#Daha Ne Olsun babil
Explore tagged Tumblr posts
ceviri-translation · 4 years ago
Text
Toni Morisson’un 1993 tarihli Nobel Konuşması
Teşekkürler.
İsveç akademisine en içten teşekkürlerimle.
Ve hepinize bu içten kabul için teşekkürler…
Kurmaca benim için hiçbir zaman eğlence olmadı. Yetişkin hayatım boyunca yaptığım bir iş oldu. İnanıyorum ki bilgiye erişim, muhafaza ve özümseme şekillerimizden biri kurmaca aracılığıyladır. Bu sebeple konuşmama, hepimizin hatırladığı üzere çocukluğumuzun ilk cümlesi olan, ‘’bir zamanlar’’ ile başlıyor olmamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.
<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Körmüş fakat bilgeymiş.>> Yaşlı bir adam mıydı yoksa? Guru belki de, yahut yerinde duramayan çocukları sakinleştiren bir griot da olabilir. Bu hikayeyi, ya da bunun birebir aynısını, çeşitli kültürlerin anlatılarında duydum.
<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Kör. Bilge.>>
Benim bildiğim versiyonda bu kadın kölelerin kızı, siyahi, Amerikalı ve kasabanın dışındaki küçük bir evde tek başına yaşıyor. Bilgeliğinin namı şüphesiz ve emsalsiz. Halkının içinde bu kadın hem kanun, hem de kanun ihlali. Gördüğü hürmet ve uyandırdığı saygı kendi muhitinin ötesindeki uzak diyarlara, taşra kahinlerinin zekasını alay konusu edinen şehirlere uzanmakta.
Günlerden bir gün kadın, durugörüsünü yalanlamaya ve foyasını ortaya çıkarmaya kararlı bir grup genç tarafından ziyaret edilir. Planları basittir: Eve girerler ve cevabı salt olarak kadının onlardan farkına dayanan soruyu sorarlar. Epey mühim bir sakatlık olarak gördükleri bir ayrım: Kadının körlüğü. Kadının önünde dikilirler ve içlerinden biri şöyle der: <<Elimde bir kuş tutuyorum, ihtiyar. Söyle bakalım ölü mü diri mi?>>
Kadın cevap vermez. Soruyu tekrar eder. <<Elimdeki kuş ölü mü diri mi?>>
Kadın hala cevap vermemektedir. Kördür, ellerinde ne olduğunu bir kenara koyun, misafirlerini dahi göremez. Çocukların ne renklerini, ne cinsiyetlerini ne de memleketlerini bilir. Tek bildiği şey çocukların niyetidir. Yaşlı kadının sessizliği iyiden iyiye uzamıştır. Gençler gülmelerini bastırmakta zorlanır.
Nihayet kadın konuşur, sesi yumuşaksa da amansızdır. <<Bilmiyorum.>> der. <<Elindeki kuşun ölü mü diri mi olduğunu bilmiyorum ama bildiğim tek şey senin elinde olduğu. Bu senin elinde. >>
Kadının cevabı çeşitli anlamlarda ele alınabilir: Eğer kuş ölüyse, ya o halde buldun ya da öldürdün. Canlıysa, hala öldürebilirsin. Kuşun yaşayıp yaşamayacağı sana kalmış. Durum her neyse, senin sorumluğunda.
Güç gösterisinde bulundukları ve kadının çaresizliğini teşhir ettikleri için genç ziyaretçiler kınanmıştır. Yalnızca alay etme eylemi için değil, kendi emellerine ulaşmak üzere feda ettikleri bir parça can için de sorumlu oldukları söylenmiştir. Yaşlı kadın, dikkatleri gücün beyanından, beyanı icra eden saza kaydırmıştır.
Eldeki kuşun kendi kırılgan bedeni dışında neye işaret ettiğine dair yorumlar bana daima ilgi çekici gelmiştir. Şu ana kadar ve özellikle de şimdilerde, yaptığım iş üzerinde kafa yormak beni bu salona getirdi. Dolayısıyla kuşu dil, kadını da deneyimli bir yazar olarak okumayı seçiyorum. Kadın, kendisine doğuşta bahşedilmiş, paletiyle resmettiği dile el sürüldüğü, o dil başkalarının hizmetine girdiği için ve hatta bazı haince amaçlar doğrultusunda kendisinden alıkoyulduğu için endişeli. Bir yazar olarak dili, yer yer bir sistem, yer yer ise kişinin üzerinde kontrolünün olduğu canlı bir şey olarak düşünüyor. Ama çoğu zaman bir faillik olarak. En çok da sonuçları olan bir eylem olarak. Dolayısıyla çocukların kendisine getirdiği soru <<Ölü mü diri mi?>> gerçekdışı değil, zira kadın dili, ölüme ve silinip gitmeye karşı savunmasız; ve kuşkusuz, iradenin safi gayretiyle tehlikeye atılabilir ya da kurtarılabilir bir şey olarak düşünüyor. Ziyaretçilerinin elindeki kuş ölüyse, cesetten muhafızların sorumlu olduğuna inanıyor. Kadına göre ölü bir dil, sadece ne konuşanı ne de yazanı artık bulunmayan bir şey değil. Aynı zamanda kendi tutukluğuna hayranlık duyan, inatçı bir dil içeriğine de denk düşüyor. Kanaate varan devletçi bir dil gibi. Sansürlenmiş ve sansürleyici. Polislik faaliyetlerinde gaddardır. Kendi narkotik narsisizminin serbestiyetini, şahsi egemenlik ve ayrıcalığını sağlamak dışında hiçbir arzusu ya da amacı yoktur. Ne kadar can çekişiyor olsa da, etkisiz de değildir. Çünkü aktif bir şekilde zihni eritir, vicdanı oyalar ve insan potansiyelini bastırır. Sorgulanmaya açık değildir. Ne yeni bir fikir üretebilir ne buna tahammül edebilir. Öteki düşüncelere biçim veremez. Başka hikayeler anlatamaz. Kafa karıştıran sessizlikleri dolduramaz. Cehaleti onaylamak ve ayrıcalığı korumak için işlenmiş resmi dil, şövalyenin uzun zaman önce terk ettiği bir kabuk misali, etkileyici bir parıltıyla cilalanmış bir zırhtır. Böyledir işte: Budala, yağmacı ve duygusaldır.  Okul çocuklarında derin saygı uyandırır, zorbalara sığınak olur, halk içindeki istikrar ve uyuma dair sahte anılar biriktirir.
Kadın, bir dil kayıtsızlık, kullanılmama, ilgisizlik ve itibar gıyabından öldüğünde veya bir hükümle öldürüldüğünde yalnızca kendisinin değil, bütün kullanıcıların ve yaratıcıların bu ölümden sorumlu olduğuna kanaat etmiş durumda. Kadının topraklarındaki çocuklar dillerini dişleriyle koparmış ve sözsüzlüğün, sakatın ve sakatlayanın dilini konuşabilmek için anlamla boğuşan, kılavuzluk sağlayan ve sevgiyi ifade eden bir cihaz olarak yetişkinlerin topluca sırtını döndükleri dil yerine kurşunları kullanmaktadırlar. Öte yandan kadın dil intiharının yalnızca çocukların seçeneği olmadığını biliyor. Devletin çocuksu büyükleri arasında da yaygın, yalnızca boyun eğenlere seslendikleri veya itaate zorladıkları için, tahliye edilmiş dillerinin insan içgüdüsünden geriye kalanlara hiçbir şekilde erişim imkanı sağlamadığı güç tüccarları arasında da yaygın. 
Dilin sistematik yağması, kullanıcılarının ince, karmaşık ve doğurgan özelliklerinden vazgeçip onun tehditkar ve boyun eğdiren özelliklerini yeğ tutma eğiliminden anlaşılır. Baskıcı dil şiddeti temsil etmekten fazlasını yapar, şiddetin kendisidir; dilin sınırlarını temsil etmekten fazlasını yapar, dili sınırlar. İster örtbas edilmiş devlet dili, akılsız medyanın sahte dili olsun. İster akademinin mağrur ama kireç tutmuş dili, ister bilimin emtia güdümlü dili olsun; etik anlayışı olmayan hukukun bedhah dili olsun yahut ırkçı yağmacılığını yazınsal yüzsüzlüğünün ardına gizleyerek, azınlıkları yabancılaştırmak üzere tasarlanmış dil olsun. Tamamı reddedilmeli, değiştirilmeli ve teşhir edilmelidir. Bu tip bir dil kan içen, zaafiyetleri midesine indiren, nihai sona ve sonu gelmiş akla doğru amansızca ilerleyerek, faşist botlarını saygınlık ve vatanseverlikten örülme uzun eteklerinin altında saklayan bir dildir. Cinsiyetçi dil, ırkçı dil, teistik dil- Tamamı, efendilerin polisçi dillerinin tipik birer örneğidir. Yeni bilgiye ve fikirlerin paylaşılmasına müsaade etmezler, edemezler.
Yaşlı kadın hiçbir doyumsuz diktatörün, çıkarcı fikir insanının, para yiyen politikacı ya da demagogun, hiçbir kolpa gazetecinin kendisi tarafından ikna edilemeyeceğinin bir hayli farkında. Vatandaşların silahlı ve tetikte olmaları için; alışveriş merkezlerinde, adliyelerde, postanelerde, oyun alanlarında, yatak odalarında ve bulvarlarda sürekli katledilmeleri ve katletmeleri için gaza getiren bir dil var ve hep olacak. Gereksiz ölümlere merhameti ve o ziyanı ört bas edecek anıtsallaştırıcı bir dil hep olacak.
Tecavüze, işkenceye ve suikaste teşvik eden diplomatik dillerin dahası var. Ağıza alınamaz, suça teşvik edici kelimeleriyle kadınları boğmak ve boğazlarını da pate yapılan kazlar gibi ambalajlamak üzere tasarlanmış, daha da baştan çıkarıcı, mutant bir dil şimdi de var, sonra da olacak. Araştırma kisvesi altında gözetlemenin dilinin; tarih ve siyasetin sesi bastırılmış milyonların azabını ifade edececekmiş gibi ölçüp biçtiği dilin; yoksunları ve memnuniyetsizleri kendi komşularını aşağılama heyecanına gark etsin diye süslenip püslenmiş, yaratıcı insanları bayağılık ve umutsuzluktan yapılma kafeslere tıkmak için işlenmiş, kibirli, sözde empirik dillerin de aynı şekilde arkası gelmeye devam edecek.
Her ne kadar kıpır kıpır ve baştan çıkarıcı olsa da, bütün bu dilbazlığının, cazibenin, alimane birlikteliklerinin ardında böylesi bir dilin kalbi zayıf düşmüştür. Kuş çoktan öldüyse, belki de hiç atmıyordur bile. 
Kadın, herhangi bir disiplinin fikirsel tarihi, can ve zaman kaybında ayak diremeseydi, gerekli tahakkümün temsilleri ve gerekçelendirilmelerine, hem dışarıda bırakan hem de bırakılanın algılarına ket vuran, ölümcül, dışlama söylemlerine sığdırılmaya çalışılmasaydı nasıl olurdu diye düşündü.
Babil Kulesi hikayesinin arkasındaki alışılagelmiş öğreti, yıkılmasının bir talihsizlik olduğu yönündedir. Dikkat dağıtıcılığı ve kulenin sıkıntılı mimarisinden patır patır dökülen bir yığın dilin ağırlığı hakkındadır. Yekpare bir dil binanın yapımını hızlandırabilirdi ve cennete ulaşılabilinirdi tabii. Kimin cennetine, diye düşer kadının aklına. Nasıl bir cennet? Belki de cennetin edinimi biraz zamansızcaydı. Hiç kimse diğer dilleri, anlatıları, görüşleri kavramaya zahmet etmeyecekse biraz da aceleci sayılabilir. Etselerdi, hayal ettikleri cennet ayaklarının dibinde bulunurdu. Karmaşık, talepkar… Evet… Fakat cennetin hayat olduğu bir görüş bu. Yaşam sonrası cennetin değil.
Kadın genç ziyaretçilerini, dilin var olmak üzere hayatta kalmaya zorlanması gerektiği intibasıyla bırakmak istemez. Bir dilin canlılığı o dili konuşanların, o dilde okuyan ve yazan kişilerin gerçekçi, hayali ve muhtemel hayatlarını resmetmekteki kabiliyetinde yatar. Verdiği zevk kimi zaman deneyimi yerinden etse de, onun yerini alamaz. Anlamın uzanabileceği yere doğru bir kavis çizer. Birleşik Devletler’in başkanı, ülkesinin dönüştüğü mezarlığı düşünüp, <<Dünya, burada söylediğimiz şeylerin çok azını dikkate alacak, çok azını hatırlayacak. Fakat burada yapılanları asla unutmayacaktır.>>  dediğinde, sade kelimeleri, hayat verici özellikleriyle insanın canına can katıyor. Çünkü dehşet verici bir ırk savaşındaki 600.000 ölü askerin gerçekliğini içermekten imtina ediyor. 
Anıtsallaştırmayı reddeden, bir "son söz" ya da "özetleme"den dem vurmayan, "yüceltme ve küçültme konusundaki zayıf güçlerini" kabul eden kelimeleri, yasını tuttuğu hayatın ele geçirilemezliğine dair bir saygıya işaret ediyor.
Kadını harekete geçiren şey hürmet, dilin bir kalemde hayata uygun yaşayamayacağının onaylanması. Yaşamamalı da. Dil hiçbir şekilde köleliği, soykırımı, savaşı tam olarak açıklamaz. Bunu gerçekleştirebilsin diye kibire arzu duymamalı da. Dilin kuvveti, verdiği mutluluk tanımlanamaz şeylerin ötesine uzanmasından gelir. İster ihtişamlı ister cılız olsun, oyuklar açsın, infilak etsin yahut kutsamayı reddetsin. İster gürültülü kahkahalar atsın yahut alfabesiz bir feryat olsun, uygun söz, seçilmiş sessizlik, kendi haline bırakılmış dil bilgiye doğru akın akın gider, yıkımına değil. Öte yandan, kim sorgulayıcı olduğu için yasaklanan, eleştirel diye kötülenen, değişime ön ayak oluyor diye silinen bir edebi eser duymamıştır ki? Kaçımız kendi topuğuna sıkan dilin düşüncesiyle öfkelenmemişizdir? Okullardaki kelime egzersizleri son derece olağanüstü diye, düşünüyor kadın, çünkü üreticiler. Hiç kimselere benzemediğimiz zamanlardaki farklılıklarımızı, insani farklılıklarımızı güvenceye alan anlamlar türetiyorlar. 
Ölüp gideceğiz. Hayatın anlamı bu olabilir. Bir yandan da dili icra ediyoruz. Hayatlarımızın ölçüsü de bu olabilir.
<<Bir zamanlar…>> ziyaretçiler yaşlı kadına bir soru sorarlar. Kimdir bu çocuklar? Bu karşılaşmaya ne anlam verdiler? Kadının son sözlerinde duydukları şey neydi? <<Kuş senin elinde.>> Bir ihtimale işaret eden bir cümle mi yoksa kapının sürgüsünü çeken türden mi? Belki de çocukların duyduğu şey, <<Benim sorunum değil. Neticede ben yaşlıyım, kadınım, siyahım ve körüm. Şu an sahip olduğum bilgelik ise sana yardım edemeyeceğimi bilmemde yatıyor. Dilin geleceği size ait.>>
Çocuklar orada dikilmekte. Ellerinde hiçbir şey olmadığını varsayın? Varsayalım ziyaretin sebebi küçük bir üçkağıt. Daha önce hiç tecrübe etmedikleri şekilde ciddiye alınsınlar, kendileriyle konuşulsun diye yaptıkları bir numara. Boğucu söylemlerin kendileri hakkında, kendileri için fakat hiçbir zaman kendilerine yönelik olmadığı yetişkinler dünyasını ihlal etmek, araya girmek için bir şans belki? Aciliyet gerektiren sorular söz konusu burada. Kendi sordukları da dahil. <<Elimde tuttuğum kuş ölü mü diri mi?>> Belki de bu soru şu anlama geliyordur: <<Birisi bize hayatın ne olduğunu, ölümün ne olduğunu anlatabilir mi?>> Hiçbir numara yok, şapşallık yok. Bilge birinin dikkatine değecek, son derece direkt bir soru. Eski bir soru. Eğer hayatı yaşayıp ölümle yüzleşen yaşlı bilge bunu tarif edemeyecekse, kim edebilir ki?
Fakat tarif etmiyor kadın; sırrını, özgüvenini, bilgece sözlerini, sanatını vaat etmeden kendisine saklıyor. Mesafesini koruyor ve bu mesafeyi zorla kabul ettirip,  ayrıcalıklı, sofistike alanındaki garipliğine geri dönüyor. Kadının feragat beyanını hiçbir şey, tek bir kelime dahi izlemiyor. Sessizlik derin. Söylediği sözlerdeki mevcut anlamdan çok daha derin. Bu sessizlik titriyor ve çocuklar da, sinir olmuş bir şekilde, bu sessizliği oracıkta icat ettikleri dille dolduruyorlar. 
<<Söyleyeceğin bir şey yok mu?>> diye soruyorlar kadına. <<Senin fiyaskolarını ortaya dökmemize yardım edecek tek kelamın yok mu? Bize az evvel verdiğin, dersle zerre alakası olmayan ders üzerinden olabilir. Zira biz ne söylediğin kadar ne yaptığınla da yakından ilgileniyoruz. Cömertlik ve bilgelik arasına diktiğin bariyerle de öyle. Elimizde, ölü ya da diri, bir kuş yok. Sadece sen varsın ve sana sorduğumuz mühim soru. Elimizdeki hiçbir şey aklına getirmeye, üzerinde kafa patlatmaya tahammül edemediğin bir şey mi yoksa? Genç olmayı, dilin anlamı olmayan sihir olduğu vakitleri hatırlamıyor musun? Dilinin döndüğü şeyin kastettiğin şey olamadığı zamanları? Hayal gücünün gözle seçilemeyeni görmeye didindiği? Sorular ve taleplerin cevaplarının ışıl ışıl yandığı ve senin bilememenin öfkesiyle zangırdadığın vakitleri? 
Sizin gibi daha önce savaşıp kaybeden kahramanların, elimize hayal ettiğinizden öte bir şey bırakmayan savaşıyla mı başlayalım? Cevabın ustaca düşünülmüş ama ustalığı bizi utandırıyor, seni de utandırmalı. Cevabın kendi tebrikâtında utanmazca. Elimizde hiçbir şey yok diyelim, bu cevap hiçbir anlama gelmeyen bir dizi diyalogundan fazlası değil.
Neden bize ulaşmadın, yumuşak parmaklarınla dokunmadın? Bu kısa açıklamayı, hisseyi, bizi tanıyana kadar niçin bekletmedin? Küçük numaramızı, modus operandi’mizi öylesine hor gördün ki, dikkatini çekmek için nasıl da afalladığımızı gözünden mi kaçırdın? Genciz, körpeyiz. Kısacık hayatlarımız boyunca tek duyduğumuz şey sorumluluk sahibi olmamız gerektiği. Ne anlama geliyor ki bu dünyanın dönüştüğü felakette? Şairin dediği gibi, "halihazırda çıplak olanın üstünü açmaya gerek yok."
 Mirasımız ayaklar altında. Senin yaşlı, boş bakan gözlerini devralıp, sadece gaddarlık, vasatlık görelim istiyorsun. Milliyet masalına tekrar tekrar inanacak kadar aptal olduğumuzu mu zannettin? Biz senin geçmişinin zehri içinde belimize kadar batmışken, ne cüretle vazifeden bahsedersin?
Bizi ve elimizde tutmadığımız kuşu değersizleştiriyorsun. Hayatlarımızın hiçbir bağlamı yok mu? Daha güçlü bir şekilde başlamamıza yardım edecek herhangi bir şarkı, eser, bol vitaminli şiir, tecrübeye dayalı bir mazi anlatısı paylaşamaz mısın? Sen bir yetişkinsin. Yaşlı olan, bilge olan sensin. Yüzünü aklamayı düşünme. Bizim hayatlarımızı düşün, bu ayrıntılarla bezenmiş dünyadan bahset. Bir hikaye anlat. Anlatı radikaldir. Yaratıldığı noktada bizi yaratır. Elinin yettiğinin ötesine düşerse seni suçlamayız. Eğer kelimelerini sevgi ateşlerse, sözcüklerin alevler içinde yanar gider. Geriye yanıklarından başka bir şey kalmaz. Aynı şekilde kelimelerin, bir cerrahın ellerinin suskunluğuyla, sadece kanın attığı yerlere dikiş atarsa öyle.
