#Politik ve Sosyal Çatışmalar
Explore tagged Tumblr posts
Text
Gustave Bloch – Roma Cumhuriyeti (2024)
Gustave Bloch’un ‘Roma Cumhuriyeti’ adlı eseri, Roma Cumhuriyeti’nin siyasi ve sosyal yapısını derinlemesine inceleyen önemli bir tarih çalışmasıdır. Bloch, bu eserinde Roma Cumhuriyeti’nin kuruluşundan düşüşüne kadar geçen süreci, özellikle de cumhuriyet dönemindeki siyasi mücadeleleri ve toplumsal dönüşümleri detaylı bir şekilde analiz etmektedir. Bloch, Roma Cumhuriyeti’nin kuruluşunu…
View On WordPress
#2024#Dicle Ezgi Gözoğlu#Gustave Bloch#Politik ve Sosyal Çatışmalar#Roma Cumhuriyeti#Roma İmparatorluğu#Selenge Yayınları
0 notes
Text
Agora (2009), Alejandro Amenábar’ın yönettiği ve Rachel Weisz’in başrolünde yer aldığı tarihi bir dramadır. Film, Antik Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Mısır’daki Alexandria şehrinde, ünlü filozof ve matematikçi Hipatia’nın hayatını anlatmaktadır. Hipatia, dönemin entelektüel dünyasında, bilimin ve akılcılığın savunucusu olarak öne çıkarken, Hristiyanlığın yükselişiyle çatışmaya girer.
Film, Alexandria Kütüphanesi’nin yıkımı, paganlar ile Hristiyanlar arasındaki çatışmalar ve dönemin dini ve bilimsel çatışmaları üzerine odaklanır. Hipatia’nın bilimsel ve felsefi çalışmalarına karşı gelişen dini baskılar, hem kişisel hem de toplumsal düzeyde büyük bir gerilime yol açar. Agora, aynı zamanda kadının toplumdaki yerini ve tarihsel olarak kadınların entelektüel dünyada nasıl dışlandığını da ele alır. Hipatia, zamanın öne çıkan düşünürlerinden biri olmasına rağmen, kadın olduğu için sosyal ve politik baskılara maruz kalır.
Filmde, Hipatia’nın entelektüel mücadelesi, dini dogmalarla verdiği savaş ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi temalar işlenir. Ancak, tarihsel doğrulukla ilgili bazı eleştiriler de yapılmıştır, çünkü filmdeki bazı olaylar dramatize edilmiştir. Yine de, Agora tarihi olaylara ve düşünsel çatışmalara dair önemli bir sinematik bakış sunar.
Film, görsel olarak da oldukça etkileyicidir. Büyük bütçesi ve etkileyici set tasarımıyla, Alexandria şehri ve kütüphanesinin ihtişamını başarıyla yansıtır. Film, felsefe, tarih ve din arasındaki kesişim noktasını derinlemesine keşfeder ve bu yüzden entelektüel bir izleyici kitlesi tarafından takdir edilmiştir.
“Tarihi kaynaklara göre Hypatia'nın derisi canlıyken yüzülmüş, vücudu parçalanmış ve kalıntıları iskenderiye sokaklarına atılmış ve yakılmıştır.”
0 notes
Text
SOL Nedir? SOL, genellikle toplumsal, ekonomik ve politik eşitsizliklere karşı çıkan, adalet ve eşitlik ilkesini benimseyen bir ideolojidir. SOL'un temel amacı, toplumdaki farklı sınıflar arasındaki eşitsizlikleri azaltmak ve herkesin yaşam koşullarını iyileştirmektir. Bu ideoloji, çeşitli tarihsel süreçler ve siyasi akımların etkisiyle gelişmiş, farklı yorumlar ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. SOL ideolojisinin temelinde, insan haklarına saygı, sosyal adalet, emekçi sınıfların haklarına verilen önem ve eşitlik ilkesi yer almaktadır. Ayrıca, SOL, emperyalizme karşı mücadele, barış ve uluslararası işbirliği gibi konularda da önemli bir rol oynamaktadır. SOL, genellikle devletin ekonomik ve sosyal alandaki müdahalesini destekler ve sosyal politikaların uygulanmasını savunur. SOL'un tarihsel olarak farklı dönemlerde farklı yorumlandığına ve uygulamalarının değiştiğine dikkat çekmek gerekir. Ancak temelde, SOLun insan odaklı, eşitlikçi ve adalet anlayışı her zaman ön planda olmuştur. Bu ideoloji, dünya genelinde farklı siyasi partiler ve hareketler tarafından benimsenmiş ve uygulanmıştır. SOL, tüm bu özellikleriyle, toplumsal dönüşümü ve eşitlikçi bir toplumun oluşturulmasını hedefler. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için çeşitli zorluklarla karşılaşabilir ve farklı toplumsal kesimlerle çatışmalar yaşayabilir. Bu nedenle, SOL ideolojisinin tarihsel ve teorik temelleri, günümüzde de aktüel bir konu olmaya devam etmektedir. SOL'un İdeolojik TemelleriSOL, tarihsel bir akım olup, temelinde toplumsal eşitlik ve adalet anlayışını yatırmaktadır. Bu ideolojik temeller, Marksist düşüncenin etkisi altında gelişmiştir. Marksist felsefeye göre, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlik, kapitalist sistem ile ilişkilendirilmiştir. SOL, bu ideolojik temeller üzerinde yükselerek toplumsal eşitlik mücadelesini vermektedir.SOL'un ideolojik temelleri, emekçi sınıfın özgürleşme mücadelesi üzerine kurulmuştur. Bu mücadele, emek ve sermaye arasındaki adaletsizliği görünür kılarak toplumsal çelişkilerin giderilmesini hedefler. Bu ideolojik temeller, sınıf mücadelesi ve toplumsal adalet anlayışıyla şekillenmiştir.SOL'un ideolojik temellerinde yer alan bir diğer önemli kavram ise uluslararası dayanışmadır. SOL, sadece ulusal düzeyde değil, tüm dünya emekçilerinin ortak mücadelesini savunmaktadır. Bu nedenle, ideolojik temellerinde uluslararası ilişkilerdeki rolü de önemli bir yer tutmaktadır.Toplumsal eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde yükselen SOL'un ideolojik temelleri, sınıf mücadelesi, uluslararası dayanışma ve toplumsal adalet gibi kavramlar üzerine kuruludur.SOL'un Tarihsel Gelişimi SOL'un tarihsel gelişimi geçmişten günümüze birçok değişiklik ve dönüşüm geçirmiştir. İdeolojik temellerinin atıldığı 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanan SOL, başlangıçta endüstri devrimiyle birlikte ortaya çıkmıştır. SOL, kökenleri 19. yüzyıl Avrupa'sına dayanan bir ideolojidir ve tarihsel gelişimi boyunca birçok farklı akımlara ev sahipliği yapmıştır. Marksizm, anarşizm, sosyalizm gibi akımlar SOL'un tarihsel evriminde etkili olmuştur. İşçi sınıfının gücünü ve haklarını savunan SOL, tarihsel süreç içerisinde emperyalizme, sömürgeciliğe ve sermaye birikimine karşı mücadele vermiştir. SOL'un tarihsel gelişimi, sosyal, ekonomik ve politik değişimlere paralel olarak şekillenmiştir. Günümüzde de değişen koşullara uygun olarak gelişimini sürdürmektedir. SOL'un Ekonomi PolitikalarıSOLun ekonomi politikaları, temelde toplumsal eşitlik ve adalet prensipleri üzerine kuruludur. Bu ideolojiye göre, devletin ekonomik faaliyetlerinde halkın refahını artırmak ve gelir dağılımını dengelemek amaçlanır. Bu nedenle SOL hareketi, vergi politikalarında ve sosyal yardımlarda yenilikçi ve kapsayıcı politikaları destekler.Aynı zamanda, SOLun ekonomi politikaları işçi haklarını güçlendirmeyi, işsizlikle mücadeleyi ve temel ihtiyaçlara erişimi desteklemeyi hedefler. Bu çerçevede, emek hareketlerine ve sendikal faaliyetlere destek verilir, temel ihtiyaçlara erişim için kamu hizmetleri ve sosyal güvenlik ağları genişletilir.
SOL ayrıca, sürdürülebilirlik ve çevresel koruma prensiplerini de ekonomi politikalarının merkezine yerleştirir. Sosyalist hareket, karbon emisyonlarını azaltmayı, yenilenebilir enerji kaynaklarını teşvik etmeyi ve doğal kaynakların adil bir şekilde paylaşılmasını savunur.Sonuç olarak, SOLun ekonomi politikaları, toplumsal eşitlik, sürdürülebilirlik ve adalet temelli bir yaklaşıma dayanır. Bu politikalar, daha adil bir toplum ve daha sürdürülebilir bir ekonomi vizyonunu temsil eder.SOL'un Toplumsal Eşitlik AnlayışıSOL, toplumsal adalet ve eşitlik konusunda çok önemli bir ideoloji benimser. SOL'un toplumsal eşitlik anlayışı, herkesin eşit haklara sahip olması ve gelir dağılımının adaletli olması gerektiğini savunur. SOL hareketi, toplumda herkesin eşit fırsatlara sahip olması, yoksulluk ve ayrımcılığın önlenmesi için mücadele eder. Toplumsal cinsiyet eşitliği, ırk ayrımı yapmaksızın herkesin eşit haklara sahip olması SOL'un toplumsal eşitlik anlayışının temel unsurlarından biridir. SOL'un toplumsal eşitlik anlayışı, gelir ve servet dağılımının adil olması ve herkesin insanca yaşayabileceği bir dünya için mücadele etmektedir. Eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçlara eşit erişim sağlanması, SOL ideolojisinin temel amaçlarındandır. SOL, toplumsal adalet ve eşitlik konusunda farklı politikalar geliştirerek, sosyal devlet anlayışını destekler ve toplumda herkesin refah içinde yaşamasını sağlamak için çaba harcar.SOL'un Uluslararası İlişkilerdeki RolüSOL, uluslararası ilişkilerde önemli bir role sahiptir ve farklı ülkeler arasında dayanışma ve işbirliğini teşvik etmektedir.SOL, uluslararası ilişkilerde barışçıl bir diplomasiyi savunur ve savaşın çözüm olmadığına inanır. Uluslararası arenada SOL partileri, ülkeler arasındaki ilişkileri geliştirmek ve insan haklarına saygı göstermek için çaba gösterir.SOL'un uluslararası ilişkilerdeki önemi, küresel düzeyde adalet ve eşitlik konusundaki çalışmalarıyla da ortaya çıkar. SOL partileri genellikle emperyalizm karşıtı politikaları savunur ve zayıf ülkelerin haklarını korumak için mücadele eder.Uluslararası arenada SOL'un rolü, küresel ekonomik ve sosyal adaletin sağlanması, çevre koruma politikalarının desteklenmesi ve uluslararası kuruluşlar aracılığıyla barışın teşvik edilmesinde de önemli bir rol oynar.
0 notes
Text
GAYRİ NİZAMİ HARP DOSYASI /// VELİ ŞAHİN : Gayrinizami harp ve Cumhur İttifakı
VELİ ŞAHİN : Gayrinizami harp ve Cumhur İttifakı Tek adam rejimine karşı muhalif olan kesimlerin, seçim kazanılmadan zafer sarhoşluğu yaşadığı ifade ediliyor. Elbette iktidarın içerisine düştüğü çaresizlik, biriken sorunlar, klikler arası şiddetlenen çatışmalar, sosyal-ekonomik ve politik olarak çürümüş tek adam rejiminin psikolojik üstünlüğü sağlaması kolay görünmüyor. Tek adam rejimi ve ondan…
View On WordPress
0 notes
Text
Muhtemel Seçimler Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Türkiye'de gerçekleşmiş olan genel ve yerel seçimlerin iç dinamiklerine bakıldığında hepsinin devletin ve yönetim şeklinin karşı karşı karşıya kaldığı (hakim sınıflar arası çatışmalar, iç huzursuzluklar, sosyal isyanlar vs. gibi) krizler ile bağlantılı olduğu görülebilir. Elbette ki bu krizler Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıflarının karşı karşıya kaldığı yapısal krizlerden, mevcut emek ve birikim rejiminin sürdürülebilirliğine dair yaşanan yönetsel ve idari sorunlardan da (egemenler cephesinden de) bağımsız değildir. Başka bir deyişle, seçimler her seferinde sistemin politikalarını kitlelere onaylatmak ve rıza üretmek için yapılmaktadır. Yoksa iddia edildiği gibi "milletin demokratik iradesinin tecelli edilmesini sağlamak" için değil!
Bu işin sistem için olan güzel tarafı ise, sistem/suyun başını tutanlar ne zaman isterlerse halk ancak o zaman sandık başına gidebilmektedir! Başka bir deyişle, bu sistem gereğince seçimi düzenleyenlerde seçimde seçilenlerde istisnalar dışında organik olarak aynıdır. İşte bu temsiliyetizm oyununa "demokrasi" adı verilmektedir. Yani siz oylarınız ile bir kişiyi seçiyorsunuz; o kişinin sizi temsil ettiğine inanıyorsunuz ama o kişi sizi değil, öncelikli olarak kendisini temsil ediyor. Açıkçası sınıflar adına yapılan temsiliyetizm biçimlerinde de durum pek farkı bir sonuç doğurmuyor. Zira sınıf adına yapılan temsiliyetizmde de kişi sınıftan çok kendi kendisini temsil eder hale geliyor. Çoktan aza doğru yetki bürokrasiye devredilerek bürokrasi eliyle de yetki tek bir kişide cisimleşiyor. Günümüz modern temsiliyetist devlet yapılanmaları ve siyasi partilerin tümü de bu şekilde örgütlenmektedir.
Gerçekte meselenin kökü salt temsil edip etmemek değil, asıl önemli olan temsil edenle/temsil eden arasındaki ilişkide denetimin nasıl sağlanacağıdır. Aşağıdan yukarıya ve yukarından aşağıya doğru bağımsız kurumlar aracılığıyla çift kanatlı toplumsal bir denetim olmadığı sürece kim olursa olsun temsiliyetizmin tüm biçimleri şahsi temsile dönüşmekten kurtulamaz. Bu açıdan hem dünyada hem de Türkiye'de seçimler bu haliyle memurun, devletin ve kapitalistin çıkarlarına uygun bir sistem kurmaktan ve piyasa mekanizmalarını güvence altına almaktan başka da bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla; ortaya çıkan tablo, yani oyların toplamı bize asla halkın, emekçi sınıfların genel iradesini vermez! Genel irade biçimindeki burjuva yanılsama gerçekte temsiliyetist bir aldatmacadır.
Şimdi gelelim maydanozun faydalarına! Bunca acı deneyimden sonra bile hala Türkiye'deki solların, muhalif kesimlerin kendilerini 6'lı masanın "güçlendirilmiş parlamenter sistem" demagojisine eklemlemesine, dahası ekseriyetle de seçim ve sandık temeli bir hat izlemelerine ne demeli? Neymiş efendim AKP giderse "nefes alabilecekleri koşullar ortaya çıkarmış". Elbette ki Erdoğan'ın tekrar aday olamaması ve AKP'nin seçimleri kaybederek hükümetten, iktidardan uzaklaşması kayda değer bir gelişme olacaktır ve bu durum emekçi toplum kesimlerinin de nesnel olarak yararınadır fakat bunun yolu seçime ve sandığa, daha doğrusu burjuva muhalefete endeksli bir politikadan geçmemektedir.
Kuşkusuz sistem karşısında kendisini çaresiz hisseden kitlelerin "denize düşen yılana sarılır" misali bir burjuva odaktan/ittifaktan diğer bir burjuva odağa/ittifaka yönelmeleri emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün tavan yaptığı bugün ki koşullarda anlaşılabilir bir durumdur. Fakat topluma ve emekçi sınıflara öncülük etme ve yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin kendi politik perspektiflerini burjuva muhalefetin belirlediği temsiliyetist oyunlara endekslemeleri ve hiçbir zaman oyun kurucu bir güç olamayacakları bir zeminde siyaset üretmeye çalışmaları ise anlaşılır bile değildir.
