Tumgik
#Şair Ana
yurekbali · 2 years
Text
Tumblr media
Gülten Akın’ın Bavulu / Haydar Ergülen Akif Kurtuluş, ‘aşki’ bir şiirinde “açılmış bir defter kapanmaz ki” demişti. Akif sonra baktı ki açık defter şiirle dolacak gibi değil, romana da gönül verdi... Şiirin söyleyemediğini roman nasıl anlatsın behey şairler! Onlardan biri de Kemal Varol. Ama konumuz bu değil. Sıra onların bavuluna da gelince bu hususları açarız bir bir! Gülten Akın da açılmış defter gibi bavulunu hiç kapatmayanlardan. Hem defter niyetine hem dert yerine, hem memleket yoluna hem de gurbet eline. Şiir onun molası. Hayattan, evden, evlattan, Ankara’dan, Yozgat’tan, ülkeden soluklandığı zamanlarda bavulunu açık defter yerine kullanmış, oturup şiirini yazmış. O elinde bavulu olmasa da varmış gibi sorumluluk taşıyan rüzgârlı kızlardan. Hep taşınacak bir yükü, aşılacak bir dağı, yürünecek bir yolu, çekilecek bir derdi, açılacak bir bavulu ve elbette yazılacak bir şiiri olan. Sonra rüzgârını bırakıp kendisi gidenlerden. Bir de rüzgâra sardığı şiirini armağan olarak bir top gül yerine atanlardan. İyi ki olan, iyi ki olmuş olan, iyi ki var olan. O olmasa cumhuriyet rüzgârsız olurdu. Cumhuriyetin rüzgârı olmazdı. Rüzgârsız bir cumhuriyet de... Yaşamında da hem öyle rüzgârlılar var, hem de fırtınalar. “Ağır öğretmen” dediği, ‘insan, insaf’ dedesi var. Orhan Veli’nin sevgilisi, Cemal Süreya’nın “Cumhuriyet gibi kadın” diye övdüğü Nahit Hanım (Fıratlı) var edebiyat öğretmeni. Ve eşi Yaşar Cankoçak var. Anadolu’da çeşitli kasabalarda çalışırken adı ‘sosyalist kaymakam’a çıkan. Gülten Akın’ın “Sonra bana benzeyen bir adam gördüm. İkimiz çıktık cenneti aramaya.” dediği adam. Cennet: Kumluca, Şavşat, Gevaş, Alucra, Haymana, Kumru, Gerze, Saray, Maraş... Yaşar Cankoçak’ın TİP’e yakınlığı ve ağalara karşı toprak reformuna destek vermesi, şairin de hem avukat hem öğretmen olarak halkın yanında yer alması sürgünle ve şiirle sonuçlanır: “Git oldu can, sürgün geldi dayandı/ Sürgün yine geldi dayandı/ Kitapları topladım, çocukları giydirdim./ Hadi de doğrulalım Dranaz’ın karına.” Gülten Akın’ın bavulu şiir topluyor, şiiri sürgün topluyor, sürgünü kar topluyor. Ama en çok da rüzgâr topluyor. Rüzgâr toplamayan bir sözcük girdiği şiiri de kurutur çünkü. Gülten Akın’ın ilk kitabı 23 yaşındayken yayımladığı Rüzgâr Saati. İlk işaret fişeği, ilk rüzgâr ıslığı: “Aklım ıslıklarla türkülerle/ Rüzgâr saatleri evde tutamam/ Essin esmesin yollardadır.” Şiir de biraz rüzgâr aklı değil midir? “Deli Kızın Türküsü” de rüzgârakıllı bir şiirdir. Ama “Kör Aynadan İnce Kıza” şiiri, Gülten Akın şiirinin tüm genişliğini, yüksekliğini, derinliğini daha baştan gösterir: “Ben insanı tüm gösteren aynalardanım.” Ayna oldu ve her şeyi gördü, gösterdi. Acıların onurlandırdığı ve ülkesinin ödüllendirdiği bir büyük şair: Dilinde bir pas, içinde bir acı olarak kalan Yozgat’tan, kışta kıyamette çoluk çocuk yaşanan sürgünlere, faşist darbelerin ülkeye yaşattıklarından, oğlunun siyasal nedenlerle mahkûm olup işkence görmesine, mapusane mapusane dolaştırılmasına, ‘şair ana’ ya da ‘şairler annesi’ Gülten Akın’ın da oğlu Murat’ın peşinde mapusaneleri yol etmesine kadar. Açılmış bir defter rüzgâra da açıktır, açık bir deftere benzeyen bavulsa acılardan kapanmaz. Şiiri büyük olanın acısı da büyük olur memleketimizde çoğu kez, bir anlamda ‘acı onur ödülü’dür şiirinin, yaşadıklarının karşılığında eline geçen. İronik mi, değil. İronik, olağan zamanların, düzenli hayatların, yolunda giden şeylerin, işlerin, işleyişlerin olduğu yerlerde vuku bulan bir durumdur. Bizde ironik olan zaten gerçek olandır. Ve bu nedenle de ironi yapmak, hariçten gazel okumak sayılır. Hem de sayılmalıdır. İronik değildir Gülten Akın’ın durumu. Hem ülkesinin, dilinin yaşayan en büyük şairi seçilmesi, hem de en çok acıya çarptırılan şairlerin başında gelmesi. Bunun neresi ironik? İstenirse tam bir şair yaşamı da denilebilir buna. Şair taşta gerek. Çeliğe su verilince sertleşir, şiire su verilince incelir. Akın’ın şiiri de inceldikçe sağlamlaşan bir şiir oldu. Dayanıklı. Sanki kayalara, taşlara oyulmuş bir gülümseme gibi, pasa, toza, zamana aldırmadan, iyiliğini, saflığını, temizliğini gösterdi durdu. Temiz bir şiirdir Gülten Akın şiiri. Katıksız, katışıksız. Dünyayı, hayatı, insan ilişkilerini temize çekmez elbette. ‘İyi kalpli’, ‘kalbi temiz’, doğru/dürüst ve haklı bir şiirdir. Temiz şiir deyişim bundan. Bir de hesabını vermiş, varsa borçlarını ödemiş. Ve bütün büyük şiirler gibi, alacağı olan, alacaklı bir şiir. Onu da bağışlamış. Bağışlamak da temiz şiire dâhil. Ona ne çok şey yakıştırdık. ‘Biricik’ sayılırdı çünkü biraz da. Sennur Sezer’in şiire başlaması daha sonradır. Muazzez Menemencioğlu vardır, Türkan İldeniz Taşra Kızının Deliceleri ile ‘kadınlar vardır’ demiştir ama, sürdürmedikleri için orada da iş Gülten Akın’a kalmıştır. En çok da direnci yakıştırdık ona. Tıpkı onun da Metin Göktepe’nin annesine yakıştırdığı gibi. “Anneler İlahisi” şiiri hem iki anneyi, hem de onlarla direnmeyi buluşturan bir şiirdir. Yüreğin tartıldığı bir zamanda, hesabını yüreğiyle veren bir şiir: “Yüreğin tartıldı orda burda/ bozuk mu düzgün mü tartılarda/ durdun/ söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı/ anlaşılır kıldı duruşun/ [...]