#ölümcül benc
Explore tagged Tumblr posts
defnekalbim96 · 8 months ago
Text
SIKILDIM BU CEHENNEMDEN KÖYÜMÜ ÖZLEDİM YARIN GO TU HOM
2 notes · View notes
pptyahnm · 5 months ago
Text
Bence en kötü şey sanmak, seviyor sanmak; düşünüyor , özlüyor, biliyor ,hissediyor sanmak ya da sanmak şöyle de olabilir
Güvenilir biriydi
Seviyordu galiba
Vazgeçmez ya bende
Herkes yapar o yapmaz
Bunların hepsi sanmak ister geçmiş zamanda ister şu anda ister gelecekte sanmak mahveder insanı diyorlar yanlış öldürüyor gün be gün yavaş tüketiyor tam bir işkence aslında..
Mesela bir hastalığınız var belirli nokta da biliyorsunuz ama engel olamıyorsunuz düzelirim diye iyi olurum diye çabalayayıp duruyorsunuz bi gün bakıyorsunuz ki güzelim günleriniz hastalıkla savaşmakla geçmiş ve savaşırken hayatınızı unutmuşsunuz gibi şimdi bu hastalığın bi de ölümcül olduğunu düşünürsek yanlış yapmışız ama güzel yanlışlar gibi
Size tavsiyem sanmayın şüpheler her gerçeği şahibeli hale getirir. Şahibeli hiç bir şeyi hayatınızda tutmayın. Şüphelendiginiz ne varsa o an o dakika vazgeçin çünkü yanlış yolda ne kadar yürürseniz geri dönerken yaralar o kadar derinleşir.
13 notes · View notes
azad30altug · 7 months ago
Text
SADAKAT VE NAMUS
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler. Niye öldürürler kadınları?
Ürdün dağlarının çöl rengi yamaçlarındaki keskin patikalarda karşı karşıya gelen iki iri erkek dağ keçisinin nasıl dövüştüğünü hiç gördünüz mü?
Alınlarını birbirine dayayıp, göz göze bakışırlar önce.
Sonra birkaç adım geri giderler.
Dururlar.
Bir an beklerler.
Aniden arka ayakları üstüne kalkarlar, bir metreye varan arkaya doğru kıvrık sivri boynuzlarıyla kendilerini ileriye doğru fırlatırlar.
Havada korkunç bir çatırtıyla birbirine çarpar boynuzları.
Birinden biri o patikadan aşağıya düşene ya da çektiği acıya dayanamayıp kaçana kadar tekrarlarlar bunu.
Bu ölümcül kavganın bir tek amacı vardır.
Aşağıdaki vadide akasya ağaçlarının yapraklarını sakin sakin yiyip muzaffer erkeklerini bekleyen dişilere sahip olmak.
Kavgayı kazanan, sadece galip gelmekten değil dişiler arasında uyandırdığı saygılı korkudan da memnun bir halde o yamaçlardan ağır adımlarla iner, hiç acele etmeden kendinden emin bir şekilde en beğendiğinden başlayıp bütün dişileri teker teker altına alıp döller.
Doğada, şiddet içermeyen bir sevişme yoktur.
Hemen hemen bütün hayvan cinslerinin erkekleri dişileri hak edebilmek için ölümüne dövüşürler, sevişme hakkı sadece en güçlülere tanınmıştır.
Dişiler, boynuzu en güçlü olanı, pençesi en kuvvetli olanı isterler.
Erkek sadece rakiplerini yenmez bir dişiyi hak etmek için, gücüyle o dişiyi de korkutmak zorundadır.
Kendisinden korkmadığı bir erkekle birlikte olmaz bir dişi.
Dağ tavşanlarının erkekleri kadar iri olan dişileri işi daha da ileri götürürler, diğerlerini yenen erkekle bir de kendileri dövüşürler gücünden iyice emin olmak için, ancak çok sıkı bir kavgadan ve iyice hırpalandıktan sonra uysallaşıp teslim olurlar.
Her erkek dişisini elde edebilmek için rakiplerinden de dişisinden de güçlü olmak zorundadır.
Doğa, neredeyse bütün varlığını şiddete dayandırmıştır.
Bu vahşetin açık bir nedeni, anlaşılır bir amacı vardır.
En güçlü soyu elde etmek.
Kavga eşit şartlarda yapılır.
En kuvvetli erkek en çok dişiyi döller.
Ve, kadınlar öldürülmez.
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler.
Niye öldürürler kadınları?
Neden ırzına geçildiği için hamile kalan on beş yaşındaki bir kız çocuğunu öldürürler mesela?
Sanırım buna hiç düşünmeden verecekleri cevap, "kadın namustur" olacaktır.
"Kadın niye namustur" diye sorarsanız bunun cevabını o kadar kolay veremezler.
Biraz şaşkınca yüzünüze bakacaklardır, çünkü bunun asla sorulamayacak kadar ortak kabul gördüğüne inanırlar.
Onların yerine ben söyleyeyim.
Çünkü kadın erkeğin çocuğunu taşır.
Onu "namus ve sadakat" sembolü yapan budur.
Eğer bir soru daha sorarak devam ederseniz tuhaf bir yere doğru ilerler "kadın, namus" ilişkisi.
Niye hamile kalmak, erkeğin çocuğunu taşımak kadına "namus ve sadakat" sembolü olmayı yükler?
Bence, işte tam da burada kadın cinayetlerinin ana temasıyla karşılaşırız.
Namusun altından "para" çıkar.
Hayvanların öldürmeyip de insanların öldürmesinin ana nedeni, hayvanlar dünyasında olmayan paranın insanların dünyasında olmasıdır.
Erkek, çocuğunu taşıyacak kadının "namuslu ve sadık" olmasını ister.
Çünkü parasını o kadının taşıdığı çocuğa bırakacaktır.
"Kendi" çocuğuna miras bırakmak ister.
Bundan emin olmalıdır, aksi takdirde kandırılmış olur.
Sadakat, erkeğin mirasının garantisidir.
Peki, kız çocuklarını niye öldürürler?
Neden ırzına geçilen ya da sevdiğiyle kaçan bir kızın cezası ölümdür bu ülkede?
Çünkü kızlar para eder.
"Karının doğuracağı çocuğun babasının sen olduğunun garantisini sana bakire bir kız sunarak veriyorum" demenin bir fiyatı vardır.
"Başlık" parası derler adına da.
Para etmeyecek kızları öldürürler.
Bu "para cinayetinin" adını "namus" koymanın da birçok faydası vardır.
Kendi kızını ya da kardeşini öldüren erkek, satılacak diğer kızlara gözdağı verir ve onların "para edecek" biçimde kalmalarını sağlar ama asıl önemlisi "kendi kızını" öldüren biri, bu ortak yalan yüzünden "namuslu" bir adam olarak tanınacaktır.
Üstelik sadece katil değil, bu anlayışı destekleyen herkes de "namuslu" olacaktır.
Önlerine bir "namus" perdesi inecektir.
O perdenin arkasında istediklerini yapabilirler.
Başkasının hakkını çalabilirler, dolandırıcılık yapabilirler, tembellik edebilirler, yalan söyleyebilirler, kendilerinden daha güçlünün önünde hiçbir utanç duymadan eğilebilirler.
Her şeyi yapabilirler.
Zavallı kadınlarla kızlar üzerinden sağladıkları "namus", onların her türlü namussuzluğunu saklayabilir artık.
Endişe edecek bir şey yoktur.
Dünyaya bir bakın.
En fazla kadının öldürüldüğü ülkeler, hırsızlığın, yolsuzluğun, alçaklığın en fazla olduğu ülkelerdir.
Eğer bu ülkelerde erkekler "kadın öldürecek" kadar namuslarına düşkünlerse ahlaksızlık neden böylesine yaygın?
Neden "kadınları öldürecek" kadar "cesur" erkekler bu ülkelerde fikirlerini bile söyleyemezler, kadın öldürmeye gelince patlayan cesaretleri neden daha güçlü birini görünce ortadan kaybolur?
Neden namuslarına kadın dışında hiçbir yerde düşkün değillerdir?
Çünkü mesele namus meselesi değildir.
Mesele para meselesidir.
Kadın sadece "alınıp satıldığı" ülkelerde erkeğin "namusu" olarak görülür.
Erkeklerin, taze kadın bedeni üzerinden para sağlamadığı ülkelerde herkes kendi namusundan sorumludur, erkekler kendi namuslarından, kadınlar kendi namuslarından.
Ve, bir toplumda kadın bir satış malzemesi değilse o toplumda namus da yatakta aranmaz.
Namus, insanın yaptığı iştedir.
İşini kötü yapan, başkalarının hakkını yiyen bir erkek, karısı ya da kızı dünyanın en sadık, en "namuslu" kadını olsa da namuslu olmaz.
Namussuz olur.
Ben, kadınların "namus" sembolü kabul edildiği toplumlarda erkeğin namusundan kuşku duyarım.
Kendilerini kadınların arkasına saklarlar çünkü.
