#Kibirli Olmak
Explore tagged Tumblr posts
felsefeyapmaulan · 2 months ago
Text
Şişman ve Engelli bir kızın paylaşımını gördüm ve bu konuda bi şeyler söylemek istedim. Önce onun yazdıklarını alta bırakıyorum.
Şişman ve engelli olmak gerçekten çok can sıkıcı çünkü herkes benim sadece kilo vermem gerektiğini ve artık engelli olmayacağımı varsayıyor. Sadece tembel olduğumu falan düşünüyorlar. Zayıfken engelli olduğum gerçeğini asla dikkate almıyorlar. Kronik ağrım zayıfken başladı. Hareket kabiliyetimi kaybettiğimde zayıftım. Haftada birkaç kez koşuyordum. Her yere yürüyerek ve bisikletle gidiyordum.
İşim her gün iyi bir bedensel iş yapmamı sağladı, çok fazla ağır kaldırma ve egzersiz. Sağlıklı ve dengeli beslendim. Engelliliğim beni işlevsel olarak evden çıkamaz hale getirene kadar şişmanlamadım. Bana sadece kilo ver, engelliliğin geçecek diyorlar. Anlamıyorlar. İstemiyorlar. Sadece şişman insanlardan nefret ediyorlar. Engelli insanlardan nefret ediyorlar. Ben şişman ve engelliyim. Var olmaya cesaret ettiğim için beni hor görüyorlar..
Bunları okuduğumda içim sızladı. Çünkü gerçekten de toplumda ve insanlar arasında çirkin, şişman insanlar iyi olsalar bile fiziki dezavantajları yüzünden sevilmiyorlar. Engelliler ise sadece acıyarak bakılan insanlar oluyor, diğer insanların şükretmesi için seçilmiş kişiler olduğuna inanılıyor. Ama insanların atladığı konu şu ; Bu insanlar o fiziklerini veya bedenlerini kendileri seçmedi. Kimse çirkin olarak doğmak istemedi. Veya vücudu şişmanlamaya müsait insanlar kendileri şişman olmak istemedi. Sırf bu yüzden bir çok insan midesine kelepçe taktırarak zayıflamaya çalışıyor ve bazıları hayatını kaybediyor. Belli şeyler yaşayıp görünce güzelliğin aslında pek de önemli olmadığını farkediyor insan. İnsanlıktan nasibini almamış, kendini beğenmiş, kibirli o kadar güzel ve yakışıklılar var ki, o çirkin insanların çeyreği etmezler. Filmlerde bile böyle, en yakışıklı ve en güzel sevgili olur, çirkin karakter platonik takılır. Şişman karakterler de filmlerde devamlı yemek yer. Sanki şişmansın sen başka ne özelliğin olabilir ki ? Durmadan yemek yersin mesajı verilir. Bu toplum bilincinden nefret ediyorum ben. Engelli şeridine araç parkeden, kaldırımdaki iniş rampalarının önüne araç parkedenlerden nefret ediyorum. Sanki hiç başlarına bir şey gelmeyecek gibi, küçük dağları ben yarattım edasıyla başka insanları düşünmeden bencilce kendini düşünen insanlardan nefret ediyorum. Çirkin insanlarla, şişmanlarla veya başka dezavantajları olan insanlarla dalga geçen, küçümseyen insanlardan nefret ediyorum. Dünya bok gibi bi yer ve bunun sebebi malesef empati yoksunluğu. İnsanlar sadece kendi başlarına gelince farkediyorlar bir şeylerin yanlış gittiğini. Duyarlı olun, vicdanlı olun. İnsanlık için yüzünüzdeki makyaj değil kalbinizdeki iyilik daha önemli ve güzeldir..
19 notes · View notes
kedilimedi3 · 19 days ago
Note
Herhangi bir idealimin olmaması beni boş biri mi yapar:/ yani şöyle diyeyim inançtır, milliyettir, işte ne bilim ırktır falan bunların hiçbirini umursamıyorım dahası bunlardan biri de olmak istemiyorum ve genellikle çok olumsuz tepkiler alıyorum bunları söyleyince:(
Hepimiz doğmayı seçmediğimiz bir ırkın coğrafyanın milletin ailenin çocuklarıyız. Bununla övünülmek kibirli geliyor bana, senin seçmediğin ya da bu uğurda savaşmadığın tamamen tesadüfi bir fenomen, bunun nesine gereğinden fazla anlam yükleyeceksin sonuçta? Ama inancın, milliyetin, tarihin, bu düzlemde ideallerin bir yurttur, aksi seni boş yapar diyemem ama kaybolursun diyebilirim. Aynı boşluktan gelmiş biri olarak, isimsizliğin kaygı verici olduğunu ve yaş aldıkça da bunun dünyadaki yerini bile yadırgamana sebep olacağını söyleyebilirim. Bir yerlere ait olmak - ki bazen bu bir inanç olabilir, aile olabilir, bir idea bir gaye olabilir- güvenli bir çatı altına başını sokmak oluyor. Basit varlıklarız ne de olsa. Er ya da geç yolunu bulacağını düşünüyorum.
11 notes · View notes
kaanozer · 6 months ago
Text
İrade sapması
Ötekinin sırrı, kendim olma imkânının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum. Schnitzler'in kısa öyküsünde insan, yakasını bırakmayan ve kendisini yok edecek olan o mikrop türünün hayatının içinde yaşar. Birbirlerine yabancıdırlar, ama yazgıları aynıdır. Venedik Takibi'nde S. kendisinin ne kim olduğunu ne nereye gittiğini bilir: Dolayısıyla, varoluş daima bir anlam ya da anlamsızlık sapmasıyla, başka şeyin saptırmasıyla biçimlenir. Kendi irademiz yoktur ve öteki, kendi irademiz uyarınca yüz yüze geldiğimiz şey asla değildir. Öteki, dışarıdan gelenin zorla girişidir, dışarıdan gelenin öncelliğidir, yabancılığın çekiciliği ve yabancılığın aktarımıdır.
Dolayısıyla, felsefenin sırrı, belki de kendini tanımak veya nereye gittiğini bilmek değil, ötekinin gittiği yere gitmektir; kendi kendine düşlemek değil, ötekilerin düşlediğini düşlemektir; kendi başına inanmak değil, inananlara inanmaktır: Dıştan gelen tüm belirlemelere öncelik tanımaktır. Bunlar okunamaz, deşifre edilemez olsalar da fark etmez, önemli olan herhangi bir olayın, herhangi bir nesnenin, herhangi bir beklenmedik varlığın yabancı biçimiyle birleşmektir; çünkü asla kim olduğunuzu bilemezsiniz. İnsanların gölgelerini yitirdikleri günümüzde, biri tarafından izleniyor olmak son derece gereklidir; her birimizin kendi izlerini yitirdiği günümüzde birinin izlerinizin içine girmesi son derece acildir, böyle yaparak bu izleri silip sizi yok etse de yok olmayla suç ortağı olan bir yoldur bu; burada simgesel bir zorunluluk biçimi, bağlanmanın ve kopmanın bulmacamsı bir biçimi söz konusudur.