Bunu tek seferde, hakkını vererek yapamayacağının farkındayız. Tutku asla yeterli değil, yetenek de aynı şekilde. Yine de dene. Hem bizim hem kendi hatırın için dene, sokaklardaki şanını unut. Karanlıkta ve aydınlıkta dünyanın senin için nasıl bir yer olduğunu anlat. Bize neye inanacağımızı, neyden korkacağımızı söyleme. Bize inancın geniş eteğini, korkunun düğümünü söken ilmiği göster. Sen, körlükle kutsanmış, yaşlı kadın. Sadece dilin muktedir olduğu şeyleri anlatabilen dili konuşabiliyorsun: Resimler olmadan görebiliyorsun. Sadece dil bizi ismi olmayan şeylerin ürkütücülüğünden gözetir. Sadece dilin kendisi tefekkürdür. Bize kadın olmanın ne demek olduğunu anlat ki, erkek olmanın ne olduğunu bilelim. Uçlarda neler hareket eder bilelim. Bu dünyada bir evinin olmaması ne demek bilelim. 
Bildiğinden uzağa sürüklenmek. Senin arkadaşlığına dayanamayan kasabaların bir köşesinde yaşamak. Bize Paskalya’da kıyılardan gerisin geri dönen gemileri anlat. Çayırda bırakılan plasentayı, bir vagon dolusu köleyi anlat. Kar yağışından daha sessiz nasıl şarkı söylediklerini. Yanlarındaki omzun küçük bir irkilmesinden, bir sonraki durağın sonuncusu olacağını nasıl da bildiklerini. Elleri kasıklarında nasıl da dua ettiklerini, sıcağı hayal edişlerini ve güneşi. Yüzlerini kaldırıyorlar, güneş oracıktaymış gibi. Kafalarını çeviriyorlar, oracıktaymış gibi. 
Bir handa dururlar. Sürücü ve arkadaşı ellerinde lambayla önden gider ve arkada vızır vızır çalışan köleleri karanlıkta bırakır. Atın silüeti toynaklarının altındaki karı, köleleri kıskandıran bir şekilde eritir. Hanın kapısı açılır. Işıkların arasından bir kız, bir de oğlan çıkar. Yataklı vagona çıkarlar. Şimdilik bir elinde lamba, diğerinde de bir testi elma şarabı varsa da, bu çocuk üç sene içinde çocuk bir silah taşımaya başlayacaktır. İçkiyi ağızdan ağıza paylaşırlar. Kız biraz parça et, ekmek ve biraz daha fazlasını sunar: Hizmet ettiği kişinin gözlerine kısa bir bakış. Erkeklere birer pay, kadınlara ikişer. Bir de bakış. Onlar da geri bakar. Bir sonraki durak, son durakları olacak. Bu değil ama. Bu sıcacık.
Çocuklar konuşmayı bitirdiğinde oda yeniden sessizleşmiştir. Ta ki kadın bu sessizliği bozuncaya dek:
<<Nihayet,>> diye girer lafa <<size güveniyorum. Kuşun ellerinizde olmadığına çünkü onu tam anlamıyla yakaladığınıza güveniyorum. Baksanıza. Beraber yaptığımız bu şey ne de güzel.>>
Çeviri: Ecem Efsun Üçkardeş
Son okuma: Ezgi Tok , Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Ezgi Tok tarafından seçilmiştir.
0 notes
architectsarchive · 5 years ago
Text
Bertolt Brecht
20. yüzyıl Alman şiirinin ve tiyatrosunun en önemli isimleri arasında kabul edilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan "epik tiyatro",[1] diğer bir ifadeyle "diyalektik tiyatro"’ fikrini geliştirdi ve eserleriyle sahneye koydu. Brecht, kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "komünist" olarak tanımlıyordu. [kaynak:vikipedi]
“Okumuş bir işçi soruyor”
Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor, yoksa krallar mı taşıdı kayaları?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim kurmuş Babil’ i her seferinde? Altın şehir Lima' nın, hangi evinde otururmuş acaba yapı işçileri?
Nereye gittiler dersin Çin Seddi' nin bittiği gece, duvarcılar?
Yüce Roma’ da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları diken? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Dillere destan olmuş koca Bizans’ ta, yok muydu saraylardan başka oturacak yer?
Atlantis’ te, o masallar diyarında bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı, bağırıp imdat istemişler, kölelerinden.
Genç İskender Hindistan' ı zaptetti! Bir başına mı?
Sezar, Galyalıları yendi! E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu, ondan başkası ağlamadı mı acaba?
Kitapların her sayfasında bir zafer. Ama pişiren kim zafer aşını? Her 10 yılda bir büyük adam. Ödeyen kim faturayı?
İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.
https://www.youtube.com/watch?v=DG-aAE-xdxM
3 notes · View notes
tardesdebolonha · 5 years ago
Text
Bertolt Brecht
Tumblr media
20. yüzyıl Alman şiirinin ve tiyatrosunun en önemli isimleri arasında kabul edilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan “epik tiyatro”,[1] diğer bir ifadeyle “diyalektik tiyatro"’ fikrini geliştirdi ve eserleriyle sahneye koydu. Brecht, kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "komünist” olarak tanımlıyordu. [kaynak:vikipedi]
“Okumuş bir işçi soruyor”
Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor, yoksa krallar mı taşıdı kayaları?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim kurmuş Babil’ i her seferinde? Altın şehir Lima’ nın, hangi evinde otururmuş acaba yapı işçileri?
Nereye gittiler dersin Çin Seddi’ nin bittiği gece, duvarcılar?
Yüce Roma’ da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları diken? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Dillere destan olmuş koca Bizans’ ta, yok muydu saraylardan başka oturacak yer?
Atlantis’ te, o masallar diyarında bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı, bağırıp imdat istemişler, kölelerinden.
Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti! Bir başına mı?
Sezar, Galyalıları yendi! E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu, ondan başkası ağlamadı mı acaba?
Kitapların her sayfasında bir zafer. Ama pişiren kim zafer aşını? Her 10 yılda bir büyük adam. Ödeyen kim faturayı?
İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.
https://www.youtube.com/watch?v=DG-aAE-xdxM
1 note · View note
kitapidea · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Daha Ne Olsun Kurt Vonnegut üniversite mezunu değildi. II. Dünya Savaşı sırasında Cornell Üniversitesi’nden ayrılıp savaşa gitti. Bulge Çarpışması’nda 106.
0 notes
belkidebirharfimben · 5 years ago
Text
Yalnız sana mı caiz spesifik?
Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Mehmet Okuyan, bir Caner Taslaman, bir Emre Dorman, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz, ama az buçuk mürekkep yalamış insanlarız. Kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziği, kimyayı, biyolojiyi vs.  görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor az-çok biliyoruz. Örneğin: Şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: "Hey, naber, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu. Anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, 'Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!' dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet. Bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak, ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum."
Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor. Sonra iş sahada olurluğu-olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.
"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
Sözgelimi: Bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Ne olsun mesela? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda köşedeki bayiden evinize bir dev ekran televizyon bırakılmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra olabilirliğin kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, yani iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.
Dolayısıyla bilimsel olan ne varsa böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.
Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi bir zamanlar. Ama o hayalleri bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için inanç oldu. İman oldu. Şahitlik oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin inancı olacak.
Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen veya belki umuma kabul ettirilebilecek kadar somut da ifade edilemeyen şeydir spesifik.
Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifiktir denilebilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin deneylerine şahit kılmadan size "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz bir tür spesifiklik içerir. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil gösterememiştir henüz. Hadi, sizin için spesifik olmasa da, dışarıdan bakan için bir parça spesifiktir.
Peki, spesifik bilgi, sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve bütün teoriler yalan değillerdir. İsbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Zaman birçoğunu sonradan doğrular.
Bazı teoriler vardır ki bir zan olarak ortaya atılışı ile isbatı arasına asırlar sığar. Yani demek istiyorum ki özetle: Her teori kolayca İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel bilgi başta bir parça spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.
Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta Bediüzzaman'ın 'umuma gösterememekten dolayı' beyanından çekindiğini ifade etmesidir: "Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum."
Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."
Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik(!) ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da eserlerinde verdiğini görüyoruz:
"Müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur'an'ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür."
Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki: Bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Kendisine saldırı olan bir dönemde talebelerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:
"(...) beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış."
Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Şunları yazmaktaki amacının kendisine veya talebelerine bir seçilmişlik yüklemek olmadığını vurguluyor: "Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır."
En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? el-Cevap: İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki salihlerin keşfine bakıyor üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo, Graham Bell, Edison veya bir başkası... Her bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani bir parça spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya öyle olduğunu kanaat getiriyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.
O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti. Kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu.
Peki şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:
"Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır."
Behey atanmamış müçtehid senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip, değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade edilmiyor:
"(...) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş."
"Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur'un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor."
"Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim."
"(...) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum."
Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayasın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:
"(...) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda 'en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!"
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 3 years ago
Text
Enis Batur / Şişedeki mektuba, şişede mektup gelirse arasıra, yeter
Tumblr media
1997 yılında Altın Portakal Şiir Ödülü'nü kazanan Enis Batur'un "Opera"sı üzerine Antalya'da, 23-24 Ekim günleri bir sempozyum düzenlendi. Yazar ve bilim adamlarının bildirileriyle katıldığı "Opera Odağında Enis Batur Şiiri" Sempozyumu nedeniyle Prof. Mustafa Durak'ın yazarla gerçekleştirdiği söyleşi...
Tahta Troya'da Ece Ayhan üzerine üretilen eleştirel metindeki çok metinlilik ile sözdizimindeki, genellikle saptanabilecek, çok düzlemlilik yani çizgisel olmayan bir söylem bakıma zihinsel yapında, anında birden fazla konuya sapma, belki, başka bir deyişle dikkat dağınıklığı, ama bulanık olmayan bir dikkat dağınıklığı bu- (bu yüzden zaman zaman dil karışıklığı - dil çokluğundan-, dağınıklığı bazılarınca savrukluğu, hatta dili kullanmayı bilmediğin noktasına vardırılan saçma yorumlara yol açabilen bir düzlemleşme bu) buluşuyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla da ürettiğin metinler, türü ne olursa olsun sendeki içkin,- makro planda, kendi biçemine uyuyor. Bir bakıma biçem kişinin kendisidir tanımına mı geliyorum, neyse, bu saptamalar ve konular üzerine ne dersin?
- Bilmiyorum büsbütün özel 'zihinsel çalışma' biçimleri var mıdır (olsa gerektir), ne olursa olsun çeşitli işleme biçimlerinin varlığından söz edilebilir sanıyorum. Benim zihnim, belki pek çok benzeri gibi, birbiriyle çelişen iki hareket tarzı tutturuyor genelde: Bir, merkeze yönelen, kendisini çekirdeğin etrafında deriştiren, yoğunlaştıran hareket var; bir de, merkezkaç kuvvetle çepere doğru savrulan karşı-hareket var. Bu zıtların birlikteliği yönlendiriyor zihnimi, gibi geliyor bana. Yoğunlaşmakta güçlük çekmiyorum, ola ki bundan,  parçalanmaktan ve dağılmaktan ürkmüyorum. Yazarken "eksen"i unutmam hiç, ona döneceğimi bilmek firarî hareketleri benimsememi kolaylaştırıyor. Tabiî, verdiğin örneği düşünecek olursak, metne ayrılan vakit de önemli: "Tahta Troya" topu topu 50 sayfalık bir metin, ama bir buçuk yılda, iyi-kötü her gün üzerinde çalışarak yazmıştım onu. Böyle olunca dağılmaya da, toplanmaya da zaman kalıyor.
Her şey, herkes, iki kutup arasına gerer trapezini
 e/babil yazıları'nda "kendi payıma, kimi eleştirmenlerin, kuramcıların zaten şairler, romancılar, öykü ya da deneme yazarları ölçüsünde yaratıcılık barındıran, kalıcı yapıtlar kurduklarına inanıyorum" diyorsun. İnanmak oldum olası sorguladığın bir kip. Tümden öznelleştirici bir kip. Sanırım bu belirlemedeki bakışın, deneyimlerin kendince öznelliğinin altını çizerken, kendi söylemindeki sorumluluk sınırını belirlerken yazma eylemine bakışını da sergiliyorsun ve pratiğinde gösterdiğin gibi hepsini iç içe sarmallıyorsun. İnanmak, bilmek, sanmak ve yapmak kiplerini iç içe geçirerek mi sorguluyorsun bilgisel ve gerçek dünyayı?
- Her şey, herkes, iki kutup arasına gerer trapezini. İman ve şüphe. Baktığım iç ve dış dünyayı tutmak, sarmalamak, onlara nüfuz etmek isterim. Öyle olduğunu sandığım anlar olur. Kısa sürer bu. Elimden sıvışıp gittiklerini görürüm. Yeniden başlarım. Hepimizde bir, birkaç Sisifos barınır. Zaman zaman, "iş"imizin bir tür boşinan ya da kanı oluşturmak olup olmadığını düşünürüm. Pek çok insan bu alıştırmayı yapar; yazma uğraşı bunu daha sık yapmaya sürüklüyor insanı.
Bilim adamı olsaydım, kesinlik arayışı beni herhalde yıkardı
"Kararsızlığı seviyorum", "sınırlılık kavramına takılıyorum" derken kimlik konusunda belirsiz görünürken galiba birden fazla olasılığı görebilmenin, birden fazla katta, katmanda birden varolabilmenin, belki şeffaflaşmanın acısını çekiyorsun, ne dersin?
- İşte burada, trapezin hangi kutbu ağır basıyor sorusu ortaya çıkıyor. Şüphe; içeri ve dışarı yönelik şüphe belirgin bir üstünlük gösterdiğinde her şey sık sık yer değiştirmeye başlıyor: İnsan vardığı eşiklerin, çizdiği sınırların, ördüğü duvarların belirsizliğini keşfediyor. Bilim adamı olsaydım, kesinlik arayışı beni herhalde yıkardı. Bilginlerde, bilimerlerinde inancın payının yüksek olmasını anlıyorum. Kişi şair, sanatçı olduğunda kesin gibi görünenin bile arkasına uzanmak için kıvranma eğilimi artıyor sanıyorum. Kendi kimliğiyle oynamasının, oyunu bir tür oyunbozanlık katına çıkarmasının ("çekip gitmekle iyi yaptın Rimbaud!"), kazanılacak bir şey olmadığını bilmesiyle ilgisi var bence.
Şiirin ne olduğunu biraz daha iyi biliyorum; Yaşam'ın ne olduğunu bilemiyorum
Aslında yanıtını bildiğimi sandığım bir soru (galiba soruları -yalnızca benimkiler değil, hep kendimizi bir halt sandığımızdan yanıtını bildiğimiz soruları seviyoruz). Sence şiir yaşamın neresinde duruyor?
-  Şiirin ne olduğunu biraz daha iyi biliyorum. Yaşam'ın ne olduğunu bilemiyorum buna karşılık. Her ne ise, Yaşam akıp giderken şiir onun dışında bir yerde olur, varolur. İnsan şiir kurarken bir de yaşayamaz. Sonra yaşama katılmaz mı şiir, katılır, her şey yaşama katılır zaten, ama tekrarlıyorum, şiirin varoluşu yaşamın biraz berisindedir. Okurken de biraz böyle değil mi durum: Şiir okurken, gerçekten şiir okuduğumuzda neredeyizdir?
Kendi yazımı, kitaplarımı birer 'konu' olarak gördüğümü saklayamam
Sen celladından, avcından, metinlerinin define avcısından nasıl bir bakış, nasıl bir duruş beklersin? Yani "Opera Odağında Enis Batur Şiiri Bildirişimleri"nden -bildirişim sözcüğünü Sami Karaören, sempozyum karşılığı önermişti- nasıl bir sonuç bekliyorsun?
- Epeydir kendi yazımı, kitaplarımı birer 'konu' olarak gördüğümü saklayacak değilim. Onlardan birini ya da birkaçını şüphesiz, kendi adımla, ama bir başkasıymışcasına akıl yürüterek yoklamak isterim. Nabokov'un "Yevgeni Onegin" çevirisi için yaptığı dev boyutlu bir çalışma ortaya koymak: Bu çekici tasarıyı erteliyorum durmadan. Cellâdım ya da avcım, böyle birinden, birilerinden ne beklerdim? Metinlerim arasındaki toplam bağlantıların kataloğunu çıkarmasını sözgelimi. Ya da "Doğu-Batı Divanı"nın bir bakıma yerlem envanterini: Şahıslar, zamanlar, mekânlar. Neden birini, öbürünü, diyebilirsiniz: O sonuçları bilmediğim, merak ettiğim için.
En çok acı veren, sahici hayata ayırmaya hak kazanabildiğimiz anların sınırı
Devingenliğin içinde bir kımıltısızlık, bir durağanlık içinde bir hareketlilik boyutlarını açıyorsun, yani ikiliklerin, karşıtlıkların sınırı ya da sınırsızlığını sorun ediyorsun. Bu da bir noktada sabit fikirli, bilgiç, dogmatik vb bakışlardan koruyacak senin ardında olduğun bilgeliğin, çok yönlü ele alabilmenin, irdeleyebilmenin, çok kentli, çok yerde olmanın, çok kültürlü olmanın getireceği zihinsel ve eylemsel hareketlilik içinde bir hareketsiz görünme bir hızın arkasındaki bulanık görüntünün ardındaki berrak olana ulaşmış, ulaşmaya çalışan bir hoşgörü ve onun içerdiği katlanana özgü katlanılmaz bir acı mı?
- Konu karmaşık, soru çapraşık, bana bütün bunları daha iyi anlayabilmek için vakitler gerek. Süreğen bir derinlik kazanma çabasından söz edebilirim yalnızca. Gündelik yaşama bir iki dublör sunma zorunluğu doğuruyor bu, yıldan yıla geçtikçe. Kişi, gerçek prizmasını ortalama bağlamının dışına çıkarak kullanabiliyor ancak: Yapayalnız kaldığında, yolcu çıktığında, "ev"ine çekilebildiği anlarda. Acıysa, en çok acı veren, sahici hayata ayırmaya hak kazanabildiğimiz anların sınırı. bereket, "asıl iş"im, kendimle birlikte oluşuma ayarlı ve pek çok kişiden fazla çalışıyor, çalışabiliyorum. Olanaklarım elverseydi, bugünkünden çok geri durmak, derinlik kazanmak isterdim.
Şişedeki mektuba, şişede mektup gelirse arasıra, yeter
Vasat şair, vasat ile usta yazar arasındaki ayrım sanki ölüm ile yaşamın ince sınırı gibi saydam görünüyor bana. Bu sınır, bu eşik kendini nasıl ele verir? Başkaca küçük adam niye küçüktür?
- Ayırmak, ölçülendirmek kolay değil böyle durumlarda. Bir keresinde, Ece, "yüreğine çengelli iğne ile tutturmak" gibisinden bir yaklaşım getirmişti. Dönüp dolaşıp, iman/şüphe ikilemine getiriyorum sözü: Küçük adam kendisinden kuşku duymuyor pek, kurcalamak istemiyor fazla, duygusundan düşüncesinden neredeyse emin oluyor. Bir de, toplumsal başarıyı gereğinden çok önemsiyor. En iyisi, müşteriyi hiç düşünmemektir. Şişedeki mektuba şişede mektup gelirse arasıra, yeter, yetmelidir. İnsan, genellikle, yaptığının kendisi kadar hiç kimseyi ilgilendirmeyeceğini bilir, kabul ederse yol alır, "vasat" eşiğinden atlayabilir.
