Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Emily Elizabeth Dickinson
Başka Bir Gökyüzü
Gel gir, bahçeme
Arıların canlı vızıltısını işitirim:
Solmayan çiçeklerinin içinde
Ve donun asla uğramadığı
Ve parlak bir bahçe var, kırağı
Bir küçük orman var yaz kış-
Yaprakları yeşil
Sessiz tarlalara etme aldırış,
Solgun ormanlar dert değil,
Değişik bir günışığı var orada;
Ve karanlığa rağmen
Farklı bir sema,
Daima açık ve durgun
0 notes
Text
NÂZIM HİKMET RAN (BORZECKİ)
Nâzım Hikmet Ran ya da Türkiye'den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nâzım Hikmet Borzecki (14 Ocak 1902; Selanik, Osmanlı İmparatorluğu - 3 Haziran 1963; Moskova, SSCB), Türk şair ve yazardır. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.
Komünist siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş; Türkiye'de 11 ayrı davadan yargılanarak İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis yatmıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. 1951 yılında Türkiye'den ayrılması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmış; bu karar ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihinde iptal edilmiştir.
1963 yılında Moskova'da kalp krizi sonucu öldü. Mezarı hâlen Moskova'dadır.
Yine Ölüme Dair
Zevcem,
ruhu revanım
Hatice Pîrâyende,
ölümü düşünüyorum,
demek ki arteryo skleroz
başlıyor bende...
Bir gün
kar yağarken,
yahut
bir gece,
yahut
bir öğle sıcağında,
hangimiz ilkönce,
nasıl
ve nerde öleceğiz?
Nasıl
ve ne olacak
ölenin son duyduğu ses,
son gördüğü renk,
kalanın ilk hareketi
ilk sözü
ilk yediği yemek?
Belki de birbirimizden uzakta öleceğiz.
Haber
çığlıklarla gelecek,
yahut da ima edecekler,
ve kalanı yalnız bırakıp
gidecekler...
Ve kalan
karışacak kalabalığa.
Yani efendim, hayat...
Ve bütün bu ihtimâlât
1900 kaç senesinin
kaçıncı ayı
kaçıncı günü
kaçıncı saatinde?
Zevcem,
ruhu revanım
Hatice Pîrâyende,
ölümü düşünüyorum,
geçen ömrümüzü düşünüyorum.
Kederli
rahat
ve hodbinim.
Hangimiz ilkönce
nasıl
ve nerde ölürsek ölelim,
seninle biz
birbirimizi
ve insanların en büyük davasını sevebildik
- dövüştük onun uğruna -
«yaşadık»
diyebiliriz.
0 notes
Text
DEMOKRATİK POLİSLİK
Günümüz dünyasında demokrasinin popülaritesi giderek artmaktadır. Daha önceleri demokrasiye uzak olan birçok ülke günümüzde demokrasiyi benimsemektedir. Hatta halen diktatörlükle yönetilen bazı ülkeler bile göstermelik de olsa seçim yaparak kendi meşruiyetlerini demokrasi eksenli göstermeye çalışmaktadırlar. Kısacası, gelişmiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerde ve hatta az gelişmiş ülkelerde demokrasiye olan ilgi artmakta, demokrasi, yönetimlerin meşruiyeti noktasında giderek daha belirleyici bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, günümüzde yükselen değer olarak demokrasi, yönetimlerin meşruiyet kaynağıdır. Toplum nezdinde meşruiyet kazanmak isteyen idareler, toplumun onayına, toplumun değerlerine, toplumun beklentilerine, toplumun isteklerine ve toplumun ihtiyaçlarına duyarsız kalmamalıdır.
Toplumları yöneten idareler toplumun ihtiyaçları, beklentileri ve istekleri doğrultusunda mal ve hizmet üretmekte ve sunmaktadırlar. Demokratik usullerle yönetime gelmiş idarelerden beklenen budur. Ülkeleri yönetenler, bu işlevi kamu kurumları aracılığıyla yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Özellikle gelişmiş ülkelerde devleti yönetenler, son yıllarda kamu kurumlarından ziyade özel sektörü teşvik ve düzenlemekle birçok kamu hizmetini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Yine de devletten beklenen her hizmetin özel kurumlar ve şirketler tarafından yerine getirilmesi henüz pratikte görülebilmiş bir durum değildir. Bu şu anlama gelmektedir: özelleştirme ve devleti küçültme politikalarıyla eskisi kadar geniş ve büyük olmasa da kamu kurumları halen toplumsal yaşamın ve vatandaş talep ve beklentilerinin yerine getirilmesinde vazgeçilmez konumdadır.Kamu kurumları dünyanın hemen her yerinde vatandaşların birçok ihtiyaç ve beklentisine cevap vermek için ayrıcalıklı pozisyonunu korumaktadır.
Demokrasi trendi sadece ülkelerin yönetimlerini değil kamu kurumlarını da derinden etkileyen bir süreçtir. Tıpkı ülkeleri yöneten idareler gibi kamu kurumları da günümüzde meşruiyet arayışı olarak halkın beklentilerini karşılama ve vatandaş memnuniyetini sağlama gayreti içinde olmaktadırlar. Başka bir ifade ile günümüzde kamu kurumlarının en önemli meşruiyet kaynaklarından biri de vatandaş memnuniyeti ve desteği olarak görülmektedir. Bu nedenle de kamu kuruluşları halka daha yakın olmaya çalışmakta, halkla işbirliği yaparak kamu mal ve hizmetlerinin daha kaliteli ve toplumsal beklentilere uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar. Önceleri meşruiyetlerini sadece yasalar olarak gören kamu yönetimi anlayışı değişerek meşruiyetini vatandaş kabulü ve desteği olarak gören yönetim yaklaşımının giderek daha yaygın gale geldiği, hatta kamu yöneticilerinin başarı kriterleri arasında vatandaş memnuniyeti ve desteğinin artan bir öneme sahip bir unsur olduğu görülmektedir.
Hemen tüm yönetim şekillerinde büyük öneme sahip olan polislik hizmetleri de kamu yönetimindeki bu demokratikleşme sürecinin en etkili bir şekilde görüldüğü kurumlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten güvenliğin yetersiz olduğu bir yerde demokrasinin gerçek anlamda yaşanması ve uygulanması pek mümkün değildir. Hak ve özgürlüklerin teminatı, kamu düzeninin korunmasında çok önemli bir fonksiyon icra eden polis teşkilatları demokratikleşmenin vazgeçilmez olarak etkilediği ve etkileyeceği kamu kurumlardandır. Bugün hemen her insan az veya çok, sık veya seyrek mutlaka polis güçleri ile karşılaşmakta, güvenlik hizmeti almaktadır. Günlük yaşantısına normal bir şekilde devam eden vatandaşlar, araçla ya da yaya olarak seyahat ederken trafik polisiyle, toplumsal olayların sağlıklı bir şekilde yönetilerek kamu düzeni korunurken toplum polisiyle (çevik kuvvet), herhangi bir adli olayda tanık, mağdur ya da sanık olunduğunda karakol ya da asayiş şube polisiyle, pasaport almak istendiğinde pasaport şube polisiyle karşılıklı etkileşime geçmektedirler. Bu nedenle hemen her vatandaş polislik hizmeti sunan kurumların hizmetlerinden yararlanmakta ya da bu kurumların faaliyetlerinin muhatabı olmaktadır. Kısacası, güvenlik kurumları günlük hayatın vazgeçilmez kamu kurumlarındandır.
Kamu kurumlarını derinden etkileyen, kamu hizmeti sunma mantalitesini şekillendiren, meşruiyet kaynağını yasalardan ziyade halka doğru çeviren demokratikleşme sürecinin güvenlik kurumlarını etkilememesi düşünülemez. Özellikle gelişmiş ülkelere bakıldığında güvenlik kurumlarının kendilerini demokrasinin özüyle uyumlu bir kamu kurumu olma çabaları göze çarpmaktadır. Bu amaçla özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin güvenlik güçlerinin ve özellikle de polis kurumlarının değişik demokratik uygulamalar içerisine girdiği görülmektedir. Toplum destekli polislik örneğinde olduğu gibi, birçok ülkede uygulanan ortak güvenlik politikalarının yanında, ülkemizde uygulanan ailenizin polisi örneğinde olduğu gibi sınırlı sayıda ülke tarafından uygulanan demokratik güvenlik politikaları da karşımıza çıkmaktadır. Hemen her ülke kendi kültürel, beşeri, coğrafi, ekonomik ve siyasi durumuna göre farklı uygulamalar içine girebilmektedir. Ancak değişmeyen konu: güvenlik kurumlarının her geçen gün kendilerini ve uygulamalarını daha fazla demokrasiye entegre etme çabaları ve uygulamalarıdır. Bu süreç, demokratik polislik kavramının da ortaya çıkmasına yol açmış bir süreçtir.
POLİS
Demokrasilerde ana unsur halktır, halkın memnun edilmesidir. Halkın mutluluğudur, refahıdır, huzurudur. Devlet, vatandaşın huzurunu, mutluluğunu, refahını sağlamaya çalışan bir örgütlenmedir. İnsanlar, bireysel olarak ulaşamayacakları bazı ihtiyaç ve beklentilerini yerine getirmesi için devlet denilen örgütlenmeyi kurmuşlardır. Örneğin, sürekli büyüyen toplumlarda insanın kendisine ve ailesine karşı olabilecek saldırıları sadece kendi başına bertaraf etmesi mümkün değildir. Ya da herhangi bir hak ihlalinde insanın kendi başına hakkını geri alabilmesi ya da vicdanını tatmin edecek sonuçlara ulaşabilmesi çok zordur. Bunu insanlar için yapabilecek, insanlardan daha güçlü üst bir yapıya ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle de bir kısım haklarından feragat ederek devletlerin tabiiyetine girmişlerdir. Sözün özü şudur ki, vatandaşların devletlerinden bekledikleri kendilerinin demokrasi çerçevesindeki makul istek ve ihtiyaçlarını karşılaması, sorunlarına, ihtilaflarına ya da haksız muameleye maruz kaldıklarında korumasıdır.
Devlet, vatandaşların bu ihtiyaçlarına cevap verebilmek için kamu kurumlarını kurmuştur. Yani kamu kurumlarının kuruluş amacı vatandaşların ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaktır. Yani devletin varlık gayesi gibi, kamu kurumlarının varlık gayesi de vatandaşı memnun etmektir; belediye çöp toplarken amaç halkın huzur içinde yaşamasına katkı yapmaktır, hastaneler sağlık hizmeti sunarken hedef aynıdır, okullar eğitim verirken toplumun bugünü ve yarınına pozitif katkı yapmayı amaçlamaktadırlar vs.
Güvenlik kurumları da bundan müstesna değildir. Polis teşkilatı da tıpkı diğer kamu kurumları gibi vatandaşının huzur ve refahı için kurulmuş bir örgüttür. Örneğin, trafik kontrolleri aslında vatandaşının huzur ve refahı için yapılır; asayiş şube, hırsızlarla vatandaşının huzur ve refahı için mücadele eder; kaçakçılık şube uyuşturucu kaçakçılığıyla vatandaşının huzur ve refahı için mücadele eder; pasaport şube vatandaşının huzur ve refahı için çalışır; terörle mücadele şube vatandaşının huzur ve refahı için çaba gösterir. Güvenlik şube toplumsal olaylarla ilgili müzakereler yaparken amacı, toplumsal olayların vatandaşının huzur ve refahını bozmayacak şekilde cereyan etmesini sağlamaktır. Çevik kuvvet, vatandaşının huzur ve refahını bozabilecek durumlara karşı teyakkuzdadır. Polis Meslek Yüksekokulları, polis memuru adaylarına 2 yıl örgün eğitimi, vatandaşa daha kaliteli ve zamanında polislik hizmetleri sunabilmek için vermektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında tüm kamu, bu amaç doğrultusunda çaba göstermektedir. Amaç vatandaşının huzur ve refahıdır. Kısacası diğer kamu kurumlarının faaliyetleri gibi polis teşkilatının da faaliyetlerindeki amacın odak noktası halktır. Bu hususun demokrasilerin özü olduğu kesinlikle akıldan çıkarılmamalıdır. Diğer kamu kurumları gibi, polis teşkilatı da halka hizmet etmek için kurulmuştur. Bu doğrultuda demokrasilerde polis teşkilatlarının kurulmasındaki asıl amaç, polis teşkilatının yönetici kademesi tarafından sürekli hatırlatılmalı, personelden bu doğrultuda çalışması istenmelidir. Hangi faaliyet yapılırsa yapılsın o faaliyetin özünde halk için yapıldığı unutulmamalıdır. Halka rağmen değil halk için güvenlik faaliyetleri yapıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.
Polis teşkilatı, devlet otoritesinin vatandaşlarca en somut olarak görüldüğü kurum olarak değerlendirilebilir. Gelişmiş demokrasilerde polisten beklenen suç ve suçlularla mücadele etmesi ve kamu düzenini koruyarak vatandaşların huzur içinde yaşamasına katkı yapmasıdır. Buna ilaveten demokrasilerde polisten toplumdan gelen taleplere karşılık vermesi ve ayrıca da çevresine ve değişime adapte olarak uyum göstermesi beklenmektedir.
Demokratik toplumlarda polisin faaliyetleri, toplum düzeninin korunması ile kişisel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmemsi noktasında çok önemlidir. Kavgacı’nın da ifade ettiği gibi demokratik ülkelerde polisin yetkileri ve güç kullanımı evrensel hukuka uygun olmalıdır. Eğer polis güçleri çok fazla yetki ve güçle donatılırsa, o polis kuvvetleri kişisel hak ve özgürlükler için bir tehdit haline gelebilir. Ancak, polis teşkilatının yetersiz yetki ve güçle donatılması da farklı bir soruna yol açmaktadır. Polisin yetersiz güçte ve kısıtlı yetkiyle faaliyet gösterdiğini bilenler, kamu düzenini bozma, toplumun zayıf yönlerinden faydalanarak topluma zarar verme ve diğerlerinin hak ve özgürlüklerini ihlal etme konusunda daha cesaretli davranabilirler. Benzer bir durum, organize suç şebekeleri ve terör örgütleri için de geçerlidir. Bu yapılar eğer polisin kendilerini engelleme yetkilerinin kısıtlı olduğunu anlarlarsa topluma zarar verme noktasında daha güçlü istek duyabilirler. Bu nedenle, demokrasilerde polise verilen yetkiler, güç kullanımı ve sorumluluklar demokrasiyle ve evrensel insan hak ve özgürlükleriyle çelişmeyen bir mahiyette olmalıdır. Bu durum polis teşkilatı personeli arasında sık rastlanan görüşün aksine, polisin de menfaatinedir. Çünkü evrensel ilkelerle çelişmeyen ve aşırı yetkilerle donatılmamış bir güvenlik kurumunun sorumluluğu da daha az olacak, ‘devletin üniforma giymiş hali’ gibi davranmak yerine vatandaşlara hizmet eden bir kamu kurumu kimliğiyle hareket etme olasılığı artacaktır.
