#Kullandı
Explore tagged Tumblr posts
genckocaeli · 1 month ago
Text
Son 9 Ayda Havalimanlarımızı 177 Milyon Yolcu Kullandı
Tumblr media
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, Türkiye'deki havalimanlarından eylül ayında toplam 22 milyon 415 bin 821 yolcunun hizmet aldığını açıkladı. Bakan, bu rakamın geçen yılın aynı dönemine göre %1,8’lik bir artış gösterdiğini belirterek, yılın ilk dokuz ayında havaalanlarının toplamda 177 milyon 346 bin 498 yolcuya hizmet sunduğunu ve taşınan yük ile kargo miktarının da 3 milyon 712 bin 255 ton seviyesine ulaştığını ifade etti. Uraloğlu, Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) tarafından sağlanan hava yolu uçak, yolcu ve yük istatistiklerine dair bilgiler verdi. Eylül ayı itibarıyla iç hatlarda 79 bin 872, dış hatlarda ise 87 bin 583 olmak üzere toplam 214 bin 319 uçak trafiği gerçekleştiğini kaydederek, eylül ayındaki toplam uçak trafiğinin 2023 yılının aynı ayına göre %2,4 arttığını vurguladı. İç hatlarda 8 milyon 249 bin 505, dış hatlarda ise 14 milyon 121 bin 637 yolcu taşıyarak toplamda 22 milyon 415 bin 821'e ulaşıldığını belirtti. Bu dönemde taşınan yük ve kargo miktarı iç hatlarda 85 bin 108 ton, dış hatlarda ise 393 bin 695 ton olarak toplamda 478 bin 803 tona ulaştı. Uraloğlu, 2024 yılının ilk 9 ayında havalimanlarına iniş-kalkış yapan uçak sayısının iç hatlarda 687 bin 194, dış hatlarda ise 669 bin 114 olduğunu ifade ederek, üst geçişlerle birlikte toplam uçak trafiğinin 1 milyon 752 bin 501'e ulaştığını aktardı. Ayrıca, yılın 9 ayında Türkiye genelindeki havalimanlarının iç hatlarda 72 milyon 949 bin 528 ve dış hatlarda 104 milyon 186 bin 201 yolcuya hizmet verdiğini, toplam yolcu sayısının da 177 milyon 346 bin 498 olarak kaydedildiğini açıkladı. Bu dönemde taşınan yük ve kargo miktarı, iç hatlarda 682 bin 730 ton, dış hatlarda ise 3 milyon 29 bin 526 ton seviyesine çıkarak toplam 3 milyon 712 bin 255 tona ulaştı. İstanbul Havalimanı, eylül ayında iç hatlarda 10 bin 419, dış hatlarda 34 bin 475 olmak üzere toplamda 44 bin 894 uçak trafiği sağlarken, iç hatlarda 1 milyon 600 bin 230 ve dış hatlarda 5 milyon 648 bin 722 yolcuya hizmet verildi. Uraloğlu, İstanbul Havalimanı'nda 9 aylık sürede iç hatlarda 90 bin 616, dış hatlarda 300 bin 873 olmak üzere toplamda 391 bin 489 uçak trafiği gerçekleştirildiğini belirtti. Sabiha Gökçen Havalimanı ise eylülde iç hatlarda 1 milyon 589 bin, dış hatlarda 1 milyon 865 bin 773 olmak üzere toplam 3 milyon 454 bin 773 yolcu ağırladı. 9 aylık süreçte iç hatlarda 14 milyon 761 bin 953, dış hatlarda ise 16 milyon 209 bin 745 yolcuya hizmet sunuldu. Bakan Uraloğlu, dış hat trafiğinin yoğun olduğu turizm merkezlerindeki havalimanlarında ise eylül ayında iç hatlarda 14 milyon 59 bin 102, dış hatlarda 35 milyon 44 bin 650 yolcu hizmeti verildiğini belirtti. Bu havalimanları, 2024 yılının ilk 9 ayında 49 milyon 103 bin 752 yolcuya ev sahipliği yaptı. Antalya Havalimanı'nda iç hat yolcu sayısının 5 milyon 34 bin 278, dış hat yolcu sayısının ise 25 milyon 882 bin 431'e ulaştığını ifade eden Uraloğlu, Muğla Dalaman ve Milas-Bodrum havalimanlarında da dikkat çekici yolcu sayıları kaydedildiğini belirtti. Read the full article
0 notes
darkyayincilik · 7 months ago
Text
Ankara-Eskişehir YHT Hattını 2023 Yılında 641 Bin Yolcu Kullandı
ANKARA- Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, Mart 2009’da Ankara-Eskişehir hattında hizmet vermeye başlayan yüksek hızlı tren işletmeciliğinin şu an 11 ilde yolcu taşıdığını belirterek, “Nüfusun yüzde 35’ine doğrudan, yüzde 54’üne ise bağlantılı olarak YHT konforunu sunabiliyoruz. İlk göz ağrımız Ankara-Eskişehir hattında da açılışından bu yana tam tamına 20 milyon 419 bin 448 yolcu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yesilkelebek · 5 months ago
Text
Bugün; dünyanın en kirli askeri, FİLİSTİN'Lİ yaralıyı canlı kalkan olarak kullandı…
İzzetimiz..😔
22 Haziran 2024
🇵🇸 FİLİSTİN'İM 🇵🇸
118 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 5 months ago
Text
Fethiye'deki "Hayalet köy" turistlerin ziyaretleriyle canlanıyor
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Muğla'nın Fethiye ilçesinde yıllar önce terk edildiği için "hayalet köy" olarak da anılan ve kesin korunacak hassas alanlar arasında bulunan Kayaköy, ziyaretçilerin dikkatini çekiyor.
Geçen yıl ağırladığı 101 bin 868 misafirle Muğla`da en çok ziyaretçi ağırlayan ikinci ören yeri ünvanına sahip Kayaköy`de yaklaşık 400 ev, 2 kilise ve şapeller bulunuyor.
Kayaköy, bölgeye düzenlenen turlara katılanların ve turistlerin uğrak noktası oluyor.
"Hayalet köy"deki tarihi yapılar, ziyaretçilerini adeta geçmişe yolculuğa çıkarıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı kontrolünde biletle giriş yapılan Kayaköy, Fethiye Müze Müdürlüğünden edinilen bilgiye göre 9 günlük Kurban Bayramı tatilinde 4 bin kişiyi ağırladı.
"Binlerce turisti Fethiye`de ağırladık"
Fethiye Belediye Başkanı Alim Karaca, ilçenin tanıtımı için yurt içi ve dışında birçok fuara katıldıklarını söyledi.
Fethiye`nin bu yıl da yerli ve yabancı turistlerin gözde tatil merkezi konumunda yer aldığını ifade eden Karaca, "Fethiye farklı turizm destinasyonlarıyla herkesin tatilini yapabileceği ender bir turizm merkezi haline geldi.
Bayram tatili dolu dolu geçti.
Binlerce turisti Fethiye`de ağırladık.
İlçede deniz kum güneşin yanında ören yerlerinde de kültür turizmi için gelen misafirlerimizi ağırladık.
Geçmiş yıllarda en çok ziyaret edilen yerlerden olan Kayaköy`e bayramda 4 bin kişi geldi." dedi.
Karaca, belediye ve paydaşlarla Fethiye`de turizmi 12 aya yaymak için çalışmalar yaptıklarını anlattı.
Cumhuriyet döneminden önce Kayaköy`de gazete çıkarıldığını belirten Karaca, "Kayaköy dağın yamacında ve birbirinin manzarasını kesmeyen yapılardan oluşuyor.
Tarım alanının işgal edilmediği bir bölge.
Bizler de bölgenin korunması için koruma amaçlı imar planıyla ilgili beş yıldır mücadele veriyoruz.
Bu çalışmayı bakanlığımızla birlikte başlatıyoruz." ifadelerini kullandı.
Karaca, mübadeleyle bölgeden ayrılan Rumlarla dostluğun sürmesi için bölgede dostluk ve barış festivalleri düzenlediğini kaydetti.
"Burayı herkesin gelip görmesi gerekir"
Ailesiyle Bursa`dan tatile gelen Turgay Kılınç ise ören yerine girer girmez hayran kaldığını, şimdiye kadar gelmemiş olmanın pişmanlığını yaşadığını söyledi.
Evlerin dağın yamacına kurulu olduğunu, ovanın ise üretim amacıyla kullandığını dile getiren Kılınç, "Eskiler doğaya uyum sağlamış biz ise doğayı kendimize uydurmaya çalışıyoruz.
Eskiler çok doğru yapmış. Burayı herkesin gelip görmesi gerekir.
Evler birbirinin açısını kapatmayacak şekilde yapılmış. Mimari ustalık." dedi.