Her birimize kendi yaşam sorumluluğunu üstlendirmeyi amaçlayan bir kültür içinde yaşıyoruz. Hıristiyan gelenekten miras alınmış ahlâki sorumluluk, her birimize kendi yaşam koşullarının tümünü üstlendirmek için tüm modern haberleşme ve iletişim aygıtından destek görür. Her şeyin bireysel hücrenin kendine yeterli olmasına katkıda bulunduğuna bakılırsa bu, varoluşun programlı yönetimi içinde tamamen gereksiz hale gelen ötekinin dışlanması anlamına gelir.
Oysa saçmalıktır bu. Kimse kendi yaşamının sorumluluğuna katlanacak diye bir şey yoktur. Hıristiyan ve modern bu düşünce, boş ve kibirli bir düşüncedir. Dahası temelsiz bir ütopyadır. Kişinin kendi kimliğinin, iradesinin, sorumluluğunun ve isteğinin kölesi olmasını gerektirir. İnsanın tüm devrelerini; genlerinde, sinirlerinde, düşüncelerinde kesişen dünyanın tüm devrelerini denetlemeye koyulmasını gerektirir. Görülmemiş bir kölelik!
Kişinin kendi bahtını, isteğini, iradesini başka birinin ellerine bırakmak çok daha insancadır. Sonuç nedir? Sorumluluk dolaşımı. iradelerin sapması ve biçimlerin sürekli aktarımı.
Yaşamım, başka bir yaşamda etkili olduğu için kendine sır haline gelir. İradem, ötekine aktarıldığı için kendine sır haline gelir. Aldığımız hazzın gerçekliği konusunda, irademizin gücü konusunda hep kuşku duyarız. Garip bir biçimde, bundan hiçbir zaman emin değilizdir; diğerinin aldığı haz sanki daha belirgindir. Kendi aldığımız hazza daha yakın olduğumuzdan bu hazdan kuşku duymak için daha uygun bir konumdayızdır. Herkesin kendi görüşlerine daha gönülden güvenmesini isteyen önerme, (karşısındakinin hazzını garanti etmek ve bundan derinleşmiş bir bilgi ve enerji çıkarmak için insanın kendi aldığı hazzın ertelendiği Çin erotizminde olduğu gibi) kendilerine ait bir görüş sahibi olmak için daha uygun bir durumda bulunan diğer kişilerin görüşüne bel bağlama eğilimini küçümser. Öteki varsayımı, belki de yalnızca aldığımız haz konusundaki bu kökten kuşkunun sonucudur.
Baştan çıkarma, ötekinin kendisi için ebediyen sır olarak kalan bir şeyin sezgisiyle, asla bilemeyecek olsam da giziyle beni çeken şeyle ilgilidir; oysa bugün ötekinin kendisi için gizli kapaklı bir şeyi kalmadığından baştan çıkarmaya açık pek fazla alan da kalmamıştır. Herkes kendinin ve kendi isteğinin hınzırca farkındadır. Her şey öylesine basit ki maskeli kişi bile gülünçlüğe sığıyor. Baştan çıkarma kumanı nerede o halde? Psikanalizdeki kuramsal yanılsama ile devrimlerdeki politik yanılsama bir yana, arzudaki yanılsama nerede?
Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi, ama ikinci bir merciye devredilerek, genel olarak ilga edildiler. Zaten her halükarda ekranlar, videolar, röportajlar arasında artık yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz. Artık yalnızca görülmüş olanı görmeye muktediriz. Karar verme sorumluluğunu yakında bilgisayarlara bırakacağımız gibi bizim için görme sorumluluğunu da makinelere devrediyoruz. Organik ve hatta duyumsal işlevlerimiz bile uydular tarafından devralındı. Hazzın zihinsel bölünmesiyle benzerlik kurulabilir: Arzu nasıl gereksinim değilse, haz da doyum değildir. Her ikisi de gereksinime ve doyuma dayanır; bunlar yukarıda belirtilen ikinci dereceden stratejilerdir.
Her halükarda, insanın kendini denetlemesindense, başka biri tarafından denetleniyor olması daha iyidir. İnsanın kendi tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılmasındansa başka biri tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılması daha iyidir.
Bu anlamda, daha büyük bir özerkliği, yani tüm denetim ve baskı biçimlerinin özgürlük ortamında derinleşmiş içselliğini hedefleyen özgürleşme ve bağımsızlık hareketinin tümü bir gerileme biçimidir. Bize dışarıdan gelen ne olursa olsun, en beter sömürü de olsa, dışarıdan geliyor olması olumlu bir niteliktir. Bu yüzden, yabancılaşma, kendine ait olamama olarak yakınma konusu olsa bile yararlıdır; yabancılaşmış yanımızı elinde bulundurduğu için öteki kalıtımsal bir düşman haline gelmiş olsa da yabancılaşma yararlıdır. Öznenin kendi irade ve isteğini yeniden ele geçirmesi olarak buradan türetilecek bir yabancılaşmanın giderilmesi kuramı da basite indirgeyicidir. Bu perspektifte, özneye kendisinden ve kendisi aracılığıyla gelen her şey, özgün olduğundan iyidir; dışarıdan gelen her şeyin adı ise sahteye çıkmıştır, çünkü öznenin özgürlük alanına ait değildir.
Tamamen tersi olan durumda ısrar etmek ve paradoksu genişletmek gerekir. Nasıl ki başka biri tarafından denetleniyor olmak daha iyiyse, kendinden başka biri tarafından mutlu ya da mutsuz edilmek de her zaman daha iyidir. Yaşamımızda bize bağlı olmayan bir şeye bağlı olmak her zaman daha iyidir. Bu varsayım beni her tür kölelikten kurtarır. Kendi varoluşum da dahil, bana bağlı olmayan bir şeye boyun eğmek zorunda değilim. Doğduğum andan itibaren bağımsızım, aynı anlamda, ölümümde de bağımsız olabilirim. Bundan daha gerçek hiçbir özgürlük asla olmamıştır. Tüm oyun, tüm koz, tüm tutku, tüm çekicilik burdan doğar: Bize tamamen yabancı olmakla birlikte üstümüzde gücü olan şeyden; ötekisi olup da baştan çıkarmamız gereken kimseden doğar.