Ülkemiz 2013 yılı sonu itibarıyla hızla gelişen, ilerleyen ve hem bölgesel hem de küresel anlamda ağırlığı artan bir mahiyettedir. Avrupa Birliğine katılma için çabası ve isteği ile beraber diğer gelişmiş ülkelerle artan ekonomik, eğitim, askeri ve diğer alanlardaki işbirliği de düşünüldüğünde ülkemizi değerlendirirken ve kıyaslamalar yaparken gelişmiş ülkeler bağlamında değerlendirilmesinin daha gerçekçi olacağı düşünülmektedir. Bu nedenle de ülkemizde polisle ilgili yapılacak bir değerlendirmede gelişmemiş ya da henüz gelişme aşamasında olan ülkelerden ziyade gelişmiş olduğu kabul edilen ülkeler baz alınarak yaklaşımlar geliştirilmesinin hem ülkemiz polisini anlamada hem de güvenlikle ilgili politikalar belirlemede kendi dinamik ve değerlerinin yanında modern dünyanın ve demokrasinin değerleriyle çatışmayan güvenlik kurumlarına sahip olmada önemli olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle bu bölümde gelişmiş demokrasilerde polisin işlevi ve polislik faaliyetleri ile ilgili değerlendirmelerde bulunulacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki polislik mesleği televizyonda yansıtıldığı gibi sürekli hareket halinde, sürekli operasyon yapan ve her anı tehlike soluklayan bir iş değildir. Kabul etmek gerekir ki polislik mesleğinin, özellikle de operasyonel olarak görev yapan birimlerin, tehlike ile karşılaşma olasılığı birçok meslekten fazladır. Ancak yine de görsel ve yazılı medyanın yansıttıkları ile filmler ve diziler yoluyla halkın kafasında oluşturulan her an eli tetikte polislik olgusu gerçekçi olmaktan uzaktır. Kappeler ve Potter’ın da ifade ettiği gibi, ortalama bir polis teşkilatı çalışanı, televizyondaki bir polisiye dizi ya da filmde bir polisin yarım saat içinde karşılaştığı-yaşadığı hareketliliği, bütün profesyonel kariyeri boyunca yaşamayabilmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, bütün bir kurum olarak düşünüldüğünde emniyet teşkilatı personelinin bir kısmının sürekli tehlike ile iç içe olduğu da bilinmektedir. Yine de geneli değerlendirdiğimizde bu personelin sayısı rutin işler yapan güvenlik teşkilatı personelinden çok çok azdır. Bu nedenle de genele bakılarak değerlendirmelerde bulunmak tercih edilmelidir. Bu nedenle polis teşkilatı çalışanları çoğunlukla günlük rutin işlerle meşgul olmaktadır denilebilir.
Polisin görevi, 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’na göre “asayişi amme, şahıs, tasarruf emniyetini ve mesken masuniyetini” korumak, “Halkın ırz, can ve malını muhafaza ve ammenin istirahatını temin” etmek, “yardım isteyenlerle yardıma muhtaç olan çocuk, alil ve acizlere muavenet” etmek ve “kanun ve nizamnamelerinin kendisine verdiği vazifeleri” yapmaktır. Kanun ve nizamnamelerle verilen görevlerin çeşitliliği de düşünüldüğünde günlük hayatın her alanında güvenlik kuvvetlerini görmek mümkündür.
Batı ülkelerinde yapılan araştırmalar göstermektedir ki halkın geneli polis hakkında olumlu düşüncelere sahiptir. Ülkemizde de benzer sonuçlar görmek mümkündür. Ancak ilginç olan şudur ki, polisle etkileşime gören insanlara göre etkileşime girmemişler polis hakkında daha olumlu fikirlere sahiptirler. Bu durum, polisin vatandaşla etkileşime geçtiği zamanda yerine getirdiği hizmetlerle ilgili olabilir: örneğin, park cezası yazmak, kamu düzenini ihlal edenleri engellemek/yakalamak, makul şüphe gördüklerine kimlik sormak vs. Görüldüğü gibi polisin rutin olarak yaptığı ve birçok vatandaşla etkileşime geçtiği zamanlarda yaptıkları hizmetlerin doğası çok da hoş olmayan görevleri içermektedir. Polisle etkileşime geçen vatandaşların memnuniyetinin düşük olması bu açıdan bakıldığında daha anlamlı görünmektedir. Ancak, polisten memnuniyet düşüklüğünü sadece polisin yaptığı işin doğasında görmek sorunu çok basite indirgeyerek diğer faktörlerin göz ardı edilmesi sonucunu doğurur. Çünkü polisle etkileşime geçen insanların, örneğin, polisin yaptığı toplum destekli polislik faaliyetlerinden haberdar olan vatandaşların memnuniyetinin yüksekliği sorunun göründüğü kadar basit olmadığını göstermektedir. Toplum destekli polislik faaliyetlerinde toplumun memnun edilmesi önemli bir hedef olduğu için toplum destekli faaliyetlerde görev alan polislerin vatandaş memnuniyeti konusunda hassas oldukları varsayılabilir. Bu açıdan bakıldığında diğer rutin polislik faaliyeti yapanların benzer bir hassasiyette olmadığı düşünülebilir. Örneğin, rutin trafik kontrolü yapan birimlerde kurallara uymayanların tespit edilerek karayolu trafik güvenliğinin sağlanması öncelikli hedef olduğundan bu uygulamalar sırasında vatandaş memnuniyetin sağlanması uygulamalarda çok fazla gözlenmemektedir. Örneğin, bir ehliyet sorma faaliyeti gibi rutin bir uygulamada bile polislerin vatandaş memnuniyetini çok dikkate almadığından olumsuz örnekler yaşanması münferit vakalar değildir. Ehliyeti soran polis, o uygulamayı özünde vatandaşların huzuru için yaptığını bilmeli ve vatandaş için bir uygulama yaparken vatandaşları incitmemeye çalışmalıdır.
Polisin görevleri yukarıda da belirtildiği gibi sadece kanunları uygulamak ile suç ve suçlular peşinde koşmak değildir. Polisler genelde kendilerini suça karşı savaşanlar olarak görseler bile, evinin kapısını açamayan bir vatandaş da polisi arar, kedisini çatıdan indiremeyen başka bir vatandaş da. Toplumun polisten beklentileri bu anlamda oldukça farklılıklar arz etmektedir. Batı ülkelerinde de polisin sadece kanun uygulayıcı olmadığı, zaman zaman evlerde zararlı haşerat kontrolü bile yaptığı görülebilmektedir. Bu nedenle, ülkemizde polis teşkilat çalışanları “bu benim işim değil” diye düşünebilmekte ya da daha iyimser bir yaklaşımla, ilgili kurumun telefonunu verip vatandaşı ‘başından savma’ya çalışabilmektedir. Ancak vatandaşın beklentisi işinin görülmesidir ve bunu devletten (özellikle polisten değil) beklemektedir. Esasında vatandaş polisi, polis olarak değil devlet olarak gördüğü için aramaktadır. Bu nedenle vatandaşa polisin“bu bizim işimiz değil” yaklaşımıyla yaklaşması o vatandaşı polise ve tabiatıyla devletine karşı soğutacaktır. Polis nezaketli bir şekilde vatandaşı uygun yere yönlendirse ya da bağlantıyı hemen kendisi sağlayabilse hem vatandaşın sorunu çözülecektir, hem de vazgeçilmez bir kamu hizmeti olan güvenlik kurumunda çalışan kamu görevlilerinden vatandaş memnuniyeti ve desteği yükselecektir. Bu şu anlama gelmektedir: Polislik mesleğini icra edenler, hangi birimde olursa olsunlar, vatandaş için çalıştıklarını, yaptıkları işin asıl amacının vatandaşın huzur ve refahı olduğunu unutmamalıdırlar.
Polis personelinin bir kısmının paylaştığı düşüncenin aksine polislik faaliyetleri kutsal ya da eleştirilemez değildir. Polis kurumu da diğer kamu kurumları gibi kamu hizmeti sunmaya çalışan ve vatandaşa güvenli bir ortam sunma gayretinde olan bir kurumdur. Diğer tüm kamu kurumları gibi denetlenmeli, eleştirilmeli ve eksiklikleri sorgulanmalıdır. Bir kamu kurumu olarak kamu kaynaklarını kullanan bir kurumun kendine kutsallık atfederek eleştirilerden kurtulması gelişmiş demokrasilerde kabul edilemez bir durumdur. Polis teşkilatının faaliyetleri, uygulamaları, yanlışları sorgulanmalı, eleştirilmeli ve daha iyi kamu hizmeti için teşvik edilmelidir. Aksi halde denetlenemeyen tüm yapılar gibi çürümeye mahkûm olur.
Dünyadaki ve toplumdaki değişimlerin ve dönüşümlerin, polisleri ve polisliği etkilediği bir realitedir çünkü polislik politik, ekonomik, sosyal ve kültürel etkilere açıktır. Değişen toplum, değişen politik öncelikler, kültürlerarası artan etkileşim, artan iletişim ve gelişen teknolojiye bağlı olarak değişen toplumsal dinamikler polisliği yakından etkilemektedir. Dünyada hızla artan demokrasi talepleri ve buna bağlı gelişen ve tüm ülkeleri, kurumları hatta aileleri etkileyen demokratikleşme süreci kaçınılmaz olarak polisi de etkilemektedir. Bu nedenle, son yıllarda toplum destekli polisliğin daha demokratik ve postmodern beklentilere uygun versiyonu olarak nitelendirilebilecek demokratik polislik yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Ülkemiz polisinin de bu trenden etkilenmemesi mümkün değildir. Daha doğrusu, Türk polisinin demokratik polisliği benimsememesi demek, zamanın ruhuna uygun güvenlik hizmeti sunma konusunda kurumu geride bırakabilecektir. Bu nedenle de hem emniyet teşkilatı yönetici kademesi hem de operasyonel seviyede çalışan polis personeli demokratik polisliği çok iyi anlamalı ve özümseyerek sunulan güvenlik hizmetlerine ve tüm polislik faaliyetlerine yansıtmalıdır.
DEMOKRASİ ve POLİSLİK
Polis teşkilatı halkın dışında veya üstünde yapılandırılmış bir kurum değil aksine vatandaşların yanında ve onların hizmetinde olan bir kamu kurumudur. Bunu sağlamanın yolu da modern tüm organizasyonlar gibi polis teşkilatının demokratik ilkeleri kurumsal politikalarda ve faaliyetlerde benimsemesidir.
Demokratik polisliği tanımlamak bu noktada önem arz etmektedir. Aslında demokratik polislik, toplum destekli polisliği de içeren bir kavram olarak değerlendirilebilir. Demokratik polislik, polis birimlerinde karar alma süreçlerini yenileme ve polis teşkilatı içinde yeni bir felsefe geliştirmeyi içermektedir. Demokratik polisliği, demokratik toplum polisliği olarak nitelendiren Kavgacı’ya göre, güvenlik hizmetleri sunmakla yükümlü polis teşkilatının kamu düzeni ve asayişinin sağlanmasında diğer kurumlarla ve toplumla işbirliği yapması demokratik polisliktir. Demokratik polislik, polisin uygulamalarını, faaliyetlerini, güvenlik programlarını ve toplumu ilgilendiren kararlarını tek bir kurum olarak değil, diğer kamu kurumları ile özel kurumlarla hatta sivil toplum örgütleri ve vatandaşlarla birlikte belirlemesini içerir.
İlk bakışta çok ütopik görünse de demokratik polislik felsefesinin polis tarafından benimsenmesini beklemek son derece anlaşılabilir bir durumdur. Şöyle ki, güvenlikle ilgili faaliyetler çoğunlukla tüm toplumu ilgilendirmektedir. Bir polislik faaliyeti, toplumun en azından bir kesimini ilgilendirir. Örneğin, bir toplumsal gösteri ile ilgili bir faaliyet hem o şehirde yaşayanları, hem o bölgedeki kamu ve özel kurumları, hem de gösteriyi organize edenlerle katılanları yakından ilgilendirir. Kısacası, güvenlik hizmetleri hemen herkesi ilgilendirmektedir. Böylesine herkesi ilgilendiren faaliyetlerin sadece polis teşkilatı yetkililerince karar verilmesi demokrasiye olan taleplerin her geçen gün arttığı günümüzde demokratik bir yaklaşım olarak değerlendirilemez.
Hukukun üstünlüğü, demokratik polislikte en önemli ilkelerdendir. Polis teşkilatı, hukuku uygulayan, yetki ve sorumlulukları yasalarca çizilen bir kamu kurumudur. Polis, faaliyetlerinde, uygulamalarında ve politikalarında hukukun üstünlüğü ilkesini asla göz ardı etmemelidir. Hukuk, hem vatandaşları, hem devleti hem de bizzat polis teşkilatının ve personelinin güvencesi olarak öncelikli değer olarak polis teşkilatına yön vermelidir. Hukukun üstünlüğüyle bağlantılı olarak, polis teşkilatı personeli insan haklarına saygıyı evrensel bir ilke olarak tüm kademelerdeki mensuplarınca benimsemeli ve fiillerine yansıtmalıdır. İnsan hakları, tüm insanların insan olmaları nedeniyle sahip oldukları haklar olarak evrenseldir.
Polis de evrensel bu haklara riayet etmeli ve bu hakları ihlal edenlere ya da etmeye çalışanlara engel olmalıdır. İnsan haklarının güvencede olmadığı bir toplumun demokrasiyi yaşaması mümkün değildir.
Demokratik polislikte polis teşkilatından beklenen, hem kamu kurumlarıyla hem özel kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle, kısacası toplumun olabildiğince tüm kesimleriyle düzenli ve sağlıklı bir iletişim kurması ve güvenlik faaliyetleri bağlamında sürekli etkileşim kanalları oluşturmasıdır. Gelişmiş Batı ülkelerinde sık sık ve düzenli olarak yapılan vatandaş beklenti çalışmaları ile vatandaş memnuniyet çalışmaları bu noktada üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Polisle ilgili vatandaş beklenti anket ve mülakatları vatandaşların güvenlik kuvvetlerinden ne beklediğini, nasıl bir polis teşkilatı görmek istediğini, polis teşkilatından hangi ihtiyaçlarına cevap vermesini beklediğini ortaya koyabilir. ‘Bu konular vatandaşa bırakılamaz’ düşüncesi bu noktada akla gelebilir ama yukarıda da bahsedildiği gibi güvenlik faaliyetleri özünde vatandaş içindir. Vatandaşın memnun edilmesi, beklentilerinin karşılanması ve huzur ve refah içinde yaşaması içindir. O halde polisliğin çerçevesini çizen ana kriterlerden biri vatandaşın güvenlik sağlayan kurumlardan beklentileri olmalıdır. Günümüz ile bundan 25-30 yıl öncesi kıyaslandığında toplumun, isteklerinin, beklentilerinin ve ihtiyaçlarının değiştiği açıktır. Değişen topluma layık bir polis olabilmek o değişimin odağı olan toplumun beklentilerini bilmeyi ve bu beklentilere cevap verebilmeyi gerektirir. Ancak, ömrünü çoktan tamamlamış ‘biz vatandaştan iyi biliriz’ anlayışıyla yönetilen bir kurumun çağı yakalaması, demokrasilerde ana unsur olan halkın beklentilerine cevap verebilmesi mümkün değildir. Bu noktada vatandaşın beklentilerinin periyodik olarak belirlenmesi ve güvenlikle ilgili karar ve uygulamalarda mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Nitekim İngiltere örneğinde olduğu gibi Batı ülkelerinde suçun polis tarafından öğrenilmesine vatandaşın katkısı % 90 iken ülkemizde bu oran % 40’lar civarındadır. Bu Türk polisinin olayları öğrenme ve çözmede Batıdaki polis teşkilatlarına oranla kendi kaynaklarına ve kendi faaliyetlerine daha fazla bağımlı kalması sonucunu doğurur. Bu durumun Türk polisin başarısını olumsuz etkileyeceğini belirtmek gerekir.