"Herkesi ağırlamak için can atıyoruz"
Kayaköy`de restoran işleten Süleyman Çoban, ören yerine gelen turistlerin bölge esnafına ve halka ciddi ekonomik katkı sağladığını belirtti.
"Hayalet köy" olarak bilinen Kayaköy`ün ziyaretçilerle canlandığını vurgulayan Çoban, "Bölge Likya Yolu güzergahında da kalıyor.
Buraya gelenler zaman zaman burada konaklayabiliyor.
Eylülde ve sezonda Kayaköy yoğun ziyaretçi alıyor.
Burada herkesi ağırlamak için can atıyoruz." diye konuştu.
5 bin yıllık geçmişi var
Bir tepenin yamacına kurulmuş, Rumların döneminden kalma Kayaköy`ün geçmişi, milattan önce 3000`lere kadar uzanıyor.
Kurtuluş Savaşı sonrası 1923 yılındaki mübadele anlaşmasıyla terk edilen ve Türklerin yaşamaya başladığı köy, 1957`deki Fethiye depreminden etkilenmişti.
Bölgedeki evlerin hasar görmesinin ardından köydeki yerleşik yaşam da sona ermişti.
Kültür ve Turizm Bakanlığınca Kayaköy Ören Yeri olarak turizme kazandırılan köy, yerli ve yabancı ziyaretçilerin dikkatini çekiyor.
55 notes · View notes
amezhu · 2 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
238. BÖLÜM - Kan, çiçeği arzuluyor - Yüzü Olmayan Beyaz'a karşı amansız savaş - 3
Guoshi Hua Cheng’e doğru bağırdı, “GENÇ ADAM, RAKİBİNİ HAFİFE ALMA! Artık onun formuyla başa çıkmak yüzü olmayan beyazdan bile daha zor. Ayrıca daha önce daha iyi bir silahın avantajına sahiptin ama artık değil!”
Tabii ki, Jun Wu’un üstündeki tüm yaralar tek bir süpürmede ortadan kayboldu, baştan aşağı yenilendi. Guoshi’ye baktı ve güldü, “Başkalarına önümde benimle nasıl yüzleşeceklerini öğretmek mi? Seni öldürmeyeceğim ama gittikçe daha cesur oluyorsun.”
Bu gülümseme bir uyarı tonuyla süslenmişti. Guoshi konuşmayı kesti ve geriye ona baktı.
Xie Lian, “Sen endişelenme, San Lang asla rakiplerini hafife almaz.” Dedi.
Bu konuda fazlasıyla açıktı. Hua Cheng'in yüzü korkusuz ve küstah olsa bile elleri asla rahatlamazdı.
Jun‌ Wu kılıca baktı ve yavaşça konuştu, “Zhu Xin, uzun zamandır görüşmedik.”
Fang Xin –ya da şu an Zhu Xin olarak seslenilmeliydi, elinde derin, sessiz bir inilti yayıyordu.
Xie Lian her zaman Fang Xin'in çok yaşlı olduğunu, bu yüzden kullanımının kolay olmadığını, kim bilir belki de bir gün öleceğini düşünmüştü, ancak bir zamanlar ustasının elindeyken aurasının ve gücünün kendi elinde olduğundan tamamen farklı olduğunu hiç düşünmemişti!
Zhu Xin ve E-Ming her çarpıştığında, tüm Cennete uzanan Köprü sanki her an yıkılıp lavların içine düşecekmiş gibi sallanıyordu. Daha öncesiyle karşılaştırıldığında, Jun Wu'nun gücü, kuvveti ve hızı belirgin bir şekilde daha fazlaydı. Hua Cheng hâlâ onun hızına ayak uydururken, kaşları hafifçe çatıldı ve ifadesi daha da keskinleşti. Dövüşü uzaktan izleyen birkaç kişi de şaşkın ve endişeliydi.
Çünkü Jun Wu'nun saldırılarının her biri doğrudan Hua Cheng’in sağ gözünü hedef alıyordu!
Hua Cheng iki kez engelledi ama ikisi de endişe verici derecede yakındı ve kısa süre sonra Jun Wu'nun aynı saldırıyı tekrar tekrar kullandığını fark etti, sanki sağ gözün Hua Cheng'in zayıf noktası olduğunu belirlemişti ve yine ona saldıracaktı. Her hamlesinde, doğal olarak Hua Cheng tüm gücüyle savundu ve tekrar tekrar savunma yaptı. Ama bu gelişmeyle, hiçbir şey başarılamayacak bir çekişmeye girmiş olmazlar mıydı?‌
Sanki E-Ming'in gözü tehlikeyi hissetmiş ve öfkelenmişti. Siyah yeşim benzeri bıçak tekrar çarpıcı bir şekilde geldi ve orada keskin biri vardı, KLANK! Hua Cheng savuşturmak için kılıcını kaldırmamıştı ama Jun Wu kılıcını geri çekmişti.
Tamamen beyazlara bürünmüş Xie Lian, Hua Cheng'in önünü kapatmıştı.
Daha önce, Zhu Xin'in ürpertici bıçağını savurmak için geri tepme kuvvetini kullanmıştı!
Xie Lian her şeye rağmen yerinde duramadı ve dövüşe katıldı. Kılıcı çıplak elle yakalama sanatında yetenekliydi ama yine de böylesine kötü niyetli bir kılıçla ilk kez karşılaşıyordu. Sadece hafif bir fiskeyle kolunun yarısı, özellikle de avuç içi neredeyse uyuştu; hisleri ancak birkaç adım geri çekilip silkelendikten sonra geri geldi. Arkasından Hua Cheng konuştu, “Gege?”
“Hadi bunu beraber halledelim!” dedi Xie Lian.
İkili sırt sırta vererek savaşma iradelerini karşı tarafa yöneltti. Bunu gören Jun Wu’nun gülümsemesi daha da büyüdü, “Ah?”
XieLian sessizce "Sen üst tarafı al, ben de alt tarafı!" dedi.
Sözleri biter bitmez ikisi ayrıldı, biri yukarı diğeri aşağı, Jun Wu'ya doğru savruldular. Xie Lian, Jun Wu'nun saldırı tarzını oldukça iyi biliyordu ve bir sonraki saldırısının nasıl olacağını az çok tahmin edebiliyordu, bu yüzden ağzından kaçırdı, "Tuzak!"
Hua Cheng onu takip etti ve pala geri döndü. Jun Wu'nun neredeyse numaraya kanacağından emin olan Xie Lian, "Patlat!" diye talimat verdi.
Hua Cheng yine onu takip etti ve bu kez kılıcı kullanmadı, ruhani güçlerini köpürtmek için çıplak elini kullandı ve patlattı. Jun Wu'nun omzu vuruldu, aşağıya doğru meyletti, eğer onun aşağılık hızı olmasaydı, o iki hamle muhtemelen onu ölümcül bir şekilde vuracaktı. Onlar savaşırken, Xie ‌Lian aniden dikkat kesildi; Hua Cheng onların zamanının yüce kralıydı, becerileri göz önüne alındığında, neden Xie Lian'ın tavsiyelerine ihtiyacı olsun ki? Ne büyük bir suç, eski alışkanlığı ortaya çıktı ve hemen özür diledi, “Özür dilerim! Beni dinlemek zorunda değilsin!”
Hua ‌‌Cheng‌ ancak sadece mutlulukla gülümsedi, “Gege'nin bana söylediği her şey en iyi karardır, o halde neden dinlemeyecekmişim?”
Aniden köprü çöktü ve Hua Cheng düşmek üzereymiş gibi aniden dengesini kaybetti. Xie Lian köprünün direklerine adım attı ve RuoYe’yi saldı, Hua Cheng’i sararak geri çekti. Saniyesinde ensesinde bir ürperme hissetti –Jun Wu sırtına yaklaşmış elini omzuna koymuştu, “XianLe, iyi yetenekler.”
Çok yakındı, Xie Lian tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Hua Cheng haykırdı, “Gege!”
Sol elini fırlattı ve E-Ming havada uçarak geldi. Xie Lian inanılmaz hızla hareket ederek başını eğdi ve E-Ming, arkasındaki Jun Wu'ya doğru uçup giderken kafasına hafifçe dokundu. Ancak o zaman Jun Wu omzundaki elini çekti ve Xie Lian bu şansı kullanarak Hua Cheng'in tarafına geri sıçradı. E-Ming bumerang gibi Hua Cheng’in eline geri döndü. İkisi beraber mükemmel bir uyum içindeydiler, diğer taraftaki üçü yalnızca burada ve orada şimşek gibi beliren gölgeler gördüler. o kadar hızlıydı ki, hayal bile edilemezdi ve insanın boğulmasına neden olurdu. O sırada Jun Wu'nun kahkahası sanki onları cesaretlendiriyormuş gibi lav mağarasının her yerinde yankılandı, “İyi, çok iyi! Devam edin!”