Dahası Türkiye'de devletin resmi yargı kurumlarının dahi kendi ağzıyla "seçimlerde seçmen ve seçilmen güvenliğinin olmadığını" itiraf ettiği bir ortamda (AYM kararları) ve 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşmiş olan seçimin bile yasadışı yollardan iptal edilebilmiş olduğu gerçeğinden de hareketle, önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olan muhtemel bir seçiminde meşruiyeti tartışma konusudur, olmaya da devam edecektir. Bürokrasi içinde önemli miktarda güç biriktirmiş olan mevcut hükümet ve iktidar bloğunun daha önceki seçimlerde olduğu gibi, önümüzde ki seçimlere de gölge düşürmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Kuşkusuz bu olgular seçim sürecini önemsizleştirmemektedir. Aksine seçim süreci toplumun ve emekçi sınıfların ülke yönetimine ve politikalarına dair talep ve istemlerinin doruk noktasına çıkacağı bir dönem olması nedeniyle de sosyalist güçler açısından da önemlidir. Bu yüzden şimdiden tutum belirlemek ve somut bir perspektif temelinde, seçime ve sandığa öncelik veren değil, önceliği denetimist bürokratik devrimci faaliyete veren bir çizgiyi hakim kılmak gerekmektedir.
Dolayısıyla; bir yandan temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarını deşifre ederken, diğer yandan ise denetimist bürokratik devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmek gerekir. Bu noktada denetimistlerin öncelikli meselelerinden biri de; 2 dönem maddesini/kuralını ihlal ederek hukuksuz ve kanunsuz bir biçimde seçimlere girme hazırlığı yapan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu girişimine karşı gerekli adımları atmaktır. Kaldı ki bu adımlar denetimistler tarafından gerçekleştirilmiş olup, bu konuyla ilgili hukuki başvuru AYM tarafından da görüşülmektedir. Yine benzer şekilde YSK'nın bu süreçte alacağı tutuma ilişkin gerekli müracaatların yapılması ki, yapılmış olan müracaatların takipçisi olunması ve bu noktada YSK'nın seçim kanunları ve mevzuatı ile çelişen durumunu ve Recep Tayyip Erdoğan'ın adaylığı konusunda alacağı usulsüz ve gayrimeşru kararlara karşı çıkılması ve bunların toplum nezlinde teşhir edilmesi de diğer önemli hususlardır.
Hukuk tekniği ve bürokratik denetimist faaliyet açısından böylesine bir çalışma yürütülmeksizin, temsiliyetist seçim oyunlarının teşhir edilmesinin de tek başına bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada sandığa gitmeyen sandıksızların "temsili" noktasında da daha önceden yapılmış hukuki müracaatların hala geçerliliğini koruduğu bir ortamda, "ben küstüm, oynamıyorum!" tarzında kendisini gösteren müzmin ve küskün boykotçu tavrın demokrasi mücadelesini kazanma noktasında bir ayağı topal, bir gözü ise kör kalacaktır. Başka bir deyişle, küskün boykotçu tavır ile denetimist sandıksızlık arasında seçimlere ve sandığa gitmeme noktasında da ciddi ve temel farklılıklar bulunmaktadır.
Bu farkları kısaca özetlemek gerekir ise;
Temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarının denetimist temelde sistematik olarak teşhir edilmesi.
Kitlelere temsiliyetizm karşısında denetimist bürokratik faaliyetin öneminin sürekli olarak anlatılması.
Denetimist bürokratik faaliyet yoluyla AYM ve YSK gibi resmi kurumların 2 dönem maddesi/şartı hususunda açık ve net bir tavır almasının sağlanması.
6'lı masa olarak bilinen burjuva muhalefetin temsiliyetist yalanları ortaya konulurken, şayet böyle bir imkan varsa 6'lı masanın "Anayasa Taslağı"nda toplumsal denetime göreceli de olsa kapı aralayan kimi maddelerin desteklenmesi, örneğin iç ve kısmen dış kurullar aracılığı ile vatandaşın yasama organında gensoru verebilme hakkının tanınması. 6’lı masanın sözünün arkasında durup durmayacağının takip edilmesi.
Sandıksızların "temsil hakkı" noktasında uygulanmaya konması gereken yasal ve kanunu düzenlemeler için yapılmış olan hukuki itiraz ve başvuruların takipçisi olunması ve bunların Anayasal güvence altına alınması için mücadele edilmesi.
Denetimist sandıksızlık/boykotçuluk ile klasik/geleneksel/boykotçuluk arasında ki farkların açıkça ortaya konulması. Temsiliyetist faşizanlığa karşı Denetimist bürokratik devrimci faaliyet yapılmaksızın tek başına sandığa gitmeme şeklinde kendini ortaya koyan boykotçu eğilimin umulduğunun aksine liberalizmi ve tasfiyeciliği (hatta bu eğilimin gizli gizli sandığa koşma biçimindeki başka yanlış eğilimleri de) güçlendirdiğinin altının kalın çizgiler ile çizilmesi.
Muhtemel seçim süreci yaklaştıkça yeni olgu ve dinamiklere de bağlı olarak bu 6 madde elbette ki genişletilebilir. Bu da ancak seçimlere dair açık ve net bir denetimist perspektifinin kararlı bir şekilde sürdürülebilmesi ile sağlanabilir.
7.12.2022
Serhat Nigiz
#emek#emekoloji#bilim#teori#temsiliyet#temsiliyetizm#politika#seçim#sandık#anayasa#hukuk#bürokrasi#faşizm#boykot#yargı#denetim#denetimist#devrimci#AYM#YSK#parlamento#kapitalizm#sosyalist#muhalefet#burjuvazi#sandıksızlar#gensoru#liberalizm#tasfiyecilik#halk
3 notes
·
View notes
Photo
Ağrı dağının eteğinde bulunan IĞDIR ovasının şu anki ismiyle melekli beldesi civarında yaşayan genç bir avcı günün birinde ovada ava çıkarken bir kuyuya düşer. Kuyuda bulunan yılanlar avcı gencin gözlerini bağlayıp genci yılanların şahı olan,şahları Şahmaranın bulunduğu büyük kuyuya götürüp Şahmaranın huzuruna çıkarırlar. Yine söylenenlere göre yılanların bulundukları o kuyuya düşüp Şahmaranın huzuruna çıkarılan hiç bir canlı sağ kalmazmış. Avcı gencin yakışıklılığını gören Şahmaran avcı gence aşık olur. KÜRT MİTOLOJİSİNDE KADIN BAŞLI YILAN ŞAHMARAN ziman Mitolojilerde tanrılar, tanrıçalar ve kralların yaratılış ve yaşayış öykülerini ölüler diyarı ve tufan mitlerinin tarihteki ilk bütünlüklü örneğini içinde barındırır. Bununla birlikte her şey maddi bir gerçekliğe dayandığından, maddi gerçekliği olmayan hiçbir şey yoktur. Mitolojide her ne kadar günümüzde söylence olarak tabir edilse de, esasında maddi gerçekliğin destansı, masalsı hali anlatımıdır. Köleci uygarlığa ve daha öncesine kökleri dayanmakla birlikte, daha çok köleci dönemde bir insan yaratımı olarak gerçeklik mitoloji ile bu dönemin egemen koşullarına uygun maskelenip insanlara bu tarz maskelenmiş bir yaşam sunulmuştur. Bununla mevcut yaşam koşulları, çoğu zaman meşrulaştırılmak istenmiştir. Maskenin arkasında dünyevi olan sosyal, siyasal çatışmalar ve iktidar olgusu vardır. Yunan mitolojisindeki evrenin ve insanın yaratılış öyküsü Sümer Mısır ve Babil mitolojilerinin bir versiyonudur. Yunan mitolojisinde olduğu gibi Batı mitleri çoğunlukla kaynağını Ortadoğu’dan alırlar. Kadın damgalı Neolitik Tanrıça kültünün kültürel yayılmayla Batıya kadar gitmesiyle, Sümer Rahiplerince oluşturulan Mitolojik erkek Tanrılarda köleci uygarlıkla birlikte buna eş bir yayılım gösterirler. Bunun için Yunan mitolojisindeki Tanrılar ve Tanrıçalar Sümer, Babil mitinin bir türevidir. Animizmin başat olduğu çok Tanrılıda diyebileceğimiz dinler döneminde Ana Tanrıçalar tarafından bir çok canlı varlık simgeleştirilip bunlara toplumsal değerler atfedilmiş ve anlamsal kılınmışlardır. Bunlardan genellikle Ana Tanrıçanın başında ve elinde taşıdığı yılan figürü anlamsal bazda “baştan çıkarmayı” simgelemektedir. Yine antın hilal kaynaklı Kürt mitolojisinde içerdiği dikkat çekici figürler ile birçok yeryüzüne yayılmış mitolojik figürün ana kaynağını teşkil eder niteliktedir. Örneğin Kürt mitolojisinde başında taç, kulağında küpe, gerdanına kolye takılı olan ve güzelliği ile göz kamaştıran kadın başlı yılan çağlardan bu yana tabletlere kazılmış bir figür olarak Şahmaranı simgelemektedir. Bu motif Mezopotamya’da yaygın olmakla birlikte Kürdistanda Şahmaranı simgeleyen bir tablo olarak hemen hemen her evde bulunur. Kürt halkının Şahmaranı bu denli sahiplenmesi de Anatanrıça kültürünün kendilerinde halen yaygın bir şekilde bulunmasından ötürüdür. O dönemden edindiği birçok toplumsal değeri-özelliği halen kendinde taşımaktadır. Kürt mitolojisi isimli kitabında yazar Cemşit Bender Toros-Zagros havzasına Tanrıçaların ellerinde taşıdığı yılan motifi,yılan mitosundaki iyilik-kötülük dualizminin bir zenginlik göstergesi olduğunu belirtir. Yılanın sürekli gömlek değiştirmesi, sürekli genç kalmayı işaret etmektedir inanca göre. Kürt toplumunda inanç ritüellerinde bile yılanın varlığı ve önemi bilinmektedir. Mesela Ezidi insanların merkezi olan Laleşteki Şeyh Adiy türbesinin duvarında bulunan yılan motifi hac döneminde öpülmektedir. Yine ayn şekilde Batmanın Beşiri/Qubînê ilçesine bağlı birçok Ezidi köylerinde ev kapılarının sağ kısmında siyah yılan figürü bulunmaktadır. Yine Ezidilikte yılan adeta bir şifa kaynağıdır. Kutsallığı bu yüzdendir. Özcesi Ararat (Ağrı) dağı eteklerinde medeniyete beşiklik eden Aras nehrinin (Çeme Erez) öte tarafı olan Ermenistanın Erivanı bu tarafında kalan Kars ile Iğdır ovasında Şahmaran efsanesi bu yörelerde bir semboldür. Şahmaranın önemi ve özelliği doğurganlık sembolü olmaktadır. Pek çok Kürt yerleşim merkezinde halen evlenecek genç kızlar el emekleriyle işleyip hazırladıkları Şahmaran resminin, bu mitolojik efsanenin bereket ve mutluluk getireceğine inanılır. Yine söylenenlere göre Ağrı dağının eteğinde bulunan IĞDIR ovasının şu anki ismiyle melekli beldesi civarında yaşayan genç bir avcı günün birinde ovada ava çıkarken bir kuyuya düşer. Kuyuda bulunan yılanlar avcı gencin gözlerini bağlayıp genci yılanların şahı olan,şahları Şahmaranın bulunduğu büyük kuyuya götürüp Şahmaranın huzuruna çıkarırlar. Yine söylenenlere göre yılanların bulundukları o kuyuya düşüp Şahmaranın huzuruna çıkarılan hiç bir canlı sağ kalmazmış. Avcı gencin yakışıklılığını gören Şahmaran avcı gence aşık olur. Genci öldürtmeye kıyamaz. Gence der bugüne kadar yerimizi gören, sırrımızı öğrenen kim olduysa hiç birinin canını bağışlamadık. Fakat senin canını bağışlayacağım ama seni bırakmayacağım da.Benim yanımda kalıp benimle birlikte yaşamanı istiyorum der.Bunun üzerine genç avcı,çaresiz Şahmaranın bu şartını kabul etmek zorunda kalır ve Şahmaranla birlikte yaşamaya başlarlar. Aradan uzunca bir zaman geçer. Aradan geçen zaman içinde genç avcı ailesini, dostlarını özlemeye başlar. Bu özlemi genç avcıyı hasta düşürür. Genç avcının her gün biraz daha mutsuz olduğunu fark eden Şahmaran genç avcını haline epeyce üzülür. Bu duruma dayanamayan Şahmaran bir gün gence der “seni bırakacağım, azad edeceğim fakat benim ve kabilemin yerini, sırrımızı başta bu yörenin gaddar ve acımasız beyi olan mirza beye ve başkalarına söylememen şartıyla. Sırrımızı ve yerimizi duyup öğrenirseler, bizleri bu topraklarda yaşatmazlar. Avcı genç bu duruma çok sevinir ve Şahmarana, Şahmaranın ona beslediği sevgi üzerine sırlarını kimselere söylemiyeceğine dair yemin eder. Şahmaran yılanlarına emreder gencin gözlerini tekrar bağlayıp ovaya bırakırlar. Gencin uzun bir zaman ortadan kaybolup tekrar ortaya çıktığını öğrenen acımasız mirza bey genç avcıyı yanına çağırır. Kayıp olmasını nedenini sorar, fakat ne kadar uğraşsada genç avcının ağzından tek bir laf alamaz. Durumdan şüphelenen mirza bey adamlarına genç avcının sürekli takip edilmesini emreder. Çünkü mirza bey yaşlı ve hasta biridir. Hastalığından kurtulmak ve tekrar genç olmak için mirza beyin Rahipleri Şahmaranın beynini kaynatıp yerse hastalığının iyileşeceğini ve ebediyen genç kalacağını söylemişler. Bu mirza bey Şahmaranı arayıp durmuş.Yine söylentilere göre Şahmaranı öldürüp yada beynini kaynatıp suyunu içen her kim olursa Şahmaranda bulunan güzelliğini, zenginliğini, aklını ve Şahmaranın zerafetine sahip olurmuş. Bir zaman sonra ovada ava çıkan avcı genç Şahmaranı ziyaret etmek için Şahmaranın bulunduğu kuyuya gider. Genç avcıyı gizlice takip eden mirza beyin adamları kuyunun etrafını sararlar ve yılanların hepsini öldürürler. Şahmaran ile genç avcıyı Mirza beyin huzuruna getirirler. Şahmaran mirza beye genç avcıyı öldürmeme şartıyla aklının, güzelliğinin ve zerafetinin ana kaynağının kafasında değilde kuyruğunda olduğunu https://t.co/YcEtLmllNV dönüp avcı gence ben seni çok sevdim canını bağışladım ama bu topraklarda sevgiyi, güzelliği yaşatmayacaklarını söylemiştim. Şahmaranın kafası kesilir Şahmaranın kuyruğunun suyunu mirza bey ‘Şahmarana ihanet ettiğini düşünen avcı genç te Şahmaranın kafasının suyunu içerler. Zehirli kuyruğun suyunu içen mirza bey oracıkta ölürken ölürken, Şahmaranın kafasının suyunu içen avcı genç te Şahmaranın aklına, ve zerafetine sahip olur. Hikaye her ne kadar Mitolojik olsa bile, insanlık tarihine bakıldığında egemenlerin ezilenlere uygulamış oldukları güce ve ihanete dayalı kar ve politik hırsı günümüze kadar dayanmaktadır. Şahmaranın şahsında Kadını bir yılan gibi görerek saldırmanın amacı doğal toplumsal düzene vurulan bir darbe ve ortaya çıkarmış olduğu toplumsal değerleri talan edilmesi, zenginliğine el konulmasıdır. Kadına aşt olan her şeyi, erkeğin zorbalığına dayanan gayri meşru yollarla tekelleştirilmesi gerçekleşiyor. Günümüzde Kadını hala bir yılan gibi gören gösteren anlayış ve yaklaşımlara fazlaca rastlamaktayız. Fakat günümüzde Kürt Özgürlük hareketi kadının toplumsal yaşam içindeki değerini tekrardan elde edebilmesinin yollarının zeminini ortaya çıkarmış ve egemen erkek zihniyetini, Kadına bakış açısını değiştirmiş özgür eş yaşam anlayışını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca mitolojik anlayışın sosyolojik çözümlemesini gerçek anlamıyla ortaya koyarak hakikatin nasıl çarpıtılarak kadına yönetilmiş katliamcı bir silah olduğunu şimdi daha iyi görüyoruz… Erez Serhad
14 notes
·
View notes
Text
Delilere Çare
Tarih ve toplum analizinde en bariz olan şey, durum çok değiştiğinde, artık onu eskisi gibi aynı kavramlarla tanımlayamayacağınızdır: yenilerini yaratmalı veya eskilerini eleştirel bir şekilde iyileştirmelisiniz.