Benzer şekilde vatandaşın polisten memnuniyetinin ölçülmesi de son derece önemlidir. Demokratik toplumlarda, diğer kurumlar gibi, polis kurumlarının da yaptıkları uygulama ve faaliyetlerden dolayı vatandaşa hesap vermesi gerekir çünkü polisin fiilleri, faaliyetleri, programları ve politikalarının alıcısı yani müşterisi halktır. Bu nedenle de polisin, yasal mercilere olduğu kadar, hizmet götürdüğü vatandaşlara ve vergileriyle polise kaynak sağlayan vergi ödeyenlere karşı sorumluluğu bulunmaktadır. Hesap vermeyen kurumların yozlaşması muhtemeldir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, polisiye faaliyetler günlük yaşamımıza doğrudan etki etmektedir. Şehirde herhangi bir kavşakta yoğun saatlerde polisi olmamasından dolayı trafiğin sıkışması hatta bir keşmekeşe dönüşmesi civarda yaşayanları ya da o kavşağı kullanan vatandaşların hayatını doğrudan etkilemektedir. Polisin keyfi olarak kimlik sorabilmesi yine hepimizi etkilemektedir. Kısacası, polislik faaliyetleri tüm vatandaşları etkilemektedir. Bu nedenle de bu faaliyetlerle ilgili vatandaşın ne düşündüğü, memnuniyet derecesi ölçülmelidir. Bu nedenle de demokratik polis şeffaf olmalı, keyfi uygulamalardan uzak durmalı, uygulanan güvenlik programlarının ve politikalarının etkinliği ve vatandaşların bu faaliyetlerden memnuniyeti mutlaka düzenli olarak ölçülmelidir.
Bu ölçümler, zaman zaman bazı basın kuruluşlarınca ya da bazı kurum yetkililerince kendi görev alanlarında yaptırılabilmektedir. Ancak bunun polis teşkilatına kalıcı ve politika seviyesinde katkı yapması beklenmemelidir. Çünkü bu uygulamalar anlıktır ve kişiye özeldir. O çalışmayı yaptıran yöneticinin görev yeri değiştiği zaman o faaliyet de artık etki etme gücünü kaybedecektir. Bu nedenle de vatandaşın beklentileri, ihtiyaçlarını ve polisten ve polisiye uygulamalardan memnuniyetini öğrenmek kişilerin inisiyatifine bırakılmamalı, kurumsal bir politika haline getirerek periyodik olarak ölçülmelidir. Cerrah’ın ifadesiyle, polisin halkın gerçek manada hizmetkârı olması, “halkın beklentilerinin sistematik olarak ölçülmesi, değerlendirilmesi ve uygulamalara yansıtılmasıyla başarılabilir. Bu ölçme ve değerlendirme sistematik ve sürekli olarak yapılmadığı veya yapılsa bile sonuçları uygulamalara yansılatılmadığı takdirde, doğal olarak halkın beklentileri ile kurumun hizmet anlayışı arasındaki mesafe zamanla açılacaktır”. Bu demektir ki vatandaşın beklenti ve memnuniyetin ölçülmesi eğer polislik faaliyet ve politikalarını etkilemiyor ise sadece birere halkla ilişkiler faaliyeti olarak kalacak, vatandaşa ve kuruma uzun vadeli katkısı son derece yetersiz olacaktır.
Bu tarz çalışmaların bağımsız kurumlara ya da bilim adamlarına yaptırılması da önemlidir zira halkla ilgili verilerin nesnel olması önemlidir. Nesnel olmayan, sübjektif veriler uzun vadede teşkilatı ve vatandaşları olumsuz etkileyecektir. Sübjektif verilerin vatandaşla polis teşkilatı arasındaki mesafeyi açması muhtemeldir. Halbuki, bilimsel yöntemlerle toplanmış ve analiz edilmiş veriler hem kuruma hem de topluma katkı sağlayacak, halk için kullanılan kamu kaynaklarının uygun politika ve uygulamalar yönlendirilmesi sağlanabilecektir. Bu nedenle de vatandaşla ilgili verilerin uzman kişilerce toplanması sağlanmalıdır. Gelişmiş demokrasilerde, örneğin ABD’de, polis birimleri bilim adamlarına teşvik sağlayarak istedikleri verileri ve analizleri nesnel kriterler çerçevesinde elde etmeye çalışmakta ve böylece halka daha isabetli uygulamalarla yaklaşma yolunu aramaktadırlar.
Profesyonel ve bazı görevleri yönüyle de teknik bir meslek olan polisliği icra edenler vatandaş memnuniyetine ve vatandaş beklentilerine bu kadar önem verilmesini popülist hatta gereksiz bulabilirler. Açıkça ifade etmek gerekir ki, postmodern zamanlarda polisin halka ilişkileri son derece önemlidir çünkü polisin meşruiyeti bir noktada vatandaşların polise olan bakışına dayanmaktadır. Ülkemiz gibi katı merkeziyetçi sayılabilecek ülkelerde polisin vatandaşlara karşı kanunen bir sorumluluğu görünmemektedir. Ancak, Amerika ve İngiltere gibi yerel yönetimlerin güçlü olduğu ülkelerde polisin vatandaşlara karşı da sorumluluğu bulunmaktadır. Ülkemiz de Avrupa Birliği üyelik sürecinde olan bir ülke olarak yerelleşmeye her geçen gün ağırlık vermektedir. Ayrıca kanunen halka karşı sorumlu olunmasa da kamuoyu nezdinde polisin meşruiyetinin kaybolması teşkilatı çok büyük sıkıntıya sokacak, tüm işlem ve faaliyetlerine kuşku ile bakılmasına neden olabilecektir. Yani, yasalarda halka karşı sorumluluğun görünmemesi, polisin halka karşı sorumlu olmadığını göstermez. Bilakis, iletişimin ve kamuoyu baskısının giderek belirleyici unsurlar haline geldiği modern demokratik toplumlarda polisin halka karşı hesap vermesi gerektiği açıktır.
Vatandaş katılımı, demokratik polislikte önemli bir husustur. Polislik faaliyetlerine vatandaşın katkısını sağlamak evrensel bir polislik ilkesidir. Örneğin İngiltere’de polis, vatandaşla ilgili yaklaşmışında halkın anlayış, kabul ve yardımını polislik faaliyetlerine yakından etkileyen temel unsurlar olarak benimsemiştir. Vatandaşın polislik faaliyetlerine katılabilmesi için uygun programlar ve mekanizmalar olmalıdır. Yukarıda bahsedilen kamu ve özel sektör kuruluşlarıyla sivil toplum örgütlerinin ve vatandaşların polisle iletişim kurması, polislik faaliyetlerini ve güvenlikle ilgili plan ve programları etkileyebilmesi için polis teşkilatının ürettiği hizmetlere katılımının sağlanması gerekmektedir. Literatürde vatandaş katılımı olarak çok geniş şekilde işlenen olgu, özellikle demokratik polislik bağlamında büyük öneme sahiptir. Güvenlik hizmetinin vatandaşlar için üretildiği düşünüldüğünde, vatandaşın, polislik faaliyetlerine katılması, polis teşkilatının en azından bir takım kararlarını ve uygulamalarını etkileyebilmesi gereklidir. Nedenle de polislik faaliyetlerine vatandaş katılımı büyük önem arz etmektedir.
Sivil toplum örgütlerinin, kamu ve özel sektör kuruluşlarının ve vatandaşların polislik faaliyetlerine katılması polisin proaktif olması noktasında da faydalı sonuçlar vermektedir. Suç önlemede ve suça neden olan faktörlerin en düşük seviyelere çekilmesinde, polislik faaliyetlerine geniş kitlelerin katılımının büyük önemi bulunmaktadır. Suça ve suçlulara karşı işbirliği denilebilecek olan vatandaş-polis birlikteliği, bilgi toplama, değerlendirme, analiz, sorun oluşturan alanların belirlenmesi, politik seçeneklerin ve planların hazırlanması ve son olarak da bu planların uygulanması ve sonuçlarının takip edilmesi” süreçlerini içermektedir. Bu şekilde bakıldığında vatandaşı polislik faaliyetlerine katılması basit bir halkla ilişkiler çalışmasından çok daha öte ve karmaşıktır. Bu nedenle, polis teşkilatının, polislik faaliyetleri bağlamında vatandaşı sadece halkla ilişkiler açısından değerlendirmesi yüzeysel bir bakış açısını ifade eder. Halbuki Batı demokrasilerinde vatandaşların katkıları ve eleştirileri polisin kurumsal mekanizmalarına dâhil edilerek faydalanılmaya çalışılmaktadır. Yine Akkaya’nın ifade ettiği gibi, güvenlik krizlerinde temel sorunlardan biri olan diğer kurumlarla polisin yetki çekişmesi hususu dikkate alındığında diğer kamu kurumlarıyla sağlıklı ilişki kurmak da en az vatandaşlarla iletişim kurmak kadar önem arz eden bir konudur.
Polis-vatandaş işbirliğinin altında yatan en önemli dinamiklerden biri de suçla mücadelede sadece polisin çabalarına dayanmanın istenilen sonuca ulaşmada yeterli olmayacağı düşüncesidir. Gerçekten de klasik polisiye yöntemlerle suçun önlenmesinde demokratik toplumlar çok tatmin edici sonuçlar alamamaktadırlar. Bu nedenle de güvenlik hizmetinin alıcısı konumunda olan kamu ve özel kuruluşlar ile vatandaşların güvenlik faaliyetlerine katılmalarının sağlanması ve böylece suça, suçlulara ve toplum düzenini bozanlara karşı sadece poliste değil toplumun genelinde bir duyarlılık oluşturulması mümkün hale gelir. Bu nedenle polis teşkilatı, “her derecede eğitim, sosyal yardım kurumları, gençlik ve spor, sağlık, ulaştırma, bayındırlık ve belediyeler gibi topluma farklı hizmetler sunan birçok kurumu, özel gönüllü sivil toplum örgütlerini (işadamları derneği, gönüllü sosyal yardım dernekleri gibi) içine alan geniş bir yelpaze” oluşturarak suça ve suçlulara karşı daha etkin mücadele ederek, toplum düzeni, huzur ve refahı konusunda geniş kesimlerin sorumluluk almasının yolunu açmalıdır.
Vatandaşların polis teşkilatı ile ilişkisi aynı zamanda güvenlik politikalarının belirlenmesi ve polisiye uygulamaların denetlenmesine vatandaşların da katılması süreçlerini içermektedir. Vatandaşların polislik faaliyetlerine katılımı noktasında henüz ülkemizde mevzuat bulunmamaktadır. Bununla birlikte, polis birimlerinin gayri resmi de olsa vatandaşın katılımı sağlamayı hedeflediği örnekleri artan sıklıkla görmek mümkündür.
Kararların birlikte alınması demek, vatandaşların fikirlerinin, kaygılarını, beklentilerinin polisiye faaliyetlerde ve uygulamalarda dikkate alınmasını gerektirmektedir. Polis teşkilatı mensupları, polisliğin teknik boyutuna vurgu yaparak, aldıkları özel eğitimle mesleği öğrendiklerini ancak halkın bu eğitimi almadığından polislik faaliyetlerine katılmasının makul olmadığını dile getirebilirler. Gerçekten de ifade alma, arama yapma vs gibi teknik işlemler vardır ve bu işlemlerin yapılmasına vatandaşların katılmasını beklemek doğru değildir. Ancak, devriye görevleri, suçun yoğun olduğu yerler, suçluların toplandığı yerler, halkı tedirgin eden hususlar vs gibi birçok polisiye hususta polisin en büyük yardımcısı vatandaşlar olacaktır. Örneğin, okullarda çocuklara yasak madde temin edenlerle ilgili bilgilerin vatandaşlarla yapılacak ortaklıkla kolaylıkla elde edilmesi mümkündür.
Demokratik polislikte dikkat edilmesi gereken bir başka husus da şudur: polis teşkilatı, vatandaş katılımı sağlarken sadece polisle iyi ilişkileri olanlar değil diğer vatandaşları da katılmaya teşvik etmelidir. Polisiye hususlarla ve polisle en fazla etkileşime geçenlerin katılımının sağlanması hem polis teşkilatının faaliyetlerinin iyileştirilmesi ve demokratikleştirilmesi bağlamında önem arz ederken hem de söz konusu vatandaşların polisi anlamasına ve faaliyetlerine yapacağı katkı ile polislik faaliyetlerinin bir parçası olarak polisi ve uygulamalarını sahiplenmesi mümkün olabilecektir. Toplumun kendi sorunlarının çözümüne katılması onu daha duyarlı yapar.
Polisin nazik olması, toplum ile polisin iletişimini, etkileşimini, dayanışmasını, kaynaşmasını sağlar. Yukarıda da belirtildiği gibi polisin halkına hizmet eden bir kamu kurumu olarak vatandaşlara karşı nazik bir yaklaşım sergilemesi gerekmektedir. Polis teşkilatı mensuplarından bazıları, polisin “devletin gücünü” göstermesi gerektiğini dile getirmektedirler. Polis, kamu düzenini bozanlara ve toplum huzuruna bozmak isteyen teröristlere karşı devletin gücünü göstermelidir ancak vatandaşlara karşı daima nazik davranmalıdır. Polisin, vatandaşları, devletin sahibi gibi gören bir anlayışla topluma yaklaşması demokratik polislikte önemli bir ilkedir.
Devriyeler, polis-vatandaş birlikteliğinde önemli bir rol oynamaktadırlar. Çünkü devriyeler, yaklaşılması kolay, iletişime açık, vatandaşa yakın, ayrıca vatandaşa yakın olduğundan sorunlarla ilgili daha fazla bilgiye ulaşabilirler. Polisten vatandaşlara ve vatandaşlardan polise doğru iki-yönlü iletişim için devriyeler çok önemlidir. Bu nedenle de demokratik toplumlarda devriyeler ihmal edilmemelidir. Hatta polisler, resmi polis araçlarına hapsedilip halktan koparılmamalı, birçok faydaları olan yaya devriye uygulamalarına yer verilmelidir.
Demokratik toplumlarda polis suç ve suçlular kadar suça sebep olan faktörlerle mücadele de etmelidir. Bu durum polisin proaktif olmasını gerektirir. Polis teşkilatı, suç ortaya çıktıktan sonra reaksiyon veren reaktif bir kurum olmaktan sıyrılıp, suça neden olan faktörlerle mücadelen, suç ortaya çıkmadan önlemler alan ve vatandaşların mağduriyet yaşamaması için pro-aktif olan bir kamu kurumu olmalıdır. Bunun için polisin “Bilimsel Polislik” olarak özetlenebilecek bilimsel yöntemleri ve ilkeleri kullanarak polislik hizmeti sunması gerekmektedir. Polis işlem ve faaliyetlerinde kişisel düşünce ve kanaatlerden ziyade bilimsel yöntemlerden ve verilerden faydalanarak kararlar vermeli, planlar yapmalı ve uygulamaya geçmelidir.
