru kullanımının ötesinde kalan yanı adcılığı bir tür kavramcılığa yöneltir. Bu nedenle kavramcılık arasındaki fark açık seçik belli olmaz. batı dünyasının bugün bulunduğu noktada olmasının temel nedeni, tümeller tartışmasını adcıların kazanmış olmasıdır. skolastik felsefenin yıkılmasına neden olan akımlardan biri. tümelleri gerçek saymayıp yalnız addan ibaret gören nominalizm’e göre seslerden oluşan tümellerin hiçbir gerçeklikleri olmadığından ötürü, asıl gerçeklik bu dünyadadır, tek tek nesnelerdedir. hıristiyanlık öğretisi tümeller üzerine kurulduğundan, genel kavramları gerçek saymamak dinsel kavramları ve dini gerçek saymamak anlamını içerir. bu bağlamda da nominalizm, kilise öğretisini temelden sarsan bir anlayıştır Rönesans ın çıkışını buna bağlayabiliriz…cok populer bir görüş olmasa da . bertrand russell, felsefenin problemleri kitabinda nominalizm tumelleri, tikellerin birbirine benzerliğinden den cikariyor. yani tikellerin birbirine benzer ozelliklerine (ing. property) tumel diyoruz. iyi ama bu durumda benzerligin (eng. resemblance) kendisi nedir? benzerligi de iki tikelin bir biriyle olan bir iliskisi olarak ele alirsak, bu durumda iki benzerligin benzerligi olgusuna variriz ve bu boylece ad infinitum uzar gider." bu sekilde tumeller fikrinden vaz gecmek mumkun gorunmuyor. ama tumellerin nasil ontolojiye sahip olacagi sorunu esasli bir sorun olarak duruyor. sorun gunumuz felsefesinde guncelligini korumaktadir. ontoloji, epistemoloji, dil felsefesi ve kuantum teorisi uzerinden gelisen felsefe soruna degisik acilimlar getirmeye devam ediyor. sorunla iliskili olan diger sorunlar akil/beden sorunu, ozgurluk/determinizm sorunu, nedensellik/nedensizlik sorunu gibi felsefenin basindan beri olagelmis sorunlardir. sorunun matematik problemi gibi olmadigi ve cozumunun olmadigi soylenmeli. ama gecerken sarfedilen dusuncelerin gelistiriciligi baska bir yerde olmayacak kadar verimlidir.aslında felsefede kanımca budur “ yolda olmak”….Engels’ e göre orta çağda materyalizmin ilk ifade edilişidir …bütün varlıkları sese ve ada indirgediğine dair yapılan us-dışı/sıradan yorumların aksine gerçek içlemi şu şekilde özetlenebilir: nominalizm, tümel kavramların tek başına birer varlığı olmadığından söz eder ve genelde tek tek şeylerin varlığı üzerine yoğunlaşır. idealist cepheden çok materyalist cepheye yakın bir görüştür. kavramlardan yola çıkarak tek teklere ulaşmayı amaçlayan öğretiye karşı bir tavır ortaya koyar. tümeller, tek tek şeylerden yola çıkarak oluşturulmuş ve tek başına (tek tek şeylerden bağımsız olarak) gerçekliği olmayan soyutlamalardır.
3 notes
·
View notes
Photo
ortaçağı açan (hypatia) ve kapatan (galileo) iki bilim insanı üzerinden aklın, din ve iktidarla savaşını anlatan azizler ve dahiler, ortaçağda bilim ve felsefenin sekülerizm ve iktidarla ilişkisini ele alıyor.
kitabın içeriğine geçmeden önce ortaçağa, dönemin özelliklerine bir bakalım.
yaklaşık yirmi altı yüzyıllık bir döneme tekabül eden felsefe tarihinde ortaçağ, antik felsefe ile modern felsefe arasında kalan yaklaşık bin yıllık dönemdir. başlangıcı hıristiyan düşüncesine bir model oluşturduğu için aziz augustinus bulunur ve dönem rönesansa kadar sürer.
felsefi içerik olarak dört ayrı düşünce geleneğinden oluşur:
hıristiyan felsefesi
islam felsefesi
yahudi felsefesi
bizans felsefesi
bu geleneklerin ortak felsefi özellikleri antikçağ felsefesine dayanıyor olmalarından ileri gelir.