/ öyle bakıyorsun/ içinde dolaştırdıkları o karışık ayna/ senin çıplak gözlerine/ ne kadar ne kadar yabancı.” Neredeyse kendi yaşamını ve şiirini de daha açık ve ‘anlaşılır’ kılar bu dizelerle. Şiir, sınanmış, büyük bir sevgi duyuşunu deyişe çevirir: “Anneler olmasa kim kimi severdi/ saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci/ yollar boyu, eskitilmiş alanlarda /solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi.” Gülten Akın’ın şiiri de açık, bavulu da. Elbette böyle rüzgârlı bir şiir hiçbir bavula sığmaz. Bavulu hep açık dursun, şiirine hep rüzgâr vursun, onları merhamet, adalet, şefkat, iyilik, temizlik ve direnç olarak savursun. “Umudumuz var ki katlanıyoruz” diyenlerin yoldaşı olsun ki, “Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim” diye durup, “ince şeyleri anlamaya” da vaktimiz olsun! - Haydar Ergülen, Gülten Akın’ın Bavulu (Şairin Bavulu / Portreler) - Görsel: Rewhat Arslan (Gülten Akın)
17 notes · View notes
photographss-world · 3 months
Text
Tumblr media
Doğanın derinliklerine bakın, o zaman her şeyi daha iyi anlayacaksınız.”
Albert Einstein...
138 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 5 months
Text
Tumblr media
Ana Blandaina
Sınır
Ararım kötülüğün başladığı yeri aradığım gibi yağmurun sınırını çocukluğumda. koşardım var gücümle, yağmur bir yanımda, kuraklık bir yanımda. bir yer bulabilirsem, derdim, oturup düşünceye bir dalabilsem orda. Ama yağmur hep dururdu ben onun sınırını bulamadan, ve yeniden başlardı yağmur bilemeden nereye dek uzandığını gökyüzünün. Büyüdüm umutsuzluk içinde. Var gücümle koşarım bugün de bulmak için o yeri, İyilikle kötülüğü ayıran çizginin oturup üstünde düşünebileceğim o yeri. Ama kötülük her daim erer sona bulamadan ben onun sınırını, ve başlar yeniden nereye dek uzandığını öğrenmeden iyiliğin. Ararım kötülüğün başladığı yeri bir bulutlu, bir güneşli olan bu dünyada.
1 note · View note
edapostblog · 2 months
Text
Tumblr media
Arkadaşlar biliyorum geç oldu ama sizinle Bir Aşk hikayesi paylaşacağım biraz uzun boş vaktinizi okursunuz ben çok duygulandım not defterime yazmışım unutmuşum.
Ama illaki okumanızı tavsiye ediyorum 😥😥
(Aslında uzun paylaşımları hiç sevmem ama bu farklı!)
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır. Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50 ye yakın eser bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913 Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…
Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış. Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları, uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat geçimini temin eden daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.
Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci, besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş Tatyos Efendi gece boyunca kemanı elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli şarkıları peşpeşe döktürmüş.
Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken Vasili ve Ahmet Rasim Bey’de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor;
Gam-zedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hanende ne sazende kalıyor.
Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.
Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…
Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen önce Vasili hasta halinde anlatıyor:
-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos’da sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş Tatyos.
Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.
Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içinde ki kağıt da şu dizeler yazılıdır:
Gam-zedesin devan benim/Garip kuşsun yuvan benim/Çektiğimiz yeter gayri/Kaderimsin inan benim
Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara sevdamız/Kalsın öteki aleme/
Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.
Ah bu şarkılar aşk ta sevgide umutta acılarımızı paylaşmada binlerce yıllık kılavuzumuz olan, yürek yangınına eş, gönül yaramıza kardeş olan şarkılar.
Her şeyin kolayca elde edilip kolayca tüketildiği, herkesin birbirine ‘Aşkım’ diye hitap ettiği şu modern çağda televizyonlarda pırlanta, tektaş yüzükleri ile reklam veren 14 Şubat Sevgilileri Tatyos’un aşkını sizlerle paylaştık.
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlıyor artık!
(okumadan beğeni yapmayın lütfen)!