Kendi namuslarıyla, dürüstlükleriyle, işleriyle, ahlaklarıyla çıkmazlar ortaya.
Her türlü desiseyi, alçaklığı, haksızlığı, korkaklığı kadınların "namusunun" ardına gizlerler.
Doğaya bakın.
Yeryüzünün en korkunç pençeleriyle kavga eden aslanlara bakın.
Timsahlara bakın.
Dağ keçilerine, parslara, jaguarlara, maymunlara bakın.
Hepsinin erkeği dişi için dövüşür.
Ama hepsi de erkek erkeğe dövüşür.
Erkekçe dövüşür.
Ölümü ama yalnızca kendi ölümünü göze alarak dövüşür.
Hiçbiri kadının arkasına saklanmaz.
Hiçbiri kendi gücünü bir dişi öldürerek göstermez.
Dişiler erkeklerinden "kendilerini dövdüğü" için değil, diğer erkekleri dövdüğü, diğer erkeklerden güçlü olduğu için korkarlar.
Ve, hayvanlar kızlarını satmazlar.
Onun için de kızlarını "namus" için öldürmezler.
Bir toplumda kadın "namus" için öldürülüyorsa dikkatle bakın, orada iki şey görürsünüz, kızlar para karşılığı satılıyordur ve o toplumda yolsuzluk, haksızlık çok fazladır.
Kadın, erkeklerin ahlaksızlıklarını ve korkularını saklayan kanlı bir perdedir.
O perdeyi cinayetlerle örüyorlar.
Küçük kızları öldürüyorlar.
Zavallı kız çocuklarını sokaklarda vuruyorlar.
Kavruk bedenlerini kaldırımların üstünde bırakıyorlar.
"Namus" için diyorlar.
Belki gerçekten de inanıyorlar buna.
Kadına "namus" diyen geleneğe tapınıyorlar.
O geleneğin altında para yatıyor.
Kaygan, kaypak, kanlı bir para.
Sadece ahlaksız toplumlarda kadınların "namus" adına öldürüleceğine inanıyorum.
Ve, çöl rengi dağların keskin yamaçlarında hayatlarını tehlikeye atarak dövüşen dağ keçilerini seviyorum.
Bir hayvan gibi, bir erkek gibi dövüşüyorlar çünkü.
Ne kızlarını satıyorlar, ne kadınlarını öldürüyorlar.
Bir de kendi namuslarını kendi işlerinde arayan insanları seviyorum.
Bir dağ keçisi kadar dürüst ve cesur olan insanları.
AHMET ALTAN / 2006
11 notes · View notes
Text
【Project Sekai】 Ölümcül Günah Serisi 【Sekai Arena Konuşmaları】
youtube
Japoncadan Türkçeye çevrilmiştir.
Tumblr media
Margarita: Babamın bana seçtiği kişiyle evlendim, hiçbir zaman şikayet etmedim---- Eşim eve kaç kadın getirdiyse de, ne kadar servetimi kullansa da hiçbir zaman şikayet etmedim.
Margarita: Benim bu halime acıyan insanlar oldu, ancak ben mutluydum. Eşim beni sevmiyorsa, ben onu iki kat daha fazla seviyordum.
Margarita: Yani demem o ki......, Ben sıradan bir 『Süs Bebeği』yim.
Çevirmen Notu: Ev içerisinde yalnızca dekoratif amaçla duran eşya anlamında ve Margarita'nın aslında Clockwork bebeği olduğuna gönderme yapılmıştır.
Margarita: Sadece Elluka bana böyle doğru bir tanım koyabildi....
Margarita: Bu sözler kulağa korkunç geliyor olabilir, ama onun benim kim olduğumu anladığını düşünüyorum.
Margarita: Sonrasında, benim için değerli bir arkadaş oldu.
Margarita: Rüya görmek nasıl bir duygudur acaba......
Margarita: Ah, gelecek hakkında olanlardan bahsetmiyorum...... Uyku esnasında görülenlerden bahsediyorum.
Margarita: Bu benim aşamadığım bir farklılık......... Hiç uykuya dalmadım, sadece bir kereliğine de olsa deneyimlemek istiyorum.
Margarita: Hayatım boyunca, hiç uyumadım.
Margarita: Babam bir doktor. 「Tıbbi bakış açısına göre bu çok ilginç bir olay」 demişti. Sebebini bulmak için sayısız çalışmalar denedi.....
Margarita: Sonunda bir sonuca varamadı ve 「Mutasyon」 tanısı koydu.
Tumblr media
Margarita'nın karakter şarkısı:
Hatsune Miku - Uykuyu getiren Prensesten gift(Hediye)
Şarkının Türkçe hali
Riliane: Oh hohoho! Hadi, önümde diz çök!
Riliane: Lucifenia Krallığının prensesi, Riliane Lucifen d'Autriche!
Riliane: ......Hmm. Bu Krallığın hükümdarı olarak, görkemli varlığıma layık iyi bir girişim olmalı.
Riliane: Evet! Bunu sonraki görüşmemde hizmetçilerime tanıtmalıyım.
Allen: Of... Sarayın bahçesi çok büyük. Yerleri süpürmek, tam bir günümü alır.
Allen: Bu prensesin hizmetçisinin görevi değil, ancak daha fazla insan olsaydı.......
Allen: İnsanlar Riliane'den korktukları için işi bırakıyorlar, eleman sıkıntısı çekiyoruz, Riliane'in gözüne çarpmamak için kaçıyorlar.
Allen: ......Bunları söylemem bir işe yaramaz, her neyse, çalışmaya devam etmeliyim.
Riliane: Allen. Bugünün brioche'si az kremalı, çok şekerli olmuş.
Riliane: Kesin kremanın azlığını bol şeker katarak kapatmak istemişler.
Allen: Ha-hayır, bunu asla yapmış olamazlar...... Durumu aşçılara bildireceğim, Riliane-sama.
Riliane: İyi olur. Bunun son defası olacağını da ilet.
Allen: Evet.... Emriniz olur.
Riliane: (Allen'den beklediğim gibi, herkes emirlerime uymak zorunda.)
Riliane: (Annem gibi büyük bir kraliçe olmak için kendi ayaklarım üstünde duran güçlü bir kadın olmalıyım.)
Allen: Riliane-sama, saat 3 atıştırmalıklarınızı getirdim.
Riliane: He? Zamanı geldi mi? Kilise çanların sesini duyduğumu sanmıyorum.......
Allen: Birazdan çalacaklar 3, 2, 1......
Riliane: Aa. Çaldı..... Mükemmel zamanlama, uşaklara örneksin!
Riliane: Umarım diğerleri senin bu davranışını örnek alırlar.
Allen: Çok teşekkürler, Riliane-sama. Buyrun. Çay zamanınızın keyfini çıkarın.
Allen: (......Diğerleri olsa kafaları alınırdı. Korkuyla hazırladılar. Bence Riliane bunu bilmiyor.)
Kayo: Enbizaka'da en çok konuştuğum kişi, takı ve saç aksesuarı mağazasının sahibi olan Oyuka-san.
Kayo: Annemin soyundan beri arkadaşız, onlardan sık sık terzi siparişi alırım.
Kayo: Oyuka-san'ın kızının kimonosunu tamir ediyorum.
Kayo: Oyuka-san ve kızını memnun etmek için elimden geleni yapmalıyım.
Kayo: Enbizaka şehri, Onigashima Adası'nın merkezinde bulunan ve Jakoku ülkesindeki yabancıların yerleşip konaklayabildikleri ve ziyaret edebildikleri tek yerdir.
Kayo: Aslında, ben ve eşim de yabancı uyrukluyuz ve de oğlumuzun saçı da güzelce bir tondan sarı renktedir.
Kayo: Acaba hangi soydan geliyor bu saç rengi, belki de iki taraftan da aynı kökendendir?
Kayo: Of, bugün de yoğun bir gündü.
Kayo: Şimdi de eşyalarımı düzenlemeliyim ve dikiş makasımı korumalıyım.
Kayo: Annem de bu makasları kullanırdı, ondan kıymetli bir hatıramdır.
Banica: Benim en sevdiğim yemek mi? Elbette ki çok lezzetli şeyleri severim♥︎.
Banica: Ama en ilgimi çeken olarak sorarsan, daha önce yeme fırsatım olmayan şeylere ilgi duyarım.
Banica: Ah, burada daha önce tadına bakmadığım bir şey var mıdır ki acaba?
Banica: "Muraramurajakotasupopopo"......
Banica: Sanki bir büyülü söz gibi geliyor kulağa, ama aslında bu benim resmi adım olacaktı.
Banica: Annem bu isme itiraz edip adımı Banica koydurdu. Uzun zaman sonra Haznedar Ron'dan öğrendim bunu.
Banica: Annemin verdiği ismimi seviyorum. Fakat "Muraramurajakotasupopopo" diye tekrardan duyunca......
Banica: Kulağa lezzetli bir şeyin adı gibi geliyor, pek de fena sayılmaz.
Banica: Arte ve Pollo benimle küçük yaştan itibaren birlikteydiler.
