#çok gerekli mi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Hani gerçekten alacağım bi bilgisayar ya
#vallahi yeter beynim durdu#hepsinin ismi aynı sanki#birinde retina ekran var birinde liquid ekran#oluyorum bunların arasındaki fark ne diye#anlamıyorum#teknoloji engellisiyim diye boşuna demiyorum#proda touch bar varmış mesela#çok gerekli mi#ama onun da ekranı retina#keşke sevgilim uyanık olsa şu ân diyorum ama her gün ben mesaj atınca uyanan çocuk şu ân uyuyor ya#beynim durdu gerçekten algılayamıyorum artık
2 notes
·
View notes
Text
Evli iş arkadaşım
2 yıldır ayni ofiste calistigim Tuğba 30 yaşında 10 yıldır evli, zaman içinde küçük kurlar flortler disinda birşey olmamisti, yılbaşı etkinligi duzenliyordu şirket, her personel yaninda 1 kisi daha getirebiliyordu, Tuğba da eşi ile gelmisti, eşi ile de ilk orda tanistim, sonrasinda beraber halı saha maclarina gider olduk artik kemal le de arkadas olmustum anlayacaginiz , artik Tuğba ile flört leşmek çok daha heycan verici olmustu, niyeti bozmuş artik bi firsatini bulup onunla sevişmek istediğimi açık bir şekilde ifade etmek istiyordum , firsat kovalar olmustum , son zamanlar şirkette işler yoğundu, sık sık mesayiye kaliyor , 11-12 gibi işten çıkar olmuştuk, bir gün yine mesaideyiz fakat bu sefer 9 gibi çıktık, bu firsati degerlendirmeliydim , ben aciktim istersen önce dışarda birseyler yiyelim sonra gecersin eve dedim , olur dedi bende açım, benim ev sirkete yarim saat mesafede tugbanin evde benim evden sonra bi yarim saat daha diyebiliriz ben ortada kaliyorum anlayacaginiz , bildigim guzel bir yer var oraya gidelim mi dedim , benim evin yakinlarinda , oraya gectik siparisleri verdik yerken sohbete basladik , yemekte konusurken , ya ben evde bi kac degisiklik yapicam dekorasyon, ama bilirsin kadinlarin bakış açısı çok daha güzel, heleki sen, ayri bir gözlem ve renk algin var , zevkine renk ve model secimlerine hayranim , sen bi baksan bi fikir versen olur mu dedim , capkinlik damarin tuttu galiba beni eve davet etmek için bahane mi ariyorsun dedi , bak ama demedim mi senin gözlem yetenegin iyi diye dedim , peki gidelim bakalim dedi , ama dur önce bi isim var dedi , telefonu cikartip kemal i aradi aşkım napiyorsun falan dedikten sonra , mesaideyiz aciktim bu sefer ofise siparis vermedik kafalarda iyice doldu bi cikalim hem hava alalim disarda yiyelim dedik arkadaslarla , sonra tekrar ofise gecicaz benim gelmem yine 12-1 leri bulur dedi, seni seviyorum diyip kapatti , artık Tuğba da karşı sinyali net bir şekilde vermişti, hesabi odeyip kalktik eve yuurumeye başladık zaten 5 dk lik mesafedeydi ev, mesaiyi benim evde bitiririz artik dedim , eve yururken , evde biten mesailer daha yorucu oluyor derler ama güzel gecerde diyor , bakalim deneyip gorelim dedi , eve gectik , kapiyi kapattigim gibi sarilip yapistim dudaklarina, ben atesliydim o benden ateşli, gece 12 ye kadar bi güzel sevstik , artik gitmem lazim diyip kalkti yataktan giyinmeye basladi bende o sira bi taksi cagirdim , arada böyle güzel mesailere kalmak lazim dedim , sen standarti bozma yeter , ben Tuğba sen Mert olarak kalirsak , mesaileri kim sevmezki diyip dudaklarimdan öpüp gitti, ertesi gün işte yine nirmal arkadaş gibiydik , 3-4 gün kadar gectikten sonra , firsatini buldugumda dedim ki , nezaman istersen mesaiye kalabiliriz ben dile getirmeyecegim , sen gerekli mesai bildirimini bana söyle yeter dedim , normal düzeni bizmadigin sürece, ben mesai zamanlarini sana ima ederim , mesaiye kaliriz dedi , yaklaşık 6 aydir bazen ayda 1 bazen 2 kere , belli ediyor istegini ve çok şehvetli oluyor
84 notes
·
View notes
Text
İlk defa bizden ayrı şehirdr ve evde yaşıyorlar.İlk defa evlerine geldim. Ev durumunu degerlendirirsek. Tuvalet ve banyoları tertemizdi o kadar temizdi ki kız evleri ile yarışır. Bu kadar beklemiyordum. Bulaşık yıkama kültürleri sıfır, ocak berbat bununla birlikte amerikan mutfak olduğu için çok dağınık görünüyordu. Bir de utanmadan abla bugün son iki kaşığı kullandım diyor. Rezil. Bir odanın gunesligi yok. Bunu niye takmadiniz diyorum. İhtiyaç hissetmedik. Güneşlik için nasıl bir ihtiyaç gerekli olabilir Allah aşkına. Çarşaf yataktan çıkmış bunlara verdiğimiz lastikli şeyi bugün seninle geçirelim abla diyerek taktı. Adamın yatağının yarısında çarşaf yok. Rahatsızlık duymamış ✍️🏻 dolapları beklediğimden düzenli helal olsun. Çamaşırları ben katlarim diyince gözleri parladı. İnsanoğlu bu kadar çabuk mu mutlu olur ya. Ev şu an mis gibi. Bunun üstüne çay içeceğim bir şey de yiyeceksin dedi. Yemek istemiyorum diyorum geldiysen yiyeceksin diyor jdjfjfj
35 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
242. BÖLÜM - TaiChang dağının zirvesi - Binlerce çeşit tozun yere çöküşü -
Aniden tüm cennet mensuplarının ifadeleri Pei Ming’den daha okunamaz hale geldi.
Beyaz cübbe içinde, ifadesi sakin ve huzurlu, tavırları zarif ve yavaş biriydi. Xie Lian’di. Tüm grup onu selamladı, “Majesteleri”, “Ekselansları.”
İfadeleri ve sözleri çok dikkatli, kibar ve nazikti. Xie Lian da herkesi kibarca selamladı ve misafirperver bir jestle ileri gitti, “Lord Yağmur Ustası.”