Halihazırda tek dünya hükümetinin uygulanmasının ortasında, siyasi analistlerin, üniversitede veya medyada, eski "ulusal devlet", "ulusal iktidar" "," uluslararası ilişkiler "," Serbest ticaret "," demokrasi "," emperyalizm "," sınıf mücadelesi "," etnik çatışmalar "vb. kavramlarına dayanan kamusal analizleri nasıl sunmaya devam ettiklerini gözlemlemek acıklıdır.
Son 60 yılın en temel olayları şunlardır: Birincisi, küreselci güçlerin yükselişi, herhangi bir tanımlanabilir ulusal çıkarla bağlantısının kopması ve sadece bir dünya devletinin değil, aynı zamanda birleşik, tamamen yapay bir gezegensel sözde medeniyetin inşası. ikincisi, bu güçlerin ellerinde biriktiren insan bilimlerinin, diğer zamanların tiranlarının asla hayal etmediği sosyal egemenlik araçlarını biriktiren muhteşem ilerlemesidir.
20 yıl önce, General Systems Theory'nin yaratıcısı Ludwig von Bertalanffy (1901-1972), bilime olan katkısının gereksiz amaçlar için kullanıldığının farkındaydı, zaten uyarmıştı: “Modern totaliter sistemlerin en büyük tehlikesi belki de onların sadece fiziksel veya biyolojik teknik açısından değil, aynı zamanda psikolojik teknik açısından da son derece gelişmiştir. Kitlesel öneri yöntemleri, insan canavarının içgüdülerini özgürleştirme, düşünceyi koşullandırma veya kontrol etme yöntemleri, müthiş bir etkinliğe ulaşana kadar geliştirildi: Modern totalitarizm o kadar korkunç derecede bilimseldir ki, ona yakın olarak, önceki dönemlerin mutlakıyetçiliği daha az kötü, amatör ve nispeten zararsız görünür."
Ekolojik İmparatorluk veya Ekolojinin Küreselleşme Tarafından Yıkılması (1998), Pascal Bernardin tarafından yazılan, Genel Sistemler Teorisinin, son 10 yılda kesinlikle tasarım durumundan patent gerçekliğine geçen küresel bir totaliter sistemin inşası için nasıl temel oluşturduğunu daha ayrıntılı olarak açıklayan bir kitap bulamazsınız. (Kitap Fransızcadır)
Sırf ne kadar ilerlediğine dair bir fikir edinebilirsiniz diye, örnek vermek gerekirse; dünyadaki hemen hemen her ülkenin en az 20 yıldır yürürlükte olan eğitim programları, doğrudan BM tarafından empoze edilen homojen normlar tarafından belirlenir ve istihbarat geliştirmeyecek şekilde hesaplanır, yeni nesil çocukları karaktersiz, uysal yaratıklar ve ahlaki açıdan vicdanlarını, küresel elitin amaçları için yararlı gördüğü herhangi bir yeni sloganın, tartışmasız, coşkuyla bağlı kalmaya hazır, olacağı şekilde kolayca biçimlendirir.
Bunun için kullanılan araçlar, kurbanı otorite dayatmalarına boyun eğdirmek, bunu yapmakta özgür hissettirmek ve özneyi eleştirel bir şekilde incelemenin basit önerisine mantıksız savunmanın anında tepki vermesini sağlamak için tasarlanmış “caydırıcı olmayan” kontrol teknikleridir.
Matematik ve bilim dahil tüm konular, psikolojik manipülasyon amaçlarına hizmet etmek için yeniden şekillendirildi. Pascal Bernardin, bu şeyi titizlikle tanımlamıştır. Okumaya devam edin ve çocuğunuzun neden bir lise denklemini çözemediğini ya da üç tekillik olmadan bir cümleyi tamamlayamadığını öğreneceksiniz, ancak okulda kabadayı gibi bir şekilde konuşarak ailesini “politik olarak doğru” davranıştan dolayı suçlayarak döndüğünü öğreneceksiniz.
Çoğunun keyfi, gülünç ve hatta absürt olduğu zihniyetteki ani değişikliklerin, sanki reddedilemez bir mantıktan değil de göz ardı edilebilir bir makyavelizmden kaynaklanıyormuş gibi, en ufak bir direnişle karşılaşmadan evrensel olarak kendilerini dayatmalarının hızı, basit okulla açıklanabilirdi.
AKP'nin eğitim sistemini sürekli değiştirmesinin sebebi buydu; Çocukları yeni dünya emirlerine ilahi olarak kabul etmeye hazırlayan eğitim.
Ancak, elbette, okul bu sonucu üretmeyi taahhüt eden tek kurum değildir. Bugün kitlesel olarak küreselci şirketlerin ellerinde yoğunlaşan ana akım medya, kitleleri şaşkına çevirmede kilit bir role sahipler.
Bunun için günümüzde en yaygın kullanılan istihdam tekniklerinden biri bilişsel uyumsuzluktur. Psikolog Leon Festinger tarafından keşif (1919-1989). Nasıl çalıştığını görün;
Bugün Twitter'ı okursanız, son zamanların en sevilen insan hakları savunucusu; Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun artık gazeteler ve televizyon haberleri tarafından ağır bombardımana tutulduğunu bileceksiniz çünkü zavallı adamın gerçeği savunduğunu bildikleri halde üzerine üzerine gidiyorlar. Ahlaksızlık, hırsızlık yapan kişiler onu "meclisten çıkarıp" hapse atmakla tehdit ediyorlar. Ancak bir ayrıntı var: Birlikte yaşamayı savunduğu halde, “Kürtlere” yönelik şiddetli saldırılar, ve kapatma davaları gündemde.
Diğer yandan dinin savunucusu gibi görünen AKP. Karşılıklı olarak birbiriyle çelişen iki ahlaki kod, eşit derecede zorunlu ve kutsal olarak eşzamanlı olarak sunulur. Tüm cinsel suçları heyecanlandıran ve iten CHP, ancak aynı zamanda bunları mütevazı bir dozda eleştiren vatandaş karakter suikastiyle tehdit edilir, bir tür entelektüel çöküşle tepki verir ve artık kendine nasıl rehberlik edeceğini bilmeyen köle bir aptal haline gelir.
Diğer yandan korona yüzünden bilim kurulunu suçlamak, cinayetin suçunu silahlara yüklemek kadar aptalcadır. Tayyip gibi adamlar, hem tiranlık inşa etmeye hem de özgürlüğü yeniden kazanmaya hizmet edebilecek araçlar yarattı. Bu silahları tekel sahiplerinin elinden alma ve onları köleleştirmesine izin vermek yerine ruhumuzu serbest bırakarak ters bir işaret ile kullanmayı öğrenme yükümlülüğümüz var.
Makalemi iyi anlayan herkes, onun kaçınılmaz olarak götürdüğü örtük sonucu anlamış olmalı: "dini hakkın" yozlaşmış bir toplumu temizlemek için harcadığı ahlaki çabaların çoğu yararsızdır, çünkü sonuçta "bilişsel uyumsuzluk" makinesi tarafından kolayca emilir ve genel bir tahammül aracı olarak kullanılır.
İyi not edin: ahlak, bir Pavlov faresinin otomatikliğiyle vatandaşın ona itaat etmeye hazır, övgüye değer ve kınanacak davranışların bir listesi değildir.
Ahlak vicdan, kişisel muhakemedir, ancak yavaş yavaş açıklığa kavuşturulacak bir mükemmellik hedefi arayışı ve hayatın çelişkileri ve belirsizlikleri arasında gerçekleştirme araçlarını bulmaktır.
Niyetler, araçlar ve sonuçlar arasında ahlaki varoluşun en büyük sorununun, genel soyut kuralı bilmekten ziyade, kuralın birliği ile çoğu zaman çelişkili görevler arasında sıkıştığımız veya kendimizi uzakta kaybolduğumuz tükenmez somut durumların çeşitliliği arasında köprü kurmaktır.
Ve " LGBT bireylerini mikrop olarak görüp hedef gösteren diyanet işleri başkanlığı".
Kur'an-dan başlayarak büyük literatür, üzücü ahlaki çatışmaların örnekleriyle doludur ve iyiye giden yolun, ilahi bakış açısından yalnızca düz bir çizgi olduğunu ve her şeyi eşzamanlı bir bakışla kapsayan bir çizgi olduğunu gösterir. Zamanda ve tarihte yaşayan bizler için her şey tereddüt, alacakaranlık, deneme ve yanılmadır. Deneyim ışığı, yalnızca kademeli olarak, ilahi lütufla yönlendirilirken, görünümün sisini ortadan kaldırır.
Bilinç özellikle ahlaki vicdan veya bir nesne, sahip olduğunuz bir şey değildir. Sürekli bir entegrasyon çabasıdır, anlık kaosun ötesinde ve ötesinde birlik arayışıdır. Çeşitliliğin birleşmesi, çelişkilerin çözülmesidir.
Toplumda kutsal kabul edilen, eğitim ve kültür tarafından aktarılan davranış kuralları asla ahlaki soruna çözüm değildir: bunlar, bireysel davranışı birleştirme çabasında vicdanı destekleyen çok geniş ve genel referans çerçeveleridir. Binanın tasarımı inşaatçının işi olduğu için, her birinin vicdanına düşüyorlar: Her aşamada inşaatın nasıl yapılması gerektiğini değil, işin son şeklinin ne olması gerektiğini yerinde söylüyorlar.
Ciddi ahlaki çaba da kodlar çeşitli ve çelişkili olduğunda, uyumsuz ve tanınmaz hale gelen, ruhlar boşuna çabalar, giderek çözülmez hale gelen sorunlara karışmalarına ve çok sayıda durumda pes etmelerine neden olacak nihai biçimin kendisidir. Hakim görelilik ve ahlaksızlığın çoğu, tam olarak inanç veya ideoloji değildir: bunlar, ahlaki zekanın tükenmesiyle kazanılan ruh hastalıklarıdır.
Bu tür durumlarda, hüküm süren karışımda, bilişsel uyumsuzluk mühendisliğini işler durumda tutmak için tüm ilkelerin yakıtlar kadar iyi olduğunu hesaba katmadan, özellikle şu ya da bu ahlaki ilke için savaşmak, felaket bir yaratıcılık olabilir.
İhbar edilmesi gereken şey şu ya da bu belirli günah değil, şu ya da bu belirli bir ahlaksızlık biçimi değil: Temelde ahlaki vicdan olasılığını yok etmek için kurulmuş bir kültürün bütün resmidir.
Yazıda bahsettiğim CHP, AKP ve Ömer Faruk Gergerlioğlu vakası binlerce vakadan biridir. Feminizm, Kürt sorunu, eşcinselliği savunanda, karşı çıkanda hep aynı medyadır. Çelişki o kadar açık ve sabittir ki, hiçbir tuhaf tesadüf kümesi bunu asla açıklayamaz.
Bu politik bir seçenektir, ahlaki muhakemenin planlı yıkımıdır. Belirli ahlaksızlıklarla skandal olan birçok insan, ahlaksızlık iddialarının üretim hattına çarklar olarak faydalı bir şekilde entegre edildiği genel ve kalıcı skandal endüstrisini uzaktan bile algılamıyor. Ya kötülüğe karşı mücadele, kafa karışıklığına karşı mücadele ile başlar ya da sadece iyiyle kötü arasındaki kafa karışıklığına katkıda bulunur.
1 note
·
View note
Text
Sömürge ve Faşizm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki bir çok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olacağı halde? Hitler "mühendis kafalı" olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl "servis dışı" hale getirmişti?
Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi ...
Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi. En önemli kavram "R-kompleks" denilen olguydu. Almanların beyninde "R-Kompleks" denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti. R-kompleks, "sürüngen beyin bölgesi" demektir. Her beyinde bulunur. R kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıklı düşünmeyi baskılamak" demektir.
Peki bu tip liderlerin metodu neydi? Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti.
İnsanları "biz ve onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.
Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri "korku kültüründe" yaşatmaktı. Aynı şekilde "dış düşmanlar" göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.
Bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir:
Düşman göster, dayanışma duygusunu kışkırt ..
Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler ..
İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et ..
Peki kitleler bu tip "R kompleksli" liderlerde ne buluyorlar?
En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.
R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı" olarak sunmalarıydı.
Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı! Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi: "Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!"
Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler, toplumlar için bir zeka testidir.
Karşıt gruplara bölünen ve çatışmalar içinde bunalan toplum, zalim düşmanlara karşı ilkel bir birlik ve bütünlüğe sığınıyor.
R-kompleksi’ne tutulmuş olan gruplar, çaresizlik içinde bunalan, ezik ve yenik düşmüş bireyler, eşlerinden, patronlarından, güçlü sınıflardan nefret ederken... korku ve çatışma ortamını yaratan masum ve mağdur görünen liderle özdeşlik kuruyor.
Algı mühendisliğini tasarlayan ve yöneten lider, topluma şu mesajı veriyor ...
Ben de sizler gibiydim ama bugün başka yerde güçlüyüm. Oylarınızla, beni destekleyin ki düşmanlarımızın canına okuyayım, sizleri ve toplumu düze ve refaha çıkarayım...
Atatürk gibi bir lider çıkaran ülkemizin bugün düştüğü durum aynıdır.
Sömürünün olduğu her toplumda bu tür liderler çıkar.
Yirmi yıl öncesine ve yirmi yılda neler yaşadıklarımıza baktığımızda aynı şeyleri görürüz.
Almanlar neden bu tuzağa düştü sorgusunun cevabı da ülke ekonomisini tekelleştirerek sömüren Yahudilerdi.
Bugün ülkemizde de sermaye ve üretim dahil herşey tekelleşmis durumdadır. Bu tekelleşmenin arkasında Yahudiler ve onların yerli işbirlikçileri vardır. Bu durum asla sürdürülebilir değildir. Buradan Hitler'in yaptığı gibi bir sonuç çıkması için değil o yaşanan vahim durumdan ders alınarak özelleştirme sömürüsüne son verip kamulaştırma yolu ile toplumsal bir devrime dönüşmelidir.
| Önder Karaçay |
1 note
·
View note
Photo
https://www.norzartonk.org/abdulhamitin-soykirim-provasi-2/?f
Berlin Anlaşması (1878), Ermeniler için olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu için de bir dönemeçti. Balkan ulusların çoğu bağımsızlığını ilan etmiş, imparatorluk daralmış ve nüfusta Müslüman yoğunluğu artmıştı.
Osmanlı yöneticileri ve egemenlerine göre bunun sorumlusu, ihanet içinde olan Hristiyanlardı. Hem Balkanlarda hem de Karadeniz kıyısı ve Kafkasya’da Türklerin de içinde olduğu Müslüman halklar; ya maruz kaldıkları katliamlar ve baskılar sonucu ya da kendisine yabancı gördüğü/benimsemediği bir iktidarın egemenliği altında yaşamak istemediği için Osmanlı’ya göç ediyorlardı. Bu dönem, muhacirlerin sayısı sekiz yüz bini bulmuştu. Göç ile seferler, Batı’da İstanbul’a ve Batı Anadolu’ya Doğu’da ise Ermenilerin de yoğunlukla yaşadıkları vilayetlere yerleştiriliyorlardı. Muhacirlerin geldikleri yerlerde maruz kaldıkları katliamlar, baskı ve zulüm onlarda toplumun Hristiyan kesimlerine karşı bir tepki ve düşmanlığa yol açıyordu. Bu durum Türk, Kürt ve diğer Müslüman yerli halkları da etkiliyordu. Buna Abdülhamit’in izlediği Panislamcı politik çizgi ve inşa etmeye çalıştığı baskıcı, gerici istibdat rejimi de eklenince, Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan halkların durumu kritik bir hal almaya başladı. Ayrıca 1877-’78 Osmanlı Rus Savaşı’nda (93 Harbi) savaşın kaderi üzerinde önemli bir rol oynamayacak kadar az sayıda Kafkas Ermeni’sinin Rus ordusu içindeki varlığı ve Anadolu Ermenilerinin sınırlı bir bölümünün de onlara yardım etmiş olmasını; ne Osmanlı devleti ne de yerel Kürt ve Türk ağa ve eşrafının önemli bir bölümü tarafından unutmayacak ve bu durum yıllar yılı Ermenilere dönük saldırılar, önyargıların yanında “Ermeni korkusu” yaratmanın propagandası olarak kullanılacaktı. Bu konuda gerçeklerle ilişkisi koparılmış hikayeler tarih kitaplarında yazılmaya devam ediliyor. Bugünkü Erzurum’da, masallarla süslenmiş Ermeni düşmanı ırkçı-şoven anlatımlar halk arasında yaygın.