Sahici "ilkel" de, sahici "uygar" da, yeryüzü ölçeğinde azınlık statüsünde
Hilmi Haşal ile konuşurken dünyanın, Lady Di'nin ölümüyle kocaman bir köye dönüştüğünü, zira benzer törenlerin ilkellerde de olduğunu söyledi. Ben, medyatik güce dönüşmüş paranın ilkel zevk bölgelerini okşadığını, dolayısıyla korkuya, ham biçimimize yönelttiğini ifade ettim karşılık olarak. Burada yine bir sınıra, ilkel/uygar sınırına dayanıyoruz. Sorum şu; sence uygar olmak yazılı kültür bilincinde olmak mı başkaca yüzümüze tutulmayan ilkellik/uygarlık aynası ya da şeffaf ve hissedilmeyen ortamlar var mı ya da geçişlerde hiçbir şey hissedilmeyen ama ancak yüze vuran ama ancak tanıyanlarca görülen bir ışık izi mi uygarlık?
- Sahici "ilkel" de, sahici "uygar" da, yeryüzü ölçeğinde azınlık statüsüne giriyor aslında. Biri neredeyse eldeğmemiş, bozuşmamış; öbürü olabildiğince kendini yontmuş, inceltmiş, korunmuş olan iki kategoriyi ayıracak olursak, Hayat'ı, döndüren ne yazık ki ortadakilerdir. İlkel olunamaz, doğulur. Uygar doğulmaz, olunabilirse olunur. Bütün bir iç ve dış program gerektirir uygar olma süreci, üstelik kesin bir "derecesi" yoktur. Işık, diyorsun ya, bana anlamlı görünen Karanlık ve Aydınlık gerçekte. Birine yaklaşan ötekini de seçebilir, tamıtamına göremese de. Bu açıdan, uygar'ın ilkel'le buluşma noktasını aramak can alıcı önem taşıyor. İnsan'ın, hayvan'dan ve bitki'den, su'dan ve taş'tan, toprak'tan ve ateş'ten öğrenmesi gereken bunca şey olmasının nedeni de bu, sanırım. Ne ki, bir daha söylüyorum, Hayat daha çok 'ortada' geçip gidiyor, bizi birinden ve öbüründen uzaklaştırıyor. Son iki yüzyıl, kaçacak yer bırakmadı insanoğluna, yitirilmiş cenneti sanatta ya da yazıda kovalamamıza yol açan biraz da budur.
Şiir, matematikten farklı bir uğraş değil
Seyrüsefer Defteri'nde "şiirini kurdukça, önünde oluşan düğümleri çöz(ümle)me uğraşı veren şair" olarak ifade ediyorsun kendini. Şu günlerde gerek Opera'nın devamıyla ilgili gerek başka şiirsel çalışmalar için teknik ya da kavramsal boyutta düğümlenmiş, çözmeye, açmaya çalıştığın nesneler neler?
- "Opera"nın ikinci cildinde de, tıpkı ilk ciltte olduğu gibi, en ciddî sorunum "mizansen" ile "iç ritm" arasında bir uzlaşma biçimi oluşturma konusunda doğuyor. Her bölümde kıvrandırıyor bu sorun. Lirik şiirler çerçevesinde, son yıllarda, söz-ses dengesinin yarattığı düğümler vaktimi alıyor: Karacoğlan, Petrarca, Gongora, Rönesans musikîsi ile didişiyorum. Şiir, gerçekten de matematikten farklı bir uğraş değil: Sorunu koyuyor, çözümü arıyorsunuz.
Divan şiirleri, bana Hayat'ı kuşatma konusunda açılımlar getirdi
Şiiri öyküye bulamak yaşamı algılayış biçiminden mi kaynaklanıyor?
- Divan şiirleri, bana Hayat'ı kuşatma konusunda açılımlar getirdi. Şiir ile öykünün alışverişi çok eski zamanlara dayanır, Homeros'tan bu yana anlatıyor şairler. Doğu'da da aynı eğilimle karşılaşırız. Şüphesiz, bugünün şairi, anlatı eğrileri konusunda dünün şairinden ayrılacaktır: Bizler sinemanın çocuklarıyız bir yandan. Öte yandan, radyo oyunları dinleyerek, çizgi-roman okuyarak yetiştik. Şiirin öyküye bulaşması açısından bütün bu verileri gözönünde tutmak gerekir.
Hem yatay ve dikey, hem de sarmal bir akışı vardır olayların, insanların
Seyrüsefer Defteri'nde şiirinle ilgili açıklamalara girişiyorsun ve giderek günceler çoğalıyor. Kesif, İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve geriye dönersek seni açıklama olarak ele alınabilecek Söz'lük kitapları bir kendini anlatma çabası yanında yazarın vazgeçemediği romantik dönem yaratıcı-yazar anlayışının izlerini mi taşıyor? Ahmet Oktay'ın "anlaşılmama isteği", "anlaşılmayı istememe sendromu" olarak nitelediği derinlere açılma giderek kendini kutsamaya, kutsallaştırmaya tanrı-ben'e mi varıyor?
- Bende 'anlaşılmama isteği' olmadı hiç. Ahmet Oktay, sanırım, anlam tabakalarını kuruş, içiçe geçiriş biçimimde gözüken karmaşıklığa dikkat çekiyor. Her durum, açık ya da örtük, bir çokanlamlılık koyar önümüze; hem yatay ve dikey, hem de sarmal bir akışı vardır olayların, insanların. İmge mekanizmam böyle çalışıyor. Kişi kendisini bazen aşağılar, hiçe sayar, sıfırlar: bazen de yüceltir, kutsar. Ne biri doğrudur, ne de öbürü; ama, denge genelde böyle tutturuluyor galiba. Aynaya bakmak, ille de aynada gördüğünüzü beğeneceksiniz anlamına gelmiyor: Belki de anlamaya çalışıyoruz oradan yansıyanları.
'Dışarısı' vardır, ondan keşişler ve deliler bile büsbütün soyutlanamamıştır
Dostluk üzerine bir denemede kadın, erkek, her tür üçüncü cinsle; hayvanla, ağaçla, evle,  kentle; ölülerle; şeylerle dost olunabileceğini söylüyorsun. Ama başka bir yerde "Yazı, Kadın, Dost, Doğa, Yolculuk" diye sıralıyor ve "İlk ikisi üzerine çattım hayatımı, onlara tutunmadan dengemi kuramazdım. Öbür üçü kurtaramazdı beni. (...) Dost sıralamada sonra geliyor. Bir kalabalıktan kurtulmak, arınmak için bir tenhalık zorunlu. Blanchot'nun, Bataille'ın 'olumsuz cemaat'ın karşısına diktikleri 'seçenek-cemaat" diyorsun. Sence dostluk bu anlamıyla yalnızlığı paylaşmak mı, yoksa önceki sıralamada söz konusu ettiğin ilişkiler, belki kavramlaşma düzeyinde yeni terimlere gereksinimli, ne dersin?
- Yazı ve Kadın (Eş), benim gözümde yalnızlığa endeksli bir denklem kurulması ve onun korunması için vazgeçilmez iki nokta oldu hep: Yalnızlığımızın altında ezilmemenin formülü, diyebiliriz. Onlar, sizinle birlikte, 'içeridedir'. Benliğim, eşim, işim: Fanusu bu üçgeni kurup kapatmak mümkündür. Gelgelelim, 'dışarısı' vardır, ondan keşişler ve deliler bile büsbütün soyutlanamamıştır. Uyumlu bir yaşam, seçebildiğimiz oranda gerçekleşebilir, diye düşünüyorum: Kimlerle ilişkide olacağıma kendim karar verebildi��im ölçüde başarı sağlayabilirim. Yaşamak aslında çok zor.
Sözün ham gerçekliğini öteden beri önemsemiş biriyim
Zaman zaman şiirin yalnızlığından söz edilir. Şiir çok genel bir kavram. Ama günümüz nitelikli şiiri uç burçlara yönelik. Tekhne ve teknik sorunsal ettiğin iki önemli kavram. Öncelikle bunlar arasındaki benzerlik ve ayrılıklardan söz eder misin? Sonra da şiirin okurunu azaltan, eleyen tekhne ve tekniklerin ne zaman şiire yük, ne zaman yol açısı olduğunu söyler misin?
- Şiirin ne ve nasıl olduğu üzerinde görüş birliği yok galiba. En iyisi, herkesin kendi tanımını getirmesi belki de. "El"imle çalışıyorum, ama "uz"um, "beceri"m salt bu organa bağlı değil, görüyorum. Zihnim, imgelemim, bilincim ve bilinçaltım "iş"imi bilinçlendirmede "el"ime ne kadar yardımcı oluyorlar, ne kadar köstek? Şairin algı refleksleri, şair olmayanınkilerden ayrılır. Çalışma refleksleri benzeyebilir. İki, üç yıldır Ovidius'la boğuşuyorum, iki bin yıl önce yaşamış benden, reflekslerimiz açısından hiçbir fark yok aramızda. Yazı, yazma teknikleri başka, onlar çağdan çağa değişir, değişmiştir de. Ben, sözün ham gerçekliğini öteden beri önemsemiş biriyim, "yetkin teknik" bu hamlığı zedelemeden verme yöntemidir. Şairin teknik bilgisi ona tuzak kurabilir, teksnisyenliğinin dozunu iyi ölçmesi gerekir.
Şiirimizin parametrelerini değiştiren beş şair
Gerek tarihsel olarak gerekse bugün, bir iki şiirsel düzgüyü ya da ögeyi kullanarak, kalıplaştırarak şiirler üreten de şair, şiir üretimine tüm birikimini ve dehasını yükleyen de. Ben kabaca bir ulama yaparak şiir ameleleri, şiir kalfaları, şiir ustaları ve şiir dahileri biçiminde bir sıralama yapılabileceğini düşünüyorum. 20. yüzyıl Türk şiirinde sence gerçekten şiir dahisi sayabileceğimiz kişiler kimler olabilir?
- Önce Yahya Kemal tabiî, yolumuzu açan odur. 1945-65 arası yazdıklarıyla Dağlarca, sonra. Ardından, benim için, Necatigil, Ece Ayhan ve Oktay Rifat gelir. Bu beş şair, şiirimizin parametrelerini değiştirmişlerdir.
Günümüz ya da senin şiir yazdığın yıllardaki Türk şiirine ilgin nasıl, yakından izleme olanağın oluyor mu, beğendiğin, umut verici bulduğun şairlerden söz eder misin?
- Yayıncılık yapıyor olmam, yaklaşık 25 yıldır, yeni şiiri izlememi kolaylaştırıyor. Kendi kuşağımdan beğendiğim şairler var; daha yenilerden de. İsim vermek biraz gül dağıtmak anlamı taşıyor, bundan kaçınıyorum. Büyük bir üretim var, 1970 sonrasına baktığımızda, yüzlerce şiir kitabı yayımlandığını görüyoruz. Buna karşılık, değerlendirme cephesi çok zayıf. Şiirin yalnızlığı diyorum, şairin yalnızlığı da var demek.
Osmanlı şiirinin trigonometrisini çıkaran tek kişi Tanpınar'dır
Bir kitabında Osmanlı şiirinin trigonometrisinin yazılmadığını söylüyorsun. Ben Opera ile ilgili bildirimde bir bölüm olarak öznenin eylem ve edimlerinin Tekvin bölümünde kullanımlarını çıkardım. Önce bunların genel mantık açısından kendi aralarında, nasıl ulamlanabileceğini düşündüm ve bir sınıflandırma gerçekleştirdim. Sonra bunların soyut sonuçlarını, dağılımlarını ve metin içindeki anlamsal değerlerini dikkate alarak nasıl bir eğri oluşturduklarını, dengeli olup olmadıklarını, işlevlerinin ne olduğunu anlamaya ve yorumlamaya çalıştım. Senin şiirinin bir bölümünde geometrik ve matematik denge ve denkleminin çıkarılması için bir ön çalışma yaptığımı düşünüyorum. Senin, şiirin trigonometrisinde kastın neydi gerçekte?
- Osmanlı şiirinin trigonometrisini çıkaran bir tek kişi olmuştur: Tanpınar. O da bu işi derslerinde yapmış, oturup yazacak zamanı bulamamıştı. Tek tek şairlerin yapıtları üzerinde bu türden bir işleme dalmak iyice zor görünüyor bana. Bir yandan, kendi şiirleri arasındaki uzaysal denge, bir yandan metinlerarası ilişkiler: Kapsamlı ve çapraşık ilişkiler kısacası. "Özne" dediğinde iyice ürküyorum: Şiiri yürüten "ben"ler nasıl konumlanabilir? Bazen şairin kendisi, öteki-benidir bu, bazen şiirin kendisi ya da bambaşka biri, bir "şey" -kolay gelsin!
Ya sözün içindeki sessizlikler, suskular? Ya yazmadıkları, söylemedikleri?
Çok yazmış olsan, çok konuşmuş olsan da söyleminde seni, konuşmanın gerisine çeken, sözden alıkoymaya çalışan bir ekonomi kaygısı, belki de suskunluğun görkemli huzuru var ne dersin?
- Söz alan kişi, yazdıklarında ve söylediklerinde kaydolmuş olanlarla takip ediliyor genellikle. Ya sözünün içindeki sessizlikler, suskular? Ya yazmadıkları, söylemedikleri? Bir inceleme konusu daha işte. Hep aynı örneği veriyorum bu konuda; Borges'in Kur'an için "Arap kültürünün ürünüdür, çünkü develerden hiç söz edilmez" demiş olması bir fantezi değildir. Söylemek, yazmak, yapmak bana öteden beri giderilmez bir susuzluğun göstergesi gibi geliyor. Hani, asıl söyleyeceğimi daha söylemedim durumu.
Her ne kadar üretken bir yazar olduğunu kabul etmesen de sürekli gündemde kalan ürünler vermeyi başarıyorsun, yazmayı, yazıyı tek iş seçmiş ender kişilerdensin, hatta benim için, köktenci bir tavırla yazıya kendini adamış birisin. Elbette sonuçta bir kitapla yaşamak çıkıyor karşımıza. Ben okuma ve yazma disiplinini merak ediyorum. Nasıl yetiyorsun bunca işe?
- Üretken değilim demiyorum, üretkenliğim abartılıyor diyorum, dünya ölçeğinde üretkenliğe bakarak. Bir yazı insanı olduğum doğru elbette; düzeni, sıkıdüzeni olan biri olduğum da. Ama olağan bir ritmim var: Ciddiye aldığım bir özel hayatım, bir iş hayatım, bir de iç hayatım olması yeterince açıklık getirir mi soruya?
"Opera"yı neredeyse hayatımın gölgesi kıldım yıllardır
Opera'nın sonraki kitaplarına ait tasarılar ve çalışmalar hangi aşamada?
- "Opera"nın ilk kıvılcımı 1974'te çıkmıştı; ilk yazma girişimleri 1979-80'de geldi (kısa bir bölümü, "Ateş", "Oluşum"daki "Dağar"ı da o zaman yayımlamıştım); kesin yazıma 1985'te başladım. 12 bölümlük çatı, başladığımda hemen hemen hazırdı. Geçen süre içinde bazı bölümlerin sırası değişti yalnızca. Her bölüm için binlerce sayfalık belge okumam gerekiyor, onları fotokopiler halinde dosyalıyor öyle çalışıyorum. Fetihle ilgili bölüm için örneğin, tam bir Bizans ve Fatih dönemi uzmanı kesildim, hatta tarihçilerin yanlışlarını bulmaya başladım.
Bazı bölümler için özel yolculuklar yapmam gerekiyor, Firnas'la ilgili olarak Endülüs'e, 1789'la ilgili olarak Devrim hapisanelerine gittim, Ovidius'un doğduğu köyü görmek için İtalya'nın ortasında kaybolmayı göze aldım. Bunları biraz da şunun için söylüyorum: "Opera"yı neredeyse hayatımın gölgesi kıldım yıllardır, bir tek masabaşında yazarken oluşan bir kitap değil o, beni Zaman'ın ve Coğrafya'nın uçlarına savuran anlamlı bir uzun yolculuk da. Tek dileğim, onu bitirmeye hak kazanmak. Tuhaf, neredeyse bâtıl bir istek bu. Kaç yıl çalışmam gerektiğini bilmiyorum üzerinde, ne kadar gerekecekse o kadar çalışacağım, anlaşılan bana bir de uzun ömür gerek.
(Prof. Dr. Mustafa Durak / 23 Ekim 1997 / Cumhuriyet Kitap)
0 notes
hzhubble · 6 years ago
Text
Kaldığım yerden devam etmek gerekir ise, çağdaş vaktin bize dayattığı gösteri ve onun bir şekilde tamamen kendisinin devamını saplantı haline getiren yordamı [araçları, mecraları, gösterge seti vb.] pikselleştirilebilir ve sonra sayısallaştırılabilir hali ile şiirin ve şairin canına okuyor, okumakta.
Bana göre Türkiye’de göçün ve kentleşmenin izlenmesi, bu yeni gösterge evrenini ve onun yordamının anlaşılmasını daha görünür kılacaktır. Uzun zamandır kentin uzamını işgal eden yüksek binalar ve bunların arasında kent yaşantısının “yüreğini” elinde tutmaya çalışan gündelik hayatın eski görüntüsü, kendisinden kaçamayacağımız bir görsel arkeoloji enerjisini tüketip duruyor. Öyle ki yaşadığımız kentin gelişip, serpilmesinin bir sınırının olmadığını fark ediyoruz. Buna ek olarak [kentsel dönüşüm] mengenesi de mevcut. Sanayileşmeyi, buharı, kömürü, demir çeliği, endüstriyi böyle es geçen bir coğrafyada hem de…
Kendi adıma doğduğum, büyüdüğüm İstanbul şehri, son 20 yıl içindeki dönüşümü ile kendisini fesh etme noktasına gelmiş. Öyle veya böyle Fatih, Bakırköy, Beşiktaş, Kadıköy vb. arasında geçen yaşantımın iskan ve imar adına tarumar ediliyor olması sadece İstanbul’a özgü değil elbet. Ankara da bu uzun, sevimsiz görüntü ve biçim arazlarından, aslında bir fraktal şeklinde kendisini üreten bu “modern” halden nasibini aldı, yine rant/imar ve iskan adına.
Daha önce mısralı şiir ile “apartman” arasında bir estetik birliktelik olduğunu savunmuştum. Apartmanın ya da yüksek binanın, bu hali ile ya da her hali ile bizim açımızdan barınma veya yaşama pratiği için hiç bir hayati önemi olmaması hatta öğrendiğimiz şekli ile kültürel tarihimizin tam tersinde yer alması, bunca büyük bir coğrafyada toprak/nüfus arasındaki ilişkinin böyle dikine çözümler gerektirmemesi (burası Japonya değil örneğin) düşünüldüğünde, zeminden itibaren 3. kattan itibaren yükselen her binanın ne için yükseliğini anlamakta zorluk çekiyorum, çekmekteyim.
Bioshock okyanusun altındaki Rapture Şehri
JG Ballard, Super Kent (Super Cannes romanda geçen lokasyonlardan biri)
Bioshock Infinite: Gökyüzündeki Columbia Şehri
Pieter Bruegel Babil Kulesi
Binaların yükseliği ve onlara atfedilen “yeni yaşam” vurgusu elbette az çok kafa ütüleyici sayılır. Çünkü özellikle yeni yerleşim alanlarının çölleşmesi, kesit alındığında üretime uzak oldukça (fabrika ya da sanayi vb.) tüketime, sadece tüketime odaklı fraktal mevcudiyetleri, üst üste dikilmiş bu kalıp-yaşantıları sonunda belki de Babil Kulesi/Ahalisi, Ballard’ın Süper Kent‘i ya da Bioshock’taki Rapture ya da bulutlar üzerindeki Columbia benzeri bir toplaşmaya kadar gidecektir. Aslında birer toplu konut olan bu binaların ortaya çıkmasının tarihi apayrı bir konu olsa da, geleceğimizin üst üste bindirilmiş katlardan oluşan bir yaşama doğru evriliyor olmasının masaya yatırılması gerekiyor.