Mu‌ Qing‌ köprünün çöktüğü yerden kuvvetli bir şekilde kaçtı ve bu sırada konuşurken korkuyordu, “Guoshi, o… kafayı mı yedi? Gülüyor??”
“Demiştim!” dedi Guoshi, “O sinirliden de beter, mutlu! ‌Bu sadece başlangıç!”
Diğer tarafta Zhu Xin’i ele geçiren Jun Wu kanatlanmış bir kaplan gibiydi. Xie Lian, Hua Cheng’in sağ gözüne acımasızca saldırmak için sürekli kılıcı kullandığını gördü ve hem dehşet hem de paniklemiş hissetti. RuoYe’yi saldı ve Zhu Xin’in kabzasına dolandı. Ancak beklenmedik şekilde Jun Wu onu tuttuğu gibi kendine çekti, Xie Lian ona doğru uçmaya başladı.
Xie Lian ilk başta şaşırmıştı ama çok geçmeden sakinleşti. Zaten ilk başta kılıcı kapmaya gidiyordu bu yüzden korkmaya gerek yoktu, zihni durumu değiştirecek yüzlerce olası hareketi göz açıp kapayıncaya kadar gözünün önünde oynatıyordu. Ancak beklenmedik şekilde yarı yolda, başka bir el onu yakaladı ve geri çekti. Xie Lian yere indi ve arkasına baktı, Hua Cheng’in kalbini delip geçen siyah yeşimden bir kılıca karşı önünde kalkan olduğunu gördü.
Bunu görünce Xie Lian, neredeyse boğularak ölüyordu, “SAN LANG?!”
Hua Cheng'in yüzü biraz karanlıktı. Jun Wu hala Xie Lian’ın kendini Zhu Xin bıçağına geçirmesini bekliyordu ama bunun engellendiğini görünce kılıcı çekti ve geri çekildi, oldukça hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Xie Lian Hua Cheng’in hayalet olduğunu tamamıyla unutmuştu, yani göğsüne dev bir delik açılsa bile yine de etrafta enerjik şekilde zıplayabilirdi. Yine de hala endişeliydi ve Hua Cheng’in göğsündeki kanamayan yarayı kapattı, “San Lang, ne… ne yapıyordun, böyle aniden?!...”
Hua Cheng “Sanki bir kez daha önümde bıçaklanmana izin verirmişim gibi!” diye cevapladı.
Bazı nedenlerden dolayı ses tonu biraz aşırıydı ve Xie Lian şaşırdı ama Jun Wu’nun nazik sesi duyuldu, “Neden sızlanıyorsun, Xian Le? Acıyı hissedecek değil ya. O, ölmüş bir adamdan başka bir şey değil.”
“…” ve o bunu Xie Lian’a hatırlatmaya cüret etti.
Xie Lian kalbi öfkeyle alev alev yanarken ona bakmak için başını salladı, “Ve bunların hepsi senin suçun değil mi?”
Ancak Jun Wu yalnızca kıkırdadı, “Bunlar benim suçum mu?”
Bu ters soruyu duyunca Xie Lian birdenbire şaşkına döndü.
Jun Wu konuyu değiştirdi, “Belki de. Ama, XianLe, Ölümlüler aleminde o kadar uzun süre kaldın ki, ne yaptığını unuttun mu? XianLe düştükten sonra ne yaptığını hala hatırlıyor musun?”
“…”
Jun Wu’nun yüzünde derinden anlamlı bir gülümseme belirdi ve yavaşça şöyle dedi, “Hala hatırlıyor musun, Wu Ming adlı hayaleti?”
Xie Lian'ın yüzü birdenbire tüm renklerini kaybetti ve ağzından kaçırdı, “KONUŞMA!”
Guoshi işlerin ters gittiğini hissetti ve bağırdı, “Ekselansları, o ne diyor? XianLe düştükten sonra ne yaptınız?”
Xie Lian tuhaf bir dehşet duygusu hissetti ve Hua Cheng'e baktı, daha sonra Jun Wu’ya. Daha önce öfke olan şey şimdi belirsizliğe dönüştü. Hua Cheng onu anında yakaladı ve alçak bir sesle onu sakinleştirdi, “Sorun yok, ekselansları, korkma.”
Feng Xin de seslendi, “Aynen, dik dur!”
Diğer taraftan Mu Qing daha uyanıktı, “Ne demek istedi? Hayalet mi? Ne hayaleti?”
Ama Xie Lian nasıl dik durabilirdi?
O günler hayatının en dağınık günleriydi ve en çok pişmanlık duyduğu eylemi gerçekleştirmişti. Ne zaman o solgun, hilal gözlü gülümseyen maske aklına gelse, gözüne uyku girmez ve bir daha kimsenin onu görmemesi için çaresizce top gibi kıvrılırdı.
Hua Cheng zaferin tadını çıkaran bir Xie Lian görmüştü, bir savaşı kaybettikten sonra yenilmiş bir Xie Lian görmüştü, aptal, ahmak bir Xie Lian görmüştü, yoksul ve dilenci bir Xie Lian görmüştü. Bunların hepsi bir hiçti.
Ancak, muhtemelen pis çamurda yuvarlanan bir Xie Lian, bağırıp çağıran ve küfreden bir Xie Lian, kin ve nefret dolu bir Xie Lian, intikam için YongAn Krallığı'nı yok etmeye kararlı bir Xie Lian, ikinci kez İnsan Yüzü Hastalığı yaratacak kadar ileri giden bir Xie Lian görmemişti!
Hayatının o dönemi geriye dönüp bakılamayacak kadar tiksindiriciydi. Eğer bu geçmişte kaldıysa, eğer yüzü olmayan beyaz bunu uzatmak istiyorsa, o zaman her neyse. Xie Lian, Hua Cheng'in Xie Lian'ın hayatında böyle bir dönemden geçtiğini öğrendiğinde nasıl bir yüz ifadesi göstereceğini hiç öğrenmek istemiyordu.
Çünkü Hua Cheng'in düşündüğü kadar iyi biri değildi. Pislikten arınmış, aziz ve saf biri değildi. Hua Cheng gerçeği öğrendikten sonra sadece bir parça inançsızlık gösterse bile, Xie Lian muhtemelen kendisiyle asla yaşayamayacak ve bir daha asla Hua Cheng'i görmeye yüzü olmayacaktı!
Bunu düşündüğü anda, Xie Lian'ın yüzü kontrolsüzce solgunlaştı, alnından soğuk terler aktı ve elleri titredi. Nasıl tepki verdiğini gören Hua Cheng elini daha sıkı tuttu ve ciddi bir güvenle, "Ekselansları, Korkma. Unutma, sonsuz ihtişamın tadını çıkaran da sensin, gözden düşen de. Önemli olan 'sen'sin, senin durumun değil. Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim. Bana her şeyi anlatabilirsin."
Son olarak nazikçe ekledi: "Bunu bana kendin söyledin."
Xie Lian hafifçe kendini toparladı ama Jun Wu bir kahkaha attı ve yavaşça, "'Geçmişte ne olursa olsun, seni asla terk etmeyeceğim' En sadık inananlarım, en iyi arkadaşlarım da bir keresinde bana bunu söylemişlerdi." dedi.
Guoshi'nin yüzü değişti ve Jun Wu da ona bir bakış attı, "Ama sonunda, gördüğün gibi. Hiç kimse gerçekten söz verdiği gibi yapamadı.”
‌Görünüşe göre Guoshi daha fazla ona bakmaya dayanamadı ve kafasını başka yöne çevirdi. Hua Cheng yalvardı, “İnan bana, ekselansları. İnanmayacak mısın?”
Xie Lian'in ona inanmayacağından değildi.
Sorun şu ki denemeye cesaret edemedi.
Sonunda Xie Lian zorlukla yutkundu ve kendini gülmeye zorladı, ardından gülmemesi gerektiğini hissetti ve başını öne eğdi, sesi titriyordu, “… San Lang, neden… ben üzgünüm, ben, ben…”
Hua Cheng bir an ona baktı, sonra başladı, “Ben aslında…”
Bitirmeden önce, yoğun bir öldürme niyeti dalgası hamle yaptı ve ikisi birbirinden sıçradı. Duyular bir şekilde Xie Lian'a döndü ve bazı renkler de onun yüzüne döndü, “Onun nesi var? Neden o daha da fazla…”
Daha hızlı? Daha güçlü?
Önceki yüzü olmayan beyaz formuna göre şimdi Jun Wu'nun hızı ve gücü iki katına çıkmıştı ve hâlâ artıyordu; her saldırıda bu korkunç artışı çok açık bir şekilde hissedebiliyorlardı!
Mu Qing başka bir şeyi daha fark etti ve bağırdı, “Ekselansları! DİKKAT ET TAKTİKLERİNİ DEĞİŞTİRDİ! ARTIK ÇİÇEĞİ ARAYAN KIZIL YAĞMUR’A SALDIRMIYOR… ARTIK YALNIZCA SANA SALDIRIYOR!”