Yabancılık aktarımına dayalı ahlak, bir kurnazlık felsefesi içerir. Kurnazlık temel yapaylıktır; kendi enerjimizle, kendi irademizle değil de başkalarından, dünyadan, sevdiklerimizden, nefret ettiklerimizden aşırdığımız enerji ile, irade ile yaşıyor olmamızdır. Kaçamak bir enerjiyle, çalıntı bir enerjiyle, baştan çıkarılmış bir enerjiyle yaşıyoruz. Ve öteki, yalnızca bu dolaylı ve kurnaz kapma, baştan çıkarma ve aktarma edimiyle var olur. İstemenin, inanmanın, sevmenin ve karar vermenin bir başkasına devredilmesi; bu bir vazgeçme değil, bir stratejidir. Ötekini kendi yazgınız yaparak ondan en incelikli enerjiyi çekip alırsınız. Yaşamınızın sorumluluğunu bir olay ya da göstergeye aktararak yaşamınızın biçimini aşırırsınız.
Bu strateji masum değildir. Çocukların benimsediği stratejidir. Yetişkinler çocukları kendilerinin yetişkin olduklarına inandırıyorlarsa, çocuklar da büyüklerin, kendilerinin çocuk olduklarına inanmalarına izin verirler. Bu iki stratejiden ikincisi en incelikli olandır; çünkü yetişkinler yetişkin olduklarına inansalar da çocuklar, çocuk olduklarına inanmıyorlar. Çocukturlar, ama buna inanmıyorlar. Çocukluk bayrağı altında, bir gönül alır gibi dolaşıp dururlar. Kurnazlıkları (ve çekicilikleri) eksiksizdir. Schnitzler'in tarif ettiği mikrop türüne uzak da değiller zaten: Canlılık ve gelişimlerinin, onları çevreleyen üst dünyanın (yetişkinler dünyasının) yıkımına bağlı olduğu farklı bir cins gibiler. Çocukluk, yetişkin evrenin içinde incelikli ve canice bir var olma hali gibi hareket eder. Çocuk bu anlamda yetişkinin ötekisidir: Onun yazgısıdır, doğuştan gelen en kurnaz halidir ve hiçbir özel iradesi olmayanlara özgü hoşlukla hareket ederken yetişkini acımasız biçimde yadsıyan biçimidir.
Kitleler de böyledir. Kitle adlandırması altında onlar da bir gönülsüzce hoşnut etme yazgısı altındaymış gibi dolaşıp dururlar. Onlar da politikanın karanlığı içinde garip, düşman, anlaşılmaz bir cins, ani zehirliliği her tür politik düzenin yıkıcısı olan, neredeyse biyolojik bir cins gibi büyüdüler. Onlar da iktidarın ötekisidir; politika labirentine dadanmış, iktidarın tanıyamadığı, adlandıramadığı, gösteremediği kör bir taraftır. Bu incelikli bozma gücünü uyguluyorlarsa, bu aynı bilinçdışı "bırakın istesinler, bırakın inansınlar" stratejisini kullandıklarındandır, Kendi kitle niteliklerine inanma tehlikesine düşmezler: Öznellik ve söz onlara yasak olduğundan, politik ayna evresinden hiçbir zaman geçmemişlerdir. Bu onları, kendi yüceliklerine inanan ya da inandığını belirten tüm politikacılardan ayırır. Politikacıların kinizmi, kitlelerin (var olmayan) özleri konusundaki nesnel kinizme asla erişemez.
Bu, kitleye yarışta iyi bir avantaj: çünkü ötekiler onun yabancılaşmış olduğuna inanırlar, kitle de ötekilerin buna inanmasına izin verir. Dişilik de bu "şehvetli" ironiye katılır. Kadınlar erkeklerin kendilerini erkek sanmasına izin verirler, oysa kadınlar, gizliden gizliye, kendilerinin kadın olduklarına inanmazlar (Çocukların, çocuk olduklarına inanmamaları gibi). İnanmaya izin veren, inanandan ve inandırandan her zaman üstündür. Kadının cinsel ve politik özgürleşmesindeki tuzak, tam da kadınları kadın olduklarına inandırmak oldu: O zaman da kadınlık ideolojisi baskın geldi ve kadın hakları, mevki, düşünce gibi şeyler kadınların kendi özlerine olan inançla birlikte baskın geldi. Bundan böyle "özgürleşen kadınlar kendilerinin kadın olduğunu öne sürüyorlar, artık cemaatin üst perdeden alaycılığı da kayboldu. Herkesin payına düşeni aldığı bir talihsizliktir bu, böylelikle kendilerini özgür insanlar olarak gören erkekler de gönüllü kölelik içine düştüler.
“Önerdiğim insan dışarıdan yaratılmıştır, hiçbir zaman kendi olmayıp insanlar arasında doğan bir biçim tarafından tanımlanmış olduğundan kendi özünde bile sahtedir. Ebedi ve ezeli oyuncudur kuşkusuz, ama doğal oyuncudur, çünkü yapaylığı doğuştandır, hatta bu onun insanlık durumunun özelliklerinden biridir... İnsan olmak oyuncu olmak demektir, insan olmak insan taklidi yapmaktır, özünde insan olunmadığı halde bir insan gibi davranmaktır, insanlığı papağan gibi tekrarlamaktır... İnsana maskesini çıkarmasını öğütlemiyorum (bu maskenin ardında yüz yok), ondan istenebilecek şey, durumundaki yapaylığın bilincine varması ve bunu itiraf etmesidir.
Yapaylığa mahkûmsam... Eğer kendim olmama hiç izin verilmediyse..."
—Gombrowicz
İnsan olma taklidinde, insanın kendisi olmamasında büyük bir yapmacıklık vardır. Tüm doğruluk ve dürüstlük kültürümüz insanın kendi yazgısını incelikli dış göstergelerle, yapmacık ve "özgün olmayan" göstergelerle düzenleme biçimini mahkûm eder. Yapmacıklık, Gombrowicz'in dediği gibi insanın kendi durumundaki yapaylığının bilincine tam olarak vardığı ve kendine bir tür yapay ikiz yaratmak, ikizinin yapay gölgesinin altına girmek, kendi özünden. yapay bir robot üretmek, yani göstergelerin yardımı sayesinde kendini öteki olarak dışsallaştırmak anlamına gelen o şaşırtıcı ruh halidir. Tüm robotlarımız, yapay makinelerimiz ve tekniklerimiz aslında büyük bir yapmacık değil mi?