Banica: Bu çocuklar benim aksime ne kadar yemek yeseler de hiç kilo almadılar...... Eskiden onları kıskanırdım, çok tuhaf.
Banica: Ama şu çocuklar biraz da olsa gizemli varlıklar gibilerdi.
Banica: Yoksa neden onlarca yıldır hiç yaş almadı görünümleri?
Banica: Ama yine de, her kim olursa olsunlar birlikte eğlenceli günler geçirdik. Bu benim için yeterliydi.
Gallerian: Meslek olarak hukuk seçmemin sebebi, annemin.... Elluka Ma Clockworker'ın idam cezasına çarptırılması ile ilgili kuşkumdu.
Gallerian: Babam da hem eşi hem bir yargıç olarak bu dosyayı çözmeye çalıştı fakat başaramadı.
Gallerian: ......İşin gerçeğini şimdi bulsak bile bu annemi geri getirmeyecektir.
Gallerian: Her yıl Michelle'in doğum günü hediyesi için telaşa kapılıyorum.
Gallerian: Mümkün olduğunca kendim düşünüp özenerek seçiyorum ama......
Gallerian: Eninde sonunda, uşaklar arasında en güvendiğim olan Bruno'ya da danışıyorum.
Gallerian: Ben işteyken kızımla en çok o ilgilenip vakit geçiriyor.
Gallerian: Kayo Sudou........ Senarist, ve mahlası Ma (Emuey)......
Gallerian: Annemin, Elluka adını ve de ikinci ismini mahlas olarak kullanması, ona çok hayran olduğunun kanıtı. Yüzleri bile çok benzerlik gösteriyordu, acaba estetik mi yaptırdı diye düşündüm.
Gallerian: Sonunda onun gerçekte kim olduğunu hiç öğrenemedim.
Hikayesi olmayan Miku(Margarita) kartı sadece arena konuşmasında kendi hikayesi hakkında bilgi vermektedir.
Tumblr media
Hatsune Miku 2★ 【Uykusuz, Tembel Dul Kadın】
Tumblr media
Kaynak:
Metinlerin dijital hali bu siteden alınıp çevirisi yapılmıştır.
https://pjsekai.com/?6d028ded16#if23409a
4 notes · View notes
korelist · 21 days ago
Text
Tumblr media
THE SILENT SEA // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb puanı: 6,9 Benim puanım: 7
Drama: The Silent Sea (English tilte) / The Sea of Tranquility (literal title)
Hangul: 고요의 바다
Director: Choi Hang-Yong
Writer: Park Eun-Kyo
Producer: Jung Woo-Sung
Date: 2021
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Bae Doo-Na, Gong Yoo, Lee Joon, Kim Sun-Young, Lee Mu-Saeng, Lee Sung-Wook, Kim Si-A
İlk çıktığı dönem bir iki olumsuz eleştiri okuduğum için izleme listeme bile almadığım ama en nihayetinde Gong Yoo 😊 olduğu için daha fazla karşı koyamazdım. Zaten 8 bölümlük minnacık bir dizi. İnsanlığın yok olmaya başladığı bize çok da uzak olmayan yakın gelecek konu alınmış. Suyun damla hesabı ile dağıtıldığı, zenginliğin su ile ölçülebileceği bir dünya da geçiyor. İnsanlar öfkeli, bıkkın ve kabullenilmiş çaresizliği ile yaşıyor.
Beklediğimden çok daha başarılı bir giriş ile oldukça ilginç bir şekilde başladı. Bütün bu kötü şartlara çözüm bulmaya çalışan hükümet, çok önce ayda bir araştırma üssü kurmuş. Ancak beş yıl önce gizemli bir radyasyon sızıntısı nedeniyle 117 kişi ölünce araştırmalarda durdurulmuş. Günümüzde ise yeni bir ekip ile öncekilerin bulduğu önemli numuneleri almaya karar veriyorlar. Bunun için bir ekip kuruluyor.
Dr. Song Ji-An (Bae Doo-Na) ablasını bahsi geçen bu ay üssündeki radyasyon kazasında kaybettikten sonra onun araştırmasına ulaşmaya çalışan bir bilim insanı. Hem ablasının amacı olan dünyayı kuraklıktan kurtarmak üzerine araştırmalar yapıyor, hem de ablasına ne olduğunu bulmaya çalışıyor. Başta uzay ekibine katılmak istemese de merakına yenik düşüyor. Ekipte almaları gereken numunelerden sorumlu kişi kendisi. Ben oyuncuyu Kore dizilerinden ziyade Amerikan bilimkurgu dizisi Sense8’den tanıyorum. Bence şahane bir diziydi. Dizi tamamen yapım ekibinin Game of Thrones’u geçen harcamaları nedeni ile iptal edildi. Yazık oldu.
Captain Han Yun-Jae(Gong Yoo)’a gelirsek. Kendisi operasyonun başındaki isim. Herkesin güvenliğinden sorumlu, tek söz sahibi kişi. Gong Yoo ile ilgili ekstra bir şey söylememe gerek olduğunu sanmıyorum. Onu bir kere izlemiş herkes benimle aynı fikirleri paylaşacaktır. Dizide de yine varlığı yeter tadındaydı. Ekipte pilot, doktor, teknisyen, asker olmak üzere farklı meziyetlerde insanlar mevcut. Aynı zamanda bir önceki kazadan kurtulduğu söylenen bir kişide onlara dahil oluyor.
Kısa bir dizi olmanın verdiği yetkiye dayanarak uzay gemisi yolculukları dizinin daha en başında aksiyon başlıyor. Gemileri arıza yapan ve zorunlu iniş yapmak zorunda kalan ekipten daha en başta bir önceki olayın kurtulanını kaybediyorlar. Oksijenleri bitmek üzereyken güç bela üsse kendilerini yayan olarak atıyorlar. Bismillah daha girer girmez cesetlerle karşılaşan ekip, Dr. Song Ji-An’ın “bu insanlara ne olmuş bi bakalım, otopsi yapalım” ısrarlarına rağmen tam gaz, almaya geldikleri numuneleri bulmak için devam ediyor.
Şimdi dizide ufak bir yer çekimi sorun vardı. Maalesef o uzayda olma duygusunu tam veremiyordu. Ama bence sorun değildi. iç mekanlarda, yerçekimi olmadığını göstermeleri gerekmediklerinde ki dizinin büyük çoğunluğunda çok da göze batmadı. Kore dizilerinde karakterler her zaman ön planda oluyor. Oyunculuklarla çoğu zaman bu tarzlarını da arşa çıkartıyorlar. Belki bu kadar düşmemizin sebebi de bu oluyor. Bu dizi bunu birazcık değiştirmiş diyebilirim. Kesinlikle hiçbir karakterin hikayede hükmü yoktu. Minik minik arka plan hikayelerini gösterdiler ama hiçbir karakter tam anlamı ile hakimiyet kuramadı. Kuramadığı içinde anlatılan arka plan hikayeleri hep havada kaldı.
Aslında dizinin fantastik tarafı da var ama bilimkurgu öğesi çok daha ağır bastığı için o fantezi normalleşiyor. Ayda almaya geldikleri numune canlı ve kendi kendine çoğalan su. Bu kısımda dizi izleyiciye farklı denklemler kurabilmesi ve soru sorması için özgürlük tanıyor. İnsanlar için ölümcül olan bu suyu dünyaya götürmeliler mi? Çoğalabilen bu su nasıl kullanılabilir. Dünya bu suya karşı evrimleşirse nasıl bir sonuç ortaya çıkar. Zehir mi, panzehir mi? Bu noktada dizi kendi sorunun cevabını aslında kilit noktalarda satır aralarına gizlemiş gibiydi.
Aslında dizi yeni bir şey anlatmıyor. Daha önce bir çok dizi, film dünya dışından gelen su ile ilgili senaryoları bizlere sundu. Bu diziyi benzerlerinden ayıran şey o suyun olmadığı bir dünyayı ve böyle bir suyun varlığını anlatırken ki yaratılan görsellik. Bu dizide nasıl ana konu “su” ise iki yıl sonra çıkan Black Knight dizisinde “hava”ydı. İkisinin ortak noktası ise hikayeyi anlattıkları o dünyayı izleyiciye başarılı bir şekilde aktarabilmeleriydi.
Aksiyon dozu yerinde, sinematografisi ise oldukça başarılıydı. Kısa olmasından da kaynaklı birçok şey uzatılmadı. Sakinleşmeye başladığı anda hareketlendi. İnsanın düşmanı; kuraklıkta olsa, kıtlıkta olsa, kirlilikte olsa yine insan oluyor. Bu tarz dizilerde gerilimi arttıran da tempoyu hızlandıran da hep bu insan hırsları oluyor. Bu dizideki bilimkurgu kısmı ise bize çok uzak olmayan bir düşünce olduğu için çok daha gergin ve gerçekçi ilerliyor diyebilirim.