Doğal olarak Xie Lian da bunu fark etti. Elinde yalnızca RuoYe vardı ve RuoYe Fang Xin’i görse küçülür, kafa kafaya saldıramazdı. Neyse ki E-Ming, Jun Wu’un ona karşı kullandığı her hareketi kusursuz bir şekilde engellemişti.
---
ben kitap biteceği için üzülüyorum ama :(
---
24 notes · View notes
minvalsblog · 4 months ago
Text
Türk tarihinde ‘Bozkurt’ bir semboldür, idoldür. Öyle sadece bir partinin, grubun sembolü değildir. Biz çöl takımından değiliz, steplerden gelen bir milletiz. O yüzden kurt bizim için mühim ve manalı bir semboldür. Destanları, hikâyeleri var. Tür olarak da çok dayanıklıdır. Kurt sırtını herhangi bir şekilde dayamadan, sırtını garantiye almadan öyle bir ihtiyaç duymadan savaşabilen bir hayvandır. Yaşam savaşı verme bakımından çok beceriklidir. Sürü halinde de avlanır ama tek başına da çok dirayetli ve dirençlidir.
O yüzden yaşam savaşı veren, özgürlük savaşı veren milletler için ayrı bir sembolik değeri ve önemi vardır. Millî Mücadele’de de sembol olarak vardır. Devlet çok kullandı. Eserlerde vardır. Kimseyi alakadar etmez. Gamalı haç ve Naziler ile bir benzerlik kurmak saçmalıktır. Bozkurt birinin kafasından çıkmış, sonradan üretilmiş bir sembol değildir. Bir milletin mücadele azmi ve kararlığını ifade eden tarihi bir derinliği vardır. Roma’nın (Remus ve Romulus’u büyüten) kurduyla bağlantısı var mıdır bilemem ama başka milletler de kullanmıştır onu. Macarlar mesela. Ayrıca Volga Nehri boyunca kullanılır o sembol. Ecnebiler de Atatürk’e ‘Bozkurt’ diyordu. Atatürk de bozkurt sembolünü benimserdi. Paraların üzerinde kullanıldı, hatırlayın o dönemi. Başka yerlerde de semboldü. Dönemin siyasi ortamı gereği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kalktı o semboller.
İLBER ORTAYLI
Tumblr media
28 notes · View notes
mnsrykt · 2 months ago
Text
"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazır pamuktan yastık yapmadı. Kayaları öğüterek pamuk haline getirip yastık gibi kullandı. Bunun örneği üç-beş değildir. O böyle bir hayat yaşayıp gitmiştir. Ashab-ı kiramın geçmişini biliyoruz. Yaşadıkları vakaları biliyoruz. Bugün evlerimiz de biz ne kadar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sabrını gösteriyoruz? Beton abide haline getirdiğimiz evlerimizde çocuklarımızın oyunu için ne kadar doğal diyebileceğimiz, plastik ve metal olmayan, tabiatla iç içe oyun fırsatı yakalayabiliyoruz.
Çocuklarımızla beraberliğe ayırabildiğimiz vakit ne kadardır? Çocuklarımızla çocuklaşma kabiliyetimiz ne kadardır? "Çocuk büyüten çocuklaşsın" buyuruyor Peygamber aleyhisselam Efendimiz.
Merhamet, merhamet! Bu merhameti gösteren anneye de Allah'tan rahmet!
Çocuklardaki kredimizi bitiriyoruz. Peygamber aleyhisselama bak, bir de Peygamberinin şefaatine muhtaç ümmetine bak. Kravatı bozulur diye çocuğunun elinden bile tutmaya çekinen babaya bak, ashabının çocuklarını toplayıp onlarla deve oyunu oynayan Peygambere bak, sallallahu aleyhi ve sellem!"
20 notes · View notes
dolunay66 · 3 months ago
Text
Dünyanın en pahalı arabası Rolls Royce. Bir gün Londra'da dolaşan Hintli Nawab, Rolls Royse'un bir showroomuna girdi ve ingiliz satıcıdan fiyat istedi, İngiliz satıcı zengin izlenimi vermeyen hintliyi Showroomdan attı.
Öfkelenen Hİntli İntikam almak için bir müddet sonra bazı bağlantıları kullanarak 15 Son model Araba Sipariş etti ve onları Hindistan'daki sokak temizliğine kullandı Haberler Viral oldu. Rolls Royce'un sahibi kendisi Hindistan'a geldi ve Nawab'dan özür diledi ve marka İtibarına zarar verdiği için arabalarını kirli işlerden uzaklaştırmak istedi.
Tumblr media
22 notes · View notes
okuryazarlar · 10 months ago
Text
Tumblr media
İkinci Yeni şiirinin son temsilcilerinden, şiirleri 18 dile çevrilen şair ve yazar Süreyya Berfe, 81 yaşında yaşamını yitirdi.
Son yıllarını Urla'da bir bakımevinde geçiren Berfe, bir süredir sağlık sorunları yaşıyordu.
Şair ve yazar Süreyya Berfe 27 Ocak 1943 tarihinde İstanbul'da doğdu. İki yıl İstanbul Üniversitesi Fakültesinde, dört yıl da Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde okudu. Yayınevleri ve reklam şirketlerinde çalıştı. Emekli olduktan sonra Foça’ya (İzmir) yerleşti. Şiirleri ilkin Düzlem (1963), sonra Zeren, Türk Dili, Yeni Dergi, Oluşum, Milliyet Sanat, Varlık, Gösteri gibi dergi ve gazetelerinde yayımlandı. 1969 yılında, İkinci Yeni şiir hareketine karşı çıkan ve toplumcu şiiri savunan bir manifesto yayımlayan dört şairden oldu. Şiirlerinin yanında şairler ve şiir sanatı üzerine yazılar da yazdı.
Şiir yayımlamaya Süreyya Kanıpak imzasıyla başlamıştı. 1965'e kadar gerçek adı olan Süreyya Kanıpak'ı kullandı. Daha sonra soyadını değiştirmeye karar verdi ve Cemal Süreya'nın önerisiyle Berfe kelimesini aldı. Süreyya Berfe adını kullanmaya başladı. İlk döneminde yurt insanının sorunlarından yola çıkan toplumcu-gerçekçi şiirler yazdı. Sonraki döneminde ise insanın ve doğanın türlü durumları üstüne çok katmanlı anlam derinlikleri olan bir şiire yöneldi. Düzyazının sınırlarında gezinen, yalın, arı gereçlerden oluşmuş humoru önceleyen bir şiir diline ulaştı. Türk şiirinde kendisine oldukça özgün bir yer edindi.
Usta şaire Allah'tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyoruz.
46 notes · View notes
darkyayincilik · 7 months ago
Text
Ankara-Eskişehir YHT Hattını 2023 Yılında 641 Bin Yolcu Kullandı
ANKARA- Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, Mart 2009’da Ankara-Eskişehir hattında hizmet vermeye başlayan yüksek hızlı tren işletmeciliğinin şu an 11 ilde yolcu taşıdığını belirterek, “Nüfusun yüzde 35’ine doğrudan, yüzde 54’üne ise bağlantılı olarak YHT konforunu sunabiliyoruz. İlk göz ağrımız Ankara-Eskişehir hattında da açılışından bu yana tam tamına 20 milyon 419 bin 448 yolcu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
nevzatboyraz44 · 6 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kayıp Kangal köpeğinin yaptığı hareket görenleri duygulandırdı
Erzurum'un Karayazı ilçesinde, iki gündür kayıp olan Kangal cinsi çoban köpeği, yaylada doğum yapan koyunla yavrusunu korurken bulundu.
Karayazı ilçesinin Çakmaközü'nde yaşayan Ferit Kaya'ya ait yaklaşık 2 bin küçükbaş hayvanı Sünnet Yaylası'nda otlatan çoban Azat Miroğlu, sayım esnasında bir koyunun eksik olduğunu fark etti.
Bunun üzerine kayıp koyunu mahalle çevresinde ve arazide aramaya başlayan Miroğlu, bu esnada can dostu "Kral" isimli Kangal köpeğinin de sürünün yanında olmadığını anladı.
Aramalardan sonuç alamayan Miroğlu, yaklaşık 2 gün sonra koyunları yaylada otlatırken bitkilerin arasında beyaz bir şeyin hareket ettiğini gördü.
Bölgeye doğru ilerleyen Miroğlu, kayıp koyunu arazide yavrulamış halde ve köpeğini de hayvanları tehlikelere karşı korurken buldu.
"İKİ GÜNDÜR AÇ SUSUZ BEKLİYOR"
Koyun ve kuzusu ile köpeğine kavuşmanın mutluluğunu yaşayan Miroğlu, o anları cep telefonu kamerasıyla kayıt altına aldı.