Polisin suç korkusu ile de mücadele etmesi gerekmektedir. Yani sadece suçu önlemek değil aynı zamanda vatandaşlar arasında suç korkusuyla da mücadele etmek gerekmektedir. Suç korkusu “insanların kendilerini ne kadar güvende hissettikleri güvenlik hizmetlerinin kalitesi ve vatandaşların bu hizmetlerden ne kadar memnun oldukları noktasında en önemli ölçütlerden biri olarak” değerlendirilmektedir çünkü “suç korkusunun ortaya çıkarmış olduğu toplumsal fatura, suçun kendisi tarafından neden olunan faturadan çok daha yüksektir. Suçun sebep olduğu güven bunalımları nedeniyle örselenen halkın birbirine güveni günden güne azalır. Neticede, bu tip bireylerden oluşan ve toplumsal barış ve huzurun bozulmuş olduğu toplumlar dış etkilere açık ve suçun rahatça kök salıp gelişebileceği en uygun” ortamı oluşturmaktadır. Açıkçası, suç korkusunun toplumsal yaşam üzerindeki etkisi çok boyutludur. Bu nedenle, polis suç korkusuna karşı da hassas olmalı, vatandaşlar ararsında suç korkusunun düşmesi için sistemli ve planlı çalışmalar yapmalıdır. Uygulama ve faaliyetlerinde bu hususu göz önünde bulundurarak halk arasında suç korkusu düzeyini minimuma düşürmeye çalışmalıdır. Medyaya da yansıyan, polisin Adana’da kürtaj yapan bir gruba karşı yaptığı operasyonda çelik yelekli timler ve ağır silahların kullanılması bu bağlamda sorgulanmalıdır. Polisin operasyon yaptığı ve yakalanan toplam 6 kişi ve bunların suçu tutuksuz yargılanmayı gerektiren bir suç iken polis, apartmanlara girerken sanki çok büyük bir terörist gruba baskın yapar gibi bir operasyon yapmıştır. O apartmanda yaşayan diğer insanların tedirgin olması ve o olaydan sonra suç korkusu hissetmeleri oldukça normaldir. Polisten beklenen yaptığı icraatlarda suç korkusuyla da mücadele etmesi, demokratik toplumlarda polisin görevlerinden birinin suç korkusuyla mücadele etmek olduğunu unutmamasıdır.
Demokratik polislikte önemli hususlardan biri de kamuoyunun zamanında bilgilendirilmesidir. Aksi takdirde, kamuoyu yalan haber dezenformasyonuna maruz kalabilir. Bu taktirde hem kurum için hem de vatandaşlar için istenmedik sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle polisin medyayı bilgilendirmesi önemli bir husustur. Medya, demokratik toplumlarda önemli bir güçtür. Polisler arasında sanki medya polis düşmanı gibi bir yaklaşım gözlemlenebilmektedir. Ancak, medya polise karşı değildir. Ancak, yapılan yanlışları gündeme getirdiği için böyle bir algı oluşabilmektedir. Halbuki, polis teşkilatı medya ile sağlıklı bir iletişim kurmalı, medyayı zamanında bilgilendirmeli, medyayı polis düşmanı gibi değil, kendi işini yapan ve önemli bir kamu hizmeti gören bir erk olarak değerlendirmelidir. Ayrıca, polis teşkilatı yöneticileri, halkla ilişkilerde medyadan yardım almasını bilmeli, medya vasıtasıyla halkla ilişkilerini sağlamlaştırmaya çalışmalıdır.
Polis genelde üniformalı çalışan bir meslek grubudur. Polis üniforması güven verdiği kadar tedirginlik de verebilmektedir. Örneğin, vatandaşlar, bir odaya girdiğinde tamamı üniformalı polislerin olduğu bir yerden ziyade daha karma bir ortamı tercih ederler. Cerrah’ın belirttiği gibi, bu durum polisin sivilleşmeye ihtiyacı olduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle de polis teşkilatı, polis eğitimi ve becerisi gerektirmeyen işlerde sivil giyimli personel kullanmalıdır. Örneğin, bir polis müdürlüğünde danışma ya da müracaat ofisinde sivil kıyafetli personel çalıştırılabilir. Yine polislik becerisi gerektirmeyen işlerde sivil personel istihdam edilebilir. Bu durum polis teşkilatının imajında da olumlu tesir edecektir.
Polis teşkilatı içinde karar mekanizmalarına daha alt rütbedeki çalışanların da dâhil edilmesi demokratik polisliğin gereklerindendir. Polislik faaliyetlerini icra edenler genelde alt rütbede olan personeldir. Kararlar yönetici kademe tarafından alınır ve operasyonel kademede çalışanlar tarafından uygulamaya geçirilir. Ancak, karar vericiler, çoğunlukla bizzat uygulayanlar olmadıklarından kararların kalitesi ve isabeti zaman zaman düşük olabilmektedir. Bu nedenle, işi yapan, sahayı ve belki de yapılan işi en iyi bilen olarak alt kademe çalışanların da karar verme sürecine katılmalarının sağlanması polis teşkilatını daha demokratik ilkeler çerçevesinde hareket eden bir güvenlik kurumu yapacaktır. Başka bir ifade ile polis teşkilatı, kurum içinde de demokrasiyi benimsemeli, kurum içi demokratik uygulamalar yapmalıdır.
SONUÇ
Polis teşkilatının kurumsal olarak demokratik yaklaşımları benimsemesi, uygulama ve politikalarında demokratik yaklaşımları ilke olarak öncelemesi bir lüks değildir. Hatta günümüz şartlarında bu bir zorunluluk halini almıştır.
Polis teşkilatı açık bir sistem olarak değerlendirilmesi gereken bir kurumdur. Kamu olsun özel sektör olsun kurumlar çevreleriyle yakın etkileşim içindedirler. Kurumlar, işlemlerini, ürünlerini, sundukları hizmetleri çevrelerine ve çevrelerinin beklentilerine uyumlu hale getirmeye çalışırlar. Çevresiyle ve dış dünya ile bu şekilde entegre olamayan bir kurumun başarılı olması ve beklentileri karşılaması çok zordur. Hatta kendisini çevreye adapte edemeyen kurumlar varlıklarını uzun süre devam ettiremezler. Kanunen varlıklarını devam ettirseler bile kısa bir süre içinde revizyon yapılması, kurum içerisinde köklü değişiklikler yapılarak günü yakalaması kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle de günümüzde kurumlar çevrelerinde olup bitene ve özellikle vatandaşların istek, talep ve beklentilerine özel önem göstermektedirler. Ayrıca küresel gelişmeler ve trendler de yakından takıp edilerek zamana uygun mal ve hizmet üretimi yapılmaya çalışılmaktadır. Aksi halde değişimi ve gelişmeleri sürekli geriden takip etmek zorunda kalınabilir. Bu da kurumların hiç istemeyeceği sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bu bilgiler ışığında polis teşkilatı yöneticilerinin kurumlarını zamanın ruhuna uygun yönetmeleri gerekmektedir. Açık sistem olarak polis teşkilatının çevresiyle uyum içerinde olması, çevrede olan değişimlere ve yeniliklere ayak uydurması beklenir. Bu anlamda pratik polis uygulamalarına bakıldığında Polis Bilgi Sistemi (POLNET) gibi, Ailenizin Polisi uygulaması gibi, fahri trafik müfettişliği gibi, huzur toplantıları gibi, toplum destekli polislik faaliyetleri gibi, bazı polislik hizmetlerinin (web üzerinden plaka ayırma gibi) online olarak sunulması gibi uygulamalar içerisine girildiği, çevreye daha duyarlı ve çevrenin beklenti ve ihtiyaçlarını daha fazla dikkate alan bir polislik anlayışının geliştiği söylenebilir.
Ancak, belirtilmelidir ki Türk polis teşkilatı Batı polis teşkilatları ile kıyaslandığında demokratik polislik anlamında daha alması gereken ciddi bir mesafe vardır. Polis içerisinde topluma duyarlı olma noktasında bazı birimlerin hassas olması (toplum destekli şubede çalışanlar gibi) olması gereken olarak değerlendirirlerken diğer birimlerin vatandaşların istek ve beklentilerine aynı hassasiyetle yaklaştıkları söylemek oldukça zordur. Burada vurgulanmalıdır ki demokratik polislik bir felsefedir: kurumun personelin hem bireysel hareketlerinde hem de kurumsal faaliyetlerinde demokratik ilkeler göre hareket etmeli, demokrasilerde ülkenin asli unsuru olan vatandaşın beklenti, istek ve memnuniyetini öncelik olarak değerlendirmelidir. Polis, varlık sebebinin vatandaşın, huzur, güven ve memnuniyeti olduğunu unutmamalı, ‘insanı [vatandaşı] yaşat ki devlet yaşasın’ düsturunu polislik pratiklerine yansıtmalıdır. Polis personeli, faaliyetlerini, üstlerini memnun etmek için değil vatandaşı memnun etmek için yapmalı; üstlerinin değil vatandaşın gözüne girmeyi amaç edinmelidir. Bunu sağlamanın en demokratik yolu da demokratik polislik felsefesini benimsemektir.
Demokratik bir toplumda polisin kendini vatandaştan soyutlaması kabul edilemez bir durumdur. Örneğin, İngiltere’de polis ile halk birbirinden çok kesin çizgilerle ayrılmamaktadır; “polisin halk, halkın da polis olduğu” kanısı yaygın olarak paylaşılmaktadır. Bu nedenle, polis teşkilatı kendini halkın dışında bir yerde konumlandırmamalıdır. Hatta zaman zaman münferit olarak görülen ‘halkın üstü gibi davranma’ yaklaşımı katiyen terk edilmeli, demokrasiyi özümsemiş bir teşkilat olarak halkın hizmetkarı bir güvenlik kurumu inancı sadece sözde değil fiil ve uygulamalarda da gösterilmelidir.
Kaynakça
Akkaya, A. (2000). Giriş. Batı Demokrasilerinde Polis, J. J. Gleizal, J. G. Domenach ve C. Journes (Çeviren: Mustafa Kandemir). Ankara: Temiz Yayınları.
Ateş, N. (2012). Aile Polisi: Huzurlu Toplum Güvenli Gelecek. Hayat Yayınları.
Aydın, A. H. (2001). Postmodern Toplumda Polisin İşlevi. Türkiye’de Suç ve Polislik, İ. Cerrah ve E. Semiz (ed.). Ankara: Güner Matbaacılık.
Bal, İ. (2013). Adana’da Amerikanvari Operasyon. 23 Kasım 2013 tarihli Haber Türk Gazetesi Köşe Yazısı.
Cerrah, İ. (2011). Demokratik Toplumlarda İç güvenlik. Ankara: Polis Akademisi Yayınları.
Cerrah, İ. (2001). Güvenlik Hizmetlerinde Sivil Katılım ve Sapma Davranışlarının Analizi. Türkiye’de Suç ve Polislik, İ. Cerrah ve E. Semiz (ed.). Ankara: Güner Matbaacılık.
Delice, M. ve Duman, A. (2012). Toplum Destekli Polislik Kapsamında Halkın Polis Algısının Ölçülmesi: Erzurum İli Örneği. Polis Bilimleri Dergisi, 14 (2), s. 1-31.
Dolu, O. Uludağ, Ş. ve Doğutaş, C. (2010). Suç Korkusu: Nedenleri, Sonuçları ve Güvenlik Politikaları İlişkisi. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 65 (1), s.65-81.
Fındıklı, R. (2003). Polislik Mesleğinin Evrensel Değerleri ve İlkeleri. Uluslararası Polislik ve İç Güvenlik, T. G. İçli ve F. Karaosmanoğlu (ed.). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Fındıklı, R. (1993). İngiliz Polis Teşkilatı: Personel Yönetimi Açısından. Ankara: Akid Yayıncılık.
Flanagan, T. J. ve Vaughn, M. S. (1996). Public opinion about police abuse of force. Police Use of Excessive Force and Its Control: Key Issues Facing the Nation, W. A.
Geller ve H. Toch (ed.) Washington: Police Executive Research Forum. Gaines, L. K. ve Kappeler, V. E. (2005). Policing in America (5. Baskı). Cincinnati, Ohio: Anderson Publishing.
Geleri, A. (2009). Önleyici polislik (2. Baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık.
Gleizal, J. J., Domenach, J. G. ve Journes, C. (2000). Batı Demokrasilerinde Polis, (Çeviren: Mustafa Kandemir). Ankara: Temiz Yayınları.
Gleizal, J. J. (2000). Polis Kroniği. Batı Demokrasilerinde Polis, J. J. Gleizal, J. G. Domenach ve C. Journes (Çeviren: Mustafa Kandemir). Ankara: Temiz Yayınları.
Gültekin, K. (2011a). Açık sistem teorisi perspektifinde Türk Polis Teşkilatı’nda e-polis uygulamalarının değerlendirilmesi. Güvenlik Hizmetlerinde Çağdaş Yaklaşımlar, S. K. Gül, M. Karakaya (Ed.). Ankara: Polis Akademisi Yayınları.
Gültekin, K. (2011b). Technology acceptance and the effect of gender in the Turkish National Police: The case of POLNET system. Polis Bilimleri Dergisi, 13(3), 61-80.
0 notes
Text
Dünden Bugüne Kitle Psikolojisine
Tarihsel Bir Bakış
19. ve 20. yüzyıldan itibaren kitleler, toplumsal düzeyde değişimin baş aktörleri olmuşlar ama aynı zamanda, politika, medya ve bilim iktidarlarının gözünde patolojik, şiddetten gözü dönmüş ve sınır tanımaz bir biçimde her şeyi yakıp yıkan insan güruhları olarak resmedilmişlerdir. Dolayısıyla, bu bakış açısından hareketle kitleler ve kitle hareketleri uzun süreler -ve belki bugün de-toplumsal düzene ve bu düzenin yerleşik değerlerine bir tehdit olarak görülmüş, siyasal anlamda olduğu kadar bilimsel anlamda da bu bakış açısından doğan bir karşı savunuculuk ile muamele görmüşlerdir. Toplum ve birey arasındaki gerilimin hem epistemolojik hem yöntemsel hem de kuramsal anlamda kendini en derinden hissettirdiği alanlardan olan sosyal psikoloji disiplininin, toplum ve birey arasındaki gerilimin en temel pratik çıktılarından olan kitle davranışları ve kolektif eylemleri kendisine nesne edinmesi elbette şaşılacak bir durum değildir. Buna rağmen, sosyal psikoloji disiplinini kitle davranışı ve kolektif eylem söz konusu olduğunda bazı temel noktalardan eleştirmek kaçınılmazdır. Öncelikle sosyal psikoloji için etki alanı bu kadar geniş bir araştırma nesnesine yönelik -bir miktar bilinçli- ilgisizlik sorunsallaştırılması gereken konuların başında yer almaktadır. Bu ilgisizliği açıklayabilecek pek çok olası sebep sayılabilir. Genelde psikoloji özelde sosyal psikolojinin kendisini bireysel ve deneysel bir paradigmayla sınırlaması, yöntemsel anlamda bu sebeplerden biri olarak görülebilir. Ancak söz konusu ilgisizliğin kuramsal kökleri, bu ilgisizliği açıklamada daha fazla öne çıkmaktadır. Başka bir deyişle, tercih edilen kuramsal paradigma sebebiyle çağın toplumsal sorunları yerine içerik olarak daha steril konulara yönelim olmuştur. İlgisizliğin yanında, yakın döneme kadarki sınırlı sayıdaki kitleye dair sosyal psikolojik analizdeki yanlılığın sebebi de yine tercih edilen bu bilimsel paradigma olarak görülebilir. Bu analizlerde, sosyal psikoloji kendisine nesne olarak seçtiği kitleyi oluşturan bireylerin davranışlarını açıklarken, ne bu nesneyi oluşturan bireylerin bakış açılarıyla ne de tarafsız bir izleyicinin (bystanders) bakış açısıyla konuyu ele almıştır. Kitle davranışını, söz konusu kitle hareketlerini kontrol altında tutma, düzenleme ve önleme gibi misyonları olan kurumsal güçlerin bakış açılarıyla ele alan sosyal psikoloji disiplini, yıllarca niyetli veya niyetsiz, patolojik kitle görüşüne bilimsel bir temel oluşturmaktan öte bir işlev görmemiştir. Aşağıda genişçe yer vereceğimiz tarihsel sürece bakıldığında, bazen tuhaf, bazen korkutucu, bazen patolojik görülen kitle davranışları, tüm bunlara rağmen her zaman ilgi çekici olmuş ve bu yönüyle sosyal psikoloji de “fil adam” metaforuyla anılmıştır.