40 notes · View notes
loudsoulsuit · 2 months
Text
Bəzən ruhunda xəfif ürpərti hiss edirsən. Sanki meh bütün bədənini bürüyüb öz ağuşuna alır. Zehnin səni yaşadığın və ya heç görmədiyin, kimdənsə bəh-bəhlə, fərəh dolu ifadələrlə eşitdiyin xəyali bir zamana aparır. Bütün varlığınla o zaman və məkan üçün darıxırsan, düşüncələrin o ana köklənərək həmin anları gerçəkmiş kimi yaşatmağa çalışır. Darıxdıqca xəyali zaman və məkanda xoşbəxt olursan. Anidən oyanırsan, gerçək zamana qayıdırsan və xoşbəxtliyinin, üzündəki gülümsəmələrin yerini dərin təəssüf və şiddətli kədər hissi alır. Bu hiss sənə ən təsirli misraları yazdırır, şair edir; tərənnüm dolu uzun cümlələr qurdurur, yazıçı edir; fırça tutan əllərini səndən xəbərsiz kətana çırpır, rəssam edir; gözlərin bağlı halda notlara toxundurur, bəstəkar edir. Bu hiss sənə həm sevinc, həm də kədəri yaşadır.
Müəllif: Xəyal Məmmədov ("Xəyal qırıqlığı" adlı kitabdan).
Bəyənib rəy yazmağı unutmayaq❤️
Не забудьте написать отзыв👍✍
#Alinino
11 notes · View notes
aynodndr · 25 days
Text
Tumblr media
Ben kavgasına sevdalı
bir halkın kadınıyım.!
Ben özgürlüğe beşik kertmeli,
barışa pranga edilmiş,
adalete sözlü,
eşitliğe kardeşliğe adanmış
bir sevdanın kadınıyım...
Ben şiirlere nakşettiğim
mavi yürekli çocuğa
ve hiç büyümeyen
o çocuğun gülen yüzüne sevdalı
bir kadınım...
Ben mezopotamya ovasında açan
boynu bükük bir gelinciğe,
karlı dağlarında güneşi görmek uğruna ölümüne açan Kardelen’in direncine,
yaylalarında otlayan kuzularına
dağlarında korkusuzca seken
ceylanlarına sevdalı bir kadınım...
Ben Dicle’nin Fırat’a sevdasına
sevdalı bir kadınım...
Ben güneşten önce uyanan,
tandıra ekmek süren,
ocağı yakıp aşını pişirip
bebesini doyuran,
tarlada, fabrikada ve evde
sömürülen kadınların emeğine
sevdalı bir kadınım...
Ben Şahmeran’ın elinden
abu-hayat suyu içmiş,
elinde kınası
yıllarca yavuklusunu bekleyen
vefalı kadınlara sevdalı bir kadınım...
Ben şiirlerinin satır aralarına,
halkının kavgasını ve sevdasını
nakşeden şaire sevdalı bir kadınım...
Bekleyin çocuklar bekleyin,
and olsun ki;
size vurulup dağların ardına düşen uçurtmalarınızı alıp getireceğim
bir şafak vakti...
Bekleyin kadınlar bekleyin
and olsun ki;
size dağların arasına sıkışıp kalmış
güneşi kucaklayıp getireceğim
karanlık dünyanıza bir şafak vakti...
Bekle ey halkım bekle,
and olsun ki;
barışa uçarken vurulmuş ak güvercinin kanatlarından yine yeniden getireceğim, barışı maviliklerin içinden bir şafak vakti...
Ben kim miyim ?
Mezopotamya’da
her vurulduğunda
anka kuşu misali,
küllerinden yeniden doğan
kadınlara sevdalı bir kadınım...
Ben kim miyim ?
BARIŞ için
BEYAZ LEÇEĞİNİ
Savaş meydanlarına atan
barışa sevdalı
milyonlarca Mezopotamyalı
kadından biriyim....
Ben kavgasına sevdalı
bir halkın kadınıyım...
“Ben ANA/DOLU'yum...!"
YAZAR:
-Nilüfer Sadioğlu-
10.01.2015
3 notes · View notes
whysoruthless · 2 years
Text
uzun müddətdən sonra başa düşdüm ki, evim üçün çox darıxmışam. söhbət içi boş divarlardan yox, ailədən ibarət dörd divarlardan gedir. necə doğma imiş hər günü öz dilində açıb, hər axşamı öz dilində bağlamaq. radiodakı səhər verilişlərinə, axşam gedən qəmgin mahnılara qulaq asanda, televizordakı dublaj filmlərə baxanda başa düşürsən ki, hər şey necə doğma və səmimidi. bəlkə də yoxluğun verdiyi həsrətdəndi. indi qayıtmışam, amma necə darıxıb, necə qucaqlamaq istəyirəm evdə keçirdiyim iki ay yarımlıq vaxtı. başa düşdüm ki, içində bir nəfər yaşayan evlər heç vaxt isinmir.
atamla aradakı sərhədləri əridə bilməməyin verdiyi ağırlıq çiyinlərimi incidir. onu bəzən belə çətin vəziyyətdə görəndə bilmirəm necə əlindən tutum deyim ki, qorxma. atam heç bilirmi görəsən onu çox istədiyimi. onun bu qədər qocaldığını görmək əvvəlki ölüm qorxumu geri qaytarır. onu tək ürəkdən öpə bildiyim yerlər aeroport sərhədləridi, bəhanələr isə getməkdi.
babamla nənəmin gözünə qəbir daşında baxanda hər dəfə düşünürəm ki, görəsən onların yanındakı üçüncü şəkil hansımızın olacaq. ümid edirəm ki, bir də heç kimin gözünün içinə soyuq daşdan baxmağa şansım qalmayacaq.
getdiyim yollarda fərqinə varıram ki, hərdən bir uşağın gözündə sadəcə göydə uçan balaca bir təyyarəyəm. bəzi uşaqlara sevinc verirəm, bəzilərinə isə başına bomba düşəcək qorxusu yaşadıram. bəzən bir uşağı sevindirirəm, bəzən birinin ağlamağına səbəb oluram. özümə nifrətim ən çox onda artır. hər şeyi edə bildim, özümlə barışmaqdan başqa.
uşaqlığım üçün darıxıram. yaşaya bilmədiyim uşaqlığı indi otuz yaşıma çatmamış hələ də yaşamağa çalışıram, amma anam icazə vermir. onun üçün ən çox ütülədiyi son paltarı geyinəndə, bişirdiyi son yeməyin son loxmasını yeyəndə darıxıram. amma onun xoşbəxtliyi üçün ac qarnına dünyanı lüt gəzmək isətəyərdim. şair demiş, şair özü bəxti qara olsa da xoşdu, yaşayırsa bacı, qardaş, ata, ana ləzzətdi. 