Andy Warhol. "Bir makine olmak istiyorum," dediğinde zirvedeki züppeliğin formülünü açıklar. Kendi tekil makinesini, birazcık daha fazla simülasyon ve sunilik ile, makineler ve hileli nesneler sistemine ekleyerek makineleşmenin hilelerini ortaya serer. Sıradan makinenin nesne ürettiği yerde Warhol, nesnenin çoğaltılması anlamına gelen gizli erekliliğini üretir. Aşırı—erekliliği içinde, nesnelik sürecinden doğan gizli anlamsızlık içinde nesneyi yeniden üretir (çoğaltır). Diğerlerinin ilave bir ruh aradıkları yerde o ilave bir makine arar; ilave bir anlam aradıkları yerde o ilave bir yapaylık arar. Giderek daha az kendi ve giderek daha yapmacık olarak, dünyanın sıradan kesinliğinin yeniden üretilmesi yoluyla makinenin büyücülüğüne erişir. Giderek daha az arzu öznesi olarak, nesnenin hiçliğine daha da yakınlaşır.
s.155—161
Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme
Çeviren: Işık Ergüden Ayrıntı Yayınları
7 notes · View notes
aynodndr · 2 months ago
Text
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.
Eyüp'te Rami'de, Zeytinburnu'nda oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında, "Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorusuna "İstanbul'dan geliyorum, İstanbul'a gidiyorum cevabını verirdi."
Yani: Rami'de, Eyüp'te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi..
Zira İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.O zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt değildi.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Kocamustafapaşa'da merhum Nejat Uygur'un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin Şensoy'un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.
O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil, sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.
Alâaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.
Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.
Masmavi gözlü, bembeyaz saçlı, her gün düzenli tıraş olan Muratlılı muhacir Arif baba; nargile, ateş, çay servisini aksatmadan sürdürür, bir defa gelmiş ve iki saat oturmuş müşteriyi aylar sonra gördüğünde çayı kaç şekerli, kahveyi nasıl içtiğini hatırlardı.
Udi Hırant'ı da, Arif Sami Toker'i de orada tanımış ve dinlemiştim.
Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.
Şehzadebaşı'nda, Çemberlitaş'ta sinema vardı.
Gedikpaşa'da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği "pala" namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara'da torik olurdu, lâkerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.
Çarşıkapı'da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal'de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko'da
bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı..
Su deyince aklımıza, "Hamidiye ya da Taşdelen" suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, "Cam sağlığı can sağlığıydı."
Naylon poşet, pet şişe, ve gürültü kirliliği yoktu.
Devir: Kese kâğıdı, file zembil sepet devriydi..
Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçü Boris'in zilinin sesi, Nişanca-Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi? anlayamadığım bir musiki icrası..
İsfahan da bir kuyu var
İçinde nane suyu var
Her güzelin bir huyu var
Ne yaman Acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
Mahmut Paşa meydanımız
Var tütüncü dükkanımız
Her güzele söz çakarız
Ne yaman acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
***
Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının muhteşem sesidir bu ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın kaldırımla buluşması ile musiki öncesi girizgâhı..
Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.
Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının açık kanadını andıran gür, gümrah ve yine bembeyaz kaşlar..
Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlekle pantolon ve inadına dimdik, eyvallahı olmayan bir baş..
O sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal-meyal genç, olgun, yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların, yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri...
Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.
Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Tepebaşı'nda çamlar vardı çamlar arasında da çay bahçesi, Şişhane'de Haliç manzaralı Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp'te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler...
Sirkeci'de Ali Muhittin Hacı Bekir'de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı'da çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş'ta köfteci Saim babada başka hiç bir yerde bulamayacağınız Hıdrellez salatası ve şıra vardı.
İstanbul pet şişe, naylon poşet, çiğ köfte, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.
Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip, şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.
Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.
Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı, kasaplar Eğinli, en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.
Üsküdar'da Kanaat, Beyoğlu'nda Hacı Salih, Hacı Abdullah, Hacı baba, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı'da Havuzlu, Sirkeci'de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.
Çatladıkapı'dan Yedikule'ye kadar olan sahilde "Lodosçu" denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Sokaklarında ayı oynatanlar, çubuğa dolanan rengârenk macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.
Lâhmacun dedim de, lâhmacun: İstanbul'un yeni yeni tanıştığı üzeri beyaz muşamba kaplı oval tahta sandıklarda seyyar esnafça satılan sokak lezzeti, fukara taamıydı.
Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan Roman kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.
Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..
Mecidiyeköy'ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman, Yedikule'de marul, Çengelköy'de salatalık, Arnavutköy'de çilek, Langa'da bostan, Kanlıca'da yoğurt, Beykoz'da paça, Emirgân'da çay, Sarıyer'de de börek, Vefa'da boza zamanlarıydı.
Kapalıçarşı'da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü'nde Nimet abla, kendisini tanımasak da; Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer'in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.
Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi, Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman'ı herkes tanırdı. Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..
O yıllarda "Gangster" denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta "Arkası yarın" izler gibi bir sonraki hamlesi "Arsen Lüpen" macerası gibi beklenirdi.
Radyoda radyo tiyatrosu, Orhan Boran'la Yuki, Müzeyyen Senar'ın ardında Yorgo-Aleko Bacanos'ların ismi anons edilirdi.
Merhum Selahattin Pınar'ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış'ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında "Krepen'deki İmroz" Kumkapı'da kör Agop, Tarlabaşı'nda bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli'nin işlettiği Hasır, Yedikule'deki Sefa, Kurtuluş'ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina'nın meyhaneleri birer dünya markasıydı.
Samatya'da İstanbul'un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.
O meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler; hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Ve henüz İstanbul'un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Ve o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..
Selâm ve muhabbetle..