Miroğlu, görüntüyü çekerken, "İki gündür kayıp olan Kangal köpeğim ile koyunumu buldum. Arayıp bulamıyordum, koyunum gördüğünüz gibi doğum yapmış. Köpeğim de iki gündür yanında aç susuz bekliyor." ifadelerini kullandı.
Sürü sahibi Ferit Kaya da bulunan koyununu arazide koruyan köpeği Kral'ı etle ödüllendirdiğini dile getirdi.
kaynak: AA
23 Mayıs 2024
أثرت تصرفات كلب كانغال المفقود في كل من رآه في منطقة كارايازي في أرضروم، حيث تم العثور على كلب الراعي من سلالة كانغال، الذي كان مفقودًا لمدة يومين، وهو يحمي الأغنام وأشبالها التي ولدت في الهضبة. لاحظ الراعي عزت ميروغلو، الذي يرعى ما يقرب من ألفي رأس من الأغنام التابعة لفريد كايا، الذي يعيش في تشاكماكوزو بمنطقة كارايازي، على هضبة سونيت، اختفاء خروف واحد أثناء عملية العد. عندها، بدأ ميروغلو بالبحث عن الخروف الضائع في الحي وفي الحقل، وفي هذه الأثناء، أدرك أن صديقه المفضل، كلب كانجال المسمى "كرال"، لم يكن مع القطيع.
ورأى مير أوغلو، الذي لم يتمكن من الحصول على أي نتائج من عمليات البحث، شيئًا أبيض يتحرك بين النباتات أثناء رعي الأغنام على الهضبة بعد حوالي يومين. أثناء تحركه نحو المنطقة، وجد ميروغلو الخروف الضائع وقد ولد في الحقل وكلبه يحمي الحيوانات من الخطر. "لقد كان ينتظر جائعًا وعطشًا لمدة يومين" قام مير أوغلو، الذي كان سعيدًا بلم شمله مع أغنامه وحمله وكلبه، بتسجيل تلك اللحظات بكاميرا هاتفه المحمول. وأثناء التقاط الصورة، قال ميروغلو:
"لقد وجدت كلبي كانجال وغنمي المفقودين منذ يومين. لم أتمكن من العثور عليهما، ولكن كما ترون، أنجبت خرافي. لقد كان كلبي ينتظر جائعًا وعطشانًا لمدة يومين." هو قال.
كما أفاد فريد كايا، صاحب القطيع، أنه كافأ كلبه كرال، الذي كان يحمي أغنامه في الحقل، باللحم.
تركيا
The action of the lost Kangal dog touched everyone who saw it. In the Karayazı district of Erzurum, the Kangal breed shepherd dog, which had been missing for two days, was found protecting the sheep and its cubs that gave birth in the plateau. Shepherd Azat Miroğlu, who grazes approximately 2 thousand sheep belonging to Ferit Kaya, who lives in Çakmaközü of Karayazı district, on Sünnet Plateau, noticed that one sheep was missing during the counting. Thereupon, Miroğlu started to search for the lost sheep around the neighborhood and in the field, and in the meantime, he realized that his best friend, the Kangal dog named "Kral", was not with the herd. Miroğlu, who could not get any results from the searches, saw something white moving among the plants while grazing the sheep on the plateau about 2 days later. Moving towards the area, Miroğlu found the lost sheep having calfed in the field and his dog protecting the animals against danger.
"HE HAS BEEN WAITING HUNGRY AND THIRST FOR TWO DAYS"
Miroğlu, who was happy to be reunited with his sheep, lamb and dog, recorded those moments with his mobile phone camera. While taking the image, Miroğlu said, "I found my Kangal dog and my sheep, which had been missing for two days. I couldn't find them, but as you can see, my sheep gave birth. My dog has been waiting hungry and thirsty for two days." he said. Ferit Kaya, the owner of the herd, also stated that he rewarded his dog Kral, who protected his sheep in the field, with meat.
Türkiye
66 notes · View notes
mavihayaller · 4 months ago
Text
nurten abla elinde uzunca bir iple, ipin ucunda bir bulutla mahallede gezerdi. hiç bir zaman anlamadık bir buluta neden tasma taktığını… abonman akbili ile kokain çizerdi, geceleri bağırarak opera söylerdi, seyyardan bir köfte çalar, gün doğarken de mezarlığı ziyaret ederdi. hem dul hem de yetimdi. defalarca tedaviye götürdü mahalleli onu, her seferinde tedaviye cevap vermeme konusunda bir mısır tanrısı iradesiyle hareket etti. çok sonradan anladık yaşama cevap vermediğini… etrafımda delirdiğini söyleyen çok insan oldu. bunların çoğu dikkat ve ilgi çekmek için yapardı. bunu fark ederdim. nurten abla deliliğin sözlükteki karşılığıydı. parktan salıncak çalıp, mutfağa kurmuşluğu var. siz hiç salıncağın üstünde yumurta haşladınız mı? nurten abla haşladı… bir gün evine çağırdı beni, baza taşımak için. bazanın altında, hiç abartmıyorum; iki binin üstünde martı tüyü vardı. yolda gördükçe toplamış eve götürmüş. niye abla dedim, bir gün uçacağım dedi. bunlar sana olacak mı abla dedim, sonuç olarak kanat dedi. nalbur kemal’i bıçakladığı gibi beni de bıçaklar diye daha da üsteleyemedim, konuyu kapattım. kemal’den boya istemiş, kemal de hangi renk abla demiş, nurten abla da bıçaklamış… ‘’yüzüme bakınca rengimi nasıl anlamazsın’’ diye. hiç bir zaman anlayamadık rengini… nurten abla acısını yaşardı, bazen imrenirdim bile. gülerken anlardık, karaciğerinin aslında iflas etmiş olduğunu. yüzünde çok boktan bir tebessüm vardı, devamlı dudaklarını ısırırdı. bazı geceler ankesör kulübesinde uyurdu… bir gün geldi buluta bağlı olan ipi başka bir şey için kullandı.
13 notes · View notes
ilkbahaar · 2 days ago
Text
Bugün iş sonrası Konya'ya gidip geldi dört saat araba kullandı şimdi de uykudan bayıldı çiçeğim ben de özlemimle baş başa kaldım
11 notes · View notes
amezhu · 2 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
239. BÖLÜM - Beyaz Zırhta Çatlak - Lanetli kelepçeleri parçalayan mucizevi büyü -
Kılıç Fang Xin öyle şiddetli bir aura yayıyordu ki uzaktan onları izleyenler çoktan sadece ona bakmakla bile ürperti hissedebiliyordu, Xie Lian ise böylesine saldırılarla adım adım geri çekilmeye zorlanıyordu.
Öncesinde Hua Cheng tek başına yüzü olmayan beyazın icabına bakabiliyordu hatta fazla bile geliyordu ama Jun Wu ortaya çıktıktan sonra maçın eşit olması için her ikisine de ihtiyaç vardı. TongLu Dağı'nın ana ruhsal alan olmasının avantajı yavaş yavaş açık hale geliyordu ve Xie Lian, kendi taraflarını baskılayan ve kısıtlayan ağır bir gücü incelikli bir şekilde hissedebiliyordu.
Ve Jun Wu’da vücudunu koruyan beyaz zırh, kendisi dövdüğü binlerce yıllık ruhsal eşyası vardı, savunması pratik olarak akıl ermez bir şeydi. Yalnızca kafasını koruması gerekiyordu; Hua Cheng'in kılıcı inanılmaz, hızlı ve isabetliydi, ‌Xie‌ ‌Lian‌ ayrıca vurabildiği her yere vurdu, ikisi Jun Wu'nun boynundan ve kalbinden, sırtından, karnından, omzundan neredeyse her yere darbeler indirdi, ama rakipleri hiç etkilenmedi!
Mu Qing bağırdı, “GÜCÜNÜ BOŞA HARCAMA! ANLAMSIZ! BEYAZ ZIRH HİÇBİR ŞEKİLDE DELİNEMEZ!”
"Sağ kaburgalarının hemen altına nişan al!" Xie Lian haykırdı.
Pala tekrar serbest kaldı ve Xie Lian'ın talimat verdiği yerden kesti ama beklendiği gibi işe yarar değildi. Mu Qing bağırdı, “SANA BOŞUNA OLUR DEMİŞTİM! NEDEN ÖNCE UZAKLAŞMAK İÇİN BİR YOL DÜŞÜNMÜYORSUN, BİZ DE DÖVÜŞE KATILACAĞIZ! FENG XİN! OKLARIN VE YAYIN NEREDE?”
Feng Xin tam da yan taraftaki kayalara tırmanıyordu, çılgınca tüküren ve ona dil çıkartan cenin ruhunu yakalamaya hazırdı. Çağrıyı duyduğunda cevapladı, “PEKALA! GELİYORUM!”
Ancak Xie Lian talimat verdi, “Devam et, durma! Sağ kaburganın hemen altına saldırın!”