ortaçağ felsefesi, antikçağ felsefesinin sonlarında belirginleşmeye başlayan din üzerine (dini içerikli) bir felsefe tarzının gelişmesi olarak gerçekleşir. felsefe ortaçağ’da dinsel tartışmaların ve inancın temellendirilmesinde bir araç konumundadır.
rasyonel düşünceyi inanca uygulayabilir miyiz?
ana yönelimi aristoteles olan patristik felsefenin devamı olarak kabul edilen skolastik felsefe, hristiyan inancının temellendirilmesi ve sistematikleştirilmesi girişiminden doğmuştur. kendi içinde üç ayrı döneme ayrılır: erken, yüksek ve geç dönem skolastik.
‘’felsefeyle din aynı yolun yolcusudur.’’ ibn rüşt
dönemin ruhuna biraz olsa felsefi olarak baktık, şimdi de azizler ve dahiler.
birinci bölüm: hypatia, antik kültür ve sekülerizm
hıristiyanlığın yükselmesi ile antik kültürün nasıl sona yaklaştığını, hypatia’nın yaşadığı dönemde bilim merkezi olan iskenderiye’de gelişen olaylar üzerinden anlatıyor.
ikinci bölüm: felsefenin ve bilimlerin hizmetçi rolü
bilimler ve felsefeye teolojinin hizmetçisi rolü verilmesinin bilimlerin ilerlemesine nasıl bir etkide bulunduğu tartışılıyor.
üçüncü bölüm: araçsallık ve galileo’nun matematiksel gerçekliği
matematiksel bilimlerin aristoteles’teki yeri ile matematiksel bilimlere araçsalcı ve gerçekçi yaklaşımlar.
dördüncü bölüm: prens ve sekülerizm
bilimlere verilen teolojinin hizmetçisi rolünü, hem matematiksel bilimler ile fizik arasındaki aristotelesçi disiplinel ayrım hem de astronomi bilimine yönelik araçsalcı ve gerçekçi tutumlar çerçevesinde ele alarak, galileo vakasına kilise’nin anti-seküler tutumunun neden olduğunu ve de galileo’nun, klise ile yaşadığı soruna çözüm olarak, klise’nin anti-seküler tutumuna karşı politik bir sekülerizmi önerdiğini ileri sürüyor.
gelende okuduğum kitapların alıntılarını ya da kitap üzerine düşüncelerimi burada paylaşıyorum ama yazar giriş bölümünde, bölümler hakkında çok güzel bir açıklama yapmış, oradan kendi cümleleri ile burada bu sefer de böyle paylaşmak istedim.
7 notes
·
View notes
Text
-Öyle ki Spinoza'nın Töz'ünden söz ederken sürekli tanrı-doğa kalıbını kullanmak gerekir. Çünkü o Tanrının doğadan üstün bir kavram olduğuna inanmaz. Spinoza'ya göre Tanrı özgür değildir. Ancak bahsettiğimiz özgürlük kavramını kendi üslubuyla yorumlamıştır. Tanrı varolmak ve varetmek zorunda olduğu için yaratmış ve varolmuştur. Ethica'da Töz'ü bu şekilde anlatır. Ancak geometrik ve diğer başlıklar altında incelediğimiz kalıpları kendi üslubuyla yorumladığı için sık sık yanlış anlaşılır. Günümüzde bile ona ateist diyen bir kesimin mevcudiyeti söz konusu. Spinoza ateist değildi. Kendi tanrısını yaratabilecek kadar dindardı. Şöyle ki Einstein bir makalesinde şu cümleyi sarfeder " Ben Spinoza'nın Tanrısına inanırım." O günün şartlarını ele alırsak tüm Avrupa'yı kasıp kavuran bir skolastik düşünce söz konusu. Bu da Spinoza gibi 17.yy düşünürlerinin durumunu çok fazla zorlaştırmıştır. Yazdığı yazılar, kitaplar yasaklılar arasında olan Spinoza hiçbir zaman pes etmemiştir.