19 notes · View notes
gulusworldsblog · 2 years
Text
Can Yücel’den :
"Niyə heç vaxt Ananız haqqında heç nə yazmırsınız" deyə soruşanda Şair cavabında: " Anama olan sevgimi yazacaq qədər şair deyiləm" dediyi kimi , mən də Anam haqqında yaza biləcək qədər ürək sahibi deyiləm sadəcə...
Dünyanın ən gözəl sözüdür Ana..🤍
8 notes · View notes
aydakayboldum · 2 years
Text
Bi kızla tanıştım, saçları mavi -mor-pembe, her tarafında gökkuşakları, çok da güzel gülüyor. Bana naif kokan bir çiçeği anımsatıyor. Şiir okumayı çok seviyor bu yüzden merağımı iyice körüklüyor. Biliyor mudur acaba bir şair olmadığımı ve buna rağmen bende şiir yazma isteği uyandırdığını? Küçük grubumuzla yemek yiyor, kitaplardan, kemanlardan ve biraz da bilimden konuşuyoruz. Karşıt bir görüşte ise eğer bakışları duvarlarda geziniyor bazen ise tırnağının kenarındaki et ile oynuyor. Kalkıyoruz, kedi sevmeye çalışıyoruz ve tırmık yiyiyorum, gülüşüyoruz. Arkadaşımızla vedalaşıp gelirken gördüğümüz çiçek serasına adımlıyoruz. Caddeden geçmektrn ikimiz de o kadar korkuyoruz ki zaman zaman el ele tutuşuyor zaman zaman ise birbirimize adeta yapışıyoruz. Ardından o gülüyor, gülüyorum. Küçük çocuklar gibi cadde geçerken çığlık çığlığa olabilmemiz ikimize de komik geliyor. Seraya adımlamaya devam ediyoruz. Aldığı aynalı teleskoptan, uzaylılardan, hayaletlerden ve kitaplardan bahsediyoruz. Birbirimize benziyoruz ve her defasında buna şaşırıyoruz. Seraya girdiğimizde planımızdan sapıp annesinin doğum gününü kutlamak için çiçek almamız hoşuma gidiyor. Çünkü gün batıyor, pembeli morlu gök yüzü çiçek bahçesini sarıyor ve arkamızda bizans döneminden kalma surlar var. Ortamın romantikliğine ikimiz de gülüyoruz. Ya o ya da ben, tam hatırlayamıyorum, kitap sahnelerinde gibi bir an yaşadığımızı dillendiriyor ve ben tam da o an bu satırları yazmaya karar kılıyorum. Kapalı sera kısmına giriyoruz, mis gibi çiçek kokuyor ama ona benzemiyor hiç birinin kokusu, bakınıyoruz. "Gerçekten kitaplarda gibiyiz! Bunu yazmalısın. " diyor, onu onaylıyorum. Seranın ortasında eski bir odun sobası var, yanmıyor, bana çok güzel şeyler çağrıştırıyor ve kendimi o ana ait hissediyorum. Açık ve koyu turuncunun karışımlarından oluşan bir saksı bodrum papatyası seçiyoruz annesine, tim burton filmlerine benzettiğimiz için onu alıyoruz, elinde tutup koklamak için eğildiğinde çiçeğe süzülen mavilerine gözlerim takılıyor. Gerçekten uğruna şiir yazılası gözüküyor ama öyle bir yeteneğe sahip değilim işte, sadece hayran hayran ona bakabiliyorum. Beyaz bir sümbülde gözüm içeri girdiğimizden beri, utana sıkıla fiyatını soruyorum ve 20 lira olduğunu öğrenir öğrenmez kucaklıyorum. Gün iyice batıyor, hava esiyor, seradayız, elimizde saksılar var, anı yaşarken dışarıdan izliyormuşum gibi geliyor. Çiçekleri o ödüyor, benimkini vermeyi teklif ediyorum ve saçmalama diyor. O zaman sadece geçmiş doğum günü hediyem olarak kabul edeceğimi belirtiyorum, anlaşıyoruz. Sonra çiçeklerin anlamlarını anlatıyorum ona, en sevdiğim çiçeğin sümbül oluşundan bahsediyorum. Pür dikkat dinliyor. Huzur maddeleşiyor. Birbirimizi üçüncü görüşümüz, dördüncü konuşmamız ama hiç yabancı gibi değiliz. Her şey tuhaf ve masalsı ilerliyor, hayat ikimize ne getirir bilemiyorum bile. Sadece bunu yazmamı istedi, istedim ve yazdım. Çiçeğe adını verdim, teşekkür ederim.