Yağmur Efendisi, geçici olarak inşa edilmiş kulübenin önüne gelmiş, büyük, koruyucu siyah öküzün dizginlerini tutuyordu ve selamlamak için başını bu tarafa doğru eğdi.
O siyah öküzün sırtında, gelme sebebi olan devasa kutular dolusu ürün vardı ve görünüşe göre bunları yedikten sonra ruhani güçleri beslemenin inanılmaz bir etkisi vardı, bu yüzden cennet mensupları duyduklarında bir grup heyecanla paylarını bölüşmeye gitti. Hiç gitmeyen bir grup da vardı, Xie Lian da onlardan biriydi. Lord Yağmur Ustası konuştu, “Sizin için başka bir şey getirdim ekselansları.”
Xie Lian gülümsedi, “Ah, şimdiden teşekkürler! Nedir?”
Yağmur Ustası kolunun içinden küçük beyaz bir beze sarılı bir şey çıkardı ve açtığında Xie Lian'ın gözleri anında parladı, “Çok teşekkür ederim, Lord Yağmur Ustası! Her yerde bunu arıyordum!”
Feng Xin de bakmak için yanına geldi ve yorum yaptı "İnanılmaz nadir ipek! Bu mükemmel! Artık şu senin oyuncağını tamir edebilirsin!"
Xie Lian kolunu karıştırdı ve ikiye ayrılmış beyaz bir ipek kumaş parçası çıkardı, mutlulukla konuştu, “Evet, sonunda, RuoYe’yi tamir etmek için gerekli materyal bulundu! Hemen gidip onu dikeceğim!”
Ancak Feng Xin onu durdurdu, “Dikmek mi? Sen mi?! Unut gitsin, sen ne dikebilirsin? Yardım etmesi için başkasına sor.” Ardından kafasını çevirdi ve bağırdı, “MU QİNG! GEL VE İŞE KOYUL!”
Mu Qing tembelce yürüdü ve soğukkanlılıkla cevap verdi, “Ne? Ne demek istiyorsun? Onu dikmemi mi söylüyorsun?”
“Bu senin uzmanlığın değil mi?” dedi Feng Xin.
Mu Qing omuz silkti, “Siz ikiniz de insanları kullanma konusunda aşırı iyi değil misiniz? Beni hizmetçi olarak alıp emir vermeler falan, muhtemelen yarın da gelir yerleri silmemi istersiniz?”
Xie Lian kahkaha attı, “Boş ver, boş ver. Kendim yaparım.”
Ancak Mu Qing çoktan beyaz ipek bantları elinden almış, gözlerini devirerek iğne ve iplik aramaya koyulmuştu. Ardından Pei Ming de selam vermek için yanına geldi ve siyah öküzü okşamayı düşünüyordu ki öküz dişlerini gürültüyle sıkarak neredeyse Pei Ming'in parmaklarını kıracaktı. Hoş karşılanmadığını anladı ve dönmek için acele etti. Lord Yağmur Ustası sordu, “General Pei’nin kolu hala iyileşmedi mi?”
“Henüz değil.” Diye cevapladı Xie Lian, “O sırada Rong Guang ile kılıcı Ming Guang'ı kullanmak için bir anlaşma yaptı ve özür dilemesi dışında fiyat olarak da bir kol ödemek zorundaydı. Her ne kadar sonda Rong Guang'ın kırgınlığı dağılmış olsa da kolunu istemedi, hala ağır yaralıydı.”
“Anladım.” Dedi Yağmur Ustası. “General Pei'nin ifadesinin bu kadar tuhaf olmasına şaşmamalı.”
Xie Lian içinden mırıldandı, “Onun tuhaf ifadesi kesinlikle bu nedenle değildi.”
Anlaşılan Pei Ming, Yağmur Ustası'nın onu TongLu Dağı'nda ve Cennet Başkenti'nin büyük yangınlarında defalarca kurtarmış olduğu gerçeğini unutamamıştı. O büyük bir adamdı, kendinin göklere ve yere hükmettiğini düşünen iyi bir adamdı, bu yüzden bir kadının, özellikle de geçmişte husumet yaşadığı bir kadının önünde ufacık bir itibar kaybına dayanamazdı. Yağmur Ustasına kıyasla, muhtemelen Xuan Ji’nin davranışlarını daha fazla kabul edebilirdi. Her halükarda, buna izin veremezdi ve ne zaman Yağmur Ustasını görse çalkantılı hissederdi, bu da onun ifadesinin neden böyle tuhaf olduğunu g��steriyordu.
Ancak Yağmur Usta onun bu konuda ne hissettiğini hiçbir şekilde anlamadı, bu yüzden selamlarken her zaman kibarca gülümsemişti, iki üstüne iki tamamen farklı dalga boylarındaydı, gerçekten açıklanamayacak kadar saçma.
Yağmur Ustası, “Ah, doğru. Ekselansları, Xuan Ji nasıl?”
“Xuan Ji dağın eteklerine hapsedildi.” Diye cevapladı Xie Lian, “Onu görmeye gitmek istediniz mi?”
.
Büyük savaştan sonra, başlangıçta her yerden mühürlerinden kaçan tüm canavarlar ve iblisler TaiCang Dağı'nın eteklerinde geçici olarak kurulan bir zindanda geçici olarak alıkonuldu. Xie Lian yolu gösterdi, ancak zindana ulaşmadan önce bir dizi kaba küfür sesi duydular. Pei Su ve Ban Yue girişte oturmuştu, her ikisinin de ifadeleri boştu.
Şu anda yardımcı olabilecek çok kişi yoktu o yüzden ikisi üst mahkemeye yardım için zindanları korumaya gönderildiler. Zindanda kilitli Ke Mo düşmanlarını gördüğünde gözleri kızarmış, günlerini bu ikisine durmadan göklerin yukarısına ve aşağısına küfrederek ve bağırarak geçirmişti. İkisi onun sözlerini anlamamış gibi davrandılar ve tahta bebekler gibi sıra halinde birlikte oturdular. Yağmur Ustası ve Xie Lian’ın geldiğini görünce ayağa kalktılar, “Ekselansları, Lord Yağmur Ustası.”
Yağmur Usta onlara bir ürün kutusu uzattı. Xie Lian “İkinize de sıkı çalışmanız için teşekkürler. Lord Yağmur Ustası Xuan Ji’yi görmek istiyor.” dedi.
Ancak Pei su bir anlığına tereddüt etti, “Xuan Ji…”
Xie Lian bir şeyin yanlış olduğunu fark etti ve sordu, “Bir sorun mu var?”