Bu koşullar altında devletin yerel Kürt, Türk ve Çerkes egemenlerinin yönlendirdiği çetelerin ve kışkırttıkları Müslüman halkların Ermenilere dönük saldırılarında bu savaş ve akabinde imzalanan Berlin Anlaşması’ndan* sonra bir tırmanış başladı. Anlaşmanın yarattığı umut ve güven, süreklileşmiş saldırılar karşında Ermenileri daha fazla örgütlenmeye ve mücadele etmeye yöneltti.
1890’ların başında Van, Bitlis, Erzurum, Arapkir, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Muş gibi Kürdistan (bu bölgenin bir kısmı tarihi Ermenistan ya da Batı Ermenistan olarak da anılır) illerinde önemli bir Ermeni nüfus yaşamaktayken. “Van merkez sancağındaki Garzan, Adilcevaz, Bergiri (Muradiye) ve Marks (Müküs) kazaları dışında hiçbir yerde açık farkla çoğunlukta”(1) değillerdi. En yoğun bulundukları diğer sancaklarda ise nüfusun en fazla yarısı Ermenilerden oluşuyordu. Çoğunlukla kentli olsa da Erzurum, Muş ve Van kırsalında tarım ve hayvancılıkla geçinen önemli bir nüfus yaşamaktaydı. Kürt komşuları gibi kendilerine ait küçük bahçe ve arazileri işlenen Ermeniler; gittikçe ortakçılığa ve kiracılığa zorlanıyorlardı.
Yeni düşüncelerle İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük kentlerde ve yurt dışında kaldıklarında tanışıyor; ve bu düşünceler memleketine dönenlerin getirdiği yayınların yanı sıra Batı Avrupa ülkeleri ABD’nin bölgede açtığı misyon okulları aracılığıyla yaygınlaşıyordu. İlk olarak yurt dışındaki metropol kentlerde kurulan devrimci/demokratik Ermeni dernekleri, Anadolu kent ve köylerinde de yavaş yavaş çoğalıyordu. 1880’lerin sonunda, İran ve özellikle Rus sınırından yayınlarla birlikte silahlar da getirilmeye başlanmıştı.
Ermeniler’de gelişmekte olan demokratik ulusal bilinç, 1880’lerde artık ulusal demokratik devrimci ve sosyalist örgütlerin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştu. “…Sosyalizm ve milliyetçilik düşünceleri, Ermenilerin yerel Kürt eşkıyadan sürekli zulüm gören ve devlet tarafından yeterince korunmayan köylü hemşehrilerini koruma girişimleriyle birleştirirken.”(2) 1880’de Erzurum’da Anavatan Müdafaası, 1885’de Van’da Arwenakan, 1887’de Cenevre’de Devrimci Hınçak (Çan Sesi, 1909’da Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı), 1890’da Tiflis’de ulusal devrimci komitelerin birleşmesiyle Taşnaksutyn (Ermeni Devrimci Federasyonu) adlı örgütler ve partiler kuruldu. Devrimci şiddeti de benimseyen bu örgütlerin hedefi, demokratik, reform ve bağımsız Ermenistan’ı kurmaktı.
“Öte yandan 1830’lu ve 1840’lı yıllarda Osmanlı yönetimi tarafından merkezileşme politikaları çerçevesinde Kürt beyliklerinin özerk yapılarına son verilip, aşiretlerin toprağa yerleştirilmesi kararı uygulanmaya konulmuştur. Bu süreçte göçlerle yerleşik düzende yaşayan topluluklar arasında süren gerginlikler, çatışmalar daha da artmıştır. Geleneksel hale gelen köy baskınları ve yağmalama olayları, haraç almalar bunlar arasındadır. Kafkaslardan Rus baskısından kaçıp gelen Müslüman göçmenlerin bir kısmı da bu yöreye yerleştirilmiştir. İç içe geçmiş yerleşimler oluşmuştur. Bu da karşılıklı çatışmaları beraberinde getirmiştir. Ermeni sorunu başlangıçta uluslararası diplomasiye Ermenilerin, Kürtlerin ve Çerkeslerin saldırısından korunması çerçevesinde dahil olmuştur.”(3)
Berlin Anlaşması’nda Ermenilerin korunması doğrultusunda alınan kararı, bazı Kürt aşiret reisleri kendilerine dönük tehdit olarak algıladılar. Bunlardan Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah başı çeker. “Ermeniler Van’da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nasturiler de kendilerini İngiliz tebaası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim” diyerek, isyan bayrağını çeken Ubeytullah. Bölge aşiretlerden geniş tabanlı bir ittifak oluşturdu. Osmanlı yönetimi bu ittifakın bölgede zaten zayıf olan otoritesinin daha da zayıflatılacağını düşünerek müdahale ederek ve uzun uğraşlar sonucu bu isyanı 1881’de bastırdı. Ayrıca yine bu süreçte binlerce Süryani de Kürt ağalarınca katledilmişlerdir.
HAMİDİYE ALAYLARI VE TOPRAK GASPLARI
Bu gelişmeler Babıali için uyarıcı oldu. Kürtleri merkeze daha fazla bağlayarak asimile etmek, Ermeniler üzerinde baskı kurmak, Rusya ve İran tarafından gelecek tehditlere karşı ve Kürtleri Doğu cephesi dışındaki savaşlara da katmanın bir yolu olarak 1891’de oluşturulmaya başlanan. Hamidiye Alayları, Ermenilerin ağırlıklı yaşadığı altı ilde yoğunlaştırıldı.
“Bu hafif süvari alaylarının çoğunluğu Kürt’tür. 1892’de (alay sayısı) 40 iken 1899’da 63’e çıkar. Bir alay 500-1000 kişidir. Bir alayın kurulmasını sağlayan her aşiret belli sayıda adam verir ve komuta aşiret reisinde olur. Devamlı hizmette olmazlar ve ancak hizmetteyken maaş alırlar. Bu sisteme bağlı aşiretler silahlıdır ve diğer aşiretlere baskı yapıp hakimiyet altına almayı sağlayacak üstünlüğe sahiptirler.”(5)
Kürt aşiret reisleri, Hamidiye Alayları’nın sağladığı güçten aşiret çıkarları için de yararlandılar. “…bölge halkı da kaynaklar üzerindeki kontrolünü artırmaya çalıştı, bunun arka planında daha büyük küresel bir süreç olan toprağın ticarileşmesi ve buna bağlı olarak toprağın değerinde meydana gelen artış yatıyordu. Milislere yazılan Kürt reisleri devletin başka amaçlarla sağladığı destekle kendi gündemlerini yürütmek için elverişli bir konuma geldiler ve çoğu Ermeni olan komşularının topraklarına ve kaynaklarına el koydular. Bu büyük şema içinde daha zayıf Kürt komşular da risk altındaydılar.”(6)
Hamidiyeli reisler katliamlarla, tehditle, şantajla, göçe zorlayarak Ermeni köylülerin topraklarına el koyuyorlardı. O dönem bir Ermeni’yi devrimci ya da sempatizanlıkla suçlamak, toprağına el koymanın yollarından biriydi. Bunun, her durumda doğru olması da gerekmiyordu. Topraklara el koymak her zaman zorla olmuyordu. Bunun yasal yolları da vardı. Köylüler, ağırlaşan vergiler karşısında malını ya da hasadını ipotek ettirmek zorunda kalıyordu. Borcunu ödemeyince de satış yoluyla bunlara el konuluyordu. Bu yeni bir yöntem olmasa da bu dönem itibariyle Ermenilere karşı yaygın bir uygulamaydı.
Bazı bölgelerde devlet yöneticileri Ermenileri topraklarından söküp atma politikalarını destekliyorlardı. Ermenilerden boşalan topraklara Kürt aşiret mensuplarını ve Kafkasya’dan gelen Müslüman muhacirleri yerleştiriyorlardı. Yersiz yurtsuz kalan Ermeniler çaresiz Rusya başta olmak üzere başka ülkelere geçmek için izin almaya çalışıyorlardı.
Toprak meselesi, Ermenileri eyleme geçiren önemli konulardan biriydir. Aynı şekilde Hamidiyeli Kürt aşiret reislerini de harekete geçiren önemli motivasyonlardandı. Hamidiyeliler, çıkar sağladıkları sürece devletle hareket ediyorlardı. Çıkarları olmadığında ya da çıkarlarına ters düştüğünde pekala farklı hareket edebiliyor ya da devlet yöneticilerini aldatıp farklı yönlendirebiliyorlardı. Ermenilerin tasfiyesi, devletin olduğu kadar Kürt ağa ve beylerinin de işine geliyordu.
Topraklar için başlayan kavga, her iki tarafı da dönüştürerek Ermeni ve Kürt ulusal bilincinin gelişmesini hızlandırıyor, iki halk arasındaki çelişkinin derinleşmesine yol açıyordu. Bu da, çatışmaların yaygınlaşmasına ve sertleşmesine neden oluyordu. Eşkıyalar, Hamidiye Alayları ve devlet saldırıları kadar toprak sorunları da Ermeni halkını hızla örgütlenmeye ve mücadeleye sevk ediyordu. Osmanlı’da oyun çoktu. Binlerce yıldır yan yana ve iç içe barış içinde yaşayan iki ezilen halk olan Ermeniler ve Kürtler arasına düşmanlık tohumları ekiliyordu.
Berlin Anlaşması’na kadar Ermenilere dönük çete saldırıları daha çok eşkıyalar, kimi Kürt ağaları ve rüşvetçi yerel devlet yöneticileri eliyle yapılıyordu. Bunlara Kafkasya ve Karadeniz kıyılarından katliam, baskı, zulümle göçe zorlanarak Anadolu’ya gelmek zorunda kalan, bu yüzden de Hristiyanlara kaşı nefret duyguları besleyen Çerkeslerin bir kısmı da eklemek gerek. Berlin Anlaşması sonrasında ise saldırılar Babıali tarafından yönlendirilerek ve teşvik ediliyordu. Ayrıca askerler de bu saldırılarda aktif olarak yer alıyordu.
Hamidiye Alayları, ittihatçıların iktidara gelişinden sonrada isim değişikliğiyle varlığını sürdürmüş yeni Türk devletinin kurulmasıyla da dağıtılmıştır. Kürt isyanları patlak verince yeniden Abdülhamit ve ittihat geleneğine sarılan Kemalist iktidar 1924-’25 yıllarında çıkarılan köy kanunuyla Hamidiye milislerine benzer köy koruculuğu getirilmiştir. Ermenilere karşı olduğu gibi Kürt isyanlarına karşı da Kürt işbirlikçileri kullanılmıştır. 1980’lerin ortalarında Kürt ulusal devrimci hareket atılım yaptığında devlet zaman kaybetmeksizin aynı paslı silaha başvurdu. ’84-85’te çıkardığı yasalarla köy koruculuğu yeniden canlandırarak kurumsallaştırdı. Korucular, Hamidiye Alaylarının Ermenilere yaptığı saldırıların hemen hepsini Kürt yurtseverlerine yönelttiler. Katliam, kaçırma, işkence, işkenceyle öldürme, köyleri yakma, mallarını yağmalama ve topraklarına el koyma vb. Hamidiye Alayları’ndan devralınmış yöntemlerle çeteler, hala köy koruyucuları şahsında yaşatılıyor. Köy koruculuğunu reddetmek, Hamidiye Alayları’nın katliam ve saldırganlıklarıyla yüzleşilmeden yüzeysel ve içeriksiz kalır.
ANADOLU’DA KATLİAMLAR YÜZYILI AÇILIYOR
Abdülhamit, kabul etmek zorunda kaldığı reformları uygulamak yerine katliamlarla Ermenileri sindirme ve etkisizleştirme yolunu izledi. 1878 ve 1890 Erzurum, 1894 Sason (Sasun) 1895-96’da Ermenilerin yoğunlukla bulunduğu Kürdistan vilayetleri ve kimi başkaca Anadolu kentleri ve İstanbul; 1902 tekrar Sason ve 1909’da da Adana katliamları gerçekleştirildi. Yüz binlerce Ermeni ve Hristiyan katledildi. Bundan dolayı Abdülhamit “İstibdadın kanlı sultanı” Avrupa kamuoyunda da “Kızıl Sultan” olarak anılmaya başlandı.
Anadolu ve Mezopotamya’da yeni katliamlar asrı Ermeni katliamları başlamış; Süryani, Keldani, Bulgar, Rum, Kürt, Yakubi**, Ezidi ve Alevilere kadar ezilen halkların hepsinin maruz kaldığı bir devlet geleneğine dönüşmüştür. Abdülhamit’ten ittihatçılara, hemen Kemalistlerden AKP’ye 1878’de yeni çağın ilk Ermeni katliamı olan Erzurum katliamından Roboski’ye bir tarihsel süreklilik ve bağ vardır.
1877-’78 Osmanlı Rus Savaşı’nın andından Berlin Anlaşması’nın imzalanmasıyla Rus askerleri Erzurum’dan çekilince 80 bin Ermeni katliam riskiyle karşı karşıya kalır. Bu saldırılarda binlerce Ermeni katledilirken iki yıl sonra ise yine Erzurum’da bir katliam daha gerçekleşir.
Ermenilere yönelik 1889 Ekim’inde Diyarbakır çerçevesindeki köylerde Kürt ağalarının öncülüğünde yağmalamalar başlar. Ermeni ve Yakubi köyleri talan edilir, cinayetler işlenir. 1892’de Mardin Mutasarrıfı Enis Paşa’nın organize ettiği sabotajda Mardin Çarşısı ateşe verilir. Ağırlıkla Ermenilerin dükkanları yanar. Dükkanı yanan az sayıda Kürt ve Türk’ün de önceden haberdar olduğundan dükkanları boşaltılmıştır.
Yıllardır devletin baskısı ve zulmü, Hamidiye ağalarının ve eşkıyaların saldırıları altında bulunan Ermeniler, bir de çifte vergi ödemek zorunda bırakılıyorlar. Hem devlete hem de yerel Kürt beylerine vergi ödemek zorundadırlar. 1894’te çifte vergiye karşı başlayan Sasun ayaklanması dört bir yanda Ermenilerin coşkulu dayanışma eylemleriyle selamlandı. Ayaklanmada ve protestoların yaygınlaşmasında başta Hınçak olmak üzere devrimci örgütlerin önemli bir rolü oldu. Ordu ve Hamidiye Alayları’nın ortak saldırısıyla ayaklanma kanlı biçimde bastırıldı. Sasun katliamı Abdülhamid’i tatmin etmemiş olacak ki, Ermenilere “ders vermek” için katliamları yaygınlaştırma talimatı verdi. Ermenilerin yoğunlukla yaşadığı altı Kürdistan ili başta olmak üzere, Trabzon, Halep, Adana Ankara, İstanbul vilayetleri ve İzmit ve Zeytun kasabalarında katliamlar yapıldı. 1896 yılının sonlarına kadar aralıklarla süren katliamlarda toplam 200 ile 300 bin arasında Ermeni ve diğer Hristiyan halklarından yaşamını yitiren oldu.
İstanbul’da katliamları protesto eden Hınçak’ın öncülük yaptığı kitle, 30 Eylül 1895’te Babıali’ye doğru yürürken kitlenin önünü keserek elli Ermeni’yi öldürdü. Ardından, Abdülhamit’in ajanlarının kışkırttığı medrese öğrencileri ve esnafın saldırısında Ermenilerden iki bine yakını yaşamını yitirdi.
