#Karanlık Düzlük
Explore tagged Tumblr posts
engin-sahbudak · 13 days ago
Text
Tumblr media
Kurak bir çöl vadisinde, kayalara oyulmuş devasa taş yapılarla dolu antik Semud kavmi şehri. Dev kayaların içinde ince işçilikle oyulmuş sütunlu evler, saraylar ve tapınaklar görülüyor. İnsanlar günlük yaşamlarına devam ederken, gökyüzünde beliren karanlık bir bulut ve yaklaşan fırtına tehdit edici bir şekilde asılı duruyor. Şehrin çevresinde çorak dağlar ve geniş bir düzlük alan var. Atmosfer, yaklaşan felaketi ima eden gergin bir hava ile dolu, gökyüzü gri ve mavi tonlarında, taş yapılar ise soluk bej ve gri renkte."
Bu sahne Semud kavminin sonunu ima eden dramatik bir ortam oluşturabilir.
3 notes · View notes
bertha-h · 1 year ago
Text
Bir yesil aksamdi gece.  Ufun çizgiyi sardığı karantıkta, düzlük ve ışık yok oluyordu. Hırçın bir ressamın fırça darbeleriyle ufka açtığı koyu bir savaştı. Yeşilin en koyu lacivertin en ışıksız tonlarının harmanlandığı bir yok etme çabasıydı adeta. Güneş ufka hiç uğramamış ve hiç uğramayacak gibi  saldırıyordu ressam. Yukarıda, solmaya yüz tutmuş ay, gördüklerinin utanırcıyla ışığını kısmıştı. Elinden gelse kafasını başka yöne çevirirdi ama nafile, asılı kaldığı noktadan başka yere dönmeye ya da yere düşmeye gücü yetmiyordu belli. Yeşilin böylesi belalısına da daha önce rastlanmamıştır. Elini bulaştıranın kolunu katran yapan cinsteni hani. Işık olmadan tüm renkler aynıdır. Renkleri anlamlı kılan ışığı ne kadar tuttuğı ne kadar yansıttığı vs vs... Böylesine ışıktan nefret eden bir renk de intihar etmek istiyordu belli. Ama beraberinde tüm renkleri yok ettiğinden var mıydı acaba haberi? Ya da umursar mıydı? Böylesine kini, böylesine nefreti ışığa mı yoksa kendi var oluşuna mı karanlığından anlaşılmıyor. Yerdeki toprak sessiz. Eskiden güneşten ağarmış kahveliğini artık solgun bir toz rengine bırkmış gibi. Gördüklerinin şahidi olmayı kendisi seçmediği gibi, yeşilin nefretinden nasibini almaktan korkarcasına geri çekilmeye çalışır bir havası vardı. Sanki karanlık onu da yutacak onu da beraberinde yok edecek gibi bir korku.  Belki ağaçlar vardı üstünde, belki yıldızlar parlatıyordu, nazlı yapraklarını anca ağaçların saklandığı bi gecede saklanamayan ağaçlara ne olurdu acaba? Kaplumbağa gibi kendi kabukları mı vardı ağaçların saklanmak için yoksa bildikleri ve söylemedikleri bir mağaraya bir kaya arkasına mı geçiyorlardı, pranga köklerini sürüyerek. NE gürültü çıkıyordur kim bilir, o kökler nazlı toprağın üstünde sürüklenirken. Kıvrımlarının toprağın tozunu kaldırması bir yana kuru köklerle kuru toprak dans ettikçe yerdeki ölüler rahatsız oluyor mudur? Kaçıp saklanmadığında ağaçlar, toprak altındaki ölüleri sert var oluşlarıyla kucaklıyor mudur acaba? Acaba yorgun düşmüş bu bedenlere son ana kucağı olmaktan memnunlar mıdır? Kendisini bir kıvrım sarmayan bedenler bunun eksikliğini çekiyor mudur? Orada da mı eşitsizlik tanrım! Hiç vaadetmedin ki.
2 notes · View notes
surtunme · 20 days ago
Text
Böylesi bir metni insan kendi yazsa anlatmak istediklerini anlatmak için, anlatamaz. Tesadüfen beşi bir yerde kıvamındaki buna rastgeldim. Buralar malum insanın insanı görmediği kör alanlar. Zifiri karanlık. Ortalama IQ kadınlarda da erkeklerde de düşük. Bir de Akdeniz toplumuyuz. Sıcak iklim bozuklukları. Yaratılış, erkeği etken kadını edilgen, erkeği müracaat eden kadını da seçen kılmış. Eşitti şuydu buydu polemiğe gerek yok. Bir de bunu dijitalize ettiğinizde, az yozlaşma az da dengin dengi algısını iki tarafta da yok ettiğinizde tırnakları çıkmış, taşlardan hedefini körkütük kazımaya çalışan yığınların ortasında kalıyorsunuz. Tüm uygulamalar, sosyal medya uygulamaları ve aklınıza gelen dijital platformlara bir bakın lütfen. Eşit mi? Yarım asra yakın bir hayatım oldu ve 1994 yılından beri internet kullanıyorum. Kadınlar ben aseksüel bir hayata sahibim yoluna dümen kıracak elverişli bir noktada tutuyorlar kendilerini ve konvansiyonel hemen hemen tüm ilişkilerde de ilişkinin başlarinda doğal olmayan bariyerli yollar seçiyorlar. Kadın ağırdır çünkü. Erkekler o düşük IQ ortalama kadın eğilimlerinin eslestigi düşük IQ erkekler de sanıyor ki o bariyer sonrası alabildiğince düzlük. Şikayetler burada başlıyor. Tamamen bir drama. Teatral ezber zihinsel tekrarlar. Duvarlar ile yaşayan kadın bu sefer de herşeyi sonuna kadar açıyor. Bu erkek tiplemesi de sanıyor ki duvarı aşana kadar tüm sıkıntı. Bombing gibi bir kavram icat edildi ya bombalıyor duvarları. Tam bir vasat komedi. İstisna fantastik olumlu ya da olumsuz sapmaları muhakkak var bunun. Vasatı konuşuyorum keza çoğunluğun öyküsü bu.
Kadın ihtiyaç duyduğu ilgiyi önünde hazır bulmaya kodlanmış bir varlık. Tek yapacağı doğru seçimler yapmak. Geleneksel bariyer sonrası alabildiğine açıklık vs üstelik o evredeki durumunu fedakarlıklar, yumus yumus sevgiler ile açıklamak ayrı problem. Kadın erkek kamplarına ihtiyaç mı duyuyoruz. Ben duymuyorum. İlgi duyduğum varlığa natürel ilgimi yansıtır sentetik olmayan karşılıkları beklerim. Bu hayır bile olabilir. Bunu da naz gibi göremem keza kendime hakaret etmiş olurum kendi kendime.
Erkeğin ilişki kuran, inisiyatif alan rolü ile bu denli kavga edilebilir mi? Sıkıntı ortalamanın sıkıntılı olması ikili ilişkilerde, erkeğin bu rolü değil. Yazanı tanımıyorum, kişiliği hakkında hiçbir bilgim yok zaten konu da o değil. Metne yazılmış metindir çünkü bunun akabinde kişiselleştirilmiş hakaretler de ortalama insanların ilk tepkisi.
Erkekler nasıl ki atak yaptıklarında kadından aldıkları kodları doğru okuyamıyorsa kadınlar da çoklukla seçme konusunda çuvalliyor. Kriterler değişti falan oralara hiç girmiyorum zaten.
bazı erkekler neden görmediği insana sırf kadın diye bu kadar yavşıyor mesela? dişi sinek görseler ona da yavşayacaklar. ne saçma sapan tipler var şu dünyada cidden. saygımızı koruyalım diyoruz, o seviyeye inmeden derdimizi anlatmaya çalışıyoruz, naz yapıyoruz sanılıyor. görüldü atıyoruz, yazmaya devam ediliyor. ben anlamıyorum, sizin lügatınızda 'hayır' yok mu? almıyor mu kıt kafanız şu kelimeyi? ses etmeyeyim, engelledim geçti diyorum ama geçmiyor. isimler değişiyor ama yaşananlar hep aynı. ne yapalım, "selam" yazdığınız an mı engelleyelim artık? çünkü cevapsız bırakmak da yetmiyor, belli. bir de merak ediyorum, klavyenin ardındasınız diye mi bu rahatlık yoksa realde de tacizci misiniz? fazla oluyorsunuz, sınırlarınızı bilmiyorsunuz ve çok haddinizi aşıyorsunuz, çok.
74 notes · View notes
belkidebirharfimben · 6 years ago
Text
Kahvaltısı insanın mürşidi olabilir mi?
Kahvaltısı insanın mürşidi olabilir mi? Eğer bir kulağımız herdaim Kur'an'ın ve sünnetin verdiği derste olursa herşeyin Allah'a şahitliği işitilebilir. Zaten Kur'an da bize bu hikmetle gönderilmiştir. Yani, kainat, ancak Kur'an ve sünnet sayesinde 'mürşid' olur. Kur'an'ın dersini ve Allah Resülü aleyhissalatuvesselamın talimini kalbine almayanın gözünde kainatın yüzü de perdelidir. Mehrini verirsen o da duvağını açar. Hatta, diğer bütün delilleri bir kenara bıraksak, kainat ve Kur'an arasındaki bu 'okuturluk-okunurluk' uyumu bile 'onu gönderenin şunu yaratan olduğunu' isbat etmeye yeter. Anahtar ile kilidin sahibi aynı Fettah olmasa hangi kapı böyle kolaylıkla açılır/açılabilir? İşte, kahvaltı sofram da bana Kur'an eşliğinde bir mürşidlik etti, nasıl? Tabiî ki Tîn sûresi sayesinde. O mübarek güzel gözümü nasıl açtı peki? Şu kısa mealdeki ayetleriyle: "İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki! Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." Kahvaltı sofrasında bunun reçelini ve şunun da bizzat kendisini birlikte görünce ister-istemez düşündüm: Bak Allah'ın şu kemalde işlerine! Yediklerimden birisi zeytindir. (Ki acıdır.) Diğerisi incirdir. (Ki tatlıdır.) Beraberce soframda güzel olurlar. Birisinin yokluğunda soframda eksik kalırım. Berikinin yokluğu ötekini noksan kılar. Halbuki, zâhire bakıldığında, şunlardan birisi diğerinin zıttıdır. Tatları başkadır. İşte, arkadaşım, kendi payıma çıkardığım ders şu oldu: "Hayat da aynen böyledir." Cenab-ı Hakkın şu kainatta yarattığı birçok zıtlık var. Bunlar aslında zâhiren zıtlık. Aslında onlar birbirlerini tamamlıyorlar. Geceler gündüzle tamam oluyor. Çayın acılığı şekeriyle tamam oluyor. Hayatın gamı neşesiyle tamam oluyor. Ben de sevmediğim yanlarımla/anlarımla tamam oluyorum. İnciler-zeytinler birbirlerini tamamlıyorlar. Hayatın bütünündeki kemali böyle ortaya çıkarıyorlar. Sina dağı yüksek, Mekke emin, incir tatlı, zeytin acı... Dağların korunaklığı ile ovalar yaşanılır kılınmış. Hem o dağlar, yine Kur'an'ın ifadesiyle, birer hazineli direk kılınmış. Ben de yaşadığım zorluklarda böyle izler bulabiliyorum. Hayatımın en sıkıntılı süreçleri bir açıdan beni en çok yetiştiren zamanlar. Onlarda edindiğim tecrübeleri bugün hâlâ bir hazine gibi dağarcığımda taşıyorum. Neşeyle bir adam oluyorsam kederle beş adam oluyorum. Dağlarım beni ovalarımdan daha fazla güçlendiriyor. Fakat hayat hep dağlardan ibaret olsa ona da dayanamazdım. Rabbimin rahmetiyle düzlüklere inmeye de muhtacım. Eğer, düzlükleri olmasa hayatın, bacaklarım dağların direncine bir ömür takat yetiremez. Beni en güzel biçimde yaratan Allahım, hakkını veremediğimde, aşağıların en aşağısına indirecek olandır. Dağın-ovanın sahibi, incirin-zeytinin sahibi, elbette, dilimde/ayaklarımda yarattığı böylesi dönüşümleri içimde de yaratır. Tecellileri farklı farklı görüyorum, okuyorum, hissediyorum veya yaşıyorum diye (hâşâ) ilahlarının ayrı olduğuna hükmedecek değilim. Çünkü 'birliktelikteki uyum'un 'sahiplerin birliğine' işaret ettiğini görüyorum. Celal ve cemal 'kemal karışımı'nın iki öğesi sadece. İki gerekliliği. Kötülük yok. Sadece güzelliğin şiddetini kaldıramadığım yerler var. Güneş çok güzel. Ama güneşe bakamıyorum. Gönül alıcı güzellik (cemal) ile korkutucu güzellik (celal) arasında salınıyorum. Karanlıklarım bende galip gelmeye başladığında hatırlamalıyım: Gecenin sahibi gündüzün sahibinden başkası değil. Zeytinin sahibi incirin sahibinden başkası değil. Emin beldenin sahibi Sina dağının sahibinden başkası değil. Depresyonumun sahibi neşemin sahibinden başkası değil. 'Aşağıların en aşağısı'nın sahibi 'en güzel biçimimin' sahibinden başkası değil. Bunu aklımda tutmalıyım. Çünkü ikisini birbiriyle buluşturmayı ihmal edersem körlüğümde boğulabilirim. Hani hep derler: Su insanı boğmaz. Yüzme bilmemekten boğulur insan. İşte, ben de yüzmeyi Tîn sûresinden öğrenmeliyim. Ve o da zaten öğütlüyor: "Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır." Demek burada olay 'kulaç atmak' değil 'salih amel yapmak.' Yüzeyde ancak o tutar bizi...