“Ekselansları!!” Feng Xin bağırdı, “BU ZIRH TAKIMI GÜÇLÜ, KILIÇTAN GELEN YÜZLERCE DARBEDEN SONRA BİLE ÇATLAMAYABİLİR!”
Xie Lian kararlıydı, “Endişelenme, sadece beni dinle! Bu kadar çok darbeye gerek yok!”
Hua Cheng de nedenini sorgulamadı ve kılıçla aralıksız saldırmaya devam etti. Aniden bıçağın fırçalandığı yerde bir çatlak belirdi.
Kanlar fışkırdı. E-Ming kılıcı, Jun Wu'nun karnını, sağ kaburgalarının hemen altında kesmişti!
Hua Cheng kılıcını tek eliyle tutarak Jun Wu’nun önünde duruyordu, gözlerinin içine bakarken için gözleri soğuk ve keskindi. O sırada Xie Lian Jun Wu’nun yan tarafındaydı ve RuoYe bu şansı kullanarak engellemek için hareket etmesini önleyerek Jun Wu'un ellerini bağlamak için dışarı fırladı.
Mu Qing şaşkındı, “Bu nasıl mümkün olabilir?”
O bin yıllık beyaz zırh nasıl Hua Cheng tarafından bu kadar kolayca kesilebilirdi?
Xie Lian Jun Wu ‘yu izleyerek RuoYe’yi çekti ve sıkılaştırdı, “… Unuttun mu? Sekiz yüzyıl önce sen ve ben bir keresinde savaşmıştık.”
Feng Xin ve Mu Qing o an aydınlandı, “İkinci yükselişin?”
O zamanlar Xie Lian Jun Wu’dan bir kez daha sürgün edilme ve bir tur için rekabet etme talebinde bulunmuştu.
Her ne kadar o savaşta iki tarafın da merhamet göstermeyeceğine dair söz verilmiş olsa da şimdi düşününce Jun Wu yine de kendini tutmuş olmalı.
Ancak, Xie Lian sahip olduğu her şeyi kullandı.
Üç binden fazla kılıç savurdu. Bunlardan dört yüzden fazlası Jun Wu’Yu bıçaklayabilmişti ve o dört yüz kadar kılıçtan burayı delmiş olanların sayısı yüzden fazlaydı.
Xie Lian, Jun Wu'ya saldırmak için acımasızca üç binden fazla kılıç savurmuş ve sonunda aşılmaz olan bin yıllık beyaz zırhı kırarak sağ kaburgalarının altındaki karnına saplamıştı.
Ve orası tam da şu an Hua Cheng'in kılıcının kestiği yerdi!
Yani, sekiz yüz yıl önce, Xie Lian bu beyaz zırhın üzerinde eski bir yara izi bırakmıştı ve Hua Cheng'in onu kırması için kılıçtan sadece üç darbe alması yeterli olacaktı!
Hua Cheng'in kılıcı da Xie Lian'ın hayal ettiğinden çok daha keskindi. Pala, kesinlikle kritik bir darbe olarak karnına saplandı!
Guoshi'nin "BU İŞE YARAMAZ! O…" diye bağırdığını duyduğunda zihinsel olarak rahat bir nefes almıştı. ‌
Mantıksal olarak, ciddi yaralanmalar geçirmiş olan Jun Wu'nun eylemlerinin kısıtlanması gerekirdi ama ifadesi değişmemiş, ‌yaraya bir bakış atmak için yalnızca başını eğmişti. Xie Lian bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettiğinde Jun Wu'nun elleri hafifçe hareket etti.
Aniden Xie Lian bir şeyin yırtılma sesini duydu ve aynı zamanda tutuşu gevşedi.
RuoYe… yırtıldı.
O beyaz ipek kumaş ikiye bölünmüş, cansız bir şekilde aniden yere düşmüştü. Hemen peşinden Xie Lian boynunun sıkıldığını hissetti ve sonra tüm vücudu yukarı çekildi! ‌
Hua Cheng’in haykırdığını duydu, “Ekselansları!” Ama, o ses birdenbire uzaklaştı. Ancak Jun Wu'nun sesi hâlâ sadece birkaç santim uzaktaydı ve yüksek sesle konuştu, “XianLe, Kılıçla delinmek gibi bir konunun senden daha az deneyimim olan bir şey olduğuna gerçekten inandın mı? Umurumda olacağını mı düşündün?”
Guoshi uzaktan şöyle dedi, “Hepiniz onu bıçakla yüzlerce kez delseniz bile yine de faydasız olurdu! Çünkü… artık… acı hissedemiyor gibi görünüyor…”
Xie Lian, kalbine saplanan uzun bir kılıcı çekinmeden çıkartabilirdi, Jun Wu da öyle.
Feng Xin yayını çoktan çekmiş Jun Wu'yu hedef alıyordu ki Guoshi’nin dediğini duyduğunda yayını indirdi, “NE?” O halde bu, bir vuruş yapmayı başarsak bile bunun hâlâ anlamsız olduğu anlamına gelmiyor mu?”
Mu Qing konuştu, “Size gözlemlediğim başka bir kötü haber daha söyleyeyim. İyileşme hızının, aldığı darbelerden daha hızlı olduğundan şüpheleniyorum."
“NE?”
Diğer taraftan, Xie Lian bunun sahiden de bir gerçek olduğunu çoktan doğrulayabilirdi.
Yarası çok kötüydü ve eğer bu başka biri olsaydı beli tamamen kesilebilirdi buna rağmen yine de yaranın kanaması çoktan durmuştu, “Şaşırmaya gerek yok.” Dedi Jun Wu, “Eğer sürekli arkandan bıçaklanıyorsan ve eğer kendini hemen toparlamaya çalışmazsan o zaman şimdiye kadar binlerce kez ölmez miydin? Ama siz ikiniz kesinlikle oldukça iyisiniz.”
Gülümsedi, “Bu sekiz yüz yılda, sadece bir kılıç ve bir palayla yaralandım ve bunu siz ikiniz yaptınız. Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, daha uzakta dur. Xian Le’nın boynunu kırdığımı görmek istemezsin.”
“…”
Hua Cheng'in yüzü karanlıktı, gözlerindeki keskinlik kışkırtıcıydı ama Jun Wu'nun Xie Lian'ı Cennete uzanan Köprünün üzerinde asılı tuttuğunu, elini bir kez bırakmasıyla Xie Lian'ın yüzlerce metre aşağıdaki lav havuzuna düşeceğini gördüğünde, bir an sonra kılıcını isteksizce geri çekti, bir elini arkasına dayadı ve yavaşça birkaç adım geri çekildi.
Oldukça sakin görünüyordu ama kolunun altındaki pala onu ele veriyordu. E-Ming son derece tedirgindi, göz küresi deli gibi dönüyor ve çılgınca Xie Lian'a bakıyordu. Jun Wu, "Bu kadarı yeterli," demeden önce Hua Cheng Cennete uzanan Köprünün kenarına kadar geri çekilmişti.
Xie Lian elindeyken, ikisi birbirlerinin gözlerinin içine baktı. Bir an sonra Jun Wu aniden Xie Lian'ı yakındaki kayalardan oluşan duvara çarptı.
Çarpma çok şiddetliydi; Xie Lian'ın tüm kafası çınlıyordu, burnundan ve dudaklarından akan kan yüzünün hatlarından aşağıya doğru akıyordu. Uzakta birçok insan telaş içinde bağırıyor gibi görünüyordu ama kim olduklarını seçemedi ve sadece Jun Wu'nun kulağına usulca konuştuğunu duyabildi, “XianLe, kafan duvara çarptığında acıyor mu?”
Xie Lian soruyu tam olarak işleyemediği için yanıt vermedi. Böylece, Jun Wu onu yakaladı ve sorgulamadan önce tekrar kayalara çarptı, “Acıtıyor mu? Acıtıyor mu? Acıtıyor mu? Acıtıyor mu?”
Her soruyla birlikte Xie Lian'ı kayalık duvara çarpıyordu, o kadar sert ki Xie Lian çığlık atmaya başladı ama çığlık attığı şey, “SAN LANG, SAKIN GELME! BEN İYİYİM! SEN SAKIN BURAYA GELME!”
En azından şu anda değil. Uygun an henüz gelmemişti!
İlk çarpmada Hua Cheng hücum etmeye çoktan hazırdı. Daha iki adım gitmemişti ki Xie Lian’ın ona gelmemesini söylediğini duyup kendini durmak için zorladı.
Ama yüzü tamamen vahşileşmişti, tüm kolu titriyor, ellerinin üzerindeki damarlar neredeyse patlayacak gibiydi.
Jun Wu ifadesizdi ama eli deli gibi Xie Lian'ı kayalara çarpıyordu, çarparken tekrar ederek soruyordu, “ Acıtıyor mu? Acıtıyor mu?”