TC Yahya Kaptan
4 notes · View notes
purgatoireau · 3 months ago
Text
Bu şehir beni boğuyor diyorum, öylesine bir şeylerden yakınıyorum sanıyorsun. Bu şehir bana nefes aldırmadıkça sen sorun bendeymiş gibi bakmaya devam ediyorsun. Göğsüme bir şeyler sıkışıyor, ciğerlerim yanıyor sen sadece kibirli bir bakışla yüzüme bakıyorsun. Bilmiyorum hata bende mi? Tek istediğim bir şeylerin düzelmesiydi. Çok şey mi istedim? Çok mu imkansızı diledim? Böyle olmak zorunda mıydı? Sana yemin ederim aldığım her nefes göğüs kafesime batıyor, ruhumdaki karmaşaya yenisini ekliyor. Yıldızlar, göğsümün ortasında hiç sönmez sandığım yıldızlar, şimdi bir sigarayı yakacak kadar bile yanmıyorlar. Bir şeyler var diyorum, bir şeyler oluyor. Ağlıyorum ama çok sakinim. Gözyaşları akıp gittikçe sakinliğim artıyor. Duygularım karışıyor. İçten içe kahroluyorum ve dışarıya sadece sakinliğim yansıyor. Aynaya bakıp kendimi tanıyamıyorum. Aynalar yalan söyler zannederdim. Şimdi aynalara yalan söyleyenin kendim olduğunu fark ediyorum. İnişler ve çıkışlar diyorsun. Abartma demek isterken içinde tutuyorsun çünkü sen de bilmiyorsun. Neyse işte öyle, bugün biraz böyleyim yarına hallederim desem ne olacak? Ertesi gün yine bu duygularla oturup şafak vaktini bekleyeceğim. Sonrasına sonra bakarım deyip boşvereceğim. Kendi yarama merhem olamayışıma darılıp yine kendimi suçlayacağım. Zaman geçecek. Belki bir şeyler düzelecek yine de tüm bunları nasıl unutacağım? İşte en büyük karmaşa, önce bu şehirden sonra senden gideceğim.
3 notes · View notes
semiramist · 11 months ago
Text
Kendi cehennemini başkalarına yansıtma eğilimi, insanın özünde var olan zayıflıklardan kaynaklanır.
Bebeklik ve çocukluk dönemlerinde, temel güven duygusu başta olmak üzere, görülmek, onaylanmak, sevilmek, kabul edilmek gibi temel ihtiyaçların karşılanmaması sonucu, bireyin duyduğu yoğun anksiyete karşısında geliştirdiği disfonksiyonel savunma mekanizmaları, kişi hem kendine hem de çevresine zarar verir. Haset, haklı olma, alacaklı olma duygularının bireyin zihnini ele geçirmesi, ebedi bir tatminsizliği beraberinde getirir ve kişi, ne kendisinin ne de çevresinin huzurlu hissetmesine izin vermez.
Temel güven duygusunun eksikliği, kişinin ego oluşturmasını engeller ve eleştiriye karşı aşırı duyarlı, kibirli tutumlar sergilemesine neden olur. Egonun işlevleri arasında duyguları, dürtüleri, güdüleri kontrol ve regüle etmek ve bireyin gerçeklik algısını dış dünyadaki gerçeklikle uyumlu hale getirmek yer alır. Özetlemek gerekirse, ego, benliğin bütünlüğünü sağlayan kritik bir unsurdur. Bu süreç, genellikle anneden ego işlevlerini öğrenmekle mümkün olur ve sonucunda birey, yetişkin olarak öz yeterliliğe ulaşır.
Narsisizm, bir bakıma, bireyin yeterli güveni alamadığı için annesinden ayrılmak için gereken cesareti bulamaması olarak tanımlanabilir. Birey ya annesine aşırı bağımlıdır ya da anne, bireyin kendisine bağımlı kalacağı şekilde konumlanır ve bu durum, bireyin çocuksu bir narsisizme sürüklenmesine neden olur. Narsistlerin benlikleri parçalanmıştır, bütünlükten yoksundur ve bu nedenle tutarsız davranışlar sergileyebilirler.
Dışarıdan gelecek onaya olan aşırı bağımlılıkları, karar alma süreçlerini şekillendirir ve dışsal bir onay mekanizması olmadığında adeta çuval gibi çökerler. İçsel motivasyonun eksikliği, çocukluk döneminde karşılanmamış olan sevme, onaylama, görülme, kabul edilme, anlaşılma ihtiyaçlarından kaynaklanır. Ne yazık ki narsist bireyler, çocukluk dönemlerinde ebeveynleri tarafından karşılanmamış bu ihtiyaçları, yetişkinlikte ailelerinden veya çevrelerinden karşılamaya devam etmeye çalışır. Bu durum, bir nevi çocuk olarak kalmaya devam etmek olarak değerlendirilebilir.
Narsistik sahte benlik, dışarıya gösterilmeye çalışılan ve her sabah yeniden yaratılan bir maskeden ibarettir. Narsist kişinin duygusal ilişkilerde sergilediği maske ile, diğer sosyal çevrelerine sergilediği maske birbirinden farklıdır. Sürekliliği ve tutarlılığı olmayan, tekinsiz bir yapıdır.
Çocukluğunda narsistik, psikopatik ya da borderline gibi, kendileri kadar başkalarına da zarar verebilecek kişiler tarafından yetiştirilen, ihmal, işgal ve şiddete maruz bırakılan bireyler, bu tür davranış kalıplarına sahip insanlara duygusal olarak çekilirler.
Narsist kişilere tanı konulabilmesi için, önce kendilerinde bir problem olduğunu kabul etmeleri gerekir ki bu cüret gerektirir.
Patolojik savunma mekanizmaları, özellikle inkar ve yansıtma ile, kendini duygusal ilişkilerde savunan birey, anksiyetesini, öfkesini, hasedini, utancını ve diğer bazı duygularını dönüştürüp, partnerinin üzerine yükleyebilir. Başa çıkamadığı bu duyguları, sanki yanıcı bir ateş topuymuş gibi, partnerinin kucağına atabilir.
Örneğin, değersizlik, yetersizlik, sevilmeye değer olmama duyguları ile belirlenen patolojik bir narsist, duygusal bir ilişki sırasında, bu duyguları kabul etmek yerine, duygusal partnerinin aslında bunları hissettiğini düşünmesi, yani yansıtması olası bir durumdur. Kendisini kullanılan, mağdur olarak konumlandırır ve bunu çevresine yansıtarak gösterir. Değersizlik hissini, diğer insanlarla sohbet ederken, karşı taraftakine benzer hisleri aşılayacak şekilde iletişim kurar. Bu süreç, bilinçli ya da bilinçsiz olarak gerçekleşebilir.
"Ya biliyor musun, sen şu arkadaşınla çok iyisin ama o seni kullanıyor." "Abin senin arkandan konuşuyor." "Baban, sana karşı sorumluluklarını hiçbirini yerine getirmiyor bence farkına varmalısın."
Bu savunma mekanizması, yansıtmalı özdeşim olarak adlandırılır. Karşı taraftaki birey, özellikle benlik saygısı, dikkati veya özgüveni düşük bir dönemdeyse, bunun farkında olmayabilir ve fark etmesi daha da zorlaşır. Yansıtmalı özdeşim yapan kişi, karşısındakiyle en yakın olduğu anlarda bunu yaparak, davranışlarının altındaki ana motivasyonu "seni sadece ben seviyorum, sakın bir yere gitme" şeklinde güçlendirir.