1 note · View note
developerakiza · 2 years ago
Text
Bir gün
Vampirimiz savaşmaya alışık biriydi. İnsanların karanlık tarafını bilen, bilse bile aydınlıklarını görmeye çalışan biriydi. Defalarca kez denemiş olsa da insanlar vampirimizi öldürmeyi. Hangi insan biliyordu bir vampiri öldürmeyi? Ama denemekten vazgeçmiyordu küçük yaratıklar. Bu büyülü dünyada insan kalmayı içlerini karanlıkla doldurmak isteyenler onlardı. Vampirimiz en son aylar önce savaşmış, hayatının barış dönemi geldiğini düşünüyordu. Bu yüzden savunmasız bıraktı sanırsam kendini. Bir kaç gün sonra gelecek onu aylarca kanatacak kazığı en yakındakinin saplayacağını hayal dahi edemezdi. Fakat en yakındakinin bile bir insan olduğunun farkında değildi vampirimiz. Bir vampiri öldürmek bu insan gerçekten istedi. Şehrin ortasında ilk başta kalbini kırdı, sonra hayallerini, sonra kazığı geçirdi karnına. Vampirimiz arkasına bakmadan kırılan omurgasıyla sendeleyerek uzaklaştı. Bir ormana denk geldi. Kazığı yolda bir yere atmış ve kanamasını durdurmuştu. Bu ormana hiç bir insanın dadanmayacağından emin olmak istedi. Dinlenmek ve savaşmak istemiyordu artık insanlarla. Yorulmuştu. Ormanın ortalarına doğru ilerledi sessiz sakin bir ormandı. Onu tedirgin eden şey sadece hiç bir küçük haşerenin olmamasıydı. Baykuşlar bile kafasını uzatmaya çekiniyor. Kuşlar dalların en ama en üstünde duruyordu. Ne bir tavşan deliği görüyordu ne de bir örümcek ağı. Yere yakın dallar kopmuş. Yerde milyon tane ayak izinin yarattığı düzlük vardı. Bu sessiz ve sakin orman göründüğü gibi değildi. Yeterince uzaklaştığını düşünen vampirimiz ağaçların birazcık seyrek olduğu bir düzlüğe geldi. Ağaçlardan birinin tepesine çıktı ve yakından geçen nehrin sesini dinlemeye başladı. sabah olmuş artık uyumaya hazırlanıyordu vampirimiz. Etraftan gelen seslere kulak asmadan uyudu. Uyandığında ay yavaştan doğmaya başlamıştı. Etrafını loş bir ışıkla aydınlatan aya baktı. Vücudundaki kan izlerine baktı. Sen varsın ay... Sen varsın, senin bana loş ışık olduğun gibi bende birisine ışık olacağım diyerek gülümsedi. Yakından bir ses geliyordu  HIAĞ....
HAAAAAĞ!!
HİYAAAAAAAAA
THUUU!
Bu sesler vampirimizin ilgisi çekti. Hemen bitişindeki ağaca sessizce atladı. Önünde 2 tilki kuyruklu, insan bedenli biri duruyordu. Üstündeki beyaz kimononun üzerindeki kırmızı kan lekelerine dikkati çekildi. Sonuçta o bir vampirdi. Etrafa şeytan ölüleri vardı. Minik şeytanlar. Ama hemen yanındaki onlarca şeytanın kanının kokusunu nasıl alamıyordu. Bunu düşünürken bir küçük şeytan daha atladı. Tilki hızlı bir manevra ile elini havaya savurdu ve şeytan ikiye bölündü. Şeytandan çıkan kan tilkinin üzerinde bir bariyer varmışçasına etrafından dolaştı. Kan yere düşer düşmez tilkinin ayaklarına çekildi, ayaklarından kimonosunun kırmızı yerlerinde dolaşan kan kimonoyu parlatmaya başladı. Vampirimiz anlamıştı o güçlü biriydi. Vampirimiz olanları izlerken tilki başını vampire çevirdi. Yüzünü vampirimize döndürünce, vampirimiz üstünde inanılmaz bir ağırlık hissetti.
Tanıt kendini... VAMPİR.
Bir bakışta vampir olduğunu anlayacak kadar bilgili biri. Vampirimiz sesini çıkarmadı. Vampirimiz korkmuş muydu? Yoksa hayran mı olmuştu? Etraftan daha büyük şeytanlar gelmeye başladı nerdeyse 1 metreye varan boylarıyla bir düzineden fazla şeytan fark etti. Tam ayaklanacakken... Bütün şeytanlar ikiye bölündü. Tilki vampirimizle göz temasını bir an için bile kesmedi. Vampirimiz dona kaldı.
Ne zaman.. Nasıl..
bu sorular önemini yitirmeye başlamıştı. Yerinden oynamayan tilki vampire doğru yürümeye başladı. Vampirimiz korktu ve ormanda koşmaya başladı. Hayatında ilk defa biri bu kadar güçlü gözüküyordu gözüne. Kaçarken nereye kaçacağını düşünmeyen vampir gerisine bir bakış attı, onu kovalayan kimseyi görmüyordu. Önüne dönecekken çarpacağı tilkiyi fark etti. Olduğu yerde dona kaldı. Aniden duran vampirimizin yarattığı rüzgar etrafta dönmeye tilkinin saçlarını savurmaya başladı. Vampirimiz:
Güçlüs..
-Sana öyle gözüküyorum. Hem sen benim zayıflığımı fark ettin gitmene izin veremem.
Vampirimiz cevap verdi “İlk bakışta zayıflık mı aranır hayran duyduğun kişiden, eğer bir zayıflığını görseydim korurdum sizi”. İlk bakıştı tilki vampirimize inanmamayı seçti. Şüpheci ve yerini korudu. Oturup sohbet etmeye başladılar. Sohbet ettikçe açığa çıkardı tilki,
o bir yarı tanrıydı.
Daha önce onun kadar güçlüsünü görmemesi normaldi. Bu büyülü dünyada bile tanrı denecek kadar güçlü bir varlığ��n olduğuna inanmıyordu vampirimiz. İnandıkları gözünün önünde küle dönüşüyordu. Karşısındaki tilki ona güvenmeye başlamıştı sabahları beraber ağaç gölgelerinde. Akşamları nehir kenarlarında sohbet edip tanıdılar birbirlerini. Arkadaşım diyebiliyordu artık tilki. Vampirimiz de bu zaman içinde fark etmeden yaralarını sarmıştı.
BİR GÜN
Akşam vakti olmuş klasik sohbetleri yine başlamıştı. Haftalarca kestiği şeytanlardan bahsediyordu, yarı tanrı nasıl olduğundan ve kendisinden bahsediyordu tilki. Sanki en önemli şey vampirimizin tilkiyi tanımak olmasıymışçasına, sadece bahsediyordu kendisinden. Vampir konuştukça aynı özenle dinliyordu vampirimizi, sanki oda bir tanrıymışçasına. Bu güzel zamanlar geçerken yer titremeye başladı. Tilki yere çöktü ve ağlamaya başladı. Vampir etrafına baktı ama hiç bir şey göremiyor sezemiyordu. Sert ve soğuk esen rüzgarlar sadece korkutucu bir şarkı gibi geliyordu. Orman ağlıyor, havaya bakınca ayın parlaklığı güneş gibi yakıyordu.
NE OLUYORDU.
Ağlaması kesildi tilkinin birden bire. Ağlamasının yerini durağan aşırı acı dolu bir sessizlik aldı. Nefes dahi aldığını hissetmiyordu vampirimiz. Tilki bahsetti 
“Hayat sana başa çıkabileceğin şeytanları atar, onlar başa çıkabileceğin büyüklüktedir ve onları alt edebilirsin. Bu seni güçlendirir ve sonraki şeytanlara hazırlar hayat seni. Hayat herkesin sandığının aksine adildir. Ama kendi içinde yarattığın iblisler... Kendine ne zaman adil olmayı öğrendin. Karşında yarı tanrının içinde beslediği iblis duruyor. Yarattığın iblisi sadece sen görebilirsin.”
Vampirimiz iblislerin efsane olduğunu düşünüyordu... Bu güne kadar. Vampirimiz sordu:
Sana nasıl yardım edebilirim?
Edemezsin..
Sandığından daha güçlüyüm.
Güçle alakası yok.
Sen güçlüs..