-Spinoza'ya göre özgürlük, kültürel ve dini yanılsamalardan kurtulmaktır; yalnızca aklın egemenliğinde yaşayan insan özgürdür, fakat bu, mantığa uygun/rasyonel davranma Spinoza'da doğanın zorunluluğunun şeylerini yapmaktan başka bir şey değildir. Spinoza'nın sonsuz ve mutlak Tanrı diye ifade ettiği Doğa'da da ereksellik yoktur; gün ve gece, kederimize ve sevincimize aldırmadan başımızın üstünde döner durur. Doğa ya da Tanrı amaç gütmediğinden ötürü mükemmeldir, gerçektir, dayatır kendini insanın arzusuna. Duygularının esaretinde yaşayan insanın ise dıştan belirlenmiş, pasif bir kişiliği vardır, ancak etkin, kendini belirleyen bir kişiliğe yani özgürlüğe, akıl ile varabilir insan. Ve ona göre de yaşamın amacı budur; esaretten kurtulmak. Bu da ancak hayallerden yani fantaziden kurtulup yaratıcı güçleri devreye sokarak mümkün olabilir.
Spinoza'nın Conatus kuramının ilk önermesi ise şudur: "Tek tek her şey var olduğu sürece kendi varlığını sürdürmeye çabalar." Conatus, varlığı sürdürme isteği, evrensel yaşam mücadelesi anlamına gelir. Hatta Kabalcı baskısını okuduğum eserin kapağında şu ifade yazılı:
"...hiç kimse yarası iyileşecek umuduyla yaralanmak, sağlığına kavuşmak için hastalanmak istemez. Çünkü her insan mevcudiyetini korumaya ve her zaman mümkün mertebe kederden uzak durmaya çabalar." Oysa biz biliriz ki tam olarak yaptığımız da budur. Biz değil miyiz, inandığı şey uğruna canını hiçe sayan veya biraz olsun yüzeye yaklaşabilme umuduyla dibe daha çok batan...Ve Spinoza, bu noktada, intihar eden kişi için yalnızca zayıf karakterli demekle yetinir. Nietzsche ise karşı çıkar buna, "herkes hayatını sürdürmek için değil yalnızca daha fazlasını alabilmek için elinden geleni yapar." yani Spinoza'nın Conatus'u temelde bedenin dış etkenlere karşı kendini savunması iken Nietzsche de güç istenci, bunu tam tersi olarak anlatır. İnsan güç istenci içindeyken bedeninin sağlığını gözetmez. Çok bilinen "beni öldürmeyen acı güçlendirir" deyişi örneğin, Nietzsche'nin burada demek istediği gücün zayıflık olduğudur. Ölmek gereklidir biraz, çünkü ancak ölüler, arzudan muaf talihlilerdir, çünkü ancak arzu, bir illet gibi dokunmamıştır onların etlerine; dökülür, terk ederler o eski tapınağı.
-Spinoza, felsefesinde mutluluğu aramak için yola çıkmış bir filozoftur. Bu nedenle ona göre insan bilgi ve duygusunu kendi mutluluğunu kazanmak ve mutsuzluğunu kendinden ve toplumdan uzaklaştırmak konusunda yardım etmelidir. Bunun için de insanın üç şeyi sevmesi ve bilmesi gerekir; Tanrı, evren ve insan. Bu nedenle insanın önce kendi ten ve zihnini bilmesi önemlidir. Zihnin sezgi gücüyle ebedilik kavramını bilmesi, Spinozaya göre onun en üstün çabası ve erdemidir. Şeyleri üçüncü tür bilgi ile bilmek Tanrı bilgisinden yola çıkarak onları eksiksiz kavramak demektir. Spinoza'nın sevgi metafiziği onu insanı mutluluğa götüren "Zihinsel Tanrı Aşkı" kavramına dayanır. İnsanın selameti, mutluluğu ve özgürlüğü de bu yüce sevgide yatmaktadır. Bu nedenle zihni en çok meşgul eden şey Tanrı sevgisi olmalıdır.