Kent yaşantısı, bir öncelikler ve zorunluluklar silsilesi olarak kişiyi “tüketim” girdabında kredi/araba/ev üçgeninde yaşamaya mahkum ediyor, etmekte. Artı mal ve ürün saldırısı karşısında savunmasızız öyle veya böyle. Dönüştürülemeyen, sahip olunamayan mülklerin tuhaf canlılarıyız. Dediğim gibi İstanbul kenti belki bu “vahim” noktaya henüz evrilmiş değil, fakat yollar ve arabalar ve bunlara eşlik eden masif binalar arasında insan pek görünmüyor, görünemiyor. Boyalı bir “brutalizm” içinde yaşadığımız açık. Ve o kocaman binalarda dışarısı ile içerisi arasındaki bağın ya da bağımsızlığın insafına kalmış şekilde yaşıyoruz. Sovyetik toplu konut rüyasını bize cilalayıp satanların elbette hiç bir suçu yok.
Bahsettiğim fraktal fikrini biraz daha açmak gerekirse, aslında Modernleşme Projemiz [eğer var ise böyle bir şey] kendi irreel ya da irrasyonelleri üzerine inşa ediliyor. Sanayileşme yokken hizmet sektörü şahlanıyor, fakat kökünde Anti-Kapitalist olmasına rağmen en vahşi hali ile finans-kapitalin insafına kalıyor. Özü gür olmasına rağmen, kendi sığlığında betondan sığınaklarla kapı alıyor yaşantısına. Göçmenliğin en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olmasına rağmen, tarihsel olarak sanki “buralar” ona emanetmiş ve ondan sorulurmuş gibi “kimlik” inşa ediyor. Ha, evet o da inşa oluyor. İşte bu fraktal üç değişik fonksiyonun iç içe geçmiş sonsuz görüntüsünü veriyor bize: Transformasyon, Emülasyon ve Simülasyon. Sıralamadan bağımsız olarak herhangi bir söylem alanı ne olursa olsun, Batı’dan Doğu’ya gerilmiş bir alanın altında kendi toplamına erişmek için, her x, y, z ve t için serpiliyor. Ölçülemiyor ve sonlanmıyor. Operatör ne olursa olsun, bir fraktaldan diğer fraktala, kendi kırılmış aynamıza bakıyoruz. Bakışın sonsuzluğunda ölümü inşa ediyoruz. Bu anlamda iletişime geçmeyi sürekli erteliyoruz. İletişimin kendisini sadece inşa etmeye yarayan, kendisini olumlamaya yarayan yeni halinden öteye şiir, bugünün kelimeleri, boşlukları, parodisi ile yazılamaz. Bunların ötesine, negatifin, kullanımı olmayan olumsuzluğun, şiir olmayanın, kullan-at ve hazır yapıtın kayrasında inşa edilir ancak. Mısralı şiire ve Şiir Tarihine elveda diyenlere merhaba!
      Transformasyon, Emülasyon ve Simülasyon Kaldığım yerden devam etmek gerekir ise, çağdaş vaktin bize dayattığı gösteri ve onun bir şekilde tamamen kendisinin devamını saplantı haline getiren yordamı pikselleştirilebilir ve sonra sayısallaştırılabilir hali ile şiirin ve şairin canına okuyor, okumakta.
2 notes · View notes
onuremre · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Artık ne kadar özlediğimi bile bilmiyorum. Cümlelerim yarım ve sensiz... “Bir daha sever miyim?” diye soramıyorum bile kendime. Korkuyorum! . . . Yazması benden, okuması sizden olsun. İlk Kitabım “BEŞİNCİ MEVSİM” D&R, Kitapyurdu, Babil, Pandora, Sözcü Kitabevi, Oda kitap gibi internet satış siteleri ve kitabevlerinden de temin edebilirsiniz. @karinakitap @karinafan.club #beşincimevsim #ilkkitap #kitapönerisi #kitapsözleri #onuremreakbaş https://www.instagram.com/p/CKivo66L2Cj/?igshid=1g6bcuqc96llx
0 notes
galibakaybediyoruzabi · 7 years ago
Quote
Seni seviyorum"a karşılık "Ben de seni” demek istemeyenler için alternatif  “Ben de seni"ler
Tumblr media
--Seni seviyorum. Sen de beni sevme.
Bir portakal ağacının hayatı boyunca yetiştirdiği 18.000 portakaldan sonuncusu ol ve C vitamini olarak girdiğin vücuttan büyük bir fikir olarak çık; Esatir-i Yunaniye seni de yazsın.
Benim için… Bir zeytin fidanı dik, zamanla ‘ölmez ağacı’ olur adı; en az 3.000 yıl yaşar ve yaşadığı zaman boyunca da hiçkimseyi öldürmez.
Benim için bir cümleden ibaret olacağına, işçiliğiyle göz kamaştıran bir anafikir ol.
Eski balıkçılardan dinlediğin bir efsaneyi hatırla ve suyun altında burun buruna geldiğin bir orfozun gözlerine bakıp “Neden öyle büyük büyük bakıyor?” derken, suyun altında bir denizkızı gördüğü için öyle bakıyor olabileceğini düşün.
Kaz Dağı‘nın eteklerinde sakız reçeli, mor kekik, kuru incir, zeytinyağı, limon kekiği ve adaçayı satarak ailesini geçindiren ve okul masraflarını dahi kendisi çıkartan 12 yaşındaki bir çocuk ol.
Bir çocuk ol ve kafiyelere uyma.
Sigara tütününden deniz atı yap.
Senden daha iri cüsseli bir adamla güreş tut.
Adı “Sefil” olan mutlu bir fil çiz.
Hava kararsın.
Assos antik kentine, “tarihi eser kaçakçısı” şüphesiyle tutuklanabileceğine aldırmadan, kapıları kapandıktan sonra tel örgülerinin altından sürünerek kaçak gir.
Tüm Athena Tapınağı senin olsun.
Hayatının en güzel manzarasına karşı o gece kırmızı şarap iç; yıldızlar altında Zeus‘a bir dal sigara kurban et.
Bir kitapçıya uğra ve daha önce okuduğun ve sevdiğin ve bu yüzden bir arkadaşına da okusun diye ödünç verdiğin bir kitabı, sana geri dönmeyeceğini bildiğin için yeniden satın al.
Bu kitabı bir başkası istiyorsa da, onun gözlerine baka baka o kitabı ver ona ki alnında kocaman kocaman harflerle ENAYİ yazsın.
Enayi ol çünkü bilgelik enayilikten doğar.
Enayiliğinle gurur duy; şark kurnazları için hayatın kontenjanı hiç dolmaz.
Gecekondularla onur duy.
Çünkü bugün saraylarda oturanların yaşaması için verilen her savaşta, o evlerde yaşayanların dedeleri öldüler.
Gecekondularla onur duy çünkü gururla gösterilen şu apartmanlar denizinde, gecekonduların bahçelerinde halen en az üç kavak, beş erik ağacı, bir o kadar da sebze meyve ve çiçek sürüsü var.
Köpeklerininse tasması yok.
Bir köpek ol, Diyojen seni kıskansın.
Doğunun hükümdarlarının kendilerine niçin “zil-ullah-ı rûy-i zemîn" yani “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” dedirttiklerini düşün ve sen kendine böyle dedirtmeye çalışsaydın, seni nasıl da taşlayarak öldüreceklerini;
bir cümlenin nasıl da ölümcül bir gücü olabildiğini ve her cümlenin, coğrafyasına ve makamına göre değişen anlamlar içerdiğini.
Sen de beni sevme.
Demine, devranına hû de.
Deniz Ayvazovski olsun, dalgaların boyu birkaç metre olmasına rağmen “Üşürüz” diyen arkadaşlarına baka baka suya gir.
“Hasta olursun” desinler, hasta olmazsın.
Fırtına vakti, dalgaların üzerinden uçuşan kelebeklerden ol.
Ametistler boynunu, dumanlı kuvarslar avuç içlerini öpsün.
Lapis lazuli taşından bir kolye ucu yap, belki milyon yıl sonra bir arkeolog, senin için “bu insanın Uzak Doğu‘yla bir bağlantısı olabilir” şeklinde yanlış bir tahmin yürütsün.  
Urfa Göbeklitepe‘deki dilek ağacının dibinde hayatının en demli çayını iç; çay sevmiyorsan, hayatında ilk defa mırra tat.
Troya‘nın kayıp heykeli Palladion sen ol ama seni hiçkimse çalmasın. Kollarını kanatıp da birbirlerinin kanlarını emerek kan kardeş olanların makamını, kardeşlik için yakılan şarkıların meyanını iliklerine kadar hisset. İspanyolların her “Olé!” deyişlerinde aslında “Allah” diye bağırdıklarını biliyorsan, yolun Endülüs coğrafyasına mutlaka düşsün; bir akşamüstü çiçekler ve kadınlar arasında flamenko izliyorken, topukları yere vuran o İspanyol ’gypsy’, seni hiç anlamadığın ama çok iyi tanıdığın bir dilde çağırsın kendine. Hiç tanışmamış olsalar da tanışmadan birbirini tanıyan insanların, birbirlerine ait anlamları binlerce yıldır kendilerinde barındırdıklarını gör. “Bazıları köle olarak doğar” diyen Aristo‘nun, vasiyetnamesinde “kölesinin serbest bırakılmasını” isteyişindeki o gülünç hikâyeyi düşün; 23 bıçak darbesiyle öldürülen Sezar‘ın ardından, “Sezar’ı sevmediğimden değil, Roma’yı çok sevdiğimden” diye bağıran Brütüs‘ün telâşını. Beni çok sevme. Bir kitap yaz; son cümlesi “gök gürültüsü” olsun.
Marsilya kentini kuran bir Foçalı ol; Roma kentini kuran Antandroslu bir Troya kaçağı.
“Omnia mea mecum porto” yazılı bir dövmen olsun; okuduğun o çok sevdiğin kitapta adına en çok üzüldüğün karakterin adını taşıyan bir de teknen;
Samoslu Epiküros‘u ve tüm bahçe filozoflarını kıskandıracak kadar güzel bir de bahçen.
Şaraplık ve sofralık üzüm, erik, zeytin, iğde, nar, ayva, antepfıstığı, incir, şeftali, satsuma, limon, sakız, buhur yetişsin o yeşile çalan bahçede; o bahçenin orta yerinde de korkuluk diye diktiğin bir faltaşı, bir Priaposheykeli olsun.
Çünkü Priapos‘un kocaman penisi, ölüme meydan okumaktır.
Baharın rüzgârları, bahçenin kokularını karşı adalara taşısın.
Ada halkı senin bahçenin kokuları nedeniyle mis kokan adaları için “Moshos” desinler.
Salatanda roka mutlaka olsun. Bahçenin zeytinlerinden taşbaskıyla elde ettiğin erken hasat zeytinyağına doyur salatayı.
Rakıyı fazlaca kaçırıyorsan, eskilerin “kinara” dedikleri enginar, bahçenden eksik olmasın.
Bir sevgilin olsun ya da olmasın; sen de beni sevme.
Afrika kadar sömürüldükten sonra bile, ben de dahil hiçkimseye borcun olmasın.
Bırak da saçların bugün dağınık kalsın.
Bugün, güzel kalçalar sana da ilham versin.
“Benden ne istersin?” diyen Büyük İskender‘e, “Gölge etme, başka da ihsan istemem” dediği için; İskender‘e “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” dedirten bir fıçı filozofuna dönüşsün ruhun.
Simurg‘u arayan kuşları Kaf Dağı‘nın ardına götüren bir Hüthüt ol; bir şehzadenin başına konmuş güzeller güzeli bir Hümâ; yedi vadili ahir zamanda, kalbur samanda keyif çat ki seni masallardaki tembel ağustos böcekleri bile kıskansın.
Hiç tanışmayacağın ve tanımadığın insanlar, en olmayacak duandan sonra bile gizlice “amin” desinler.
Kristof Kolomb‘un haritalarını ele geçirdiği zaman, Piri Reis‘in gözlerinin nasıl da parladığını hayal et ve gözlerin hep öyle parıldasın çünkü gözleri parlayan insanın yaşı olmaz.
Sana güleryüzüyle para üstünü uzatan kasiyere, sen bir buçuk defa gülümse.
En az yüz kiloluk bir yayın balığının, o tuhaf bıyıklarıyla, bir Osmanlı beyefendisi gibi sular altında sergüzeşte dalmışken, tavladığı dişi yayın balıklarının yaptığı tatlı nazı düşün.
Achilleus‘un ordularının üzerine yürüyen Skamandros nehri gibi ak.
Titanların savaşına karışma, bırak da ne bok yerlerse yesinler.
Şu yıldızlı gökkubbede, güneşten ve aydan sonra en çok parlayan sen ol;
Afrodit‘ten al adını; sana Venüs yıldızı desinler; çobanlar seni “çoban yıldızı” diye sevsinler, akşamcılar “akşam yıldızı” diye; sabah namazına kalkan hacılarsa “sabah yıldızı”.
Beni sen de sevme.
Düğününü İda‘da yap ama Eris‘i bile davet et.
Gerçek olamıyorsan bile, pek de güzel uydurulmuş bir yalan ol.
Atinalı bir “metiokos” yani bir liman haytası olacaksan da, ellerin ayakların yine de bakımlı olsun.
Bakımlı eller ve ayaklar, fonksiyonelliğe meydan okumaktır.
Orospuysan, işini severek ve hakkını vererek yap; orospuluğun orospusu ol; Perikles‘in karısı Aspasia, İskender‘in anası Olympia dahil tüm ‘heteir‘ler seni kıskansın.
Hepaistos‘tan daha fazla çalış.
Sokrates’ten daha çok düşün.
Tembellik hakkını yine de sen savun.
Yediğin zeytinin çekirdeğini avcuna tükürürken, tufandan sağ kurtulan bir güvercinin onu tükürüp de zeytin ağaçlarını tüm devrana nasıl da peydah ettiğini tasavvur et.
21. yüzyılın Oscar Wilde‘ı sen ol, havandan geçilmesin; ölürsen, mezar taşında ruj izleri eksik olmasın.
Sırf güzel şiirler yazıyor diye mor kahküllü, bal gülüşlü, arı Sappho olmaya çalışma; bu defa, Lesbos‘lu şair güzelim Sappho‘nun güzeller güzeli manzarası olmaya çalış.
“Üç güzeller yarışması“ndaki altın elmayı, “üretim hatası var” diye Hermes’le Zeus’a geri yolla.
Güzelliğin hükmünü Paris‘e bırakma, güzelliğin hükmünü veren sen ol.
İskenderiyeli Hypatia‘dan daha güzel olmaya çalışacağına, ondan daha bilge olmaya çalış.
Aşk ya da bilgelik uğruna dağları delmene gerek yok; dağlarda birkaç gün geçirmen ve kendini kendine doğru adımlaman kâfi.
Sevdiğinin zannı altında ol, pirinin kalbinde.
Pirin aşığın olsun.
Gökkubben pirin.
Sen de beni sevme; ben seni severim.
Sen bugünlük keyfine bak.
Karnın acıkırsa da hayatında ilk kez meyveleri dalındayken tat.
Tıka basa yemek yeme ama rüyanda şu pırıl pırıl dolunayı kurabiye gibi yediğini gör; deniz seviyesinin 39 kilometre üstündeyken bile dünya senin olsun; Babil Kulesi bile zevke gelip yeniden kurulsun.
Boğaz‘ın suları üç kere çekilip, beş kere kudursun.
Şişmanlıktan çatlıyorsan da heykelini Rubens yontsun.
Bir kedi ol, gezdiğin tüm çatıların kiremitleri çıtır çıtır şarkılar söylesin.
Binlerce yalan uğruna yaşayacağına, seni sen yapan bir tek gerçek uğruna öl.
Fırında yemek yap çünkü fırın mutluluktur.
Masanda canlı çiçekler mutlaka olsun çünkü çiçeğin canlısını sevmek aşk-ı ekberdir.
Paraların ön yüzüne resmini yontacakları kadar ünlü değilsen, Efes paralarındaki arı figürü kadar ünlü ol.
Kızılırmak‘ın antik adı “Alyscamps“ın döne dolaşa nasıl olur da Paris Champs Elysee’nin “Elize“sine evrilebildiğini düşün.
Eğer okumamışsam, bana Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna’sını hediye et.
Eğer delirmemişsem, beni delirt.
Zaferlerini zeytin, defne ya da mersin yapraklarıyla yaptığın çelenkleri saçlarının hemen üzerine koyarak kutla; aralarına birkaç ölü arı serpiştir ama arıları öldürme.
Sana deli diyene, sen divaneyim de.
“Lykia Yolu’nu yürüyeceğim” deme, hiç değilse bu yaz, bu defa yürü o yolu.
Oğuz Atay‘ın Tutunamayanlar‘ını artık bitir.
Kitap yazamıyorsan bile, bir kitap yazsaydın, adını ne koyabileceğini düşün ve bir kenara not et; kulübe hoş geleceksin, çünkü artık bir kitap yazmaya başlamış olacaksın.
Sen de beni sevme, n’olursun…
Helle‘nin de boğulduğu yer Hellespont‘un en dar yeri Sestos ve Abydos arasında boğulan Hero ve Leandros için yas tut mesela; Kala-i Sultaniyye sana eşlik eder; görürsün.
Ben muhtemelen aynı yeri yüzerek geçmeye çalışacağım, bir mayıs akşamına doğru.
Beklerim.
Bu dünyanın tüm çatışması ve kederi, rind ile zâhid arasındaki haldedir; Dionysos (Bacchus) olamayacağını biliyorsan, adı Bakkahi‘lerden, yani Bakha'lardan, yani İbbaki‘lerden, yani Zembekikos‘lardan gelen bir Zeybek ol;
“Evohe!” diye bağır, harmandalına gönlünü ver; zeybeklerin başlarındaki çiçekli yazmaların, aslında, antik dünyada Bakkahi’lerden kalma çiçek çelenkleri ve asma yaprakları olduğunu bil ve zeybekleri sev. Ege'yi sev.
Harmandalını sev.
Harmandalı oynayan zeybeklerin, kollarını her havaya kaldırıp yere çöktüklerinde, aslında, şaraplık üzümleri toplayıp sepetlere koyduklarını ve yeniden ayağa kalktıklarında da o üzümleri şarap olsunlar diye ezerek kendinden geçen Dionysos alaylarına karıştıklarını gör. Madde ve mâna ayrımında Dionysiak şölenlere ruhunu ve bedenini kaptır. Dionysos'un aşkına; yer gibi kertil, toprak gibi savrul; mey gibi ak, sel gibi vur!
“Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd, cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd”ı ezberlemene gerek yok; anlamını bilmen yeter.
At nalı şeklindeki bir şölen masasının etrafında yaptıkları “aşk”konuşmasına, “Bugün neyi övelim?” diye başladıkları için bile, Platon‘un Şölen isimli diyaloğunu okumayı her dem sürdür.
Milâttan önce 585 yılının 28 Mayıs‘ında güneş tutulması olacağını önceden hesap eden adam, Miletli Thales, “her şey sudur” diyorsa; vardır elbette bir bildiği daha;
madem böyle, bu su metaforunun bir ucundan tut ve suyun altında yıkanıyorken, kendinin de tamamen su olduğunu düşün; epey rahatlatıyor. Bunu da ben söylüyorum sana, Thales değil.
Duşun altında değil de denizin ortasındaysan; suyun yüzeyine sırt üstü yat ve gökkubbeye bakıyorken, boşlukta uçuyor olduğunu düşün; gülümseyeceksin… Su gibi olursan eğer, kalbinle düşünecek, beyninle seveceksin.
Gün gelecek, felsefeyle ileri derecede ilgilenen herkesin “bilge” olmadığını anlayacaksın;
kocaman profesörlerin bile birer zavallı olabileceğini.
Sayılara mutlak bir inançla bağlı olan ve bugünkü birçok tarikatın da kökeninin dayandığı Pisagor efendiyi düşün:
Dik kenarları 1 birim olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğunun rasyonel bir sayı olmadığını kanıtlayan öğrencisi Metanpontumlu Hippasus‘u, sırf bu yüzden bir kaşık suda boğmadı mı?  
Pisagor bir katildi ve filozoflar da dahil her insan, bir kaşık suda boğma heveslisi yaratıklardır.