3 notes · View notes
yurekbali · 2 years
Text
Tumblr media
Kaybedilmeyen Lezzetler Ben Asya’yı sevmem, Engin Turgut ise Avrupa kıtasını; belki panikataklar yüzünden karşılaşamıyoruz. Ressam şairlerden Engin. Kelimelerin de rengini bilir o yüzden. Harflerinkilere kadar inebildi mi, bilemiyorum, epeydir görüşemedik. Çapkın olduğunu sanmıyorum ama, kadınları kadın hâliyle sever sanki. Onların korunmasız bıraktıkları masum güzelliklerini sever ince ince. Kibardır. Hani, eskilerin deyimiyle beyefendi adam! Kadıköylü Şairler’de zaten böyle bir tavır vardır ezelden beri. Onlar, içlerine  kapanık, duygusal, alkolü sohbete boğan, narin insanlar: Cemal Süreya, Turgay Kantürk, Turgut Toygar, Enver Topaloğlu, Ersin Tezcan, Cenk Koyuncu, Fikret Tunçer, (alkol harici) Dağlarca, Ercüment Uçarı, Arif Damar ve niceleri. Engin de öyle: ‘Gök, kuşun uçuşunu görüyor. Gövdenizdeki ıslığı seviyorum. Sizdeki tenha, ruhunu sevindiriyor kuğunun. Kalbinizin yarısı yara, yarısı bende kaldı. Şu bulutları toplasam, birimizin yüzü kar fırtınası...’ Çocuklara en çok yakışan oyuncaklardan biri vardır ya, şu, burunlu-bıyıklı plastik gözlükler, Engin sanki yüzünde hep onla dolaşır. İnsanlar mutlu olsun, kendi hüznünden üzülmesinler diye! Canım arkadaşım! Asya ile Avrupa’yı ayıran Ural Dağları gibi aramızdaki Boğaziçi! Toprağa doğru dağ, suya doğru doruk! Bizim rengimizi bilemem ama, Dağlarca beyaz, Ece Ayhan mor, İlhan Berk yeşil, Cansever sarı, Asaf kahverengi, Can Yücel kırmızı, Nâzım mavi, Uyar siyahtır! Ara renklerle götürürler mısralarını ama, taşıdıkları ana renkten kopmadan! - küçük İskender (‘Eflatun Sufleler’ kitabından...) - Fotoğraf: Engin Turgut
10 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Akira Kurosawa’nın Hakuchi/ Idiot filmine kısa bir bakış, Budala uyarlamalarındaki ana sorunu görmemiz açısından önemli olabilir. Hakuchi, belki de en değerli Budala uyarlamasıdır. Ancak diğer birçok uyarlama gibi Kurosawa’nın uyarlaması da fazlasıyla “edebidir.” Dostoyevski, benzersiz ruhsal atmosferini, onca konuşma içinde, ancak gönlü açık olanın seçebileceği birkaç kelime, bir kıvılcım olarak akan birkaç cümle ile kurar. Ân içinde ebediyet oluşturur ve tüm roman o ebediyet içine akar, okyanusa akan nehirler gibi... İdam cezasını çekmek üzere idam sehpasında bekleyen bir adamın ruh hâliyle… Ya da saralı bir adamın sara krizi sırasındaki aydınlanma ânında… Sadece form değil, zaman da yoktur artık burada. “O ân, artık zaman olmayacak!” Dostoyevski’yi sinemaya uyarlamak için, ebediyetin, içinde gömüldüğü bu kısa, şimşek gibi kıvılcımlar saçan o ânların hikmetli diyarına yolculuk edebilmek ve form ve normların kaybolduğu o ânı, zamana geri taşıyarak, edebî formun dışında bir forma büründürmek gereklidir. Dostoyevski ilhamının oluşturduğu formun değil, o ilhamın kendisini yakalamaya çalışmak… Hakuchi’de Kurosawa, Dostoyevski’nin edebi dilinin ardındaki ilhamın peşine koşmak ve onu kendi diliyle zamana geri taşımak yerine, formu ve dili tekrar ediyor görünüyor. Bu da her kelimesinde ebediyet kadar bir zaman bulduğumuz o kutsal ânları, kısacık zaman dilimleri içinde önemsiz ayrıntılara çeviriyor. Sezai Karakoç’un bir yazısında sanat eserleri bağlamında söylediği gibi, yapılması gereken, öncelikle Dostoyevski’nin dilini musalla taşına yatırmaktır. Musalla taşında öldürülen “dile”, Lazaruz’u dirilten Hz. İsa gibi ve Dostoyevski’nin ilhamına benzer bir ilhamla yeni bir nefes üflemek gerekir. Artık eski dil ölmüş, yerine yönetmenin nefesini taşıyan yeni bir dil “yaratılmıştır”. Hakuchi’de Kurosawa, o son müthiş sahne hariç buna yaklaşabilmiş gözükmez. Dostoyevski’nin “diline” sadakat, sinemada, Dostoyevski’ye ve onun ilhamına sadakat anlamına gelmez. Hakuchi, forma olabildiğince sadık kalarak, ama ruhu ve ilhamı kurutarak, ân içinde sonsuzluğu taşıyan Dostoyevski ilhamına sadık kalmış görünmez. Hakuchi’de, Rogojin’le Mişkin’in olduğu o son sahne, belki de Dostoyevski ilhamına en çok yaklaşan sahnedir. Ancak orada da asıl sorun ebediyeti içinde taşıyan dürülmüş ân’ın, sinema diline taşınmasındaki sorundur. Kurosawa, planları oldukça çok keserek, sürekliliği ve hâlin derinliğini azaltmış görünüyor. Polonyalı büyük yönetmen Andrzej Wajda, Nastasja filminde, Budala’dan sadece son sahneyi almıştır. Ancak Wajda’nın yaptığı şey büyük oranda, Nastasya Filipovna, Rogojin ve Mişkin’in helezonik yolunda yükselişlerini göz ardı etmek ve genellikle psikolojinin yüzeyselliğine teslim olmaktır. İki Japon kabuki oyuncusunun Mişkin’le Rogojin’i oynadığı film, “artık zaman olmayan ân’ın” sinema diline tercümesinde Hakuchi’den daha başarılı görünür. Belki de Budala’yı filme uyarlamak için, Dostoyevski’nin “kutsal sara” hastalığına içerden bakabilecek bir ilham ve gönle sahip olmak gerekiyor kim bilir… Hâlbuki film sanatı, tercüme edilemediği söylenen “edebi şiirleri” dahi görüntü şiirine tercüme edebilme potansiyeliyle önemlidir. Zaten asıl önemi tam da burada yatar. Bunu yapabilen yönetmenler vardır aslında. Ermeni yönetmen Sergei Paradjanov, Ermeni şair Sayat Nova ve şiirlerini adeta görüntü diline tek kelime etmeye dahi ihtiyaç duymadan çevirmeyi becerebilmiştir. Son tahlilde söylememiz gereken şey, Dostoyevski ile ilişki kuracak yönetmenin, bu ilişkiyi sadece onun dili üzerinden değil, anlamı ve ilhamı üzerinden kurabilecek bir algı ve “görü”ye sahip olması gerekliliğidir. Dilin açılımlamaya çalıştığı hakikat düzeyini, o edebi dilin üzerine bir başka dil ile kurmaya çalışırsa, hakikatle arasında perdelerin sayısını artırmaktan başka bir şey yapamaz yönetmen. Ancak dili, hakikatin bir perdesi olarak görür, dil yerine işaret edilen hakikate yönelirse ve o hakikatin belki bir başka form, dil ile yeniden inşasını düşünecek olursa, yapacağı Dostoyevski uyarlaması, direk edebi bir uyarlamadan çok daha değerli bir uyarlama olacaktır.