DEĞİLİM... Değilim. Vampirimiz dona kaldı. Artık alışmıştı onun yanında dona kalmak. Etkileniyordu böylesine bir tanrıçanın yanında. Onu nasıl yenebileceğini sordu, bir yolu olmalıydı. Onun kadar bilgili biri biliyor olmalıydı bir iblisi durdurmanın yolunu. Tilkinin ağzından “eğer” çıktı. Vampirimiz pür dikkat kesildi. “Eğer kılıcım olsaydı...” diyerek bitirdi sözünü. Kılıçsız savaşmaya çalıştı defalarca kez yere düştü ne hızıyla ne de gücüyle işini bitiremiyordu iblisin. Vampirimiz hayran olduğu bir tanrıçanın yere vurulmasını izledi defalarca. Dayanamadı bağırdı: Senin için kılıç olabilirim. Senin kılıcın. Tilki hiç bir şey söylemeden göz yaşları dökmeye başladı. Sessizce vampirimize doğru ilerledi ve elini açtı. Vampirimizin vücudundaki bütün kan eline çekilmeye başladı. Vücudundaki ten rengi hatlar kaybolmaya başladı siyah saçları kızıl gözleri soluklaşıp dökülmeye başladı. Tilkiye doğru uzattı elini. Elindeki kan topunu tutan tilki, vampirimizi kandan bir kılıca dönüştürmüştü. Tilki iblisin sağ kolunu kesti ve söyledi “Güvenilecek bir saflık” Tilki iblisin sol bacağını kesti ve söyledi “Eğlendiren bir keskinlik” Tilki iblisin kafasını kesti ve söyledi “Bana yeminimi bozduracak kadar sadık” İblis toza dönüşmeye başladığında kılıç olan vampirimiz vücudunun şeklini geri almaya başladı. Ne zaman yeminini bozdun? Yeminin neydi? Vücudunu alır almaz ilk sözleriydi vampirimizin. Çünkü biliyordu. Söylemişti tilki. Tanrı ve Tanrıçalar, hayatları boyunca yeminlerini bir kez bozabilir. Tilki cevap verdi: Bir daha kimseye kılıcım olacak kadar güvenmeyecektim. Buna değersin.
2 notes · View notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Tarumâr
Tumblr media
Yapboz’un parçaları darmaduman ediliyor. Dört bir yandan üç tarafının düşmanlarla aleni bir biçimde çevrildiği söylenen bir sahnedeki ana yapı, devlet denilenin mekanizması tüm bu hayatın biricikliğini yerle bir ediyor. Bütünü oluşturan tüm etmenlerin, müşterek olan her bir bahsin, tarumar edildiği yerin meselesidir yapbozun tarumar edilmesi. Ezber olan, ezber edilmiş biteviye tekrara düşürülmüş vatan, millet, ezan, bayrak, millet tekerlemeleri ve şablonlarının yanında bu yeni liberalizm kuşağının gölgesinde en sorunlu kılınan yerin düzlemin binası tekrar var edilirken cürüm hamlelerinin ettiğidir yapbozun topyekun bir hal içinde tarumar edilmesi. Bir cerahat ülküsü üstünden günbegün yinelenen biteviye her yerde güncellenen ve yeniden bu sahada kullanışlı kılınan devletli aklının yol verdiği şey bu birliktelik halini sıfırlamaktır.
Müştereklerimiz yağmalanıyor. Öyle ya da böyle değil doğrudan baş amir ile avenesi olan siyasal İslam ile faşizan ortaklık, ulusalcı denilen dünkü devletin asri unsuru çetecileriyle bir ve birlikte kafa kesmeyi onaylayan cerahatin çıkar temelli ilişkileri bu talan, şu yıkım, bu çürüme ve nihai karanlığı güncelleye gelmektedir. Bir karanlık çağ biçimlendiriliyor ne eksik, ne fazla. Kelimeler kirletiliyor. Müşterek bahisler alttan alta oyuluyor. Kanunla nizam delik deşik edilirken çoraklaşmış demokrasi, adalet, hürriyet, eşitlik sanki varmış gibi her gün ağza sakız ediliyor. Her gün bütün bu gümbürtüde bir film yeniden var edilip her yerde gösterime giriyor. Yapbozun parçaları tarumar ediliyor. Demokrasi, hürriyet ve adalet gibi kavramların tükenişe sevk edildiği bir zeminde bir cüretle savunulan her tehdit ve tahakküm hamlesiyle çıkagelen muktedir perspektifi tarumar etmeleri sıradanlaştırıyor. Cerahat sarmalı ülkede doğrudan eser kalmıyor.
Nefret ve kötülüğü birbirine lehim ettikçe, içinden çıkılamayacak kadar dehşet dolu olanı bir normatif kılmak bugünün ülkesinde denemeye alınır. Bedene yönelik kalıcı bir gasbın, şiddetle hizada tutulacak bir ülkenin sacayağı her hamleyle bir kere daha gözler önünde o açıklıkta var edilir. Düzenin abecesi, devletlinin mekanizması sıradanın hayatının da tüm o ederinin de üç otuz kuruş kılınmasının yolunu açanların kılavuzudur. Yinelemeye her durumda devam olunan şey şiddet pratikleridir. Göstere göstere bir linç tevatürünü sabitin ta kendisi kılmaktır. Mafyanın anlattıklarında ortaya serilen milyonlarca dolarlık işbirliği, yemleme, talan etme, ranttan pay kapma, birbirilerine servis edilen insanlara uçkur çözme ve daha fenası da ahlak satarken siyasetten dem vururken, nizam, düzlük, anlam diye çaba sarf ettiği var sayılan dünün devletinin, tüm o darbeci geleneklerin yekununun bugün bir ve bütün olarak çok daha ağır varyantı hayatımızdadır. On dokuz yıllık iktidar pratiğinde, yeni diye anılan şeyin verdiği yara, oluşturduğu yıkım, sınırsız addettiği şiddet mefhumu, kötülüğü ve karanlığı zaten bu meramdan daha açıktadır. Ne dersek diyelim ortak olanın o aklını imecesi, birlikteliği artık tarumar edilmiştir.
Demokrasi kavramının zayi olunduğu yerde cürümlerle, her gün bir başka yerde görünür kılınan nefretle bir ülke tahayyülü zaten geriye bırakılmaz. Anaysa yazım süreci, birbirini takip eden demokratik açılım paketleri, içeriye laflar saydırıp dururken kapı arkalarından o PKK ile müzakere çalışmalarına devam diyerek (istenirse barış da konuşulabiliyormuş halbuki!), HDP’yi sistemin dışında tutalım da her nasılsa olsun haliyle zaten epeydir geçersiz bir meseledir, Türkiye’de demokrasi edimi ve anlamı ve ötesi. Bunlara ilaveten gündelik yaşamı zapturapt altına alma, gündelik olanın bir biçimde kuşatılmasının beraberinde türettiği her şiddet, her baskı bambaşka yıkımlara dönüşür. Dönüşümün her ne hallere konulduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyım darbesi ve en son Senato gasbında ortaya serilen şiddete görünür kılınmıştır. Mayıs ayının birinci günü kutlanan Emek ve Dayanışma gününde ortaya serilmiş nefretle bariz olandır bütünü yepyeni denilen ülkenin nasıl eskilerde demirlediği nasıl da dününde kalakaldığı.
Bir tek nefretin güncellendiği, devlet uzamının bahsi olarak var edilmiş, devletli eliyle çizilmiş ol şablonun var ettiği şey bariz bir parçalanmışlıktır. Geçtiğimiz Cumartesi günü LGBTIQA, Onur Yürüyüşü etkinliği boyunca Taksim ve bölgenin etrafında yaratılan vahşet hali tüm o işkence ve ötesi devletin her nerede durduğunu da göstere gelir. Bir ülkede yaşam hakkı da, kimliğini özgürce savunma hakkı da, izne tabi olmayan barışçıl gösteri hakkının da hiç edildiği yer gerçek kılınır. Bunların yekununda bir resim karşımıza çıkartılır ki bütün, birlikteliğin ta kendisinden mülhem yapboz delik deşik olunmuştur.
BirGün Gazetesi’nden Meral Danyıldız’ın haberidir: “İstanbul’da düzenlenen LGBTİ+ Onur Yürüyüşü için Taksim’de toplanan LGBTİ+’lara polis müdahale etti. 20’den fazla kişi gözaltına alındı.
İstanbul Valiliği’nin Maltepe miting alanına izin vermemesi üzerine, İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi, “Sokak Bizim” diyerek 19. İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü için Taksim’e çağrı yaptı. Beyoğlu Kaymakamlığı ise Onur Yürüyüşü’nü “devletin bölünmez bütünlüğü, genel ahlak ve Covid-19 tedbirleri” gerekçesiyle yasakladı. Bu yasak sonrası Taksim, polis ablukasına alındı.
Yasak kararının ardından yürüyüş için iki saat önce Taksim Mis Sokak’ta toplanan LGBTİ+lara polis sert şekilde müdahale etti. Aralarında LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi gönüllülerinin de olduğu çok sayıda kişi darp edilerek gözaltına alındı. Kalkan ve plastik mermi kullanan polis, İstiklal Caddesi’ne çıkan tüm giriş çıkışları kapattı, caddeyi boşaltmaya başladı.
Alanda görev yapan gazeteciler de darp edildi, gazetecilerin görüntü alması engellenmeye çalışıldı. AFP muhabiri Bülent Kılıç, ters kelepçeyle gözaltına alındı. Polisin boğazına diziyle baskı uyguladığı Kılıç’ın “Nefes alamıyorum” diye seslendiği duyuldu. Gazeteci örgütleri bu muameleye tepki gösterdi. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), “AFP Muhabiri Bülent Kılıç, boğazına basılıp nefessiz bırakılarak gözaltına alındı. Üyemizin derhal serbest bırakılmasını ve sorumlu polisler hakkında işlem yapılmasını talep ediyoruz” açıklaması yaptı.
Müdahalenin ardından “Aşk, aşk hürriyet, uzak olsun nefret” sloganıyla Odakule’ye yürüyen LGBTİ+’lar, Odakule’de basın açıklamasını okuyacakları sırada yine polis müdahalesine maruz kaldı. Geri adım atmayan LGBTİ+’lar, bu kez Tünel’de toplandı. Burada okunan açıklamada özetle şunlar kaydedildi: “Bizler LGBTİ+’lar, kadınlar, işçiler, Kürtler, öğrenciler olarak devletin bize yönelttiği tüm saldırılara karşı bir arada durmakta kararlıyız. Birlikte örgütlenecek, sokakta beraber bağıracak, yeniden partileyecek, güvenli alanlarımızı birlikte koruyacak ve büyüteceğiz. Çünkü biliyoruz, tüm yasakların, saldırıların, engellemelerin, yok sayma girişimlerinin arkasında korkuları var! İşledikleri suçların farkındalar, yargılanmaktan korkuyorlar. Bugün burada olan, sokakları ve birbirini çok özleyen tüm lubunyaların; burada olamayanların; zorbalığa maruz kalan, kendini yalnız hisseden herkesin; yerlerinden edilenlerin; devlet şiddetine maruz bırakılanların, tüm lubunyaların Onur Haftası kutlu olsun! İyi ki varız ve çok kalabalığız. Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!”
Açıklamanın ardından yürümeye devam eden LGBTİ+’lar, 1 Temmuz’da İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için yine Taksim’de olacaklarını duyurdu.
İstanbul Valiliği 2015 yılından beri ayrımcı ve keyfi gerekçelerle İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nü yasaklıyor. Öte yandan Onur Haftası etkinlikleri kapsamında geçen salı günü İstanbul Maçka Parkı’nda düzenlenmesi planlanan piknik de etkinlikten üç saat önce “kamu düzeni” gerekçesiyle yasaklanmıştı. Polis gökkuşağı bayrağı taşıyanları parka almamış ve alandaki LGBTİ+’lara müdahale etmişti.”