Fakat bazıları da vardır ki felsefelerinin tutarlılığı uğruna, Empedokles gibi de Etna kraterinin ağzından atarlar kendilerini.
Yanardağların ağzına geldiğin vakit, Empedokles‘i ve bizi düşün. Santorini Adası'na bir gün düşerse yolun, halen dumanı tüten Nea Kamenivolkanına bakıp, Firostefani sırtlarına kurularak kayıp kent Atlantis'i ve bizi düşün.
Arabeskler ve tılsımlar aklının bir köşesindeyken, bana en büyük yazarların ve filozofların gözleriyle bak.
Nebrisler giyindiğin zamanlardaysa en yükseklere kurul; senin makamın için “post nişin” desinler.
En yükseklerdeyken çamurun dibinin parlak olduğunu unutma çünkü makamının yüksekliğine bu yakışır.
Apollon'dan gözünü alamadığında dahi, Dionysos alaylarında saf tut.
Bozkırın yalnızlığına, ormanların kalabalığına aldanma; aslında her ikisi de senin etrafın.
Labrisini toprağa gömsen bile nereye gömdüğünü unutma.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Yeri gelir, sana şiirlerden börekler açarım. Pers topraklarına kadar uzanıp Sohrab‘tan bir iki satır bile okurum; Hayyam efendi dahi bizi kıskanır.
Bakarsın bir akordeon sesi duyulur bir yerlerden.
Ne zaman bir akordeon sesi duysam, durur dinlerim.
Beni durdurmak için akordeon çal.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Günlerden cuma ve ne dediğimi bilmiyorum; zürafalar yine gümbür gümbür bulut yiyor.
Karşına şair Pindaros‘un evi gibi dikilmezsem de benim adım cihanda sulhdeğil! Ne zaman bir gemi görsem, yeni Troya'yı kurmak için denizlere açılmayı kafasına koyan bir Aeneas olurum.
Ne zaman bir gemi görsem, Harar‘a kaçmayı kafasına koyan acemi bir Rimbaud olurum.
Acemi sözcüğünün, “Acem“den gelip gelmediğini de düşünmeden edemem.
Kafamın içinden, üstünde dev balinaların yüzdüğü, kiklopların cirit attığı dev portolon haritalar çizer, riskli rotalar belirlerim.
Portolon sözcüğünün etimolojik kökeninin, Portekizli denizcilerden gelip gelmediği takılır aklıma bu defa.
O gün bir buçuk hayalperestsem eğer, Afrika haritasını fillerin kulağına benzetirim.
Yeri gelir, Kserkes gibi de kabaran denizleri kırbaçlarım.
Yeri gelir, “gibi” olmam, “ta kendisi” olurum;
İthaka‘ya varamayan gemilerin tayfası, cennetten kovulanların elması.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Bu gidişle yemediğim halt kalmaz.
Uçurtmaya “uçutturma” bile derim. K��prüler kurulur, köprüler yıkılır.
Kara yakılar yakan, tılsımlı bakılar bakan yaşlı bir ’şaman’a dönüşürüm.
Köprücük kemiklerim derinleşir; belimdeki venüs gamzeleri belirginleşir.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Çünkü sevgide demokratlık diye bir şey yoktur.
Sevme halinde ayar, sevme halinde ölçü yoktur.
Mintarafillah, ortasını bulamadık diye, Aristoteles efendi bize kızar.
Sırf bu yüzden, “Demokrasi” diye diye kıçını yırtan, gözleri döne döne dört dörtlük bir “tiran“a dönüşen o adama seve seve meydan okurum.
“Köle ahlâkı“yla değil de “efendi ahlâkı“yla meydan oku sen de ve bu sistemde senin efendin olmuşların efendisi olmadan da bu hayatı terk etme.
Emin ol ki yapayalnızsın bu savaşta.
Emin ol ki yapayalnızım bu savaşta.
Yalnız savaşında sana başarılar dilerim.
Yalnız savaşımda kendime başarılar dilerim.
Başarı dileklerim bize mikron mikron güç veriyorsa, artık yalnız değiliz ve kazanacağız.
Hazırlıklar başlasın çünkü kazanacağız ve çok kalabalık yalnızlarız.
Kazanacağız çünkü devrim başıbozukluk ister.
Efesli Herakleitos bile devrimle değişir.
Zafer çelengini ben örerim mersin yapraklarından.
Balkanlar‘dan Himalayalar‘a kadar uzanan 15 yaşında bir İskenderolurum.
Sen yeter ki beni de sevme.
Ben seni sevmeler diktasını ilân ederim.
Diktatörlük günlerinde, git okulunu falan as örneğin. Okulun yoksa da işinden istifa et.
İşin de yoksa bu durumu sanata dök; işin sanatın olsun, seni sevmek de benim sanatım.
Yorulursan, ayaklarına ben yaparım en güzel masajları. Dithyrambos, bağbozumu şenliklerini başlatır. Merak etme; parasız da kalmayız; parasız kalacaksak da aç ve keyifsiz kalmayız; denizlerin balıkları ve ormanların meyveleri halen canlı ve leziz. Bağlarda, güvercin yumurtası büyüklüğündeki üzüm taneleri halen bozulmuş değil.
Plajlar halen yatılabilecek ve cırcır böcekleriyle panik ataklar yaşayabileceğimiz kadar geniş…
Ben seni böyle de severim ve panlar, kendi çıkardıkları sirinks seslerinden panik içinde kaçışır.
Ağustos böcekleri, cırcır böcekleri ve çekirgeler, kendi çıkardıkları cırsesinden uçuşur.
Ateş böcekleri üçer beşer deniz fenerine dönüşür.
Biz o aralar hiç oralı olmayız ve üstümüzü gece örter.
Bakarsın, bir yerlerden bir lir sesi duyulur.
Ben ne zaman bir lir sesi duysam, durur dinlerim.
Ben ne zaman bir şeyi durup da dinlesem, ona aşık olurum.
Parmaklarım hem liri, hem de seni sever.
“Git, bir işe yara” diyenlerden de olamam.
“Git, bir şişe şarap aç” derim; daha iyi. En nihayetinde, kitabımızda "in vino feritas” yazdığı için, "in vino veritas“ yazılı durur bizim bağımızın bahçemizin kapısında; sen beni sevmesen de olur, çünkü benim için güzel olan, “salt fonksiyonel olmayan“dır.
Benim için güzel olan, “yüzde elli tahmin edilebilir ama yüzde elli öngörülemeyen olan“ın adıdır.
Şaraplık üzümün bile güzel tanesi, mücadeleyi sevenidir. Azıcık güneş görmek için, en soğuk iklimde bile kendisini hırpalayanıdır.
Benim için güzel ol; bir fırtınanın başlatıcısı bir kelebek.
Ben süt beyaz omuzlarının üzerine ‘cupidon‘lar bile kondururum.
Uğruna daktiller dökerim, sen bir işe yaramasan da olur.
Çünkü sevgide işlevsellik yoktur ve benim işim güzeli sevmektir.
Aşkta Hitler, sokakta Shakespeare, yatakta Hector‘um.
Senin için beş para etmesem de olur, çünkü seni seviyorum.
”Pes sühan kütâh bâyed vesselâm“: ”Ben de seni” deme; bana aniden bir şeyler söyle.
Ozan Önen  | 2. 11. 2012, Cuma - Çankaya, Ankara * Bu yazımın kısa versiyonu, L-Manyak Dergisi Nisan 2015 sayısında yayımlanmıştır.
247 notes · View notes
bilmisler · 6 years ago
Text
Bronz Çağı
https://bilmisler.com/bronz-cagi/
Bronz Çağı
Bronz Çağı, Paleolitik(Eski Taş) ve Neolitik (Yeni Taş) Çağlarının ardından Avrupa, Asya ve Orta Doğu’nun halklarının kültürel gelişimindeki üçüncü dönemdir. Bronz Çağı’n başlangıç tarihi coğrafyaya göre değişim gösterir. Orta Doğu’da ve Asya’nın bazı bölgelerinde, MÖ 3300’den 1200’ye kadar sürmüştür. Yunanistan ve Çin’de, Tunç Çağı MÖ 3000’den önce başlamıştır, İngiltere’de ise MÖ 1900 civarında başlamıştır.
Bronz Çağında insanlar metali işlemeye başladılar. Bronz aletler ve silahlar eski taş versiyonlarının yerini aldı. Bakırın işlemesinden önce saf bakırın ilk kullanıldığı dönem Kalkolitik (Bakır-Taş) Çağ olarak adlandırılan bir ara dönemdir. İlk başlarda bakır sadece küçük ve kıymetli nesneler için kullanıldı. Doğu Anadolu’da kullanımı MÖ 6500’lede başlamış ve hızla yaygınlaşmıştır. MÖ 4000’lerin ortalarında, döküm araçları ve silahlarda kullanılması Mezopotamya’daki kentleşme ile bağlantılıdır. MÖ 3000’de, Orta Doğu halkları bakırı işlemeye başlamışlardı.
Orta Doğu’daki Sümerler’in, Tunç Çağı’na giren ilk insanlar olduğu düşünülmektedir.Sümerler, yazıyı ve tekerleği icat ederek Tunç Çağı’nda önemli teknolojik gelişmeler kaydettiler. Mezopotamya ve Doğu akdeniz kıyılarını içine alan “Bereketli Hilal” olrak adlandırılan bölge dünyanın ilk şehirlerine ev sahipliği yapmıştır. Bakır madeni ilk defa burada eritilmeye başlanmış olabilir. Bakır aletler mezopotamya tarımının da gelişmesinde kullanılmıştır.
 Antik Sümerler, bronz yapmak için kalayla bakırı karıştırdılar. Bronz, bakırdan daha sert ve dayanıklıydı. Hem tarım araçları üretimi için hem de silah yapımına çok daha uygundu. Arkeolojik bulgular bakırdan tunç evresine geçişin MÖ 3300 civarı olduğunu göstermektedir. Bronzun icadıyla Taş Devri sona ererek tunç alet ve silahlar kullanılmaya başlandı.
Bronz Çağı Uygarlıkları
Bronz Çağında bir hükümdar ve merkezi bir hükümete bağlı krallıklar ortaya çıktı. Bronz Çağı halkları ticaret, savaş ve göç aracılığıyla birbirleriyle etkileşime girdiler. Bronz Çağı’nın en ünlü krallıkları arasında Sümer, Babil, Hitit, Antik Yunanistan ve Mısır’dır.
Bronz Çağında Mezopotamya’da kurulan kent devletleri zamanla gelişerek etki alanlarını da genişlettiler. Sümerler önce yazıyı sonra buna bağlı olarak sanat ve edebiyatı geliştirdiler. Gılgamış Destanı, 3.000 satırlık bir şiirdir. Bir Sümer kralının ölümsüzlüğü ararkenki maceralarını anlatır. Babil kralı Hammurabi, dünyanın en eski anayasasını oluşturdu ve Babil’i bölgenin en güçlü şehrine dönüştürdü. Dicle nehrinin batı kıyısında yer alan Asur kenti, Mezopotamya’da büyük bir askeri ve politik güç haline geldi.
Yunanistan Bronz Çağı’nda Akdeniz kıyılarının en önemli kültür merkeziydi. MÖ 3200’lerde Ege adalarında Kiklad Uygarlığı ortaya çıktı. Birkaç yüz yıl sonra Girit adasında gelişen Minoan uygarlığı Avrupa’nın ilk gelişmiş uygarlığı olarak kabul edilir. Yunan anakarasında ise MÖ 1600’lerde geç Bronz Çağı kültürleri ortaya çıktı. Bunların en önemlileri Atina, Miken, Sparta ve Thebes’tir.
Bronz Çağı Çöküşü
MÖ 1200 civarında birçok ünlü Bronz Çağı Uygarlığı eş zamanlı olarak çöktü.Tarihçiler, geniş çaplı felakete pek çok sebep gösterirler. Doğal felaketler, geniş çaplı savaşlar, ikli değişiklikleri barbar istilaları bunlardan bazılarıdır.Akdeniz bölgesini etkileyen depremler ve buna bağlı yanardağ patlamaları şehirlerin terk edilmesine sebep olarak gösterilmiştir. Savaş metotlarındaki değişikliklerin pek çok uygarlığın barbar istilasına uğramasına neden olduğu da öne sürülmüştür. Kuraklık da ciddi bir sebep olabilir çünkü ekonominin ana dayanağı tarımdı. Doğu Akdeniz bölgesinde MÖ 1250 -1100 arasında ciddi kuraklık yaşandığına dair kanıtlar vardı. Sebebi ne olursa olsun Miken Yunanistanı, Hitit İmparatorluğu ve Eski Mısır gibi uygarlıklar kısa sürede düştüler. Önemli kentler terk edildi ve kültürel gerileme yaşandı.
0 notes
keremulusoy · 7 years ago
Text
Zenginliğin, gücün ve ihtişamın yeryüzünden çok yükseklerde yaşamak arzusu ile birleşmiş halidir günümüz kuleleri. İnşa ediliş amaçları her ne olursa olsun, bütün kulelerin ortak özelliği; bulunduğu kentin simgesi hali ne gelmesidir.
İnsanoğlu, tarihin başlangıcından bu yana önce doğa ile sonra birbirleri ile savaşıp durdu. Savaşmak için kendine hep haklı bir gerekçe de buldu. Bazen savaşlarla hayatı on buldu, bazense savaşlar bütün hayatı oldu. Barışta bile savaşın etkileri ile yaşayıp, hayatını ona göre şekillendirdi, gücü yettiğince kendini korudu. Yaşadığı yerde güvende ve huzurlu hissetmek isteyip kaleler inşa etti, düşmanını gözetlemek istedi kuleler dikti.Güç ve ihtişamı sergilemek istediğinde yine aklına gelen kulelerdi.
Günümüzde zenginliğin gücün ve ihtişamın sembolleri haline gelmiş mimarilere dönüşse de kuleler, tarih boyunca çok çeşitli amaçlar ile inşa edilip, kentlerin vazgeçilmez sembolleri haline gelmişlerdir. Bilinen ilk yazılı kaynağın sahibi Sümerler tarafından inşa edilen Babil Kulesi, dünyanın yedi harikasından birisi olan Babil Asma Bahçeleri’nin içinde göğe yükselirdi. Yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanan Sümerler, bu ağacı temsil eden ve Tanrıdağı dedikleri 7 katlı kuleyi yaklaşık 5 bin yıl önce tanrıları Marduk adına inşa etmişlerdi. Kulelerin ilk inşa edilme amaçları kentin güvenliğini sağlamak olsa da zamanla bu durum değişir. Kimi zaman gözetleme için yapılan kuleler, ihtiyaca bağlı olarak bazen kentin sulama sistemi için kurulmuştur bazen de zamanı belirlemek için. Günümüzde sanatsal ve ticari amaçlarla inşa edilen kulelerin yanında insanoğlununun yer yüzüne başkaldırısının simgeleri haline gelmiştir kuleler. Daha çok silindirik ya da kare şeklinde kurulmuş yüksek yapı anlamına gelen kule kelimesinin Arapça’da “kulle” kelimesinden geldiği düşünülür ve kale ile ilişkilendirilir. Herhangi bir yapı malzemesinden yapılmış ve oturduğu zemin itibari ile boyunun yüksekliği eninin en az iki katı olan mimarilerdir. Bu günün kuleleri elbette bu tanımın sınırlarını gök yüzüne doğru oldukça aşmıştır.
KENTLERİN GÖZ DESİ ‘KULELER’ Günümüzün kuleleri eşsiz tasarımları bir yana yüksek mühendislik ve matematik gerektiren dev yapılardır. 828 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük yapısı olan, Dubai’deki Burç Halife her ne kadar kule olarak adlandırılmasa da, Japonya’nın başkenti Tokyo’da 2011 yılında inşa edilen Skytree 634 metre yüksekliği ile adeta dünyayı gözetler. Tokyo şehir menkezinde 333 metre yüksekliği ile Shiba parkında göğe yükselen Tokyo Kulesi, Paris’teki Eyfel Kulesi örnek alınarak inşa edilmiştir.
Birbiri ardına güç ve ihtişamı simgelercesine inşa edilen kulelerden birisi de kuşkusuz Çin Halk Cumhuriyeti’nin Guangzhou şehrindeki Konton Kulesi’dir. 600 Metre yüksekliğindeki yapı, televizyon kulesi olarak kullanılır ve 2010 yılında Asya Oyunları ile açılmıştır.
Galata Kulesi/İstanbul
Belem Kulesi/Portekiz
Eyfel Kulesi/Paris
Eyfel Kulesi/Paris
Jam’ın Minaresi/ Afganistan
Qutb Minaresi/Afganistan
Three Pagodas/Çin
CN Kulesi/Toronto
Kanton Kulesi/Toronto
ZİRVEYE OYNAYANLAR Kanada’nın Toronto şehrinde bulunan CN Kulesi 553 metre yükseklikte şehrin simgesi konumundadır. Kanada Ulusal Demiryolu Şirketi tarafından 1976 yılında inşa edilen yapı içerisinde birçok alışveriş merkezi ve restaurant vardır. Kulenin tepesinde bulunan cam alan ziyaretçilerin kenti izlemesini kolaylaştırır.
OSTANKİNO 1967 yılında Rusya’nın Moskova kentinde, ekim devriminin 15 yılı için Nikolai Nikitin isimli bir mimar tarafından tasarlanır. Radyo-televizyon kulesi Ostankino, Avrupa’nın en yüksek kulesidir. İran’ın başkenti Tahran’da 2008 yılında tamamlanan Milad Kulesi 435 metredir. Fars ve İslam geleneklerine ve mimari anlayışına göre inşa edilen kulenin 345. metresinde bulunan terastan Tahran’ı izlemek mümkündür. Kuala Lump ur Malezyanın başkenti Kuala Lumpur’ da 1996 yılında yapımı tamamlanan Kuala Lumpur Kulesi dünyanın en yüksek kulelerinden birisidir. 421 metre yüksekliğe sahip kulenin en üst katında gözlem evi bulunur.
‘DEMİR KADIN’ Tüm dünyada Fransa’nın sembolü olarak bilinen Eyfel kulesi yılda 6 milyon ziyaretçiyi kendisine çeker. Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıl kutlamalarında Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilen kule, Parisliler tarafından demir kadın olarak tanımlanır. 300 metre yüksekliğindeki demir kuleden bütün Paris izlenebilir.
İTALYA’NIN EĞİK GURURU İtalya’nın kuzeyindeki Pisa şehrinde Mucizeler Meydanı’nda bulunan ve İtalya’nın simgesi olarak bilinen Pisa Kulesi 1173 yılında tamamlanmıştır. Kule üst üste oturmuş yuvarlak 6 sütun dizisi ile 56 metre yüksekliğindedir. En üst katta çanların bulunduğu 8. kat silindirik biçimlidir. Yapımı tamamlandığı tarihten bu yana kule yaklaşık 5 derece yana yatmış ve bütün dünyada ününü bu yatıklığından almıştır. Türkiye’nin en uzun döner platformlu kulesi, başkent Ankara’daki 125 metre uzunluğundaki Atakule’dir. 1989 yılında Ankara’nın başkent oluşunun 66. yıl dönümünde Türkiye’nin ikinci, Ankara’nın ilk alışveriş merkezi olarak kullanıma açılır.