Sosyal psikolojide kitle söz konusu olduğunda, görüşler uzun süreler iki temel kuramsal yaklaşımdan beslenmiştir: Birisi, McDougall’ın “grup zihni” tezini kitle davranışını yorumlamakta kullanan Le Bon’un görüşlerini temel alan yaklaşım iken; diğeri Allport’un (1924) öncülük ettiği “bireyselci” psikoloji geleneğidir.
Le Bon’un Kitle Kuramı ve Geleneksel Kitle
Yaklaşımlarına Etkileri
Gustave Le Bon (1895/1947), grup davranışını sosyal davranışın ilkel ve akıl dışı bir biçimi olarak ele almıştır. Le Bon, bu düşüncelerini yaşadığı dönemde Fransa’da gerçekleşen sendikal hareketleri gözlemleyerek oluşturmuş ve en temel örneklerini de genellikle Fransız Devrimi sırasında basit, dürüst ve kendi halinde bir Fransız köylüsünün eylemler sırasında nasıl vahşileştiği üzerine kurmuştur. Le Bon’a göre kitleyi oluşturan bireylerin yaşayışları, karakterleri, zekâları ne kadar benzer veya farklı olursa olsun, kitleleşmenin ve ‘grup zihni’nin bir sonucu olarak bireyler, tek başınayken düşüneceğinden, hissedeceğinden ve davranacağından daha farklı düşünür, hisseder ve davranır. Bireylerin kitle içerisinde değişmesinin üç temel sebebi vardır: anonimlik, bulaşma ve telkin.
Kitle içindeki bireyler anonimliğin getirdiği tespit edilme, sorumlu olma ve cezalandırılma güçlüğü sayesinde akıldışı ve primitif bilinçdışılarını daha rahat bir biçimde ortaya çıkarırlar. Bulaşma kavramı ile ise kitle içerisinde her tür duygu ve davranışın kolayca yayılabileceği hipnotik bir durumun varlığına işaret edilmektedir. Son olarak telkine yatkınlık, bireylerin kitle içerisinde, birey bilincini yitirmelerinin bir sonucu olarak sosyal etkiye fazlaca açık olma durumunu ifade eder.
Eserlerinde, devrimlerden ve bilhassa Fransız Devrimi’nden hoşlanmadığını sıklıkla dile getiren Le Bon, kitlelerin birer insan yığını ve kalabalıktan ibaret olduğunu ileri sürmektedir. Le Bon’un kitlelere yönelik en temel çekincelerinden birisi de kitleleri değişken olarak tanımlıyor olmasıdır. Çünkü kitleler ilkel yaratıklardır; “kasırganın yerden kaldırdığı, her yöne savurduğu, sonra tekrar yere düşürdüğü yapraklara benzerler”. Le Bon’a göre bireyin zekâ seviyesiyle orantılı kararlar almasının önüne geçen “yığın psikolojisi” sendikaların, siyasi partilerin, hatta meclislerin çalışmalarına egemen olarak Batı uygarlığının çöküşünü hazırlamıştır. Le Bon’un bu grup davranışı tanımlaması, psikoloji alanyazınında büyük etki yaratmış, pek çok kuramcı bu görüşlerinden etkilenmiş ve onları yorumlayarak kendi kuramlarına eklemlemişlerdir. Sonuç olarak Le Bon’un görüşleri ve bu görüşleri benimseyen ardıl yaklaşımların bir sonucu olarak sosyal psikoloji alanyazınında, kitle davranışı uzun süre kötü ve istenmeyen bir sosyal davranış biçimi olarak görülmüştür.
Le Bon’un kitle konusundaki fikirlerini, görüşlerine ilk eklemleyen kuramcılardan birisi Freud olmuştur. Grup Psikolojisi ve Ego’nun Analizi (1922) isimli kitabında, Le Bon’un kitledeki bireyin hipnotik durumuna ilişkin görüşlerine dikkat çeken Freud, “hipnoz sürecini gruba uyarladığınızda, hipnotizmacının yerine kim geçecek” sorusunu sorarak hipnotik grup lideri üzerine temellenen bir kitle kuramı öne sürmüştür.
Modern sosyal psikolojide, Le Bon’un görüşlerinin en güçlü biçimde hissedildiği yaklaşım ise Festinger, Pepiton ve Newcomb’un (1952) anonimlik kavramını yeniden yorumladığı bireylik yitimi (deindividuation) yaklaşımıdır. Bu yaklaşımı takip eden en bilinen tezlerden birisi Zimbardo’nun (1969), belirli bir grup içerisindeki anonimliğin anti-sosyal davranışları arttırdığı tezidir.
Le Bon’un Kitle Yaklaşımına ve Allport’un
Bireyselci Psikolojisine Eleştiriler
1970’lerin sonu ve 80’lerin başıyla birlikte, Le Bon (1895/1947) ve Allport’unki (1924) gibi kitle davranışına yönelik klasik yaklaşımlar ciddi eleştirilere maruz kalmaya başlamıştır (Graumann ve Moscovici, 1986; Nye, 1975; Reicher, 1984, 1987; Reicher ve Potter, 1985; Turner ve Killian, 1987). Bu iki temel ve klasik yaklaşıma yönelik eleştirel yaklaşımlar, kitle psikolojisinin doğduğu politik bağlamı irdeleyerek işe başlamaktadır. Kitle psikolojisi bir disiplin olarak özellikle 19. yüzyılın sonundaki işçi sınıfındaki huzursuzluğun yarattığı dalgaya karşı bir cevap oluşturmak amacıyla ortaya çıkmıştır (Reicher, 1984). Gerçekten de kriminologlar tarafından yazılan kitle ile ilgili en eski eserler kitle hareketlerine katılanların hangi temellerle bu eylemlere katıldığını ve nasıl cezalandırılmaları gerektiğini tartışmaktadır. “Eylemlere katılan herkes suçlu mudur yoksa birkaç ‘baş suçlunun’ kışkırtmasına gelen cahiller midir” gibi soruları irdeleyen Le Bon öncesi bu nadir eserler (Tarde, 1892), kitle psikolojisinin doğuş amacı ve sonrasında yazılacaklar ile ilgili önemli şeyler söylemektedir.
Kitleyle ilgili yazılmış en etkili kitaplardan olan ve yukarıda bahsettiğimiz klasik yaklaşımlardan birisini doğuran Le Bon’un ünlü Kitle: Popüler Zihin Üzerine Bir Çalışma isimli kitabı, itibarını kuramsal bir yenilikten çok, kurumlara kalabalıkları ‘zapt etme’ ve o dönemde yükselen sosyalist muhalefete karşı etkili bir baskı kurabilme yönünde tavsiyeler verme konusundaki bilinçli ve başarılı niyetinden almaktadır (Reicher, 1984). Öyle ki Hitler’in Kavgam isimli kitabını yazarken sıklıkla başvurduğu bir kaynak olmuş (Gonen, 2000) ve çabaları için Mussolini ve Goebbels’ten özellikle övgü kazanmıştır (van Ginneken, 1992).
Yalnızca kitle psikolojisinin doğuşundaki şartları düşünmek, son yıllara gelene kadar alanda hakimiyet kuran kitleyle ilgili anaakım yaklaşımlardaki yanlılığın sebebini anlayabilmeyi mümkün kılacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, kitle hareketlerinin geniş ölçekli sosyal eşitsizliklere ve aktif baskılara bir tepki olduğunu kabul etmeye hazır olmadıklarından, kuramcılar bu tür eylemlerin gerçekleştiği sosyal bağlamı görmezden gelmişlerdir. Reicher’a (1984) göre bunun kuramsal ve pratik anlamda bir dizi sonucu vardır. Tanımlayıcı düzeyde, Le Bon’un kitabında, sendikalist kitlelerin belirli özellikleri sınıf mücadelesi bağlamından soyutlanmış ve kitlenin genel özelliklerine dönüştürülmüştür; şiddet, irrasyonellik ve güvenilmez bir değişkenlik. Reicher’ın (1984; 1987) teorik düzlemdeki eleştirilerinin odağı, klasik yaklaşımların kitle hareketlerini bağlamından ayırması ve bunun sonucu olarak da bu sosyal sürecin çıktılarını kitlenin sabit ve değişmez özelliklerine bağlaması olmuştur. Daha spesifik olarak, Reicher’a göre teorik düzeyde kitle davranışının sosyal nedenselliğinin reddedildiği iki yol açılmıştır. İlki daha eskiye dayansa da kitle hareketleri bağlamında Le Bon tarafından sıklıkla örneklendirilen ‘grup zihni’ kuramıdır. Bu kuramsal yol, kitle içindeki bireylerin bilinçli kişiliklerini kaybettiklerini ve eylemin barbarlığına sebep olarak gösterilen ilkel bir ırksal bilinçdışına döndüğünü iddia etmektedir. Biraz daha modern olanı ise Allport’un aşırı bireyciliğidir. Her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da Le Bon, McDougall, Freud ve onları izleyen araştırmacıların içerisinde olduğu kampa göre grup niteliksel olarak bireyden farklı bir olgu olarak ele alınmaktadır. Buna karşılık modern sosyal psikolojinin öncülerinden kabul edilen Allport (1924) davranışçı yaklaşıma uygun olarak ‘grup zihni’ kavramını ve hatta grubun gerçekliğini reddetmiştir. Allport’a göre tek psikolojik gerçeklik bireydir ve grup bu bireysel gerçekliklerin toplamından başka bir şey değildir. Yani bireyle grup arasında niteliksel değil niceliksel bir fark vardır. Esasen bakıldığında bu iki yaklaşım birbirlerine taban tabana zıt görünürken, önemli bir öncülde birleşmişlerdir. Her ikisi de planlı veya rasyonel davranışı yönetebilecek tek mekanizmanın egemen bir bireysel kimlik olduğunu öne sürmektedir. Bireylik yitimi teorileri (Festinger ve ark., 1952; Zimbardo, 1969) bu öncülü paylaşarak grup zihni kuramının daha modern temsillerinden öteye gitmemektedir. Buradaki fikir, yapılandırılmamış gruplardaki bireylerin benlik değerlendirmesinin durmasıdır. Bu, genellikle otomatik olmayan davranış kontrolünü zayıflatarak, kontrolsüz ve yıkıcı bir dizi davranışla sonuçlanmaktadır. Bu yaklaşımda iki temel sorun vardır. İlki bireylik yitimi kuramlarının grup içi anonimlik ile izole anonimlik ayrımını yapmada başarısız olmasıdır. Kitlelerin üyeleri sadece dışarıdan bakanlar açısından anonim olarak görünürler ve neredeyse her zaman diğer grup üyelerince bilinir ve kontrol edilir durumdadırlar (McPhail, 1971; Reicher, 1996). Ayrıca grupla özdeşleşen bireylerin her zaman bireylik bilincini yitirerek anti-sosyal davranmadığı, aksine grup normlarına uyduğu ve grup normu neyse onu yansıttığı pek çok çalışmada gözlemlenmiştir (Postmes ve Spears, 1988; Reicher, 1982, 1996; White, 1977). İkincisi ise, bireylik yitimi literatürü davranışın bağlamını Le Bon’un görüşlerinden doğan klasik kitle kuramlarının hepsinde olduğu gibi göz ardı etmektedir. Tarihsel çalışmalar, kitle olaylarının genel bir dizi davranışa indirgenemeyeceğini ve bağlamın her zaman belirleyici olduğunu göstermektedir. Bazı kitleler şiddet eğilimli ve yıkıcıyken, bazıları ciddi provokasyonlar karşısında dahi kayda değer şekilde itidal gösterebilmişlerdir (King, 1963; Moore, 1978).
Beliren Norm Kuramı
Bugünlere yaklaştığımızda, kitleyi patolojik yaklaşımın dışında ele alan ilk kuramsal bakış açılarından biri Turner ve Killian (1972, 1987) tarafından ortaya konulan beliren norm kuramıdır (emergent norm theory). Sherif’in çalışmalarından oldukça etkilenen bu bakış açısının, alanda etkisi çok yüksek olmamışsa da kendi zamanına kadarki kitle psikolojisi kuramlarından niteliksel bir kopuşu temsil etmektedir. Kuram, kitlenin formel bir organizasyonunun olmayışı ve kitle davranışı için gereken normun önemli ölçüde duruma özgü oluşu üzerinde durmaktadır. Ayrıca kuramın temelinde, kitlenin homojenliğine yönelik algımızın bir illüzyon oluşu yatmaktadır. Söz konusu durumsal normlar, kitle içerisinde bazı bireylerin daha öne çıkması ve bu bireylerin davranışlarının daha görünür hale gelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu kişilerin eylemleri hem içeriden hem dışarıdan norm gibi görünmeye başlar, normatif olmayan eylemlere yönelik bir baskı olur ve davranışlar öne çıkan bu bireylerin davranışları tarafından belirlenen normlar tarafından düzenlenir.
Öne çıkan bireylerin sözleri ve eylemleri, daha sonra, durumu tanımlamak ve uygun eylemleri belirlemek için bir araç olarak ele alınan potansiyel normlar sunmaktadır. Daha fazla insan onları takip ettikçe, normlar daha yerleşik ve diğerleri için daha etkili hale gelir. Norm oluşum süreci kitle içerisindeki iletişimi içerir ve kişilerin duygu ve davranışları için sınırlar belirler. Haliyle kuram, kitlenin patolojikliği kadar bulaşma etkisine de itiraz etmekte ve yeni bir yaklaşım öne sürmektedir. Duygu, düşünce ve davranışlar kitle içerisinde sınırsız ve kuralsız bir şekilde bulaşmamaktadır; duruma özgü ortaya çıkan normların -ve dolaylı olarak beliren kimliğin- izin verdiği ölçüde ve şekilde paylaşılmaktadır. Yenilikçi birtakım bakış açıları sunmuş olsa da beliren norm kuramı (Turner ve Killian, 1972, 1987) gerek çağdaşı bazı eleştirel yaklaşımlar tarafından gerekse sonrasında “büyük resmi” görmedeki başarısızlığı sebebiyle eleştirilmiştir. Reicher’a (1984) göre Turner ve Killian, beliren normun doğuşunu öne çıkan birkaç kişinin eylemleri ile ilişkilendirmesi hasebiyle Allport’un aşırı bireyselciliğinin iyi niyetli ancak elitist bir yorumundan öteye geçememiş; kitle davranışını kitleyi oluşturan tüm bireylerin kişilikleri ile değil de baskın birkaç kişinin kişilik özellikleri ile açıklamışlardır.
Sosyal Kimlik Kuramı
Tajfel ve Turner’ın (1978, 1979) Sosyal Kimlik Kuramı (SKK), uzun yıllardır grup ve gruplararası davranışı bireysel ve kişilerarası süreçlerle açıklamaya çalışan dönemin Kuzey Amerikalı anaakım sosyal psikolojisine tepki olarak ortaya çıkmış bir gruplararası ilişkiler kuramıdır. Sosyal kimlik, Tajfel (1978) tarafından “kişinin, grup üyeliğine duygusal bir önem ve değer atfının eşlik ettiği belirli bir sosyal gruba ait olmanın bilgisi” olarak tanımlanmıştır.
Literatürde sıkça dile getirilen ünlü deyişle, genel olarak sosyal psikoloji, grubun içerisindeki bireye, SKK ise bireyin zihnindeki gruba odaklanmaktadır (Kayaloğlu, 2003).