Bu paragrafta bir eser miktarda spoiler vereceğim ama bunun yorumunu yapmazsam olmaz. Şimdi bu terk edilmiş insan yapımı üssün içinde kimsenin bilmediği çoğalabilen bir su bulunuyor. Ve buna adapte olmuş bir insan yavrusu ile karşılaşıyorlar. Kazara da bu küçük insan birini ısırınca bağışıklık kazanıldığını gördüler. Abicim ekipte biri bilim insanı olmak üzere iki tane doktor var kısmını geçtim; sıradan bir vatandaş olarak böyle bir ortamda bu bilgiyi edindiğim an beni de bir ısır gözünü seveyim diye açarım kolumu. Bunlar hiçbir şey yapmadılar. Çok saçmaydı. Saçma demişken en başta bahsettiğim “cesetlerle karşılaştıklarında, bunlara ne olmuş bir bakalım” ısrarını görmezden geldiler. Hadi tamam dedik. Sonra ekipten biri diğerlerinin nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde enfekte olup öldü. Biz izleyici olarak nasıl neden olduğunu gördük, o kısımda sorun yok. Ama siz görmediniz yahu, bu nasıl bulaşıyor acaba endişeniz nerede? Yine 2 doktor varken bu kadar tedbirsiz davranışlar sergilemek kesinlikle senaryo açığıydı. Her halta eldiven çıkarıp dokandılar. Maske vs hak götüre… çok anlamsızdı, çok. Ayrıca neden bulaşan adamın kamerasına bakmadınız? Nerden bulaştı bu diye bir izleyeydiniz keşke.
Ortada öyle bir gerek yokken kendini feda etme kısmına girmeyeceğim. Hiçbir motivasyonu yokken ben öleyim madem diye atlayan bir karakterimiz vardı. Bunun kim olduğunu söylemeyeceğim. Ama yaşamak için bir sürü nedeni varken kendini feda etmek için hiçbir nedeni yoktu.
Sonuç olarak, sonunu görmezden gelirsek güzel ama bitmemiş bir diziydi. Sonunu açık bırakmak istemişler ama daha çok çekmemişler gibiydi. Bunun üzerine gelebilecek 2.- 3. hatta 4.sezon çekilebilirdi. Bunun yerine 2 sene olduğu gibi bırakma kararı alınmış. Bundan sonra da çekileceğini sanmıyorum.
Yaşandı bitti saygısızca 😊
OST:
Tizane - Floating
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
2 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 1 year ago
Note
Merhaba.Bir tek bana mı kitap konusu saçma geliyor? Bungou Stray Dogsda fazlaca mantık hatası olduğunu düşünüyorum. Mesela kitaba Meleklerin çürüyüşünün arkasındaki kişi Dedektif ajansı yazıldığında anılar değişti, yerler değişti de neden Nikolainin videosu hala duruyor? Ranpo kanıtlarım var dedi ama kitaba suçlu Dedektif ajansıydı yazıldığı halde nasıl kanıtlar olabilir? Aynı şekilde Fyodorun gücü temaslaysa nasıl eldivenli adamı öldürdü? En zeki karakter Ranpo değil mi? Dazai onu nasıl kandırdı? Nasıl zekada Fyodora yenildi? Kaç chapter o kadar olay oldu nasıl yarım saat hala bitmedi ve zehir etkisini göstermedi? Fukuchi dedektif ajansını çökertmek istiyorsa neden haber etmeden saldırmadı? Ajansın binası zaten dandirik ve koruma filan da yok. Onları yakaladıktan sonra da kamuya açıklama yapabilirdi. Onları yakalamak kolay olmazdı ama 5 Av köpeğinin birden yapamayacağı bir şey değildi. Aynı zamanda bana Asagiri nasıl ters köşe yapacağını şaşırmış gibi geliyor. Bir kaç bölüm Jouno milletin acısından zevk alıyor sonra çıkıp diyor ki, huzuru daha çok severim. Bir de Tetchou da kalkıp o bildiğiniz gibi değil diyor. Kenjinin Tetchouya dedikleriyse sadece duygusallık yaratmak için ve mantıksız geldi bana. Ne de olsa Kenjinin tam ortasından kılıcı sokan ve mevcut durumda arkadaşlarının savaştığı kişilerin tarafında olan birine "Seninle savaşma nedenim yok" demesinin neresi mantıklı olabilir? Aynı zamanda kitap geçmişi değişiyorsa neden Dazai Beastteki evreni yaratdı? Sadece olarak geçmişte Odasakunun çocuklarının ölmemesini sağlayıp sağlam bir planla Gideyi yene bilirdi. Kitapla Sigma ve Kazinosu da yaratıldı ama neden sadece kayıtlara bakıldığı an sahtelikleri fark edilecek gibi? Yosanoyu anladık travması yüzünden ölümcül olmadan iyileştiremiyor. Peki neden zevk alarak kesiyor? Asagirinin kitap okumayı çok sevdiğini ama yazma konusunda bir az başarısız gibi.Aslında baya başarılı bir taraftan da. İçinde ben de olmakla bir çok fanı var bsdnin. Ama genç olduğu için mi bilmiyorum Bsdde fazlaca acemi havası var. Aynı zamanda bolca abartı da var. Gerçekten bir şeyler mi kaçırdım yoksa bunlar gerçekten garip mi merak ediyorum. Fazla abartmış da olabilirim. Baya da uzun yazmışım.Sen ne düşünüyorsun bu konularda?
Kitap konusu BSD'de en sevdiğim konulardan birisi. Dünyanın temelini oluşturuyor, hayat ağacı gibi bir şeye benzetiyorum. Bence de pek çok mantık hatası var ama kitap onlardan birisi değildi.
Sorularına sırasıyla cevap vereyim.
Gogol'un videosu nasıl hala duruyor?
Kitap, neden sonuç ilişkisiyle yazıldığı sürece her şeyi gerçekleştirebilir. Ajans terörist ilan edilmesinin nedeni de bu zaten. Silâhlı adamların yerine kitabın yazılmasıyla ajans geçti ve bakanın yerine de Gogol. Böylece başından beri kurban rolünde olan Gogol'muş gibi gözüktü. Gogol kurban rolünde olduğu için videonun hala olup olmaması önemli değil.
Ranpo kanıtlarım var dedi ama kitaba suçlu Dedektif ajansıydı yazıldığı halde nasıl kanıtlar olabilir?
Kamuoyu kanıtları göremiyor zaten. Hatırlarsanız mangada Ranpo kürsüye çıktığında geçerli kanıt gösteremedi gösterse de kabul edilmedi. Bu yüzden polis memurlarından kendisine ve ajansa güvenmelerini istedi. Böylece kitle ajansın haklı ve haksız olduğuna dair ikiye ayrıldı.
Aynı şekilde Fyodorun gücü temaslaysa nasıl eldivenli adamı öldürdü?
Fyodor'un yeteneği hakkında henüz bir bilgi verilmedi. Ancak direkt cilt teması yerine sadece temasla da çalışıyor olabilir.
En zeki karakter Ranpo değil mi? Dazai onu nasıl kandırdı? Nasıl zekada Fyodora yenildi?
En zeki karakterin Ranpo olup olmadığı göreceli bir kavram. Ranpo'nun zeki olduğunu ben de kabul ediyorum ama bazen dahiler bile kandırılabilir. En zeki karakter Ranpo olsa bile sonuçta o da bir insan.
Kaç chapter o kadar olay oldu nasıl yarım saat hala bitmedi ve zehir etkisini göstermedi?
Sigma önceki bölümlerde henüz beş ya da on dakika geçtiğini söyledi. Aynı nada olan olaylar gösterildiği ve bölümler ayda bir çıktığı için bize uzun geliyor.
Fukuchi dedektif ajansını çökertmek istiyorsa neden haber etmeden saldırmadı?
Fukuchi'nin lider olduğu zaten çok sonradan öğrenildi. Başta kimse kimliğini bilmiyordu.
Ajansın binası zaten dandirik ve koruma filan da yok.Onları yakaladıktan sonra da kamuya açıklama yapabilirdi. Onları yakalamak kolay olmazdı ama 5 Av köpeğinin birden yapamayacağı bir şey değildi.
Fakirler ama gizli bir silah depoları var. Düşününce de kimse Yokohama'daki küçük bir dedektiflik ajansının terörist çıkma ihtimalini düşünemezdi. Ajans terörist ilan edildikten sonra direkt mafyaya kaçtı zaten. Onlar mafyadayken ajansın ofisine baskın yapıldığı söyleniyordu. Terörist ilan edilmeden önce de tutuklanmaları için bir sebep yoktu.
Asagiri'nin ters köşelerinin saçma olduğuna ben de katılıyorum. Bazen önce şu diyip sonra bu diye değiştiriyor. Bazen de önce sonucu gösterip başına saçma saçma şeyler ekliyor.
Aynı zamanda kitap geçmişi değişiyorsa neden Dazai Beastteki evreni yaratdı?
BEAST evrenini Dazai yaratmadı.
Kitapla Sigma ve Kazinosu da yaratıldı ama neden sadece kayıtlara bakıldığı an sahtelikleri fark edilecek gibi?