Düzenin çukurlaşması bir yana, her konuda halt ettiği, üstünden prim kasmaya çalıştığı ahlakın da kimselere yar edilmediği görülür bir kere daha. Medeniyetler beşiği burada herkesin söz hakkı sınırsızdır, herkesin yaşam hakkı garantimiz altındadır. Demokrasi bizim için en uygun tavırdır, tanımdır vs. benzetmeler gırla giderken LBTIQA aktivist ve direnenlerin karşısında onlarca nutku lağveden bir şiddet sarmalı var edilir. İnsanlık suçu olan işkencenin sokağa düştüğü, Bülent Kılıç gibi dünyanın sayılı nitelikli fotoğrafçıları arasında olan bir vizörün gırtlağına çöküldüğü, Mis yerine İmam Adnan Sokak’ta olsam cesedim çıkardı diye anlattığı bir taarruz, bariz bir şiddet gövde gösterisi imal edilir. Her attıkları adımda bir bedelle yol alabilmiş olan LGBTIQA bireylerin karşısında artık sınır tanımayan bir kötülük çetesi sekans sekans var edilendir. Gözaltılar, sokak aralarında linç çabaları, sadece normal olarak atfedilmiş / bildirilmiş dışında olmak bu şiddet mefhumu ile mukabeleye gerekçe sayılıyor.
Dahası da evinde uyuyan çocuğu için ses eden, atılan plastik mermi, gaz bombası gibi ses çıkartan mühimmatın korkusunu bildiren bir insan evinden aşağıya indirilip gözaltına alınır. Mis Sokak’ta ağzını açanı alıyorsunuz diye bildiren bir kolluk mu eşkıya mı hiç ama hiç belli olmayan zatın var ettiği güç zehirlenmesini nasıl okuyabiliriz. Memleket gibi memleket diye diye varılan istikametin hortum Süleyman’dan hallice bir karanlığa, darbeci Evren kötüsünün çok da uzağına düşmediği bir yerde kimin hayatı sahiden de güvence altındadır. Her nasıl sadece varlıklarını bildirmek, yaşadıkları dışlanmayı, tüm bu toprakların insanlarından olduklarını, buradayız, direniyoruz diyebilmek istedikleri için insanlara darp reva görülebilir, niye, ne hakla, hangi kanunla, hangi ahlakla? Onca namzet lafazanlık arasında demokrasi, eşitlik, hakkaniyet, hürriyet bir asırdan uzunca bir süredir gayrimüslim halklara reva görülmeyen, Kürd ve Alevilerden gasp edilmeye hala devam olunan bu temel hakların, kadınlardan çalındığı gibi LGBTIQA bireylerden de esirgenir. Böyle bir fasit döngü içinde dört dönülürken, artık hiza / şiddet / linç bahisleri birer pratik kılınırken hayat her nerededir, her nasıl muhafaza olunabilir ki!
Gazete Duvar’dan aktaralım: “Güvenlik güçlerinin İstanbul'da dün düzenlenen Onur Yürüyüşü için Taksim'de toplanan LGBTİ+'lara yapılan saldırısı sırasında polis üniformalı bir kişinin Instagram hesabından yaptığı paylaşım tepki çekti. "Ottomanpolice" isimli hesapta "LGBT (cinsel özürlü) insanların izinsiz gösteri yürüyüşüne müdahale ediyoruz. Güzel ülkemiz yüz karaları utanmadan ONURLUYUZ diyorlar.. Cinsiyetine saygısı olmayanın çevresine veya devletine saygısı olur mu??" ifadesi kullanıldı.
Tepkiler üzerine hesap kapatıldı. CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen sözkonusu paylaşımı ve hesabın sahibi olduğu iddia edilen polis üniformalı kişinin fotoğrafını Twitter hesabından paylaşarak "Kim bu nefret suçu işleyen ve vatandaşı hedef gösteren polis?" diye sordu.
Antmen, "Onur Yürüyüşüne katılan insanlara (Cinsel Özürlü) diyebilecek kadar gözü dönmüş birine silah verilmesi halka tehdittir. Bir de ismine 'Ottomanpolice' yazmış. Nerenin polisi olduğundan haberi de yok." diye tepki gösterdi.”
Biteviye bir pespaye haller toplamında hayatın ayaklar altına alınmasında bir beis görmek istemeyenler eliyle her gün biraz daha çürür menzil. Osmanlı Polisi rumuzunu kullanan o şahsın var ettiği nefretin her nasıl bile isteye şekillendirildiği, halihazırda Taksim’de cereyan eden, etmiş her eylemde başka bir kılıf bulunarak var edilir. Kendilerinin tam da o kitabına uygun, saygın yurttaş oldukları yanılsamasına dört elle sarılarak geriye kalmış herkesi bir biçimde yaftalamak süreğen kılınır. Düzen bütün meşruiyet hatlarını alaşağı ederek, hiç olmadığı kadar zorbalığa çanak tutarak, var ettiği yıkım, ekonomik çöküş, her anlamda gerileyen bir ülkeyi saklamaya çalışmaktadır. İyi de bütün bu itirazlar, böylesine bariz bir ayrımcılık haline karşı reddiye sürekli dillendirilirken onca nutka rağmen neden hala aynı bataklık hali sürdürülür. Niye, neden, ne hakla?
Yapbozun parçaları darmaduman edilirken o işkence görüntülerinden Bülent Kılıç’a reva görülenlere İçişleri Bakanlığı tarafından arka çıkılır. Kolluğun, cinai bir şebekeye, açık bir biçimde çeteye dönüşümü her nereden, her nasıl biçimlendirilmiştir buna da yetkin bir kanıt olur. T24’ten aktaralım: “İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Ersoy, İstanbul'da dün LGBTİ+ Onur Yürüyüşü'nde AFP fotomuhabiri Bülent Kılıç'ın boğazına bastırılarak gözaltına alınmasını, "İzinsiz gösteri sırasında polise direnenleri gözaltına almak zorbalık değildir" sözleriyle savundu. Ersoy'un paylaşımını İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da retweetledi.
Ersoy, CHP'nin Bülent Kılıç'ın fotoğrafını paylaştığı tweeti alıntılayarak, "Esas zorbalık, toplumda iktidara tepki uyandırmak adına, hiçbir sınır tanımadan kurumlarımıza fütursuzca, her türlü yalana sarılarak saldırıp sonrasında özür dileyecek erdemi gösterememektir." ifadesini kullandı.
Bir bütün var ediliyor, müşterek bahislerin birlikteliğinden kurulmuş olan yapbozun tüm parçaları tarumar ediliyor. Cerahat, cürüm ve işkence birer normatif kılınıyor. Daha yeni HDP İzmir İl Örgütünde Deniz Poyraz’ı katleden faşiste, ismin nedir abicim derken hemen hiç hatırlanmayan, anılmayan mukavemet, yok hak, yok hukuk birden zihinlerde pırıl pırıl patlıyor. Ampulün var ettiği cürüm hemhal halin, şiddeti savunma hallerinin bir biçimde nasılsa öteki bırakın yapsınlar diklenmesinin, insan hakları konusunda şerefli bir sonunculuğa doğru giden ülkeye bir de bu sokaklara taşmış işkence savunması ekleniyor. Bir memur amiri yerine hem asıp, hem kesmeyi reva görüyor. Gökkuşağının renklerinden dahi nem kapanların, aman şimdi ağzımızın tadı kaçmasın, iki satır dövmüşler, birilerinin gırtlağına çökmüş, berikine işkence etmiş lafzına sığınmaları nasıl açıklanabilir. Ayıplara devam diyen, bir cüret hayata kasteden aklın var ettikleriyle müşterek bir hayat tahayyülü neye dönüşecektir. Bize sıradanlara sahidenbir şey kalacak mıdır, düşünüyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Nefes Alamıyorum! – Hacı BİŞKİN – Duvar
2 notes · View notes
bensenobizsizonlr · 4 years ago
Photo
Tumblr media
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...    
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,    
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.    
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!    
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,    
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...    
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,    
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,    
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
    Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.    
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,    
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.    
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.    
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince    
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.    
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.    
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,    
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,    
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan    
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,    
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...    
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine    
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;    
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,    
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,    
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.    
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri    
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya    
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.    
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,    
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı    
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler    
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...    
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,    
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;    
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,    
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
    Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,    
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken    
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;    
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa    
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;    
   "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan    
     Baba ocağından yar kucağından    
     Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
     Huduttan hududa atılmışım ben"     
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.    
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;    
Araya gitti diye içlenme baharına,    
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri    
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,    
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...    
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,    
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,    
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden    
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,    
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;    
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...    
Gönlümde can verirken köye varmak emeli    
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"    
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana    
Biz menzile vararak atları çektik hana.
    Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş    
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
   "Gönlümü çekse de yârin hayali    
     Aşmaya kudretim yetmez cibali    
     Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
     Rüzgârın önüne katılmışım ben"    
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde    
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
   "Garibim namıma Kerem diyorlar    
     Aslı'mı el almış haram diyorlar    
     Hastayım derdime verem diyorlar    
     Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
   Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
   "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
   Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
   Dedi:    
          "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
    Aradan yıllar geçti işte o günden beri    
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,    
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..    
       Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
25 Aralık 2020, bensenobizsizonlar
2 notes · View notes
derdiderun · 5 years ago
Text
İnsanlar 'çift yaratılmıştır' deniyor. Her insanın eşi var mıdır ? Dünyada bu insanlardan bizim gibi aynımız var mıdır ?
İnsanlar çift yaratılmıştır sözünün dinen bir dayanağı yoktur. Bu, birbirinin aynısı olmasa da birbirine çok benzeyen insanlar için halk arasında yaygın hale gelmiş sözlerdir. Dünyada hiçbir insan başka birinin birebir aynısı değildir. Hatta ikizler dahi birbirine tamamen benzemez ve birebir aynı değildir, yaratılışları farklıdır. Ancak benzerlikler vardır ve bu olabilir. Fakat birbirine benzer olarak çift yaratılmamıştır.
Herşeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp ders alasınız {Zâriyât 51/49}, ayetinin manası ise yanlış anlaşılmamalıdır. Bunun manası şudur;
Herşeyden çift çift yarattık ki, düşünüp ders alasınız; Erkek ve dişi, sema ile arz, güneş ve ay, gece ve gündüz, aydın­lık ve karanlık, düzlük ve dağlık, cinler ve insanlar, hayır ve şer, sabah ve akşam gibi çift çift yarattık demektir. Yoksa bir insanın aynısından bir tane daha yarattık demek değildir.
Günümüz Şartlarına Fetvalar & Mesut Papatya
27 notes · View notes
proofhead · 8 years ago
Text
Bundan birkaç sene önce, taa şu yazımda ilk kitabını aldığım ve bir yıl sonra şu yazımda da ikinci kitabını aldığım güzide seri “Yürüyen Kentler” nihayet bitti. Bu kadar uzun sürmesinin sebebi tamamen benim ama. Kitapların bir suçu yok.
Evet, daha önceki yazıları okumayanlar için çok kısacık seriden bahsetmek istiyorum. Daha sonra her bir kitap hakkında küçük yorumlar yapacağım.
Yürüyen Kentler serisi, günümüzden yüzlerce yıl sonrasında, distopik bir gelecekte yaşananları anlatıyor. Dünya’da sabit yerleşimler kalmamış, artık kentler devasa motorlara sahipler ve yürüyorlar!