1896’da İstanbul’da Taşnak üyesi Arman Garo ismini kullanan Ermeni devrimci Karekin Pastırmacıyan’ın başında bulunduğu 31 devrimci, coğrafyamızın devrimci tarihine altın harflerle yazılması gereken cüretkar bir eyleme imza attılar. Pastırmacıyan ve yoldaşları devam etmekte olan Ermeni katliamının derhal durdurulması için Osmanlı Bankası’nı işgal ettiler. Askerin ve linç güruhlarının saldırıları boşa çıkınca devlet eylemdeki devrimcilerin bütün taleplerini kabul etti. 30 saat süren işgal; 27 Ağustos akşamı, günlerdir İstanbul’da devam eden katliam bıçakla kesilir gibi durunca sona erdirildi. İstanbul’da binlerce Ermeni’nin yaşamını yitirdiği bu katliam işgal eylemi sayesinde daha fazla büyümeden durduruldu.
Yapılanlar sadece katliamlarla sınırlı değil, zorla Müslümanlaştırma, kadın ve çocukların kaçırılarak “evlendirme” ya da “aileye katma” yoluyla asimile etmek; köle pazarlarında satma, mallarına ve topraklarına el koyla yağlama, yakma, yıkma, tahrip etme saldırıları katliamlara eşlik etti.
Saldırılar sadece Ermenilere yönelmedi, Süryani, Keldani ve Yakubilere de yönelmiştir.
Bu katliamlar sonucu “Yakubi topluluğu tamamen yok edilmiştir.”(7) Bu halk kültürüyle, inancıyla artık yaşamıyor. Sınırlı bir nüfusa sahip olması ve geriye hiç kimsenin kalmamasından dolayı pek gündeme de gelmemekte. Oysa, açıkça ve netlikle söyleyebiliriz ki, bir Yakubi soykırımı yaşanmıştır.
“Önce Türk birlikleri katliam amacıyla bir kasabaya geldiler daha sonra Kürt başı bozuk askerleri ve aşiretleri yağmacılık amacıyla geldiler. Nihayet ateş ve yıkımla katliam geldi ve kaçakları izleme ve temizleme harekatlarıyla o vilayetteki topraklara ve köylere yayıldı. 1895 yılının bu cinayetler kışında, Doğu Türkiye’deki yirmi kadar ilçede Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının yok edildiğine ve mülklerinin tahrip edildiğine tanık olundu.”(8)
1895 katliamları Urfa’da genellikle Cuma günü (günümüze kadar birçok katliam veya katliam girişiminde olduğu gibi muhtemelen Cuma namazından sonra) boru çalarak katliamlar başlatılıyordu. Ve yine borunun çalmasıyla da katliamlara o günlük ara veriliyordu. Kurtulma umuduyla kilise ve benzeri yerlere sığınanlar, mekan ateşe verilerek kadın ve çocukların da içinde olduğu Hristiyanlar diri diri yakılarak öldürüldüğü örnekler az değil.
“Genç Ermenilerden oluşan büyük bir grup bir şeyhin huzuruna getirildiğinde şeyh onları sırt üstü yatırmış, el ve ayaklarını bağlamıştı. Daha sonra bir gözlemcinin deyimiyle Kur’an’dan ayetler okundu ve “Koyun kurban edilirken yapılan Mekke ayininin (Mecca Rite) ardından boğazlarını kesti.”(9)
Katliamlarda kılıç ve silahla doğrudan öldürmelerin yanı sıra işkenceyle yakarak, diri diri gömme, parçalayarak veya boğazını keserek öldürme gibi en insanlık dışı ve vahşi biçimlerinin de uygulandığını görüyoruz.
Bir diğer önemli unsur ise yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi egemenler katliam ve yağmaları meşrulaştırmak için dini bir araç olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar. Sonraki katliam ve soykırımlarda da linç güruhlarını toplayabilmek için İslam’ın kullanıldığını biliyoruz. Çorum, Maraş, Sivas gibi yakın dönem Alevi katliamlarında da; bugün IŞİD ve El Kaide’nin yaptığı katliamlarda da benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Müslüman halklarının bu gelenekle yüzleşip kopuşması, sadece tarihle hesaplaşma değildir. Güncel, toplumsal ve politik sonuçları da olan acil bir görevdir. Katliamlarda İslam’ın kullanılmasının önüne geçilecektir.
Birçok kaynağa göre, Babıali’nin talimatı Ermeni katliamıdır. Ancak bir kere kıyıma dini motif giydirilince Müslümanları Hristiyanlara karşı kışkırtınca yerel yöneticiler, Hamidiyeliler ve bunlara katılan linç güruhları her zaman öldürdükleri kişi Ermeni mi değil mi ayırt etmemeye başladılar. Kaldı ki yerellerde çıkan çatışmaları ya da saldırgan tarafın yağmadan mal ve mülk edinme iştahı kabarınca kimin Ermeni olup olmadığını çok önemi de kalmıyordu.
Katliamlar, asimilasyon, kaçırma, köleleştirme, yağma ve mülklerine el koyma saldırıları sonrası Ermeni göçleri daha da yaygınlaştı. Ermenileri göçe zorlamak, Babıali’nin ve yerel Kürt aşiret reislerinin ve ağalarının ortak amaçlarından biridir. Babıali için göçe zorlamak, altı Kürdistan ilinde Ermeni nüfusunu seyrelterek reformları gereksiz kılmak, onları bir özerk ya da bağımsız Ermenistan’ın önüne geçmekti. Zira, Babıali, kabusla sonuçlan Balkanların ikinci bir baskısını Doğu’da yaşamak istemiyordu. Öte yandan Kürt aşiret reislerinin bağımsız Ermenistan korkularını, yanı sıra Ermeni göçleri onlara yeni topraklar sağlamalarının yolunu açıyordu.
KAÇIRMA KÖLELEŞTİRME ASİMİLASYON
Ermeni kadınlarının kaçırılarak Müslümanlarla zorla evlendirilmeleri, 19. yüzyıl boyunca yaşansa da özellikle Berlin Anlaşması’ndan sonra devletin desteğini alan yaygın bir uygulamaya dönüştü. 1894-’96 katliam döneminde ise kitlesel bir hal aldı.
“1894-’96 katliamları boyunca kadınların ve genç kızların Müslüman evlere kapatılarak zorla Müslüman yapılmak istenmesi, genç çocukların kaçırılarak Müslüman evlere alınması, basılan Ermeni köylerinde tüm halka Müslüman olmaları için baskı yapılması, erkeklerin toplu olarak zorla sünnet ettirilmeleri ve kiliselerin camiye çevrilmesi ve bazı durumlarda onlara ‘Hamidiye Camisi’ isminin verilmesi yaygın pratiklerdi.”(10) Din değiştirmeye zorlamalar Süryani, Keldani ve diğer Hristiyan halklarının da sorunuydu.
“Ermenilerin kiliseye doldurulmaları ve tek tek dışarıya alınarak Müslüman olmaları istenmesi bir başka yaygın uygulama idi. Müslüman olmayı kabul etmeyen kişi hemen orada öldürülmekteydi. Bu nedenle canlarını kurtarmak isteyen Ermeniler, Müslümanlığa kabul etmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi.” (11) Bazı durumlarda Müslümanlığı kabul etmeleri, hayatlarını kurtarmaya yetmiyordu, “yalandan din değiştirdikleri” bahanesiyle öldürülenler az değildi. Bu dönem yaklaşık 20 bin Hristiyan zorla Müslüman olduğu tahmin ediliyor.
Katliam döneminden sonra kendilerini güvende hissettikleri gelişmeler gördüklerinde Hristiyanlığa geri dönüşler oluyordu. Ancak Osmanlı’ya güvenmeyip verilen güvencelere rağmen açıktan Müslüman görünüp, Hristiyanlığı gizli olarak yaşamaya devam etme örnekleri de bu dönem ortaya çıkarak yaygınlaştı. Zira Hristiyanlığa dönmeleri halinde öldürülecekleri yönünde tehditleri alıyorlardı. Nitekim Hristiyanlığa döndükleri için öldürülenlerin sayısı az değil.
Kaçırılan kadın ve çocukların bazıları ise köle olarak pazarlanıyor, çalıştırılıyor, tekrar tekrar satılıyordu. Birkaç kentte geçici olarak köle pazarı kurulurken Halep’deki Bab-Nera çarşısındaki esir pazarı, 1908 devrimine kadar varlığını koruya gelmişti.
1890’LARDAN 1990’LARA TARİHSEL İRONİ VE PARALELLİKLER
1890’lar ile 1990’lar arasında öğretici ironiler ve paralellikler vardır. 1890’larda Anadolu ve Mezopotamya’nın Ermenileri ulusal demokratik haklar ve statü talebiyle bir uyanış ve mücadele içindeydiler. 1990’larda Kürtler ulusal direnişlerini devrim düzeyine sıçrattılar. 1890’larda Osmanlı devleti Ermeni ulusal demokratik direnişini bastırmak için katliam, sürgün, asimilasyon, işkence, kontra vb. akla gelebilecek hemen her yola başvuruyordu. 1990’larda da Türkiye Cumhuriyeti Kürt ulusal devrimci direnişini bastırmak için Abdülhamid’den geride kalmayacağını ispata çalışır gibiydi. Abdülhamid, Hamidiye Alaylarına ve hırsız, katil, tecavüzcü eşkıya çetelerine Ermenileri katletmesi için görev ve yol veriyordu. MGK’nın kumandasında Özal, Demirel, Çiller hükümetleri dönemlerinde ise kontrgerilla, JİTEM, Hizbullah ve korucular, Kürt ulusal devrimci direnişini ezmek için her yola başvurdu. Yüzyıl önce Ermenileri linç etmek için Kürtleri Türkler ve Çerkesler kışkırlırken 1990’larda linç saldırısının hedefi Kürtler, Aleviler ve devrimciler oldu.
1990’larda kent merkezlerinde devletin resmi ve gayri resmi silahlı güçleri, devrimci karargahlara infaz amacıyla baskınlar yaparlarken organize edilerek çevrede linç güruhları tempo tutuluyordu. 1896’da Ermeni devrimciler, Osmanlı Bankası’nı işgal ettiğinde asker kuşatması ve saldırısına linç güruhları aynı organizasyon ve aynı biçimde tempo tutarak eşlik etmişlerdi. Demek ki; Abdülhamid’ten Kemalist çömezlere ne gelenek değişmişti ne de zihniyet.
*93 Harbi’nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın ağır yükümlülükleri ve Rusya’nın Balkanlar üzerindeki artan hakimiyeti üzerine 13 Haziran 1978 tarihinde İngiltere, Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşma.
**Yakubiler, Batı Süryanileridir. Hz. İsa’nın tek doğası olduğunu kabul ederler. Edessa psikoposu Yakub’un adından dolayı Yakubiler olarak da anıldılar.
Kaynaklar 1) Hamidiye Alayları, Janet Klein, İletişim Yayınları 2) age. 3) Ermeni Sorunu Üzerine, Işık Kutlu 4) Öteki Tarih I, Ayşe Hür 5) Mardin 1915, Yves Ternon, Belge Yayınları 6) Hamidiye Alayları, Janet Klein, İletişim Yayınları 7) Mardin 1915, Yves Ternon, Belge Yayınları 8) Jenosid, Vahakn N. Dadrian, 9) age. 10) Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması, Tamer Akçam, İletişim Yayınları 11) age.
0 notes
Text
Türk laisizminin epistemolojik problemi
Memleketimizde Türk-Kürt kimlikleri ile beraber politik kutuplaşmaya sebebiyet veren en mühim faktörlerden biri olup özünde faydacılığa dayanan bir prensiptir. Bilimsel bilgiyi inançlardan ayıran en önemli nitelik bilimsel bilginin placebo etkisi yaratmanın ötesinde işe yaramasıdır.
Bu aralar Türkiye gündeminde üzerinde uzun uzun tartışılan, üzerinden insanların kendi duruşlarını sinyalledikleri konular nelerdir?
- Fetöyü laikliğin doğurup doğurmadığı
- Rte'nin "savaş uçağına levye fırlatan millet" konuşması
- Kurukahveci M. Efendinin Rte'yi kızdıracak ilanı
- Rte'nin Atatürk'ü tarihe ihanetle suçlaması
- Camilerden sela verilmesi
- Ayasofya
- 15 temmuz demokrasi ve milli birlik günü (Bunu Gülencileri devletin her kurumuna kendi elleriyle yerleştirmiş olan bir parti ilân ediyor)
Türkiye'de bu konularda bir çizginizin olması için düşünmenize gerek yoktur. Yozgat'ta dindar bir ailede doğarak Akp'li, İzmir'de Atatürkçü bir ailede doğarak Chp'li , Diyarbakır'da Kürt bir ailede doğarak Hdp'li, Osmaniye'de ülkücü bir ailede doğarak Mhp'li olmak işin basit yanı iken, oy verilen ve körü körüne savunulan çeşitli kutuplardaki politikacıların hangi yasaları hayata geçirdikleri, bu yasaların kimi nasıl etkileyebileceği gündeme dahi gelmemektedir.
Daha da kötüsü; inanç ve bilimsel düşünce arasındaymış gibi görünen bu çatışmalar aslında inanç ve bilimsel düşünce arasında değildir.
Neden değildir?
Hayatında hiçbir konuda felsefi veya bilimsel bir merakı olmamış olan Tokatlı Nurullah'ı düşünelim. Bu adam, toplumu karşısına alıp da değiştirmeye cesaret edemeyeceği sosyal konstrükt sorunlarla baş edemeyince kendi gelenekçiliğine onay verecek felsefi veya bilimsel kaynaklar aramaya başlayabiliyor. "ben aslında yobaz değilim." diyebilmek için gidiyor Leibniz'den alıntı yapıp İslam'daki tanrıyı meşrulaştırıyor veya seviştiği kadın kalbini kırınca Nazilerdeki gibi seksizmi meşrulaştırma hedefine yönelik bilimsel araştırmalara yöneliyor. Jordan Peterson'dan cımbızla aforizma seçiyor, kitaplığında Harun Yahya ve Steven Pinker aynı rafta durabiliyor. Nurullah aslında ne bilime ne de felsefeye gerçek bir değer veriyor değil. Nurullah, yalnızca duygusal yaralarına bant olacak entelektüel bir kılıf arıyor.
Bu adama "yobaz" diyen Burdurlu Aytül'e gelelim. Aytül'ün "seküler" bir ailesi var. Fakat Aytül bir işi ters gittiği zaman "nazar değdi." diyor. Aynı Aytül, her fırsatta dinci ezmek için bilimin öneminden söz edip, iki dakika sonra burçlara inanan insanlarla canımlı cicimli konuşuyor, astrolojiye prim vermekte bir sorun görmüyor. Parası olduğu halde, ilaçların mechanism of actionlarını inceleyeceğine alternatif tıbbı tercih ediyor. Feng shui gibi pseudoscientific zırvalarla kafayı bozuyor.
Bunun anlamı nedir?
Türkiye'deki dindar ve seküler çatışmalarının aslında epistemolojik bir değerinin olmadığıdır. Yani bu insanlar çatışma sebeplerinin kendilerine ait olan akıl yürütme ilkelerinden değil, dünyaya geldikleri hastane odalarının farklı olmasından kaynaklandığının ve salt politik olduğunun bilincinde dahi değildirler.
Epistemolojik derinlikten yoksun olan bu politik kutuplaşma Türkiye'nin hâlâ laik bir ülke olmamasının mühim nedenlerindendir. Muhalefet, Türkiye'nin siyasal İslamın güç kazanmasından önce de laik bir ülke olmadığı gerçeğiyle yıllardır yüzleşmemiştir. Bu ülkede Müslümandan %4 aldığı vergiyi, Ermeniden %230, Yahudiden %170 alanlar kendilerini övüne övüne Türkçü olarak tanımlayan, ayrımcılık yapmadığını söyleyen "açık görüşlü"lerdir. Devlet imamlara maaş verirken, azınlıklar da dahil olmak üzere herkesten toplanan vergilerle yalnızca camiler finanse edilirken laiklik var mıdır ki, ülkede düzenli aralıklarla "laiklik elden gidiyor." gibi sürreal sloganlar havada uçuşmuştur? Zaten olmayan bir şey elden gidebilir mi?