3 notes · View notes
hetesiya · 2 years
Text
Nali | Gazete Patika
NALİ
Nâlî, Güney Kürdistan’daki Baban Emirliği’nin Osmanlı ordularıyla yıkılışından dolayı acı çeken, inleyen bir şair imajı yaratıyor bende. Nali sözcüğü Sanskritçe, nefesli çalgılardan bir tür kamıştır. Osmanlıcada farklı anlamları var, bunlardan birisi gaybdan haber vermedir. Farsça ise naliş, inleyiştir. Nâlî, inleyişi derinden gelen kendi şiirinin müzikal gücünü mü çağrıştırmak istemiştir bu takma adı koyarken bilemiyorum. Mekanın ve dolayısıyla zarif Sorani edebiyatının kısmen kaybedilişi, zamanın ise dile, kültüre ve bağımsız yaşam hakkına karşı işleyişi, şairin tüm varlığına yayılmış, onu acıya ve inleyişe kesmiş gibi bir durum var.
Yaygın görüşe göre Nali, 1800 ile 1856 arasında yaşayan, Sorani Bâbâni şiir okulunun üç büyük kurucu şairinden biridir. Süleymaniye’ye bağlı Şarezûr ovasının Xak u Xol köyünde doğmuş. Kürtlerde ova bana, nedendir bimem, hep gezginci dengbejleri ve Onbinlerin Dönüşü’nü anımsatır. Toprak, bakır ve tahta eşyaların bulunduğu basık damlar ve kireçle sıvalı kuyularda demlenen şarap küpleri canlanır gözlerimin önünde.
Nâlî, eğitimine Karadağ’da, Seyit Hesen Camisinde başlamış, Şex Eli Mela’dan matematik dersleri almış, Sine, Sablax, Halepçe ve Süleymaniye’de de eğitimini sürdürmüştür. Ayrıca, Senendec ve Mahabat medreselerinde de öğrenim gördüğü söylenmektedir. Bu iki medresede hem Zerdüşt ateşi hem de bağımsızlık tutkusu güçlüdür.
Matematik şairin bilinçaltına yerleşince, onun soyutlama melaikesini güçlendirir. Nâlî’de sanırım böyle bir durum oldu. Şiirinin beslendiği havzayı güçlendirdi. Kendinden önceki büyük klasik Kürt şairleri gibi ana dilinin dışında, Farsça, Türkçe ve Arapça eserleri de okudu, bu dillerde şiirler yazdı. Lirizm ve derinlikte kendini gösterince, 19. yüzyılın ilk yarısında, Nâlî şiirinin ana hattını izleyen bir şiir okulu kuruldu.
Nâlî sanatına olan özgüveni güçlü bir şairdir. Melayê Cizîrî gibi kendi şiirini güçlü bir şiir olarak niteledi.
1 note · View note
edebiyatiturk · 4 days
Text
Makber Şiiri Günümüz Türkçesi
Makber Şiiri: Anlamı ve Önemi Makber, Türk edebiyatında önemli bir yer tutan ve ünlü şair Abdülhak Hamit Tarhan tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Bu şiir, hem teması hem de dil kullanımı açısından derin bir anlam taşımaktadır. Günümüz Türkçesine uyarlarken, şiirin özünü korumak ve okuyucuya çağdaş bir dil ile sunmak önemlidir. Bu makalede, Makber şiirinin tarihi bağlamını, ana temasını ve…
0 notes
haber-euro-turk · 8 days
Text
Emir ŞIKTAŞ YAZDI: ANALAR DİLİCE YAZIP ŞEHRİYAR
ANALAR DİLİCE YAZIP ŞEHRİYAR(Rahmetli Şair M. Hüseyin Şehriyar’ın doğum gününe istinaden yazılmıştır)Ana’dan, ana dil dersini alıp,Analar dilice yazıp Şehriyar.Şirin yuxularnan ağlıyıp, gülüp,Halkının elice yazıp Şehriyar.Sehend’de üreyi coşup, oynaşıp,Savalan dağında bulut gaynaşıp,Alagöz, Ağrı dağ, Süphan’ı aşıp,Sevgisi dalıca yazıp Şehriyar.Yelinen isteyip deste gülünü,Ana dili, özge dili,…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pazaryerigundem · 9 days
Text
6. Bandırma Kitap Günleri başladı
https://pazaryerigundem.com/haber/187899/6-bandirma-kitap-gunleri-basladi/
6. Bandırma Kitap Günleri başladı
Tumblr media
Bu yıl altıncısı düzenlenen Bandırma Kitap Günleri, 21-29 Eylül 2024 tarihleri arasında “Nâzım Hikmet” ana temasıyla gerçekleşiyor.
BALIKESİR (İGFA) – Balıkesir’in Bandırma ilçesinde 9 gün boyunca otuz kadar yazar ve gazetecinin ağırlanacağı etkinlik, Ahmet Ümit, Buket Uzuner ve Sibel Uzun’un Yenikapı’dan Bandırma’ya feribotla yaptığı “kitaba yolculukla” başladı.