İlk kitap “Yürüyen Kentler” adını taşıyor. Bu kitapta, yürüyen kentlerin en ihtişamlılarından olan Londra kentinde bir tarihçi çırağı, Tom Natsworthy kendi küçük dünyasında mutlu mesut yaşıyor. Dünya’ya ne olmuş da kentler artık yürümeye başlamışlar? Bu sorunun cevabını sayfalar ilerledikçe öğreniyorsunuz. Eklemeyi unuttum. Bu kentler sadece yürümüyorlar. Üstelik bir birlerini de avlıyorlar! Evet, daha güçlü kentler daha zayıf olanları avlayarak kaynak ve iş gücü elde ediyor. Tom, basit bir çırak olduğu için, büyük resmi göremiyor, olaylar gelişiyor ve kendini bir anda o çok güvendiği, doğup büyüdüğü Londra‘dan sonsuz bir bataklığın içine düşmüş halde buluyor ama yalnız değil. Yanında suratındaki kocaman bir yara iziyle ilk bakışta çok korkunç görünen Hester Shaw isimli kız da var. Londra, Dünya’da hala var olan bir avuç “sabit yerleşim yanlısı ve mobillik karşıtı” orduyu yok etmek için esrarengiz bir proje geliştirmiştir ve acaba işin sonucu ne olacaktır? İlk kitap bittiğinde Londra’nın neler yaptığını görüyoruz.
İkinci kitap İhanet Altını‘nda, Tom ve Hester, üçkağıtçı bir adamla tanışıyorlar; Profesör Pennroyal. Bu herif gidip görmediği yerleri sanki gitmiş görmüş gibi anlatan, kitaplar yazan, sahte bir şöhretin keyfini süren bir üçkağıtçı. Bu arada bizim ikili de bir hava gemisi alıyorlar ve artık gökyüzünde takılmaya başlıyorlar. Böyle gide gide Arkangel isimli bir mobil kente rastlıyorlar. Bu kentin tek bir amacı var: Eski Amerika’ya ulaşmak. Orada tüm bu gürültü ve patırtıdan uzak yaşamak. Ancak bu kentin sahibi olan hatunla bizim Tom “epey” iyi anlaşınca, Hester acayip kıskanıyor. Neden? Çünkü Tom’a deli gibi aşık. İşte serinin olmazsa olmaz aşk hikayesi de bu kitapta alevleniyor. Velhasıl kelam, olanlar oluyor ama kitabın sonunda asıl bombayı Hester patlatıyor. Hem de iki kere. Bir sonraki kitapta ekibin sayısının artacağını anlıyoruz.
Hava Gemisi Jenny Hanniver
Üçüncü Cehennem Makinleri‘nde, aradan 18 sene geçmiştir. Hester bir önceki kitapta hamile kalmıştır ve bir kızları olmuştur: Wren. Ahh Wren ah. Wren yaşadıkları hayattan inanılmaz sıkılmıştır. Bir gün, annesiyle babasının eski bir arkadaşlarının eski arkadaşlarıyla karşılaşır ve bir takım talihsizlikler sonucunda yaşadıkları yerden kaçırılır. İşte üçüncü kitap boyunca Tom ve Hester kızlarını ararlar. Ama bulabilirler mi?
Dördüncü ve son kitap “Karanlık Düzlük” adını taşıyor. Bu kitap, en uzun kitap. Üçüncü kitap en kısa sürede okuduğum kitaptı, dolayısıyla bunu okumaya hemen başladım. Büyük bir kısmını yollarda okuyarak bitirdim. Bu kitapta olaylar epey kontrolden çıkıyor. Olay örgüsünün en geniş olduğu kitap bu. Hester ve Tom, Hester’in acımasız karakteri yüzünden kavga ederler. Hester, yanına taa ilk kitaptan beridir tanıdığı ve adına “İz Sürücü” denen bir makine-adamı alarak uzaklaşır. Tom da kızıyla birlikte tamamen şans eseri, yıllar önce terk ettiği ve yok olduğunu düşündüğü memleketi Londra’nın enkazına gelir. Burada inanılmaz bir sürpriz onları bekliyordur. Kitabın sonunu inanılmaz hüzünlü bitiyor. Şok üstüne şok yaşadım.
Seride yaşanan olayların tamamını anlatmıyorum. Okumanızı tavsiye ediyorum çünkü. Bunun için bir geçerli sebebim var: Çünkü Peter Jackson bu seriyi filme çekecek! Evet, haberler şurada ve şurada. Eğer haberler doğruysa çekimler şu anda Yeni Zelanda‘da başlamış olmalı. Filmleri Peter Jackson çekeceği ve muhtemelen kendinden de epey bir şeyler katacağı için, “kitabı okuyan” izleyici avantajını elde etmeniz için hala vaktiniz var. Dört kitaplık seriden kaç film çıkartır bilmiyorum. Ancak yürüyen devasa kentleri nasıl tasarlayacaklar, hava gemileri nasıl olacak düşündükçe heyecanlanıyorum.
Serinin en büyük hadikapı, kitapların kapakları ve yazar Philip Reeve’in kişisel sitesinde yer alan birkaç görsel dışında, sözcüklerle tasvir edilen bu dünyaya ilişkin hiç bir görsel tasvir bulunmayışıdır. Dolayısıyla Peter Jackson’ın ilk filmde can vereceği karakterlerle düşüneceğim öykünün geriye kalanını. Filmin IMDB sayfası şurada yer alıyor.
İlk filmin 2018’de vizyona gireceği yazıyor ama kesin midir bilemem. IMDB’de filme ait olduğunu düşündüğümüz şu iki görsel de yayımlanmış. Bunlar büyük oranda, daha önce yayımlanan çizimlerden uyarlanmış gibi görünüyor.
Yine, IMDB sayfasında bazı karakterleri kimlerin canlandıracağı da açıklanmış. Çok büyük ihtimalle bir değişiklik olmayacak ve Tom Natsworthy’i Robert Sheehan; Hester
Hera Hilmar (Hester)
Robert Sheehan (Tom)
Shaw’ı da İzlandalı akranım Hera Hilmar canlandıracak. Özellikle Hera Hilmar çok dikkat çekici. Zira kitaptaki tasviriyle Hester’ın, suratındaki korkunç yaraya rağmen muhteşem hatlara sahip bir kadın olduğunu anlıyoruz. Eh sinema sektörü, baş rollerden birini çirkin bir kadına vermeyi göze alamayacağı için muhtemelen, Hera Hilmar’ın suratındaki yara izi çirkinden çok “karizmatik” görünecek. Henüz çok az rol için isimler açıklanmış ancak benim merakla beklediğim iki karakter var: İz Sürücü Shrike ve Profesör Pennroyal. Bir de, üçüncü kitapta karşımıza çıkacak olan, kızıl saçlı güzel Wren. Çok küçük bir ekleme, Elrond’umuz ve Ajan Smith’imiz, muhteşem Hugo Weaving de seride rol alacak. Ama hangi rolde henüz belli değil. Bana göre, Thaddeus Valentine rolünde oynacak ki bu adam inanılmaz kilit bir rolde ve bunun da kızı çok güzel.
İnternette bazı kitap yorumları izledim. Kitabı ve seriyi çok sıkıcı bulduklarını, nasıl ödül aldığına şaşırdıklarından falan bahsediyor “yorumcu” arkadaşlar. Kitabın aldığı ödüller, kurgusunun yaratıcılığı ve olayların bir birini tamamlaması esnasındaki akıcılıktan dolayı verilmiştir. Kendi adıma ben çok beğendim. Seriyi çok beğendiğim için de Türkiye’de yayımlanmış tüm baskıları toparladım.
Kitabı Türkiye’de ilk defa Günışığı Kitaplığı basmış. Yurt dışındaki baskılarda da kullanılan kapak görselleriyle serinin ilk iki kitabı basılmış. Hatta ilk kitap galiba dört baskı yapmış. Daha sonra Günışığı Kitaplığı, özellikle 15 yaş üzeri okuyucular için On8 isimli bir marka oluşturmuş ve tüm seriyi bu isimle yeniden basmış. On8’den basılan dört kitabın tamamında da dünya kullanılan kapaklardan farklı kapaklar kullanılıyor. Ben seriye ilave olarak, hem orijinal kitap ayraçlarını hem de ilk iki kitabın prova kapaklarını da aldım. Yan yana düzünce şöyle güzel bir tablo oluyor:
Tumblr media Tumblr media
Evet, heyecanlı bekleyiş başladı. Öyle görünüyor ki sevgili okur, bu blogda artık daha da fazla Yürüyen Kentler okuyacaksın. Umarım Peter Jackson, çok iyi bir iş çıkarır ve bizi steampunk’a doyurur. Amin.
Yürüyen Kentler Serisi Filme Çekiliyor! Bundan birkaç sene önce, taa şu yazımda ilk kitabını aldığım ve bir yıl sonra şu yazımda da…
0 notes
a-hamdi · 6 years ago
Text
Öz Tahlil
Neredeyim ben? Burası neresi?
Bir yolu seçtim, ve yürüdüm.
Bir yanımda mezar çiçekleri,
Diğer yanımda çürük elma çöpleri.
Buğulu bir karanlık etrafta.
Nasıl bir ışık bu, kim örtmüş
Parlak mavi güneş üstünde bir tülbent.
Birisi çok üşümüş olmalı.
İlerledikçe dönüyor, döndükçe,
Döndükçe dönüyor ve bazı şeyler dönmüyor.
Bazıları dönüyor ve kimisi yalnız,
Yalnız kendi etrafında.
Sen dönsen de dönmüyor, ilerledikçe kaçıyor.
Burası hangi durak? Kaçıncı aydasınız efendim?
Büyürken gözden çıkardığım oyuncaklar var etrafta.
Yüzerken üşüdüğüm denizlerin kokusu.
Sahi ne işi var kayıp gülüşlerimin,
                                    kara kaplı gençlik defterinde?
Hatırlıyorum bir yer vardı, sakince uzandığım.
Uzandığımca sakinleştiğim.
Çarşafların altından yumuşak dalgalar çarpardı.
Yorganların altında ılık ılık yıldızlar...
Bir yolu seçtim, ve yürüdüm, yürüdüm.
Bir yol beni seçti, yürüdüm.
Bir sapak beni seçti.
Bir döner kavşak, bir yalnızlık.
Bir bencillik beni seçti, yalnız beni değil.
Bir yıldırım bir ağacı seçti, parçaladı.
Bir çocuk bir babayı seçti, doyasıya ağladı.
Bir erkek bir erkeği,
Bir kadın bir kediyi,
Bir hayat bir yolu seçti, kendini harcadı.
Bir şeyleri fark ediyorsun,
Odandaki eşyaları ayıklarken dağılıyor anıların.
Uzanıp tavanı seyrederken kaçıyor uykun.
Bazı şeyleri sayıkladığını fark ediyorsun içinden.
İçinden içinden içerlediğini fark ediyorsun.
Bazı şeyleri fark edemiyorsun,
Birine sarılmadan isteyerek, ne hasret;
Kendin dışında birine bağırmayarak, ne suskun kaldığını;
Ucundan düşmeden aslında ne kadar yüksekte olduğunu.
Yaşlandığını, huysuzlanıp daha da içe kapandığını...
Bir yanımda tan vakti,
Suçluyumdur belki ben.