İSA’NIN KULESİ ‘GALATA’ Dünyanın en eski kulelerinden birisi olan Galata Kulesi, İstanbul’da Bizans İmparatoru Anastasius tarafından inşa ettirilir. Fener kulesi olması amacıyla 528 yılında inşa edilen kule, savaş esirlerinin barınağı olarak da kullanılır, bir dönem rasathaneye de çevrilir. 17. yüzyılda Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçuş noktası da olmuştur, yangın gözetleme kulesi görevi de görmüştür. Yaklaşık 70 metre yükseklikte olan kule, İstanbul’un simgelerinden birisidir. İnsanoğlu’nun hem kendisi ile hem de doğa ile mücadelesinin yer yüzündeki mimari göstergeleri gibidir kuleler. Kuleler kentleri beklerler. Kentleri tepeden izlerler. Bulundukları yerde zamana meydan okurcasına hiç durmadan insanları, kentleri gözetlerler…
NOTLAR
KIZ KULESİ’NİN GALATA KULESİ’NE OLAN AŞKI Rivayete göre; Galata Kulesi ve Kız Kulesi birbirlerine aşıktırlar. Ama aradaki amansız boğaz nedeniyle kavuşmaları imkansızdır. Bu iki aşık günümüzde bile birbirlerini karşıdan karşıya aşkla sevmeye devam ederler. Haklarında yazılan en esprili şiir ise Bedri Rahmi Eyüpoğlu’na aittir. İstanbul Destanı adlı şiirinde şöyle der: “İstanbul deyince aklıma kuleler gelir… Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır… Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa Galata kulesine varır… Bir sürü çocukları olur”
DÜN YANIN EN ÜNLÜ 10 KULESİ:
1. Eyfel Kulesi/Paris 2. Pisa Kulesi/İtalya 3. Big Ben/Londra 4. San Gimignano/Toskana 5. Sarmal Minare/Irak 6. CN Kulesi/Toronto 7. Three Pagodas/Çin 8. Qutb Minaresi/Afganistan 9. Belem Kulesi/Portekiz 10. Jam’ın Minaresi/Afganistan
Yazı: Özgür Çiftçi
Bu yazı Marmara Life Sayı 102’de yayımlanmıştır.
Kentlerin Bekçisi KULELER Zenginliğin, gücün ve ihtişamın yeryüzünden çok yükseklerde yaşamak arzusu ile birleşmiş halidir günümüz kuleleri. İnşa ediliş amaçları her ne olursa olsun, bütün kulelerin ortak özelliği; bulunduğu kentin simgesi hali ne gelmesidir.
0 notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Hammurabi Yasaları Kitabı pdf indir pdf indir
Hammurabi Yasaları Son yüzyıl içinde Hammurabi Yasaları konusunda birçok yararlı çalışma yapılmıştır. Söz konusu bu kapsamlı çalışmaların ilki Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi-Ṣaduqa Fermanıdır ki, burada yapılan çalışmalar sırasında, Hammurabi Yasalarının 1. maddesi bile ne yazık ki, doğru olarak tercüme edilememiştir. Bütün bu başarısızlıkların en önemli nedeni, Türkçe yazılmış bir Akadca dilbilgisi olmamasıdır. İşte bu gerçeği yaşayarak bilen biri olarak, elimizde bulunan tüm olanakları değerlendirerek bu doğal eksikliği gidermek için Sümerce Dilbilgisi ile Sümerce ve Akadca İşaret Listesi’nden sonra, Akadca Dilbilgisi’nin yanında Hammurabi Yasalarını da hazırlama yolunda çaba gösterdim. Bir Sümer atasözü diyor ki: “Biliyorsan öğret, bilmiyorsan öğren!” İşte ben de Hammurabi Yasalarını yeni baştan tercüme etme yolunda bütün olanakları seferber ettim. Böyle bir çalışma gözden geçirildikten sonra, Akadcanın üç lehçesinden biri olan Eski Asurca üzerinde de yeterli ve gerekli açıklamalar yapıldığından, Asur ve Babil lehçe farkları, kolaylıkla anlaşılabilir duruma getirilmiştir.   Başta W.von Soden tarafından hazırlanan Grundriβ der Akkadischen Grammatik olmak üzere, bugüne kadar yayımlanmış olan tüm Akadca dilbilgisi kitaplarını göz önünde tutarak yapmış olduğumuz bütün bu olumlu çalışmalar sırasında bana her konuda yardımcı olan hocam D. O. Edzard’a, sorunlu kelime ve cümlelerin anlamları konusunda bana gerekli gereçleri gönderen meslektaşlarım Cl. Wilcke, B. Kouwenberg, T.J.H. Krispijn, W. Sallaberger, A. Zgoll, G.Fr.-Szabo, G. Wilhelm, B.Christiansen ve kitabın basımı yönünden her türlü kolaylığı gösteren İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Vedat Çelgin ve Alfa Yayınları yöneticisi Vedat Bayrak’a teşekkür ederim. Onların yardımları olmasaydı kitabın bu şekilde oluşması herhalde mümkün olmazdı. Diyebilirim ki, Sümerce Dilbilgisi, Sümerce ve Akadca İşaret Listesi, Akadca Dilbilgisi, Eski Asurca Dilbilgisi, Gudea Statüleri ve Hammurabi Yasaları gibi altı kitaba sahip olan herkes, bundan sonra Sümerce ve Akadcayı kolaylıkla ve başarıyla öğrenebilme olanaklarına sahiptir. Yeter ki, Ön Asya kültürü yönünden çok önemli olan bu diller içtenlikle öğrenilmek istenmiş olsun.   Bilinen gerçek odur ki, kralın adı Amurrucadır. Bu nedenle son 40 yıl içerisinde söz konusu bu isim Hammu-rapi/Hammurapi olarak da okunmak istenmiştir. Doğru olan da budur. Çünkü Eski Babilce /rabûm/ “büyük; buna karşılık Amurruca /rapûm/ ise “iyileştirmek, kurtarmak” anlamını taşımaktadır. Biz burada bilinen bu gerçekleri iletmeyi ve buna karşılık yine de bugüne kadar kullanılan alışılmış ismi HAMMURABİ’yi benimsiyor, bu gerçeğin burada ve bu şekilde belirtilmesini, yanlış anlaşılmaları önlemek için zorunlu görüyoruz.   Sümerce bizim için çok önemli bir dildir. Bu nedenle yeteri kadar öğretilmesi ve öğrenilmesi de Eski Anadolu ve Ön Asya kültürlerinin geleceği açısından vazgeçilmez bir özellik taşımaktadır. Bugün için İstanbul Arkeoloji Müzesinde, çivi yazısıyla yazılmış 74.000 tablet bulunmaktadır ve British Museum’dan sonra ikinci büyük arşive sahiptir. Fakat ne yazıktır ki, o arşivin yaklaşık 4 km ötesinde bulunan Edebiyat Fakültesinde Sümeroloji öğrenimi yapılamamaktadır. Eğer yapılsaydı, hiç olmazsa Sadberk Hanım Müzesinde bulunan Sümerce tabletler doğru olarak tercüme edilirdi. Buna paralel olarak diyebiliriz ki, iyelik zamiri tekil 1. kişi, yaklaşık 30 yıldan bu yana,/-MU/ yerine /-ĝu10/ olarak okunmaktadır. Konuyla ilgili olarak denebilir ki, elimizde Sümerce dilbilgisi ve sözlük bulunmadığından, ülkemizde de Sümerce, yeterince öğretilmediğinden, bu tür akıl almaz hataları yapmak olağandır.   Urartuca yönünden durum çok daha ilginçtir. Avrupa’da, Ön Asya dillerinin okutulduğu her yerde bugün Urartuca da öğretilmektedir. Başkentleri Tušpa/Van olan Urartular bu bölgede büyük bir devlet kurmuşlar ve sayısız yazılı belge bırakmışlardır. Bu nedenle, söz konusu bu dilin öğretileceği ilk yer Ankara’daki Sümeroloji Anabilim Dalı olmalıdır. Fakat ne yazıktır ki, bölge kültürü için çok önemli olan bu dilin okutulmadığı tek yer yine Ankara’dır. 60’lı yılların ilk yarısında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde yapmış olduğum öğrenim sırasında seminer tezi olarak “Babil ve Asur Lehçe Farklarını,” lisans tezi olarak da “Gudea’nın Rüyasını” hazırladım. Aradan geçen zaman içerisinde Kayseri Müzesinde bulunan Kültepe Tabletleri üzerinde çalışıp, hazırlamış olduğum yapıtlardan yalnız biri, Türkçe ve Almanca olarak Belleten LVIII 221,29-50’de “Ev Satışlarıyla İlgili Bir Kültepe Tableti ile Etütlük Tabletlerde Geçen Yer Adları ve Kârum Nahria” başlığı altında neşredilmiştir. Bütün bunların yanında, 1980 yılında Güzelhisar’da bulunup, Erzurum Müzesine getirilen Güzelhisar Urartu Kitabesi, o zaman için onu okuyacak birileri bulunamadığından, Kayseri Müzesine gönderilen resimlerinin yardımıyla yine Belleten LV/213,323-330’da tarafımdan yayınlanmıştır.   1947 yılından bu yana Kültepe kazılarında bulunan Eski Asurca tabletlerin bugüne kadar yayımlanamamış olması hepimizin ayıbıdır. Bilinmesi gereken gerçek odur ki, okulumuz, öğrencimiz, öğretmenimiz var, Sümercenin yanında Eski Asurca ve Urartucayı yeterince öğretemiyoruz. Eğer öğretebilseydik, son 70 yıl içerisinde sistemli olarak Kültepe’de, T. Özgüç ve F. Kulakoğlu başkanlığında yapılan kazılarda bulunmuş olan Eski Asurca tabletlerin tümü bugüne kadar okunmuş olur ve bu yeni bilgilerin ışığı altında Eski Ön Asya coğrafyası yeniden düzenlenir, Eski Ön Asya tarihi yeniden yazılırdı. Bundan sonra bu konuda da başarılı olmak ve söz konusu bu dillerden öncelikle Sümerce ve Akadcayı öğrenebilmek için artık isteyen herkesin elinde Sümerce ve Akadcanın yanında Eski Asurca Dilbilgisi, Gudea Statüleri ve Hammurabi Yasaları da bulunmaktadır. Kişisel görüşüm odur ki, Akadca Dilbilgisi’yle çalışan her kişi, bu 282 maddeyi okuduktan sonra, yeteri kadar Akadçayı öğrenmiş olacaktır.   Nafiz Aydın Sümerolog
Hammurabi Yasaları Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
hakkindabilgi-blog · 7 years ago
Text
Büyü Nedir ? Büyü Nasıl Yapılır? Büyücülük Büyü Günahmı ? Kimler Büyü Yapar ? Büyü Çeşitleri
Büyücülüğün kökü çok eskilere dayanmaktadır. Öyle ki, Hazreti İbrahim’in peygamber olarak gönderildiği Babil halkının önceleri ruhlara ve meleklere ibadet eden, daha sonra da yıldızlara, aya, güneşe ve bunlar adına yapılmış putlara tapan kimseler olduğu rivayet edilmektedir. Günümüze kadar gelip ulaşan ve özellikle inancı zayıf kimseler arasında yaygınlaşan yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma da onlardan kalmıştır. Kendisiyle alakalı ayet-i kerimelerde açıkça görüleceği üzere, Hazreti İbrahim, muhataplarını iknâ etmeye çalışırken sık sık ay, güneş ve yıldızlara atıfta bulunmuş; böylece o dönemde öne çıkan ve devrin insanlarınca değer verilen meseleleri de nazara vermiştir. Cinleri yardım için çağırma gücüne sahip olduklarına ve bazı gizli güçleri diledikleri gibi kullanabileceklerine inanan Babilliler, bu yönleriyle Mısır medeniyeti üzerinde de çok büyük izler bırakmışlardır. Babil’den kalan falcılığı ve sihirbazlığı daha da ileri götüren Mısırlılar çoğu meseleleri büyüyle halletmeye çalışıyor, gözbağcılık yapıyor ve hemen her hususta illüzyona başvuruyorlardı. Eski Mısır, dünyalarını yalan üzerine bina eden gözbağcı sihirbazlarla, onları bu işe sevkeden mütekebbir Firavunların hakimiyetindeydi. Bazı Yahudiler arasında da sihre itikat pek revaçta idi. Cin ve peri çağırmak, kötü ruhları esir almak, gizli güçleri kullanarak harikalar meydana getirmek, büyü ve efsun yapmak gibi şeyler Yahudiler arasında da mevcuttu. Fakat, bunların kaynağı İsrailoğulları ve Tevrat değildi. Onların batıl inançları da, tılsımlarla güç kazanmaya ve büyüden kuvvet almaya bağlı bir akım olan Kabalizm’in menşei gibi, Eski Mısır’ın putperest anlayışına ve Firavunların sihirbazlarına dayanıyor, hatta Babil’e kadar uzanan bir çizgi takip ediyordu. Druidler Çinliler de büyüyle yakından ilgileniyorlardı. Haddizatında, eskiden iyi–kötü bütün ilimler, hep uzak doğudan geliyordu. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “İlim Çin’de bile olsa gidip alın!” sözünü sadece ilim iştiyakına ve araştırma aşkına bağlamak doğru değildir. Allah Rasûlü daha uzak bir yeri de işaret edebilirdi; fakat, Çin’i nazara vermişti. Demek ki, belli bir dönemde eski dünya itibarıyla Çin’de ilim çok gelişmişti. İlmin gelişmesinin yanısıra efsanevî şeylere olan ilgi de artmış; sihir de yaygınlaşmıştı. Dinler tarihine göre, tenasüh eski Mısır halkının “Hermes”ine dayanmaktadır ve Pisagor (Pythagoras) vasıtasıyla kadîm Yunan’a götürülmüştür. Pisagor, ruha dair bazı düşünceleri Mısır’dan İyonya’ya taşırken, görünmez kuvvetlere hükmetme düşüncesini de taşımış, zamanla Yunan-Roma medeniyetinde de, Şark’ta olduğu gibi, büyücülük ve falcılık rağbet bulmuştu. Hârut ve Mârut Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in muasırı olan Yahudiler arasında da büyü çok yaygın idi. Onlar Hazreti Süleyman’ın –hâşâ– büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı sihir ile elde ettiğini, ins ü cinne de yine büyü ile hükmettiğini söylüyor; aynı yolla hem çok güçlü hâle gelebileceklerini hem de başka kavimlerin içine korku salacaklarını düşünüyorlardı. Kur’an-ı Kerim, Hazreti Süleyman’ın bir peygamber olduğunu bildirince, onlar –hâşâ– “Muhammed Süleyman’ı peygamber sanıyor, halbuki o bir büyücüdür” demişlerdi. Cenâb-ı Hak, Bakara sure-i celîlesinin 102. ayet-i kerimesiyle onların bu iddialarına cevap vermiş ve şöyle buyurmuştu: “Tuttular Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular. Halbuki Süleyman küfre girmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre girdiler. Halka sihri ve Babilde Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: “Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olmayasınız!” demedikçe hiç kimseye (sihir yapmaya vesile olabilecek) bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Fakat, onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı. Doğrusu, büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını da pek iyi biliyorlardı. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara, 2/102). Bu ayet, Hârut ve Mârut kıssasının özünü ve içyüzünü de açıklamaktadır. Bazı müfessirler, onların birer melek değil sembol ve mecâzî ifade olduğunu söyleseler de, genel kanaate göre, Hârut ve Mârut, Süleyman Aleyhisselam döneminde Babil’de insan şeklinde ortaya çıkan, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir ilmini öğreten ve insanlar için imtihan vesilesi olan iki melektir. Bu ilmi kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsıkların aksine, Hârut ve Mârut, “Biz imtihan vesilesiyiz; biz hem kaybettiririz, hem de kazandırırız; bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür; aklınızı başınıza alın ve bu imtihanı kaybetmeyin.” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyor ve muhataplarını suistimale karşı uyarıyorlardı. Haddizatında, Merhum Hamdi Yazır’ın da dediği gibi, bu iki meleğin öğrettiği bilgiler bizatihi sihir değildi, ancak o bilgiler sihir yapmaya ve suistimal neticesinde küfre düşmeye de açıktı. Nitekim, söz konusu ayette “o iki meleğe indirilen şey” hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, o “şey” sihre atfedilmiştir. (Detaylı anlatımı için tıklayınız) Binlerce yıl önce, Babil, Mısır ve Asur’daki erkek ya da kadın tüm büyücüler, geleceği görmelerine yardım eden insanüstü güçlere sahip olduklarını öne sürerlerdi. Gökyüzündeki yıldızları, kuşların uçuşlarını inceleyerek, el falına bakıp avuçtaki, yüzdeki, vücuttaki çeşitli benlerden anlam çıkarmaya çalışarak geleceği saptamaya çalışırlardı. Ayak izlerinden, kişilerin kullandıkları eşyalardan kalem ya da boya ile çizilmiş resimlerden, tütsülerden, kokulu otlardan yararlandıklarını söylerlerdi. Ayrıca çeşitli ilaçlar, zehirler, mutluluk, mutsuzluk ve aşk iksirleri satarlardı. Krallar, hükümdarlar bile zamanın büyücülerine önem verirler, onların düşüncesini almadan hiçbir işe girişmek istemezlerdi. Hatta savaşa girmeden önce, özel kahin-büyücülerine danışıp aldıkları yorumlara göre hareket ederlerdi. Bu tür kahin-büyücüler, sihirbazlık ve falcılık da yaparlardı. Uzak yerlerdeki herhangi bir kişinin ne yaptığını, nerede olduğunu ve hatta ne yapmak istediğini bile söyleyebileceklerini öne sürerlerdi. Eski İbraniler de büyücülüğe inanırlardı. Tevrat’taki, “Büyücüleri aranızda yaşatmayın!” sözleri, Avrupa ve Amerika’da korkunç bir büyücü avının başlamasına neden olarak binlerce kişinin öldürülmesine yol açmıştı. Eski Yunan büyücüleri, ay ve ölüm tanrıçası olarak tanıdıkları HECATE ‘nin kendilerine kuvvet verdiğini sanırlardı. Bu büyücüler, güya büyük bir sihirbazlık hüneriyle hortlakları ayaklarına çağırırlar; insanları deli ederler; çeşitli otlardan tehlikeli zehirler yapar ve ölü eti yerlerdi. Bu gibi, tehlikeli büyücüler, Yunanistan’ın en çok “Tesalya” bölgesinde bulunurdu. Yunanlıların kötü büyücüleri olduğu gibi iyi büyücüleri de vardı. Bunlar tarlalardaki ürünlere bereket getirirler, savaşlarda düşmanı yenik düşürürlerdi. Bazıları, gemicilere “Rüzgar Torbaları” satarlardı! Denizlerde ansızın rüzgar kesildiği zaman yelkenli gemilerin hareket etmelerine olanak olmadığından, en iyi çare, büyücülerin kuvvetine inanmaktı! Rüzgar satan büyücüler, insan üstü bir güçle topladıklarını söyledikleri rüzgarları, kumaş torbalar içine üçer gemici düğümüyle bağlayarak gemicilere satarlardı. Düğümleri çözer çözmez rüzgarlar dışarı fırlar, gemilerin yelkenlerini şişirirdi! Düğümleri çözünce, rüzgar dışarı fırlamazsa ne olurdu? O zaman, ya o rüzgar torbası kötü duaya uğramıştı ya da sahte bir büyücü onları aldatmış demekti! Eski Romalılar da iyi olsun, kötü olsun, tüm büyücülerden korkarlardı. Bazı Romalı hükümdarlar ülkedeki tüm büyücüleri sınır dışı etmişlerdi. Zaman zaman, büyücülük yaptığı sanılan kuşkulu kimseler, uçurumlardan aşağı atılarak öldürülüyorlardı. Avrupa’nın ilk büyücü avı, M.S. dördüncü yüzyılda Roma kentinde başlamıştı. İmparator Valens , büyücülükle uğraşan herkesi en ağır şekilde cezalandırmaktan çekinmiyordu. Hatta, hastaları iyi etmek için çeşitli otlar kaynatarak ilaç yapmaya çalışanları bile ortadan kaldırıyordu. Midesindeki ağrıyı durdurmak için, kendi kendine sihirli kelimeler mırıldanan bir çocuk ölümle cezalandırıldı. Zamanın din adamları, büyücülere, şeytan tarafından yönetilen kötü ruhlar gözüyle bakıyorlardı. “Büyücü” kelimesi yeni bir anlam kazanmıştı artık. Bu anlama göre büyücüler, doğrudan doğruya şeytanın kendisinden ya da putperestlerin tanrılarından insanüstü kuvvetler alan kimselerdi. İlk önceleri, büyücülükle suçlanan kimseler çoğunlukla ağır cezalara çarptırılmak yerine, bu işlerden el çekmeye ya da günah işledikleri için oruç tutmaya çağırıldılar. Bazen de, para cezalarına çarptırılırlar ya da bir süre tutuklanırlardı. Geniş anlamda ilk büyücü avı, on üçüncü yüzyılda Roma Katolik Kilisesi tarafından bir soruşturma(Engizisyon) ile başlatıldı. Bu soruşturmanın amacı, “Dinsizleri” araştırıp bularak cezalandırmaktı. Bu dinsizler, kilisenin öğretilerine inanmayan kişilerdi. Büyücülere şeytanın uşakları dendiği için, onlar herzaman Tanrı’nın da düşmanıydılar. Bu yüzden dinsiz sayılıyorlardı. Soruşturma yönetimi bu kimselere işkenceler yaptırıyor, gerekirse bunları yakarak ortadan kaldırıyordu. On dördüncü yüzyılda “Kara Ölüm” denilen bir hastalık salgını, Avrupa’da yaşayan insanların üçte birini yok etti. Büyücüler, bu salgın sırasında içme suyu kuyularını zehirlemek ve şeytanla birlik olarak hastalığı çevreye yaymakla suçlandılar. On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda, kötü büyücülerin sayısı gittikçe yükseldi. Hatta o kadar yükseldi ki, tüm Avrupa ülkeleri sanki onlar tarafından yönetiliyordu. Kristof Kolomb, Amerika’yı bulduğu sıralarda, büyücüler arasında kitlesel tutuklanmalar ve cezalandırmalar sık sık görülür bir duruma geldi. Bu arada yüzlerce yıl boyunca, binlerce suçsuz insan asılarak ya da yakılarak öldürüldü. Örneğin bir sabun büyüsü kara büyüdür. Kaşık büyüsünde fakat eşleri birbirinden ayırmaktır. Kaşık büyüsü yapılmış olan çiftler bir süre sonrasında büyük mesele yaşamaya başlarlar ve kısa bir süre hemen sonra bu tartışmalar ayrılığa kadar gider. Büyü Nasıl Yapılır? Bundan dolayı kaşık büyüsü güçlü bir ayırma büyüsüdür. Ek olarak bir insanoğlunun ölümüne kadar neticelere varılan ölüm büyüleri bile vardır. Bu büyüler son derece tehlikeli büyü türleridir. Birçok kötü niyetli büyücüler kara büyüleri etken olarak yapıyorlar, bize düşen görev ise bu kötü büyüleri bozmak ve etkisiz hale getirmek. Çok eski zamanlardan beri yapılan çok sayıda büyü çeşitleri de halen büyük bir sıklıkla yapılmaya devam etmektedir. Her şeyden önce kara büyü yapmak için bazı araç ve gereçlere ihtiyaç duyulduğu gibi bu büyüyü hazırlamak için hiçbir araca ve gerece ihtiyaç duyulmaksızın da yapılabilir. Bu tılsımı hazırlayan hoca öncelikle yüksek gizli saklı saklı ilimler bilgisine sahipse ya da kendi cinleri olan bir hocaysa gayet tabi ki bu büyüyü hazırlarken hiç bir malzemeye ihtiyaç duymadan sadece yazılı olarak hazırlayabilir. Genel anlamda büyük bir emek ve vakit gerektiren bir işlemdir. Aslında görüldüğü şeklinde ya da düşünüldüğü şeklinde bayağı bir uygulama değildir. Çünkü kara büyüyü hazırlayan hoca özellikle haftanın belli geceler kalkarak ya da hiç uyumayarak o gün için yapılması gereken detayları yapmak zorundadır. Büyü Nasıl Yapılır? 