Narsistik ilişkilerde, narsist başlangıçta kafasındaki ideal ve iyi annenin rolünü üstlenir ve belirli bir süre sonra rollerin değişmesini bekler. Partnerinin anne, kendisinin ise çocuk olmasını ister. Narsist kişi, partnerinin hiçbir yere gitmemesini arzular ve sürekli olarak partnerinden ayrılmaya yönelik bir eğilim gösterir. Yoğun aşk bombardımanı ardından gelen değersizleştirme, aslında narsist kişinin ayrılamadığı için kendini değersiz ve yetersiz hissetmesinden kaynaklanır ve bu hisleri sonunda partnerine yansıtır. Bu aşamadan sonraki aşama ise tahliyedir yani başkasına geçmektir. Her insanda bu tahliye işlemi farklı olabilir.
Unutulmamalıdır ki, yukarıda bahsedilen her şey bir spektrum üzerindedir. Her psikolojik durum kendine özgüdür ve toplumun büyük bir kısmı için geçerli olsa da, nöroçeşitlilik kavramı bazı bireyler için daha fazla anlam ifade eder. Narsistik savunmalar, kapitalist sistem tarafından aktif olarak gündeme getirilmekte ve bu propaganda, bireyler üzerinde ciddi etkiler yaratabilmektedir. Narsistik istismar mağdurları, narsist bireylerden gelen toksik geri bildirimler ve baskıyla travmatize olabilirler ve hayatları boyunca neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir anlayış geliştiremeyebilirler. Narsisizm, çevresini hasta eder ve çevresindeki bireylerin ciddi benlik krizleri yaşamasına neden olabilir. Çekingen ve bağımlı kişilik özelliklerine sahip insanlar, "anne şefkatiyle" her şeyi kendi adlarına çözeceğini vaat eden narsistlere çekilebilir; ancak bu ilişkiye adım attıklarında, benlik saygıları daha da zedelenebilir.
Hastalanmadan iyileşmek imkansızdır. Gerçeklik acıysa acı çekmek gereklidir. Acıdan hayat boyu kaçarsanız o acı hiçbir zaman dinmez. Gerçekliği olduğu gibi kabul etmemek bir çırpınıştır. İnsan kendini olduğu gibi kabul etmeden değişemez. Değişmeyen insan yerinde sayar ve değişmek ancak gerçeğin kabulü ile mümkün olabilir.
youtube
7 notes · View notes
kitapdostum · 1 year ago
Text
Yalnızlık size kendinizi daha iyi görmenize yardımcı olacak bir büyüteç verir.
Bu ruhani bir faaliyettir.
Kendinizin farkında olursunuz.
Kendinizi metafiziksel olarak kör, hasta, acı, bencil, kibirli, kalpsiz ve daha pek çok farklı şekilde görürsünüz.
Ancak kendinizi yıpratan düşüncelere kapılmak zorunda değilsiniz.
Siz bundan daha fazlasısınız.
Yaralarınızdan çok daha fazlasısınız.
Nazik, sevilmesi kolay ve terk edilmesi imkânsız bir insan olmak için kalbiniz üzerinde çalışın.
8 notes · View notes
dinginsel · 1 year ago
Text
Günlük bilgilendirme:
Kibirli olmak "Özgüvenliyim" şeklinde kamufle edilemez.
13 notes · View notes
korelist · 1 year ago
Text
Tumblr media
GHOST DOCTOR // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb : 7,9 Benim puanım: 8
Drama: Ghost Doctor
Hangul: 고스트 닥터
Director: Boo Sung-Chul
Writer: Kim Sun-Soo
Date: 2022
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Rain, Kim Beom, Uee, Son Na-Eun, Sung Dong-Il
Bizim küçük tilkimiz büyümüş başrol olmuş eyy ahali. Bir çıt fantastik, bir tık medikal bir dizi ile karşımızda. Konusu her ne kadar ilgi çekici olsa da Kim Beom için başladığımı inkar edemeyeceğim. Dizi ortalamanın üzerinde beklediğimden daha keyifliydi. Genel oyuncu kadrosu başarılıydı. Hikayesi eğlenceliydi. Özellikle Rain’i ilk kez izledim oldukça başarılı buldum.
Cha Young-Min(Rain) öğrencilik yıllarında nasıl bir insan olduğunu, nasıl bir doktor olmak istediğini unutmuş, empatiden yoksun kibirli, küstah ve bencil ama çok başarılı bir kalp cerrahıdır. Hastanenin yıldızıdır. Eski karısı Jang Se-Jin (Uee) bir gün babasını kurtarması için ondan yardım ister. Bu hanım kızımızı Marriage contract dizisinden tanıyoruz. Bir türlü sevemedik. Young-Min ameliyatta çok başarılı bir iş çıkarmasına rağmen hasta uyanmaz. Aynı günün akşamında da kendisi bir trafik kazası geçirip komaya girer.
Go Seung-Tak (Kim Beom) ise Young-Min ile asla anlaşamayan onun stajyerlerinden biridir. Aynı zamanda hastane sahibinin torunu olduğu için son derece rahat ve şımarık bir tiptir. Aslında Young-Min’in tam zıttı diyebiliriz. Teoride çok başarılıdır. Bütün soruların cevaplarını biliyordur. Ama pratikte eline neşter alamaz. Diğer bir stajer doktor olan Oh Soo-Jung(Son Na-Eun) ile yakın arkadaştırlar. Bu hanım kızımızı da Cinderella and the Four Knights dizisinden tanıyoruz. Bunu da pek sevememiştik. Özünde dizideki dişil enerji çok zayıftı. İki kadın oyuncuda birbirinden vasattı diyebilirim. Donuk, ruhsuz ve dizinin kimyasıyla uyuşmuyorlardı.
Dizinin fantastik kısmı ise Seung-Tak’ın ruhları duyabiliyor, görebiliyor olmasıydı. Komaya giren Young-Min’i görebilen tek kişinin asla anlaşamadığı ve taban tabana zıt karakterdeki stajyeri olması diziyi ilginçleştiren noktalardan biriydi. Dizinin kadınlarının aksine diğer yan roller oldukça başarılıydı. Özellikle komadaki hayalet kadrosu ve o kadronun başındaki Tess’i canlandıran deneyimli oyuncu Sung Dong-Il.
Bütün bu bir araya geliş olduktan sonrasında, hikaye bize şunu soruyor; başarılı doktorumuz neden komada? Ameliyatı başarılı geçen hasta neden uyanmadı? Stajyer doktorumuz başaralı hayalet ile anlaşıp kendini geliştirebilecek mi? Komadan ne zaman çıkacak ya da çıkacak mı? Dizinin genel konusu işte bu soruların etrafında dönüyor.