İkili zindana girdi ve Xuan'ın Ji'nin gözaltına alındığı yeri buldular, ikisi de şaşkındı. Hücrenin içinde hiçbir şey yoktu ve geriye kalan tek şey yırtık pırtık, eski, kırmızı bir gelin sabahlığıydı.
Pei Su açıkladı, “Xuan Ji, dün gece çoktan dağılmıştı.”
Xuan Ji'nin kırgınlığı cidden dağılmıştı, ne kadar inanılmaz. Bu kadının takıntısı hala yakın zamana kadar çok fazlaydı, Pei Ming’i boğuyor ve bırakmayı reddediyordu. Xie Lian “Belki de sonunda her şeyi iyice düşünmüştür.” diye belirtti.
Geçtiğimiz yüzlerce yıl içinde nasıl olup da kahraman bir generalden, prestijli bir evin saygın bir hanımefendisinden böylesine çılgın, aşağılık, kinci bir kadına dönüştüğünü düşündü. Neler kaybettiğini neler kazandığını düşündü ve büyük bir utanç ve mahcubiyet içinde muhtemelen geriye dönüp bakacak yüzü yoktu.
Bunca zaman kendisini terk eden adamın gönlünü ya kalbini oynatarak ya da tehditlerle değiştirebileceğini ummuştu, ama sonra en başından beri işleri tersine çevirme şansının asla olmadığını şiddetle fark etti ve sonunda anladı.
Fakat bu dünyada kalabilmek için çalkantılı duygularına, Pei Ming'e boyun eğmeyi reddetmesine güveniyordu. Her şeyi enine boyuna düşündüğü anda, kalması için hiçbir neden kalmamıştı. Bunu düşünmek bile biraz saçmaydı.
Yağmur Ustası yerine oturdu, sanki onun için bir geçiş töreni yapacakmış gibi görünüyordu. Ne de olsa Xuan Ji, YuShi Krallığı'ndan kendisinden başka geriye kalan tek kişiydi. Xie Lian'ın onu rahatsız etmesi kabalık olurdu, bu yüzden ayağa kalktı ve gitti.
.
Çıktıktan sonra Pei Su ve Ban Yue’nin Yağmur Ustasının getirdiği meyveleri yerken Ban Yue'yi gördü böylece Xie Lian oraya gidip bir tanesini aldı, onlarla birlikte yemek için çömelmeye hazırdı. Ancak beklenmedik şekilde aniden bir şey hissetti ve bakmak için başını çevirdi, çalıların arkasında çok uzaklarda olmayan yarı adam kadar boyu olan bir şey gördü.
Xie Lian, meyveyi anında fırlattı ve hızlı adımlarla ilerlemeden önce sadece şunları söyledi, “Buradaki şeylere dikkat edin!”
Çalılıkların içindeki şey görüldüğünü fark etti ve daha da hızlı kaçtı. Xie Lian onu sekiz adımda yakalayabilirdi ama daha dördüncü adımda kim olduğunu fark etti. fikrini değiştirerek adımlarını yavaşlattı.
O yaratığın biraz kaçmasını bekledi ve aniden yandan girip diğer yolunu engelledi, “Jian Lan Hanım, veda etmeden gitmeyi mi planlıyorsunuz?”
Diğer taraf gerçekten de kollarında tuttuğu o cenin ruhuyla birlikte etrafta gizlice dolaşan Jian Lan'dı ve birdenbire ortaya çıkan Xie Lian karşısında şaşkınlığa uğradı, “SİZ!”
O bembeyaz cenin ruhu saldırmak istiyor gibi kollarındaki dişlerini gösteriyordu ama Jian Lan onu durdurdu, “Beni durdurmak için mi buradasınız?”
Xie Lian onun fazla paniğe kapılmasını istemedi ve konuştu, “Gerilmenize gerek yok, sadece size bir şey vermek istedim.”
Sonra bir eşya çıkardı, “Oğlunuz Cuo Cuo'nun kini oldukça güçlü, dizginlenmesi gerekiyor. Her ne kadar halihazırda arınma sürecinden geçiyor olsa da sizin xiulianınız onunki kadar yüksek değil yani sıfır kazayı garanti etmek zor olurdu. Size yardımcı olması için buna ihtiyacınız olacak.”
Bu eşya Xie Lian’in kendisinin yaptığı bir koruma büyüsüydü ve hatta hiçbir hilenin bulunmadığını kanıtlamak için bunun nasıl kullanılacağını bile gösterdi. Jian Lan onu izledi ve gerginliği gerçekten de rahatladı. Sonuçta bu şey faydalıydı. Biraz tereddüt ettikten sonra aldı, “Teşekkür ederim.”
“Teşekküre gerek yok.” Dedi Xie Lian, “Kullandığınız sürece üç kez bağırın ‘ekselansları lütfen beni kutsa’, ben de kutsayacağım. Böylece burası benim sarayımın adının altında işaretlenecek.”
“…”
Jian Lan birkaç adım attı, bir an duraksadı ama sonunda yine de kendini tutamadı ve kafasını çevirdi, “Beni durdurmuyorsunuz? Neden?”
Xie Lian onun geriye dönüp bakmasını bekliyordu ve cevap vermek yerine ona sordu, “Pekala, Jian Lan Hanım, neden gitmek zorundasınız? Feng Xin ikinizle de ilgileneceğini söyledi, sözünü tutacaktır.”
Jian Lan'in ifadesi titredi ama sonunda iç geçirdi, “Tutacağını biliyorum. Ama, unutun gitsin, en iyisi bu. Artık onunla birlikte olmak istemiyorum.”
Xie Lian biraz şaşırdı, “Artık onu… sevmiyor musunuz?”
Jian Lan muhtemelen koşmaktan yorulmuştu ve yol kenarına oturdu, “Bunun artık sevmekle ilgisi yok. Bizi kendisine bağlamaya kendisini zorlamasını istemiyorum.”
Xie Lian da onun yanına oturdu ve bir anlığına düşündü, “Gerçekten sizi seviyor olmalı. O zamanlar tamamen tükenmişti ama yine de gitmenize izin vermeyi reddetti.”
Bunu duyan Jian Lan sanki çok uzak bir geçmişten bir şeyler hatırlıyormuş gibi göründü ve güldü, “Siz bahsettiniz de şimdi hatırladım. O zamanlar hala küçük bir aptaldı, para kazanmak için uzun saatler harcıyordu ve para kazandıktan sonra bütün bir geceliğine beni satın alırdı ama yaptığı tek şey, bütün gece benimle oturmak için bir tabure getirmekti, sohbet etmekten başka bir şey yapmazdı. Herkes onu alaya alırdı, ne komik!”