Sosyal kimlik yaklaşımının temelini grup üyeliklerinin benlik tanımlamasına çok önemli katkılar yaptığı varsayımı oluşturmaktadır. İnsanlar kendilerini yalnızca kendilerine özgü kişisel özellikler ve kişilerarası ilişkilerle (“ben”) değil, aynı zamanda kendilerini ait hissettikleri kolektif özelliklerle de (“biz”) tanımlarlar. Bu ayrımın ilk kısmı kişisel kimliği ve benliği temsil ederken, ikinci kısım sosyal kimliği ve kolektif benliği yansıtmaktadır (Brewer, 1991; Brewer ve Gardner, 1996; Hogg ve Williams, 2000: Sedikides ve Brewer, 2001). Reicher (2001) ise SKK tarafından yapılan bu ayrıma katılmakla birlikte bu ayrımın bir yanlış anlaşılma doğurduğunu iddia etmektedir. Reicher’a göre bireyin sahip olduğu tüm benlikler sosyaldir, grupla ilişkilidir. Bireysel benlik için de kişi kendini diğerlerinden farklı özellikleriyle tanımlayabileceği bir referans noktasına; bir insan grubuna ihtiyaç duyar.
Grupların hiyerarşik yapı içerisindeki konumları hem gruplararası ilişkileri hem de grup-birey etkileşimini belirlemektedir. SKK, toplumu oluşturan sosyal grupların, güç ve statü bakımından farklılaştıklarına vurgu yapmaktadır. Ancak, toplumun bu hiyerarşik yapısı durağan ve değişmez bir yapı değildir. Tarihi, siyasi ve ekonomik birçok farklı değişimle birlikte zaman içerisinde bazı gruplar düşük sosyal statülerden yüksek sosyal statülere geçebilirken, yüksek statüdeki gruplar da avantajlı konumlarını kaybedebilmektedir. SKK’na göre kolektif eylemler ve kitle hareketleri gibi toplumun tamamını ilgilendiren grup davranışlarının anlaşılması ancak gruplararası hiyerarşik yapıyı yönlendiren makro- sosyal süreçlerin anlaşılmasıyla mümkündür (Hogg ve Abrams, 1988; Tajfel, 1978; Tajfel ve Turner, 1979).
SKK’na göre grup üyeleri olumlu bir benlik imajı oluşturabilmek adına kendi gruplarını diğer grupların üyelerinden daha üstün görme eğilimindedirler. Hiyerarşik olarak üst konumda olan gruplar, üyelerine olumlu benlik imajı için gerekli olan kaynağı sağlayabilirken, daha düşük statülü gruplar olumlu benlik imajı için gerekli kaynağı sağlamakta sıkıntılar yaşamaktadır. Bu durumda düşük statülü grubun üyeleri, çeşitli stratejiler kullanarak olumlu benlik imajı için kaynak sağlamaya çalışırlar (Hogg ve Abrams, 1988). Tajfel ve Turner (1979), bireylerin toplumun hiyerarşik yapısına dair öznel inanç sistemlerine sahip olduklarını belirtmektedir. Bu görüşe göre bireyler, mevcut toplumsal hiyerarşik yapıyı geçirgenlik (permeability), meşruluk (legitimacy) ve değişmezlik (stability) özelliklerine göre değerlendirmektedirler. Gruplar arasında geçişin mümkün olduğu hiyerarşik toplumsal yapılar geçirgen olarak tanımlanmaktadır. Var olan hiyerarşik toplumsal yapının adil bir biçimde oluşturulduğuna yönelik inanç, toplumsal yapının meşru olarak algılanmasına; hiyerarşik yapının meşru olmadığına yönelik inanç ise toplumsal yapının haksız algılanmasına sebep olmaktadır.
Hiyerarşik toplumsal yapının varlığını grupların konumu arasında herhangi bir değişme olmaksızın koruyacağına dair inanç ise toplumsal yapının değişmez olarak algılanmasına sebep olacaktır. Bu inançlara göre şekillenen toplumsal yapıya ilişkin öznel inanç sistemleri, bireyin toplumsal düzenin devamlılığını sağlamaya ya da değişmesine yönelik faaliyetlerde bulunmasına neden olmaktadır. SKK’na göre temel olarak iki farklı öznel inanç sistemi bulunmaktadır. Bunlar sosyal hareketlilik ve sosyal değişim inanç sistemleridir.
Bireylerin, gruplararası sınırları geçirgen, toplumsal sistemi değişmez ve meşru algıladıkları öznel inanç sistemi sosyal hareketlilik sistemidir. Bu inanç sisteminde birey, dezavantajlı statüdeki grubundan olumlu benlik imajı elde edemediği durumda, bireysel olarak konumunu değiştirmeyi hedeflemektedir. Bireye göre var olan hiyerarşik toplumsal sistem değişmez ve meşrudur ancak aynı zamanda bireyin kendi grubundan ayrılarak daha avantajlı bir konumdaki gruba geçmesine de olanak sağlamaktadır. Bu gibi durumlarda birey, kendi grubunu terk ederek avantajlı konumdaki grubun üyesi olmaya çalışarak olumlu benlik imajı edinmeyi hedeflemektedir (Tajfel, 1979; Hogg ve Abrams, 1988).
Toplumsal hiyerarşik yapı dezavantajlı konumdaki grubun üyelerinin avantajlı konumdaki gruba geçişine izin vermediği durumlarda sosyal değişim inancı oluşmaktadır. Bu inanç sisteminde bireyin, bireysel olarak daha avantajlı bir grubun üyesi olması mümkün olmadığı için olumlu bir benlik imajına ulaşabilmek için grubun konumunu bir bütün olarak yukarıya taşıması gerekmektedir. Bu durumda da toplumsal hiyerarşik yapının değişmezliğini ve meşruiyetini değerlendirmesi sonucunda iki farklı olası strateji ortaya çıkmaktadır. Birey var olan durumu değişmez ve meşru olarak algılıyorsa, duruma bilişsel bir alternatif üretememekte ve sosyal yaratıcılık stratejisine başvurmaktadır. Sosyal değişim inancı kapsamında gerçekleştirilebilecek ikinci strateji sosyal rekabettir. Bireyler var olan hiyerarşik toplumsal sistemin haksız ve değişebilir olduğuna inanıyorlarsa, var olan sisteme alternatif bir sistemin varlığını bilişsel olarak üretebilmektedirler. Bu bilişsel alternatifin üretilebilmesi sonucunda ise bireyler var olan toplumsal hiyerarşik sistemi değiştirerek kendi dezavantajlı konumlarına bir son vermek adına başta kitle hareketleri olmak üzere kolektif stratejiler kullanırlar.
Kitleye İlişkin Geliştirilmiş Sosyal Kimlik Modeli
Geleneksel görüşler karşısında güçlü konumuna rağmen SKK’nın da her kuram gibi eleştiriye açık ve zayıf yönleri vardır. Bu zayıflıkların üstesinden gelebilmek için Reicher ve arkadaşları Geliştirilmiş Sosyal Kimlik Modelini (Elaborated Social Identity Model - ESIM) öne sürmüşlerdir. SKK’da verili sosyal gerçekliğin ürünü olarak konumlandırılan benlik kategorileri, ESIM’de yeni sosyal gerçeklikleri üreten yapı ve süreçler olarak tanımlanmıştır. Yani, benlik kategorileri ve kimliğin, sosyal gerçekliğin dışında ve üzerinde yapılar olarak görülmesinden doğacak tehlikeleri bertaraf etmek ve kitle hareketleri ile kimliğin ve ilişkili sosyal gerçekliğin tekrar tekrar inşa edildiğini göstermek amaçlanmıştır (Drury ve Reicher, 2000).
Reicher (1984, 1987), 1980’de meydana gelen St. Paul direnişine ilişkin yaptığı araştırma ve analizlerde, sosyal kimlik ile uyumlu eylemlerin kitle üyeleri tarafından onaylanıp genele yayıldığı, uyumsuz olanların ise reddedilip aktif olarak durdurulduğunu göstermişti. Ancak Reicher (1996), ESIM’in temellerini öne sürdüğü “Westminster Savaşı” olarak anılan isyanlara ilişkin analizlerinde, St. Paul direnişine yönelik çalışmalarını ve SKK’yı eleştirir. Bu eleştirilerin temelini statik bir sosyal kimlik fikri oluşturmaktadır. Reicher’a (1996) göre, statik bir sosyal kimlik fikri, gruplararası ilişkilerin yalnızca bir aşamasına bakmaktan kaynaklanmaktadır. Bu eksik bakış, kategori değişimini yani üst sosyal kimliğin kitle hareketleri esnasında durumsal kimliğe dönüşümünü anlamanın önündeki temel engellerdendir. Bu engeli aşmanın yolu da gruplararası ilişkilerin gelişimi bağlamında grup içi süreçlere bakmaktan geçmektedir. Tıpkı Reicher’ın St. Paul İsyanı analizinde yaptığını kabul ettiği gibi, kitle davranışı ve kolektif eylemlere ilişkin yapılan araştırmalardaki en temel hatalardan birisi kitle veya eylem sürecindeki çatışmaya odaklanırken, o çatışmanın nasıl tırmandığı ve yayıldığının unutulmasıdır. Yaşananlar kitlenin yaşadıkları olarak ele alınırken, kitle psikolojisinde yaşananların çoğunlukla kitleler arası doğal bir ilişkinin sonucu değil, iki spesifik grup arasındaki tarihsel ve ideolojik çatışmanın bir sonucu olduğu unutulmaktadır.
Bazı ampirik çalışmalar, sosyal kimliği kolektif eyleme sebep olan önceden tanımlanmış ve verili yapılar olarak ele almaktadır. Ancak SKK, kolektif eylemlerin ve kitlenin sosyal ve psikolojik değişim gücü dışlandığında, eleştirdiği pek çok kuram gibi sosyal belirlenimci bir hâle gelir. ESIM bu tehlikenin üstesinden gelebilmek adına grup içindeki kimliğin gruplararası dinamiklerin bir fonksiyonu olarak nasıl gelişip değişebileceğini inceleyerek işe başlamaktadır. Reicher ve arkadaşları, eski zayıflıkların ve söz konusu risklerin üstesinden gelmek ve daha güçlü ve kapsayıcı bir kitle modeli oluşturmak adına, SKK’nın bazı temel kavramsal parçalarının gözden geçirilmesi ve derinlemesine incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bunlar sırası ile sosyal kimliğin (yeniden) tanımlanmasını, bağlamın (yeniden) tanımlanmasını ve kimlik, niyet ve sonuç arasındaki ilişkinin gözden geçirilmesini kapsamaktadır.
Sosyal kimliği, bu yeni, sosyal belirlenimcilikten uzak, süreç temelli anlayışa uygun hâle getirebilmek adına, öncelikle sosyal kimliklere bir tür atıflar listesi veya özellikler kataloğu gibi yaklaşan anlayışın bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle sosyal kimlik, bir kişinin sosyal ilişkiler ağı içerisindeki konumunun uygun ve meşru gördüğü eylemler seti içerisindeki pozisyonu olarak ele alınması gereken bir modeldir (Drury ve Reicher, 2000). Buradan hareketle sosyal kimlik, özellikler ve atıflardan çok eylemlere bağlı olarak anlaşılmalıdır. Bu yüzdendir ki değişime tâbi olan eylemler gibi, sosyal ilişkiler ve kimlikler de değişime tâbidir.
Bağlam kavramının (yeniden) tanımlanmasına geldiğimizde ise bağlam; kimliğin ve eylemin dışsal belirleyicisi olarak görülmemelidir. Daha ziyade ESIM herhangi bir grubun eylediği bağlamın, tamamen değilse de kısmen diğer gruplar tarafından oluşturulduğunu işaret etmektedir. Kitle hareketleri içerisinde bu durum sıklıkla gözlenebilmektedir. Bir grubun eylemleri ve anlayışı, grubun karşı karşıya olduğu diğer grubun eylemleri ve anlayışını çerçeveleyen sosyal gerçekliği oluşturur ve bu da ilk grup için bağlam demektir (Drury ve Reicher, 2000; Reicher, 1996). Sonuç olarak kategorizasyon ve bağlam arasındaki ilişki iki farklı ve ayrık fenomen arasındaki ilişki değildir. Daha ziyade kolektif nesnelerin tarihsel olarak gelişen etkileşimleridir ve bu şekilde analiz edildiği takdirde belirlenimcilik tehdidi aşılabilir.
Üçüncü ve son olarak kimlik, niyet ve sonuç arasındaki ilişki ele alındığında aslında sosyal kimlik geleneğinde bu konuda çok az şey söylenir ve kimlik süreçlerinin otomatik olarak örneklenen niyetleri yarattığı ima edilir (Drury ve Reicher, 2000). Kitle olaylarını gruplararası etkileşimler açısından analiz ederek, ESIM bu zinciri bozmaktadır. Bir grubun niyetleri ne olursa olsun, eylemleri diğer grup tarafından yeniden yorumlanabilir ve bu da beklenmedik şekillerde tepkiler göstererek orijinal grubun daha sonra eyleyeceği yeni bağlamları yaratır. Eylemler niyetli olabilir, ancak ayrışmış bir sosyal dünyada niyetler her zaman gerçekleşmez ve eylemlerin çoğu zaman niyetlenmeyen sonuçları vardır.
Sonuç olarak bu üç kavramsal gözden geçirme çerçevesinde ESIM sıklıkla kolektif eylemlerin sosyal ve psikolojik değişim gücüne odaklanmış, sosyal kimliklerin kitle olayları sırasında nasıl değiştiği konusunda da güzel örnekler sunmuş bir gelenektir.
Sosyal kimliği bir atıflar ve kategoriler listesi olarak tanımlamak yerine, sosyal ilişkiler ağı içerisindeki eylemler seti ile kendini gösteren bir “sosyal yer” olarak tanımlamak sosyal kimliğin değişimi ve psikolojik değişimi açıklamakta önümüzü açmaktadır. Bulundukları sosyal bölgenin getirdiği anlayış temelinde hareket eden kitle üyeleri kendilerini farklı bir sosyal bölgede bulabilirler ve bu doğrultuda hareket ederek kimliklerini dönüştürebilirler. Değişim temelde iç grup ile dış grup arasındaki bakış açısı asimetrisinden kaynaklanmaktadır (Drury ve Reicher, 1999, 2000; Drury, Reicher ve Stott, 2003; Reicher, 1996).Drury ve Reicher (2000, 2005) Britanya’da gerçekleşen ve “Yol İsyanları” ismi verilen çoklu kitlesel çevre protestolarına ilişkin çalışmalarında bu asimetriyi örneklendirmişlerdir. İsyanlara katılan öğrenciler, ilk başta kendilerini polis ile nötr ilişkiler içerisinde olan vatandaşlar olarak konumlandırırken, polisin onları güvenilmez bir grup protestocu olarak konumlandırması antagonisttik bir ilişki meydana getirmiştir. Asimetri olmazsa değişim de gerçekleşemez. Drury ve Reicher, kimlik değişiminin gruplararası dinamiklerine yönelik yaklaşımlarını şu şekilde özetlemektedir: Kitle üyeleri sosyal kimliğe göre hareket ederler, yani sosyal konumlarına yönelik anlayışları, sosyal konumlarının uygun gördüğü eylemlerle uyumlu sosyal ilişkiler ağı içerisinde temellenir.
Kitle olayları gruplararası karşılaşmalardır. Dış grup üyeleri, kitle üyelerinin kimlik ve eylemlerini, kitle üyelerinin kendi algıladıkları biçimden farklı şekillerde algılarlar.
Kitle üyelerinin kendilerini gördükleri sosyal konum ile dış grup üyelerinin kitle üyelerini gördükleri sosyal konum arasında asimetri olmasından; dış grubun (polisin) kitle üyeleri direniş gösterse dahi kendi anlayışlarını ortaya koyma gücü olması ve kitle meşru görmediği halde bu gücü uygulamayı meşru görmelerinden dolayı kitle üyelerinin sosyal konumu olaylar sürecinde değişecektir. Bu süreç çoğunlukla nötr kitle üyelerinin radikalleşmesi süreci şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla, müteakip etkileşimlere giren kolektiflerin niteliği ilkinden farklı olacaktır ve bu aşamaların analizinde bu iki grubun farklı olduğu dikkate alınmalıdır.