İzlemesi kolay, insanı yormayan keyifli bir diziydi. Konusu eğlenceliydi, yer yer strese soksa da dozunu güzel ayarladı. Arada derede kalmış bir dizi olduğunu düşünüyorum. Abartılan onca dizi varken, biraz daha öne çıkmayı hakkediyor. Ayrıca başlarken dediğim gibi küçük tilkimiz Kim Beom bence kendini kanıtlamış.
OST:
Shin Woo - Fly Away
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
5 notes · View notes
poeticalso · 1 year ago
Text
Lakin yenilmedik;
Kafam ikinci bir insandı yanımda
Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün
Yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan
Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken
Heybetli olmak
Değildiler
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı
Duvar saatlari gibi ahmak
Kibirli ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler
Evsiz ve sokaksız bir şehir
Tonla ümit, tonla keder
Dört ayaklı mahluklardan yalnız kediler
Yasaklar dünyasındayım
Yarin yanağını koklamak, yasak
Çocuklarınla yemek yiyebilmek aynı sofrada, yasak
Yazdığın mektubun kapatmak zarfını
Ve zarfı yırtılmamış mektup almak, yasak
Yatarken lambayı söndürmek, yasak
Tavla oynamak yasak
Ve yasak olmayan değil
Yüreğinde gizleyip elde kalabilen şey
Sevmek, düşünmek ve anlamak
Tumblr media
4 notes · View notes
haziranzede · 2 years ago
Text
bugün başına razı olmaya çalışan bir insan olmaya çalışıyorum. yarında başladıklarını bitirmeye, kendi ayaklarım üzerinde durmaya, korkmamaya çalışan biri olacağım inşallah.
hayatım boyunca sevdıgım insanlarla imtihan edildim. buda benim imtihanımın değişmeyen konusu oldu. sevmekten kormtum sevmeye başlayı ca şimdi sevince hersey değişecek biliyorum dedim ve gerçekten de sevince herşey değişti. soguk, üstten, kibirli biri olabilseydim hayatım çok farklı olurdu. doğal, samimi olmak her yerde ve her zaman geçer akşe değil bunu bilelim
3 notes · View notes
akca · 2 years ago
Text
Kibirli olmak kaçındığım ve sakındığım bir şeyken bana kibirli denmesi...
İçinizdeki çirkinliğe acıyorum
4 notes · View notes
aynodndr · 1 month ago
Text
Tumblr media
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.
Eyüp'te Rami'de, Zeytinburnu'nda oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında, "Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorusuna "İstanbul'dan geliyorum, İstanbul'a gidiyorum cevabını verirdi."
Yani: Rami'de, Eyüp'te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi..
Zira İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.O zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt değildi.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Kocamustafapaşa'da merhum Nejat Uygur'un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin Şensoy'un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.
O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil, sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.
Alâaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.
Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.
Masmavi gözlü, bembeyaz saçlı, her gün düzenli tıraş olan Muratlılı muhacir Arif baba; nargile, ateş, çay servisini aksatmadan sürdürür, bir defa gelmiş ve iki saat oturmuş müşteriyi aylar sonra gördüğünde çayı kaç şekerli, kahveyi nasıl içtiğini hatırlardı.
Udi Hırant'ı da, Arif Sami Toker'i de orada tanımış ve dinlemiştim.
Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.
Şehzadebaşı'nda, Çemberlitaş'ta sinema vardı.
Gedikpaşa'da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği "pala" namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara'da torik olurdu, lâkerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.
Çarşıkapı'da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal'de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko'da
bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı..
Su deyince aklımıza, "Hamidiye ya da Taşdelen" suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, "Cam sağlığı can sağlığıydı."
Naylon poşet, pet şişe, ve gürültü kirliliği yoktu.
Devir: Kese kâğıdı, file zembil sepet devriydi..
Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçü Boris'in zilinin sesi, Nişanca-Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi? anlayamadığım bir musiki icrası..
İsfahan da bir kuyu var
İçinde nane suyu var
Her güzelin bir huyu var
Ne yaman Acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
Mahmut Paşa meydanımız
Var tütüncü dükkanımız
Her güzele söz çakarız
Ne yaman acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
***
Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının muhteşem sesidir bu ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın kaldırımla buluşması ile musiki öncesi girizgâhı..
Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.
Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının açık kanadını andıran gür, gümrah ve yine bembeyaz kaşlar..
Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlekle pantolon ve inadına dimdik, eyvallahı olmayan bir baş..
O sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal-meyal genç, olgun, yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların, yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri...
Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.
Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Tepebaşı'nda çamlar vardı çamlar arasında da çay bahçesi, Şişhane'de Haliç manzaralı Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp'te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler...
Sirkeci'de Ali Muhittin Hacı Bekir'de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı'da çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş'ta köfteci Saim babada başka hiç bir yerde bulamayacağınız Hıdrellez salatası ve şıra vardı.
İstanbul pet şişe, naylon poşet, çiğ köfte, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.
Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip, şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.
Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.
Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı, kasaplar Eğinli, en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.
Üsküdar'da Kanaat, Beyoğlu'nda Hacı Salih, Hacı Abdullah, Hacı baba, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı'da Havuzlu, Sirkeci'de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.
Çatladıkapı'dan Yedikule'ye kadar olan sahilde "Lodosçu" denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Sokaklarında ayı oynatanlar, çubuğa dolanan rengârenk macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.
Lâhmacun dedim de, lâhmacun: İstanbul'un yeni yeni tanıştığı üzeri beyaz muşamba kaplı oval tahta sandıklarda seyyar esnafça satılan sokak lezzeti, fukara taamıydı.
Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan Roman kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.
Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..
Mecidiyeköy'ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman, Yedikule'de marul, Çengelköy'de salatalık, Arnavutköy'de çilek, Langa'da bostan, Kanlıca'da yoğurt, Beykoz'da paça, Emirgân'da çay, Sarıyer'de de börek, Vefa'da boza zamanlarıydı.
Kapalıçarşı'da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü'nde Nimet abla, kendisini tanımasak da; Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer'in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.
Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi, Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman'ı herkes tanırdı. Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..
O yıllarda "Gangster" denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta "Arkası yarın" izler gibi bir sonraki hamlesi "Arsen Lüpen" macerası gibi beklenirdi.
Radyoda radyo tiyatrosu, Orhan Boran'la Yuki, Müzeyyen Senar'ın ardında Yorgo-Aleko Bacanos'ların ismi anons edilirdi.
Merhum Selahattin Pınar'ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış'ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında "Krepen'deki İmroz" Kumkapı'da kör Agop, Tarlabaşı'nda bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli'nin işlettiği Hasır, Yedikule'deki Sefa, Kurtuluş'ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina'nın meyhaneleri birer dünya markasıydı.