Guoshi haykırdı, “Ekselansları!!!” Ama hangisini çağırdığını kim bilebilir? Xie Lian'ın kanlı elleri kayalık duvarın engebeli yüzeyini itti, dişlerini sıkarak kükredi, “…ACITIYOR!!!”
Ancak o zaman Jun Wu tatmin bir ifadeyle gülümsedi ve Xie Lian’ın zavallı başını bağışlayarak onu yere koydu.
Xie Lian hâlâ çınlayan başını kucaklamış, yerde oturuyor, gözyaşları ve kan kontrolsüzce yüzünden aşağı akıyordu. Jun Wu onun yanına çömeldi, bir süre yüzüne baktı, sonra aniden ellerini kaldırdı ve Xie Lian'ın yüzündeki kanı silmesine yardım etmeden önce başını okşadı.
“…”
Bu hareket sıcak ve şefkatli bir jestti, tıpkı az önce tek başına dayak yiyen bir çocuğun yanına çömelmiş onu teselli eden bir baba gibiydi. Bu görüntü hem Feng Xin'in hem de Mu Qing'in tüylerini diken diken ediyordu, "O… o... gerçekten çıldırdı mı?"
Hua Cheng'in kılıca dayadığı elinin parmakları çatırdıyor ve E-Ming'in gözbebeği sanki kan çanağına dönüyormuş gibi hızla küçülüyordu.
Xie Lian tek kelime etmedi ve Jun Wu'nun onu temizlemesine yardım etmesine izin verdi. Jun Wu sonra kendi kendine mırıldandı, "Seni aptal çocuk, eğer acıyorsa neden geri dönmüyorsun? Çarpmaya devam edersen, kırmaya devam edersen duvarın kendiliğinden yıkılacağını mı düşündün? Neden kendi yönünü değiştirmiyorsun?"
"Geri dönmeyeceğim." dedi Xie Lian.
Jun‌ Wu son derece şiddetliydi, elini kaldırdı ve bir tokat attı. O kadar sertti ki Xie‌ ‌Lian‌ Büyük bir gürültüyle yere düştü!‌
Jun Wu onu kaldırdığında Xie Lian’in hâlâ başı dönüyordu. Sanki sabrını kaybediyormuş gibi bir ses kullanarak konuştu, ‌“Bu şekilde beni kızdırmak zorunda mısın? Sana bir kez daha sorayım, değişecek misin?”‌ ‌ ‌
Xie Lian iki kez ağız dolusu kan tükürerek öksürdü, “Değişmeyeceğim.”
Sonunda Jun Wu’nun nazik ifadesinde bir çatlama gerçekleşti, bir vahşet parıltısı titreşti.
Guoshi'nin yüzü yeşile dönüyordu ve durumun yokuş aşağı gittiğini görünce aceleyle bağırdı, “Ekselansları, ASLA BU ÇOCUĞU ÖLDÜRMEK İSTEMEDİN, ONDAN GERÇEKTEN HOŞLANIYORSUN! SEN SÖYLEMİŞTİN, UNUTTUN MU?”
Jun Wu küçümseyerek güldü, “Eğer durum böyle olmasaydı geçmiş sekiz yüz yılda sabrımın ve hoşgörümün tamamını onun üzerinde tek başıma tüketmezdim. Cennet Başkentinin temelinin bir parçası haline gelmesi ve milyonlarca kişi tarafından çiğnenmesi çok uzun zaman önce olurdu.”
Xie Lian'a döndü ve aniden öfkelendi, “Ama o kendisi için iyi olanı bilmiyor. İnatçı, kaprisli, her sözüme itaatsizlik ediyor! Sadece bana karşı geliyor! Değişmeyeceksin, değil mi? Öyle olsun. O zaman neden bu duvarın mı düşeceğini ya da kafanın mı patlayacağını görmüyoruz!”
Guoshi onu Xie Lian'ı tekrar kaldırırken gördü ve hızla bağırdı, “EKSELANSLARI! EKSELANSLARI!!! MAJESTELERİ… KÜÇÜK EKSELANSLARI HALA OLGUNLAŞMAMIŞ, BU SEFERLİK BIRAKIN GİTSİN, BIRAKIN ONU! BİR GÜN ANLAYACAK…”
Jun Wu ona baktı ve kıkırdaması daha da soğuklaştı, “Gerçekten delirdiğimi mi düşündün? Bana yalan söyleme. Gerçekten olgunlaşmamış olduğunu düşündüğün kişi o değil, benim değil mi?”
Guoshi şaşırmıştı, Jun Wu devam etti, “Sırf onun bana karşı kazanabileceğini umut ettiğin için onu büyütmek, öğretmek ve ona rehberlik etmek için kendinden çok şey harcadın. Yani benim hatalı olduğumu ve senin her zaman olduğu gibi haklı olduğunu kanıtlayabilirdin. Böylece şimdi WuYong'un mükemmel veliaht prensinin yanılsamasına yüzünü dönebilir ve Jun Wu'yu reddedebilirsin. Amacın bu değil mi? Ne düşündüğünü bilmediğimi mi düşündün?”
“ÖYLE DEĞİL!” Guoshi haykırdı, “Doğru ve yanlışlara, zaferlere ve yenilgilere bağlanmayı bırakın, DAHA ÖNCE BUNU HİÇ DÜŞÜNMEMİŞTİM!”
Ama Jun Wu dinlemeyi bırakmıştı ve sesini yükseltmiş tonunu keskinleştirmişti, “UNUT GİTSİN! Şunu söyleyeyim, hepiniz unutun! BANA KARŞI KİMSE KAZANAMAZ! ÖZELLİKLE DE O!”
Delicesine güldükten sonra Xie Lian'ı sürükledi ve onu kayalara doğru çarptı, her çarptığında bağırıyordu, “DEĞİŞECEK MİSİN? DEĞİŞECEK MİSİN? DEĞİŞECEK MİSİN??”
Sanki Xie Lian da delirmiş gibiydi, Jun Wu’nun kolunu kavrayıp kükremeye başladı “HAYIR! HAYIR! DEĞİŞMEYECEĞİM!”
Her vuruş ona yıldızları gösterecek kadar kıyaslanamayacak kadar acı verici olsa da her ne olursa olsun istenilen cevabı vermeyi reddederek bu nefesi inatla tuttu ve kükrer gibi bağırdı, “DEĞİŞMEYECEĞİM İŞTE! ACI VERİCİ OLSA BİLE DEĞİŞMEYECEĞİM, ÖLSEM BİLE DEĞİŞMEYECEĞİM, ASLA DEĞİŞMEYECEĞİM!!!”
Artık onu deli eden Jun Wu değildi, Jun Wu’Yu deli eden oydu.
Jun Wu’nun gözleri kıpkırmızıydı, tam onu disipline etmek için bir darbe daha vurmak üzereyken hareketi aniden durma noktasına geldi. Aşağıya baktığında omzuna uzun bir kılıç saplandığını ve çubuklardan yapılmış sekiz uzun ok, sırtına düzgünce tutturulduğunu gördü.
Bunların hiçbir önemi yoktu çünkü uzun kılıç ve oklar beyaz zırhı delememişti. Ancak sağ kolu kopmuştu.
Xie Lian’ı tutan eli kopmuştu. Kesikli, düzgün ve temiz olan bileğindeki her şey yok oldu. Xie Lian da gitmişti.
Başını çevirdiğinde keskin ve kuvvetli bir rüzgar tam ona doğru geliyordu. Sol elini salladı ve yakaladı ancak bunun kendi sağ kolu olduğunu gördüğünde fark etti.
Cennete uzanan köprüyü geçerken Hua Cheng tamamen kanlarla kaplanmış Xie Lian’ı tutuyordu. Bir el ters tutuşta palayı tutuyor Xie Lian’ın omuzlarına sarılıyordu, diğer eli ise kafasındaki yaraları kapatıyordu. Tüyler ürpertici bir tavırla şöyle dedi, “İğrenç pislik elini geri al.”
Xie Lian çok inatçıydı ve yenilgiyi reddetti, Jun Wu’Yu sinirden sonunda kudurtmuş ve zayıf noktalarını açığa çıkarttırmıştı.
Jun Wu sağ kolunu tuttu ve onu yeniden kendi bileğine tutturup elini birkaç kez açıp kapadı sonra sırtındaki okları çıkardı. Aniden bir şey hatırlamış gibi kafasını çevirdi ve uzun bir kılıç tutan solgun yüzlü Mu Qing’e baktı. Gözleri buluştuğunda Mu Qing biraz ürkmüştü ama yine de cesur bir tavırla kendini sakin kalmaya zorladı. Ama artık sakin kalması çok uzun sürmedi.
Jun‌ Wu onun omzuna baktı ve hafifçe yorum yaptı, “Biliyordum, XianLe’ye kıyasla sen hala yetersizsin.”