3 notes
·
View notes
Text
Geometri ve Matematik
Geometrinin felsefe ve bilimsel yöntem üzerindeki etkisi köklü olmuştur. Yunanlıların kurduğu şekliyle geometri aşikâr olan (ya da öyle sayılan) aksiyomlarla başlar, tümdengelimli akıl yürütmeyle ilerleyip, aşikâr olmaktan çok uzak olan teoremlere ulaşır. Aksiyomlar ve teoremler, deneyimle verili bir şey olan fiili uzayın gerçeği kabul edilir. Bu yüzden, önce aşikâr olanı fark ederek ve ardından tümdengelimi kullanarak, fiili dünyayla ilgili şeyler keyfetmek mümkün gibi göründü. Bu görüş Platon’u, Kant’ı ve aradaki pek çok filozofu etkiledi. Bağımsızlık Bildirgesi “bu hakikatleri aşikâr kabul ediyoruz” dediğinde, Eukleides’i model alıyor. On sekizinci yüzyıl doğal haklar öğretisi, siyasette Eukleidesçi aksiyomlar arayışıdır. Newton’un Principia’sının biçimine, kuşku götürmez empirik malzemesine rağmen, tamamen Eukleides egemendir. Tam skolastik biçimleriyle teoloji, üslubunu aynı kaynaktan alır. Kişisel din esrimeden, teoloji matematikten türer ve Pythagoras’ta ikisi de bulunur.
Bana göre matematik, duyuüstü anlaşılır bir dünyaya inancın yanı sıra, öncesiz-sonrasız ve tam hakikate inancın da baş kaynağıdır. Geometri tam daireleri ele alır; ama duyulur hiçbir nesne tam olarak daire değildir; pergelimizi ne kadar dikkatli kullanırsak kullanalım, bazı kusurlar ve düzensizlikler olacaktır. Bu da, her tam muhakemenin duyulur nesnelere karşıt olarak ideale uygun olduğu görüşünü ima eder; daha ileri gidip, düşüncenin duyudan daha soylu ve düşünce nesnelerinin duyu-algı nesnelerinden daha gerçek olduğunu savunmak doğaldır. Zamanın öncesizlik-sonrasızlıkla ilişkisiyle ilgili mistik öğretiler de soyut matematikten güç aldı; çünkü matematiksel nesneler, örneğin sayılar, gerçekseler, öncesiz-sonrasızdırlar ve zamana bağlı değildir. Bu tür öncesiz-sonrasız nesneler, Tanrı’nın düşünceleri olarak tasavvur edilebilir. Platon’un Tanrı’yı bir geometrici kabul eden öğretisi ve Sir James Jeans’ın Tanrı’yı aritmetiğe düşkün gören inancı buradan kaynaklanır. Pythagoras’tan ve özellikle Platon’dan itibaren, vahiy dinine karşıt olarak rasyonalist dine, tamamen matematik ve matematiksel yöntem egemen olmuştur.
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 1
12 notes
·
View notes
Text
G O T İ K - A
''Gotizm nerede?.. İçimizde; ruhumuzu kemiren kasvetin tam ortasında.. O kasvet biraz karanlık, biraz buğulu, hüzünlü.. Yüzü vahşi; içi kırılgan bir kuğu..
Acıdan beslenir gün ışığından kaçarken. Mutsuzluğun ağına takılır,
direnebileceğine inanmadan beklerken.. Onun gezdiği sokaklar soğuk, geçtiği yollar yalnız.. Gotizm nerede?.. *** Kavimler göçünde birçok uygarlık.. Kimi burjuva, kimi barbar.. İngilizler vahşi olan uygarlıkları damgalar; Gotik.. Germenler vahşi gelir nazik halklara, damgalanırlar bu yüzden bu sıfatla. Tarih sahnesine yeni bir kavram çıkar;‘’Gotik’’..
Devam eden süreçte bu damgaya çok rol oynatır tarih; içinden sanat geçen roller.. Gotizm, biraz resme girer, biraz heykele,
biraz müziğe, çokça da yaşantıya.. Ama en görkemli rolünü mimarlıkta oynar. Yaşantıların gizli yöneticisi mimarlık, gotizmle Avrupa’da tanışır. Avrupa’nın Romanesk dönemi yaşadığı zamanda gelir bu rol. O dönemde oyunların yönetmen koltuğunda ‘’din’’ vardır. Katoliktir mezhepler, din adamları yeni yapılar ister. Onlar ister, sanatçılar yapar.. İngiltere’de, İtalya’da, Almanya’da.. Her ülke, kendi diliyle oynar oyunlarını; kendi oyuncuları, kendi dili, kendi kimliği.. Ama Roma İmparatorluğunun yıkılmasıyla, kilise gücünü kaybeder ve sorgulanmaya başlar derince. Halkın zihni özgür kalmıştır bir parça, zihinler düşünmeye başlar heyecanla. Halkın, insan psikolojisine olan ilgisi geri döner düşündükçe; ‘’Yaşamın soluğu..’' ‘’Yeryüzünün tozu..’’ Aristo’ya da bir rol gelir bu oyunda. Halk, Aristo felsefesini benimser, Aristo gibi düşünmek örtüşmüştür hayatlarıyla.