1 Örneğin salı gecesi yapılması gereksinim duyulan işlerle cuma gecesi farklı süre dilimlerinde yapılması gereksinim duyulan işlemler birbirinden değişiktir. İşte bu nedenle büyük dikkat ve emek gerektiren bir süreçtir bu sihrin hazırlanmasındaki süreçtir. Aşk büyüleri genel olarak yapılışları farklı ama gayeleri aynı olan bir uygulama şeklidir. Aslen aşk büyülerinin yapılışları bu büyü hazırlanırken kullanılan malzemelere göre farklılıklar gösterir. Maksimum kullanılan aşk büyüsü şekli aslında bir nevi de bağlama büyüsü olarak da bilinmektedir. Çeşitli bitkilerin bir araya getirilerek ve birleşimi sağlanarak çok güçlü bir kara büyü elde etmek mümkündür. Veya çeşitli hayvan parçalarını toplayarak ve bunları birlikte kullanarak gene çok etkili neticeler alınabilir. Elbet bu yalnız bu karışımları bir araya getirmekten ibaret değildir çünkü bu malzemeler bir tek bir araç işlevi görür aslolan önemli olan hazırlayan hocanın bilimsel bilgisidir. Bu bilgilerle birlikte hazırlanan tüm kara büyü çeşitleri çok şiddetli tesir gösterecektir. Büyü Nasıl Yapılır? 2 Kara büyülerin insanlar üzerinde birçok doğrudan tesiri olmaktadır, bunlardan bazıları, kısa süre içinde hastalanıp yatağa düşmek, kısa süre içinde işini kaybetmek, evlilik içi çok ciddi problemler yaşamak, hayata karşı tutunamamak, kuvvetsiz hissetmek, kendisini sadece sezmek, geceleri ciddi kâbuslar görerek uykudan uyanmak başlıca kara büyünün etkilerindendir. Nasıl başınız ya da vücudunuzda bir yeriniz ağrıdığı süre hastaneye gidip bir doktora görünme ihtiyacı duyuyorsanız, haiz olduğunuz birlikteliğin bozulması halinde de bir hocadan yardım almak sizler için en doğru seçenek olacaktır. Hayatın çok kısa bulunduğunu ve size mutlu bir yaşam için vaktinizin çok olmadığını hatırlatmak isterim ki siz bu bilince vardığınızda anlarsınız ki boşa vakit geçirecek bir zaman lüksünüz yoktur. Büyü Nasıl Yapılır? 3 Öyleyse hemen şu andan itibaren kendi mutlu geleceğiniz için gerek eşinizle gerekse sevgilinizle yaşamış olduğunuz problemlerin tümüne çare aramak için harekete geçin ve dikkatsizlik etmeyin ki eğer siz kendi yaşamınızda yanlış giden bir birlikteliğin kendi kendine düzelmesini beklerseniz sadece ama sadece kendi kıymetli zamanınızı kaybetmiş olmuş olmuş olursunuz. Bazen süre iyi bir ilaçtır fakat çoğu süre en iyi seçenek derhal harekete geçerek radikal bir ekip kararlar alıp bu kararlarımızı kendi yaşandığımıza bütünleşmiş etmemiz daha doğru ve akılcı bir tutum olacaktır. Bu yazımda sizlere kara büyü çeşitleri hakkında bilgiler verip, sizlerin kara büyüler hakkında bilgi edinmenizi sağlayacağım. Bilindiği gibi kara büyü bir tür kötülük büyüsüdür. Kara büyülere örnek olarak verecek olursak, sabun büyüsü, kilit büyüsü, domuz yağı büyüsü, balmumu büyüsü ve kaşık büyü gibi bir çok örnek verebiliriz. Bunların dışında daha bir çok kara büyü çeşitleri vardır. Bu yazdıklarım en fazla tercih edilen kara büyü çeşitleridir. Kara büyülerin tercih edilmesindeki önemli bir faktör bu büyülerin uygulamalarının kolayca yapılabilir olmasından kaynaklanmasıdır. Diğer büyü türlerine göre kara büyüler hem yapılış aşamalarında hemde uygulama aşamalarında diğer büyülerle karşılaştırıldıklarında çok daha kolay yapılmaları ile dikkat çekerler. Bir insanı evden uzaklaştırmak için yapılan kara büyüler: Sizin hayatınızı zehir eden ve sizin mutsuz olmanız için elinden gelen her şeyi yapan bir düşmanınız yada sizi sevmeyen bir insan olabilir. Çoğu zaman bu durumlar gelin ve kaynana arasında yaşanır. Gelinini sevmeyen bir kaynana kendi oğlunu etkilemek ve kendi sözünü dinletmek için farklı tutumlar içine girebilir. İşte böyle bir durumda aynı evde yaşayan gelin kaynanasını evden uzaklaştırmak için kara büyülerden yardım olabilir. Bu şekilde evde yaşayan diğer kadın bu evden uzaklaştırılmış olur. Bir insanın sağlığını zarar vermek için yapılan kara büyüler: Bir diğer kara büyü çeşidi de o insanın sağlığını kötü yönde zarar vermek için yapılan türleridir. Örneğin bazı insanlar diğer insanlardan çok ciddi şekilde zarar görüyor olabilirler. Bu durumdan kurtulmak için diğer insana kendi elleriyle zarar vermek istemezler bunun bilinmemesini ama o insanın zarar görmesini hatta sağlığını kaybedip yataklara düşmesini isterler. Bu noktada size düşman olan kişiye zarar vermek için, onu hastalık sahibi yapmak için bu tılsımın gücünden yararlanabilirsiniz. Bir insanın yaşamına son vermek için yapılan kara büyüler: Aslında bu en tehlikeli tılsım şeklidir, özellikle bu tür büyüler bir insanın yaşamını bitirecek kadar güçlü tılsımlardır. Bazen bazı insanların nefret ettikleri, öldürmek istedikleri kişiler olabilir işte bu noktada bazı kişiler sevmedikleri, hatta nefret ettikleri bu kişiden tamamen kurtulmak için onların ölümüne kadar tesir edecek bu büyüleri tercih ediyorlar. Bir evli çifti ayırmak için yapılan kara büyüler: Bu uygulamada ayrılmasını istediğiniz eşleri kısa süre içinde birbirlerinden nefret ederek ayrılmasını sağlayabilirsiniz. Bu tılsım yapıldıktan sonra o ailenin içinde sürekli ciddi tartışmalar başlar, eşler artık birlikte aynı yatakta yatamaz duruma gelerek sürekli kavga etmeye başlarlar. Bu tartışmalar gün geçtikçe daha da kuvvet kazanarak devam eder. En sonunda gelinen nokta ayrılmak olacaktır. Bu çift artık bu zamandan sonra kara büyü çözülmediği sürece ayrılmak zorunda kalacaklardır. Bu evliliği kurtarmanın tek yolu yapılan kara büyüyü tespit edip onu hemen bozdurmak olmalıdır. Bu yapılmadığı sürece bu evliliğin kurtarılması maalesef mümkün olmaz. Bu çift bu büyünün tesiri devam ettiği sürece asla birlikte olamaz ve yakın zaman için ayrılmak yada boşanmak zorunda kalırlar. İş yerinde size zarar veren insanları sizden uzak tutmak için yapılan kara büyüler: Bu sorunla çoğu insan karşı karşıya mutlaka hayatında bir kez dahi olsa karşılaşmıştır. İş yerlerinde birbirini çekemeyen birbirine karşı nefret besleyen pek çok çalışan olabilir. Hatta sizin yükselmenizi istemeyen yada sizin makamınızda gözü olan bazı kişiler size karşı kara büyü yaptırabilirler. Veya bunun tam tersi olabilir eğer sevmediğiniz bir insanla aynı ortamda çalışmak istemiyorsanız onu bulunduğunuz iş ortamından uzaklaştırmak için kara büyü yaptırabilirsiniz. Bu şekilde rakibiniz olan kişi bundan sonra asla size zarar veremez zaten kısa bir süre sonra o iş yerinden ayrılmak zorunda kalır. Pamuk Çekirdeği Büyüsü Üç tane pamuk çekirdeğinin üstüne birer kere tuncina duası okunur. Sonra evlenmesi istenen kişilerin ismi söylenir ve çekirdekler kişilerin kapısının eşiğine gömülür. Kısa süre sonra evlenmesi istenen kişilerin evlendiği söylenir. Kurşun Büyüsü Bir levha kurşunun üzerine istenen kimsenin ve annesinin isimleri yazılır. Sonra tuncina duasının baş kısmı yazılıp ateşe atılır. Kurşunu atarken de “Bu kurşun nasıl erirse… o da benim için öyle erisin bana gelsin!” denir. Kurşun eridiğinde o kişinin dayanamayarak geldiği söylenir. Saygı İçin Büyü Sevdirmek için bu büyüden de faydalanılır.Böylece kendisini sevmeyen, beğenmeyen birini dahi kolaylıkla bağlar. Bu büyü yapıldığı zaman büyülenen kimse deli gibi aşık olur. Büyü yapanı görmediği zamanlar kederinden hasretinden ölecek hale gelir. Pek çok çeşit muhabbet büyüsü bulunmaktadır. Büyülenen bir yiyeceği istenen kimseye yedirmek veya okunmuş çiçeği koklatmak gibi durumlar yeterlidir. At Nalı Büyüsü Eski bir at nalının üzerine sevmesi istenilen kimsenin ismi ve Ayetülkürsü suresi yazılır. Küllü bir ateşin dibine nal yerleştirilir, yalnız önemli olan bu ateş hiç sönmemelidir.Ancak ateş yandığı sürece o kişinin aşkı devam edecektir. Biber Büyüsü Bir top kırmızı biberin çekirdekleri çıkarılarak kırk bir tanesi ayrılır ve diğerleri atılır. Her çekirdeğe bir Yasin suresi okunur ve bu çekirdekler tekrardan biberin içine doldurulur. Biber ateşe atılırken de “Bu biber nasıl yanarsa… o da benim için öyle yansın bana gelsin” denilir.Yedi gün süreyle bunu tekrarlamak gereklidir. Bakır Büyüsü Bir bakır levha üzerine Allah’ın sıfatları yazılır ve yüksekçe bir yere asılır. Her gün seher vaktinde kalkılacak bu bakıra bakılacak ve istenen kimsenin helal sevgisi için dua edilecektir.Böylece o kimse gelir ve bakır orada durduğu sürece bir daha da ayrılmaz. Yarasa Büyüsü Yarasa kesilerek kanı sevilen kimsenin eşyasına veya üstüne sürülür.Yada bu kandan bir iki damlası istenen kimsenin içeceği bir şeye karıştırılır. Yarasanın ölüsü de o kişinin kapı eşiğine gömülür. Büyülenen kimse aşık olur ve bir daha da ayrılmaz. Tırnak Büyüsü Bir kimsenin kestiği tırnak, bir kap içinde yakılıp kömür haline getirilir ve ince ince dövülerek toz haline getirilir. Bu toz, sevmesi istenen kimsenin yiyeceğine veya içeceğine karıştırılır. O kimse bunu yedikten yada içtikten sonra bağlanır ve bir daha ayrılmaz. Nohut Büyüsü Kırkbir tane nohudun her bir tanesine bir İhlas duası okunur.Daha sonra nohutlar bir kaba konularak ağır ağır pişirilirken sevmesi istenen kimsenin ismi tekrarlanır. Nohutlar iyice pişince o kişinin içine büyük bir aşk ateşi düşer. Her şeyi terk ederek koşa koşa ona geldiği söylenir. Kuru Üzüm Büyüsü Yirmi bir tane kuru üzüm tanesinin üstüne bir Yasin okunur.Daha sonra bunlar bir kapta ağır ağır kavrulur. Üzümler kavrulurken de bir kara dut, bir beyaz dut çubuğu ile bunlar karıştırılır. Bir yandan da “Falanın oğlu ya da kızı… aşkımdan ak dut gibi sararsın, kara dut gibi kararsın. Yemesin içmesin, gözüne uyku girmesin, beni görmedikçe rahat etmesin!” diye tekrarlanır. Üzümler kavrulduktan sonra iki gün içinde büyü yapılan kimse çıkıp gelir. Saç Büyüsü Sevilen kimsenin yedi tel saçına Ya Vedut duası okunur ve saçlar ateşe atılıp yakılır. O kimse aşktan delirecek gibi olur ve yapan kişiye gelir. Sicim Büyüsü Bir sicimin üzerine kırk bir düğüm atılır. Bu istenen kişinin geleceği sırada kapının önüne bir paspasın altına yerleştirilir. O kişi oraya bastığı an bağlanmış olur. Bir daha da ayrılmayı düşünmez. Yalnız her düğümü atarken o kişinin adını söylenmelidir.. Bakla Büyüsü Kırk bir tane baklanın üstüne bir adet Esma çekilir. Ondan sonra baklaların her gece bir tanesi ateşe atılarak, “…benim aşkımdan yanıp tutuşsun ve hemen gelsin” denilir. Kırk bir gece içinde gelmesi istenen kişinin geldiği söylenir. Bazen daha birkaç bakla yakıldığı halde çıkıp gelebilir, o durumda diğer baklaları yakmaya devam etmek gerekir. Aksi takdirde büyü yarım kalacağından gelen kimse de birden bire soğuyarak geri dönebilir. Gül Büyüsü Bir gülün üstüne bir adet Esma ve Tuncina duası okunur ve bu, beğenilen kimseye verilir. Kendisi bu çiçeği koklar ve bir daha ayrılmamak üzere aşık olur. Ancak böyle bir çiçeği büyü yapılacak kişinin kendisine vermek, başkalarıyla göndermemek gerekir. Şeker Büyüsü Bir şeker veya tatlı üzerine kırk bir adet Bismillahirrahmanirrahim okunur ve bu sevilen kimseye yedirilir. O kişi o andan itibaren içinde neşe, huzur ve sevgi duyar. Aslında diğer büyülerle karıştırmamak gerekir. Bu iş iyi niyetle yapılırsa bir zararı yoktur. Çünkü tatlı yiyen kimsede sadece huzur ve mutluluk olur. Bunun etkisi de uzun süreli değildir. İncir Büyüsü Taze bir incirin üstüne Ya Bedduh, Ya Kısmet, Ya Muhabbet sözleri bin kere okunur ve sonra sevilen kişiye yedirilir. Böylece o kimse aşık olur ve kalbiyle tamamen bağlanır bir daha da ayrılmayı istemez. Mum Büyüsü Bir mum üzerine istenen kişinin annesinin ismi ve isteklinin kendi ismi yazılır. Bunun üzerine de bin Esma okunur. Gece yarısını geçtikten sonra büyüyü yapan kimse, “Bu mum nasıl yanıyorsa, sende benim için öyle yan” diyerek mumu yakar.Fakat mumun yedide biri yanınca söndürmelidir. Ertesi gece yine aynı şeyi tekrarlar. Böylece mumu yedi gecede yakar. Erimiş mumu da harlı ateşe atar ve yine aynı sözleri tekrarlar. Böylece o insan sevgiden yana yana çıkagelir. Kabak Büyüsü Sevgisi sönen, unutan, bıkan ve giden kimseyi geri getirmek için de büyüden faydalanılır. Pek çok muhabbet büyüsü sönen aşkı canlandırmaya yeterlidir. Ancak araya soğukluk girdiyse ve o kimse çok uzaklardaysa, o vakit çok daha kuvvetli bir büyü gerekmektedir. Bir bal kabağı oyulur ve içinden çekirdekleri çıkarılır. Bu çekirdeklere onbir Esma okunur.Daha sonra bu çekirdekler tekrar kabağın içine doldurulur. Kabak gidenin gelebileceği tarafa, yüksek bir yere asılır.Ve orada kurumaya bırakılır. Kabak kuruyup düştüğü zaman, o kaçan, unutan, giden kimse büyük bir sevgi ve istekle geri döner. Bir daha da ayrılmaz. Sabun ve Saç Büyüsü Sabun ve saçla yapılan bu büyü öldürücüdür. Büyü yapılmak istenen kişinin saçından birkaç tel alınır. Hiç kullanılmamış bir kalıp sabuna sarılır.Daha sonra sabuna kır bir iğne batırılır ve belirli bir dua okunur. Sonra bu sabun kör bir kuyuya atılır. Sabun orada eridikçe büyü yapılan kimse de evinde erimeye başlar ve yatağa düşer. Kaşık Büyüsü İki sevgiliyi, eşi ya da kardeşi ayırmak üzere yapılan bir büyü çeşididir. İki tahta kaşığa, ayırmak istenilen kimselerin adları yazılır ve kaşıklar arka arkaya getirilip bağlanır.Yeni ölmüş birinin mezarı açılarak kefeninden bir parça alınır ve kaşıklara sarılır. Belirli bir dua okunur ve kaşıklar başka bir mezara gömülür. Ayrılması istenen kimseler o zamandan itibaren birbirleri için adeta ölü gibidirler. Yaşadıkları zamanca bir daha yüz yüze gelemezler. Domuz Yağı Büyüsü Eşleri ayırmak için en çok kullanılan maddelerden biri de domuz yağıdır. Büyüyü yapacak olan kimse bir parça domuz yağını alır, koynuna sokar. Sonra bir kiliseye gidip rahipten kendisini okumasını ister. Rahip bu isteği kabul ederek o kimseyi okursa amaç gerçekleşir. O insan okunurken koynunda gizli domuz yağı da okunmuş olur. Bu okunmuş domuz yağını çiftin yattığı yatağa koyarsa, o zaman karı koca birbirini domuz gibi görmeye başlar, birbirinden nefret edip uzaklaşırlar. Büyüyü yapan kişi, eğer yatağa koyamıyorsa, sokak kapısına sürer, bu da tartışma ve kavgalara soğukluğa yol açar. Ölü Toprağı Büyüsü Ayırmak üzere yapılan büyülerde ölü toprağı kullanılır. Ölü toprağı bir mezardan alınarak ayırmak istenilen kimselerin yatağına serpilir. Çift o zamandan itibaren birbirinden ayrılır. Ölü toprağı serpilirken belirli duaları okumak ve belirli sözleri söylemek gerekir. Büyü Tazeleme Kimi büyülerin ömür boyu sürmesine karşın,kimileri bir ay ya da bir yılda etkilerini kaybeder. Mesela biber yakarak birinde arzu uyandırmak mümkün olabilir ama bu geçici bir istektir.İsteğinin devam etmesi için bu büyüyü tekrarlamak lazımdır. Buna karşın kaşık büyüsü ömür boyu sürer. Domuz büyüsü de yine bulunup temizlendiği zamanda etkisini kaybeder. Bu tür büyüler tekrarlanması halinde etkili olurlar. Yani büyüler ömür boyu ve kısa süreli olmak üzere ikiye ayrılırlar.