Xie Lian da güldü, “Gördünüz mü, sizi sevdiğini söyledim.”
Ancak Jian Lan gülüşünü geri çekti, “Söylediklerinizin hepsi geçmişe ait şeyler. Aşkın bir kez olması, sonsuza dek süreceği anlamına gelmez. Bir hayır kurumu vakası ve baş belası olmakla ilgilenmiyorum.”
"Neden ikinizin de baş belası olduğunuzu düşünsün ki?" diye sordu Xie Lian. “Feng'in Xin'in nasıl bir insan olduğunu bilmiyor musunuz?”
“Siz, ekselansları veliaht prens, siz asla sıradan bir hayat yaşamadınız bu yüzden tabii ki bu şeylerin bu kadar kolay olduğunu düşünürsünüz. Artık yapmayacak, görünüşte de yapmayacak. Ancak zaman bir kez sürüklenirse, o zaman hiçbir şey kesin olamaz. Eğer onu aramak isteseydim bunu uzun zaman önce yapardım. Nan Yang Tapınağı'nı bulmak pek de zor değil. Her yerde oldukları bir dönem vardı ama ben yine de istemedim.”
“Yükseldi, her şeye sahip, muhteşem ve etkileyici görünüyordu ama biz çoktan iki hayalete dönmüştük, yani onu arayarak ne yapsaydım? Bir cennet mensubunun iki hayalet taşıması onun için tam bir bela değil mi?”
“En iyi halime baktığımda onu tekmeleyerek uzaklaştırdım, sanırım bu oldukça iyi, gururlu ve onurlu. Bu şekilde, onun kalbinde her zaman öyle kalırdım, bu şekilde değil, Ağır makyajlı ve pejmürde, gözlerimin çevresinde kaz ayakları.”
Kendi yüzünü çimdikledi, “Bizi gerçekten tanısaydı ve her gün benim ve Cuo Cuo'nun bu yüzüne bakmak zorunda kalsaydı, biz onu aşağı çekerken, sadece daha fazla yorulacak, sinirlenecek ve bir gün baş belası haline gelecektik. O zaman neden zahmet edelim? Bu çok trajik değil mi?"
O konuşurken, cenin ruhu ıslak, sürünen dilini yüzünü yalamak için kullanıyor, açıklanamayacak kadar iğrenç ama yaramazca sevimli görünüyordu. Ancak tipik diğerleri için bu muhtemelen sadece iğrençti ve kabul edilemezdi.
Jian Lan da oğlunun çıplak başını okşadı, "Her neyse, Cuo Cuo'ya sahip olmak benim için yeterli. Kim gençken dağlara ve denizlere söz vermemiş ya da yemin etmemiştir ki? Sevgiden, aşktan, önsözlerden bahsediyorum. Ama dünyada ne kadar uzun süre takılırsam, 'sonsuza kadar' gibi bir şeyin imkansız olduğunu o kadar çok anlıyorum. Asla mümkün olmayacak. Bir kez sahip olmak zaten yeterince iyiydi. Kimse bunu gerçekten başaramaz. Artık buna inanmıyorum."
��aresiz bir sesle şöyle dedi, “Feng Xin iyi bir adam. Sadece… çok uzun zaman oldu. Her şey değişti, en iyisi bırakmak.”
Xie Lian tek kelime bile konuşmadan sessizce dinledi, ama yüreğinin derinliklerinde, dedi ki, ‘Hayır.’
Kalbinden gelen bir ses, “‘Sonsuzluk’ diye bir şey var. Bunu gerçekten başarabilecek tek bir kişi var. Ben inanıyorum" dedi.
.
Jian Lan Cuo Cuo’Yu aldı ve ayrıldı.
Xie Lian geri döndü ve Xuan Ji için geçiş törenini bitiren Yağmur Ustasını uğurladı, ardından TaiCang dağına geri döndü. Feng Xin’e Jian Lan ve Cuo Cuo’nun gittiğini söylemeyi düşündü ama onu göremedi. Tam da gürültücü kalabalığın arasında onu ararken birisi aniden bağırdı, “Harika zamanlama, TaiHua! Boş musun? Gel ve şunu hallet!”
Hâlâ muhasebe yapacak herkesi yakalıyorlardı ve Lang Qian Qiu kaçmak için çaresizdi, uzaktan yanıt verdi, “YIĞINI BURAYA GETİRMEYİN, YAPACAK İŞLERİM VAR, GİDİP BAŞKASINI BULUN!”
Xie Lian iç çekti, gidip kitaplara bir şans vermeli mi diye düşünüyordu, birkaç adım attı ki arkasından bir ses duydu, “Us… Guo… Ekselansları.”
Xie Lian arkasına baktı ve Lang Qian onun arkasında duruyordu, “Kenara çekilip konuşmak için bir dakikanız var mı?”
“Tabii ki.” Diye yanıtladı Xie Lian.
Böylece o ve Lang Qian Qiu birlikte bir sarayın o hüzünlü, dev kulübesinin dışında yürüdüler. Yürürlerken Xie Lian sordu, “Gu Zi ne yapıyor? İyi mi?”
Lang Qing Qiu çaresizce, biraz acı bir şekilde kıkırdadı, “Bunun iyi kabul edilip edilmediğini bilmiyorum. O çocuk bana her gün babasını soruyor, oldukça acınası, yani ben sadece... yeşil hayaletin ruh parçacıklarının bir kısmını toplayıp bir lambaya koydum. Şimdi de her gün önüme çıkıp lambaya sarılarak bana ne zaman lambanın içindeki ruhun daha çok büyüyeceğini sorup duruyor. Ben gerçekten…”
O sert, moralsiz yüze bakınca, sadece bunu düşünerek onu Xie Lian anlayabiliyordu. Neden tüm ailesini katleden Qi Rong için bunun gibi bir şey yapmak zorunda kalmıştı ki? Xie Lian bilinçaltından uzanıp omzunu okşamıştı ama sonra kendisinin Yong An'da ne yaptığını hatırladı ve geri durdu. Nazikçe “Sen elinden geleni yaptın. Pekala, bugün benimle ne hakkında konuşmak istedin?” dedi
Biraz tereddütten sonra Lang Qian Qiu cübbesinden bir şey çıkarttı ve ona uzattı, “Bu.”
Xie Lian o şeyi gördüğü anda nefesi kesildi.