"İtiraf ediyorum sayın karınca,
             her gün sevmedim güneşi
             takdir etmedim melisaları
             hakkını vermedim akan suyun
             bazı günler geç kalktım
             anlayış gösterdim tanımadıklarıma
             ve üzdüm sevdiklerimi
             biliyorum çok ayıp lakin,
             sevemedim insanları.
             ama yalnız george öldüğünde
             ben ağladım,
             çok ağladım."
Erken kaldım, affola.
Bir yanımda yaban çiçekleri...
Dört tarafım düzlük.
Bir yanım yarım.
Bir yarımda iki tam.
Üç vakte dört yıl,
Dört yılda bin kişiyim ben.
Bir dakikaya birkaç saat,
Birkaç saate birkaç dize,
Birkaç dizeye bir çocuğum ben.
Dünyanın tüm çocukları, ağlaşın.
Artık şiir yazılmıyor.
Artık vapurlara binilmiyor,
Uzun yollar yürünmüyor, ve büyük hayallerin müptelası
Küçük vaatlerin yalancısı.
Ne olması gerekenler,
Ne gerektiği gibi olanlar.
Bazı bazı bazı anılar düşüyor.
Kokular ve sözler ve dokunuşlar...
Geçmişi köküne değin kazımalı.
Belleği güzel anlara değin,
Benliği sevgiye....
Çok güzel bir hediyem vardı,
O da düştü,
                        parçalandı.
1 note · View note
ncged · 2 years ago
Text
HAN DUVARLARI
Han Duvarları, Faruk Nafiz Çamlıbel'in 1925 yılı Ocak ayında Türk yurdu dergisinde yayımlanmış şiiridir.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önde gelen klasiği olarak değerlendirilir. Bu şiir, Türk edebiyatında  “Memleket Edebiyatı” denen bir akım başlattığı gibi, Faruk Nafiz’in sanatının da dönüm noktasını oluşturmuş; şair bu şiirden sonra “Han Duvarları” şairi olarak anıla gelmiştir.
Osmanzâde Hamdi Bey’e ithaf edilen şiir,140 dizeden oluşur. Mesnevi biçiminde 7+7=14'lük hece vezniyle yazılmıştır.Zengin teşbih ve kafiyelerle örülmüş.düzyazı tadında bir eserdir. Şairin memleket edebiyatı tarzında şiirlerini bir araya getirdiği, 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan kitabının ilk şiiri olan eser, kitaba adını vermiştir.
Han Duvarları, 1922 yılında soğuk bir Mart sabahında başlayan ve Ulukışla’dan Kayseri’ye ‘yaylı’ denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğu hikâye eder.Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atatan şair gerçekten de 1922 yılında Ulukışla’dan Kayseri’ye yolculuk yapmıştır. Kimi kaynaklara göre şiir, şairin bu yolculukta gördüklerinden esinlenerek yazılmıştır. Kimi kaynaklara göre ise 1925 yılında Güney Doğu illerine yaptığı geziyle alâkalı izlenimlerini aksettirmektedir.
Şiirin içinde dörtlükler halinde serpiştirilmiş ‘Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ adlı meçhul bir halk ozanının dörtlükleri önemli bir yer tutar. Şair, yolculuk sırasında kaldığı hanların duvarlarındaki dörtlükler yoluyla, kendinden bir süre önce savaştan dönerken aynı yolculuğu yapmış Şeyhoğlu’nun izini sürer. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tartışma konusudur. İç içe geçen iki şiir de “yol” temalıdır. Her iki şairin yolu aynı yerde kesişmiştir veya Faruk Nafiz duygularını böyle bir teknikle okuyucuya aktarmıştır.
Tumblr media
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
0 notes
sektorumdergisi · 3 years ago
Video
Sektörüm Derginizin Ekim sayısı çıktı! Turkcell Dergilik ya da haber sitesi sektorumdergisi.com, indir.. oku.. Bu sayıda öne çıkanlar: ▫️Nurşah Sunay- Dijital köy ağaları ve mutlu marabalar ▫️Ahmet Soylu -Aydınlık ve Karanlık ▫️Alves Kablo’nun Gözü Yeni Pazarlarda ▫️Arsel Elektronik Yeni Ürünü DAB Yönlendirme Armatürlerini Tanıttı ▫️Yüksek Verim Kolay Montaj; Artı LED Tablet Projektör ▫️Borsan’dan Afrika Ülkesi Togo’da Üretim Tesisi Yatırımı ▫️Ekrem Karataş -Arama Motorları Neden Web Sayfalarını Arama Sonuçlarından Çıkarır? (2.Bölüm) ▫️Evren Yurttaş -Elektrik Yangını Nasıl Çıkar ve Nasıl Önlenir? ▫️Genco Uysal -Altın Sahili Gana Cumhuriyeti ▫️Hikmet Baydar - İhracatla İlgili Gelişmeler ▫️İsmail Cenk Kural-Yangın ve Do��al Afet Durumunda, Acil Durum Yöneticilerinin Sorumlulukları ▫️Hikmet Baydar -İş Gücü Hangi Sektörlere Yöneliyor? ▫️Kadri Demir- Çalışan Bağlılığı ▫️Dr. Türkan Müge Özbekler- Covid-19 Sürecinde Akıllı Şehir Uygulamaları ▫️Mutlusan Akademi Hız Kesmeden Devam Ediyor ▫️Mutlusan, Elcom Ukrayna Fuarı’nda Yerini Aldı ▫️Meta LED Serisi Yüksek Tavan Armatürleri ile Limitleri Zorlayın ▫️Aydınlatmanın Geleceği; Oliptek ▫️Semih Çalapkulu -Akıllı Şehirler ▫️Yılmaz Caymaz –Son Düzlük #elektrik #aydınlatma #dergi #sektörüm #yapı #inşaat #şalt #kablo #altyapı #pano #led #aydınlatma #sanayi #türkiye #mimarlık #mekatronik #mühendislik https://www.instagram.com/p/CUsti5jIMCK/?utm_medium=tumblr
0 notes
mutisahinartnotes · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Gas, Edward Hopper
Bu resme baktığımda Carver’ın öykülerindeki benzer bir dinginlikle ve peşi sıra gecikmeksizin gelen bir tekinsizlik hissiyle doluyorum. Yolun ilerisinin karanlıktan görünmez olması ve gökyüzünün aynı yönde aydınlanması tekinsizliği iyiden iyiye huzursuzluğa çeviriyor. Sakin bir yol üstü benzin istasyonunda ne ters gidebilir ki diyorsunuz. Ama aslında biliyoruz. Böyle ıssızlıkların içinden geçen yollardaki tüm benzin istasyonlarının arkasında ya buradaki gibi bir orman, ya karanlık bir düzlük, ya homurdanarak yabancı kokular yayan bir sanayi tesisi, ya ölgün ışıklarla dolu ve soğuk görünümlü iki üç katlı evler... Tüm bu göremediklerimiz bin bir türlü vahşeti, en huzurlu ve en kıpırtısız görüntülerinin ardında saklar.
0 notes
belkidebirharfimben · 6 years ago
Text
Tevhid Allah’a boşluksuz inanmaktır
Bir boşluğun etrafında geziniyor gibiyiz. Şurada yaptıklarımız düşmemek için çırpınmalar. Anlamsızlığın eşiğinde geziniyoruz. Anlamsız olmamalı hiçbirşey. Bunu sezmekteyiz. Fakat? Fakat doğru anlamı bulmak 'kendimizi içinde yitirmemize' bağlıymış gibi geliyor. Öyle birşey olmalı ki hakikat biz içinde yitip gitmeliyiz. Uçurumun kenarında olduğumuzu unutturan herşey 'doğru' mudur peki? Her zaman böyle midir? Elbette her zaman böyle değildir. Çünkü bir uçurumun kenarında olmamak da en az bir uçurumun kenarında ama sarhoş olmak kadar tehlikeyi unutturur. Bu ikisi arasında seçmemiz gereken şık 'bir uçurumun kenarında olmamak'tır. Lakin öyle miyiz? Bütün 'acaba'larımız buradan geliyor bence. 'Tehlikenin yokluğu' ile 'tehlikeye karşı dalgınlık' arasında salınmaktayız. Dün geçmişte kaldı. Acaba büsbütün mü hiçe gitti? Aman! Bugün büsbütün mü hiçe yaşayacağım? Aman! Yarın büsbütün mü bir hiçliktir? Aman! Dünyevî dalgınlıklarda teselli arıyoruz. Korkulu 'Aman'larımız ilgisiz 'Amaaaan'lara dönüşüyor. Bu sorularla ciddi bir şekilde yüzleşmeye hazır değiliz çünkü. Sorularla yüzleşmek demek cevaplardan da haberdar olmak demek. Cevapları bildikten sonra 'bilmiyormuş gibi yapabilme' konforundan uzaklaşırız. İçimizde bir yer yanıtların ödeteceği bedelden korkuyor. Onun gücü tuttuğunu daha sıkı sıkı sarmakta. Bırakmayı sevemez. Sarhoşluğu seçiyor. Sarhoşluk: Bir tür '-mış gibi' yapma imkanı. Ama öyle bir imkan ki bu '-mış gibi' yaptığını da unutuyorsun. O zaman sarhoşluk: '-mış gibi' yapmadığını sanarak da '-mış gibi' yapabilme yeteneği. Evet. İnsanın sarhoş olmaya da yeteneği vardır. Ve çoğu sarhoş edenin azı da haramdır. Çünkü bir alışkanlık başlatır. Nefse bu imkanı öğretmemek gerek. İçimizdeki o yer. O karanlık köşe. Dünyaya tutunan elimiz. Nefsimiz. Onu bu imkanla tanıştırırsan sana karşı bile kullanır onu. Sen uçurumundan uzaklaşmak istersin düşme korkundan kurtulmak için. Ama o uçurumun kenarında olduğunu unutmayı seçer kurtulmak için. Onca bu da bir kurtuluştur zira. Nefsin tuhaf bir yanı var. Alabildiğine maddeperest olmasına rağmen aynı zamanda maddeye karşı inkârcı. Nasıl anlatmalı? Acılara da en az zevkler kadar inanıyor ama '-mış gibi' yapmakla onları yokedebileceğini düşünüyor. Yokettiğini sandığı yerlerde neredeyse nihilist takılıyor. Ama varederken tastamam materyalist. Onun bu çelişik yapısını onaylayan akıl görevini de bırakmış oluyor. Akıl çelişkiyi onaylamamalı. Bunu onaylamaya başladığı anda baştan ayağa inmiştir. Efendi değil hizmetçi olmuştur. Bizde böyle oluyor. "Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestaî, hevâ da Bektaşîdir!" diyenin sözüne geliyorum yine. Çelişkiyi kaçışlarımızdan tanımak lazım. Teşhis müthiş. Nefis korktuğu şeylere inanıyor ama '-mış gibi' yaparak yokettiğine de inanıyor. İşte başını kuma gömen devekuşu! Şeytan sofestaî. Çünkü kendisi illa ki cehenneme gidecek. Yolu belli. Seçimini mühlet istemeden önce yaptı. Mürekkebi kurudu. Herşeyin aynı kapıya çıktığı bir 'herçi bad abad' ona yakışmasın da kime yakışsın? Peki hevâ? Hevâ Bektaşî. Yarılarını alıyor. Kullanıyor. Hevâlarına uyanlar da öyle yapıyor. Yarımcıdır hep onlar. Bütünü sevmezler. Seçtiklerine inanırlar. Yahut da inandıklarını seçerler. Bütün bu hırgürün ortasında avucumuzda vicdan ile oturuyoruz. Keşke sızım sızım sızlasa. Denizfenerimiz o çünkü. Yalan makinesi gibi kurulmuş içimize. Seçimlerimizin tevhidî bütünlüğe uyup uymadığını, uçurumdan uzaklaşıp uzaklaşmadığımızı o söylüyor bize. Sonrasında o söylüyor. Peki ya öncesinde? Öncesinde de bize doğruyu söyleyen dindir. Kur'an'dır. Sünnettir. Fıkıhtır. Tasavvuftur. Akaiddir. Bunlar sınava girmeden cebimize koyduğumuz doğrulardır. Onlara rağmen kaçan olursa vicdanımız sızlayarak bize ihtar verir: "Uçurumun kenarındasın. Çok yaklaştın. Bu seçtiğin ise sarhoşluktur." Arkadaşım, bir şekilde uçurumdan uzaklaştığımıza inanmamız lazım, ne vakte kadar sarhoşluğu seçeceksin? O zaman bize uçurumları düzlük edecek bir varlık algısı gerek. Öyle ki, hiçbir an ziyan olmasın, boşluğa sarkmasın, boşuboşunalıkla korkutmasın. Sana böyle bir varlığı bahşedecek, Lat-Menat-Uzza değil, Para-Sağlık-Şöhret değil, hiçbir anı gözden kaçırmayan, unutmayan, ziyan etmeyen, saklayabilen, yeniden yaratabilecek, yeniden sana verebilecek, arkanda bıraktığın herşeyden emin olduğun bir Allah'a ihtiyacın var senin. İşte biz buna 'tevhid' diyoruz. Hadi o zaman bir de tanımlamayı deniyelim şimdi: Tevhid Allah'a boşluksuz inanmaktır.