Aristo, duyuları ve zihniyle hayatı yorumlar. Hayatın kendisi; doğanın kendisi.. Onlar da bu yolda Aristo’nun arkasından gitmek ister. Aristo düşüncesi, Skolastik felsefeyi doğurur; Evreni akılcı yolla yorumlama.. Dini, düşünerek yorumlama.. Halk düşünmeye başladıkça, kandırıldıklarını görür kilise tarafından haince. Cennetten satılan yerler yoktur gerçekte, halk kabullenir bu gerçeği büyük hayal kırıklığıyla. Kilisenin imajı böylelikle yüksek yerlerden aşağı düşmeye başlar.. Devletlerin imajı da sarsılmıştır savaştaki yenilgilerden. Halk kendini güvende hissetmez, korku gelir beraberinde. Korunmak için bir güç arar; işte böyle tanışırız şövalyelerle tarih sahnesinde. Bu koruma rolünü onlar üstlenir, karşılığında da onlara ticaret alanları verilir. Şövalyeler halkı korur, köylüler ise toprağı işler. Toprağı işlemeleri karşılığında güvenlikleri sağlanır, başka da kazancı olmaz köylülerin bu işten. Şövalyeler kazanır kazandıkça; para ve prestij.. Yeni bir sistem gelişir böylece; Feodalite.. ***
Akılla düşünme sistemiyle, halk, hayatı daha iyi anlamaya, yorumlamaya başlar. Skolastik felsefenin 3 ilkesi; aydınlatmak.. açıkça göstermek.. açıklığa kavuşturmak..
İnanç, akla götürür;
akıl ile imgeleme başlar;
imgeleme ile duyular bütünleşir.. Aristo, başlarındaki gizli özne.. Onun dediği gibi; gerçeklerin hakikisi incil’in içinde. Onlar da bu gerçekleri takip eder, dini incil’deki gibi yorumlar. Böylelikle din, akılla birleşmeye başlar.. İnançları akılla, düşünceyle birleştikçe, bu, hayatlarının her noktasına sızar. İlk dışavurumu da Tanrı’ya yaklaştıkları en güçlü yerlerde, kiliselerde gerçekleşir. Kilise de bu noktada onlara destek vermek ister. Herkese bir fayda.. Onların ise kalplerindeki inanç şiddetlenerek, akılla bütünleşmek ister. Tanrı’ya giden yolu çoğaltıp, mantıkla çözümler. Mimarlığı dansa kaldırır akıllarındaki yeni düşünceler, böylece bilinmeyen bir vals başlar Avrupa’nın bir köşesinde.. ** Bu dansın amacı Tanrı’ya ulaşmak.. Bu dansın amacı; Tanrı’ya düşünebildiklerini göstermek.. Bu dansta matematik var.. Bu dansta soyutun somuta nasıl çevrildiği var.. Yerden göğe yükseliş.. Sivrilerek sonsuza gidiş.. Bu Gizemli vals, Romanesk valsinin evrilişi.. Romanesk valsinin koreografisinin nirvanaya uzanışı.. *** Romanesk mimarisinde yapılar ağır, duvarlar kalın, gün ışığı içeri sokulmak istenmez.. Gotizm ile birlikte, yeni bir strüktürel dil gelişir; Roma mimarisinde keşfedilen eğrisel tonozlar, sivriltilerek daha dayanımlı hale gelir. Tonozlardan gelen yük, kolonlara aktarılır, oradan da zemine.. Kolonlar, daha güçlü davranması için payandalarla desteklenir. Böylelikle yeni bir kavram daha doğar; uçan payandalar.. Taşıyıcı sistem gururla kendini cephede gösterir, duvarlar da böylelikle taşıyıcılıktan kurtulur, hafifler.. İç mekanlar ferahlar, hafifleyen duvarlara artık daha çok pencere gelebilir.. Duvarlar, binayı taşırken beraberinde kasveti getirmiştir, onlar hafifledikçe de kasvet, bir parça gitmiştir. Artık kiliseler daha büyük inşa edilebilir yeni taşıyıcı sistemiyle, başlar böylelikle genişleyip yükselmeye..