Dazai bile bu sahteliği zar zor fark etti. Kolayca fark edilebilen bir şey değil yani.
Yosanoyu anladık travması yüzünden ölümcül olmadan iyileştiremiyor. Peki neden zevk alarak kesiyor?
Bunun basit bir cevabı var, karakter tasarımı bu şekilde.
Sorduğun soruların çoğu zaten teorilere dayanıyor bu yüzden soruların bana bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor gibi geldi. Asagiri'nin romanlarını beğeniyorum ama manga konusunda ben de sana katılıyorum. Aceleye getirir gibi yazıyor sanki ama aslında bir aylık süresi var. Serinin konusu çok güzel buna lafım yok, ama olayların gidişatı dağınık. Bir plan yapmadan ilerliyor havası var mangada.
39 notes · View notes
sanirimcokuyorum · 11 months ago
Text
İLKLER HİÇ UNUTULMAZ
Selam, ben anonim takılmayı tercih eden kimliği önemsiz olan bu Dünyadan ve yaşantısından sıkılmış ve kendini bu nesle ait hissetmeyen bir 2024 genciyim. Bu blog benim çevre denen ölümcül faktöre karşı sessiz çığlığımı hiç tanımadığım insanlara duyurma çabamdır. Kendimi tanıtmayı hiç sevmem, insanların fikirlerini öğrendikçe tanınabileceğine inanırım hep bu yüzden uzun uzun kendimi anlatmayacağım.
İlk gönderimin konusuna geçmek istiyorum İlkler unutulmaz... hem de hiç mi? kesinlikle. Farklılık her zaman ilgi çekicidir ve ilkler her zaman çok farklıdır dolayısıyla çok çekici ve iz bırakıcıdır. Farklılık sevmediğini iddia eden insanlar ise yeterince ilk yaşamış ve çok yorulmuş insanlardır. Peki neden unutulmaz ilkler? Hep kendimizi kandırır dururuz değil mi unuttum ben diye oysaki neyi unuttuğumuzu hatırlayabilmek için bile düşünmemiz gerekir. Kimi zaman çok acıtan kimi zaman hafif bir acı tebessümden ibaret olan kimi zaman sırıttığımız kimi zaman ise kahkaha attığımız ilklerimiz vardır bizim, hepsi tecrübeye girer hepsinin sonucunda doğamız gereği bir alışılmış refleks kazanırız. Kötü deneyimlerimiz sonucu benzer olaylardan uzak durur, iyileri sonucunda ise benzerlerine yakın durmaya çalışırız. Çok acıtanlar ise bizi güçlendirir. Çok sevdiğim bir söz var bu konuyla ilgili "İlkler unutulmaz tekrarı o kadar acıtmadığı için" der. ikinci yanlışınız birinciyi normalleştirir. bu konu hakkında daha fazla yazmayacağım çünkü ilkler bence kısa olmalıdır. Eğer bu yazıyı okunmaya değer görerek biraz olsun bana hak veren birileri varsa hatalarımı mazur gör lütfen ilk gönderi ve deneyimsizlikten ötürüdür ne de olsa bu benim İLK gönderim ;)
2 notes · View notes
epifizz · 1 year ago
Note
merhaba bu hastalıkların dua gibi şeylerle geçmesine ne diyorsun?
Yani kimsenin inancına laf etmek istemem ancak ne dediğimi soruyorsan istatistik bilimindeki temel bir ilkeyi söylüyorum genelde: Korelasyon, nedensellik değildir.
Hiç metafizik ya da okült iddialara girmezsek, plasebo etkisinden elbette bahsedebiliriz ancak bunu her durumu açıklamak için kullanmak her ne kadar [bence] bu mistik iddialardan daha temelli olsa da dışsal birçok faktörü hesaba katmamak bakımından eksik kalmaktadır.
Baştaki hususa dönersek. İstatistiklerde Türkiye havuzundan gidersek (çünkü sen bu havuzdan örnekler üzerinden konuşuyorsun), inançsız ve ateist sayısı %7 olarak geçmektedir. Bu demektir ki %93 oranında insan tanrısal bir güce inanıyor ve bunların da büyük bir kısmı duaya da inanıyor. Dua kelime kökeni olarak da "çağrı, yardım çağırma" olduğu için zaten hastalık gibi zor durumlarda başvurulan mental bir yönelim diyebiliriz, bir ritüel olma halini saymazsak elbette. Hayali bir hastalık hayal edersek ve her insanın hastalanma oranını tüm faktörleri boşverip eşit sayarsak her 10 hastadan 9,3'ü inançlı oluyor ve bunun 8'i de dua'ya da inanıyor diyelim (ki %13'lük bir fark bile çok bence). Ve bu hastalığın kurtulma oranını %50 gibi nazaran düşük bir rakam yaparsak bu kurtulan 5 hastanın 4'ü hastalığı sırasında dua etmiş demek oluyor. Evet burada bir korelasyon var ancak nedensellik olduğunu söylemek çok zor. Çünkü aslında bir kontrol grubumuz yok, tabanda çok yaygın olan bir durumu ayrıksı bir faktörmüş gibi çekip çıkaramayız. Elimizde sadece dua eden ve sadece tıbbi desteğe başvuran iki grup olsaydı ve ilk grup belirgin bir başarıya sahip olsaydı haklı bir şekilde bir nedensellik talebimiz olurdu. Burada hemen hemen herkes tıbbi bir destek alıyor oluyor. O zaman elimizde tek bir açıklama kalıyor: Bu korelasyon bize dua ile iyileşme arasında bir ilişki olduğunu göstermez, sadece örneklem havuzumuzda dua eden birçok vaka örneğinin olduğunu gösterir. Aynı oran dua ederken hastalığa yenilen insan topluluğu için de geçerlidir, bizim hayali hastalığımızdan kurtulamayan öbür 5 insan��mızdan 4'ü de aynı zamanda dua etmektedir, bu dua'nın hastalığın daha ölümcül hale gelmesine sebep olduğu anlamına gelmez. Ama ayrıcı bir unsur olmadığı anlamına gelir, çünkü oransal bir değişim yoktur.
İstatistik manipülasyona ve provakatif söylemlere açık bir bilimdir. Bir başka kişi aynı verileri kullanarak 4 duaya inanan insan ölürken yalnızca 0,35 oranında inançsız insanın öldüğünü söyleyerek aslında dua etmemenin daha sağlıklı olduğu manipülasyonunu yapabilir. Veri bir fenomen olarak yoruma açıktır ancak her yorum hakikatin ifadesi değildir. Bu sebeple siyasiler de istatistikleri kullanmayı çok severler ve neden sevdiklerine senin sorun güzel bir örnek oldu. Ben manevi motivasyon ile mental bir sağlığın pozitif bir etkisi olabileceği ihtimalini elbette dışlamıyorum ancak bu asla asli tedavinin kendisi olamaz, ancak yan bir süreç olabilir ve kişi aynı motivasyonu dua harici şekillerde de kendine tesis edebilir. Bu sebeple direkt bir nedensellik kurmak bir safsata olmak durumundadır maalesef.
4 notes · View notes
dianaa70 · 2 years ago
Text
6 temmuz'da Jackie Chan'in ölümcül çarpışma diye filmi çıkıcakmış izleyin bence
6 notes · View notes
dailymelyy · 2 months ago
Text
ne tuhaf. kafes zaten fazla kıstlayıcıyken bir de bombalı versiyonuyla hapsedilmiş bir güvercin. ama hala yeterince ölümcül değil, pimi çekilse bence kurtulur.
0 notes
lovelyyfluff · 6 months ago
Text
Zorlu Zamanlar | 59 - Gürültü
<Birkaç dakika sonra>
Tumblr media
Tatsumi: Hm? ES neden bu kadar gürültülü... Herkes panikle ayrı bir yere kaçışıyor. Büyük bunalım mı yaşanıyor?
Mayoi: Crazy:B olayından beri herkeş telaş içinde.
Mayoi: Uff, hiç sevmiyorum bu atmosferi. Aksilikler hep üst üste geliyor.
Aira: Burada olanları nereden biliyorsun, Mayo-san? Son birkaç gündür yataktan kalkamadığını sanmıştım.
Mayoi: Aa, şey. Şüpheli gibi göründüm. İyileşmem için zaman zaman evime geri döndüm.
Mayoi: Karanlığın içinde, kendimi bir solucan gibi sevdiğim şeylerin içine gömdüm... Böylece her türlü şeyi duydum.
Tatsumi: Ah, anlaşıldı... Mayoi birkaç kere revirden kaçtı.
Tatsumi: Herkes senin için endişelenmişti, lütfen bir dahakine gitmeye karar verirsen arkanda bir not bırak.
Mayoi: Uuu... Özür dilerim, görgü kurallarını pek anlamıyorum—
Mayoi: Daha önce hiç bu kadar insanın arasında kalmamıştım... Gerçekten bu konuda yeniyim, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum.
Aira: ? Zorunlu eğitim de mi görmedin, Mayo-san?
Tumblr media
Mayoi: Hayır. Çocukluğumdan beri ölümcül, genetik bir hastalığım var...