Feribotta, “6. Bandırma Kitap Günleri’ne yaptığımız bu yolculukta bizlere yazarlarımız da eşlik ediyor” anonsu yapılmasıyla birlikte yazarlar da yolculuk sırasında kitaplarını halka dağıtarak sürpriz yaptı.
“Asıl bu ülkenin aydınlarının ve yazarlarının konuşması gerekiyor”
Bandırma Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleşen etkinliğin açılış konuşmasını yapan Bandırma Belediye Başkanı Dursun Mirza, Bandırma’yı kitaplarla ve yazarlarla buluşturmanın mutluluğunu yaşadığını söyledi.
“İlk belediye başkanlığı dönemimde başlattığımız ve sonraki dönemde de devam eden Bandırma Kitap Günleri’nde bu yıl da unutulmaz günler yaşayacağız,” diye belirten Mirza, halka kitap okumayı özendirmenin temel amaç olduğunu söylerken, çocukları ve öğrencileri kitaplarla buluşturmanın önemini vurguladı.
Mirza, “Biz siyasetçiler ve belediyeciler belki çok fazla konuşuyoruz. Asıl bu ülkenin aydınlarının ve yazarlarının konuşması gerekiyor,” diyerek sözü yazarlara bıraktı.
Tumblr media
Dokuz gün boyunca onlarca yazar halkla buluşacak
6. Bandırma Kitap Günleri, Ahmet Ümit ve Buket Uzuner’in yanı sıra Müjdat Gezen’den Ataol Behramoğlu’na, Şükrü Erbaş’tan Sunay Akın’a kadar birçok yazar, şair ve gazeteciyi dokuz gün boyunca halkla buluşturacak.
İmza ve söyleşi etkinliklerine katılım gösterecek diğer isimler ise şöyle: Sibel Uzun, Ece Üner, Sinan Yaşar, Şebnem Burcuoğlu, Merve Yıldırım, Balçiçek İlter, Sinan Yağmur, Prof. Dr. Yılmaz Arı, Sinan Kıyanç, Dilek Cesur, İrfan Donat, Eray Hacıosmanoğlu, Doç. Dr. Özgür Bolat, Dursun Ali Yaz, Hayati İnanç, Serhat Yabancı, Naim Babüroğlu ve İsmail Arı.
Bu yıl da ziyaretçi sayısı on binleri bulması beklenen Bandırma Kitap Günleri, konuklarına müzik ziyafeti de sunacak. Haluk Çetin ve Kseniia Prostitova dinletilerinin yanı sıra Dengin Ceyhan/Mahmut Çınar, Ataşehir Belediyesi Kent Orkestrası’nın “Nazım’a Şarkılar” ve Kehribar Balıkesir Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı konserleri, katılımcıların kulağının pasını silecek.
Onlarca yayınevinin meydandaki stantlarda hazır bulunduğu 6. Bandırma Kitap Günleri’ne tüm kitapseverler davetlidir.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
gundemarsivi · 2 months
Text
Tumblr media
Enver Karagöz Şiir Yarışması
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/enver-karagoz-siir-yarismasi/
12 Eylül’le birlikte Artvin Öğretmen Okulu işkence hane haline getirildi ve çok sayıda insan orada işkence gördü. İşkence görenlerden biri de Enver Karagöz’dü. Karagöz şairdi, edebiyat öğretmeniydi. Bir daha güzel şiirler okumasın, yaptığı konuşmalarla insanların yüreğini havalandırmasın diye boğazına kaynar su dökülerek sesini aldılar işkence sırasında.
O haliyle bir süre Almanya’da mülteci olarak yaşadı. 2007’de kaybettik onu. Bir Direnç Gülü olarak kaldı belleklerde Enver Karagöz.
Onun adına Almanya’nın Köln şehrinde uzun zamandan beri edebiyat etkinlikleri düzenlenmektedir. Bu şiir yarışması onun adına düzenlenen etkinlikleri desteklemek, Direnç Gülü Enver Karagöz’ü ve ona yapılanları unutturmamak amacı taşımaktadır.
Seçici kurul (jüri); Neşe Yaşın, Emel İrtem, Sezai Sarıoğlu, Hayrettin Geçkin ve Şeref Bilsel’den oluşmaktadır.
Yarı��maya katılmak isteyenler, herhangi bir yerde yayınlanmamış birer şiirini 1 Ekim 2024 tarihine kadar [email protected] adresine gönderebilirler.
Yarışma sonuçları 12 Ekim’de yapılacak Enver Karagöz Edebiyat Dostları Etkinliği sırasında açıklanacak ve yarışmaya katılacak şiirlerin tamamından bir şiir sergisi oluşturulacaktır. Ayrıca yarışma sonucunda ilk üçe giren eserlere çeşitli ödüller verilecektir.
***
< 1x
“Direnç Gülü” Enver Karagöz Üzerine…
Enver Karagöz, bu toprakların direngen ruhunu taşıyan, geleceği umut ve sevgiyle dokuyan bir insandı. Onun varlığı, bir güneş gibi penceremizde beliren ve odalarımıza sıcaklık katan bir ışık gibiydi. Kendi adımlarıyla, sessizce ama kararlı bir şekilde ilerleyen, kimseye duyurmadan ama herkese dokunan bir yürekti. Kitaplar, sanat ve edebiyat onun mücadelesinin ana yollarıydı; bu yollarda ilerlerken insanları barışa, aşka ve daha güzel bir dünyaya inandırdı.