Drury ve arkadaşları, ESIM’in temel sayıltılarını eylemci ve polis karşılaşmalarına uyarlayarak özellikle bu spesifik gruplararası karşılaşmanın dinamikleri üzerine çalışmalar yaptılar. Drury ve Reicher’a (2000) göre, bazı polislerin eylemleri bir bütün olarak polis temsilini, bu da tüm sosyal güçlerin kitle üyelerindeki temsilini değiştirmektedir; ki bu da kimlik değişimi sürecinin altında yatan temellerdendir. Polis çoğu zaman bir bütün olarak sistemin bir temsilcisi olarak görülebilmektedir ve polisin eylemlerinin gayri-meşru görülmesi sistemi de gayri-meşru görmeye itecektir. Polisin varlığı ve gayri-meşru görülen eylemleri, çoğu zaman, kitle içerisindeki ortalama bireyleri politik olarak daha radikal bireyleri dinlemeye iten bir etmendir; ki bu süreç sonunda kitle genel olarak radikalleşme eğiliminde olacaktır. Bu anlamda, Drury ve arkadaşlarının (Drury ve Reicher, 1999, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003; Stott ve Drury, 1999) kitle eylemleri sırasında kimlik değişimine ve psikolojik değişime yönelik bulguları, azınlık etkisi ve grup polarizasyonu literatürü ile de yakından ilişkilidir. Polis kitlenin tamamına radikallere davrandığı gibi davrandığında, bu radikal eylemlerin meşru ve olağan görülebileceği yeni bir bağlam ve sosyal ilişki ağı yaratmaktadır. Polis çoğunluğun değil azınlığın beklentilerini ihlal etmiş olsaydı, böyle bir radikalleşme çok mümkün olmazdı. Böyle bir radikalleşme, eylemcinin kendisini daha farklı bir muhalif grupla özdeşleştirmesi anlamına gelebilmektedir. Kişinin sosyal ilişkiler ağını anlamlandırma biçimi ve kendini o ağ içerisinde konumlandırdığı yer değişir ve o eylemlerin muhalefet ettiği şeyin dışında daha geniş bir anlamda muhalif gruplara yakınlık hissedebilir. Böylece grup sınırlarını genişleterek çok daha kapsayıcı bir üst kimlik edinebilir. Grup sınırlarındaki bu değişiklik “güçlenme” kavramı ile ilişkilendirilmiştir, çünkü kişi artık çok daha fazla ve farklı gruplarla ortak bir kader hissi yaşayabilmektedir. Bu artan radikalleşme ve/veya grup sınırlarını büyütme süreci ve dayanışma ile protestocuların polise ve diğer yetkililere baş kaldırma gücünün arttı��ı da bulgulanmıştır (Drury ve Reicher, 1999; Stott ve Drury, 1999).
Bu eleştiriler ve anti-tezler ışığında düşünüldüğünde, kolektif kimliklerdeki dönüşümler daha pek çok boyutta analiz edilebilir. Ancak özellikle grup sınırları boyutunda yapılacak analizler, özellikle de güçlenme kavramı ile ilişkilendirildiğinde, kitle hareketleri literatürü için oldukça önemlidir. Kolektif benliğin tanımındaki daha büyük bir kapsayıcılık, dünyayı dönüştürme gücünü arttırır. Bu nedenle, örneğin, devrimci stratejilere ilişkin temel bir tartışma konusu işçi sınıfının içerdiği sınırların genişlemesidir (Cleaver, 1979). Bu bizi süreç ile ilgili şu soruya götürmektedir: Kolektif eylemlere katılmak, kolektif kimliğin sınırlarını nasıl değiştirebilir? Bazı yaklaşımlar içgrup ile polis gibi dışsal kuvvetlerin arasındaki ilişkinin önemini vurgulamaktadır (della Porta, 1998, 1999; Drury ve Reicher, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003). Bu doğrultuda ESIM’e göre kimlik, kişinin sosyal ilişkiler ağı içerisindeki konumuna yönelik anlayışı olarak tanımlandığından, bu tarz dışsal güçlerle girilen etkileşim kişinin o sosyal ilişkiler ağındaki konumunu değiştirecektir, hâliyle de kimlik değişimi mümkün olacaktır. Spesifik olarak ESIM, kolektif eylem olaylarında değişimin gerçekleşmesi için gerekli olan iki kitle-polis etkileşimi özelliği öne sürmüştür.Birincisi, katılımcılar ve polis gibi dışgrup üyelerinin kategorik temsilleri arasında bir asimetrinin olması gerekmektedir. İkincisi ise, güç ilişkileri arasında bir asimetrinin gerekliliğidir. Buradaki kilit nokta, polisin, yalnızca katılımcıların kendilerini algıladıkları şekilden farklı olarak kitlenin sosyal konumunu algılaması değil, aynı zamanda uygulamada katılımcıları yeniden konumlandırabilmeleridir.
Sonuç olarak, güç ilişkileri ve kategorilerdeki asimetrinin iki önemli sonucu vardır. Bunlardan ilki polisin bakış açısının kendini doğrulayan kehanete dönüşmesidir. Grup, polise karşıt ve/veya radikal algılanıp o şekilde müdahale görürse, sonunda kendilerini polise karşıt ve radikal algılayıp o yönde eylemlerde bulunmaya başlayacaktır. İkincisi ise, özellikle polis kitle üyelerini radikal algılayıp müdahale ettiğinde, başlarda polisle karşı karşıya gelmeyi savunan radikal grupların söyledikleri artık radikal algılanmayacak ve o kişiler kitle içerisinde diğerleri olarak görülmeyecektir. Böylece bu süreç, daha kapsayıcı ve daha politik bir benlik kategorizasyonu ile sonuçlanacaktır.
Sonuç
Gustave Le Bon’un pek çok sosyal bilimciye göre kitle kuramlarının başlangıcı sayılan Kitle: Popüler Zihin Üzerine Bir Çalışma isimli eserinin üzerinden 125 yıl geçti. Elbette bu 125 yılın önemli bir kısmı, kitle psikolojisi açısından boşluklarla geçti. Bu bir asırdan uzun sürede yalnızca neler yapıldığına değil, boşlukların kitle psikolojisine dair yaklaşımlar hakkında neler söylediğine de odaklanmaya çalıştım. Elbette bunu yaparken en önemli zorluklardan birisi, ele almayı planladığım yaklaşımların, politik psikolojinin iki önemli araştırma hattı olan kitle psikolojisi ve kolektif eylem literatürleri arasındaki muğlak sınırın ne tarafına düştüğünü kestirmekti. Bu anlamda neden bazı yaklaşımlara yer verirken bazılarına yer vermediğimi, kitle psikolojisi ve kolektif eylem literatürleri arasındaki kuramsal ve metodolojik farklar üzerinden açıklamanın önemli olduğuna inanıyorum.
Bu kadar tartışma yaratan kolektif eylemlerin ve kitle davranışının literatürde nasıl tanımlandığına baktığımızda çok farklı tanımlamalara rastlamak mümkündür. Bu tanımlamalar arasında bir konsensüs olmamakla birlikte literatürdeki tartışmalar kolektif eylemlerin tanımlanmasından çok sebeplerinin ve daha dar bir küme de olsa sonuçlarının neler olduğu üzerine yoğunlaşmaktadır.
Kolektif eylemler, insanların kendi gruplarının konumunu yükseltmek ve/veya ortak bir hedefe ulaşmak için grup olarak birlikte hareket etmeleri sonucu oluşan kitlesel eylemler olarak tanımlanmaktadır (Dowding, 2011).
Kolektif eylemler, sokak gösterilerinden grevlere, imza kampanyalarından boykotlara kadar çeşitlilik gösteren çok sayıda eylemi kapsamaktadır. Kitle psikolojisini ise özelleşmiş bir kolektif eylem biçimi olarak ele almak mümkündür. Kolektif eylemlerin daha geniş bir odağı varken kitle davranışı denildiğinde akla temel olarak protestolar ve isyanlar gelmektedir. Ayrıca önemli bir fark da kolektif eylem ile kitle davranışı literatürlerinin zamansal ve mekânsal odağıdır. Kitle davranışı literatürü, sıklıkla sokağı ve protestoların “o” anını yani şimdiyi ve dünü çalışmaktadır. Kolektif eylemler literatürü ise genellikle kişileri sokağa getiren etmenleri, propagandayı, daha tarihsel gruplararası ilişkileri yani sokağın öncesini çalışmaktadır. Bu farklılıklar neticesinde kitle araştırmaları ile kolektif eylem araştırmaları büyük ölçüde ayrı literatürler olarak kalmaya devam etmektedir. Bu iki ayrık ama benzer literatür arasında köprüler kurmanın iki literatürde de önemli boşlukları doldurabileceğini görmek için iki literatürün kuramsal ortaklıklarına bakmanın yeteceği kanısındayım. Nihayetinde kolektif eylemler literatürüyle dirsek temasını korusa da bu yazıda kitle hareketlerine yönelik tarihsel bir izlek sunmayı amaç edindim. Bu doğrultuda Le Bon’dan başlayarak, kitleye patolojik atıflar yapan yaklaşımları takiben sosyal kimlik yaklaşımını temel alan eleştirel görüşleri aktardım. Tüm bu tarihsel seyir kitle psikolojisi araştırmalarına yönelik görmezden gelişin noktalandığını gösterse de halen literatür tümüyle tartışmalı kalmayı sürdürmektedir.
0 notes
Text
HAN DUVARLARI
Han Duvarları, Faruk Nafiz Çamlıbel'in 1925 yılı Ocak ayında Türk yurdu dergisinde yayımlanmış şiiridir.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önde gelen klasiği olarak değerlendirilir. Bu şiir, Türk edebiyatında “Memleket Edebiyatı” denen bir akım başlattığı gibi, Faruk Nafiz’in sanatının da dönüm noktasını oluşturmuş; şair bu şiirden sonra “Han Duvarları” şairi olarak anıla gelmiştir.
Osmanzâde Hamdi Bey’e ithaf edilen şiir,140 dizeden oluşur. Mesnevi biçiminde 7+7=14'lük hece vezniyle yazılmıştır.Zengin teşbih ve kafiyelerle örülmüş.düzyazı tadında bir eserdir. Şairin memleket edebiyatı tarzında şiirlerini bir araya getirdiği, 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan kitabının ilk şiiri olan eser, kitaba adını vermiştir.
Han Duvarları, 1922 yılında soğuk bir Mart sabahında başlayan ve Ulukışla’dan Kayseri’ye ‘yaylı’ denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğu hikâye eder.Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atatan şair gerçekten de 1922 yılında Ulukışla’dan Kayseri’ye yolculuk yapmıştır. Kimi kaynaklara göre şiir, şairin bu yolculukta gördüklerinden esinlenerek yazılmıştır. Kimi kaynaklara göre ise 1925 yılında Güney Doğu illerine yaptığı geziyle alâkalı izlenimlerini aksettirmektedir.
Şiirin içinde dörtlükler halinde serpiştirilmiş ‘Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ adlı meçhul bir halk ozanının dörtlükleri önemli bir yer tutar. Şair, yolculuk sırasında kaldığı hanların duvarlarındaki dörtlükler yoluyla, kendinden bir süre önce savaştan dönerken aynı yolculuğu yapmış Şeyhoğlu’nun izini sürer. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tartışma konusudur. İç içe geçen iki şiir de “yol” temalıdır. Her iki şairin yolu aynı yerde kesişmiştir veya Faruk Nafiz duygularını böyle bir teknikle okuyucuya aktarmıştır.
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrıl��k!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
0 notes
Text
ULUS FACİASI: Başkentin göbeğine düşen iki uçak.
Ramazan ayının ilk günü, 1 Şubat 1963 öğleden sonrası Ankara’da her şey normal gidiyordu. O günlerde şehrin merkezi olan Ulus’ta insanlar, günlük hayatın telaşı içinde işlerini hallediyordu. Kısa bir süre sonra gerçekleşecek uçak kazası sonrası orada bulunan birçok kişinin hayatını kaybedeceği, kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.
Saatler 16.00’yı gösterdiğinde Middle East Airlines-Air Liban'a ait Vickers Viscount 745D tipi yolcu uçağı, Esenboğa Havalimanı’na iniş yapmak için hazırlanıyordu.
Tüm bunlar saat 16.00 civarında gerçekleşiyordu ve şiddetli bir patlama tüm Ankara'yı sardığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Gürültünün kaynağı Altındağ sırtları üzerinde çarpışan bu iki uçaktı.
Yolcu uçağı, 16.10’da eğitim uçuşu gerçekleştiren Douglas C-47 tipi Çubuk 28 askeri nakliye uçağıyla havada çarpıştı. Kazada askeri uçaktaki 3 asker, yolcu uçağındaki 3’ü mürettebat 11 kişi hayatını kaybetti. Asıl facia ise Ankara sokaklarında yaşanacaktı.
Havada çarpışan iki uçağın parçaları geniş bir alana yayıldı. Görgü tanıklarının deyimiyle Ulus o esnada ana baba günüydü. Ramazan ayının ilk günü ve aynı zamanda aybaşı olduğu için insanlar alışveriş yapıyor, bankaların önünde maaşlarını çekmek için bekliyordu. Her şey çok ani ve acımasızca gerçekleşti.
Yolcu uçağının parçaları ve yolcular Ulus’ta Anafartalar Caddesi civarına düşmüştü. Gazeteler olayı böyle duyurdu:
Yolcu uçağında bulunan yakıtın alev topuna dönüşmesi nedeniyle uçak parçalarının düşmesinin yanı sıra onlarca insan da yanarak hayatını kaybetti. Gazeteler ilk günlerde toplam ölü sayısını 68 olarak duyursa da takip eden günlerde bu sayı 120’ye kadar çıktı. Middle East Airlines’a ait yolcu uçağının 14 tonluk yakıt tankında yalnızca 1 ton yakıt kalmış olması daha da büyük bir faciayı önleyen faktörlerden biriydi.
Şehre sinen yanık kokusu ve uzun süre boyunca yükselen çığlıklar bugün bile olayın tanıklarının hafızasından çıkabilmiş değil. O gün Ankara tam bir kaos alanıydı. Kazanın oluşturduğu bomba etkisi Ulus’un farklı mahallelerine yayılmıştı. Şehirdeki 7 hastane alarma geçmişti. Çarpışma sonrası yolcu uçağında oluşan delik nedeniyle 2 kabin görevlisi ve ön kısımda oturan yolculardan bazıları uçaktan düşmüş, kabin görevlilerden birinin cesedi yakındaki apartmanlardan birinin balkonunda bulunmuştu. İstanbul Bankası’nın bulunduğu bina güvenlik nedeniyle demir parmaklıklarla kaplı olduğundan bina içindekiler kaçma fırsatı bulamadan gaz ve alevlerin etkisiyle hayatını kaybetmişti.
Olayın devamında Ankara’yı büyük bir matem kapladı. Şehirdeki tiyatro, sinema ve tüm eğlence yerleri günlerce kapalı kaldı. Radyolarda yalnızca klasik müzik çaldı.