Kiliseler büyüdükçe, zihinlerdeki yeni düşüncelere yaklaşır. Göğe yükselme güdüsüyle kuleler işlenir, sivrilir sivrildikçe.. gökyüzüne.. Gotik mimari, sivriliğiyle kimlik kazanır, Artık onunla ilgili olan her şey, böyle anılır.. Sivrilik, içeride dışarıda.. her yerine karışır.. Katedrallerin doğumu işte böyle gerçekleşir.. ** Katedrallerde yorumlanan düşünce, total mekanı Tanrı’ya hissedilen inançla bütünleştirmek.. Avrupa, savaşlardan bitkin düşer,
korunma içgüdüsüyle kiliselerini,
çevresine geçirimsiz bir kale gibi örmek ister. İçeride ise sonsuz bir mekan sunar; inançlarını mantıkla yorumladıkları derin bir alan ve artık içeride sadece inanılan şeyle bütünleşmek var.. Dışarıda kalan yüz süslü, görkemli;
dışarıdakilere içerideki yüceliği gösterişi.. Gotik mimari; inancın görkemle buluştuğu o derin kıyı.. ** Gotik mimari ilk nerede doğdu; muamma.. İngilizler Durham’da der, Fransızlar ise Paris.. Ama gerçeği bir tek tarih bilebilir.. 1140’a gittiğimizde St. Denis Kilisesini görürüz Paris’te. Gotik üslupta izler vardır üstünde. Fransızların, iddialarını kanıtlayacakları daha çok eser vardır o civarda. Bu eserlerle hızla yayılmaya başlar tüm Avrupa’da gotik mimarlık. İspanyollar, Arap mimarisiyle birleştirir, İtalyanlar ona sırt çevirir, Almanlar ise dikkatle incelemeye başlar.. Henüz gerçek bir Almanya da yoktur o dönemde. Kavimler göçüyle birbirlerini bulan birer parça Alman kavmi.. Katoliklerdir o dönemde hala, Luther henüz doğmamıştır, Protestanlık yoktur ortada. Almanlar da göğe yükselmek ister diğerleri gibi. Ama çok benimsemişlerdir Romanesk stili. Amaçları sadece onu geliştirmektir. Parça parça alırlar gotik unsurları, bu yüzden geç dönemde yakalarlar gotik mimariyi.
Germen şövalyeleri güçlü, duyulan ihtiyaçtan, yaptıkları ticaretten tarımdan.. Kapital titreşimler.. Almanya’nın Baltık yanı ticari hayatta ne kadar da hareketli.. Baltık denizinin olanaklarından sonuna kadar yararlanan birtakım insanlar, Ringa balığı avcılığı, tarım, madencilik yaparlar.. Ama en çok tarımdan pay çıkarırlar, kuzey Avrupa’ya en hakim ticari alan.. Almanya kendi içinde iki parça; Bir doğu, bir batı.. Batı kısmı Fransa’dan gelen neşeli müziğin ruhuna kapılmış.. Oradan tadını duyumsadıkları bu hayat yavaş yavaş nefeslerine karışmış; Yaptıkları katedraller de bu kaygıyı taşımış.. Ancak Almanların mimari alanda tek istediği; Romanesk düzeni iyileştirmek.. Bu yüzden sadece iyileştirebilecekleri unsurları almışlar gotikten birer birer.. Planlar Fransa’dan, İngiltere’den.. Gotik tarzı benimsediklerinde, kendi yorumları gelir yavaş yavaş; Almanların mimari söylemi girmeye başlar böylece