Türkiye sekülerlerinin korkusu Türkiye'de laiklik ilkesinin yitirilmesi değildir. Laik olmayan bir orta doğu ülkesinde, artık açık açık şer'i hukukun uygulanma ihtimalidir.
Dünyanın hâlâ tarihe geçecek ciddi bir pandeminin etkisi altında olduğu ve pek çok meslek grubunun durgun bir ekonomide hayata zar zor tutunduğu 2020'nin temmuz ayında Türkiye gündemini bu konuların doldurması ise çağa ayak uydurmak gibi bir endişesi dahi olmayan siyasal İslamcıların, önüne geleni "çomar" diye aşağılarken kendisi de düşünsel derinlikten nasiplenmemiş olan seküler kesimin ve günümüz demokratik sisteminin doğurduğu ortak muhassaladır.
0 notes
Text
Medeni Haliniz Evli, Ruh Haliniz Bekar Kalmasın
Evlilik kararı almadan, “evet” demeden önce psikolojik olarak nasıl bir hazırlık yapmak gerekiyor? Çünkü birçok çiftte medeni hali evli iken ruh hali bekar kalabiliyor: Kendi öz iradesiyle evlenme kararı almış bir kişinin kendisini evliliğe hazır hissediyor olduğunu düşünürüz, şu nokta da evliliğe hazır birey nasıl olur, bunu belirlemek bir bireyin evliliğe hazır olup olmadığını anlamasına daha fazla yardımcı olacaktır. Sağlıklı toplumun temelinin sağlıklı ailelerden oluştuğunu varsayarsak bu kararın önemini daha iyi kavrayabiliriz. Evlilik öncesi çift birbirlerinin hassas özelliklerini, bağ kurma, anlaşılma, güven duyma, sevgi, saygı gibi vazgeçilmez duygusal ihtiyaçlarının farkında olabilecek kadar birbirlerini tanıyan, çıkabilecek sorun karşısında ortak çözüm arayışına giden, birbirlerinin kararlarına saygı duyan bir birliktelikleri olması önemlidir. “Evet ben artık evlenmek istiyorum” diye düşünen bir kişi evlenmek istediği kişinin eşi olarak görmek istediği kişide ne aradığını biliyor olması önemlidir. Ne aradığı konusuysa daha çok kendi duygusal ya da fiziksel ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Bunların farkında olmak kişiyi doğru eş seçimine doğru yönlendirir. Elbette ki aradığı kriterler her zaman dört dörtlük tamamlanmasa da bir kişinin karar verirken evlilikte huzuru bulabileceğine inandığı kişiyi araması oldukça doğaldır. Zıt kutuplar yerine birbirine benzer eşlerin seçimi yapılan araştırmalarca da daha uyumlu ve mutlu devam ettiğini göstermektedir. Evliliğe hazır olmak için üç boyutta motivasyon gerekir; birincisi, kendi neslinin devamını getirme, kendini koruma arzusu ve haz almak olan biyolojik motivasyon, ikincisi, ikincisi; beğenilme, değerli hissetme, sevme ve sevilme, bağ kurma ile ilişkili psikolojik motivasyon, üçüncüsü ise, üçüncüsü ise; toplumsal kurallara uyum, sosyal beklentileri karşılama ve bununla bağlantılı olarak saygınlık kazanma hazzıdır. Mutlu bir evliliğin sırrı aşkta mı yoksa mantıkta mı saklı? Yaşamımızda her şeyin bir değişim içerisinde olduğunu düşündüğümüzde çok aşık olarak evlendiğimiz eşimize karşı duygularımızın da değişmesi dönüşmesini doğal karşılamalıyız. Elbette ki istenen değişim eşler için her daim yaşamaları mümkün olan pozitiflik, sevgi dolu ,birbirini anlayabilen ve gelişen olgun aşk içerisinde olmalarıdır. Fakat buna karşın sadece aşkın varlığıyla evlenmeden önce birbirlerinde ve ilişkilerinde ki problemleri görmezden gelme, evlilikle ilgili gerçeklikten uzak beklentilere girilmesi, çiftlerin huylarının birbirleriyle uyuşmadığının fark edilmesi ve aşkın her sorunu çözebileceğine dair inançlar ne yazık ki çiftlerin arasında ki, duygusal değişimin olumsuz yönde gitmesine neden oluyor. Çiftlerin birbirlerine duydukları aşkın, evliliklerini bozmak yerine geliştirme ve koruma yönünde olmalıdır, bu da sadece aşkla olabilecek bir durum değildir mutlaka mantığında devrede olması gerekir. En büyük krizler ne zaman çıkıyor? Krizleri yenmek için ne yapmak gerekiyor? En büyük krizler genel olarak bir sorun karşısında doğru iletişim tarzını belirleyememiş olmaktan çıkıyor. Mahşerin 4 atlısı olarak da bilinen ve krizle sonuçlanan bu ileitişim hataları şunlardır: Suçlama: Mahşerin ilk atlısıdır ve saldırı amaçlıdır. Yakınmadan farklı olarak kişiliğe yönelik olumsuz eleştiri biçimindedir. “Sen her zaman sadece kendini düşünüyorsun, çok acımasızsın” gibi sözler bu iletişim hatasının göstergesidir. Bunun yerine; “Önceliklerini anlıyorum ve karşılanmamasından endişe ettiğini sanıyorum, benim senin için yapabileceğim bir şey var mı?” yaklaşımı eşi biraz daha empatik olmaya yönlendirebilir. Bir sıkıntımızı dile getirirken kişiliğe değil o kişinin bize nahoş gelen davranışına odaklanmalıyız , bir yandan bizim üzerimizde ki etkisini ifade ederken bir yandan da o nahoş davranışa götüren ihtiyacı anlamaya çalışmalıyız. Savunma: Suçlanan ya da eleştirilen eş mutlaka kendisini savunarak tepki verir. Aslında savunma da bir nevi suçlamadır. “Sen arabayı buraya park etme ceza alabilirsin dediğin için ceza aldım, yoksa ceza almayacaktım kötüyü çağırdın” gibi bir söz suçlama içeren savunucu bir tarzdır. Bunun yerine “Senin uyarılarını daha çok dikkate almalıydım” sözü çatışmayı sonlandırabilir. Duvar Örme: Suçlamalar, eleştirmeler, aşağılamalar zirve yaptığında bireyler kendisini kapatır ve aklından geçeni ifade etmez. Ancak bu bir kaçıştır ve sadece sorunun üzerini örtmektir ve sorun ilk fırsatta tekrar kendisini gösterecektir. Bunun yerine, tartışmaya mola vermek ve sakinleşildikten sonra devam edilmesi daha faydalı olacaktır. Aşağılama: Laf sokma, iğneleme, küçümseme, alaycı konuşmalar iletişimdeki hijyeni bozar. “Senin kafan ancak bu kadar çalışır” gibi bir cümle yerine “Bu da güzel bir fikir, ancak her ihtimale karşın başka alternatifler de düşünmeye çalışalım, hangisini beğenirsek onu uygularız ne dersin?” gibi bir ifade iletişimi kurtaracaktır. Kadın ve erkeklerin evlilik sırasında en çok sorun yaşadığı konular neler? Evlilikteki en çok sorun, çoğunlukla ev işlerinin paylaşımı, çocuğun bakımı, para dengesi, aşkın bitmesi, güç savaşı nedenleriyle çıkıyor. Zaman zaman politik ve dini görüşlerin, inançların farklı olması da çatışma nedeni olduğu gibi evliliğin ilerleyen süreçlerinde bu çatışmalar azalıyor. Yine kıskançlık en büyük çatışma nedenlerinden birisidir. Kıskanan eşin diğer eşi engellemesi ya da suçlayıcı konuşmasıyla iletişim problemleri çıkıyor bu durumda ilişkinin uyumsuz bir hal almasına neden oluyor. Ortak keyifli vakit geçirememek, cinsel hayatın sekteye uğramasını da karşılaşılan diğer büyük çatışma konuları olarak görmekteyiz. Evlilikte mutluluk ve için neler yapılmalı? Evlilik ilişkisi bir yatırım aracı gibidir. İlişkiye ve çiftlerin birbirlerine yatırım yapması sağlıklı bir dengeyi koruma yoludur. Bunun için de yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz: Eşler kendi değerleri, hedefleri, sıkıntıları (birbirleriyle ilgili dahi olsa) ile ilgili konuştuklarında birbirlerini saygıyla dinlemeli. Eşlerin birbirlerine güvenmeleri, birbirlerini terk etmeyeceklerini bilmelerini sağlayacak şekilde davranışlar sergilenmeli. Eşler aynı zamanda kötü günlerde yan yana olacaklarından şüphe etmemeli ve birbirlerinin sırlarını tutabilecek dost ilişkisine de sahip olmalı. Zihinsel olarak yakınlık hissetmeleri. Birbirlerinin kişisel gelişimlerini desteklemeli, küçümsememeli. Birbirlerine ait olduklarını hissettirmeli. Birbirlerinin yanında güvende olduklarını hissettirmeli. Birbirlerine olan sevgilerini hissettirmeli. Birbirlerinin hatalarını kabul edip aşması için destek vermeli. Düzenli bir cinsel yaşam. Ortak aktiviteler. Çiftlerin kendi ebeveynlerinin evlilik ilişkisinin dışında tutulması. Daha fazla pozitif sözsüz mesaj kullanmak Kullanılan sözsüz mesajlarda tutarlılık Anlaşmazlıklar üzerinde daha fazla uzlaşmacı yönde tartışma Bu maddelerin olmaması koşulunda; evlilik yaşamında bireyler kendilerini yetersiz, duygusal olarak huzursuz hisseder ve buna bağlı olarak da sorun çözme becerisinin azalması sonucunda da çiftler arasında öfke, düşmanlık, yetersiz iletişim ve alt seviyede bir duygusal paylaşıma neden olur. Mutlu bir evlilik, başarılı bir planlama ve çaba sonucu oluşturulmakla birlikte süreç içinde de korunması gereken bir kurumdur. Evlilik ilişkisi, iletişimi, uyumu, görev ve sorumlulukları kabullenmeyi de gerektirir. Evliliklerde kritik dönemler var mıdır? Örneğin 6. ay, 5. yıl, 10 yıl vs gibi... Böyle bir sayısal değer vermek doğru olmayabilir, evlilikteki yaşanmışlıkların evliliği yıpratıp geliştirdiğini düşündüğümüzde, bizim ilişki yaşımızın evliliğin kaçıncı yaşında olduğundan daha fazla önem kazandığını söyleyebiliriz. Bununla birlitke yapılan bazı araştırmalar, evliliğin ilk altı yılı içinde oluşturulan evlilik doyumu, ilk yıllara oranla oldukça azalmakta olduğunu, özellikle evliliğin birinci ve ikinci yıllarında önemli değişikliklerin meydana geldiğini belirtmektedir. Yine de yıllardan ziyade evlilikte ki belli dönemlere göz atabiliriz, örneğin evliliklerin ilk yıllarının uyum ve işbirliği kurabilme açısından ve ilişkiye dair farklı tutumların geliştirilebilmesi açısından en zor dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu zor dönem eşlerin birbirlerini ne kadar çabuk anlaması, tanıması, farklılıklarının farkında olması ve güvenmesi ile son bulur ve daha keyifli bir süreç başlar. Ancak evliliğin ilk yıllarında iletişimin olumsuz olması ve evlilik doyumunun olmaması ilişkinin geleceğinin pek de parlak olmadığı fikrini uyandırabilir. Belirli bir dönem sonra ebeveyn olma arzusu ve çocuk sahibi olunduktan sonraysa evlilik ilişkisi bir başka boyuta geçer, enerjinin çoğu çocuğa harcandığında eşler kendilerini değersiz önemsiz (birbirleri için) hissedebilir ve bu da evliliğin kalitesini bozabilir. Bunun olmaması için çiftlerin aralarında ki paylaşımlarını arttırmaları önemlidir. Read the full article
0 notes
Text
Cinsellik ve İlişkide Cinsellik
Cinsellik hem en çok merak edilen hem de en çok yasaklanan, hem en çok konuşulan hem de aslında hiç konuşulmayan, çok bilindiği iddia edilen ama aslında çok az bilinen, bir yandan övünülen diğer yanda ise aslında çok utanılan bir konu olması sebebiyle zorlu bir konudur(İncesu).
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre cinsellik; fiziksel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerin kişiliği, iletişimi ve aşkı zenginleştirici etkilerinin birleşiminden oluşur. Cinsel bir varlık olarak insanın sadece bedensel değil; duygusal, düşünsel ve toplumsal bütünlüğü sağlayan, kişilik gelişimi, iletişim ve sevginin paylaşımını olumlu yönde zenginleştiren ve arttıran bir sağlıklılık halidir. Cinsellik; doğum öncesinde başlayıp ömür boyu devam eden, insanların değerleri, inanışları, duyguları, kişilikleri, sevdikleri ve sevmedikleri şeyler, tutumları, davranışları, fiziksel görünümleri ve içinde yaşadıkları toplumlara göre şekillenen bir kavramdır.
Cinsel sağlık ise sadece hastalık, fonksiyon bozukluğu veya sakatlığın olmaması değil, duygusal, zihinsel ve sosyal olarak cinsellikle ilgili iyi oluş halidir. Şiddet ve ayrımcılığın olmadığı güven ve saygıyı içerir. Ayrıca sadece üreme çağını değil gençlik ve yaşlılık da dahil bireyin tüm yaşamını kapsar.
Psk. Dila Hotlar
Cinsellik biyolojik, psikolojik, sosyal, kültürel, geleneksel, ahlaki, dini, antropolojik, politik ve ekonomik boyutları olan karmaşık bir bütündür. Bu yüzden cinselliğe ve cinsel sorunlara farklı bakış açıları ile yaklaşmayı gerektirir. Bunlardan ilki olan biyolojik bakış açısına göre cinsellik temel bir iç güdüdür ve sağlıklı ve mutlu bir yaşam için sağlıklı işleyen bir beden olmazsa olmazdır. İkinci bakış açısı psikolojik bakış açısıdır. Sağlıklı işleyen bir beden cinselliği sağlıklı bir şekilde yaşayabilmek için gerekli altyapıyı sağlar. Ancak o cinselliğin kiminle yaşanacağını, ne zaman, nerede ve nasıl olacağını, nasıl uyarılıp nasıl doyuma ulaşılacağını gibi etkenleri belirleyen ise insan psikolojisidir. Son bakış açısı ise sosyokültürel bakış açısıdır. Kişilerin yetiştiği ve içinde yaşadığı aile, yakın çevre, alt kültür ve toplumsal yapı, gelenekler ile dini inanç ve ahlaki tutumlar da cinsel tutum ve davranışlarımızı belirleyenler arasındadır. Bireyin sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşam sürdürmesinde bu üç bakış açısının da önemli bir yeri vardır.
İlişkinin içinde cinsellik nasıl yaşanır? Cinsel ilişki, ilişki aralığının en daraldığı alan olarak tabir edilebilir. İlişkinin cinsellik dışındaki bileşenleri ile cinsellikteki eylem özelliklerinin karşılıklı etkileşimi vardır. Cinsellik ilişkisi; karşı insan özellikli, öteki(geçiş) nesneli eylem birlikteliğidir. Yani ilişkinin birliktelik/yakınlık düzeyinin ve işleyişinin deneyimlendiği bir alandır.
Cinsellikte kendini iyi hisseden ve cinselliği partneriyle sağlıklı bir şekilde yaşayan kişiler; girişken, aktif, anksiyeden serbestleşen, ötekine yakınlık, sıcaklık ve koruma hisseden kişiler olmaktadır. Aksi halde ise; doyum eksikliği, sevilmeme korkusu, güçsüzlük deneyimi, erkeklik/kadınlık rollerini yaşantılamada değersiz hissediş, çekilme, izolasyon ve anksiyete yaşarlar ve daha gergin, sıkılgan, rahatsız bir ruh haline girerler.