Mayoi: Yalnızca evden veya internet gibi yerlerden eğitim gördüm. Gerekli olan bilgileri kendim öğrendim.
Mayoi: Resmi olarak ismimi Yumenosaki'ye yazdırdım—ama hastalığım yüzünden hiçbir derse giremedim.
Mayoi: Hayatım boyunca bir hikikomori* olarak yaşadım. Normal insanlardan farklı olduğum için özür dilerim.
* ç.n. Kendini izole eden, dış dünya ile iletişimi kesen kişi.
Hiiro: Bence özür dilemeni gerektiren bir olay yok, Mayoi-senpai. Ben de aynı sayılırım. Tek eğitim aldığım kişiler ebeveynlerim ve özel öğretmenlerdi.
Hiiro: Ama küçükken bana çoğu şeyi öğreten abimdi.
Hiiro: "Okul" kelimesini daha önce duymuştum, ama hâlâ tanıdık bir kelime sayılmaz.
Mayoi: Haha, ikimiz de kendi başımıza büyümüşüz. İki kişi olmamız beni rahatlattı, yani—
Tumblr media
Mayoi: Hiii!!
Aira: S-Sorun ne, Mayo-san?
Mayoi: Şey, havada bir şeyler uçuşuyor. Bir meleğin kanadından düşen tüyler mi bunlar?
Tatsumi: Ben de bakabilir miyim?
Tatsumi: ...Hm, nota kağıdı bunlar, ama nereden geldiler?
Tumblr media
Leo: AAAAAAHH!
Leo: Yeter artık! Gürültü, gürültü, gürültü!
Leo: Ağzınızdan çıkan tek şey zırlama ve şikayet etme! Bari aşk, hayaller, umutlar gibi daha neşeli şeyler hakkında konuşun!
Leo: Argh, nereye gitti, nereye gitti! İlham perim nerde benim?!
Leo: Köşeye sıkıştım kaldım! Ne yapacağım? Hepsi Sena yurtdışına gidip beni burda bıraktığı için oldu!
Leo: Hayır, onun suçu değil! Bunu biliyorum! Bu yüzden Sena dışında herkesi suçlamam lazım!
Tumblr media
Leo: Hepsi sizin yüzünüzden! Ve sen! Çenenizi kapayın da dâhiler çalışabilsin...!
Tatsumi: ...? Binada ortalığı birbirine karıştıran bir çocuk var sanırım.
Aira: İkinci kattan mı geliyor...? Yok, daha da yüksek olabilir?
Mayoi: Ayyy! Ses yükseldikçe daha fazla kağıt düşüyor!
Mayoi: Duyduğum bir hayalet hikayesine göre, eğer kırmızı kağıt görürsen dilimleniyormuşsun, mavi kağıt görürsen de ölene kadar kanıyormuşsun—peki beyaz kağıt ne demek!?*
* ç.n. Anladığım kadarıyla "Aka Manto" dan bahsediyor. Halka açık tuvaletleri hedef alan bir hayalet. Kurbanına kırmızı ve mavi kağıt arasında bir seçim yaptırır. Kırmızıyı seçenler kesilerek kendi kanı içinde ölürken, maviyi seçenler ise boğularak ölür. Yaşamanın tek yolu hayaleti görmezden gelip kaçmaktır.
Leo: Benim boş kağıdımdan ne istediniz!? Yazmam için mutlu bir hikaye söylesenize!
Mayoi: Ses bana uzaktan cevap mı verdi!? Bu da ne? Olağanüstü bir olay mı...?
Tatsumi: Hm? Bende yukarıdaki birisi bize bir şaka yapıyor.
Aira: Bekle, şu kağıda ben de bakayım.
Hiiro: Tabi, hepsini topladım. Memleketimdeki eski günleri hatırlattı. Havada düşen yaprakları yumruklamam gereken bir antrenman yapardım.
Tumblr media
Aira: Anladık Hiro, bu kadar memleketini anlatmaya gerek yok!
Aira: Onu boşver de—şuna bir bak. Bu kağıtta kimin ismi yazıyor, görüyor musun?
Aira: "Leo"! Dâhi besteci Leo Tsukinaga olabilir mi bu...?
Hiiro: ...Kim?
Tatsumi: Hmm... İsmi kulağa tanıdık geliyor... Ünlü biri mi?
Aira: Offf, dalga mı geçiyorsunuz? Sizin bildiğiniz bir şey var mı acaba!?
Aira: ES'in büyük üçlüsünden biri olan Knights grubunun eski lideri o. Besteci olduğunu söylüyor, ama idol olarak da oldukça yetenekli biri!
Aira: ES'in en göze çarpan yıldızlarından biri o! Nasıl tanımazsınız!? Kızıyorum ama!
Mayoi: Fufu, ben tanıyorum. Ama yeni yazdığı şarkılardan çok eski, daha karanlık konuları olanları seviyorum.
Mayoi: Yurtdışında çalıştığını sanmıştım. Demek Japonya'ya geri dönmüş.
Mayoi: Büyük bir hayranıyım, onu görmeyi çok isterim—Duyduğuma göre çok sevimliymiş♪
Aira: Aa, ilk defa birisi idoller hakkında dediğim bir şeye yanıt verdi! Teşekkür ederim, Mayo-san! Kurtarılmış gibi hissediyorum! Hadi el sıkışalım~!
Tumblr media
Mayoi: Olur. Sıkışalım...♪
Tatsumi: Hehe. Neden gidip bu kağıtları Leo'ya geri vermiyoruz?
Tatsumi: Birçoğu tamamlanmamış gibi görünüyor—rüzgar yüzünden dağılmış olmalılar. Bunları kaybederse endişelenebilir.
Hiiro: Hmm. Switch ile buluşmak için daha vaktimiz var, zaman zaman yolumuzdan sapmanın sorun olacağını düşünmüyorum.
Aira: Dursana, sana alakasız işler için vaktimiz yok demedim mi...!?
Leo: Aah! Aaaahhh! Susun dedim size! Herkes kessin sesini!
Leo: Bırakın da odaklanayım! Birisi, herhangi biri, bana ilham versin!
← Önceki bölüm ◆ Sonraki bölüm →
0 notes
god-black · 1 year ago
Text
En çok bedensel acıları sevdim ben. Her zaman ilk terciğim oldular. Bazı acılar var ki, dahiliye doktoruna gidip, içini açıp, "al" diye bağırmak istiyorsun ama ne ilacı var ne tedavisi. Ortopediste gidiyorsun "kırıldı nolur yap" diyorsun, "eskisi gibi olur mu?" diye soruyorsun ama yok tedavisi, yok. Hiperpişmanlık ve aşkoner arter hastalığı, ex durumundan sonra bile ahirette devam edebilicek bir sürerliliğe ve kararlılığa sahipmiş. Asıl ölümcül hastalıklar bunlar bence. Kocaman bir beyin tümörü veya alzheimer gibisi yok, inanın.
1 note · View note
didikodaily · 2 years ago
Text
Tumblr media
Merhaba,
Bu görseli bu sabah Instagram’da @hiwellpsikoloji sayfasında gördüm. Görür görmez de bu duyguların normalliğini bir daha hiç unutmayayım diye bu sayfaya iliştirmek istedim. 
Ben, öfkeyi, üzüntüyü, endişeyi ve hatta itiraf ediyorum bazı zamanlarda ortaya çıkan kıskançlık duygumu bastırarak, yok sayarak yaşamaya çalıştım uzuuuun bir süre. Birşeylere üzülmek, üzüldüğümü kabul etmek hatta yakın çevremle üzüntümü paylaşmak ölümcül gelirdi. Gerçek duygularımı saklayarak cool kadın görünme yolunda hızlı ve emin adımlarla ilerlerken taktiksel davranışlarla yaşamanın yorgunluğu çöktü omuzlarıma. Bunu tetikleyen durumlar yaşandı elbette ama bir anda durdum bir gün. Terapi aldığım bir dönemdi ve sürecin sonuna yaklaşıyorduk. Standart bir laf vardır “ayna tutmak”. İşte tam olarak bunu yaşadım diyebilirim. Kendi içime ayna tuttum. Tuttular ya da. Çok özet geçeceğim, kabullenmek müthiş bir huzuru da getirdi. Negatif duygular hissetmek o kadar kötü değilmiş. Üzülmek, üzüldüğünü söylemek korkunç bir senaryo değilmiş. Nefes almak kadar doğal bir duygu daha varmış. O da ne? Endişe! Endişelendiğim çok anlar olur, ama endişemi, kaygımı örtbas etmek kadar yorucu birşey yokmuş! Yetersizlik hissim beni almış götürmüş uzak diyarlara. Kendimi oralarda bulup geri döndürmek biraz zor oldu. Hala bunu tam başarmış değilim. Yetersizlik, başaramama duygusu biraz daha üzerinde çalışılması gereken duygular sanırım. Deniyorum. Bunu da halledeceğim. Belki de halledemeyeceğim, ve kendimi de bununla kabullenip yola devam edeceğim. 
Bir iki önceki yazımda “hayır” diyebilme ve kendim olabilme üzerine birşeyler karalamıştım. Kendim olma yolculuğumdaki en önemli anlardan biri tüm duyguları kabullenmekti. Ben üzgün olabilirim. Duygularım alt üst olmuş olabilir. Bir gün neşe içinde kahkaha atmaktan bayılacak kıvamdayken ertesi gün okuduğum bir haberle ya da belki de okuduğum kitaptan etkilenmiş ve biraz dibe çökmüş olabilirim. Sonsuz maviliklere bedenimi bırakmışken, dalgalara teslim olmuşken başka bir gün dikenlerle dolu bir kır yolunda dizlerimi kanatabilirim. Canım acıyabilir. Kendi kendime kızabilirim. Etrafımdaki insanların beni yeterince anlamadığını düşünüp onlara da öfkelenebilirim -  kimsenin de beni anlama zorunluluğu olmadığını -  bildiğim halde bu duyguyu hissedebilirim. Çünkü ben bin çeşit duyguyu içinde barındıran ve bunu dile getirebilen bir insanım. Mutluyken bunu sevdiklerimle paylaştığım gibi, mutsuzken de bu duyguyu görmezden gelmeden, bastırmadan, halı altına süpürmeden o anda kalarak o duyguyu yaşayabilirim. Sonra geçecek nasılsa. Her duygu geçiyor. Zamanla her acı diniyor. Öfkem çok çabuk geçebiliyor. Birini istemeden kırmış olabileceğimi düşündüğüm zaman takkemi önüme alıp gidip özür dileyebilirim. Affetmek karşımdakine kalsa da ben içimden geldiği gibi “hey, kusura bakma amacım bu değildi” diyebilirim ve bundan hiç çekinmem üstelik. 
Ama tabii ki hayatımda özür dileme anlarımın çok az olmasını tercih ederim. Ha, birine (iyiliğini düşünerek) sert bir yorumda bulunmam gerekiyorsa bunu söylemekten çekinmem ve tepki alacağımı bilsem de bunu yaparım. Birbirlerine değer veren insanların (gerektiği durumlarda) birbirlerini eleştirme dozunun “ponçik” olmaması gerektiğini düşünürüm. Gerçek dostluk, sevgi, arkadaşlık vs. statü önemli değil burada. Önemli olan yola ışık tutabilmek, çuvaldızı kendine de sevdiklerine de batırabilmek, diplerde de suyun yüzeyinde de özgür hissedebilmek birlikte. 
Çünkü insanız biz. Tüm duygularla, tüm saçmalıklarla, tüm heyheylerimizle, tüm sevecenliğimizle bir bütünüz.
Yazıyı okuyunca kendime sarıldım. Didem gibi oldu bence. 
^-^
1 note · View note
Text
hava limonataya atılmış 3 küp buzdan hallice soğuk bir şekilde damakları sızlatan cinste soğuktu. baş dönmeleri ve denge kayıplarıma inat , hayatımı bir şişe şarabın güvencesi altına alarak oksijenle kararmış ciğerlerimi çamaşır sulu kalabalıkla beyazlatmak adına kısa bir yürüyüşe çıktığım günlerden biriydi sadece. belli ki güzel bir yağmur yağmış, caddeleri güzelce ıslak bir kaosa sürüklemiş, ara sokakları insan varlıklarından uzak tutmuştu. en son bu dinginlikte soğuk ve yağmurlu bir günü ne zaman yaşamıştım diye geçmişe kısa bir yolculuk halindeydim. gülhane parkına satırsal adımlarla yaklaşırken ve aksaray'ın beyazıt'ın ölümcül kalabalığından sıyrılıp fazlaca hayaller kurup kendi hançerimle bıçakladığım geleceğimin , küp şeklinde mimariyle inşa edilmiş ordu caddesine zavallıca bakan istanbul üniversitesinin yeşil çatısının kıvranışını bırakarak tüm hengameden kurtulduğum 17nin ırzına geçen 18yaşımın ilk günlerinden biriydi zavallı beynimin hafıza kapılarını tıklatan. o gün fazla soğuk, fazla insan nefesine karışmış körüklü otobüs dumanlı ve fazlaca rutubetin botlarımın çoraplarına nemli biçimde işlediği, sayısız romantik günlerden sadece biriydi. ancak buralarda ne gülhane , ne insan hengamesi , ne de adına aforizmalar parçaladığım aşklar vardı.
her boş çimene öpücük atan, etrafı çitlerle çevrili arsaların inşaat temelleriyle kürtaja ortadığı bir ortamda, bitmek bilmeyen boşluğunu asfalt ve bulvarlarla çevreleyebildiğim hayal ülkesinden oldukça uzak bir şehrin sınırlarında ceplerimde mide bulantımı bastıracak kraker kırıntılarıyla yürümeyi devam ettiriyordum. zoolojiden ve hayvanların cinslerinden hiçbir şey anlamayışım üzerine bir süre hindi hilmi adını taktığım hindinin , son kalan bakir arsalardan birinde tavuk mafyasıyla beraber gezintiye çıktığını görmemle ve insanlardan da bir tutam bakir kalabilmiş bir sokağın köşesinde karşılaşmam yağmurlu günü daha bir manidar kılmıştı. aslında hindi hilmiyi daha önceleri de görmüştüm buralarda yanındaki tavuk mafyasıyla. tavuklar insanlar gibiydi, kafalarını kaldırmadan sadece öldürdükleri hayatları gagalıyor, yine kafalarını hiç kaldırmadan pençeleriyle eşeleniyordu, aynı insanların öldürdüğü ve hayalleri toprağın derinlerine gömüşü gibi. hindi hilmi ise, ki daha sonradan öğrendiğim kadarıyla kısa saçlı erkek normalitesi sadece insan türüne özgüymüş, ve hindi hilminin tüylerinin kısa ve gösterişten uzak oluşu dişiliğini gösteren yegane dış görünüşlerden biriymiş. aslında bu görüntüyle beraber insanlığın yarattığı normallik üzerine fazlaca kafa yormam gerekirdi , ta ki hindi hilminin benimle muhabbete başlayışına kadar. bir süredir sabahları zaten kedimle olan zorunlu sohbetimin üzerine bir hindinin dertlerini dinlemek oldukça dinlendiriciydi nefesimi kesen soğukta ve halen nefes alırken hırıldayan ciğerimin can çekişen sesine tavukların eşeleme sesleri karışırken. hindi ki adı bence dişi olsa dahi hala hindi hilmiydi, tüm naifliğiyle derdini anlatıyor, bense başımı sağlayarak, tipik insanoğlunun yarattığı samimiyetsiz psikolog ve yaşam danışmanı edasıyla onu kah onaylıyor, kah onaylamıyordum.bir süre unisex bir isim bile düşündüm acaba adı onay mı olsan diye ama onay çok çağa uygun basiretsiz bir isim gibi geldi ve hilmi demeye devam ettim.
istanbulda hindi yoktu, tavuksa sadece kömür ateşi üstünde vardı. ya da istanbulda her şey vardı ve her şey yok olmuştu. istanbulun gülhanesinin hayvanat bahçesinin hayvansızlığını ardımda bırakarak , hindi hilminin düşüncelerine kulaç atıyordum cebimde mide bulantımı bastırsın diye erzakladığım kraker parçalarını tek tek gagasının arasına sıkıştırırken. hindi hilmi ise memnuniyetsiz ve üşümüş halde ikramlarımı geri çeviriyor, insanoğlunun çaresizliğini çalmış bir biçimde çaresizce inlemeye devam ediyordu. tavuk mafyası işine devam ediyordu. toprağı eşeliyor, bulduğu her şeyi hunharca katletmeye devam ederken, zavallı kumrular ve uçmayı öğrenemeden yuvadan kovulmuş serçeler hüzünlü gözleriyle tüm olan biteni metreler öteden takip etmeye devam ediyordu.
zavallı kumrular, uçmayı öğrenemeden yuvadan şutlanan serçeler, sokakların orospusu insanlar ve ibnemsi bir yaşlıya elvedayı tam çekmeye hazırken , ve hindi hilmiyle terapim tavukların insansı kör döğüşünün bitmek bilmez kazısının şahitliği huzurunda bitmek üzereyken, o ibnemsi yaşlının, ben sormadan " biz köylü çocuğuyuz " demesi ve kaymış şivesine öyledir abiciğim dememle beraber hindi hilmi de anlamıştı aslında az önce orospu insanlar ve ibnemsi yaşlıdan neyi kastettiğimi.hindi hilmi gerdanını kırarak uzaklara yol aldı kendine göre uzak alanlar yaratan arsada , bana göreyse 5adımlık inşaat temeli atılmayı bekleyen kökleri ölmüş çimenliğin toprak örtüsünde.
yaşlı ibnemsi beresinden kaşlarına tecavüz eden saçları ve buharlı ütü esanslı nefes kokusuyla hindi etlerinin lezzetinden, tavukların çalışkanlığından , kumruların işe yaramazlığından ve serçelerin sokakların piçi olduklarından keyifle bahsederken, cebimde kalan leblebileri de neden hindi hilmiye vermek aklıma gelmedi diye hayıflanıyordum. ibnemsi yaşlı peşime takılmış, ben uzun saçlarımla ona eşlik ediyor gibi görünüyor, "gaymatik" hallerde, übena bir görüntü içinde soğuktan boku donan çamur üstünde ve yağmurun ıslaklaştırdığı pek süslü ara sokaktan beraber yürüyor gibiydik. tekrar ne çocuğu olduğunu sormadığım halde köylü çocuğu olduğunu dile getirmesiyle beraber ilk ara sokağa dalışımla ibnemsi yaşlıyı ekarte ettiğimin zaferini sigara yakarak kutluyordum, arkamdan hala tavuk ve hindi üzerine ve üremeler üzerine beresi kaşlarına tecavüz eden ibnemsi yaşlı nutuk atarken.
yüzüm soğuktan felç geçirmiş olmalıydı, aslında yüzüm son zamanlarda zaten fazlaca felçli gibiydi , sadece hissiz bir somurtma üzerine sahip mimiklerim tüm yüz kaslarımı türk orduları gibi işgal etmiş, ellerinde getirebilecekleri yeni bir şey olmamasından mütevellit, sadece yüz kaslarımı tecavüzle yetinmişti bu somurtkan hissizlik.
telefonu elime aldım ve beklemeye koyuldum kulağım buz atılmış bir şarap kadehi gibi bordoya çalarcasına parlarken. bordoya çalan kulağıma kanamalı kırmızılara çalan gırtlağım pek güzel eşlik ediyordu sigaranın közlü ucunda.
telefon çalmıştı beklediğim gibi. telefonun karşısındakine ismini sormamıştım hiçbir zaman , neye benzediğini kafamda çiziyordum olmayan karakalem yeteneğimle. sadece bir isim takmıştım o her aradığında, bana çok benzerliğini yok etmek adına ve kendi adıma da benzer kalmak sadakatiyle.Suna koymuştum adını. Suna telefonun karşı ucundaydı, içine tüm benliğimin kaçmasıyla.bir ritüel gibi gelişen sapıklıktı belki de onla ırzına geçtiğim yalnızlık. sinematek kurgular da ekleyerek yalnızlığımı onun yalnız sesine bırakmıştım ,gece çoktan geldiğinde.bazen son günlerini yaşayan bir kanser hastası bazen sadece ellerini hareket ettirebilen bir engelliydim onun pürüssüz sesinde. o beni bulmuştu bir yanlış arama sonucunda yanlış hayatın dağ eteklerinden kayıp düşerken. hezeyanlarımın şarap şişesinde kulaç atışı ve boğuluşuna kalp masajı yapacak olan kişiydi Suna, ya da Suna bendim , telefonun kulağımda halüsinatif hallerinde. sabaha kadar sevişecektik yine, ben istanbul'un yağmurla yıkanmış insan hengameli caddelerinde gençliğimin yürüyebilen ayaklarıyla huzurlu bir kaçış noktası aramaya devam ederken ,17 yaşımın 18 yaşıma " hallendiği" bir sabahın gecesinde, isim verdiğim telefon sesinin hiçliğime dokunuşunu izleyecektim hava limonataya atılmış 3 küp buzu dolu dolu bir votka kadehiyle eritirken. sabah hindi hilmi ve tavuk mafyası toprağın altına kemikleri gömülemeden midelerde sindirilip, şanslı bir kedinin çöp dibi artıklarından ziyafetini oluşturan "cesetsel" intiharlarıyla yok olacaktı , ben nefes almaya devam ederken.
Ben telefonu kapattım tekrardan, orospu insan, iskelet köpek, hindi hilmi, ve yaşlımsı ibne! hoşça kal! diyerek.
0 notes
oyunbaz7tutsak1olu · 2 years ago
Text
Bence Wattpad'deki bu hikayeyi beğeneceksin: " OYUNBAZ • 7 TUTSAK 1 ÖLÜ (+18) " Yazarı: Limaei https://www.wattpad.com/story/225284551?utm_source=android&utm_medium=com.tumblr&utm_content=story_info&wp_page=story_details_button&wp_uname=Kbra348&wp_originator=VSKrNjW3iXsNc40D2n3KXxuxxIO%2FQ%2FmaFgT329UgJMuUVV7xKvogJh7jIjL%2BbiUxG%2BccElXh%2FNtC1EUCYw4easFDPHVjyTE6O86m3DeErHNNkBFq9n6jmr%2BKqPzjduiZ
3 notes · View notes
942705 · 3 years ago
Text
Tumblr media
en son mayıs ayında okuduklarıma dair bir şeyler paylaşmıştım. onun üstünden üç ay geçti. haziran ayında mülakat nedeniyle daha çok alan okuması yapmıştım. oneylül gelmeden bitirmek istediğim birkaç kitap vardı ama onları okumadım. bu nedenle kendime eylül ayı ödülü olarak cennetin doğusu’nu koymuştum ama onu ekim gibi kısmet olursa okuyacağım :)
hepsinden kısa kısa bahsedecek olursam;
doppler: mutlaka okumalısınız tarzında bir kitap değil. aksine sorumluluklarından kaçan bir erkek karakter gibi geldi bana daha çok :)
feminist bir yaşam sürmek: bence feminizme dair bir şeyler okuyacağım niyetiyle bu kitaba başlamayın. çünkü odağında daha çok ırkçılık ve lgbt var. yer yer hiç anlam veremediğim kısımlar oldu ama bazı yerleri de etkileyici bulduğumu söyleyebilirim. benimle birlikte kitabı okuyan arkadaşım ise hiç sevmedi.
dokuz numaralı oda: bu kitap benimle birlikte üç şehri gördü. içinde çok etkileyici öyküler var. yaklaşık iki ay elimde kaldı sanırım :)
anton çehov’u ilk kez okudum -.- en çok altıncı koğuş’u beğendim. hatta oyun okumayı pek sevmediğim düşünülürse (şu an gorki’nin ayaktakımı arasında kitabı okuma hevesimi biraz düşürdü) çehov okumaktan keyif aldığımı söyleyebilirim.
mihail bulkagov bu yıl tanıştığım yazarlardan. hayatı ve eserleri oldukça ilgi çekici. köpek kalbini beğenmekle birlikte ölümcül yumurtları okumak yılanlardan korktuğum için belki de pek hoşuma gitmedi.
ve içlerinde en çok sevdiğim kitaba geldim :) evet. martin eden. okul başladığında okuyamayacağımı düşündüğüm kitaplara bakarken elim gitti. sonrasında izinli günlerimde kitabı elimden bırakamadım.
“aslında insan, böğrüne saplanmış olan, bir başkasının çıkarması için beklediği bir tür yanan mızrakla dolaşır; bu bir yara ya sa kesik gibi acı veren, insanın başka biriyle paylaşmaya sabırsızlandığı bir şeydir.
(...)
“yaramı al, lütfen böğrümden bu mızrağı çıkar.” hayır, hiç de değil; insan yalnızca kendisininkinden kurtulmayı bekler.” (syf 340-341, on dokuz numaralı oda, doris lessing)
“olasılığın bilincine varmak, kaybı için yas tutmayı içerebilir. ne olabileceğinin, ama olmadığının üzüntüsünü hissedebilirsiniz. belki şunu fark ederiz: hayatı başka bir şekilde yaşamak mümkün olabilirdi. yas tutabiliriz çünkü bir şeyden vazgeçtiğimizi bile fark etmemişizdie. hayatın şekli geçmiş zaman gibi gelebilir; ancak ele geçirildikten sonra duyumsadığımız bir şey. ama aynı zamanda şunu da bilebiliriz ki, bir hayatı terk edebiliriz. bir hayatı terk etmek için çok geç değildir.” (syf. 72, feminist bir yaşam sürmek, sarah ahmed)
“dirençliliğin nasıl bir işten teknolojisi olduğu hatta bir komut olarak işlediğini görebiliriz: daha fazlasını kaldırmaya istekli olmak; daha güçlü olmak böylece daha fazlasını kaldırabilmek. dirençliliğin özellikle yönetime çok uygun olan derinden muhafazakar teknik haline nasıl geldiğini de anlayabiliriz. bedenleri güçlenmeye teşvik edersiniz ki böylece baskıya yenilmeyeceklerdir; böylece kaldırmaya devam edebilirler; böylece daha fazlasını kaldırabilirler.” (syf. 256-257, feminist bir yaşam sürmek, sarah ahmed)
“hayatın yükü altında ezilebilir, ondan nefret edebilirsiniz, ama onu küçümseyemezsiniz.” (syf. 39, altıncı koğuş, anton çehov)
“haritasız ve dümensiz kalmış, gideceği limanı olmayan bir gemiydi. kendini akıntıya bırakıp sürüklenmek, hareket etmek, hayatta kalmak demekti ki içimi acıtan şey de zaten buydu; yaşamak.” (syf. 408, martin eden, jack london)
22 notes · View notes