gotiğin içine. Ellerindekilerle gördükleri birleşir, başlar yoğrulmaya gözler önünde. Başta her şey Romanesk'ii iyileştirmek içindir; ancak zamanla gotik dil çok benimsenir. Görkemli, insanı sonsuzluğa taşımak isteyen bir dil, Baltık denizinden Fransa sınırlarına uzanan.. Baltık denizinde ticaret sürekli, çalışma sürekli.. Almanlar bu hareketlilik içinde kendine en uygun yerleri seçer, deniz aşırı yerlere hafif malzemeler işler, taşır. Böylelikle kazandıkça kazanır.. Mimari dillerinde taş çok, ancak taşıması zor.. Ellerinde kırmızı tuğla bol, yeni bir oyuncu gelir sahneye, kırmızı tuğla geçer bundan sonra baş role. Kırmızı tuğlanın gelişi, Almanya’nın gotik mimarideki dönüm noktası.. Kırmızı tuğlanın keşfiyle özgün bir kimlikleri oluşur gotik mimaride. Artık daha da kişiselleştirmeye başlarlar bu stili.. Onlar için kuleler; güç ve iktidar.. Kuleler daha da sivrilir, iç mekan daha da genişler.. İçeride nefler, transeptler, koro yeri.. Almanlar zaman zaman yan neflere koridor ekler, mekan daha da genişler. Mekan genişledikçe, daha da yükselmek isterler. Derinlik hissinden böylece hiç kopmazlar..
Ancak geometriye aşırı düşkünler. Düz çizgilere olan düşkünlükleri, sıkıcı bir hal alır zamanla.. Bu sıkıcılıkları, kulelerinin dantel gibi işlenmesiyle bir parça kırılır, İngiliz gotiğine göz kırparak tarih içinde yerini bulmaya başlar.. Gotik mimariyi özümsedikçe daha da içselleştirirler. Dışarıdan bu kez içeriye bakıp, iç mekanları yorumlar. Daha geniş mekanlar için, koridorlar çoğalır. Koro yeri yükselir, bazen de triforium.. Triforium zaman zaman galeri olarak işlevlendirilir. Işığı çok sevmezler İngilizler gibi.. Pencereler ve pervazlar ise olabildiğince basit.. Pencereler sadece birer pencere.. Almanlar tarih sahnesinde her zaman oldukları gibiler.. İşlevsel ve sade.. Süsten uzak rasyonalize edilmek istenen işler.. Şimdi sıra yukarı baktığımız yerde; Gotik mimaride tonozlar sivriliyor, kaburgalara dönüşüyor. Almanlar bu tekniği daha da geliştiriyor. Zamanla kaburgaları tonozlardan kopararak, parçalı tonoz yüzeyin altında havada duran bir kiriş sistemini dantel gibi örüyorlar; buna da ‘’uçan kaburga’’ adı veriliyor, yukarı bakmaya devam ediyorlar.. Onları içeriden yukarıya baktıkça, mekandaki farklı yükseklikler daha da çarpıcı gelmeye başladı zamanla. Transept ve neflerin farklı yükseklikleri sorgulamaya itti onları heyecanla. Yeni bir görüş geldi ardından, nefler ve transeptler aynı yüksekliğe getirilip, tek bir örtüyle örtüldü bu karardan sonra. ‘’salon kilisesi’’ kavramı işte böyle doğdu. Artık içerisi tek bir hacim.. Almanlar artık gotik mimaride kendine özgü..''