Bunu duyan Mu Qing'in yüzü biraz değişti, elindeki uzun kılıç aniden düştü ve çok geçmeden yüzünün rengi tamamen değişti. Bileğine bakmak için kolunu yukarı çekti ve o siyah lanetli kelepçenin aniden sıkıldığını gördü. Sanki sonsuz kan ona doğru toplanıyormuş gibi etrafındaki damarlar ve sinirler şişkinleşiyordu.
Feng Xin Mu Qing'in taşlaştığını ve hareketsiz olduğunu gördü ve bağırdı, “ORADA DİKİLİP NE YAPIYORSUN, KAÇ!”
Guoshi onu azarladı, “Feng Xin seni küçük aptal, bacağındaki o yaralarla nasıl kaçabilir?”
Feng Xin şaşırdı, “S*İKTİR! BUNU TAMAMEN UNUTMUŞUM!”
Eskiden olsaydı Mu Qing öfkeyle geri dönerken muhtemelen gözlerini devirirdi ama şimdi kaçsa bile boşunaydı. Bileğindekindeki lanetli kelepçe ile kaçsa bile hiçbir önemi olmazdı.
Feng Xin yemin etti ve yukarı çıkmak üzereydi ki beklenmedik şekilde Jun Wu sırtındaki okları çıkarttı ve elini çevirerek onları kendisine doğru fırlattı. Feng Xin yalnızca göğsünün soğuduğunu hissetti ve aşağıya baktığında bu sekiz okun tamamı geri dönmüş, düzgün ve düzenli bir şekilde göğsünü deliyordu!
Jun‌ Wu, yavaş yavaş Hua Cheng ve Xie Lian’a doğru yürüdü. Hua Cheng hiç ona bakmadı, Xie Lian’a sarılarak, “Gege? Gege?”
Xie Lian, daha önce şiddetli darbelere maruz kalmıştı ve kanlı bir şekilde kafasının hala zonklayarak kendine gelmesi biraz zaman aldı ama gözleri açılmadan önce ağzı mırıldandı, “…San Lang? İyi misin?”
Hua Cheng bir an ona baktı ve aniden onu sertçe kollarına bastırarak yavaşça cevapladı, “Ben tamamen iyiyim. Neden kendine bakmıyorsun?”
Xie Lian onun kucağına daha çok sindi, kucaklaması oldukça sıkı olmasına rağmen hiçbir yarasını acıtmıyordu. Gözlerini gayretlice açtı ve etrafındaki tüm düzensizlik görüşüne girdi.
Mu Qing, bir eli diğer bileğini sıkıca tutarak sanki o kan emici lanetli kelepçe ile kontrol için savaşıyormuşçasına olduğu yerde donmuştu, ama yüzü ne kadar solgun görünüyordu ki daha uzun süre dayanamayabilirdi.
Diğer yandan Feng Xin, o sekiz okla delinmişse de yine de yaraları önemliydi ve köprünün üzerine çökmüştü. Bu cenin ruhu şeytani bir şekilde uluyarak onun etrafında yukarı aşağı zıplıyordu, daha sonra arka ayağını kullanarak çılgınca bir şekilde Feng Xin'in yüzüne bastı. Feng Xin çok öfkelense de hareket edemedi yoksa yaraları daha da kötüleşebilirdi.
Bu arada cennete uzanan köprü parça parça yıkılıyordu ve her an yerle bir olabilirlerdi.
Xie Lian bunların hepsini kavradı ve sarsılarak ayağa kalkmak istedi. Hua Cheng ona yardım etti ve gözleri birlikte ileriye doğru hareket ederek ikisi ayağa kalktı.
Jun Wu’nun figürü onlara doğru yürürken etrafındaki ateş ışığına devasa bir gölge düşen dev gibi görünüyordu. Xie Lian gözlerinin, burnunun ve ağzının etrafındaki kanı sertçe silerek ölümcül şekilde o figüre baktı.
Jun‌ Wu, Zhu‌ ‌Xin‌'i eğik bir şekilde tutuyordu. Zhu Xin kılıcının vücudu aralıksız akan ruhsal güçlerle toplanmıştı. O sırada o kadar sakin ve rahattı ki Xie Lian’ı delice kayalara çarpan Jun Wu'dan neredeyse farklı bir insandı, “XianLe, Yenilgine dair hiçbir şüphe olmadığını çok iyi biliyorsun.”
Jun‌ ‌Wu‌ Xie‌ ‌Lian‌'ı çok iyi anladı. Onun nasıl savaşacağını tam olarak biliyordu ve onun ruhsal güçleri de ezici bir çoğunlukla onu ele geçirmişti. Dahası birbirlerine yumruk atmasalar bile Xie Lian Jun Wu’nun savaş aurası ve ruhsal güçlerinin artık daha fazla olduğunu hissedebiliyordu. Kendi bölgesi olan TongLu Dağında onların tarafındaki kısıtlamalar giderek daha belirgin hale geliyordu.
Xie Lian içten içe onun söylediği şeyin muhtemelen doğru olduğunu düşündü. Kazanamazdı.
Ama kazanamasa bile savaşmak zorundaydı!
Ancak Hua Cheng aniden konuştu, “Hayır, ekselansları, kazanabilirsin.”
Xie Lian şaşırmıştı ve ona baktı. Hua Cheng de ona bakıyordu, “Kazanabilirsin. Sen ondan daha güçlüsün.”
Gözü sanki bir şey yanıyormuş gibi parlaktı ve kesin bir tavırla şunları söyledi, “İnan bana. Yanılıyor. Sen haklısın. Sen ondan daha güçlüsün. Sen ondan çok daha güçlüsün!”
Jun‌ Wu derinden ve sessizce kıkırdadı, muhtemelen Hua Cheng'in sözlerinin saf ve eğlenceli olduğunu düşündüğü içindi ya da belki de elindeki otoriter güçten memnun olduğundan.
Milyonlarca inananın gücü yalnızca onun elindeydi!
Ama Hua Cheng omuzlarını tuttu, “Ne yani? Onlar sadece milyonlarca aptal, hepsi işe yaramaz, çöp. Ama senin için, bir kişi yeter.”
Bir kişi yeter mi?
Xie Lian, Hua Cheng onu yakınına çekmeden önce henüz kafasını etrafına sarmamıştı.
Xie Lian’ın gözleri açıldı.
Ruhsal güçler patladı ve içine aktı.
Bu sefer, ruhani güçlerini aktardıkları diğer zamanlardan çok daha karşı konulamazdı; hayalet kelebekler ve erimiş kederli ruhlar bile bu korkunç enerjiyi hissetmiş gibiydi, etraflarında birbiri ardına patlıyor, patlıyor ve çığlık atıyorlardı.
Xie Lian'ın parmakları uyuşmaya başlamıştı, bacakları da dizlerinin üzerine düşecek kadar titriyordu ve içinden dur diye bağırıp duruyordu, artık yeter! Ama Hua Cheng'in eli sıkıca kafasına kilitlenmişti, gitmesine izin vermiyor, onun reddini reddediyordu.
Tumblr media
Kim bilir ne kadar zaman geçmişti ki, aniden Xie Lian'ın boğazı gevşedi ve aynı anda Hua Cheng sonunda onu serbest bıraktı. Xie Lian'ın dizleri büküldü ve yere düştü, elleri tamamen düşmemek için kendini yerden destekliyordu.
Jun Wu adımlarını durdurdu ve yüzündeki ciddiyetle ona baktı. Uzakta yatan Feng Xin inanamayarak konuştu, “E… ekselansları… e… e….”
Xie Lian titreyen elleriyle uzanarak kendi boynuna dokundu.
Hiçbir şey yoktu.
Hua Cheng ona çok fazla ruhani güç akıtmıştı. Gerçekten de çok fazlaydı, o kadar fazlaydı ki lanetli kelepçenin dayanabileceği miktarın tamamen dışındaydı.
Onu sekiz yüz yıl boyunca kısıtlayan o iki kelepçe zincir patlamış ve paramparça olmuştu!
23 notes · View notes
nurluudolunayy · 4 days ago
Text
Adam öyle bi kullandı ki kusucaktım amk
10 notes · View notes
artikfarketmez · 21 days ago
Text
annem hep en yakın arkadaşın da olsa isterse 20 yıllık dostun olsun bi şey konuşurken 40 defa düşün o kişi bi gün bana bunu kullanır mı diye sor sonra söyle derdi de inanmazdım. hastalığımla ilgili bi şeyi bilen arkadaşım bugün öylesine söylediğim şey için hastalığımı kullandı ve bunu o kadar normal bi şeymiş gibi aktardı ki bi süre ekrana bakıp durdum. ben sana güvendiğim için içimi açmışım sen sana danışıp anlattığım şey için bana o hastalığı kullanıyorsun. yazık. gerçekten kimseyi tanıyamıyorum
17 notes · View notes