2 notes · View notes
aysimaozgekorkusuz-blog · 8 years ago
Text
Mavi Taş Boncuklu Kız
Bir kız çocuğu 5-6 yaşlarında kolları taş mavi boncuklarla sarılı... bir cümbüş tüm ahali düğünde, bir gelin bir de damat etrafında dönüyor o an hayat. Bir gölge yakalıyor çocuğu belinden. O sesin içinden o cümbüşün ortasından geçip kız çocuğunu kaçırıyor... Kimse görmüyor çünkü renkler boyamış gözleri kimse duymuyor çünkü sesler tıkamış kulakları... Evinin avlusundan bir odaya giriyor gölge, odadan bir odaya daha, bir odaya daha bir odaya daha. Girdikçe karanlık basıyor, çocuğun çığlıkları sessizleşiyor. Düğün bitiyor bir hayat doğuyor ancak bir hayat kaybolurken... anne gözü yaşlı kızını arıyor baba çaresiz içine içine ağlıyor kızını arıyor. Arkadaşları arıyor anneler arıyor babalar arıyor tüm ahali kolları taş mavi boncuklu kızı arıyor. Gölge adam Atının arkasına aldığı gibi kız çocuğunu yazılara* doğru sürüyor hızla. Bir çoban görüyor mavi boncukları gecede ancak o an ama oluyor gören gözler, gölge adam gaddar. Mil çekiyor çobanın maviliklerine. Yazıya bir kazık çakıyor adam, maviliklerinden bağlıyor çocuğu. Seslere sağır, duygulara hissiz 'gölge adam'! Biniyor atına bir tek an bile arkasına dönmeden kız çocuğunu gömüyor zifire. Ne kadar sonra çocuk bulunuyor, bir çoban tesadüfen bulmuş koyunlarını otlatırken. Aynı ahali kazığın çevresinde toplanıyor. Boncuk boncuk donmuş yanaklarında mavi taş boncuklar. Tırnakların içini toprak kaplamış, o tırnaklar bir şey çabalamış tırmık tırmık... cenin haline bürünüp sıtan ödüne* bir mezar aramış. yıllar önce o mavi taş boncukları kız çocuğunun annesine aşağıda ki Çeşme'de takarken gölgeye dönüşen adam maviye boyanmış yeniden... ***son*** *ödü sıtmak: ödü sıdmak, ödü patlamak, aşırı korkudan ölmek. *yazı: düzlük yer, toprak parçası.
2 notes · View notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Kapan
Tumblr media
Doğru sanılan yanlışların üstünde yükselmeye devam ediyor bir ülke. Eğri, eğrelti, hepten eksik çokça yaralarla yol almaya çalışan muktedir, sıradanın hayatında yanlışları “doğru” kılarak / bildirerek örseliyor hiç kesintisiz. Yanlışlar doğruya evrildikçe, cerahat, cürüm ve tahakküme zemin kılındıkça bir sahadaki yaşam ihtimalleri de yağmalanıyor. Bugün, şu yeni nam yerin dününden devraldığı her bir fecaat, kendince yol kıldığı her tavırda bu hali görebilmek mümkündür. Bir yıkım şablonundan bir başkasına koşa duranın günceli dolaylarından başlayarak bu yanlış silsilesinin doğru addedilmesi ve ötesi ile düş kırımı bir sahanın güncelliği söz konusu olunur.
Hayatın doğrularını, muktedir kendi var ettiği, hepten istisnasız yanlışlarla müdahale edip bina eder şu sahayı. Doğru diye anılanların var ettiği yanlışlar artık gizlenemiyor bu yerde şu sahada. Çürüme nam edimin biteviyeliği hemen her yeri kuşatan tahakküm etme halini ve bütün o karar mekanizmalarının sunduğu büyük resimse bir eğrelti, bariz yanlışlardan mürekkep bir sahayı göstere geliyor. Bunca yanlışın, yalan ve riyanın doğrultusunda bir düzlük, düzenin, doğrunun var edilemeyeceği afişe oluyor. Laf ola beri gele değil son on aydır bu menzil, iş bu çürüten, kıran, yutan sahnenin ta kendisine evrildi. Bir sahadaki ol yaşam akdi mahvedildi.
Uçurumun kıyısına taşınmış yerdeki ümit, yalanlarla hiçliğin sınırlarına ulaştırılıyor. Bir menzildir ki her günü karanlık, her anı yıkımın her şekilde çürümenin sahnesi kılınıyor. Toptan, bariz doğrudan bir menzilin istikameti cerahatle yanlışların birlikteliğinde kurula geliyor artık. Bütün var edilmiş olan eğrelti hal, bitimsiz yalanlar, yanlışlar üstünden bariz bir devamlılığa kavuşturuluyor. Tek bir iyi günü kalmıyor, bırakılmıyor bu menzilin. Tek ama tek bir olumlanabilir hale çıkış vermiyor, geçit bırakmıyor muktedir. Cerahatin dibini arşınlayan, sonsuz bir karanlık imgeleminin ortasında bir menzil bina olunuyor. Bu kadar afaki kılınmış olan bir suretin, biçimlendirmenin orta yerinde yeni bir ülkeden bahisler açılıyor, kaldı ki yeni diye bir şey bile yalanın ta kendisiyken. Muktedir mutlak yıkımının, muktedir mutlak eğrisinin üstünde aralıksız bir biçimde hayat hakkını zapturapt altına alıyor. Bugün şu sahada elimizde kalan yegane hakikat bunların, bunca yanlışın varlığını göstere geliyor. Ne yana dönersek dönelim simsiyah, nasıl kısadan kestirirsek kestirelim kapkaranlık.
İdris Sayılğan’ın Mezopotamya Ajansı’ndaki haberidir: “Kırklareli'nin Babaeski ilçesinde bulunan 1'inci Zırhlı Tugay Komutanlığı Hava Savunma Füze Komutanlığı'nda askerlik yapan Kars Kağızman nüfusuna kayıtlı Mustafa Araz (23), 12 Mayıs 2020’de şüpheli bir şekilde yaşamını yitirdi. Askeri yetkililer tarafından yapılan açıklamada, Araz’ın 11 Mayıs’ta rahatsızlanması üzerine hastaneye kaldırıldığı, hastaneye gittikten sonra kendisinden haber alınamadığı ve bir gün sonra ise metruk bir alışveriş merkezinde binasında intihar ettiği ileri sürüldü.  
Olayın ardından Araz’ın ailesi, çocuklarının kollarından bağlandığını gösteren izler ve vücudunun farklı yerlerinde darp izleri olduğunu fark ederek, Babaeski Cumhuriyet Savcılığı’na şikayette bulundu.  Soruşturma devam ederken, dosyaya Araz tarafından yazıldığı iddia edilen bir intihar notu eklendi. İstanbul Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü notun Araz’a ait olduğuna karar verdi. Aile avukatı ise söz konusu rapora itiraz etti. Soruşturmada şu ana kadar hiçbir ilerleme olmazken, Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu İstanbul Morg İhtisas Dairesi tarafından hazırlanan otopsi raporu, Babaeski Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturma dosyasına girdi.
Otopsi raporunda Araz’ın vücudunun iç ve dış yüzey ve organlarının birçok yerinde yaralanma ve tahribatlar tespit edilirken, izlerin nedenleri, nasıl oluştuğu, Araz’ın boğuşma yaşayıp yaşamadığı ya da yüksekten düşme durumunun olup olmadığı gibi ölüm nedenini açıklayacak hiçbir değerlendirme yer almadı.
Bu durum, Araz ailesinin oğullarının öldürüldüğü ve cinayetin üzerinin örtülmeye çalışıldığı yönündeki şüphelerini arttırdı. Aile avukatı Cesim Parlak ise raporun eksik hazırlandığını belirterek itiraz etti.
Raporun sonuç kısmında ise Araz’ın “beden travmasına bağlı kafatası, klavikula ve kot kırıklarıyla birlikte beyin kanaması, iç organ yaralanmasından gelişen iç kanama ve pnömotoraks sonucu yaşamını yitirdiği” belirtilirken, bunların hangi gerekçeyle yaşandığına dair ise bilgiye yer verilmedi.
Raporun sadece vücuttaki yaralanma ve tahribatlara ilişkin tespitlerle sınırlı kalması üzerine aile avukatı Cesim Parlak, “şüpheli bir şekilde ölü bulunan bir kimsenin ölümünün değerlendirilmesi için son derece yetersiz” olarak tanımladığı rapora itiraz etti. Parlak, rapora ilişkin eksiklikleri sıralayarak, eksikliklerin giderilmesi için hazırladığı raporu Babaeski Cumhuriyet Savcılığı’na sundu.
Parlak itiraz dilekçesinin devamında şunları belirtti : “Dış muayene lokalizasyonları, boyutları ve özellikleri tanımlanmalı, akabinde yaraların özellikleri ve vücut boşluklarına uzanan trajeleri bozulmadan diseksiyon sırasında dikkatlice bu trajeler takip edilmeli, hangi alet darbelerinin hangi organlarda ne tür lezyonlar meydana getirmiş olduğu da ayrıntılı bir şekilde belirtmelidir. 30 Eylül 2020 tarihli Adli Tıp Kurumu’nun raporunda Araz’ın özellikle bileklerindeki kesiklerin hangi alet veya aletlerle yapılabileceği dahi belirtilmemiştir.”
Baba Hasan Araz ise, raporun açıklanması ile birlikte oğlunun öldürüldüğü ve olayın üstünün örtülmeye çalışıldığı yönündeki şüphelerinin daha da arttığını ifade etti.