“Bizi sesimizden vurdular
dilsiz kuşlar evreninde
adressiz bir mektuptuk
postacı kendisi yazdı adresimizi
bu yüzden
ne biz bir yerlere ulaştık
ne bir yerler bize (b)ulaştı
gel demek kolay
bir bağırtı nefes
bir çırpı kanat
kaç okyanus tükettim içimde
bu kaçıncı Kafdağı
Bizi düşlerimizden vurdular
masallarımız kanadı
üç elma düşmedi gökten
ağzımız küçüldü
bundandır çıkamadığımız kerevetine
dön demek kolay
Kimse var mı orda
sessizliğimizi duyacak biri
yorgun değiliz
uzun kalmayacağız
hatta
girmesek de olur içeriye
bir merhaba yeter
masal sürsün diye”
Enver Karagöz, sadece bir öğretmen ya da şair değildi. O, insanlığın en temiz yüzlerinden biriydi; dilsiz bir evrenin içinde bile sesini duyurabilen, yüreklerde yankı bulan bir sestir. Onunla ilgili her anı, her sözcük, onun insanlığın oğluyduğunu gösterir. Kavgalarını sanat ve edebiyatla yürütmüş, düşünceleriyle kalplere dokunmuş bir rehberdi. Karşısına çıkan her türlü zorlukta, insanlığa dair umutları yeşertmiş ve bu umutları kalemiyle bizlere aktarmıştır.
“Ayak sesleri
kısa adımlı
kendinden emin
sirensiz
düdüksüz
postalsız
bir ses
bir güneş penceremde
ya gülüşüm olsun
kapının aralığında
ya duruşun dolsun odama
sıcaklığınla
eylülsüz gel ne olur”
Enver ağabeyin mücadele dolu hayatında, sadece idealleri değil, aynı zamanda insanlara olan sevgisi de onu farklı kılmıştır. Köyünde, büyük bir ciddiyetle genç bir öğrenciyi (beni) karşılayıp, ona yaşamın ve bilginin değerini anlatarak beyinleri yıkamaya değil, aydınlatmaya çalışmıştır. Onun bir sözcüğü, ateşten ve sudan yorgun düşmüş bir dünya için umut olmuş, tomurcuklara, tohumlara dönüşerek aşk ve devrim olarak patlamıştır.
“Böylece
yolcu etti beni bir kitap
başka bir kitaba
öyle öyle ulaştım
kendime, sana, dünyaya
yazardan aldım sözü
biraz da ben yürüdüm
yaklaştım güzelliğine
kendimin, senin, dünyanın…”
Enver Karagöz, o büyülü ses tonuyla yalnızca şiirler okumaz, o şiirleri yaşar, adeta onlarla nefes alırdı. İnsanların yüreklerine kazınan sözleri, onun yaşamının bir yansımasıydı. Onun dünyasında, aşk ve devrim iç içe geçer, insanı insan yapan değerlerin peşinde bir arayışla harmanlanırdı. Yaşadığımız karanlık zamanlarda bile, onun ışığıyla aydınlanan yollarda ilerlememizi sağlar.
“Ne güzeldir yaşamak
Bir ırmak gibi coşkunca
Dağların üzerinde yürümek
Bulutlara değdirmek başımızı
Sıcak ak bir somun
Koltuğumuzun altında
Kırlara çıkmak
Karışmak insanların arasına
Milyonların arasına…”
Enver ağabey, hayata sadece mutlu olma amacıyla bakmayan, aynı zamanda yararlı olmayı, bir fark yaratmayı ve şefkatle dünyaya dokunmayı bilen bir insandı. Onun varlığı, bugün bizlere hala bir yol gösterici, bir direniş sembolü olarak ilham vermektedir. Gerçek bir insanlık dersi veren, vicdan sahibi bir kale olarak yaşadı. Ve o, bizlerin hayatında bir Direnç Gülü olarak hep var olacak, asla unutulmayacak. O unutulmadığı sürece, dünyanın daha güzel bir yer olması için satırları ve sesi en güzel yarınlara ulaştıracak.
“Diren! Ey kalbim
Diren! Hayasızlığa
Namussuzluğa
Diren! Kötüye
Çirkine, yanlışa
Diren! Yenilme”
Enver Karagöz’ü anlatmak, onun yaşamını sadece bir anı olarak hatırlamak değil, aynı zamanda onunla birlikte var olan değerleri yaşatmak anlamına gelir. Onun adımları, onun sesi, bizim için hala bir umut kaynağıdır. Bu umutla, onun anısını ve mirasını yaşatmaya devam edeceğiz ve o, içine düşürülmek istendiğimiz karanlık, umutsuzluk ve geleceksizleştirme politikaları karşısında bizlerin önünde duran bir çoban ateşi ve bir gemici feneridir. İçimizde hiç sönmeyecek olan adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya arzusudur. Böyle bir dünyanın mümkün olduğuna dair inançtır. Böyle bir dünyayı yaratmak için baş başa, düş düşe verdiğimizde şiirin bize katacağı güçtür.
“Böylece
yolcu etti beni bir kitap
başka bir kitaba
öyle öyle ulaştım
kendime, sana, dünyaya
yazardan aldım sözü
biraz da ben yürüdüm
yaklaştım güzelliğine
kendimin, senin, dünyanın…”
Hayatın amacı sanırım yalnızca mutlu olmaya indirgenemez. Yararlı ve şefkatli olmak; en önemlisi fark yaratmak; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek ve yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmek olmalı hayatın amacı… İzin verirseniz, tam da bu tanıma uygun yaşamış Enver ağabey için yazdığım ve ona ithaf ettiğim bir şiirimi paylaşmak istiyorum şimdi de:
bir sözcük olsa
bir sözcük ki
ateşten ve sudan yorgun
düşmüş yollara bir başına
üşümüş belki
aç susuz yaralı
yüzü dağların rengi
teni toprak kokusunda
gelip bir delik bulsa kalbimde
dünyanın bütün acılarının dolduğu
ordan içeri girse
bir çiçek hızıyla yürüse
yürüse
yurdum ol diye bağırdığını duymamış olabilirim
benim suçum
avazı yırtılmışsa
gördüğüm düş
kutsal kitapların hiçbirinde yok
sözcük dilencisiyim aslında
bu yüzden diyorum
bir sözcük olsa
bir sözcük ki
ateşten ve sudan yorgun
tomurcuğa mı dönüşür
tohuma mı
hiç bilmem
aşk ve devrim olarak patlasa içimde
dağılsa yeryüzüne
Hayrettin Geçkin
1 note · View note