Bu, gösterişli, pürüzsüz ve parlak, küçük, kızıl, mercan rengi bir inciydi. Tıpkı Hua Cheng’in saçında asılı olan gibi.
Sesi titredi, “Bu…?”
Lang Qian Qiu “Bu mercan inci Yong An'ın kurucu babası tarafından bırakılan gizli bir hazineydi.” dedi.
Bunu duyunca Xie Lian onun Hua Cheng’in saçının ucunda bağlanmış olan olmadığını anladı, Lang Ying’e hediye etmiş olduğu inciydi.
Hua Cheng’in değildi. Xie Lian hayal kırıklığına uğramış hissetti ama yine de inciyi aldı. Peşinden Lang Qian Qiu konuştu, “Kurucu baba bir keresinde şöyle demişti: Ona bu kırmızı inciyi veren kişi onun kurtarıcısı, ona yardım etmiş olan biriydi. Çok iyi bir adamdı.”
“…”
Lang Qian Qiu devam etti, “Ama yine de bir şeyler yaptı ve bu da adamın her şeyini kaybetmesine neden oldu. Kurucu baba, yaptığından pişman olmadığını, yapması gerekeni yaptığını söyledi. Ama daha sonra bu konuyu düşündüğünde hâlâ o adama haksızlık ettiğini hissediyordu.”
“…”
“Ve sonra?” Xie Lian sordu.
“Ve sonra,” Lang Qian Qiu devam etti, “O gün, Cennet Başkentinde, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un saçlarının ucundaki o boncuğa dikkatlice baktım, ne kadar baktıkça incinin o kurucu babanın bıraktığına ne kadar çok benzediğini fark ettim. Daha sonra General Xuan Zhen ve diğerlerinin konuştuğunu duydum, o incilerin aslında bir çift olduğunu ve size ait olduklarını öğrendim. Yani sormaya geldim, bu sizin mi?”
Bir süre sonra Xie Lian yavaşça başını salladı, “Benim. Bu, ben gençken babamın ve annemin bana verdiği bir çift inci.”
Lang Qian Qiu kafasını kaşıdı, “O zaman… size geri veriyorum.”
Hala Xie Lian’a nasıl hitap etmeli bilmiyordu, inciyi geri verdikten sonra sessizce ayrılmadan önce bir süre tereddüt etti. Xie Lian aynı noktada duruyordu, o kırmızı mercan inci avucunun kalbine sıkıştı.
Sekiz yüz yıl olmuştu. Tüm olup bitenlerden sonra, kırmızı mercan inci çiftinin diğer yarısı küpeler ellerine geri dönmüştü. Onundu, yine onun.
Ama diğer incinin de burada olması gerekirdi. Çifti tamamlayabilmeleri gerekirdi.
Tam o sırada, Feng Xin'in yüksek, sevinçli sesi dağın alt tarafından geldi, “EKSELANSLARI, MİLLET! HEMEN GELİN!”
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#jian lan#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#lang qianqiu#mu qing#xuan zhen#hexuan#shi wudu#shi qingxuan#yushi huang#ban yue#pei su#peiming#pei ming#nan yang#mei nianqing
19 notes
·
View notes
Text
Birtakım değişiklikler
🌟 Yenilikler
Topluluk ayarlarının ilk bölümü kullanıma açıldı. Topluluk yöneticileri artık ad, açıklama, avatar, üst bilgi resmi, etiket ve hakkında kısımlarını doldurabilecek. Bunların bağlantıları masaüstünde sağ tarafta, mobil uygulamalarda ise menü altında yer alıyor.
Topluluğa kullanıcı davet ederken kullanılan pencerenin tasarımını yeniledik. Artık geriye kalan davet sayısını da görebileceksin.
Toplulukların özel mi yoksa herkese açık mı olduğu bilgisi bundan böyle üst bilgi alanında gösterilecek.
Topluluk yöneticileri, artık üyeleri moderatörlüğe yükseltebiliyor. Moderatörler gönderileri silebiliyor. Bu özelliği hala geliştiriyoruz, bu yüzden önümüzdeki birkaç hafta içerisinde ufak değişiklikler fark edebilirsin!
Blog gönderileri API uç noktasını (İng.), mevcut seçenekleri tamamlayan ve belirli bir zamandan "önceki" gönderileri gösterecek şekilde güncelledik. Artık bir sıralama düzeni ve "sonra [after]" ölçütü belirtmek de mümkün. "Önce [before]" ölçütü kullanıldığında ve varsayılan ayarlarda, gönderiler ters kronolojik sırada ("azalan" [desc]) gösteriliyor. "Sonra [after]" ve "sort=asc" (artan) ölçütte gönderiler belirli bir zamandan başlayıp en eskiden en yeniye doğru ilerleyecek şekilde sıralanıyor.
🛠 Düzeltmeler
İkincil bloglardan topluluklara gönderi paylaşımı henüz mümkün değil. Bu yüzden topluluklara gönderi paylaşımı yaparken her zaman için ana blogun seçili durumda olacak.
Topluluklar içerisinde gerçekleşen eylemler, ör. gönderilerde bahsedilme ve yorumlar ile çok yakında davet etkinlik öğeleri, okunmamış etkinlik öğelerine dahil olacak.
🚧 Üzerinde çalıştıklarımız
Android uygulamasında reklamlar otomatik olarak ve arada son seviyede sesli oynatılıyor. Bunu çözmeye çalışıyoruz!
🌱 Yakında sunulacaklar
Topluluk Kurallarımızı, Kullanıcı Yönergeleri olarak yeniden isimlendirdik ve gerekli değişiklikleri yapmaya devam ediyoruz. Amacımız Tumblr'ın kendi "Topluluk Kuralları" (yeni ismiyle Kullanıcı Yönergeleri) ile oluşturduğun topluluklara ait kurallar arasında bir karmaşa oluşmasını önlemek.
Bir sorun mu yaşıyorsun? Destek Talebi gönder, en kısa sürede sana geri dönelim!
Geri bildirimini paylaşmak ister misin? Üzerinde Çalıştıklarımız bloguna göz at ve aklındakileri topluluğumuzla masaya yatır.
Bu gönderileri başka dillerde takip etmek istersen diğer ülkelerin Ekip bloglarına göz at!
Tumblr'a doğrudan maddi destek olmak ister misin? O zaman TumblrMarket'e yeni gelen Destekçi rozeti seni bekliyor!