Eşlerin cinsel ilişkiden zevk alabilmeleri için karşılıklı olarak birbirlerini uyarabilmeleri, erotize edebilmeleri gerekir. Eşler arasındaki cinsel çatışmalar ise çeşitli şekillerde gelişebilir. Eşler isteklerini birbirine açıkça ifade edebiliyorsa çatışmaların çözümü kolaylaşmaktadır. Eşler ilişkilerinin tanımlanması sorununu çözüp isteklerini birbirlerine açıkça söyleyebilme yürekliliğini kazandıklarında cinsel yaşamları daha doyurucu hale gelmektedir.
İlişkide gücün kimde olacağı ve ilişkiyi kimin kontrol edeceği konusunda bir savaş varsa, eşler çatışmalarını çözümleyebilmek için cinsel ilişkilerinden de yararlanmaya çalışmaktadırlar. Cinsel anlaşmazlıklar ilişkinin doğasından bağımsız değillerdir. Eşlerin birbirine davranışları, yaşamlarındaki diğer kişilere davranışları cinsel ilişkideki davranışlarında da gözlenebilmektedir.
Cinselliğe yönelik bir problemde alınan terapide amaç; kişilerin cinselliğini idraklerinin ötesinde, iç ya da dış dünyanın bastırılmışlığını daha az hissedecek şekilde ve ucu açık spontanlığında yaşayabilmeklerini sağlamaktır.
source https://saglik.kocaali.com/cinsellik-ve-iliskide-cinsellik/
0 notes
Text
YKP, “4. Solun Akdeniz Konferansı” toplantılarına katılıyor
https://wp.me/pXsHy-KtV Yeni Kıbrıs Partisi 29 – 31 Mart tarihleri arasında Beyrut’ta Avrupa Sol Partisi tarafından düzenlenecek olan 4. Solun Akdeniz Konferansı katılıyor. YKP’yi temsilen Konferansa YKP Genel Sekreteri Murat Kanatlı katılacak. Kanatlı, 28 Mart tarihinde adadan ayrılacak ve 31 Mart tarihinde adaya dönecek. Konferans, Cuma günü, “Emperyalizme karşı direniş, Ortadoğu’da çatışmalar ve Siyasal İslam’ın rolü” başlıklı konferans ile başlayacak. Daha sonra ise “kendi kaderini tayin hakkı konusunda sol yaklaşım” başlıklı konferans ile devam edilecek… Cumartesi ise “Göçmenler ve mülteciler, Akdeniz’deki anlatılar”, “kadınların mücadelesi, halkların sosyal ve demokratik mücadelesi”, “bölgedeki neoliberal antlaşmalar ve kapitalist krizi” başlıklarında oturumlar olacak. Pazar günü ise “bölgede çevresel savaş alanları olarak enerji ve kaynakları” başlığı ile tartışmalar tamamlanacak. Konferansın son kısmında ortak bir deklarasyon için görüş alışverişinde de bulunulacak… Konferans toplantıları çerçevesinden Avrupa’da ve Akdeniz’de yer alan ��lkelerin çeşitli yerlerinden onlarca örgüt, politik parti, sosyal hareket, sendika ve entellektüller, aktivistler bu başlıklar üzerine tartışmalar gerçekleştirecek, ortak toplumsal muhalefet üzerine nelerin yapılabileceğini de konuşacak… program
0 notes
Text
Türkiye’nin Tarihi ve Ekonomik Politik Yapısı (1838-2016)
Türkiye’nin Tarihi ve Ekonomik Politik Yapısı (1838-2016) Ahmet Akif Mücek Belge Yayınları
Osmanlı yarı sömürgeleşme sürecinde iflasa sürüklendi. Babıâli yerini Galata bankerleri, Osmanlı Bankası ve Düyun-u Umumiye’ye terk etmişti.
İmparatorluk tarihten silindi. Milli Mücadele, İttihatçıların sınıfsal ittifak ve örgütsel zemininde, soykırım ve sermaye transferlerini meşrulaştıran bir çizgide geliştirildi.
Kemalist önderlik, sömürgecilerle, yeni işbölümünün pazarlığını yaparken sınırsız pragmatizm sergiledi. Ekonomik ve siyasi bağımsızlığın sınırları böyle çizildi. Devletçi sanayileşme hamlesiyle nispeten bağımsız bir yapı oluşturuldu.
Savaş ortamında vurgunlar, karaborsa furyası, Hükümeti Nazi etkisiyle, Varlık Vergisi görüntüsünde sermaye gaspına yöneltti. Bu 1915 soykırım politikasının resmî ideoloji olarak tesciliydi.
DP iktidarı, küçük burjuva diktatörlüğünün yirmi yedi yıllık hâkimiyetini sona erdirdi. Emperyalizmin yeni sömürgecilik ilişkileri DP iktidarı döneminde geliştirildi.
Uluslararası işbölümünde Türkiye ithalata bağımlı bir sanayileşmeye yönlendirildi. Türkiye bu istikamette ilerledi. Sermaye içi çatışmalar, DP iktidarını 27 Mayıs askerî darbesiyle sona erdirdi.
12 Mart darbesinin uluslararası ilişkilerin yeniden tanzimi, hâkim sınıflararası çelişkileri çözme ve halk muhalefetini ezme girişimleri çare olmadı. Türkiye yeni bir bataklığa saplandı.
12 Eylül faşizmi halk muhalefetini bastırdığında 24 Ocak kararları uygulamaya konulabildi, ihraç ekonomisi modeline geçildi. Devletçi politikaları simgeleyen sermaye birikimi sona erdirildi. Dış borçlanmaya dayalı sermaye birikim rejimi ikame edildi. 28 Şubat askerî darbesinde kazaya uğrayan İslami kesimin, emperyalizm ve işbirlikçileriyle, dostluk temelli ilişkileri AKP’de vücut buldu.
AKP, Türkiye’yi IMF, DB yönergeleri doğrultusunda dönüştürdü. Türkiye spekülatif sermaye kıskacında açmaza alındı. Dış ekonomik, siyasi dalgalanmalara, negatif etkilere açık bir yapı oluştu. Büyüme edebiyatı eşliğinde emekçiler yoksullaştı veya açlığa mahkûm edildi. Emekçi kesimlere yönelik saldırılar piyasanın derinleştirilmesine hizmet eden rafine uygulamalarla sürdürüldü.
Sosyal kültürel formlar mutasyona uğradı. Ortaya koyu İslami yeşil rengin dolar banknotlarıyla bütünleştiği, soysuz bir model çıktı. Kapitalizmin yalnızca teknolojisini, sınai mamullerini ithal etmekle yetinmeyen, bunun daha ilerisinde, efendisine benzemek için onun düşünce, ideoloji ve tüketici davranışlarını taklit eden kölelere özgü bir algı hâkim kılındı. 15 Temmuz askerî darbe girişimi Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının devleti ve toplumu İslami çizgide dönüştürme ve sömürgeleşme sürecinin ilerletilmesi için bir fırsat olarak değerlendirildi.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://sizekitap.com/ekonomi/turkiyenin-tarihi-ve-ekonomik-politik-yapisi-1838-2016/
0 notes
Text
Bob Dylan ve Yurttaşlık Hakları Hareketi
Bob Dylan’ın “protest” şarkılarına daha yakından bir bakış
Woody Guthrie’nin Minneapolis’deki müzikal etkisiyle yüzeysel bir politik dünya görüşü kazanmasına rağmen, 1961 yılının Ocak ayında New York’a geldiğinde Bob Dylan’ın yurttaşlık hakları hareketine dair hiçbir duruşu yoktu. Söylentilere göre onu geleceğin aktivist şarkıcısı haline getiren sevgilisi Suze Rotolo’ydu. Sendika örgütleyicilerinin kızı ve Irk Eşitliği Kongresi’nde gönüllü olan Rotolo, Dylan’ı siyasi mitinglerde boy göstermesi için cesaretlendirdi. CORE vakfı yararına yazdığı ve ilk “protesto” şarkısı olan “The Death of Emmitt Till” i 1962’nin Şubat ayında tanıttı. Bir Aktivist Şarkı Yazarı Doğuyor Yeni idealizmine tutulan ve yeteneğiyle heyecan verici bir yükselişe geçen genç şarkı yazarı, takip eden 18 ay içinde şarkı yazımı membasına dönüştü ve birçok şarkısının taslağını oluşturdu. Dylan 24 Nisan 1962 ve 27 Mayıs 1963 arasında, ikinci albümü The Freewheelin’ Bob Dylan’I kaydetti. Bu albüm Dylan’ın henüz 21 yaşındayken siyasetin içine girmesini ve yurttaşlık hakları hareketine olan bağlılığını hızlandırdı. “Oxford Town ” James Meredith’in beyazların gittiği üniversitelere gitme hakkı kapsamında Eylül 1962’de federal polisler ve Mississippi Milli Muhafız Teşkilatı arasında yaşanan çatışmayı incelerken, Dylan’I bir halk aktivisti ve popüler bir müzisyen olarak dünyaya tanıtan “Blowin’ in the Wind” oldu. Peter, Paul and Mary tarafından popülerleştirilen, kariyerinin en kıymetli eseri haline gelen şarkı, bir anda yurttaşlık hakları hareketinin başlıca marşlarından biri haline geldi. Gerçekten İlgili Mi Yoksa Şöhret Mi Arıyor? Dylan 1962 yılı boyunca New York çevresinde düzenli olarak, Joan Baez, Pete Seeger ve Staples Singers’la birlikte, bir taban örgütlenmesi olan Şiddet Karşıtı Öğrenci Koordinasyonu Komitesi yararına performanslar sergiledi. Dylan’ kötüleyenler onun bir şöhret arayıcısı olduğunu iddia edip, halk hareketinden çıkar sağlamak için rol yaptığını söylüyorlardı. Fakat bu doğru değildi. Dylan değişimin yaratılmasında şarkının gücüne içten inanan biriydi. İkinci stüdyo albümü Freewheelin’i 13 Mayıs günü Ed Sullivan Show’da tanıtması için çağrıldığında aşırı muhafazakar-gerici grupları taşlayan “Talking’ John Birch Society Blues” u çalmayı tercih etti. Yapımcıların tedirgin olması ve Dylan’s şarkılarını değiştirmesini söylediğinde, Dylan arkasına bile bakmadan gitti ve iddialar geçersiz kılındı. Daha Derin Bağlılık Geldik 1963 Newport Folk Festivali’ne. Pete Seeger’ın vitrin yaptığı, Dylan’ın ilk sahneye çıkışı, sadece kulübe kabul edilmesinden çok daha fazlası, hareketin ünlü poster çocuğu olarak tahta doğru ilerlemesiydi. Joan Baez, Pete Seeger , Peter, Paul and Mary, ve Şiddet Karşıtı Öğrenci Koordinasyonu Komitesi’nin Özgürlük Şarkıcıları sahne aldıve Dylan setini “Blowin’ in the Wind” ile tamamladı. Ve grup bir kere daha, dinleyicileri hep beraber söylemeye davet edip, ele ele tutuşarak. “We Shall Overcome” şarkısı hep beraber söyledi. Dylan ile Baez hızlarını alamayıp 28 Ağustos’ta, Martin Luther King Jr.’ın efsanevi “Bir Rüyam var” adlı konuşmasını yaptığı Washington DC’deki Özgürlük Yürüyüşü’nde sahne alacaklardı. Oyuncu Ossie Davis tarafından sahneye çağırılan Dylan, “When the Ship Comes In” ve “Only a Pawn in Their Game” şarkılarını söyledi ve Len Chandler’ın “Hold On” şarkısına eşlik etti. Dylani sonbaharın sonlarında Greenwood, Mississippi’de 300 siyahi çiftçinin katıldığı seçmen mitinginde “With God on Our Side” şarkısını söylediği zaman, nihayet güneydeki insanların günlük hayatlarına dair ilk deneyimini kazandı. “Only a Pawn in Their Game” adlı yeni şarkısı ise birkaç hafta önce meydana gelen ve yurttaşlık hakları hareketinin öncülerinden Medgar Evers’in öldürülmesiyle ilgiliydi. 1964 yılının Ocak ayında piyasaya sürülen, sosyal eleştirileri olan The Times A Are Changin albümünde bu parçaların ikisine de yer verdi. Siyasal Düş Kırıklığı 1963, Dylan’ın siyaseten en aktif yılı iken, aynı zamanda onun için büyük bir düş kırıklığıydı. Beyaz hareket liderlerinin zorlamalarını hissedip hareketin yıldız şampiyonu olması beklentilerinden nefret ederek, Dylan geri çekilmeye başladı. Siyahların mücadelesini desteklemeyi asla bırakmasa da, liberal, suçluluktan bağrı yanan beyazlar için, Fareli Köyün Kavalcısı, oynamak istemediği ikiyüzlü bir roldü. Olağanüstü İnsan Hakları Komitesi’nin, Aralık 1963 yılındaki ödül töreninde yaptığı konuşmada, Dylan, en çok beyaz dinleyicileri hedef aldı ve Washington’daki son özgürlük yürüyüşünü şu sözleriyle eleştirdi: Açıkça takım elbise giymiş olan seyircilere hitap ederek, “Oradayken tüm Zencilere baktım ve arkadaşlarıma benzeyen hiç bir zenci görmedim. Arkadaşlarım takım elbise giymiyorlar.” Ardından kendisinin Lee Harvey Oswald’la birçok ortak yönü olduğunu söyleyerek kalabalığı daha da şaşırttı. Yuhalamalar başlar başlamaz ise arkasına bakmadan çekip gitti. Bob Dylan’ın Bir Başka Yönü Bob Dylan bir şarkı yazarı olarak sürekli gelişse de siyasete katılması her zaman onun için daha büyük hedeflere yol yaptı. 1963 sonbaharındaki aktivizmin zirvede olduğu sırada, Beat etkilerini ve Fransız modernizmini zaten benimsiyordu ve yazdıkları kelimesi kelimesinden ziyade daha edebi, şiirsel hale geldi ve bu 1964 yılında satışa sunulan, siyasal olarak içi boş albümü Another Side of Bob Dylan’a yansıdı. Halk müzisyenlerinden albüme gelen tepki ani ve oldukça sert oldu. Bob Dylan gayesini yüz üstü bırakıyor, protesto şarkı yazarı olarak sorumluluklarını yerine getirmiyordu. Şöhret tuzağına düşmüştü. Onu eleştirenlerin, 22 yaşında bir sanatçının sanatçılık, üstelik yaratıcılık gücünün zirvesindeyken, çıkmaz bir politikada olduğu gibi durmasını beklemesi sadece aptalca değil, aynı zamanda safçaydı. Dylan’ın Apolitik Geleceği Dylan 1964’te aktivizmin dışına çıkmış olmasına rağmen, kariyerinin geri kalanı boyunca üstü kapalı olarak politik göndermeler yaptı ve zaman zaman halk şarkıları yazdı. Örneğin, 1971’deki “George Jackson” isimli şarkısı siyahi militan Marksist George Jackson’ın hapishanedeki çatışmalar sonucu idam edilmesiyle ilgiliydi. Bunun ardından, hapsedilen boksör Rubin “Hurricane” Carter’ın serbest bırakılması için mücadele eden 1976 turnesi geldi. Daha sonra, 1991 Grammy ödüllerinde-Körfez Savaşının en yoğun döneminde- Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü aldığında, -1990 West Point konserinde ironik bir şekilde çaldığı- “Masters of War şarkısını sahneye taşıdı.Ve 2008 seçimlerinde Barrack Obama’nın zaferini ilan edildiğinde, her zamanki kapanış şarkısı olan “Like a Rolling Stone”dan saparak “Blowin’ in the Wind”ı çaldı. Yazar: Ben Corbett Çevirmen: Ayşe Mizgin Vurgun
Kaynak: https://www.thoughtco.com/bob-dylan-and-civil-rights-movement-1322012
0 notes
Text
Minoktokratik Gloktokratik Sandık Dansı Eşliğinde Başkanlık Hayaletleri
Daha önceki seçimlerle kıyaslanacak olursa; 24 Haziran’da gerçekleşecek olan dayatmalı-seçimin en önemli özelliği: minoktokratik-kapitalist-parlamentarizm ile gloktokratik-kapitalist-parlamentarizm arasındaki oylama olacaktır. Dolayısıyla; ortaya çıkan iki ana bloktan biri (AKP’nin başını çektiği sözde “cumhur ittifakı”) zorla plebisit yoluyla seçim dayatmasına giderken, yani “Türk tipi” gloktokratik-parlamentarizm de ısrar ederken; CHP’nin başını çektiği (ve içinde İYİ Parti’nin de olduğu) blok ise “eski tip” minoktokratik-parlamentarizm de ısrar etmektedir. Başka bir deyişle; 24 Haziran seçimleri asıl olarak minimalist-burjuva güçler ile glokalist-burjuva güçler arasında ve dahası onlara eklemlenmiş olan daha zayıf kuvvetler arasındaki bir sandık mücadelesi olarak geçecektir.