Kazaya iki uçuş ekibinin de birtakım ihlalleri sebep olmuştu. Askeri eğitim uçağı, Etimesgut Askeri Havaalanı'ndan kalkış yaptıktan sonra Esenboğa Havalimanı’na konumunu bildirmemişti. Yolcu uçağı ise aletli uçuş kurallarına uyması gerekirken görerek uçuş protokolüne geçmişti ve yine bu durumu Esenboğa Havalimanı’ndaki kuleye bildirmemişti. Yapılan araştırmalar sonrası Middle East Airlines uçağının yüzde 80 oranında, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait uçağın ise yüzde 20 oranında kusurlu olduğu belirlendi.
Kaza kurbanlarının çoğu, Cebeci Asri Mezarlığında bulunan özel bir mezarlıkta yatmakta. Kazaya küçük yaşta şahit olmuş Ankaralılar için ise Ulus Faciası’nın hatıraları hâlâ taze.
Havacılıkta yapılan düzenlemeler, sistemler, hepsi bu gibi faciaların bir benzerini asla yaşamamak için. Umuyoruz ki yeniden yaşamayız.
0 notes
Link
İlham dolu tasarımlarına alıştığımız Prada, erkek koleksiyonu için 2012 Sonbahar-Kış kampanyasında film dünyasının güçlü aktörleriyle güz sezonuna adım atıyor!
Modelliğini Gary Oldman, Garrett Hedlund, Jamie Bell ve Willem Dafoe’un yaptığı reklam kampanyasında, militer ayrıntılar...
1 note
·
View note
Text
ABD İŞKENCELERİ
Ünlü film yıldızı Edward Norton'un başrolünü oynadığı "25. Saat (25th Hour) adlı film, geçtiğimiz yılın önemli Hollywood yapımlarından biriydi. Filmde, uyuşturucu ticareti yaptığı için 8 yıl hapis cezasına çarptırılan New Yorklu bir gencin, hapse girmeden önceki son 24 saati gösteriliyordu. Ve sözkonusu genç (Edward Norton) son 24 saatinin sonlarına doğru en yakın arkadaşından ilginç bir istekte bulunuyordu: "Beni öldüresiye döv! Yüzüm tanınmayacak hale gelsin!"
Bu garip isteğin amacı, hapishaneye olabildiğince "yüzüne bakılamayacak" şekilde girmekti. Çünkü diğer türlü, genç ve yakışıklı bir mahkumun, orada akıl almaz cinsel taciz ve tecavüzlere uğrayacağını biliyordu.
Bu filmi izleyen pek çok insan, gelecekle ilgili hayalleri yıkılmış olan genç dramına odaklandı. Ancak film, bize çok daha büyük bir dramı da anlatıyordu: Amerikan hapishanelerinde yaşanan korkunç olaylar.
Amerika'daki Ebu Gureybler
Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde yaşanan ve fotoğraflarla belgenen taciz ve işkenceler üzerine, ABD'nin kendi hapishanelerindeki feci tablo, bir kez daha gündeme geldi. Ebu Gureyb'teki gardiyanların bazılarının Amerika'daki mesleği de gardiyanlıktı. Yani yaptıkları, yabancı oldukları bir iş değildi. Acaba uyguladıkları taciz ve işkenceler de, Amerikan hapishanelerindeki ortamı, binlerce kilometre ötesine taşımaktan mı ibaretti?
Bu soru, son haftalarda Amerikan medyasında giderek daha fazla yankı bulmaya başladı. Ülkenin en saygın gazetelerinden New York Times'ın 18 Mayıs tarihli ve "Amerika'nın Karanlık yüzü" başlıklı başyazısında, Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde çekilmiş olan işkence fotoğraflarının, pekala Amerikan cezaevlerinde de çekilmiş olabileceği, çünkü orada da benzer uygulamaların hüküm sürdüğü anlatılıyordu. ABD'de her yıl yaklaşık 12 milyon mahkum bulunduğu ve bunların çoğunun oldukça feci bir hayat sürdüğü belirtilen makaleye göre, mahkumlar arası tecavüz çok yaygın ve öte yandan çoğu kez gardiyanların da dahil olduğu uyuştucu ticareti ayyuka çıkmış durumda. Human Rights Watch (İnsan Hakları Gözlemi) raporlarına göre, mahkumlar arasında "vahşi şiddet" olayları ve tecavüz yaşanırken, görevliler çoğu kez bunları umursamıyor. Sözkonusu tecavüz vakaları o kadar vahim bir hal almıştı durumdaki, Amerikan Kongresi, "Hapishane Tecavüzlerini Engelleme Kararı" (Prison Rape Elimination Act) yayınlayarak, Adalet Bakanlığı'ndan bu ciddi problem konusunda önlem almasını istemişti.
New York Times'ın ünlü köşeyazarlarından Bob Herbert ise, "Amerika'nın Ebu Gureybleri" adlı 31 Mayıs tarihli makalesinde aynı konuda şu yorumu yapıyordu:
"Çoğu Amerikalı Ebu Gureyb hapishanesindeki Iraklı tutuklulara yapılan sadistçe uygulamalar karşısında şoke oldu. Ama şaşırmamıza hiç gerek yok. ABD'deki hapishanelerdeki mahkumlara da aynı şekilde rahatsız edici şeyler yapılıyor."
Herbert yazısında ABD'nin Georgia eyaletindeki hapishanelerde 1990'Iı yıllarda yapıldığı tespit edilen bazı feci olayları da anlatıyordu. Gardiyanlar mahkumlara yönelik sistemli bir cinsel taciz ve aşağılama yürütmüşler ve bu da Güney ABD İnsan Hakları Merkezi (Southern Center for Human Rights) yöneticisi Stephen Bright tarafından detaylarıyla açıklanıp yargıya taşınmıştı. Herbert, sorunun kökendine yatan mentaliteyi de şöyle özetliyordu:
"ABD'de mahkumlara yapılan muamele hakkındaki mesaj yıllardır şu şekilde: Onlara istediğiniz gibi davranın, onlar sadece birer hayvan. Dolayısıyla Irak'taki tutuklulara yapılanlar da, sıradışı bir şey değildi. Onlara da hayvan muamelesi yapıldı ve bu kendi topraklarımızda mahkumlara yaptıklarımızın doğal bir mantıksal uzantısıydı."
İşkenceden Zevk Alan 'İnsan'
New York Times sütunlarına taşınan bu bilgiler, Irak'taki işkence skandalını farklı bir bakış açısından değerlendirmeyi gerektiriyor. Ebu Gureyb'teki işkencenin bir kaç "kendini bilmez" tarafından yapılan "münferit olay" mı, yoksa sistemli bir sorgulama tekniği mi olduğu tartışılmaya devam ediyor. Bu önemli tartışmanın yanında, bir de meselenin insani boyutu var. İşkence, askeri istihbarat uzmanlarınca emredilen bir sorgulama tekniği olsa bile, uygulayıcıların bu işi bu denli rahat, kaygısız ve hatta neşeli bir biçimde yürütmeleri, ortada bir ahlaki sorun olduğunu gösteriyor. Amerikan hapishanelerinde, Ebu Gureyb'te (ve elbette dünyanın daha pek çok yerinde) ortaya çıkan bir ahlaki sorun bu. Gücü eline geçirenlerin, elleri altındaki insanları "hayvan" olarak görmeleriyle ve onlara çektirdikleri acılar nedeniyle de hiç bir vicdani rahatsızlık duymamalarıyla ilgili bir sorun...
İşte Amerikalılar son günlerde bu sorunu tartışmaya başladılar. Amerikan vatandaşlarının ezici bir çoğunluğu da, işkence görüntüleri karşısında İslam dünyasındaki insanlar kadar şoke oldu ve tepki gösterdi. Şimdi ise, Amerikalılar, kendi toplumlarından nasıl olup da böylesine bir sadizmin türeyebildiğini tartışıyorlar.
"Mahkumlara Yapılan Taciz ve Amerikan Kültürünün Çürümesi"
Üstteki başlık, ABD'nin saygın düşünce kuruluşlarından biri olan muhafazakar Heritage Foundation'ın başkan yardımcısı Rebecca Hagelin'e ait. Hagelin Townhall dergisindeki makalesinde söze şöyle başlıyor:
"Tanıdığım her dürüst insan, Bağdat yakınlarındaki Ebu Gureyb cezaevindeki mahkumlara uygulanan kötü muameleye dehşet içinde tepki gösterdi... Ama Amerikalıların o meşum fotoğraflardaki barbarca davranışları göstermeye eğilimli olmalarına şaşırmalı mıyız?"
Hagelin, bu sorunun ardından ABD'deki porno endüstrisinin sadece internet üzerindeki bütçesinin 320 milyon dolara yaklaştığını belirterek şu yorumu yapıyor:
"Hiç bir mutlak değere dayanmayan, aklını seksle bozmuş ve her şeyi meşru gören kültürümüzle, Amerika kendisini uluslararası alanda küçük düşürmek için gerekli altyapıyı kurmuş durumda... Okullarda çocuklarımıza eşcinselliğin kabul edilebilir bir yaşam biçimi olduğunu söylüyoruz. Hıristiyanlığın ve Yahudi-Hıristiyan değerlerinin kamusal alandan silinmesine izin veriyoruz... Bunlar kendi kendilerine olmuyor."
Benzer yorumlarda bulunan bir diğer muhafazakar yazar ise Culture and Family Institute (Kültür ve Aile Enstitüsü) başkanı Robert Knight. Knight, "Irak Skandalı Amerikan Kültürü İçin Tam Bir 'Kusursuz Fırtına'dır" başlıklı makalesinde, Amerika'yı etkisi altına alan bazı kültürel akımların sonunda Irak'taki ölümcül tabloyu ortaya çıkardığı yorumunu yapıyor ve şöyle diyor:
"Müslüman radikaller, Amerikalıların çoğunun dürüst, kanunlara saygılı insanlar olduğunu ve kendilerine hiç bir zarar vermek istemediklerini bilmiyorlar. Radikaller Amerika'dan, biz iyi insanlar olduğumuz için değil, Amerika'nın kötülükleri sanki buradaki gerçeğin tümü gibi gösterildiği için nefret ediyorlar."
Knight, Ebu Gureyb'teki gardiyanlar için "acaba o askerler sado-mazohist ilişkilere girme ve bunu videoya çekme fikrini nereden aldılar" diye sorduktan sonra şu cevabı veriyor: "Basit: Internette binlerce eşcinsel site var ve bunlar sado-mazohist yayınlarla, hatta bu içerikte partilerin reklamlarıyla dolu."
Knight, Amerika'daki ahlaki dejenerasyonun düşünce temelini de, "On Emrin ve özgürlüklerimizin kaynağı olarak Tanrı'yı kabul eden tüm kamusal açıklamaların sistemli olarak reddedilmesi"nde görüyor. Ebu Gureyb'teki işkence skandalına karışan askerlerden birinin sonradan basına yaptığı açıklamada "içimdeki Hıristiyan bana bunun yanlış olduğunu söylüyordu" demesi, Knight'ın görüşünü destekliyor. Belki de sorun, o askerin içindeki vicdanın yeterince güçlü olmayışı...
Ahlak konusundaki tanımları biraz daha farklı olsa da, Ebu Gureyb'in temelde ahlaki bir sorun olduğunu liberaller de kabul ediyorlar. Los Angeles Times'ın liberal yazarlarından Robert Scheer, "Irak'taki Kötülük Yapanlar Biz Olduğumuzda" başlıklı yazısında, Başkan Bush'un teröristler hakkında kullandığı "kötülük yapanlar" kavramına atıfta bulunarak şu yorumu yapıyor:
"Kendi değerlerimizi kutlamadan önce kabul edelim ki, amaçların yöntemleri meşru kılacağı şeklindeki son derece tehlikeli fikri benimsediğimizde, biz de 'kötülük yapanlar' haline gelebiliriz."
0 notes
Text
Real Madrid Ada Kuruyor
2011 yılında Fly Emirates havayolu şirketi ile 5 yıllık sponsorluk anlaşması imzalayan Real Madrid, Birleşik Arap Emirlikleri ile olan ticari bağını daha da geliştirdi.
Real Madrid başkanı Fiorentino Perez, Real Madrid Resort Island adı verilen projenin lansmanında bir konuşma yaptı.
Real Madrid kulübü başkanı Florentino Perez, "Hedef, Real Madrid’te keyif alan milyonlarca vatandaşa dünyada tek olan bir tesis inşaetmek. Real Madrid ve futbola odaklanmış temalı parkı ile turistik bir tesis olacak. Burayı ziyaret eden, futbol tarihinin en iyi kulübünün bir parçası olacak. Bu, kulübün sonsuz olması için atılmış yeni bir adımdır" şeklinde konuştu.
Bernabeu Stadı'nda yapılan tanıtım törenine Real Madrid'li birçok futbolcu ve yönetici de katılırken Birleşik Arap Emirlikleri heyeti de törende hazır bulundu.
Real Madrid'in eski futbolcusu ve şu anda teknik ekipte görevli olan Zinedine Zidane ve forvet oyuncusu Karim Benzema...
Törende futbol takımının teknik direktörü Jose Mourinho da hazır bulundu.
2015 Nisan ayında açılması öngörülen, içinde 5 yıldızlı bir otel, 60 bungalov, Real Madrid müzesi, havuz ve cimnastik salonları, futbol sahası olacak "Real Madrid Resort Island" için yaklaşık 1 milyar dolarlık bir yatırım yapılacak.
Öte yandan İspanyol basınındaki bazı yorumlarda, geçtiğimiz yıl Abu Dabi’de spor okulu da açan Real Madrid’in Birleşik Arap Emirlikleri ile olan bu yakınlaşması, Barcelona’nın Katar ile sponsorluk anlaşmalarına bir karşılık olduğu savunuldu. "Real Madrid Resort İsland"ı yılda 1 milyon kişinin ziyaret etmesi beklenirken, İspanyol gazeteleri söz konusu projenin Real Madrid’e yıllık 25 milyon avro kazandıracağını iddia etti.
Real Madrid, dünyada en fazla gelir sağlayan kulüpler arasında son 7 yıldır ilk sırada bulunuyor.
İşte dev proje ..
0 notes
Text
Sabri Sarıoğlu !
Kulüp Kariyeri
PAF Ligi'nde çıkardığı başarılı maçların ardından ilk kez 2002-2003 sezonunda, 4 Mayıs 2003 tarihinde oynanan ve Galatasaray'ın 1-1 berabere kaldığı Trabzonspor maçı ile A Takım kadrosuna giren Sabri, 2003-2004'de dönemin Galatasaray Profesyonel Futbol Takımı teknik direktörü Fatih Terim tarafından A Takım'a kalıcı olarak dahil edilmiştir. 2008-2009 sezonundaki Bordeaux maçının son dakikasında attığı golle takımının UEFA Avrupa Liginde bir üst tura çıkmasını sağlamıştır. Galatasaray’daki forma numarası olan 55 ise memleketi Samsun'u temsil etmektedir. 2011-2012 sezonunda kaptanlığa yükselmiştir.
Milli Takım Kariyeri
Sabri, bugüne dek Milli Takımların Türkiye U-15 kategorisinden başlamak üzere tüm kademelerinde forma giymiştir. Toplam 142 kez milli takımlara çağrılırken, 2006 yılından beri 41 kez de A Milli formayı giymiştir. Asıl mevki olan sağ açığın yanı sıra sağ bek olarak da oynayabilmektedir. Milli Takım'da halen sağ bek olarak görev yapmaktadır.
Ha bu arada şut ...
0 notes
Photo
Perfect .! Boston is more than competitive coeds and schoolbook history. Today’s Travel section is walking off the tourist’s trail for a 3-day weekend in Beantown.
Photos by Derek Kouyournjian for The Daily
29 notes
·
View notes
Photo
Recreation time for the seminarists at St. Ignatius Loyala shrine at Azpeitia, Gipuzkoa (Guipúzcoa) in Spain, 1955.
1K notes
·
View notes