30 notes
·
View notes
Text
Öyle bir şey yazmalıyım ki , tutturulan gönderiye, her ziyaret eden bir pay çıkarmalı hayatindan kendisine ... "Nede çok önemsiyoruz... gerekli , gereksiz bir çok şeyi" , Cümlenin başında yazilanlardan bile , belli değil mi ? Önemseyelim elbette hayatı, lakin önemsenmeyi de unutmayalim , hayattaki sevgi dengesinden kopmayalım... Güzel yarınlarlara uyanmayı umud ederken , bu anın güzelliklerini yaşamaktan kaçmayalim...
20 notes
·
View notes
Text
Ben Açılacağım, Sen de Bakmayacaksın!
Tesettür tavsiyesi söz konusu olduğunda böylesi anlamsız bir tepki cümlesi geliştirildi son zamanlarda. Sokaklarda yatak odası kıyafetleriyle dolaşan hanımefendinin kendini savunma cümlesi bu tarz cümleler oluyor.
Mantığın birçok yönüyle dünyamızı terk ettiği çağımızda bu savununun ne denli anlamsız olduğunu hiç mi düşünmüyor acaba bunu söyleyen/ler?
Ben her yerimi istediğim şekilde açabileceğim ama sen erkek olarak bakmayacaksın öyle mi? Peki, erkeğin fıtratında zorunlu olarak bulunan kadına bakma meylini ve bu açılmanın bakmaya adeta davetiye manasına gelmesi gerçeğini nereye koyacaksınız?
Bu, bir anlamda düpedüz erkeği zor durumda bırakarak hakkına girmek değil midir?
Sokakta özgürce yürümesi gereken bir erkek gözlerinde ve hafızasında bu tarz bir çıplaklığa mahal vermemek için gözü kapalı mı gezecek? Hassasiyet sahibi; çoluk çocuğuyla gezinti yapmak isteyen ailelerin görüş alanlarını kısıtlamaya kimin ne hakkı var?
Bakınız bu noktayı, 'bakacak olan zaten bakar' diyerek geçiştirip tesettürün can alıcı rolünü görmezden gelemezsiniz. Söz gelimi, hırsızlık yapmayı adet haline getirmiş birileri için 'çalan zaten çalacaktır' diyerek dükkanımızı kilitlemeden eve gidiyor muyuz? Hayır. Dünyevî şartlarda gerekli olan tüm tedbirleri alıyoruz değil mi? Peki, mesele tesettüre gelince günbegün terviç edilen çıplaklığı böyle basit ve sığ cerbezelerle meşrulaştırma çabamız neden?
Ayrıca bir başkası sizin özgürlük dediğiniz şeyin sınırlarını biraz daha genişleterek -çok af buyrunuz- 'çırıl çıplak' gezme raddesine taşırsa buna ne diyeceksiniz?
Öyle ya? Madem açıldıkça özgürleşiyoruz ve bunun sınırını biz belirleyebiliyoruz o halde tam özgürleşmek daha mantıklı olmaz mı? Bunun sınırını kim hangi ölçülere göre belirleyecek? Dinin örtüye yönelik sınırlamalarını kabul etmeyenler ve bunu özgürlüğü engelleme olarak görenler kendi anlayışlarınca kadına tam bir özgürlük tanımış olmuyorlar ki.
Veya bu özgürlük neden hep kadınlara tahsis edilmiş durumda? Bir erkek de bu anlayışla sokakta mahrem yerlerini açıp gezecek olsa niçin tepkiyle karşılaşıyor?
Demek ki mesele özgürlük değil. Mesele, bir şeytan projesi olan 'teşhirciliği' süslü bir sloganla güzel gösterme çabasıdır. Mesele, Allah'ın dediği olmasın da ne olursa olsun düşüncesindeki şeytanın insanoğlunu saptırışındaki bir 'başarı'sının acı tezahürüdür.
Mesele, kapitalizmin kadın istismarcılığını kamufle ederek özgürlük sloganlarıyla Müslüman hanımefendileri acınası bir hale sokma çabasının net fotoğrafıdır.
Ne mutlu çağın dediklerine bakmadan Çalabın rızasını her şeyin fevkinde tutabilenlere...
29 notes
·
View notes
Text
Ankara’da ehliyet almak için doğru adres: Sonay Sürücü Kursu. Trafik kurallarını öğretmenin yanı sıra, adayların güvenli bir sürücü olmalarını hedefler. Gelin, bu kursun sunduğu fırsatlara yakından bakalım. Sonay Sürücü Kursu'nun Avantajları
Birebir Eğitim İmkanı Her öğrenciye özel eğitim programlar�� sunulur. Bu sayede kişisel gelişim hedeflenir ve eğitim süreci kişiselleştirilir.
Gelişmiş Simülasyon Teknolojileri Kurs, öğrencilerine sanal sürüş deneyimleri sunarak trafikte karşılaşabilecekleri durumlara hazırlık yapar.
Uygun Fiyat Seçenekleri Çeşitli ödeme planları ve kampanyalarla her bütçeye uygun fiyatlandırma sunulur.
Tecrübeli Kadro Eğitmenler, sadece ehliyet değil, aynı zamanda güvenli sürüş bilincini de aşılar. Eğitim Sürecinin Aşamaları Teorik Dersler: Trafik işaretleri, kurallar ve sürüş teknikleri üzerine kapsamlı dersler verilir. Pratik Sürüş: Gerçek trafik koşullarında deneyim kazanılır. Şehir içi ve şehir dışı sürüşlerle pratik yapılır. Simülasyon Testleri: Riskli durumları güvenli bir ortamda deneyimleme imkanı sağlar. Başarılı Mezunlar Sonay Sürücü Kursu’ndan mezun olanlar, trafiğe çıktıklarında kendilerine daha çok güvenirler. Çubuk sürücü kursu ve Akyurt sürücü kursu seçenekleri arasında fark yaratması da bu güvenin bir sonucudur. Fark Yaratan Özellikler Ankara sürücü kursu seçenekleri arasında Sonay’ın sunduğu modern eğitim teknikleri ve araçlarıyla, adaylar yalnızca bir ehliyet değil, aynı zamanda bir yaşam becerisi kazanır. Sonuç Sonay Sürücü Kursu, Ankara’daki en köklü ve etkili kurslardan biri olarak sürücülere sadece ehliyet vermekle kalmıyor, aynı zamanda onları trafik canavarına karşı bilinçli sürücüler haline getiriyor. SSS
Kurs sonunda sertifika veriliyor mu? Evet, kursu başarıyla tamamlayanlara sertifika verilir.