Samatya'da İstanbul'un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.
O meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler; hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Ve henüz İstanbul'un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Ve o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..
Selâm ve muhabbetle..
TC Yahya Kaptan
4 notes · View notes
karaktersizsurtuk · 1 month ago
Text
Annemle babam kavga ettiği zaman kendimi degersiz hissederdim çünkü benim duyduğumu bilmelerine rağmen kavga ederlerdi oysa benden gizli kavga etseler travmalarım başka yerlerden gelecekti belki de kopup gidicektim ama evren bana gösterdi bunları onarmak için kendimi kaldırmam için onarıp yeniden başlamam için kendi perspektifimden çıkıp onların perspektifinden bakınca olaya daha da anlaşılıyor aslında tüm bu olanlar hiçbiriniz gerçek değilsiniz lan ne bu binalar anyways benmerkezci olmak insanı kibirli yapıyor dün çok kötü oldum gözyaslarım durmadı anlamsız yere aktı durdu yalnızlıktan ağladım haberlerde gördüm sosyal medya insanı yalnızlığa itiyor diye dogru bi bakımdan da maskeliyor yalnızlığı ne olacak benim bu halim geceleri gerçeklikten kopuş yaşıyorum en çokta dışarı çıktığım insan içine karıştığım zaman oluyor bi mekanla girdiğimde her şey etrafımda dönüyor ruhum bedenimden çıkıyor sadece komuta verilmiş gibi el ayak hareketlerimi yapıyorum bi süre sonra kaygı azaldıkça geçiyor böyle hissetince kaygışanıuprum öncesinde problem yok bi anda geliyor bu his deeralizasyon gerçeklikten kopuş yani geceleri çok fena geçiyor benim için sesler duyuyorum beynimin içinde tırnaklarımı derime geçirmiş oluyorum acı bi his acı harekete geçmeni saglar ve sessizlik çok güzel bi müzik değil mi sessizliği dinlemek en büyük elzem benim için anlayacağın kafayı yememeye çalışmak da bu zamanda büyük bi başarı geçen pazar aynanın karşına geçtim deli taklidi yaparken kendimi kaybettim canim sıkılmıştı boş zaman insanı delirtiyor yani anlayacağın sonra ne diyeceğimi unuttum öyle işte kafamda düşünceler susmuyor gecenin bi yarısı yazıyım dedim sussun diye yeme bozukluğu bebek de geldi bugün sabah çorba içtim sadece onla duruyorum of ya ne sikimsonik değişik bağlanma stillerim var nokta kadar yer etmiyoruz evrende şöyle sıralamışlar geçen karşıma düştü evdesin evden çıkıyor dünya dünyadan çıkıyor gezegenler güneş Samanyolu galaksisi ordan çık milyonlarca galaksi ordan çık sadece bi atom topunun içindesin milyarlarca top var topun içinde galaksiler kim bilir ne hayatlar geçiş kapıları var bilmediğimiz diyorum ya bi sistem kurulmuş onu yaşıyoruz para bizi oynatıyor dansöz gibi yemek yemeyi faturalarımızı ödemeyi ayın sonunu getirmeyi yaşmak sanıyoruz uyutuluyoruz anlayacağın devletler tarafından yönetiliyoruz ama devleti de halk seçiyor halk devleti oluşturuyor bilmem ne anlayacağın nokta bile değiliz evrende bundan bin yıl sonra bu satırların bi önemi kalmayacak kemiklerim yok olacak belki üstüne gökdelen bile dikilir tabi o zamana kadar dünya yok olmazsa zaman zaman sıkışıp kalmışız zamanın içine uzayda zaman bile yok keşke diyorum bazen milattan önce doğsaydım bu aklım olsaydı anunakilerle uzaya gider yaşardım hayat işte of çok sacmaladım by
0 notes
ghae571 · 3 months ago
Text
Bir gün yaşlı bir Münzevi’ye sorarlar; ‘’Sürekli yalnız olmaktan sıkılmıyor musun?’’ Münzevi cevap verir;
"Yapacak çok işim var. İki Şahin ve İki Kartal eğitmem gerek.
İki Tavşan sakinleştirmem ve Bir de Yılan eğitmem gerekiyor. Eşeği motive etmeli ve Aslanı sakinleştirmeliyim. "
"Ama senin etrafında hiç hayvan göremiyoruz! Neredeler?"
"Onlar içimizde yaşayan hayvanlar.. "
"İki şahin, gördükleri her şeye saldırıyor. İyi-kötü, faydalı-zararlı.
Onlara ayırt etmeyi öğretmeliyim. Çünkü onlar benim gözlerim."
"İki kartal dokundukları her şeyi mahvediyor, yaralıyor, parçalıyor. Onlara hizmet etmeyi ve zarar vermeden yardım etmeyi öğretmeliyim. Çünkü onlar benim ellerim."
"Tavşanlar her zaman kaçar, korkar ve saklanır. Onları sakinleştirip, zor durumlarla başa çıkmayı öğretmeliyim, beladan kaçmayı değil. Çünkü onlar benim ayaklarım."
"En zor kısmı yılanı izlemek. Sıkı bir kafeste, güvenli bir şekilde kilitli olsa da her zaman saldırmaya, sokmaya , yakın olan herkesi zehirlemeye hazır. Bu yüzden onu takip edip, disiplin vermeliyim. Çünkü bu benim dilim."
"Eşek herkesin bildiği gibi çok inatçı, sonsuza kadar yorgun ve işini yapmak istemiyor. Bu yüzden ona şükretmeyi ve akışta olmayı öğretmeliyim. Çünkü bu benim vücudum."
"Ve sonunda kral olmak ve herkese emretmek isteyen aslanı evcilleştirmek istiyorum. Gururlu, kibirli ve dünyanın kendi etrafında dönmesini istiyor. Bu aslanı terbiye etmeliyim. Çünkü bu benim egom."
"Gördüğünüz gibi yapacak çok işim var."
Kendisini Münzevi olarak tanımlayam kişi Lev Nikolevic Tolstoy
*Münzevi, "Yalnız yaşamayı tercih eden ve insanlardan uzak yaşayan kişi" demek.
0 notes
gegirti · 4 months ago
Text
insan olmak her daim kibirli olmak demektir. çünkü insanın eli vardır.
insan olmak insanlığını düşünürken ellerine tepeden bakmayı gerektirir.
ellerini yukarı kaldırdığında insan artık başka bir şey görür. ki bu da tam olarak insanın ilerlemesinin sebebidir
0 notes