Öte yandan, bu iki blok karşısında ayrı bir yerde duran Kürt seçmenler ise ellerini güçlendirebilmek için bu iki blok arasındaki güç dengelerine göre kendilerine “en avantajlı koşulları” sağlayacak olan cephenin yanında konumlanmak yönünde genel bir politik eğilim belirlemiş gözükmektedir. Diğer taraftan; özellikle HDP şahsında cisimleşen “kürt siyasal hareketi” (silahsız legalist-reformist kanat) her iki taraf karşısında “tarafsız” gibi gözükerek siyasal pazarlık için sıranın kendisine gelmesi şeklinde bir bekle ve gör politikasına uygulamaktadır. Keza; bu iki bloğun seçimlerde yenişememesi halinde, hangi tür parlamentarizmin daha ağır basacağı noktasında Kürt oylarının belirleyici olma ihtimali, sözde tarafsızlığın korunmasınında ki asıl ve yegane nedendir. Zira; HDP açısından gloktokratik-parlamentarizm glokal-Kürt-kapitalizminin glokal-Türk-kapitalizmi karşısında daha da çok palazlanmasına ve avantaj elde etmesine olanak verecekmiş gibi gözükse de, yine de glokal-Kürt-ulusçuluğu bu defa elini temkinli tutma çabası içindedir. İşte bu koşullar altında; iki ana ittifak bloğu ve diğer koltuk değnekleri ile seçimlere gidilmektedir. Ve ne yazık ki; HDP ve sağ Kürtler burada koltuk değnekçiliğinden başka da bir politika üretmemektedir.
Her burjuva parlamenter seçimde olduğu gibi bu seçimde de; devrimci güçler açısından ise iki seçenek vardır: Birincisi; kendisini sandığa gitmeme temelinde ortaya koyan boykot seçeneğidir. Sınıf mücadelesinin ve siyasal güç ilişkilerinin koşullarına göre belirlenen boykot seçeneği kendi içinde “pasif” ve “aktif” olmak üzere iki biçim altında ayrıştırılabilir. Keza; programatik ve kitlesel bir boykot çalışmasının olmadığı ya da yapılamadığı koşullarda gerçekleşen bir boykot; özü itibariyle sandığı protesto etme biçiminde bir “pasif boykot” olarak da tarif edilebilir. İkincisi ise; demokratizmin genel ve özel ilkeleri ile çelişmemek kaydı ile, hangisi daha avantajlı konumda ise o partinin (örneğin, varsayalım ki bu HDP ya da CHP olabilir) listelerinden ya da böylesi bir güç varsa bağımsız adaylar temelinde seçimlerden ve parlamentarizmden (burjuvazinin ağırından) en uygun şekilde yararlanmak adına da “taktiksel” olarak seçimlere girilebilir. Kuşkusuz bu taktik devrimci bir taktik olmadığı gibi, yapısı ve işleyişi itibariyle de içinde burjuva politikasının her türden tonunu da barındıran özgün bir demokratik taktik ve kadro yapısı kapsamında ele alınmak zorundadır. [1].
İster birinci seçenek ister ikinci seçenek açısından hangi seçenek seçilirse seçilsin, devrimci güçler açısından belirli bir güç düzeyine ulaşılmadan bu seçeneklerden hangisi tercih edilirse edilsin; bu haliyle burjuva seçimlere ve parlamentarizme karşı demokratik bir politika geliştirmek pekte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla; alternatif bir demokratik program ve parlamentarizm modeliniz yoksa, ister seçimlere HDP’den ya da CHP’den girin, ister bağımsız adaylar olarak girin, yapılan şey devrimci bir seçenek olarak değerlendirilemeyeceği gibi, böylesi bir yönelim son tahlinde seçimin/sistemin koltuk değnekçiliğinden başka da bir sonuç doğurmayacaktır. Bu açıdan HDP’den ya da CHP’den aday olarak seçimlere katılacağını açıklayan sözüm ona kimi “devrimcilerin”, “sosyalistlerin”, “komünistlerin” vs. kaderi de daha önceki örneklerde olduğu gibi yine koltuk değnekçiliği olacaktır. Hele ki; yasama organında milletvekili olmanın getirdiği dokunulmazlık, usul ve koruma avantajları ve dolgun maaşlar da düşünüldüğünde, lafta en keskin söylemler ile seçmenlerden oy isteyen böylesi adayların alternatif bir demokratik program ve parlamentarizm modeli önerisinin de olmadığı koşullarda mecliste yürüteceği faaliyetler kendilerinden önceki örneklerde de görüldüğü gibi parlamentodaki her hangi bir milletvekilinin faaliyetlerinden farklı da olmayacaktır. Bunun en bariz örneği; geçmişte HDP’den ya da CHP’den aday olarak meclise girmiş olan sözde “solcu” milletvekilleridir. Keza; bu tip vitrin ve konu mankeni milletvekilleri demokrasi mücadelesi bile vermekten aciz siyasi karakterler olmanın ötesine de geçememiştir.
Ana konumuza dönecek olursak; dolayısıyla birinci tercih devrimci seçenek açısından en uygun ve gerçekçi politik tercih olarak belirse de, bu seçeneğin de bugün ki koşullarda pasif bir protesto eylemi olmanın ötesinde de bir siyasi işlevi olmayacaktır. Buradaki asıl sorun; seçimlerlerden ve burjuva ahırdan devrimci ve sosyalist amaçlar için yararlanabilecek ve emekçi kesimlere çok yönlü ajitasyon ve propaganda yapabilecek devrimci-komünist bir partinin olmayışıdır ki, böylesi bir parti var olmadığı içindir ki; burjuvazinin kürsüleri olan seçimler ve parlamentodan emekçiler lehine yararlabilecek milletvekillerine de bugüne kadar hiç şahit olunamamıştır. Dahası; bu boşluğu HDP’nin ya da CHP’nin doldurabileceğine ilişkin görüşler traji-komik olmanın ötesinde, o kadar saçmadır ki; bunu söyleyenlerin kendisi bile bu görüşe inanmamaktadır. Sırf proletaryan-sosyalizan soldan ve diğer sollardan bir nebze olsun oy devşirebilmek için söylenen bu yalanlar er ya da geç bu yalanları söyleyenlerin de ayağına dolanmaktan kurtulamayacaktır.
Diğer taraftan; yeni emeğin hareketi olan protekyanın siyasal güçlerinin oluşum süreçlerinin mayalandığı bugün ki koşullarda karşı karşı kalınan bu seçim dayatması, daha önceki seçimlerde de görüldüğü gibi, hem protekya açısından hem de onun politik kurmaylarının devinimi açısından da çok hassas bir süreçden geçildiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla; bir yandan bilimimiz Emekoloji’nin devinimi, diğer yandan sınıfımız protekyanın ve onun siyasal sözcülerininin devinimi; öte yandan vatandaş denetim kurumu temelli doğrudan demokratizmin alternatif programının ve düşüncesinin devinimi sürer iken ve minoktokratik-parlamentarizm ve gloktokratik-parlamentarizm arasındaki güç savaşımının devinimi ve dahası proletaryan-sollar ve UKKTH’ci liberal silahlı ve silahsız reformizmin eridiği bir süreçte seçimlere gidilmekte olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.
İktisadi, sosyal, kültürel, etnik, dini vs. her türden çelişkinin derinleştiği bu süreçte; minimalist-devlet güçlerinin çözüldüğü, lakin glokal-devlet güçlerinin güç devşirmedeki acemiliği ve programsızlığı ile birlikte ortaya çıkan bütün bu çatışmalar da, bu sürecin en belirgin özellikleri olmaya devam etmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun, hak ve adalet kayıplarının, sömürünün, rüşvetin, talanın arttığı; minareyi çalan yavuz hırsız misali sanki bütün bunlar yokmuşcasına sorunların “çözümü” olarak egemenlerce burjuvazi içi iktidar değişikliğinin dayatıldığı bugün ki koşullar altında emekçi sınıflara yönetici sınıflar tarafından seçim yoluyla sahte bir “umut” aşılanmak istenmektedir.
Dahası; plebisit (seçme ve seçilme yasalarının ihlal edilmesi/zoraki seçim) biçiminde gelişen bu dayatma, her türden gerçek sorunun, yani göçmen sorununun, bölgesel savaş sorununun, hayat pahalılığı sorununun, doların ve euronun yükselişinin neden olduğu ekonomik sorunların üstünü örtmeye dönük bir egemen sınıf stratejisi olma özelliğine de sahiptir. Başka bir deyişle; bu stratejisi Türkiye’nin her geçen gün daha da kötüye giden iç ve dış krizini emekçi kitlelerden gizlemeye dönük daha kapsamlı bir hakim sınıf planının parçasıdır. Öyle ki; minoktokratik ve gloktokratik egemen güçler arasındaki yönetme ve yönetilme krizi de buna eklenince, çok boyutlu ve riskli bir sürece girildiği de anlaşılmaktadır ki; Türkiye’de hiçbir kesim eski statükolarını koruyacak koşullara da artık bundan sonra sahip olamayacaktır.
Minoktokratik ve gloktokratik güçler arası ikili iktidar sürecinin sonlarına yaklaşıldığı bugün ki koşullarda, devrimci güçlere düşen asıl görev; bu ikili bloklaşmanın ötesine geçerek, kendi demokratik ve devrimci alternatiflerini yaratabilecekleri nesnel ve öznel şartların zeminlerini bıkmadan usanmadan sabırla hazırlamaya devam etmek olmalıdır. Aksi takdirde; sınırlıda olsa kendi nitelikli öz gücüne güvenmeyen bir komünist faaliyet sırf seçimlerde ya da parlamentoda boy göstermek pahasına kendi programatik-ideolojik, taktik ve stratejik yönelimlerinden uzaklaşarak kimi “solların” düştüğü temel hataya, yani sözde “kitleleri kazanmak” adı altında yanaşmacı ve kuyrukçu bir dar pratikçilik hatasına düşmekten ve kendi varoluş nedenlerini inkar etmekten de kurtulamaz. Keza; geçmiş deneyimlerin acı yolu geleceği kuşatan perspektiflerin de asıl çıkış noktasıdır.
Lakin; gloktokratik güçlerin zoraki seçim müdahalesi ile sistemin yeniden entegrasyonuna geçiş için planladıkları program var olan glokal emperyalist sisteme de uyum sağlayamadığından dolayı, sistemin bu haliyle ulusal ve uluslararası ölçeklerde kriz yaşamaya devam edeceği de aşikardır. Dokunulmazlıkların, usul ve koruma kanunlarının kaldırılması ve vatandaş denetim kurumunun kurulması için yürütülen hukuki mücadele seçiminde iptal edilmesine yok açacak gibi gözükmektedir. Bu mücadele de iç hukukun bitirilmesinin Türkiye tarihinde bir ilk olması itibariyle, prusyatik memur kapitalizminin ve devletinin de zoraki olarak değişim sürecine gireceği anlaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki; 24 Haziran seçimlerinde seçimlerin iptal edilmesi ya da ertelenmesi birincil olasılıktır. Keza; “Türk tipi başkanlık sistemi” ve önerdiği devlet şekli ne eski minoktokratik parlamentarizme ve devletine, ne de yeni gloktokratik parlamentarizme ve devletine, yani her ikisine birden de uyum sağlayamamaktadır. Fakat; yeni bir devlet modeli olan, doğrudan demokrasi biçiminde gelişen, vatandaş denetim kurumu ilaveli devlet modeli, eski devlet modeline, yani yasamacı, yargıcı, yürütmeci üç bacaklı Hegelyan burjuva devlet modeline ek bir ilave olarak tam da yeni teknik emeğin doğasının ve güçlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek olan bir devlet modelidir.
Protekya sınıfının siyasal sözcülerinin tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığı, mayalandığı, hem minoktokratik hem de gloktokratik güçlerin rotasını şaşırdığı bu koşullar da zorla ve hukuksuz bir biçimde yapılan bu seçim dayatması karşısında en makul seçenek dokunulmazlıkların, usul ve koruma kanunlarının kaldırılması ve vatandaş denetim kurumunun kurulması için sandığa gidilmemesi (sandığın boykot edilmesi) tercihidir. Keza; demokratik denetim kurumu mücadelesi hukuki açıdan hem içerde hem de dışarda sandıksızların da hukuksal seçilerini ve taleplerini savunmaktan da geri durmamaktadır.
Demokratik olmayan yüzde 10 barajı ile birlikte ittifak ve sonradan çıkarılan başkanlık-uyum-sandık yasaları plebisit bir yasa halini alarak, burjuva seçme ve seçilme kanunlarına dahi taban tabana ters düşmektedir. Dolayısıyla; sırf bu nedenden dolayı bile 24 Haziran’da sandıksızlık tercihi en demokratik tercih olacaktır.
Dipnot:
[1] Demokratizm, sosyalizm ve komünizm mücadeleleri kesişim noktalarına sahip olsa da, özü/tözü itibariyle bir ve aynı şey de değildir. Başka bir deyişle; bütün bu kategoriler özsel karşıtlıklar değil, yapıları ve işleyişleri gereği tözsel karşıtlıklar içermektedir. Örneğin; kimi solların iddia ettiğinin aksine, her demokratizm reformizm olmadığı gibi (ki bu indirgemeci, mekanik ve idealist bir bakış açısına tekabül etmektedir), her reformizm de zorunlu olarak liberalizme kapı aralamaz. Dolayısıyla; gloktokratik otokratizme/tek adam rejimine geçişin zeminini döşeyen gayri meşru plesibit (zoraki seçim) karşısında ideal anlamda demokratik bir programın, dahası sosyalist ya da komünist bir programın söz konusu olmadığı bu şartlar altında; HDP’nin, CHP’nin ya da diğer solların sandık bürokratizmine dayalı dayatmacılığının demokratik bir program içermediği de ortadadır. Diğer bir deyişle; bütün bu sollar “kötünün içinden en iyisini seçelim” biçimininde de dile getirilebilecek olan bir tarzda seçmenleri korkutarak onları bir tercihe zorlama politikası gütmektedir. Keza; “Oy vermemek Erdoğan’ın işine yarayacaktır!”, “Şu parti meclise girmezse felaket olur” vs. gibi nakaratlar da yine aynı liberal mantık sinsilesinin izdüşümleridir. Bu durum devrimci saflarda liberalizm tehlikesi yaratsa da; en az onun kadar “sandıksızlar bürokratizmi’nin de bugün ki haliyet-i ruhiyesi itibariyle “edilgenlik” ve “pasifizm” ürettiğini de görmeden geçmemek gerekir. Asıl sorun: komünizm düşüncesinin bugüne (Emekoloji’ye) kadar bilimsel bir kalıba bürünememiş olmasından dolayı, başta demokratizm olmak üzere geri kalan tüm mücadele biçimi-kategorilerinin, emeğin bugün ki tarihsel seviyesine uygun bir sınıf perspektifi hattına oturtulamamış olmasıdır. Seçim demenin bile güç olduğu bu sözde “seçimlerin” burjuva yasalarına/demokratizmine dahi sığmayan glokal kalıpları sollar arasındaki ideolojik ve politik kafa karışıklığını daha da arttırmaktadır. Keza; ister sandık bürokratizmi ister sandıksız bürokratizmi biçiminde olsun, kim neyi tercih ederse etsin, hakim sol zihniyet değişmediği müddetçe düşüncelerini değiştirmeye cesaret edemeyenlerden dünyayı değiştirmelerini beklemekte ham bir hayalperestlikten başka da bir şey olmayacaktır. Tüm dünyanın gözü önünde yeni bir emek biçiminin ve sınıf biçiminin mayalandığını göremeyenlerden gelecek adına bir şeyler beklemekte açıkcası budalaca bir saflık olacaktır.
13.06.2018
Serhat Nigiz
1 note
·
View note