Teorik dersler hangi günler yapılır? Hafta içi ve hafta sonu seçenekleri mevcuttur. Öğrenciler uygun günleri seçebilir.
Eğitim araçları manuel mi, otomatik mi? Her iki seçenek de mevcuttur. Adaylar diledikleri türde araçlarla eğitim alabilir.
Eğitmenler hangi yetkinliklere sahip? Eğitmenler, uzun yıllara dayanan tecrübeye ve gerekli sertifikalara sahiptir.
Eğitim sırasında ekstra masraflar çıkıyor mu? Eğitim ücreti haricinde ekstra masraf çıkarılmaz, ancak özel istekler olursa ek ücretlendirme yapılabilir.
46 notes
·
View notes
Text
BUNLARI BİLMEK GEREK...
-1600’lü yıllarda Osmanlıda Hızır peygamberin sağ olup olmadığı tartışılıyordu🤔
* Avrupa’da Gueriche ilk jeneratörü;
* Thomas Savery de ilk buharlı makineyi yaptı...
-1600’lü yıllarda Osmanlıda Hazreti peygambere saygı olsun diye “Sallallahu aleyhi vesellem” demenin gerekip gerekmediği tartışılıyordu🤔
* Avrupa’da Pascal, ilk hesap makinesini;
* Newton, yerçekimi yasasını buldu...
-1700’lü yıllarda Osmanlıda Hz. peygamberin anne ve babasının mümin kabul edilip edilmeyeceği tartışılıyordu🤔
* Avrupa’da Newton, ”Optik” adlı kitabını yayımladı.
* Volta, ilk elektrik bataryasını yaptı...
- 1700’lü yıllarda Osmanlıda firavunun imanla ölüp ölmediği tartışılıyordu🤔
* Avrupa’da J.Watt, uzun süreli çalışan buharlı makineyi yaptı;
* Montgolfier kardeşler ilk uçan balon yolculuğunu gerçekleştirdiler...
- Osmanlı bu yüzyıllarda Muhyiddin Arabî’nin Şeyh-i Ekber (Büyük Şeyh) kabul edilip edilmeyeceğini tartışırken🤔
* Avrupa’da Trevithick, ray üzerinde giden ilk treni (1804) yaptı...
-Bu yüzyıllarda Osmanlı kahve ve tütünün haram olup olmadığını tartışırken🤔
* Avrupalı stetoskobu( Kalp ve akciğer dinleme cihazı,1816) bulmuş;
* Ampère, elektrik akımını ölçen ampermetreyi yapmış,
* Faraday, elektromanyetik kuramları geliştirmişti...
-Bu yüzyıllarda Osmanlı ezanı güzel sesle okumanın gerekli olup olmadığını tartışırken🤔
*Avrupalı Londra’da ilk yer altı trenini (metro) (1863) yapmış,
*Plante, kurşunlu akümülatörü(1859),
*Graves Otis ise asansörü bulmuştu...
- Bu yüzyıllarda Osmanlı medresesi Yezit’e lanet etmenin gerekip gerekmediğini tartışırken🤔
* Batı’da Cooke ve Wheatstone ilk elektrikli telgrafı buldu...
- Kanuni’den sonra yozlaşmaya başlayan Osmanlı medresesi türbelerin ziyaret edilip edilmeyeceğini tartışırken🤔
* Batı’da Lavoisier (1781) kimyaya nicel yöntemleri yerleştiriyor, kütlenin korunumu yasasını buluyordu...
- Bu tarihlerde Osmanlı medresesi, kandillerde toplu olarak namaz kılınıp kılınamayacağını tartışırken🤔
* Batı’da Avogadro Birleşen Hacim Oranları Yasası’nı buluyor (1811) ve kimyada yeni bir çığır açıyordu...
- Yozlaşan ve gittikçe geriye giden medrese “Selamlaşırken eğilmeli mi?” gibi (!) çok önemli bir soruya yanıt ararken🤔
* Batı’da J.J. Thomson atomun yapısındaki elektronları keşfediyordu...
Günümüze gelince:
- Batı 25 Aralık 2021 tarihinde James Webb Uzay Teleskobunu uzaya gönderdi. Bu teleskopla 13,5 milyar ışık yılı uzağı, yani evrenin ilk yıldızlarının oluştuğu zamanı görmeyi olanaklı kılacak...
* Türkiye'yi yönetenler ise hâlâ şarkı sözünde Hz. Adem'e hakaret edildi mi polemiği içerisinde!
Değişen bir şeyin olmadığı görülmekte...
Din ile bilim arasındaki fark:
Din beyinleri uyuşturur, bilim ise insanı uyuşukluktan kurtarır...
Ne diyor Mustafa Kemal ATATÜRK: Hayatta en hakiki (gerçek) mürşit (yol gösterici, kılavuz, önder) ilimdir...
(Alıntı... / Derleme)
22 notes
·
View notes
Text
Adamın biri, her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş.
Dönüşünde sorarlarmış:
- Ne gördün?
- Dünya güzeli deniz kızları gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı, dermiş hep.
Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten dünya güzeli deniz kızları görmüş, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış.
Döndüğünde yine sormuşlar:
- Ne gördün?
-
- Hiç demiş... hiç bir şey...
Oscar Wilde'ın yukarıdaki harika öyküsünü ilk okuduğumda ortaokuldaydım ve ne demek istediğini anlamamıştım. Daha sonra unutmuşum. Yıllar sonra rastladığım Haldun Taner’in bir sözü bana öyküyü hem hatırlattı hem de ne demek istediğini çok çarpıcı bir şekilde gösterdi.
Şöyleydi söz:
“Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur.”
Daha sonraları ise bu tema pek çok edebi eserde karşıma çıktı. Örneğin Simyacı’da.. Hâlâ okumamış olan var mı bilmiyorum ama hatırlarsanız orada bütün yaşamı boyunca tek hayali para biriktirip Mekke’ye hacca gitmek olan bir dükkan sahibi vardı. Adam; artık gerekli parayı fazlasıyla biriktirmiş olduğu halde bir türlü gitmiyordu. Bu hayalin kendisini yaşama bağlayan çok önemli bağ olduğunu düşünüyor ve onun gerçekleşmesi halinde bu önemli bağı yitireceğinden korkuyordu. Haklıydı aslında.
Düşünüyorum da... Hepimizin böyle hayalleri var, mutluluğumuzu
bağladığımız, gerçekleşene kadar yaşamı sanki ertelediğimiz...