Almanların tarih içinde hep geleneklerine bağlı bir çizgide yürüdüklerini görüyoruz. Savaşlardaki yenilgilerden, sarsan prestijden, yaşanılan tüm acıdan doğan en büyük şey; kimliklerini sonuna kadar korumak olur. Kim olduklarını unutmamak istercesine bağlı kalırlar bir zamanlar oldukları kişilere. Bu çok iyi, bu çok kötü.. Kim olduklarına sahip çıkmaları benliklerini korurken, bu kadar geleneklerine bağlı olmaları onları sınırlandırmaz mı?.. Etraflarında görünmez bir duvar var sanki, dışarıya karşı koruyorlar kendilerini. Artık kaybetme lüksleri yoktur çünkü. Ortaçağda başlayan bu gotik hikayeleri, Almanların kabullenmeleri yine zaman almış. Bu gelenekçi tutumları önlerine bir kalkan.. Alman sınırlarında sorgulanan yeni bir mimari dil.. Romaneskin hemen arkasından gelen başka bir heyecan.. Her ne kadar kabullenmeleri diğer ülkelere göre zaman alsa da, benimsedikleri ilk andan itibaren kendileriyle ilişkilendirebilecekleri bir üslup olduğunu görürler. Bu üslup onların Romanesk dili geliştirmeleri için büyük fırsattır ve bu fırsatı da çok başarılı bir şekilde değerlendirirler. Baktığımızda en iddialı projelerin büyük kısmını Alman sınırlarının içinde görürüz. Gotik üslupta ne kadar heyecanlı oldukları ortada.. Yükselmek hoşlarına gitmiş.. Büyümenin yeni formüllerini keşfetmek hoşlarına gitmiş.. En iddialı katedrallerden biri olan Ulm Katedrali, dünyanın en yüksek katedrali olarak yer almakta.
Kuleye 768 basamakla ulaşılır, oradan Alpler bile izlenebilir.. 1900lerin başında bu yapı dünyanın en yüksek yapısı olma ünvanına da sahip olur 161 m’lik yüksekliğiyle. Yapımına 1300lerde başlanır ancak 1800lere kadar sürer tamamlanması. Almanya’nın bu kadar büyük istemesinin bedeli de bu gibi görünüyor; yapımı asırlar süren gotik katedraller.. Hiç bitmeyen şantiyeler.. Ama yükselmekten ve genişlemekten vazgeçmezler yine de. Kuleler yükselir, kaybolan itibarları bir parça geri kazanılır.. Mimarlık, milletlerin yeryüzüne yansımaları.. Kendilerini ifade etme yöntemlerinden biri.. Tüm bu şatafatlı katedraller, yükselmeler, büyümeler, vs. hepsi bir parça itibar göstergesi. Almanların prestije de her zamankinden çok ihtiyaçları olan bir süreç. Disiplin ve akılcı yaklaşımlarıyla da başarılı çalışmalar sunmuşlardır dünyaya. Kırmızı tuğlayı katedrallerinde kullanma fikri, gotik dönemin dönüm noktalarından biri.. Üsluba ayrı bir dil getirir, diğerlerinden farklılaştırmaya başlar işlerini. Baltık denizinin avantajlarını sonuna kadar kullanmıştır Almanlar.. Kırmızı tuğlanın ve gotik mimarinin İstanbul’daki en başarılı yansımasını St.Antoine Kilisesinde görürüz. İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi.. 1200lerde inşa edilen ve iki kez yanan bu kilise, şu anki yerine Galatasaray’a taşınmıştır. Cadde girişindeki iki betonarme apartmanıyla, istiklal caddesi’nin ilk betonarme yapılarındandır. 1900lerin başında, İtalyan mimar Eduardo De Nari, neogotik üslupta bir cephe önerir kırmızı tuğladan. Ve bu sayede, İstanbul da gotik mimarinin ve kırmızı tuğlanın tadına bakar bir parça..
#gothic#goth#gothstyle#architecture#building#black and white#black#mimarlık#gotik#gothic architecture#gothic art#art#design#cathedral#katedral#kilise#church#aristo#dark
22 notes
·
View notes
Text
Razi
Ona yüz yüze konuşmamızı ben teklif etmiştim. Kanımca benim duygusal çözümlemelerimi dinlemeye pek bir hevesli, her ne kadar hödüğün teki olsa da beni şaşırtan birkaç duygusal anına takılıp kalmışım işte. Bir an bile cümlelerimi kesmeden beynimin akışına izin verecek, bulduğum çözümler sayesinde ikimiz de varoluşsal sevgi dolu gerçekliğimize dönüşerek, bu fazlasıyla can sıkıcı ve -bulunduğumuz…
View On WordPress
#akıl yürütme#argo kelime#beyin#düşünceler#Farabi#Kedigiller#MAdam Bovary#Mantık#Neyya Nükhet Eren Yaratıcı Yazarlık Atölyesi#neyyaedebiyat#neyyaliterature#otomatik cevap#pazartesi14#RAzi#Skolastik düşünce#Şaheser Yılmaz#İbn-i sina#İsis
0 notes