Araz, daha önce askeriyenin kendisine ‘Oğlun intihar etti’ dediğini hatırlatarak, “Otopsi raporunda bilinçli olarak oğlumun nasıl öldüğü belirtilmemiş. Oysaki otopsi raporlarında bu durum belirtilmelidir. Aynı zamanda oğlumu morgda gördüğümde iki elinde bağlanma izleri vardı, bunları daha önce de söylemiştim. Otopsi raporunda da ellerinde paralel bir şekilde izler olduğu belirtiliyor ama bunun nasıl olduğu belirtilmiyor. Bu oğlumun işkence ile öldürüldüğünü kanıtlıyor ama bunun dışında raporda yer alan ifadeler üstün körü geçiliyor. Bu şekilde olayın üstünü örtmeye çalışıyorlar. Daha önce de oğluma ait olmayan, bir intihar notu ile olaya intihar süsü vermek istediler. Ancak intihar notu da el yazısı da oğluma ait değil. Açık bir şekilde oğlumu öldürdüler ve şimdi de üzerini örtmeye çalışıyorlar. Sorumlular yargılansın istiyorum” diye konuştu.”
Kışlalardaki asker ölümlerinin bir biçimde devamlılığı sağlanan bir menzilde Mustafa Araz kaçıncı kurbandır? Yanıtı verilmeyen, karanlıkta giz perdesinin ardında saklanan bir cinayetler serisinin kaçıcı kurbanıdır. Hayatın bilabedel kılındığı yerde olmakta olan ve hemen hiç aralıksız bir biçimde ötekisi olarak addedilen / yaftalanan / fişlenen bir halkın üyesinin böyle kolayca canının çalınmasının akıbeti her ne olacaktır? Bu sorular ve nicesi kaza kurşunuyla şakacıktan! 24 Nisan’da katledilen Sevag Şahin Balıkçı, Tekirdağ’daki kışlasında katledilen Halil Doğan, anne babasını arayıp “tehdit ediliyorum” dedikten hemen sonra ölü bulunan Osman Özçalımlı ve nicesinin ardından yinelenmiştir. Kışlada hayat hakkının, temel insan haklarının muhafazası / güvencesinin var edilemediği bir katran karanlığının bugünlerdeki sureti de düşündürücü değil midir? O kırımlar / cinayet ya da şüpheli ölümlerin ardından çıkagelen sessizlikte olduğu gibi Mustafa Araz’ın da ardından ailesinin adalet tahayyülü işittirilmeyecektir. Muktedirin, yöneten katının bütün bu karabasan karanlığın ortasında yaşamı böyle bir biçimde rahatça yerle yeksan etme halinin yarasının hesabı her ne olacaktır. Daha kaç insan için bu yıkım var edilecektir? Bu kadar eğrelti, yalandan dolandan bir memleket binasında, asker ocağı diye kutsallaştırılıp, güzellenen militarizm, tek tipçi akımın, nefret ve hiddetin var ettiği cinayetlerin karşısında bir adalet tahayyülüne yer var mıdır / bırakılacak mıdır, nasıl, ne zaman, nerede?
Gazete Duvar’dan aktaralım: “Polis oldukları ileri sürülen kişilerce 20 Ocak’ta kaçırılan ve kendisinden hala haber alınamayan Gökhan Güneş için ailesi ve arkadaşları eylem yaptı. Eylem sırasında gözaltına alınan 12 kişi daha sonra serbest bırakıldı. Gözaltına alınıp bırakılanlar arasında olan Gökhan Güneş’in ablası Gülhayat Güneş, gözaltında tehdit edildiklerini belirterek, kendilerini gözaltına alan polislerin “Gökhan’ı muhtemelen TEM almıştır. Birkaç güne bırakırlar” dedi.
İkitelli Şehit Zeki Kaya Polis Karakolu'na kayıp başvurusunda bulunduklarını da belirten Gülhayat Güneş, “Kardeşim bulunana kadar bize haber verilene kadar durmayacağız, susmayacağız. Bizi hiçbir şekilde yıldıramayacaklar. Herkesin sesimize ses vermesini, kardeşimin bulunmasını istiyorum” diye konuştu. Abla Güneş, cuma günü Vatan Caddesi'nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde görüştüğü bir müdürle arasındaki diyalogu aktarırken şunları söyledi:
“Emniyet Müdürü’ne kardeşimi bulun dediğimde, ben Gökhan’ı bulacağım demedi. ‘En kısa sürede sana teslim edeceğim’ dedi. Bu da Gökhan’ın ellerinde olduğunu gösteriyor. O nedenle bir an önce kardeşimin akıbeti hakkında bilgi versinler. Bugün kardeşim, yarın bir başkası olabilir. Kamuoyu ses versin.”
Bütünüyle yanlışın her nasıl şekillendirildiğini göstere gelir Gökhan Güneş’in kaçırılması. Bu kadar belirgin bir biçimde memleket denilen yerde yaşam hakkının ayaklar altına alınabilir kılınmasının, dahası günler geçmesine rağmen sadece üstü örtük bizdedir, olabilir yollu imalar dışında açıklamaların var edilmediği bir zeminde doğrunun yitimi artık kesintisizdir. Çürüten, yok eden, sınırlandıran, kuşatan ve bilfiil yurttaş haklarını hiç addedip, doksanların karanlığına demirleyen bir menzilin doğrusu nedir, eğrisi ne olsun, olabilir sahiden de? Bütünüyle bir insan hayatının gasp olunabilir kılınmasının, dahası bir biçimde bu bahsin örtülmeye inatla devam olunduğu yerde kim güvendedir, kim sahiden de yaşamı güvence altında hissedebilir, nasıl?
Sendika.org’tan yayınlayalım: “Devlet destekli kanlı geçmişlerinden aldıkları güçle şimdi sağ muhalifleri de hedef alan saldırılar düzenliyor, yakayı ele verdiklerinde de haklarında soruşturma açan savcıları tehdit ediyorlar. İktidardan en ufak bir engel görmüyor, aksine sessiz bir onay ile korunuyorlar. Destek sadece iktidar partisinden değil, Ülkü Ocakları şimdi de Bolu İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ömer Ersever’in ziyaretiyle gündemde
Bolu İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ömer Ersever, Bolu Ülkü Ocakları’nı ziyaret ederek Ocak Başkanı İsmail Akgül’e hediye verdi ve çalışmalarında başarılar diledi.
Ziyaret sırasında çekilen fotoğraflar Bolu Ülkü Ocakları’nın internet sitesinde fotoğraflar yayınlanırken ziyaret şu ifadelerle duyuruldu: "Bolu İl Jandarma Alay Komutanımız Jandarma Albay Sayın Ömer ERSEVER, Bolu Ülkü Ocakları’nı iade-i ziyarette bulunarak, Ocak Başkanımız Sayın İsmail Akgül ve Ocak Yöneticilerimizle bir araya geldiler.
Bolu İl Jandarma Alay Komutanımız Jandarma Albay Sayın Ömer ERSEVER, daha önce hayırlı olsun ziyaretinde bulunan, Ocak Başkanımız Sayın İsmail AKGÜL’e iade-i ziyarette bulunarak, Ocak yöneticilerimiz ile bir araya geldi. Ocak Yöneticilerimizle hasbihal eden, Jandarma alay komutanımız, Ocak yöneticilerimize ve teşkilatlarımıza çalışmalarında başarılar diledi."
Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ, KRT programcısı Afşin Hatipoğlu ve Yeniçağ gazetesi Ankara temsilcisi Orhan Uğurlu gibi MHP kökenli ama şimdi muhalefet kanadında yer alan isimler, geçen hafta sokak çetelerinin silahlı sopalı saldırılarına uğradı.
MHP yöneticileri her ne kadar saldırıların kendileriyle bağlantılı olmadığını söylese de saldırıları kınamak yerine saldırıya uğrayanları suçlamayı tercih etti. Kısa süre sonra da saldırganların MHP bağlantılı olduğu açığa çıktı.
Selçuk Özdağ’a saldıranlar arasında yer alan Abdurrahman Gülseren, Ülkü Ocakları yöneticisiydi. Gülseren daha önce Ankara DTCF’de üniversitelilere yönelik saldırılarda yer almış, 10 Ekim Ankara Katliamı’nı öven paylaşımlarından dolayı da “IŞİD propagandası” yapmaktan hakkında dava açılmıştı.
Saldırganların olay günü kullandıkları araba da Ankara Ülkü Ocakları Vekili Musa Şahin’e aitti.
Özdağ’a saldıran üç kişiden ikisi, “yaralama” suçundan tutuklanınca aralarında eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve şimdinin MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un da yer aldığı MHP’liler Ankara Başsavcı Vekili Alparslan Tufan’ı hedef aldı. Öte yandan Adalet Bakanlığı ya da HSK savcılığa yönelik bu tehditler karşısında herhangi bir adım atmadı.”
Doğrunun kaybedildiği, zayi kılındığı, görünmezliğinin ilan edildiği yerde çürümenin her ne boyuta vardığını örnekler şu yukarıdaki ziyaret. Devletin kademeleri arasındaki ilişki, yönelim ve tavırların nasıl da demokratikleşmenin uzağına düştüğü, bir hukuk devletinde değil doğrudan çeteleşmiş bir sahada olduğumuz gerçekliği bir kez daha pratikte var edilir ve sabit olunur. Kolluğun bugünkü düzende kendine yer edindiğini zikreden çetelerden biri ile yan yana resim vermesinin utancı her ne yana düşmektedir, yanıtı Sendika.org’un haberinde satır satır bildirilendir. Yanlışlarla birlikte bir menzilin güncellenmesi var edilir, bu kadar katran karası simanın makam / mevki, unvanlarıyla bir ve birlikte sunduğu / göstere göstere var ettiği şey bir cürüm silsilesidir. Cürümleri var edenlerin sırtlarının sıvazlanmasıdır.
Kötülüğün at başı gittiği yerde, olağan doğruların yerlerine ikame ettirilen her bir yanlış bir kez daha çıkmazlara saplanmış ülkeyi göstere gelir. Hiçbir biçimde hakkaniyetin var edilemediği dahası hakkın da hukukun da, hürriyet ve eşitliğin de böylesine rahatça çar çur edildiği bir sahada yaşam yıkıma rehindir. Böyle bir halde kesintisiz kılınmış olagelen cerahatle, isnat edilen suçlamalar, yaftalamalar ve kanunsuzluklar bir menzil toptan yanlış sulara demirlemektedir. Gördüğümüz, anladığımız, bildiğimiz dününü miras edinmiş olan o devlet aklının yeni yeni yepyeni dediğinde de bu tahayyül ve pratiklere devam ettiğidir. Bir katran karanlığı içerisinde debeleniyor menzil. Bir biçimde yaşamsallık pratiklerinin her birisine karşıtlık göndere çekiliyor. Kesin, kati bildiğimiz şey ise böylesinden bir geleceğe varılamayacağıdır. Bu hallerin içerisinde, böylesine yanlışla, doğrudan ithamlar ve yıkım halleriyle şu biyopolitik deney sahası bir kapan kılınır. Sizce de öyle değil midir. Doğrunun izi silinmeye olanca hızla devam olunurken oluşturulan / varlığı düzenlenmiş ol şeyin bir kapandan gayrısı olmadığı artık belirgin değil midir, hala değil midir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Barış Yazgı’ya İthafen... – İzins.z
0 notes