0 notes
sosyalmedyablog · 8 years ago
Text
New Post has been published on Girişimci Ruhu
New Post has been published on http://girisimciruhu.com/paraniz-olmasa-da-bilginiz-olsun-lidyalilardan-bu-yana-para-hakkinda-18-ilginc-bilgi/
Paranız Olmasa da Bilginiz Olsun: Lidyalılardan Bu Yana Para Hakkında 18 İlginç Bilgi
1. Birincil madeni para M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu’da yaşayan zengin bir ırk olan Lidyalılar tarafından kullanılmıştır.
Bir fasulye tanesine büyüklüğündeki bu madeni paralar %75 altın ve %25 gümüş alaşımıydı.
2. Paranın keşfi çalınabilirliğini de daha basit bir hale getirdi.
Bu yüzden dayanıklı, sık sık ziyaret edilen ve olası hırsızlar için korkutucu olan tapınaklar ilk bankalar haline geldi.
3. Milattan önce 1750’lerde Babil tapınak rahipleri kendi bölgelerindeki insanlara kredi vermeye başladı.
4. Kağıt para başlangıçta 910 yıllarında Çin’de basıldı.
300 sene sonradan ülkeyi ziyaret eden Marco Polo kağıt para kullanıldığını ve bununla birlikte İmparator Kubilay Han’ın ne dek çok parası olduğunu görür görmez epey şaşırdı.
Ortalıkta gezen bu kadar para olunca ülke ekonomisi yerle bir oldu. Enflasyon yüzünden 15. yüzyılda Çin’de kağıt para kaldırıldı.
5. Birincil Osmanlı gümüş parası olan akçenin 1326’da Orhan Gazi döneminde bastırıldığı kabul edilmişse de, yakın dönemde babası Osman Bey’in bastırdığı bir akçe bulunmuştur.
6. 1472’de İtalya’da bir rehin dükkanı olarak açılan Banca Monte dei Paschi di Siena, dünyanın varolan en eski bankası.
7. Hamiline yazılı birincil çek, 22 Nisan 1659 günü, Londra’da Nicholas Vanacker’a ödendi.
10 pound değerindeki bu çeki ödeyen banka, “Clayton and Morris”ti. Bugün kullandığımız çeklerin atası olan bu ilk çek, tıpkı günümüzdeki örnekleri gibi düzenlenmişti.
8. 1949 yılında Frank McNamara isimli biri New York’ta arkadaşlarını yemeğe çıkardı. Lakin yanına peşin para para almayı unutup hesabı ödeyemeyince arkadaşlarına karşı mahcup duruma düştü.
McNamara bunun üzerine ‘Diner’s Club Cart’ adında nakit parayla harcama yapmayı gerektirmeyen bir kulüp kartı tasarladı. Bu kart sistemi bugünkü kredi kartı sisteminin temelini oluşturdu.
9. ‘Diner’s Club Cart’ çatısı altında 14 lokanta birleşti ve kart sahiplerinden yılda üç dolar ücret kesmeye başladı.
10. İskoçyalı John Shepherd-Barron, birincil ATM makinesini Londra’daki Barclay Bankası için tasarladı. Şimdiki plastik kartların tersine özel bir emniyet sistemi olan çekler kullanılıyordu.
11. Tüm dünya piyasalarında dönen demir ve kağıt ABD dolarının bugünkü toplam değeri sıradan 829 milyar dolar civarında ve bu paranın 3’te 2’si ABD açık havada.
12. Dünyadaki en çok kullanılan para olması nedeniyle de yeniden en çok mikrop ABD doları üzerinde bulunuyor.
13. Daha çoktan taklit edilmesi en şiddet madeni para unvanına sahip 1 İngiliz poundu 2017’de tedavüle girecek.
14. Şu lahza kullanılan paralar içinde, taklit edilmesi en kuvvet olan banknot ise Kazakistan tengesidir.
Ve yeniden üzerindeki figür ölçüt alınarak dünyanın en güzel parası 1000��Kazak tengesi seçilmiştir.
15. Benin madeni 100 frankının üzerinde yer alan hint keneviri motifine parmağınızı sürttüğünüz de parada bulunan sentetik katkı maddesi maddeleri ortama esrar kokusu yayıyor.
16. Fildişi Sahili’nin 1000 franklık madeni paralarının üzerinde reel mamut fosillerinden parçalar bulunuyor.
17. Fiji Cumhuriyeti, içinde 2002’de Almanya’ya düşen Neuschwanstein meteorunun reel parçalarının bulunduğu 999 adet 10$’lık bozuk para bastırmıştır.
18. Moğolların piyasaya sürdüğü 500 tuğriklik bozuk para üstünde eski Amerikan Başkanı John F. Kennedy’nin devlete ait ve dahası minik düğme bulunuyor.
Bu düğmeye basıldığında, başkanın, 26 haziran 1963 tarihinde Batı Berlin’de yaptığı konuşmada söylediği meşhur “Ich bin ein Berliner” sözü duyuluyor.
0 notes
bilmisler · 6 years ago
Text
Bronz Çağı
https://bilmisler.com/bronz-cagi/
Bronz Çağı
Bronz Çağı, Paleolitik(Eski Taş) ve Neolitik (Yeni Taş) Çağlarının ardından Avrupa, Asya ve Orta Doğu’nun halklarının kültürel gelişimindeki üçüncü dönemdir. Bronz Çağı’n başlangıç tarihi coğrafyaya göre değişim gösterir. Orta Doğu’da ve Asya’nın bazı bölgelerinde, MÖ 3300’den 1200’ye kadar sürmüştür. Yunanistan ve Çin’de, Tunç Çağı MÖ 3000’den önce başlamıştır, İngiltere’de ise MÖ 1900 civarında başlamıştır.
Bronz Çağında insanlar metali işlemeye başladılar. Bronz aletler ve silahlar eski taş versiyonlarının yerini aldı. Bakırın işlemesinden önce saf bakırın ilk kullanıldığı dönem Kalkolitik (Bakır-Taş) Çağ olarak adlandırılan bir ara dönemdir. İlk başlarda bakır sadece küçük ve kıymetli nesneler için kullanıldı. Doğu Anadolu’da kullanımı MÖ 6500’lede başlamış ve hızla yaygınlaşmıştır. MÖ 4000’lerin ortalarında, döküm araçları ve silahlarda kullanılması Mezopotamya’daki kentleşme ile bağlantılıdır. MÖ 3000’de, Orta Doğu halkları bakırı işlemeye başlamışlardı.
Orta Doğu’daki Sümerler’in, Tunç Çağı’na giren ilk insanlar olduğu düşünülmektedir.Sümerler, yazıyı ve tekerleği icat ederek Tunç Çağı’nda önemli teknolojik gelişmeler kaydettiler. Mezopotamya ve Doğu akdeniz kıyılarını içine alan “Bereketli Hilal” olrak adlandırılan bölge dünyanın ilk şehirlerine ev sahipliği yapmıştır. Bakır madeni ilk defa burada eritilmeye başlanmış olabilir. Bakır aletler mezopotamya tarımının da gelişmesinde kullanılmıştır.
 Antik Sümerler, bronz yapmak için kalayla bakırı karıştırdılar. Bronz, bakırdan daha sert ve dayanıklıydı. Hem tarım araçları üretimi için hem de silah yapımına çok daha uygundu. Arkeolojik bulgular bakırdan tunç evresine geçişin MÖ 3300 civarı olduğunu göstermektedir. Bronzun icadıyla Taş Devri sona ererek tunç alet ve silahlar kullanılmaya başlandı.
Bronz Çağı Uygarlıkları
Bronz Çağında bir hükümdar ve merkezi bir hükümete bağlı krallıklar ortaya çıktı. Bronz Çağı halkları ticaret, savaş ve göç aracılığıyla birbirleriyle etkileşime girdiler. Bronz Çağı’nın en ünlü krallıkları arasında Sümer, Babil, Hitit, Antik Yunanistan ve Mısır’dır.
Bronz Çağında Mezopotamya’da kurulan kent devletleri zamanla gelişerek etki alanlarını da genişlettiler. Sümerler önce yazıyı sonra buna bağlı olarak sanat ve edebiyatı geliştirdiler. Gılgamış Destanı, 3.000 satırlık bir şiirdir. Bir Sümer kralının ölümsüzlüğü ararkenki maceralarını anlatır. Babil kralı Hammurabi, dünyanın en eski anayasasını oluşturdu ve Babil’i bölgenin en güçlü şehrine dönüştürdü. Dicle nehrinin batı kıyısında yer alan Asur kenti, Mezopotamya’da büyük bir askeri ve politik güç haline geldi.
Yunanistan Bronz Çağı’nda Akdeniz kıyılarının en önemli kültür merkeziydi. MÖ 3200’lerde Ege adalarında Kiklad Uygarlığı ortaya çıktı. Birkaç yüz yıl sonra Girit adasında gelişen Minoan uygarlığı Avrupa’nın ilk gelişmiş uygarlığı olarak kabul edilir. Yunan anakarasında ise MÖ 1600’lerde geç Bronz Çağı kültürleri ortaya çıktı. Bunların en önemlileri Atina, Miken, Sparta ve Thebes’tir.
Bronz Çağı Çöküşü
MÖ 1200 civarında birçok ünlü Bronz Çağı Uygarlığı eş zamanlı olarak çöktü.Tarihçiler, geniş çaplı felakete pek çok sebep gösterirler. Doğal felaketler, geniş çaplı savaşlar, ikli değişiklikleri barbar istilaları bunlardan bazılarıdır.Akdeniz bölgesini etkileyen depremler ve buna bağlı yanardağ patlamaları şehirlerin terk edilmesine sebep olarak gösterilmiştir. Savaş metotlarındaki değişikliklerin pek çok uygarlığın barbar istilasına uğramasına neden olduğu da öne sürülmüştür. Kuraklık da ciddi bir sebep olabilir çünkü ekonominin ana dayanağı tarımdı. Doğu Akdeniz bölgesinde MÖ 1250 -1100 arasında ciddi kuraklık yaşandığına dair kanıtlar vardı. Sebebi ne olursa olsun Miken Yunanistanı, Hitit İmparatorluğu ve Eski Mısır gibi uygarlıklar kısa sürede düştüler. Önemli kentler terk edildi ve kültürel gerileme yaşandı.
0 notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Hammurabi Yasaları Kitabı pdf indir pdf indir
Hammurabi Yasaları Son yüzyıl içinde Hammurabi Yasaları konusunda birçok yararlı çalışma yapılmıştır. Söz konusu bu kapsamlı çalışmaların ilki Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi-Ṣaduqa Fermanıdır ki, burada yapılan çalışmalar sırasında, Hammurabi Yasalarının 1. maddesi bile ne yazık ki, doğru olarak tercüme edilememiştir. Bütün bu başarısızlıkların en önemli nedeni, Türkçe yazılmış bir Akadca dilbilgisi olmamasıdır. İşte bu gerçeği yaşayarak bilen biri olarak, elimizde bulunan tüm olanakları değerlendirerek bu doğal eksikliği gidermek için Sümerce Dilbilgisi ile Sümerce ve Akadca İşaret Listesi’nden sonra, Akadca Dilbilgisi’nin yanında Hammurabi Yasalarını da hazırlama yolunda çaba gösterdim. Bir Sümer atasözü diyor ki: “Biliyorsan öğret, bilmiyorsan öğren!” İşte ben de Hammurabi Yasalarını yeni baştan tercüme etme yolunda bütün olanakları seferber ettim. Böyle bir çalışma gözden geçirildikten sonra, Akadcanın üç lehçesinden biri olan Eski Asurca üzerinde de yeterli ve gerekli açıklamalar yapıldığından, Asur ve Babil lehçe farkları, kolaylıkla anlaşılabilir duruma getirilmiştir.   Başta W.von Soden tarafından hazırlanan Grundriβ der Akkadischen Grammatik olmak üzere, bugüne kadar yayımlanmış olan tüm Akadca dilbilgisi kitaplarını göz önünde tutarak yapmış olduğumuz bütün bu olumlu çalışmalar sırasında bana her konuda yardımcı olan hocam D. O. Edzard’a, sorunlu kelime ve cümlelerin anlamları konusunda bana gerekli gereçleri gönderen meslektaşlarım Cl. Wilcke, B. Kouwenberg, T.J.H. Krispijn, W. Sallaberger, A. Zgoll, G.Fr.-Szabo, G. Wilhelm, B.Christiansen ve kitabın basımı yönünden her türlü kolaylığı gösteren İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Vedat Çelgin ve Alfa Yayınları yöneticisi Vedat Bayrak’a teşekkür ederim. Onların yardımları olmasaydı kitabın bu şekilde oluşması herhalde mümkün olmazdı. Diyebilirim ki, Sümerce Dilbilgisi, Sümerce ve Akadca İşaret Listesi, Akadca Dilbilgisi, Eski Asurca Dilbilgisi, Gudea Statüleri ve Hammurabi Yasaları gibi altı kitaba sahip olan herkes, bundan sonra Sümerce ve Akadcayı kolaylıkla ve başarıyla öğrenebilme olanaklarına sahiptir. Yeter ki, Ön Asya kültürü yönünden çok önemli olan bu diller içtenlikle öğrenilmek istenmiş olsun.   Bilinen gerçek odur ki, kralın adı Amurrucadır. Bu nedenle son 40 yıl içerisinde söz konusu bu isim Hammu-rapi/Hammurapi olarak da okunmak istenmiştir. Doğru olan da budur. Çünkü Eski Babilce /rabûm/ “büyük; buna karşılık Amurruca /rapûm/ ise “iyileştirmek, kurtarmak” anlamını taşımaktadır. Biz burada bilinen bu gerçekleri iletmeyi ve buna karşılık yine de bugüne kadar kullanılan alışılmış ismi HAMMURABİ’yi benimsiyor, bu gerçeğin burada ve bu şekilde belirtilmesini, yanlış anlaşılmaları önlemek için zorunlu görüyoruz.   Sümerce bizim için çok önemli bir dildir. Bu nedenle yeteri kadar öğretilmesi ve öğrenilmesi de Eski Anadolu ve Ön Asya kültürlerinin geleceği açısından vazgeçilmez bir özellik taşımaktadır. Bugün için İstanbul Arkeoloji Müzesinde, çivi yazısıyla yazılmış 74.000 tablet bulunmaktadır ve British Museum’dan sonra ikinci büyük arşive sahiptir. Fakat ne yazıktır ki, o arşivin yaklaşık 4 km ötesinde bulunan Edebiyat Fakültesinde Sümeroloji öğrenimi yapılamamaktadır. Eğer yapılsaydı, hiç olmazsa Sadberk Hanım Müzesinde bulunan Sümerce tabletler doğru olarak tercüme edilirdi. Buna paralel olarak diyebiliriz ki, iyelik zamiri tekil 1. kişi, yaklaşık 30 yıldan bu yana,/-MU/ yerine /-ĝu10/ olarak okunmaktadır. Konuyla ilgili olarak denebilir ki, elimizde Sümerce dilbilgisi ve sözlük bulunmadığından, ülkemizde de Sümerce, yeterince öğretilmediğinden, bu tür akıl almaz hataları yapmak olağandır.   Urartuca yönünden durum çok daha ilginçtir. Avrupa’da, Ön Asya dillerinin okutulduğu her yerde bugün Urartuca da öğretilmektedir. Başkentleri Tušpa/Van olan Urartular bu bölgede büyük bir devlet kurmuşlar ve sayısız yazılı belge bırakmışlardır. Bu nedenle, söz konusu bu dilin öğretileceği ilk yer Ankara’daki Sümeroloji Anabilim Dalı olmalıdır. Fakat ne yazıktır ki, bölge kültürü için çok önemli olan bu dilin okutulmadığı tek yer yine Ankara’dır. 60’lı yılların ilk yarısında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde yapmış olduğum öğrenim sırasında seminer tezi olarak “Babil ve Asur Lehçe Farklarını,” lisans tezi olarak da “Gudea’nın Rüyasını” hazırladım. Aradan geçen zaman içerisinde Kayseri Müzesinde bulunan Kültepe Tabletleri üzerinde çalışıp, hazırlamış olduğum yapıtlardan yalnız biri, Türkçe ve Almanca olarak Belleten LVIII 221,29-50’de “Ev Satışlarıyla İlgili Bir Kültepe Tableti ile Etütlük Tabletlerde Geçen Yer Adları ve Kârum Nahria” başlığı altında neşredilmiştir. Bütün bunların yanında, 1980 yılında Güzelhisar’da bulunup, Erzurum Müzesine getirilen Güzelhisar Urartu Kitabesi, o zaman için onu okuyacak birileri bulunamadığından, Kayseri Müzesine gönderilen resimlerinin yardımıyla yine Belleten LV/213,323-330’da tarafımdan yayınlanmıştır.   1947 yılından bu yana Kültepe kazılarında bulunan Eski Asurca tabletlerin bugüne kadar yayımlanamamış olması hepimizin ayıbıdır. Bilinmesi gereken gerçek odur ki, okulumuz, öğrencimiz, öğretmenimiz var, Sümercenin yanında Eski Asurca ve Urartucayı yeterince öğretemiyoruz. Eğer öğretebilseydik, son 70 yıl içerisinde sistemli olarak Kültepe’de, T. Özgüç ve F. Kulakoğlu başkanlığında yapılan kazılarda bulunmuş olan Eski Asurca tabletlerin tümü bugüne kadar okunmuş olur ve bu yeni bilgilerin ışığı altında Eski Ön Asya coğrafyası yeniden düzenlenir, Eski Ön Asya tarihi yeniden yazılırdı. Bundan sonra bu konuda da başarılı olmak ve söz konusu bu dillerden öncelikle Sümerce ve Akadcayı öğrenebilmek için artık isteyen herkesin elinde Sümerce ve Akadcanın yanında Eski Asurca Dilbilgisi, Gudea Statüleri ve Hammurabi Yasaları da bulunmaktadır. Kişisel görüşüm odur ki, Akadca Dilbilgisi’yle çalışan her kişi, bu 282 maddeyi okuduktan sonra, yeteri kadar Akadçayı öğrenmiş olacaktır.   Nafiz Aydın Sümerolog
Hammurabi Yasaları Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes