#ölü yemeği
Explore tagged Tumblr posts
ilmiyyat1453 · 1 year ago
Text
Tâziye Yemeği
Rivayet edildiğine göre Cafer bin ebi Talib (radıyallâhu anh)'ın ölüm haberi gelince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cafer'in ailesi cenaze defin işleriyle meşgul oldukları için yemek yapmaya fırsat bulamadılar. Siz onlara yemek götürün.'' (Ebu Talib El-Mekki, Kutü’l-Kulub; c:4 s:202)
Taziyede ölünün ailesinin yemek verip millete ziyafet çekmesi, bid'attir. O yemekten yemek, mekruhtur. Sünnet olan; eş - dost, akrabanın ölünün ailesine yemek getirmesidir.
قال ابن الهمام الحنفي: " وَيُكْرَهُ اتِّخَاذُ الضِّيَافَةِ مِنْ الطَّعَامِ مِنْ أَهْلِ الْمَيِّتِ ؛ لِأَنَّهُ شُرِعَ فِي السُّرُورِ لَا فِي الشُّرُورِ، وَهِيَ بِدْعَةٌ مُسْتَقْبَحَةٌ ". انتهى من "فتح القدير" (2/142).
Cenaze evinde cenaze sahiplerinin yemek ziyafeti ver­meleri mekruhtur. Çünkü bu tür ziyafetler sevinç halinde verilirler. İçinde bulundukları durum ise musibet halidir. BU, ÇİRKİN BİR BİD'ATTİR. (İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadir; 2/142)
TAZİYENİN MAKSADI Taziye; teselli etmek, acısını paylaşmak gibi manalara gelir. Taziyenin 2 mühim maksadı vardır: 1- Taziyeye gelenlerin, ölünün ailesini bu acılı günde yalnız bırakmayarak teselli etmesi, sabrı tavsiye ederek manevi destek olmasıdır.
2- Gelenlere ölümü hatırlatması ve tefekküre sevk edip kalpleri yumuşatarak dünyadan sıyırıp ahirete yöneltmesidir.
Halbuki bugün yapılan taziye merasimlerindeki ziyafetler, taziyenin asıl maksadının dışında, sünnete uygun olmayan işlerdir. Bundan dolayı taziye yerleri; insanların gelip yemeğini yediği, çayını içtiği, dedikodu ve boş muhabbetlerin havada uçuştuğu laklakhaneler haline geliyor. Ancak uzaktan gelen misafirler varsa, onlar tabi ki aç bırakılmaz, onlarla oturup hal-i hazırda olan yemeği yemede de bir beis yoktur.
Bir yakınını kaybetmenin üzüntü ve sıkıntısı içinde olan cenaze sahiplerinin, taziye için gelen misafirlere yemek hazırlayıp sunması ilave bir telaş ve sıkıntıya sebep olacağından mekruh görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, III, 148).
Tumblr media
22 notes · View notes
sertsiken0606 · 5 months ago
Text
aslının aynısı
merhaba arkadaşlar . Sizlerden gelen bir anıyı daha aktarıyorum. Bol sikişli geceler. Merhaba Hasan bey ben küçük bir şehirin küçük bir kasabasında noterde çalışan 25 yaşında oldukça güzel seksi giyinmeyi Sibel Can ölçülerinde yani balık etli bir kadınım evliyim 3 kez hamile kaldım fakat doğum olmadı ya düştü ya da ölü doğum oldu . Bilirsiniz noterlik yapmak için noterlerin avukat olması şart bizim avukat 58 yaşında ama kimse 58 olduğuna inanmıyor oldukça bakımlı hergün kuaför ve güzellik salonlarına giden 175 boylarında 70 75 kg ağırlığında felaket seksi dul bir kadın avukat hanım la birlikte toplam 5 kişiyiz noterde 2 erkek 2 kadın erkekler evli kadınlardan ben evli avukat ve diğer arkadaş dul . Konumuza dönelim bu arada ben Didem avukat Emine hanım beni veznede görmek istediğini veznede ki arkadaşın benim yerime geçmesini istedi . Vezne de görevli Serkan arkadaşım 56 yaşında 3 kız 3 erkek çocuğu olan abdestli namazlı biri o kadar dürüst bir insan daha tanımadım başta yazmıştım küçük bir kasaba diye , kim ne yapmış ne almış ne satmış ilk bizim haberimiz olur. 14 Şubat 2023 günü öğle yemeği için eşimle sözleşmeş fakat eşimi en yakın arkadaşının karısıyla mesajlasırken yakalamıştım bizim yemek fiyasko olmuş içim içim eşimden nefret etmeye başlamıştım . Aynı günün akşamı eşimin telefonunu kopyalamayı öğrenip kendi telefonuma yükledim artık eşim gül ile ne yazışırsa ben görüyordum resmen 4 yıldır birlikte oluyorlarmış ben ayakta uyuyormuşum haa şunuda belirteyim gül ün kocası eşim fikret gülü sikerken masada oturup sikişlerini izliyormuş Fikret aslında çok yakışıklı bir erkek ama siki kalksada erkenden sönüyormuş WhatsApp mesajlarından okuduğum kadarıyla 1000 erkekten 1 inde çıkan nadir bir hastalıkmış ama nede olsa beni aldatıyordu o gece ayrı odalarda yattık sabaha kadar ne yapacağımı düşündüm . Sabah kahvaltısı yapmadan işe gittim moralim bozuk olduğu için pek gülmeden masama oturdum avukat hanım 10 da gelirdi geldi merhaba hayırlı işler arkadaşlar dedi benim suratımın asık olduğunu anlamış beni çağırdı durumu en ince ayrıntısına kadar anlattım mesajları gösterdim bana kısasa kısas yap boşanma dedi nasıl dedim bekle ben sana haber vereceğim dedi . Aradan 1 saat falan geçti avukat hanım Didemle ben çıkıyoruz arkadaşlar gecikirsek siz 5 te kapatıp çıkın dedi avukat hanım ın jipine binip birlikte onun bağ evine gittim 2 lüks otomobil vardı kapıda içeri girince şok oldum 4 erkek hepside çırılçıplak ben geri döndüm avukat hanım hadi kocan seni aldatıyor sende onu aldat kısasa kısas yap dedi soyunarak erkeklerin arasına girdi erkeklerin 2 sinin sikini eline aldı 1 erkek sikini ağzına soktu 1 erkek boşta kaldı oda benim elimden tutup beni kendine çekti elime sallanıp duran sikini verdi hadi bakalım sen benimsin ben de seninim bütün marifetlerini göster bakalım dedi avukat hanım halinden memnun adamın biri yere yatmış avukatın götüne sokmuş diğeri kocaman sikini amıma sürtüp girip çıkıyordu diğeri de avukat hanım ım ağzını sikiyordu o sırada benim elimden tutan sikini ağzıma dayadı ben soktaydım ne yaptığımı neden yaptığımı bilmeden adamın sikini yalamaya başladım adam sik o şekilde yalanmaz al ağzına sakso çek ağzını siktiğim orospu hadi başla dedi ipler kopmuştu zevk almaya bakacaktım dediğini yaptım sakso çekmeye başladım ben çekerken o benim üzerimdeki elbiseleri iç çamaşırlarını tek tek yırtarak çıkarttı adam bana resmen tecavüz edecekti birden titreyerek ağzıma boşalmış sikini ağzımdan çıkartmadan başım�� tutmuştu mecburen hayatımda ilk defa döl yutmuştum tadı biraz tuhaf geldi boşalması bitince sikini kaldırana kadar sakso çekmeye devam ettim beni birden kaldırıp domalttı birden amıma soktu hızlı hızlı girip çıkmaya başladı bir taraftan da kalçalarıma tokat atıyordu canım yanıyor ama zevkte alıyordum belki 20 dakika bu şekilde sikti arkadaşlar gelin yardımcı olun dedi diğer erkekler etrafımda toplandı biri yere yattı getir patron ben götünü senin için hazır edeyim dedi beni yere çekti yerde yatan adam sikini götüme sokmaya başladı daha önce çok sikilmiş patron amı daha dar dedi beni ilk domaltıp ( gerisi 2 de )
100 notes · View notes
sexcxsblog · 2 years ago
Text
ACIMADAN SİKTİ-4
Erman üstümden kalktı ve beni kucaklayıp banyoya götürdü. Ona yorgun argın gözlerle bakıyordum. Çünkü beni fena halde düzmüştü.
-öyle yorgun argın bakma orospu bulmuşum taze karı doyana kadar sikmeden bırakmam.
Duş almaya başladık ama ben ayakta zor duruyordum. Ermansa bayır domuzu gibi azgındı. Bana bakarak pis pis gülüyordu. 5 dk duştan sonra beni duvara dayadı. Başladı memelerimi sömürmeye. Yine aşırı zevk alıyordum. Bir bacağımı kaldırıp yarrağını amıma sokup pompalamaya başladı. Yarrağını daha derine ulaşıyor amımın duvarlarını zorluyordu. Bitik bir halde boşalmasını bekledim. Ama bir türlü boşalmıyor sert sikmeye devam ediyordu. Yarım saat sonra anca boşalabildi. Yıkanıp odaya geçtim. Onda yorgunluktan eser yoktu. Bense kılımı kıpırdatacak halim yoktu. O içeri televizyonun karşısına geçip telefonda arkadaşına beni nasıl siktiğini anlatıyordu.
-kanka fındık gibi deliğini dağıttım bir görsen ayağa kalkacak hali yok. Olum daha bu ne ki ailesi gelene kadar sikecem her yerini hahahha
Ben bir süre sonra uyuyakaldım. O yorgunluktan dolayı ölü gibi uyumuşum. Ermanda herhalde Halime acıyıp bana dayanmaktan ileri gitmemişti. Sabah olunca bşraz daha iyiydim. Ama ağrım geçmişti. Beraber kalkıp kahvaltı yaptık. Ermanda bana bakıp gülüyordu.
-noldu kanka yorgun musun
-evet
-valla ben onu bunu bilmem orospuluk yapmadan önce düşünecektin. Hadi yemeği yediysen kaldığımız yerden devam edelim torbalarım doldu boşaltman lazım hahahaha
Beni kucağına alıp koltuğa fırlattı. Üzerimde sadece gecelik vardı iç çamaşırı giymemiştim ondan da sadece boxer. Üzerime geldi. Yine önce memelerimden başlayarak amıma geldi. Kahretsin yine zevk alıyordum. Şapır şapır yalıyordu. Bende zevkten kıvranıyordum. Boxerının kenarından yarrağını çıkararak
-tatlı olarak dondurma yalamak ister misin güzelim
O koca yarrağa hayır denilebilir miydi ki. Başladım yalamaya hepsini ağzıma alamasan da olduğu kadarıyla güzel iş çıkarıyordum.
-aferin orospu güzel yalıyorsun
Beni domaltıp amıma sokmaya başladı. Yavaş yavaş gidip geliyordu.
-amk amını dün o kadar siktşm hala tam gevşememiş
Erman çok güzel ama sert sikiyordu. Şlap şlap sesler çıkıyordu. Hoşuma da gitmiyor değildi. Bir süre sonra parmağıyla göt deliğimi baskı yaptı. Yüreğim ağzıma geldi. Ya götten de sikerse diye. Korku dolu gözlerle ermana baktım.
-merak etme götün için farklı planlarım var.
O an ne dediğini anlamadım. Çok geçmeden yarrağını amımdan çıkarıp ağzıma boşaldı. Hepsini yuttum. Tadi çokta güzel değildi. Hala yarrağı dimdik olmasına hayran kalıyordum. Artık Erman körpe kızı bulmuş sabah akşam sikiyordu. Sabahları ermanın yarrağının amıma girmesiyle başlıyor geceleri amımda hissetmemle bitiyordu. Zamanla alışmıştım artık. Eskisi kadar zorlanmıyordum. Ama bir gün olurda götüme sıra gelecek diye ödüm kopuyordu. Bir gün yemek yerken kapı çaldı. Yüreğim ağzıma gelmişti ya bizimkiler geldiyse. Erman
-korkma arkadaşımı çağırdım odur büyük ihtimalle
Kalktı kapıyı açtı. Arkadaşı (Kürşat )bizim sınıfta reis gibi takılan. ��lkücü gruplarda yer alan orta tipli biriydi. Ermanla çokta samimiydi. İçeri girip beni seksi bir gecelikle görünce ağzı açık kaldı.
-kanka bahsettiğim kadar var dimi
-bu kadarını beklemiyordum valla kanka
-neyse siz takılın benim bir işim var dışarda onu halledip geleceğim yengen sana emanet diyip güldü
-ayıpsın kanka gözüm gibi bakarım ben
Erman çıktı gitti. Bende bulaşıklar ile ilgileniyordum. Kürşat arkamda havadan suda konuşuyordu. Kürşat’ı Erman kadar hiç arzulamamıştım. O gün gözüme bir farklı geldi. Bende ona vermek istiyordum. Sürekli firikik veriyor. Amımı götümü görmesini sağlıyordum. Kürşat’ta hiçbir firikiği kaçırmıyor. Dikkatle inceliyordu. Biz içeri geçtik televizyon izlemeye başladık. Bende yan oturup dizlerimi karnıma doğru çektim. Amımın dudakları artık net bir şekilde gözüküyordu. Kürşat’ta televizyondan çok amıma bakıyordu.
-hayırdır Kürşat ilk defa mı am görüyorsun
-hayır yenge ama böylesini ilk defa görüyorum
-am amdır ne farkı varki
-olur mu yenge amının dudakları harika
-o dudağın arasına sürekli ermanın koca yarrağı girip ayırıyor dudakları
-Erman şanslı adammış ama merak ediyorum nasıl aldın o koca yarrağı
-ilk başta çok zorlandım ama oldu bir şekilde
-helal yengeme
Bu konuşmalar beni aşırı azdırmıştı. Kürşat’ta çoktan çadırı kurmuştu ne yapıp edip onunda beni sikmesini sağlamalıydım. Zaten yengeyi laf olarak söylüyordu versem direk sikerdi. Ama ona götümü bozmasını istiyordum. Oranın zevkini merak ediyordum.
-valla iyi hoşta ben analdan istiyorumda
-eeee
-eee si erman yaparsa çok canım acır yırtılır götüm
-doğru diyorsun yenge fındık kadar deliğine girerse kan revan olursun
-işte herkesin bir derdi var benimde bu naparsın
-öyle deme ya yenge önemli bir dert bu
İlk adımı ondan bekliyordum sürekli bacaklarımı oynatarak amımın dudaklarını birbirine sürtüyordun. Onun da hoşuna gidiyor belliydi.
O sırada Erman aradı annesi rahatsızlanmış hastaneye gitmişler ona refakatçi olması gerekiyormuş. Kürşat için gün doğmuştu. Yalandan üzülmüş gibi yapıp telefonu kapattı. Ben lafa girdim
-oo ben nasıl yalnız kalıcam burda daha bizimkilerin gelmesine var
-O nasıl laf yenge Erman seni bana emanet etti. O gelene kadar ben sana eşlik ederim.
Teşekkür ettim. Sonra döndü dolaştı konu yine benim göt sorunuma geldi. Ben de
-işte bir çözüm yok ki
-olur mu öyle şey ya hallderiz bir şekilde
-nasıl olucak o
-yani istersen eğer ben sana yardımcı olurum
-olur mu öyle şey Kürşat
-niye olmasın senin bir sıkıntın var ne sen çözebiliyorsun ne de Erman. Ben size yardımcı olmaya çalışıyorum.
-bilemedim ki Kürşat ya Erman a ayıp olmaz mı
-aramızda sır olarak kalır eğer sorarsa nasıl bu kadar genişlediğini bir bahane uydurursun.
-öyle mi diyorsun
-yenge ben ikinizi de seviyorum ermanda yakın arkadaşım ama seni de böyle görmek istemiyorum açıkçası. Anlıyorsun dimi
-çok saol Kürşat beni bu kadar düşündüğün için
-ne demek yenge lafı olmaz
Çok güzel ikna ediyordu Kürşat sanki yapacağımız şey doğru gibi lanse ediyor güzel laflar kullanıyordu. İnsan biraz düşününce bile hak veriyordu ona. Hoş saf ayağına yatmak benimde işime gelmişti. Kürşat beni sikmek için girdiği bu çabası beni azdırtmaya yetmişti.
!!!!Hikayelerinizi bekliyorum 😎
126 notes · View notes
gelmemeyegidenkiiiz · 3 months ago
Text
Yaşayan bir ölü gibi geçip gitti.
Görüpte bulamamak gibi, duyupta anlayamamak gibi, dokunupta hissedememek gibi, sevipte yaşatamamak gibi..
Şimdi o nerede, ne yapıyor belirsiz. Hangi sokaktan geçiyor, hangi yemeği yiyor, hangi diziyi izliyor, hangi kıyafetleri giyiyor bilmiyorum, o artık bir "yaşayan ölü"
4 notes · View notes
wehuzunngeldi · 2 years ago
Text
bir umut vardı gönlünde eksilmiyordu sonra kızıyordu kendine kınıyordu kendini kapamak istiyordu içinde eskinin kepengini eski oldu diyelim ama neydi yeni ve nasıl eskitmeli eskimeyeni nasıl öldürmeli ölmeyeni nasıl diri sayarsın ölü olanı eski bir zehirdi belki ama yeni andırıyordu tatsız tuzsuz bir yemeği beklemek neyi beklediğini bilmeden gün günü ay ayı kovalarken beklemek bir vaktin doluşunu
22 notes · View notes
derilx · 11 months ago
Note
Gölgeler de Yaşayana İthafen...
Karanlık ve aydınlığın savaşı gibi zihnim. Lilith'in ufak bir dokunuşuyla darmadağın oldu bütün bedenim. Ufalanan hayallerim kargalara yem, parçalanan bedenim akşam yemeğin. Kanımdan bir şişe Château Şarabı...
İsa'nın "Son Akşam Yemeği" ni andıran görüntün,sonucu ispatlıyor. Son kez gülümsüyor, kadehini On İki Havarinden biriyle tokuşturuyorsun. Pişmanlık yok.
Dostlarının içini ısıtan bir gülümseme ile usulca çarmıha, ölümüne yürüyorsun.
Ayaklarının altı kor alevlerden oluşsa bile durmuyorsun. Durmayacaksın da. Aslında ölümü kucaklayarak başkalarını değil, kendini kurtarıyorsun.
Söyle bana gece kurtarıcı sen misin yoksa ölüm mü?
Farkındayım. Sen bencil bir adamsın Gece.
"ölüm" bir kurtuluş ya da son değil, tam tersi başlangıç. ben isa değilim, öyle bir tablom olacaksa eğer ocağın başındaki de ben olacağım. ölüm de olmadım, ama umarım ölü-m de olacağım. bencilliğim var elbette fakat o günden sonra bencil olan ben değil, toprağa doya doya basabilmesine, gökyüzüne umutla bakabilmesine, özgür olmasına rağmen bana bencil diyenler olacaktır. Merak ediyorum doya doya gülümseyen bir çocuğa bakıp, senin sebebin bencildi diyebilecek misiniz?
2 notes · View notes
gundemarsivi · 20 days ago
Text
Tumblr media
Han Kang (Vejetaryen – Çocuk Geliyor)
✍🏻 M. Osman Akbaşak
2024 Nobel Edebiyat ödülü Koreli Yazar Han Kang’a verildiği zaman tanımadığım bir yazar olduğu için bir ölçüde sevindim. Yeni bir yazar belki de yeni bir yazınsal biçim tanıyacaktım. Birebir düşündüğüm gibi oldu. Yazarın Türkçe’ye çevrilmiş dört kitabı var: Vejetaryen (2016), Çocuk Geliyor (2016), Veda Etmiyorum (2024), Beyaz Kitap (2024).
İlk üç kitabı İzkitap’ta aldım, Vejetaryen ve Çocuk Geliyor’u bir hafta içinde okudum. Bu iki kitaptan yola çıkarak yazarı ve biçemi üzerine bir şeyler yazmak istiyorum. Kitap Fuarı’nın son günü değerli dostum Aydın Şimşek’le karşılaştım, edindiğim düşünceleri paylaştım. İlk tepkisi “Kirli gerçekçilik” oldu, devam etti:
“Edebiyatımızın bir türü olan Kirli gerçekçilik birkaç alt dala ayrılır… Bunlardan birisi pornografik olanın edebiyata aktarılmasıdır ve oldukça kaba çekiniksiz bir dille yapar bunu… Diğer bir alanında -ki daha yoğun olarak görülür- yeraltı, kaos, anarko bir dil kullanarak şiddeti ya açıkça övgüleyerek karşı çıkış-itiraz dili kullanır ya da şiddeti en açık haliyle teşhir ederek hiçbir şeyin üstünün örtülemeyeceğini duyumsatır. Kirli gerçekçi edebiyatın fantastik ve bilim kurgu ile de yakın ilgisi vardır.”
Romanları hiç okumadan bunları söylediğinde aslında iki ayrı kitabın da tanımını yapmış gibiydi. Vejetaryen’de kısa bir bölümde olsa bile pornografi, Çocuk Geliyor’da ise daha uzun bölümler halinde ve oldukça sert bir biçimde şiddet (işkence) vardı.
Bu genel açıklamadan sonra iki romanı ayrı ayrı değerlendirmeye çalışayım.
Vejataryen
Vejetaryen bakıldığında bir beslenme biçimini ifade etse de konu bu değil. Kitap Yonğhe’nin hikâyesini anlatıyor ama okur olarak hiçbir zaman Yonğhe’nin kendi düşüncesini anlayamıyoruz. Kocası, kız kardeşi ve onun kocası anlatıcı… Roman sanki üç öykünün (Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı) birleştirilmiş hâli, her biri bu üç anlatıcının bakış açısıyla sunuluyor. Ana konu Yonğhe’nin vejetaryen olmaya karar verdikten sonra yaşadıkları.
Başlık niye vejetaryen, diye düşündüğümde zaman içinde fark ettim ki bugüne değin çok az tanıdığım Kore toplumunun beslenmesinde her türlü et yemeği ön sırada. Biri kalkıp da “Ben bundan sonra artık asla et yemeyeceğim” dediği zaman topluma en azından yakın çevresine büyük bir başkaldırı başlatmış gibi görünüyor. Neden bu başkaldırıya girişiyor, çok sıradan bir yaşamı var. Bunu kitabın ilk paragrafından anlıyoruz:
“Dürüst olmak gerekirse ilk gördüğünde, bana hiç de çekici gelmemişti. Orta boyu, ne uzun ne kısa saçları, ölü hücrelerle dolu soluk cildi, çıkık elmacık kemikleri, modern görünmekten korkuyormuşçasına sade kıyafetleri bilmem gereken her şeyi özetliyordu.
Onunla evlenmem özel bir cazibesinin olmamasının yanı sıra belli bir eksikliğinin de görünmemesinden ötürüydü. Herhangi bir canlılık, cazibe ya da zarafet göremediğim karımın pasif karakteri her halükarda bana uyuyordu. Kalbini çalmak için fazla bilgiliymişsin gibi davranmama gerek yoktu, randevu saatine geç kalacağım diye telaş yapmam gerekmiyordu ya da acaba beni moda dergilerinde yakışıklı erkekleriyle kıyaslıyor mu diye endişelenmiyordum.”
Böyle bir kadının bu tür bir başkaldırısının ardından, karşılaştığı tepkiler hatta şiddetin ölçüsü nedir, fiziksel şiddet mi daha zordur yoksa duygusal şiddet mi, ya da Yonğhe’nin kendisine uyguladığı şiddet mi? Orta ölçekli pornografi ve şiddetin iç içe geçtiği zaman zaman estetik bölümlerin de bulunduğu bir roman okuyacaksınız.
Çocuk Geliyor
Bu romanı okumadan önce Kore tarihine göz atmak yararlı olacak. Ben bir süre okuduktan sonra bunu yapmak durumunda kaldım.
Aşağıdaki bilgileri Enes Özkan’ın 24 Kasım 2021 tarihindeki bir yazısından özetleyerek aldım.
“Güney Kore’yi 1963-1979 yılları arasında yöneten Park Chug-lee ülkede ilk kez askeri darbeyle iktidarı eline alan bir diktatördü. 1961-1963 yılları arasında askeri diktatörlük başkanı olarak ülkeyi yöneten Park, 1963’te kendisini Cumhurbaşkanı olarak seçtirdi. Onun iktidarı döneminde Güney Kore hızlı bir ekonomik büyüme ve sanayileşme yaşadı. Yönetimi altındaki ülke dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri oldu. Fakat bu yıllarda muhalefet hep bastırıldı, demokrasi talepleri sert şekilde cezalandırıldı. Park, Ekim 1979’da Seul’deki evinde Merkezi İstihbarat Dairesi müdürü tarafından öldürüldü.
Park’ın öldürülmesinin ardından Chun, çeşitli kesimlerle yaptığı ittifakların ardından ülkenin başına geçti. Ancak onun diktatörlüğü selefininki gibi olmadı. İlk günden kitlesel protestolarla karşılaştı ve bir müddet olayların yatışmasını bekledi. Halk demokratik olmayan bir kalkınmayı istemiyordu. Özgürlük, ekonomik refahtan daha önemliydi.
Askeri diktatörlük hülyasını sürdürmek isteyen General Chun Doo-hwan ise protestoların geçmesini iki ay bekledikten sonra askerleri sahaya sürdü. Toplumsal muhalefeti bastırdı; kalkışan sivil toplumu budadı.
Fakat Kore halkının özgürlüğünü tekrar yitirmeye niyeti yoktu. Kasım 1979’da başlayan gösteriler 1980 yılı Mayıs ayına değin sürmüştü. Mayıs ayında ise tarihe “Gwangju ayaklanması” olarak geçecek hadise yaşandı. Askerler kontrolü sağlayamıyordu. “Siyah Bereliler” denen özel komando birlikleri gönderildi. Kentteki Jeonnam Üniversitesi öğrencileri 1980 yılının 18-19 Mayıs günü kolluk güçlerinin saldırısına uğradı. Takip eden günlerde şehrin iletişim hatları kesildi ve dünyayla bağlantısı kalmadı. Hatlar kesildikten kısa bir süre sonra, askerle çatışmaya devam eden halkın üzerine helikopterlerden ateş açıldı. 200’den fazla sivil öldürülürken 1800’ün üzerinde Koreli yaralandı.”
Ve… Gwangju ayaklanmasına şahitlik eden, o esnada on beş yaşında bir çocuk olan Hang Kang o günlerde yaşananları “Çocuk Geliyor” kitabıyla anlattı. Gwangju Ticaret Odası’nda saklanan ve olaylara şahit olan Kang, kitabında o gün askerlerin adeta bir soykırım yaparcasına öfkeyle halka hücum ettiklerini yazdı.
“Dava sona erdikten sonra hükümet Gwangju ayaklanması mağdurlarına tazminat ödedi ve itibarları iade edildi. 18 Mayıs anma günü olarak belirlendi ve anısına bir anıt inşa edildi.”
Bu roman için ayrıntı yazmayacağım. Han Kang’ın çocuk yaştaki tanıklıkları ve elbette çevresinden duydukları ile bu kitap ortaya çıkmış. Birkaç tümcesini aktararmakla yetineceğim:
“Sadece görmezden gelerek yaşasan olmaz mı? Kendini yıpratman beni çok üzüyor. Her şeyi öylece unutup, başkaları gibi üniversiteye gidip, kendi ekmeğini kendin kazanıp, iyi biriyle de tanışıp evlensen…”
“Askerlerin bizden kat kat güçlü olduklarını bilmiyor değildim. Ancak garip olan onlarınkinden daha güçlü bir şey beni etkisi altına almıştı. Vicdan. Kesinlikle vicdan. Dünyadaki en korkunç şey de odur.”
“Siz bilir misiniz, insanın kendisinin tamamen temiz ve iyi bir varlık olduğunu hissinin ne kadar güçlü olduğunu? Vicdan denilen göz alıcı parlaklıktaki mücevherini alnıma çakılmış gibi olduğun o ânın parlaklığını?”
“Ben mücadele ediyorum. Her gün tek başıma savaşıyorum. Hayatta kalıp, hâlâ yaşıyor olmanın utancıyla savaşıyorum. İnsan olmanın acımasız gerçeğiyle savaşıyorum. Ölümün bu gerçekten sıyrılmamı sağlayacak tek yol olduğu düşüncesiyle savaşıyorum. Siz, benim gibi bir insan olan siz, bana ne diyebilirsiniz?”
Nasıl, size de tanıdık geldi mi?
Burada bir uyarıda bulunmak istiyorum. Kore’de yaşananlar bizim 12 Eylül’de yaşadıklarımızın benzeri hatta çok daha acımasızı. Yazının başında belirttiğim şiddetin, işkencenin en zorlusuna, acımasızına tanıklık edeceksiniz. Sinirlerinize güvenmiyorsanız bu kitabı okumayın.
Sonuç olarak Nobel ödüllü iki romandan söz ederken baharlı, çiçekli konular değil yaşamın en sert en acımasız konularını gözümüze, beynimizin en derinlerine işleyen ama hep bir yerlerde duran konuları öne çıkaran romanları tanıtmaya çalıştım. Ben edebiyat adına okuduğum için çok mutluyum.
Han Kang’ı cesur kalemi için kutluyorum.
M. Osman Akbaşak
0 notes
s12ml3 · 1 year ago
Text
Tumblr media
Yağmur iyice hızlanmıştı. Bense ıslanmaktan nefret etsem de Juhan'la yürümekten hoşlanıyor ve her zaman olduğu gibi ona yetişmeye çalışıyordum. Bu sefer sadece bir adım gerisindeydim ve adımlarımızı en başından beri sayıyordum, çünkü yol boyunca hiç konuşmamıştık. 726, 727, 728. Hızlı yürüyen insanların aceleleri yoksa eğer dünyanın sonuna bir an önce erişmek istediklerini düşünürdüm. Juhan'da hızlı yürüyenlerden bir tanesiydi. 829. Adımı saydığımda artık sırılsıklamdım ve vücudumda tek sevdiğim ve saatler boyunca hiç sıkılmadan tarayabileceğim saçlarım gözümün önüne geliyordu. Juhan'ın yanında sırılsıklam olmaktan çekinmiyordum. Onunlayken yalnız, o yokmuş gibi hissedebiliyordum. Sanırım 872. Adımdı ve birden durduk. Juhan konuşmak istemiyordu. Bunun sebebi yağmurun sesini kendi sesiyle kirletmemek istemesi olabilirdi. Üstelik kendi sesinden nefret ettiğini de biliyordum. Oysa evde okuduğu bütün kitapları dışından okuduğunu da biliyordum. Belki de kendi sesinden sıkılmıştı, hepsi bu. Bir an konuşacak gibi oldu. Sonra yürümeye devam ettik. 873, 874, 875…
24 Temmuz 7.00 - Saat 7.00. Kalkmalı. Kendime hazırladığım yemeği yedikten sonra camdan dışarı baktım. Şehiri uzun zamandır elinin altında tutan güneş kendisini bulutların arkasına saklamıştı. Bugün utangaç bir hal içindeydim, güneş gibi. Juhan denen herif vardı aklımda. Uzun zamandır anlaşılmak isteyip de kimseye bir şey anlatmayan, yatağından kalkmayan o adam bendim. Bir süredir kütüphanede çalışıyordum ve günüm artık bir rutin haline gelmişti. Juhanı da bu haldeyken tanımıştım. Denk gelmeler, bir gün benim de anlaşılabilir bir insan olabileceğim konusunda umut veriyordu bana. Bugüne kadar anlaşılmak isteyen bir çok insan tanımıştım fakat anlaşılmak isteyen bir insan olduğumu kimse anlamamıştı. Bu kişiler şunlardı; Meşgul olduğu şeyde iyi yere gelip anlaşılmayı bekleyen insanlar, birçok istemediği insanla konuşup onların arasına karışarak anlaşılmayı bekleyen insanlar, dünyanın boktan bir yer olmadığını düşünüp anlaşılmayı bekleyen insanlar. İnsanın en büyük dertleri zihinin içinde taşıdığının düşüncesi anlaşılmamaktan kaynaklanıyordu galiba. Bense boktan bir yer olduğunu biliyordum dünyanın. Görmüştüm rüyamda yalandan da olsa sağlanacak barışın ancak silahlarla olabildiğini. Anlaşılmak için bütün dünyayı uykusundan uyandıracak şekilde çığlık atmak istemiştim, gerçeklikten rüyalarımda bile kaçamayınca vazgeçtim bundan. Juhanla tanışmam ise bir iş çıkışımda benden çakmak istemesiyle olmuştu. Sigara insana zararlıydı. Ama aynı zamanda tanışma mevzusunda bir çakmaktan, sigaradan daha iyi bir iletişim aracı da yoktu. Yararına olacak sohbetlerin başlangıcıydı çoğu zaman. Sigarasından bir duman aldıktan sonra teşekkür etti ve sonrasında oluşan sessizlik Juhan'da bir sohbet ihtiyacı doğurdu, her insan gibi. Sessizliğe gelemiyordu insanlar ve Juhan'da beni o insanlardan birisi sanmıştı.
1 Temmuz 20.00 - -- Kötü bir koku var fark ettin mi? -- Bilmem. Bir nefes daha çekti sigarasından. -- Hislerim gün geçtikçe diri diri yanıyor, ölü bir balık gibi kokuyor ve bu kokuyu alamıyor musun? Sustum. Denk gelme buydu işte. Sartre'nin bulantısı gibi aniden, bir anda gelişen.
1 note · View note
pokamot · 2 years ago
Text
Lenny Bruce: Mizah Kararmak Üzere
Sizleri Lenny Bruce ile tanıştırmak isterim.
Tumblr media
1950’lerde, Amerika’nın kenar mahalle barlarında godamanları kahkaha atarken düşünmeye sevk ettiren biri olarak ortaya çıktı. O zamana kadar yapılan şakalar o kadar sert değildi. Kimseyi hedef almıyordu. Bazı yasaklı konulardan bahsedilmiyor, müstehcen kelimeler kullanılamıyordu. Lenny Bruce sürekli biraz daha ileri gittiği için başı derde girdi. Önce polis, ardından mahkemeler Lenny’e iş oldu. Bruce sanatçılar ve entelektüeller tarafından geniş çapta saygı görüyordu ve ifade özgürlüğü ve siyasi mizah savunucuları arasında bir kültürel ikon olarak ortaya çıktı.
youtube
New York ve New Jersey'deki çeşitli gece kulüplerinde amatör gecelere katılmaya başladı ve burada öncelikle izlenimler, parodiler ve tek satırlık şakalar sergiledi. Kısa süre sonra kara mizahın damgasını vurduğu ve müstehcenlikle noktalanan bir üslup geliştirdi ve kötü şöhret kazandıkça materyallerini sosyal ve yasal kurumlara, örgütlü dine, seks ve uyuşturucuya karşı ahlaki tutumlara ve diğer tartışmalı konulara yönelik eleştirilere odakladı. Time dergisi onu “hastalıklı bir komedyen” olarak tanımlıyordu.
Yalnızca müstehcen dil kullandığı için değil, aynı zamanda performansları geleneksel komedinin rahat normlarının çok ötesine geçtiği için de zulüm gördü. New York Şehri Ceza Mahkemesi Bruce'u defalarca müstehcenlikten suçlu buldu. Çoğu ABD gece kulübünün onu kara listeye aldığı bir zamanda sağlığı ve ruh hali hızla kötüleşti. Hollywood Hills'teki evinde aşırı dozda morfinden ölü bulundu. 2003 yılında, ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra, New York Valisi George Pataki, ölümünden sonra benzeri görülmemiş bir af çıkardı.
Tumblr media
Son gösterilerinde ağırlıklı olarak sahneye sarhoş çıkıyor ve başına gelenleri anlatıyordu. Kirasını bile ödeyemeyeceği mekanlara mahkum edildi. Amerika mahkemeleri, onu doğrudan öldüremezdi. Fakat hayatından bezdirebilirdi. Bruce kendini aklayabilmek için Amerika’nın ifade özgürlüğünün koruyucu yasası First Amendment’i defalarca anlattı.
First Amendment nedir?
Amerika anayasası değiştirilemez bir yapıya sahip. Yeni ekleme ve düzeltmeler “ekleme” adıyla yer alabiliyor. 1800’lü yıllarda, anayasada yapılan ilk değişiklik adıyla müsemma “First Amendment” olarak geçiyor. Bu da kişinin fikrini söyleme özgürlüğünü kutsuyor. Basitçe şöyle diyor: “Kongre ifade özgürlüğünü kısıtlayan hiçbir yasa çıkaramaz.” Bu ifadenin benimsediği özgürlükler, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan herkese aittir.
Tumblr media
İfade özgürlüğü, ulusun kurucuları tarafından her insana ait olan doğal, devredilemez bir hak olarak anlaşıldı. Yüksek Mahkeme nihayetinde, özgürce konuşma hakkının çok temel olduğu için, yalnızca sınırlı durumlarda kısıtlamaya tabi olduğu sonucuna vardı.
Bazen kanıtlanabilir gerçeklere, varsayımsal teorilere ve bazen de yalanlara ve komplolara dayanan görüşler, bakış açıları ve inançların tümü, anayasa akademisyenlerinin ve hukukçuların “fikir pazarı” olarak adlandırdıkları şeye katkıda bulunur. Ticari pazara benzer şekilde, fikir pazarı da tüm ürünleri rekabete tabi tutar.
Bu yüzden kilise üyeleri LGBTİ nefreti dolu söylemlerde bulunabilir, Nazi grupları mitingler düzenleyebilir ve işçiler öğle yemeği protestolarına katılabilir. Bu grupların her biri tarafından ifade edilen fikirlerin korunması hükümetin sorumluluğundadır. Diğer insanlar ve gruplar aynı fikirde olmayabilir, ancak onların bakış açıları da hükümet sansüründen ve baskısından korunur. Sadece yazılı metin veya sözsel ifadeler değil, duygu belirten eylemler de bu anayasa tarafından korunur. Bayrak yakmak, yürüyüş düzenlemek gibi.
Tumblr media
Söylev tehtide varınca işler kızışıyor. Mesela kürtaj karşıtları istediklerini söyleyebilirler ancak kürtaj sağlayıcılarını tehdit edemez veya terörize edemezler. Toplulukları şiddete başvurmaya yönlendiremez, şevk edemezler. 
Anayasal olarak, cahilce, aşağılayıcı ve iğneleyici konuşmalar -nefret söylemi dahil- çoğunluğa ahlaki açıdan saldırgan olsalar bile hükümet baskısından korunmaktadır.
0 notes
korkutkalkan · 2 years ago
Text
Ölüp dirildiğini söyleyen kadın 40 dakika boyunca yaşadıklarını anlattı: Vücudumda sarı bir ışık dolanıyordu
Ölüp dirildiğini söyleyen kadın 40 dakika boyunca yaşadıklarını anlattı: Vücudumda sarı bir ışık dolanıyordu
Kirsty Bortoft, hafta sonu nişanlısı Stu ile romantik akşam yemeği yemek için işten izin aldı. Nişanlısı Stu, eve geldiğinde Kristy’i tamemen bilincini kaybetmiş hareketsiz bir şekilde bulunca hemen hastaneye kaldırdı. 40 dakika boyunca hiçbir tepki vermeyen Kristy yapılan müdahale sonucunda hayata geri döndü. “40 DAKİKA ÖLÜ KALDIM” Hastanede kalbinin durduğunu belirtilen Kirsty’nin, yapılan…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bungoustraydogs-tr · 3 years ago
Text
Bungou Stray Dogs Dazai, Chuuya, 15 Yaş: 5. Bölüm
Tumblr media
Wattpad Linki
Ve böylece bir ay geçip gitti.
Günler ve geceler geçti, gözyaşları ve kahkahalar şehirde tekrar ve tekrar yankılandı. “Arahabaki Vakaları” olarak isimlendirilen olayların suçlusu Randou’ydu. Hain Randou’nun evi yakıldı ve eşyaları denize atıldı. Normalde hainin yakınları mafyanın prosedürleri gereğince titizlikle soruşturulurdu ancak Randou’nun hiç yakını yoktu.
Ceset, bölgenin ortak mezarlığında yakılmadan önce bir haftalığına dışarıda bırakıldı.
Güçlü, tuzlu meltem denizden mezarlığa esti.
İnsanların yerleşim yerlerinden uzak, terk edilmiş, tenha bir mezarlıktı. Bir grup isimsiz mezar, uçurumda boydan boya diziliyordu. Uçurumun hemen dibindeki deniz, mezarlara tuzlu rüzgarını estiriyor, kederli bir ortam oluşturuyordu.
Mezarların birinin üstünde bir başına, rahatsız bir pozisyonda oturan çocuk vardı.
“Ne yalan söyleyeyim ölü halinle bile sinir bozucusun.” Dedi Chuuya kendi kendine, asık suratıyla. “Mafya, hayattayken topladığın tüm belgeleri attı. Sayelerinde araştırmak pek kolay olmayacak. Sekiz yıl önce gizlice girdiğin askeri tesiste neden Arahabaki oradaydı… bir ipucu bulmam gerekiyordu.”
Chuuya’nın bakışlarının önünde yeni, beyaz bir mezar taşı duruyordu. Bir yerlerden tedarik edilmiş eski taşın bazı yerleri kırılmış ve çatlamıştı. Altındaki yalnız bir karahindiba açmış, rüzgarda sallanıyordu.
“Gerçi hayatta olsaydın bile bahse varırım bu tuhaf hikayeyi kimselere anlatmazdın…”
Bacaklarını iterek, Chuuuya mezardan zıplayarak indi. Ellerini cebine koydu ve Randou’nun mezarını ardında bırakarak yürümeye başladı.
“Yine gelirim…”
Uçuruma sırtını dönerek uzaklaşmaya başladı. Ancak bir çocuk önüne çıktı, yolunu kesti.
“Demek buradaydın? Seni arıyordum Chuuya.”
“Shirase…”
Çocuk gümüş saçlıydı. Atari salonunda Chuuya’yı arayan üç Koyun üyesinden birisiydi.
“Bana soracak bir şeyin mi var?” diye sordu Chuuya.
“Senden özür dilemeliyim.” Gümüş saçlı çocuk omuz silkti. “Önceki tartışmamız için… atari salonundaki hani. Dediklerini düşündüm. Bizim yüzümüzden her istediğini yapamazsın. O sırada gerçekten birkaç suçluyu mu yakalamak istiyordun? Ve yine de biz Koyun’un intikam planına öncelik verilmesi için direttik. Sen haklıydın. Planlarımız için sana bel bağlayan bizdik ve hata yaptık.”
Chuuya yüzünde şaşkın bir ifadeyle arkadaşını dinledi.
Gümüş saçlı çocuk konuşmaya devam etti.
“Koyun’ların sorunun nerede olduğunu biliyoruz.” Kıkırdayarak dedi çocuk. “Bu yüzden hep beraber konuştuk ve bir karara vardık. Dinler misin?”
“Öyle mi?” dedi Chuuya, afallamış bir sesle ve yürümeye başladı.
“Eh, madem beraber karar vermişsiniz dinlerim tabi.” Chuuya yavaşça nefes aldı ve çocuğun yanına yürüdü. “Bu olanlar yüzünden biraz yorgunum. Mola zamanlarımızı sıklaştırmayı istiyorum. Yürürken konuşalım, nasıl bir planmış?”
Çocuğu geçtikten sonra Chuuya, tembel adımlarla uçurumun kıyısından yürümeye başladı. Denizden esen rüzgar güçlüydü, mezarlıktaki otları hışırdattı.
Güçlü bir şey Chuuya’nın arkasına pat sesiyle vurdu.
Chuuya öne eğildi.
“Çözümümüz bu.”
Chuuya yavaşça arkasına döndü. Gümüş saçlı çocuk sırtına bastırıyordu.
“Seni…”
Gümüş saçlı çocuk çekildi, Chuuya sendeledi ve düştü.
Yeni bir hançer sırtına saplanmıştı. Derinlere saplanan hançerin altından taze kan akıyordu.
“Sürekli tedbirli olduğundan görüş alanının dışından saldırmak zorundaydım. Böylece yer çekimini kullanacak vaktin kalmayacaktı.” Gümüş saçlı çocuk gülümsedi. “Değil mi, Chuuya? Seni gayet iyi tanıyorum. Ne de olsa uzum zamandır birlikteyiz.”
“Ne… yaptığını sanıyorsun…?” Chuuya kalkmaya çalışırken acıdan inledi. Ancak kol ve bacakları çabasıyla birlikte zayıfça titredi.
“Çok hareket etmemeni tavsiye ederim. Bıçağa fare zehri sürmüştüm.” Gümüş saçlı çocuğun gülümsemesi biraz daha büyüdü. “Zaman geçtikçe uzuvların uyuşacak ve normal halindeki gibi etrafta gezinemeyeceksin. Yazık sana, güçlü olmasaydın bu kadar zalimce bir şeyi yapmazdım.”
“Neydi… bu…?”
Chuuya yarasını tutarken zar zor arkasına dönüp çocuğa bakabildi.
“Buyrun-“
Gümüş saçlı çocuk parmağını sallar sallamaz onlarca asker mezarın etrafına dizildi, namlularını Chuuya’ya doğrulttu.
“Bu adamlar… GGS’nin askerleri mi…?”
Tam donanımlı paralı askerler Chuuya’yı yığıldığı yerde, uçurumun kıyısında kuşattı.
“Kararımız budur… Koyun GGS ile birlik oldu.”
Çocuk konuşmasını bitirir bitirmez askerlere elini salladı. Silahlanan diğer çocuklar ortaya çıktı. Namlularını Chuuya’ya doğrulturlarken hepsinin yüzündeki ifade aynıydı.
“Rezil birisisin Chuuya.” Gümüş saçlı çocuk gülümseyerek Chuuya’ya baktı. “Bu kez hepimiz fark ettik. ‘Ya bir dahaki sefer Chuuya gerçekten mafyaya katılmak isterse?’ diye düşündük. Böyle bir şey olacağını herkes kolayca görebilirdi. Ve olsaydı Koyun’un hayatta kalmasının hiçbir yolu yoktu. Katliamımızı yapabiliyorduk çünkü Chuuuya’nın dehşet verici yeteneğine güveniyorduk. Onlarca hayata sırf bir kişinin keyfi yüzünden boyun eğdirilemez. Buna ‘kırılganlık’ denir. Küçücük bir deliği açıp akan sel suyunun koca kaleyi yok etmesi gibi, bir organizasyonun kırılganlığıdır… anlatması zor ama sen anlamışsındır. Değil mi Chuuya?”
“Anladığım tek şey… arkadaşlarımın bana ihanet etmesi….” Chuuya soluk yüzüyle inledi. Yüzü ter kaplıydı, zehir bedenine yayılıyordu.
“Bu açıdan bakarsak GGS sadakatini bir hevesle değiştirmeyecektir. İşe yaradıkları sürece güvenilebilirler. Güçlü Liman Mafyasıyla uğraşmaktan çok daha zekice bir yol.”
Chuuya zorla nefes aldı ve etrafını çevreleyenlere baktı. Çocuklar GGS’nin arasına karışmıştı ve silahlarını hazır tutuyorlardı. Chuuya’nın birkaç dakika önceye kadar arkadaşı sandığı çocuklar şimdi korkutucu bir canavarmış gibi kendisine çatık kaşlarla bakıyorlardı.
“Doğru ya…” Chuuya acıyla nefes aldı. “Her şey benim suçum�� ne sinir bozucu ama…”
“Sana minnettarım Chuuya.” Gümüş saçlı çocuk cebinden silahını çekti ve Chuuya’ya doğrulttu. “Koyun, hiç akraban olmadığı için seni aldı. Ama yaptığımız bu iyiliğin bedelini yeterince ödedin. Bu yüzden Chuuya… Koyun’a son iyiliğini yapabilir ve öldükten sonra artık dinlenebilirsin.”
Gümüş saçlı çocuk ağzıyla askerlere bir işaret verdi. “Öldürün.”
Namlular aynı anda ateş aldı.
Chuya kendisine vuran ilk mermiyi durdurabildi ama çok fazlaydılar. Koyun Chuuya’yı öldürmek için kaç kurşun gerektiğini biliyordu. Chuuya’yı hedef alan mermiler yağmur gibi yağdı.
Chuuya kımıldamadığı uzuvlarıyla yuvarlanarak mermilerden kaçındı. Kurşunlar, yabani otların bittiği yerde delikler açmıştı.
Etrafını çevreleyenlerle arasına mesafe açtıktan sonra Chuuya ayakkabı tabanlarına yer çekimini uyguladı. Bedeni zemine gömüldü, çevresi çatlamaya başladı. Mermilerin deldiği toprak yer çekimine dayanamadı.
Toprak uçurummuş gibi kolayca kırıldı.
Chuuya kum ve toprak içinde uçurumla beraber düştü.
Uçurumun altında haşin dalgalar denizden çarptı.
“Uçurumun altına kaçtı!” Gümüş saçlı çocuk bağırdı. “Zehir yeteneğini zayıflatsa bile onu öldürecek kadar kuvvetli değildi! Oyalanmayın da bulun şunu! Ne olursa olsun öldürmemiz gerek!”
***
Beyaz dalgalar uçurumun altındaki kayalara vurdu.
Chuuya sanki yalın ayak yol yürüyormuş gibi sendeledi.
“Siktir…” dedi Chuuya, iki eliyle yarasını kapatırken. “Yara derin…”
Chuuya sırtındaki yaraya odaklandı. Hançerin saplandığı yere yer çekimiyle hafif bir kuvvet uygulayıp yavaşça çekti, hançer denize düştü.
Tüm bedenine yayılan zehir ne yazık ki hem yeteneğini hem fiziksel kuvvetini zayıflatmıştı.
Şüphesiz ki Koyun yenilmez Chuuya’yı nasıl yeneceğini biliyordu.
Tabi bileceklerdi. Randou’nun karşısında durduğu zamanın aksine Chuuya ellerini Koyun’da saklayamazdı. Saklaması imkansızdı ne de olsa arkadaşlardı.
Askerler uçurumun tepesinde bir şeylere bağırıyor, gelişigüzel koşuşturuyordu. Uçurumun altında, Chuuya silah seslerini duyabiliyordu. Çok geçmeden askerler Chuuya’nın etrafını kuşatacaklardı. Chuuya’nın hayatta kalmasına göz yummaları mümkün değildi. Koyun’un saklanma yerlerini, gizli cephaneliklerini ve her üyenin suç kayıtlarını biliyordu.
Chuuya’nın dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.
“Lidermiş… götüm…” dedi Chuuya dalgalar kayalara vururken. “Organizasyona en çok benim zararım dokundu…”
Chuuya kendisini taşların üstüne kaldırdı. Birbirleriyle dip dibe duran ağaçlarla kaplı bir yamaca çıktı. Koruda yürüdü, arada sırada durakladı ve ıslak bedenini sürüklüyormuşçasına ilerledi.
Aniden önünde bir gölge belirdi.
Ufak tefek bir gölgeydi. Chuuya etrafı sarıldığını sanarak sert bir ifadeye büründü. Ama gölge biraz farklıydı.
“Hey, Chuuya. Zor zamanlar geçiriyor gibisin. Yardım lazım mı?”
Dazai’ydi.
“Dazai? Burada ne yapıyorsun?” Chuuya kısık sesle mırıldandı.
“İş. Mafyaya katılacağımı söylediğimde Mori-san sevinçten havalara uçtu. Boşa harcayacak vakit olmadığını söyleyip bu birimin komutasını bana verdi ve ilk işimi yapmaya zorladı.”
Azımsanmayacak kadar çok insan Dazai’yi takip ediyordu.
Duygusuz mafya üyelerinden oluşan grubun her bir üyesi koyu kıyafetler giyiyor ve siyah silahlar tutuyordu. Merhametsiz makinelere benziyorlardı.
“Bakıyorum da mafyanın azılı düşmanları GGS ve Koyun ittifak kurmuş. Tam işbirliği yapamadan onları işlerini bitirmemiz lazım. Bu iş de bana verildi. Eh, zor sayılmaz gerçi. Öğle yemeği vakti gelmeden bitecek.”
Chuuya yarasına bastırdı, ağır bir nefes aldı ve konuştu. “Amacın… ne…?” Dazai Chuuya’ya baktı. “Beni tesadüfen buldun demedin mi? Şimdi ne yapacaksın… beni mi kurtaracaksın, iyilik mi yapacaksın?”
“İyilik mi? Seni mi kurtaracağım? Pek sayılmaz. Senden nefret ediyorum. Buraya gelmemizin tek nedeni düşmanlarımızı öldürmek.”
“Öldürmek…” Chuuya donup kaldı. “Koyun da dahil mi?”
Dazai birkaç saniyeliğine Chuuya’ya sessizce sırıttı.
Sonra ağzını açtı ve iğneleyici bir tonda konuşmaya başladı. “Evet. Stratejimiz yüzünden hepsini öldürmek zorundayız çünkü tehlike arz eden düşman organizasyonundalar. Ancak iş arkadaşlarımdan birisi… diyorum ki düşmanın iç işlerini daha iyi bilen birisi onları nasıl zayıf düşüreceğimizi söyleseydi planımızı yeniden gözden geçirebilirdik.
“İş arkadaşının… tavsiyesi huh?” dedi Chuuya soğuk bir ifadeyle.
“Aynen. Liman Mafyasından bir iş arkadaşım söyleseydi… Düşmanın tavsiyesine güvenemem ama müttefikiminkine güvenebilirim. Ne de olsa böyle bir organizasyondayım, değil mi?”
Chuuya sustu.
Çünkü Dazai’nin ne demek istediğini anlamıştı.
“Demek amacın buydu…” dedi Chuuya boğuk sesiyle. “Anlaşma yapmaya mı geldin?”
“Peki sen ne yapacaksın?” Dazai soruyu geçiştirerek gülümsedi. “Eh, sanırım ataride bana kaybeden birisinin kaderi mafyaya katıldığımda layıkıyla kullanılmakmış.”
Chuuya acı verici bir nefes alarak Dazai’ye baktı. Terlemeye ve bacakları titremeye başlayınca bile gözlerini çekmedi. Cevap Dazai’nin yüzünde yazılıymış gibi öylece baktı.
Uzaktan askerlerin ayak ve silah sesleri duyulabiliyordu. Zaman kalmamıştı.
“Koyun’un üyeleri… daha çocuk. Onları öldürmeyin.” Dedi Chuuya ağır nefes alıp verirken. “Bana iyi… bakmışlardı.”
“Tabi.” Dedi Dazai gülerek. “Duydunuz mu millet? İş zamanı. Önceden konuştuğumuz gibi küçüklere zarar vermeyin. Gidelim, şunlara gecenin terörü mafyayı gösterelim.”
Dazai asil bir tavırla ormana doğru yürüdü. Mafyanın siyah takımlı üyeleri sessizce itaat etti, Dazai’nin emirlerini bekleyen ölüm çiçekleriymiş gibi koruda kayboldular.
Geriye giden figürlere baktığında Chuuya aniden fark etti.
“Anlıyorum.” Dedi Chuuya. “Atarideki telefon görüşmesinden… Koyun’un benden şüphelenmesine kadar… her şeyi… planlamış mıydın?”
Atari salonunda Dazai Koyun rehinlerini bırakması için Mori’yi aramıştı. Sonrasında Koyun Chuuya’nın dönmesini beklemiş ama o, suçluyu bulmaya öncelik vermişti. Arkadaşlarına gerçek amacını açıklamamıştı. Sonuç olarak Koyun, güvenliklerinin Chuuya’nın canının istemesine bağlı olduğunu fark etmişti.
Her şey Dazai’nin planına göre ilerlemişti.
Dazai Koyun’un kovaladığı Chuuya’nın yerini ve durumunu tahmin etmişti. Sona tasarladığı planını Mori’ye anlatmış ve destek birliklerine komutalık görevini almıştı. Reddedemeyecek duruma gelene kadar bekleyip Chuuya ile bir anlaşma yapmıştı.
“O piç… şeytan…”
Chuuya yarasını tutarken kalktı ve Dazai’nin gözden kaybolmasını seyretti. Kömür karası çocuğun yarattığı geleceğin görünmez işaretlerini aradı.
Ve konuştu:
“…Elinden geleni ardına koyma.”
73 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years ago
Text
Heavenly Blessing – 182. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 182: Kahraman Bir Sikkeye Yeniliyor
Bütün şehir sıkı bir arama için kapatılmadan önce, Xie Lian ve ekibi bütün bir gece yol giderek başka bir şehre vardılar.
Yine de kral ve kraliçeyi izbe bir yere yerleştirdikten sonra Feng Xin ile birlikte para bulmaya gittiler. Ancak yeni bir şehre gelmek, para kazanmayı mucizevi bir şekilde daha kolay bir hale getirmiyordu.
İkisi bütün bir gün boyunca çalıştıkları halde, her zamanki gibi sadece cüzi bir miktar kazanabilmişlerdi, ama asla ayrılmayan üçlüden aniden bir kişi eksildiği için, ikisi de alışmakta büyük güçlük çekiyorlardı. Örneğin eskiden para kesesinden hep Mu Qing sorumlu olmuştu, her daim hesabı o tutardı. Şimdi Mu Qing gitmişti ve Feng Xin doğrudan para keselerini kazara kaybedebileceğini söylemişti, bu nedenle Xie Lian’ın paraya sahip çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı. Ayrıca da, eskiden dilencilere verdiği para bile bundan daha fazlaydı.
Mu Qing’in gidişiyle, kral ve kraliçeye yemek getiren kişi de gitmişti, bu nedenle Xie Lian’ın Feng Xin’i de alarak kral ve kraliçenin gizli yerine günlük ihtiyaçlarını bizzat taşımaktan başka şansı kalmamıştı. Kraliçe ise oğlunu bu kadar sık görebildiği için çok mutluydu ve mutlu olduğu zaman mutfağa girerdi. O gün, Xie Lian ve Feng Xin için bir kez daha yeni pişmiş bir çorba yaparak onları masaya sürüklemişti.
“İkinizin de şişmanlaması gerek, çok zayıfladınız.”
Feng Xin soğuk terlerle kaplanmıştı ve poposu sandalyeye değdiği anda ellerini sallamaya başladı. “Hayır, hayır Majesteleri, Feng Xin buna cüret edemez, yapmamalıyım!”
Kraliçe memnuniyetle şakıdı. “Yavrum, korkulacak ne var? Gel, hadi oturun.”
Feng Xin ona gerçeği söylemeye nasıl cüret edebilirdi? Sahiden edemezdi ve onları zorla oturttuktan sonra, kraliçe çalışmasının meyvesini önlerine sundu. Feng Xin kesik bir nefes aldı ve tencerenin kapağını kaldırdı. Xie Lian masanın başına oturmuştu ve tencerenin içindekileri görünce ikisinin de yüzü soldu.
Xie Lian bıyık altından konuştu. “Bu tavuk… korkunç bir şekilde can vermiş.”
“…” Feng Xin’in dudakları titredi. “Ekselansları, yanlış gördün sanırım. Bu tencerede tavuk yok.”
“??? O zaman ölü tavuk gibi yüzen şey ne?” Diye sordu Xie Lian.
“Bence o erişte… ama şekli bir tuhaf?” Diye cevapladı Feng Xin.
İkisi uzunca bir süre tencereyi incelediler ama yine de anlamamışlardı. Kraliçe Xie Lian’ın önüne koca bir kase koyunca, Feng Xin hızla kendi yemeğini koymak için hareketlendi. Kraliçe odaya, kralın yanına gidince ise hemen kaselerini boşalttılar ve dudaklarını siler gibi yaptılar, sanki tek yudumda bitirmiş ve tadı damaklarında kalmış gibi davranıyorlardı.
“Doydum, çok doydum.”
Bunu görünce kraliçe mest olmuştu. “Güzel miydi?”
Xie Lian boş bir şekilde övdü. “Harikaydı, harika!”
Kraliçe memnuniyetle konuştu. “Öyleyse hadi biraz daha yiyin!”
Xie Lian asla-var-olmaması-gereken-çorba’dan neredeyse bir kaşık kadar tükürdü ve mendilini kaldırarak dudağını siliyormuş gibi yaptı.
Tam bu sırada kraliçe tereddütle konuşmaya başladı. “Oğlum, bir sorum var, lütfen anneni mazur gör.”
Xie Lian katılaştı ve mendilini indirdi. “Nedir? Lütfen sor.”
Kraliçe yanına oturdu ve sordu. “Mu Qing nerede? Neden günlerdir hiç gelmedi?”
Biliyordu.
Mu Qing’den bahsedilince Xie Lian’ın kalbi daha da sıkışmıştı. “Ah, ona bir görev verdim, bu yüzden başka bir yere gitti.”
Kraliçe rahat bir nefes vermiş gibiydi ve başını salladı. Hemen ardından tekrar sordu. “Ne zaman gelecek?”
“Belki, uzun bir zaman gelmeyebilir… yakın zamanda dönemeyeceği kesin.” Dedi Xie Lian.
Bunu duyunca kraliçe sıkıntıya düşmüş gibiydi ve Xie Lian fark etti. “Bir sorun mu var?”
Kraliçe hemen cevapladı. “Ah, yok yok.”
Feng Xin daha dikkatliydi ve aniden konuşmaya dahil oldu. “Majesteleri, elinize ne oldu?”
Eline mi?
Xie Lian başını eğdi ve donakaldı.
Annesinin narin, güzelce korunmuş zengin elleri şu anda korkunç görünüyordu. Eklem yerleri aşınmış ve soyuluyordu, hatta kandan izler vardı. Xie Lian hızla ayağa kalkarak ellerini tuttu. “Neler oluyor?”
Kraliçe açıkladı. “Yok bir şey. Sadece biraz kıyafet ve battaniye yıkadım, ama pek başarılı olamadım.”
Xie Lian haykırdı. “Neden kendin yıkıyorsun? Keşke…”
Ama sözlerini tamamlayamadan kekeleyerek sustu. Keşke, ne? Saray görevlilerine mi söyleseydi? Mu Qing’den mi isteseydi? Şu anda bunların hepsi imkansızdı.
Kaçış yollarında, bir hizmetkar gibi davranarak onların gündelik ihtiyaçlarını gideren Mu Qing olmuştu; Xie Lian, kral ve kraliçe de dahil. Onun gitmesiyle aniden bu tür işleri yapacak hiç kimse kalmamıştı.
Yemek yapacak kimse yoktu, kıyafet yıkayacak kimse yoktu, battaniyelerle ilgilenecek kimse yoktu. Eskinin basit günleri bir anda zor bir hal almaya başlamıştı. Xie Lian’ın kendisi bunları yaşamayı sorun etmiyordu, sonuçta endişelenmesi gereken çok fazla şey vardı. Ama hayatı boyunca rahat ve lüks içinde yaşamış annesi, nasıl böyle zor bir işi yapabilirdi? Ama eğer kraliçenin kendisi yapmazsa, kim yapacaktı?
Sessizliğin ardından Xie Lian tekrar konuştu. “Sen bununla uğraşma. Çamaşır yıkama işini ben hallederim.”
Kraliçe gülümsedi. “Gerek yok. Ben kendi başımın çaresine bakarım. Daha önce ne çamaşır yıkamıştım ne de yemek yapmıştım, ama artık her gün bir sürü boş vaktim olduğu için kendi işimi kendim görmek eğlenceli gelmeye başladı. Özellikle de her ikiniz de yemeği beğendiğiniz için çok mutluyum.”
O tencere yemeği annesinin elleriyle yapılmıştı. Xie Lian ve Feng Xin bakıştılar, dehşete düşmüşlerdi.
Tam bu sırada kraliçe ekledi. “Ah sahi, bir şey daha var. Yarın biraz ilaç getirmeniz mümkün mü acaba?”
Xie Lian’ın gözleri belli belirsiz açıldı. “İlaç mı? Ne türden bir ilaç?”
Kraliçe kararsızdı. “Of, ben de emin değilim. Şifacıya gidip sorgulasanız iyi olabilir, ne türden bir ilaç acaba kan öksürmeye iyi geliyor?”
“Kanlı öksürük mü?!” Xie Lian şok olmuştu. “Kim kan öksürüyor? Sen mi? Babam mı? Neden daha önce söylemedin?”
Sesi yükseldiği anda kraliçe onu susturdu. “Sessiz ol!”
Ancak çok geçti, kulübenin arkasından öfkeli bir ses yükseldi. “SANA GEREKLİ GEREKSİZ KONUŞMA DEMİŞTİM!”
Bu kraldı. Onun çoktan duyduğunu öğrenince kraliçe de artık sessizliği önemsemeyerek odaya doğru seslendi. “Ama böyle devam edemezsin!”
Xie Lian doğrudan odaya doğru gitti ve kralın bir yığın kaba battaniyenin arasında yatıyor olduğunu gördü. Uzun zamandır ona dikkatli bakmamıştı, ama şimdi kralın hasta olduğunu, yanaklarının çöktüğünü fark ediyordu, kasvetli odada olduğundan daha bile hasta görünüyordu. Bir krala hiç benzemiyordu; kül yüzlü yaşlı bir adamdı sadece.
Uzun zamandır hasta olduğunu bilmesi için Xie Lian’ın onu muayene etmesine gerek yoktu, ve üstelik hafif bir hastalıkta değildi. Hatta tüm oda hastalığın boğucu, küflü kokusuyla kaplanmıştı. Kraliçenin semptomları için ‘kanlı öksürük’ dediğini hatırlayınca, bir anlık hüzünle sesi yükseldi. “BURADA NELER OLUYOR??”
Kral yüzünü katılaştırdı. “Sesine hakim ol.”
Kraliçe ve Feng Xin de odaya girdiler.
Xie Lian azarladı. “Sesim kimin umurunda. Eğer hastaysan, neden daha önce bir şey söylemedin?”
Kral sinirlenmişti. “Sen krala ders mi veriyorsun? Bu kralın ne söyleyip ne söylemeyeceği seni ilgilendirmez!”
Onu güçlü davranmaya çalıştığını görünce Xie Lian kulaklarına inanamıyormuş gibiydi. “İnanılmaz! Böyle bir zamanda unvanının ağırlığını mı kullanmaya çalışıyorsun?”
Kral köpürüyordu. “ÇIK DIŞARI! ÇIK HEMEN DIŞARI!”
Kraliçe ve Feng Xin hemen Xie Lian’ı dışarıya sürüklediler. “Oğlum! Böyle yapma. O senin baban ve hasta. Alttan al.”
Kaçışları ve bu hastalık, kara buz eklemek gibiydi. Xie Lian yüzünü ellerine gömdü. “Anne! Neden daha önceden bir şey söylemedin? Eğer söyleseydin hastalığı kan tüküreceği kadar ilerlemezdi! Tedavisi ne kadar zor biliyor musun?”
Ya da, işin doğrusu, şu anki durumlarında ne kadar imkansız olduğunu!
Kraliçe hem korkmuş hem incinmişti. “Bu… Bu kadar kötüleşeceğini biz de bilmiyorduk.”
Feng Xin ekledi. “Evet. Ayrıca, bütün yol boyunca Yong An tarafından kovalandık, durmaya hiç fırsatımız olmadı.”
Xie Lian ellerini yüzünden çekti. “Onu hemen doktor bulmak için şehre götürüyorum.”
“GEREK YOK!” Kral diğer odadan bağırdı.
Xie Lian arkasına baktı ve tam ona ‘artık kararları ben veriyorum’ diye bağıracaktı ki, Feng Xin ilk cevap veren oldu. “Ekselansları, eğer Majestelerini şehre doktor bulmak için götürürsek yakalanırız.”
Bunu duyunca Xie Lian hemen dondu.
Kraliçe de ekledi. “Korktuğumuz da buydu, bu yüzden de daha erken bir şey söyleyemedik. Oğlum, neden önce… ilaç getirmenin bir yolunu bulmuyorsun?”
Odalarında, kral tekrar öksürmeye başlamıştı ve kraliçe hızla onunla ilgilenmek için gitti. Xie Lian uzunca bir süre hareket edemedi, ardından ise dönüp gitti.
Feng Xin arkasından seslendi. “Ekselansları! Ne yapacaksın?”
Xie Lian cevap vermedi, ama kulübedeki her çekmeceyi, her sandığı karıştırmaya başladı.
Feng Xin sordu. “Ne arıyorsun?”
Cevap vermedi ama kısa bir süre sonra sandığın dibinden bir şey çıkarttı. Kutsal bir kılıç.
Feng Xin görünce sorgulamaya başladı. “HongJing’le ne yapmayı planlıyorsun?”
Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian cevapladı. “Satacağım.”
Feng Xin şok olmuştu ve hemen haykırdı. “YAPAMAZSIN!”
Xie Lian sandığı sertçe kapattı. “Çoktan bir sürü kılıç sattım, bu sadece bir tane daha.”
Yolculuk boyunca araba ve kontrol noktalarından geçerken rüşvet için yeterince para bulmak adına, Xie Lian çok sevdiği kutsal kılıç koleksiyonunun neredeyse hepsini satmıştı. Ve büyük, kaliteli dükkanlara giremedikleri için, bazen karanlık tüccarlar tarafından şantaja maruz kalarak ederlerinin çok altında bile satmışlardı.
Feng Xin haykırdı. “Aynı şey değil! Bu kılıcı çok seviyorsun. Yoksa neden çoktan satmak yerine sandığın en dibine koyasın ki? Ayrıca, bu kılıcı sana İmparator hediye etti, satarsan hiç iyi olmaz!”
Xie Lian yorgunlukla konuştu. “Kılıca olan sevgim, bir yaşam kadar önemli değil. Gidelim hadi.”
Kılıçla birlikte şehre vardılar, her ikisi de üzgün görünüyordu. Rehin dükkanına geldikleri zaman Xie Lian duraksadı ve elindeki HongJing’e baktı.
Feng Xin ona bir bakış attı. “Neden satma işini unutmuyoruz? Önce… önce başka bir yol düşünsek?”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Çok geç. Ayrıca yeterince para kazanmamızı sağlayacak başka bir yol bilmiyoruz.”
Çalmak, gasp etmek, kandırmak istelerdi, hiçbir ölümlü onlarla boy ölçüşemezdi ve çok daha hızlı para kazanırlardı. Ancak tam olarak bu sebeple doğru yolda kalmak ve ölümlülerin etik kurallarına uymak zorundaydılar, dürüst bir şekilde para kazanmalıydılar, bu yüzden bu kadar zordu.
Kararını veren Xie Lian tekrar konuştu. “Satmak zorundayız. Satınca gidip ilaç alalım.”
Bunları söylediği halde yerinden kımıldamamıştı.
Feng Xin onun tereddüt ettiğini biliyordu, bu Xie Lian’ın sahip olduğu son kutsal kılıçtı. Bu yüzden konuştu. “Biraz daha dolaşalım.”
Tam bu sırada, sokağın diğer ucundan bir feryat koptu, bağırışlar ve haykırışlar yükseldi ve birisi çığlık atıyordu.
“KİM SORUN ÇIKARTIYOR??”
“BU NE CÜRET!”
“YAKALA! YAKALA!”
İkisi de irkilmişlerdi ve Xie Lian tetikte bir şekilde yana çekildi. “Kim?!”
Feng Xin de gerilmişti ve kontrol etmek için gitti, emin olduktan sonra geri dönmüştü. “Hiç! Merak etme! Bizimle alakalı değildi. Bizi arıyorlarsa bile Yong An askerleri değillerdi.”
Xie Lian ancak o zaman rahatlayabildi. “Neler oluyor?”
“Bilmiyorum.” Dedi Feng Xin. “Görünüşe göre delirmiş birkaç hizmetçi kavga ediyor, gidip bakmak ister misin?”
“Hadi gidelim.” Dedi Xie Lian. “Umarım haydudun teki değildir.”
İkisi izlemek için araya karıştılar. Meydanın ortasında birkaç adamın kavga ettiğini ve çevredekilerin de onları kışkırttığını gördüler.
Feng Xin gösteriyi keyifle izlemekte olan bir adamın sırtına vurdu. “Dostum, neler oluyor burada?”
Adam kıkırdadı. “Bilmiyor musun? Çok heyecanlı! Hizmetçi efendisini dövüyor!”
Ne olaydı ama! Xie Lian’ın nutku tutulmuştu. “Nasıl olur? Ve neden bu iyi bir şey?”
“Elbette iyi bir şey!” Dedi adam. “Bu efendi sahiden beş para etmez bir herif! Hizmetçisi çocukluğundan beri onun yanındaydı, inanılmaz sadıktı, ama o! O sadece faydalanmayı bilirdi, yeterince para bile vermiyordu ve kanının son damlasına kadar ondan faydalandı. Hizmetçi de artık daha fazla dayamadı, anlıyorsun değil mi, anlıyorsun! Dövüşüyorlar!”
Sahiden de gerçekten saldıran kişi yumruk atarken bir yandan küfrediyordu, ‘o kadar uzun zamandır yanındayım ki!’, ‘Bana ne verdiğine neden dönüp bakmıyorsun??’, ‘Ailem o kadar fakir ki yiyecek tek lokmaları yok, ama sen yine de kurumlu kurumlu geziyorsun!’, ‘Bugünden itibaren, artık senin köpeğin değilim!’ gibi şeyler bağırıyordu. Dayak yiyen efendi ise başını kollarının arasına almış, kalabalığın tezahüratları arasında çığlıklar atıyordu ama tüm bu sesler Xie Lian’ın sendelemesine yol açıyordu, nedense ürpermişti ve düşünmeden Feng Xin’in yüzüne bir bakış attı.
Feng Xin ise onun bu tuhaf davranışını hiç fark etmemişti ve bahsedilen tüm bu suçlamaları duyunca, düşünmeden yorum yapmıştı. “Anlıyorum, efendisi sahiden boş herifin teki, hizmetçisinin isyan etmesine şaşmamalı.”
Hiçbir şey kastetmemişti ama Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve HongJing’i daha da sıkı tuttu.
Tüm bunların ardından, HongJing satılmış ve en sonunda ellerine biraz para geçmişti. Hemen doktor olup olmadığını sorgulamış ve yanlarında on farklı ilaçlarla geri dönüş yoluna geçmişlerdi.
Kanlı öksürme semptomuna iyi gelen ilaçlar pahalıydı ve çok kaliteli olmaları gerekiyordu. Sadece bir iki paket ilaçla birkaç güne iyileşme gibi bir durum söz konusu değildi ve iyileştikten sonra da kişinin dikkatli bir şekilde gözlenmesi gerekiyordu. O akşam Feng Xin birkaç deste ilacı çıkardı ve kulübenin dışında pişirmeye başladı, yırtık bir yelpazeyle alevleri körüklüyordu. Xie Lian’a gelince, bir kez daha evdeki tüm rafları ve sandıkları karıştırmıştı. Bir süre sonra en sonunda yumuşak, ışıldayan bir altın kemer buldu.
Normalde Xie Lian’ın bir sürü altın kemeri vardı, ama onlar da kutsal kılıçlarla aynı sonu paylaşmış, satılmışlardı. Artık elinde sadece bu kalmıştı ve Xie Lian’ın esas planı onu bir hatıra olarak saklamaktı. Ama şimdi, başka bir sebeple kullanmaya karar vermişti.
Tesadüfen Feng Xin başını kaldırarak ona baktı. “Ekselansları, kemer neden elinde? Onu da satmayı düşünmüyorsun değil mi?”
Ancak Xie Lian’ın yanına gelerek kemeri ona uzattı
Bunu görünce Feng Xin’in gözleri yerinden fırladı, çok şaşkındı. “…Ne diye bana veriyorsun??? Ekselansları, biraz önce sandığı kapatırken beynini de kapatmadın değil mi???”
“…” Ancak o zaman Xie Lian’ın aklına Üst Cennette altın kemerin özel bir anlamı olduğu geldi, ve yüzü karardı. “Çok fazla düşünüyorsun, öyle bir şey kastetmiyorum. Al sadece, bir parça altın işte!”
Ardından ona itti. Feng Xin boynunun etrafındaki altın kemere ters ters baktı. “Hayır. Yine de bana neden durup dururken altın verdiğini söylemen gerek?”
“Bunca zamandır sana biriken borçlarımın bir parçası olarak görebilirsin.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin’in kafası karışmıştı. “Hayır, ama. Nereden çıktı şimdi? Neden böyle bir zamanda bana ödeme yapıyorsun? Bunu gidip rehin verip ve Majestelerine ilaç alabilirsin. Ya da tuta da bilirsin. Sende kalsın. Bu sadece cennet mensuplarının sahip olabileceği bir şey.”
 Çevirmen: Nynaeve
127 notes · View notes
doriangray1789 · 3 years ago
Text
İlk yemeğe çıkışımızda cep telefonu çaldı. Elini çantasına attı. Kurcaladı, kurcaladı. Telefon uzun uzun çalmaya devam ediyordu. Bir türlü bulamadı. Sonra o güzel cümle döküldü dudaklarından : Evde mi bıraktım acaba ? İşte o an aradığım kadın bu dedim... Pek çoğunuz Bruce Willes in 6. his filmini hatırlar. '6. His filmini izledin mi?' dedim. 'Hayır ama çok övdüler' dedi. 'Bende filmin CD'si var, istersen vereyim izle, ben de çok beğendim' dedim. 'Şimdi izlersem bir şey anlamam, ilk 5 tanesini izlemem lazım önce' dedi. Kesin bu kadınla evlenmeliyim dedim... Evlenmeye karar vediğim gün sorduğum 'Benden önce biriyle oldun mu?' sorusuna, 'Buraya gelmeden önce mi?' cevabını vererek İçimi kuşkulara gark ettiği günlerde olmadı değil hani Aniden fenalaşan annesini apar topar hastanenin acil servisine kaldırdık, Ancak yarım saat sonra doktorun "Maalesef annenizi kaybettik" demesiyle Benim ki annesinin öldüğünü anlamadığı gibi topuklu ayakkabısını çıkarıp "ulan nasıl kaybedersiniz koca kadını daha demin buradaydı " deyip doktoru bir güzel dövmeye başlayınca, aha aradığım kesin bu dedim ... Oruç tutmaya başladığında, sürekli bana 'Aşkım' diyen kadın gidip, yerine orucu bozulmasın diye bana 'Kanka' demeye başlayan kadın gelince ne kadar doğru kararı verdiğimi bir kez daha anladım... Bir gün Silifke'ye gidiyoruz, önümüzde bir tır ve tırın üstünde 'Danger' yazısını okuyunca "Aşkım ne kadar aptallar var tanker yazacağına danger yazmışlar" deyip yol boyunca o yazıya, ben ona güldüm. İşte beni hep güldüren kadın nasıl evlenmeyeyim ben onunla... En son bu gün, akşam yemeği için balık almaya gittiğimizde, kovanın içinde yüzüp çırpınan balıklara bakıp; Bunlar taze mi ? diye sordu, Balıkçı da cevabı hemen yapıştırdı: "Yok abla, pil takıp oynatıyoruz" 'Ya öyle mi? almayalım o zaman Nadir,bunlar bayattır' dedi . İşte aradığım kadın..............(alıntıdır)
Aklıma benimde bir balıkçı anım geldi, güya balıktan anlıyormuş havasıyla balıkların solungaçlarına bakıyorum balığı katlıyorum vs... Balıkçıda beni izliyor,balıkların gözüne bakarken sanırım dayanamadı artık dedi abime ne vereyim... Dedim bu balığın gözü ölmüş sanırım taze değil deyince balıkçı usulden yanıma yaklaştı ve kısık bir ses tonuyla -abi aramızda kalsın buradaki balıkların hepsi ölü deyip göz kırptı... o zamanda çok güldüm şimdide hatırladıkça gülerim... 
2 notes · View notes
otekivegan · 3 years ago
Text
Ölüm Bizi Ayırana Kadar
“Ölüm bizi ayırana dek”
Hiç düşündünüz mü bu söz üzerine kaç kere yemin ettiğinizi! Nasıl sevdalarla yandığınızı? Kaç sevmeler yaşayıp, kaç kişi unuttuğunuzu. Kaç kere gözyaşı döktüğünüzü sonra. Kaç kez ağlamaklı bir dosta sarıldığınızı.
Kaç ağaca kazıdığınızı hatırlıyor musunuz sevginizi. Kaç banka? Hangi otobüs durağına, hangi koltuğa, hatırlıyor musunuz? Hangi sıraya yazıldı onun ismi?
Kaç mektup aldınız ondan, kaç mektup yazdınız. Kaç mesaj gönderdiniz ona, kaç kez etiketlediniz onu. Ne güzelde duruyordu değil mi? “Ölüm bizi ayırana dek” yazısı…
Kaç kez gittiniz isminizi kazıdığınız o ağacın yanına. Meşe ağacı mıydı? Kayın mı? Söğüt mü?
Baktınız mı peki o ağaçtaki kuş yuvasına, hiç aklınıza geldi mi o yuvadaki kuşu da kalp işareti içine almak.
Kaç kez gittiniz tatile onunla? Deniz kokusu duyunca halen onu hatırlıyor musunuz?
Nasılda değişti değil mi bugün her şey?
Belki şuan onunla mutlusunuz, belki değil. Eminim o ağaçlara bu aşkı kazıyıp zarar verdiğiniz için de üzgünsünüz. Belki de, hayatında değil şimdi. Ya da hayal kırıklığına uğradın. Belki de daha çok sevdin kim bilir…
Her şey nasıl da değişti değil mi?
Belki bir köpeğin var şimdi. Sana hiçbir insanın vermediği karşılıksız sevgiyle bağlı. Sende ona.
Her gün bir şey öğreniyoruz bu hayatta, sanki bir okul gibi hayat, hiç bitmeyen…
Ölüm bizi ayırana kadar bağlıyız hayata, sevdiklerimize…
Hayatın da içinde bir sürü okul var. Anaokulundan başlayan.
Anlayamadığımız bir şey var! Neden sadece insanlara veriyoruz bu sözü. Neden “ Ölüm bizi ayırana kadar” sadece onlara bağlıyız.
Neden hayatın okullarında gerçekler konuşulmuyor?
Siz hiç “ Ölü Canlar Okulu” duydunuz mu?
Şimdi size o okulu anlatmak istiyorum. Kabullenmek istemediğimiz, görmek, duymak istemediğimiz okulu.
“ Ölüm Bizi Ayırana Dek” anlatmak istiyoruz size.
Hadi açalım kapısını.
Bir et lokantasındayız farz edelim. Masamıza bir porsiyon et yemeği geldi. Biz seçtiniz, biz istediniz bunu menüden. Yemeye başladık ve çok lezzetli. Bu lokanta da bir okul değil mi? Hayat okullarından birisi bizim için. O zaman şunu kabul edelim “Biz Ölü Sevicisiyiz!”
O lokantada çalışan ve bu yemeği, masamıza getiren garson “ Ölü Gezdirici” değil mi sizce? Garsonları ya da servis elemanlarını kötülemek için bu kelimeyi kullanmıyorum. Masamıza gelen şey etsiz kuru fasulye olsaydı, ya da sömürüsüz bir şey işte onun adı yemek bize göre.
Sizce o hayvanın etinin konduğu tabak onun tabutudeğil mi? O canlıyı öldüren, kesen, parçalayan yemek yapan aşçı kim mesela?
Orayı işleten, bu zulümden, sömürüden para kazanan kişiye kim demeliyiz? “Ölü İşleten mi?”
Siz şimdi “Canlı Canlı Alabalık” diye tabelası olan yerde o hayvanı yediğimizde halen canlı mı sanıyorsunuz? Ya da kendimizi canlıları seviyorum diye mi kandırıyoruz?
Bu zulüm okullarında ya da lokanta, balık evi, tandırcı vs. isimlerindeki işletmeler yeni bir eleman ararken “ Çırak aranıyor mu” yazmalı yoksa. Yoksa ne?
Balık evi yazan tabelanın mutfağında balıklar mı barınıyor sizce? O yüzden mi bu isim veriliyor. Bizim eviniz gibi mi mesela.
Bakın bu döner dediğimiz et, bir ateşin etrafında dönüyorken dünya da dönüyor. Zaman değişiyor, alışkanlıklar değişiyor, ezberler bozuluyor. Değişiyoruz, öğreniyoruz, anlıyoruz. Aynı yüz yıl önce kölelere yapılan zulmü bugün anladığımız gibi! Anladığınıza inandığımız gibi.
Meşhur köfteci, meşhur ciğerci gibi, şu bu isimli firmalar adından dolayı para kazanmıyor. Biz sömürüye ortak olduğunuz için, biz bu yediklerinize lezzet dediğiniz için, biz bu dünyada zulme hayır demediğiniz için meşhurlar. Kazanıyorlar. Siz hayatınız boyunca hiç meşhur olamayacaksınız belki ama tebrik etmek gerek sizi. Sayemizde hayvanları sömürenler meşhur oluyor.
Düşünsenize eleman arayan bir et lokantası “Usta Aşçı” diye ilan veriyor. Usta derken sizce ne anlıyoruz? Ne anlamalıyız? Ya “Kanatçı” ilanı...
O güzelim canlıların cesetlerini paket servis yapanlara ne demeli? “ Ölüm Kuryesi mi?”
Biz hesabı öderken aslında ölüye bedel biçiyoruz, ya da menüye fiyatını yazan kişiler.
Tabağımızdaki bu canlıyı yedikten sonra garson hesabı getirdiğinde neden “Ölünüz Çok Güzeldi” deyip te bahşiş vermiyorsunuz?
Başka bir arkadaşımıza ya da tanıdığımıza burayı önerirken neden “Buranın ölüleri çok lezzetli” deyip adresi vermiyor muyuz?
Çok acıktığınızda ve canınız köfte, döner, hamburger çektiğinde bu arzunuzun adı “ Ölüm Arzusu mu?”
Ailemizle birlikte gittiğiniz bu lokantalarda yemeğinizin gelmesini beklediğiniz zamanki sessizlik “ Ölüm Sessizliğimi”
Bu eti yedikten sonra sindiremediğiniz için üzerimize çöken uyku “ Ölüm Uykusu mu?”
Bizim zevkleriniz için bu hayvanları besleyenler “ Ölüm besleyicileri mi?”
Cansız bedenleri oradan oraya taşıyan, mezbahadan lokantaya getiren götürün araçlar “Ölü getiren mi? Ölü götüren mi? Ölüm taşıyıcılar mı? Sizce ne?
Sizce kumrucu abc firmasında kumrular mı besliyorlar?
O hayvanların kürklerini giyenler “ Ölü Giyenler mi?”
Yediliğimiz o eti bir yerden daha ucuza bulanlara “ Ölü bulucu mu” demeliyiz.
O canlıların pişirilmeden önce yıkandığı yer sizce mutfak mı?
Ve o güzelim canları öldürenlere, pişirenlere ne demeliyiz? Can yakıcılar mı?
Tavuk döner, soslu döner için sırada bekleyenlere ne demeli? Müşteri mi? “Ölü bekleyenler mi?”
Bahçesinde, açık alanda ya da parkta et pişirildiğinde mangal mı demeli? Cenaze Evi mi?
Bizim anlatacak çok şeyimiz var, soracak çok sorumuz. Zamanında bizim de anlamadığımız ama bugün anlatmak istediğimiz çok şey var.
Bilin ki bu beslenme şekli sürdürülebilir değil. Bilin ki yediğimiz her lokma acının, ızdırapın eseridir. Aslında adı bile beslenme değil.
Bilin ki bugün olmaza bile bir gün nasıl köleleri kullananlara, satanlara köle taciri denmiş ise tarih bizi de bir gün “Ölüm Taciri” olarak adlandıracak. Biz belki görmeyeceğiz, belki bu hayvanların sağlığımıza verdiği zarardan ötürü fazla yaşayamayıp insanlar evet bu da “ Ölüleri yiyordu” diyemeyecek ama çocuklarımız, torunlarımız utanacak mutlaka.
Hayat öyle bir okul ki ders zilinin çalmasını bile beklemeden koşarak bir canlının zulmüne ortak oluyoruz. Hayat öyle bir okul ki gerçek isimlerimizle çağırmıyor bizi. Can alıcı demiyor mesela, Can yakıcıda. Gözlerimiz alfabeyi öğrenirken bile kapalı.
Kulaklarımız sadece ezberlememiz gerekenlerle doluyor. Hayvan sevgisi gibi mesela! Sürekli aynı şeyi tekrar edip duruyoruz. Başka bir canlının ıztırarını duy-mu-yor-uz.
Beslenme okulundan çıkalım şimdi. Sahi adı neydi? Beslenme okulumu? Ölü Canlar mı?
Gelin birlikte okulun spor salonuna inelim. Ürkmeyin ama. Evet; o gördüğünüz ata sporumuz olan avcılıktan kalma bir geyik başı. Hayır, hayır size bir şey yapmaz o masanın üzerinde duran içi doldurulmuş kartal. Gidecek çok yerimiz var. Hızlıca bir resim çektirip çıkalım hemen.
Sizin de burunuza güzel kokular geldi değil mi? Şimdi güzellik okulundayız. Burada kokular büyüleyici. Sizde burada çalışmak istersiniz sanırım. Etraf çok temiz. Hijyenik ve pırıl pırıl. İnsanlar hayvanları seviyor burada. O kadının kucağındaki bir tavşan, adamın elindeki de küçük bir fare. Ne güzel değil mi? hayvanlarla iç içe çalışıyorlar. İçeride başka hayvanlara da bakmaya gidelim hadi. Sessiz olun ama girerken de sessiz olmalıyız, çıkarken de! Kapı kapalı mı? Bu güzellikleri görmemizi mi istemiyorlar? Siz anladınız mı? Hadi anahtar deliğinden bakalım sırayla.
O tavşanın ağızındaki demir nedir? Hasta mı acaba? Dudakları neden mavi?
Peki, o her yeri sargı beziyle sarılı hayvan hangisi? Tanıyabildiniz mi? Sargı bezi kıpkırmızı. Acaba bir araç mı çarpmış ona. Kim bilir ne kadar üzülmüştür sahibi!
Ya o kedinin kafasındaki kablolar, zincirler ne? Yoksa onu bir insan mı bu hale getirmiş. Sahibi olamaz, o yapmaz, o yapamaz. Mutlaka bir sebebi olmalı.
Buraya girerken sessizce girdik, hadi kimseyi rahatsız etmeden sessizce çıkalım bu okuldan.
Devam edelim mi başka bir okula bakmaya? Başka sınıfa?
Devam edelim mi susmaya?
Biz bu okullarda sınıfta kaldık.
İtiraf edelim mi?
Bütünlemesi olmayan, finali olmayan, ödevi olmayan bir okulda dolaştık beraber. Kimse tahtaya kaldırıp bir şey sormadı.
Hepimizin ek bir derse ihtiyacı var. Bizden başka bir canlının da yaşama hakkı olduğunu anlamak için, anlatabilmek için.
Önümüzde son bir sınav var. Devam eden bir okul.
Ne zamana kadar mı?
Tahmin ettiniz değil mi?
Ölüm sizi ayırana kadar
“ Ölüm bizi ayırana kadar”
2 notes · View notes
acid-gramma · 3 years ago
Note
Nej yemek sölemiştik yanlış siparişi getirdi açlıktan öldüğüm için yedim ama fark etmemiştim de amk gözüm dönmüştü nyse şu an yemeği kaşıklamaya devam ederken kapı çalıyo adam geri geldi yanlış olmuş diye napıcam ölü taklidi yapmak çok mu ayıp olur şu durumda
farki ver olm. kiz bi de nasi yanlis getirirsiniz diye
2 notes · View notes
duffeien · 3 years ago
Text
bazı insanlar seçilmiştir. bence kendinden sonraki geleceğe bir şeyler bırakan insan seçilmiştir. ne olursa. kendini seçebilmek olağanüstü bir şey. geçmiş güzelmiş. bunu şimdi anlıyorum ve gelecekte daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. önceden insanların düşünecek şeyleri varmış. üzerinde duracakları, kafa yoracakları bir şeyler. önceden zamanları varmış insanların düşünmeye. ve şimdi baktığımda görüyorum ki kimsenin düşünecek bir şeyi yok. insanların günlük problemleri sosyal medyayı kurcalayıp sosyal medyada başkasından daha iyi gözükmekten ibaret. başkasından daha iyi yemek yemek, daha pahalı kıyafetler, daha güzel giyim. başkası, başkası,hep başkası. farkettim ki insan kendine ne yapıyorsa başkası için yapıyor. insan kendine değer vermiyor. yediği içtiği şeye, gittiği yeri onlarca kez paylaşmaya değer veriyor. bu çağın insanı kendisi için nefes almıyor. böyle mi olmalıydı. merak ediyorum etrafına en son ne zaman gerçekten baktın. gökyüzüne takılı kalıp bir şeyler hakkında düşündün mü hiç. çıkar elde etmeyeceğin bir şey. kelimenin tam anlamıyla, gerçekten, seninle ilgili olmayan bir şeyi düşündün mü. harika bir yerde yediğin harika yemeği paylaşırken düşün mesela. onuncu montunu satın alıp dolabına özenle yerleştirirken düşün. bir yıl boyunca kendin için, saçın, makyajın, kıyafetin, takın, kravatın, olmasaydı da olurdu dediğin ne varsa onlar için harcadığın paraları düşün. bir de parası olmadığı için hastane odalarında yarı ölü yatanları. lafım yoksula değil. lafım karnı tok olup doymayana. paylaşmayı bilmeyene. bir şey yapamıyorsan güzel şeyler düşün. çiçek düşün. hisset. ot gibi olmak çok kötü. kendine değer ver, zamanına değer ver. her geçen saniye yaşlandığının ama böylesi bir yaşlılığın sana bir şey katmadığının farkına var. yaşlılık bile olmasa ölüm kapıda.
insanlar öğrenmeye önem vermiyor artık. çünkü telefon var. istediğinde istediğin her şeyi görebiliyorsun. bilgisayar var. teknoloji köreltiyor insanı gitgide. üşengeç yapıyor. salaklaştırıyor bazen, her şeyi önümüze koyuyor. bir şey öğrensen bile iki dakika kalıyor aklında. bütün bunlarla yaşadığını sandığın hayatta iyi şeylere sebep olmak kadar güzel bir şey yok. sebep olamasan bile aklından geçirmen, içinde yeşeren güzellikleri besler zamanla. bir dur. bir bak. bir nefes al şöyle doluca. aslında senin olmayan fikirleri kendine kabul ettirmeyi bir bırak. internet üzerinde kendine yarattığın dünyayı bir gör. kendi gözünle değil. bir karşılaştır bakalım kendinle sonra. sınırla biraz ya. aslında ne kadarsın. bir sil bakalım her şeyi. düşünecek nelerin olacak o zaman.
2 notes · View notes