Acaba hiç düşünüyor muyuz; bu istediğimiz her neyse, gerçekleştiğinde iyi mi olacak?
Bir düşünürün hep aklımda tuttuğum bir sözü vardır:
“Bütün dualarımı kabul etmediği için Tanrı’ya şükrediyorum” diye.
Belki de daha az üzülmeliyiz gerçekleşmeyen hayallerimiz için. Belki de aslında sevinmemiz, mutlu olmamız gereken bir şey için gözyaşları döküyoruzdur. Belki de olaylara bir de bu açıdan bakmayı artık öğrenmeliyiz…Görsel John William Waterhouse'un A Mermaid (Bir Deniz Kızı) adlı tablosu
22 notes
·
View notes
Text
Dünyada yaşamış ve yaşayan milyonların hayatlarına yüklediği anlam nedir?
Özellikle en özgür ve en eğitimli insanlara atfedilen bu delilik halinde uzunca süre yaşadım. İşçi sınıfını anlamaya çalışmam onlara duyduğum garip ve bir tür içgüdüsel sevgi yüzünden mi, yoksa kendimi asmaktan daha iyi bir şey bilmediğime ikna olduğum için miydi bilemiyorum. Ama şunu fark ettim: Eğer yaşamak ve hayatın anlamını kavramak istiyorsam bunu, o anlamı kaybetmiş ve kendini mahvetmek isteyen insanlar arasında değil, hayatı yaratan ve kendi hayatlarının yanı sıra bizimkilerin de yükünü sırtına alan, ölü ve diri milyonlarca insanın arasında yapmalıydım.
Bu yüzden eğitimsiz, orta halli, sıradan insanların oluşturduğu dev kitlelere baktım ve çok farklı bir şey gördüm. Birkaç istisna dışında, yaşayan ve yaşamış milyonlarca insan benim sınıflandırmama uymuyorlardı. Onları soruyu anlamayanlar kategorisine koyamazdım, çünkü soruyu alışılmadık bir netlikte soruyor ve cevaplıyorlardı. Onları Epikürcü (hazcı) sınıfına da koyamazdım çünkü yoksunluk ve acı yaşadıkları hayata zevkten daha çok iz bırakmıştı. Mantıksız biçimde anlamsız bir hayat sürenlerin sınıfına ise hiç koyamazdım, çünkü ölüm dahil hayatlarındaki her olaya açıklama getirebiliyorlardı. Ve intiharın en büyük kötülüklerden biri olduğunu düşünüyorlardı. Demek ki, küçümsediğim ve yukarıdan baktığım insanlık hayatın anlamı hakkında bir tür bilgiye sahipti. Fikirsel bilgi hayatın anlamını açıklamıyordu, bilakis hayatı dışlıyordu; milyonlarca insanın hayata yüklediği anlam nefret edilen ve yanlış olduğu varsayılan bazı bilgileri temel alıyordu.
Eğitimli ve bilge kişilerin ortaya koydukları mantığa dayalı bilgi hayatın anlamını reddederken, milyonlarca insan bu anlamı mantık dışı bilgiyle algılıyordu. Bu mantık dışı açıklama ise inançtı. Kabul edemediğim tek şey Tanrı, altı günde yaradılış, şeytanlar, melekler ve aklım başımdayken kabul edemeyeceğim diğer her şey. Durumum fenaydı. Akla dayalı bilginin yolunda hayatı inkârdan, inancın yolunda ise mantığı inkârdan başka bir şey bulamayacağımı biliyordum, ki ikincisi hayatı inkâr etmekten bile daha imkânsızdı. Akla dayalı bilgiye göre hayat kötüdür ve insanlar bunu bilir. Yaşamak zorunda değillerdir, fakat yaşadılar ve yaşıyorlar, tıpkı hayatın anlamsız ve kötü olduğunu uzun zamandır bildiğim halde yaşamaya devam ettiğim gibi. İnanca göre ise hayatın anlamını anlayabilmek için mantığa sırt çevirmem gerekiyordu, anlamı kavramak için gerekli olan tek şeyi yani.. (tolstoy-itiraflarım)
20 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
204. BÖLÜM - 500 kişi bulmaya çalışmak - eski bir dostla karşılaşmak
“Ne peki?” Xie Lian sordu.
Jun Wu konuyla ilgili biraz sessiz kaldı, konuşmadan önce uzun süre düşündü, “XianLe, neden birden hocan aklına geldi? TongLu dağında bir şeyle mi karşılaştın? Onunla alakası olan?”
Xie Lian kendine geldi ve daha fazla soruyla baskı yapmaya başlamadan önce ötelerden bir yerden bir yaygara koptu. Jun Wu konuştu, “Hepinizin daha önce bahsettiğiniz üç dağ ruhunu görüyorum, gerçekten acayip. Önce onlarla ilgileneceğim, konuşmayı daha sonra yaparız. Yine de XianLe, sen sorularını sordun. Sadece bir şeyi unutma; hocan hiç de basit bir karakter değil. Eğer onunla karşılaşırsan, çok daha fazla dikkatli ol.”
Böylece sessizlik oluştu, “Lordum?” Xie Lian seslendi.
Jun Wu geri cevaplamadı. Bir tane dağ ruhu bile dövüşmek için oldukça zorluydu, üç tanesiyle karşılaşma ve kuşatma muhtemelen çok daha zor olacaktı. Geçen sefer sınırsız bir ruhsal güç kullansa ve cennetvari bir ilahi heykel kontrol etse de kendi başına onunla baş edemezdi. şimdi ise Jun Wu tek başına onlarla yüzleşecekti, muhtemelen iyice odaklanması ve büyük bir çaba sarf etmesi iyi olurdu.
Xie Lian, Hua Cheng'e konuşmalarının kısa bir özetini anlattı, artık adımlarını durdurdular.
O anda geniş ve açık bir caddede konumlanmışlardı. Gökyüzüne doğru bakıldığında, kasvetli bulutlar ayı gizlemişti, yaratıklara benzeyen soluk iplikler ve siyah duman dizilerinin soğuk ayın önünde temiz bir suya damlamış mürekkebin dağılması gibi sürüklendiği görülebiliyordu.
Bunlar Wu Yong Kutsal Tapınağından gönderilmiş kederli ruhlardı. Saraydaki kralın aurası ve çeşitli tanrıların tapınaklarından çıkan kutsal parlamalar dinsel bir kalkan oluşturduğundan henüz içeri girememişlerdi. Bunun gibi doğal bariyerler bu gibi acımasız yaratıkları dışarıda tutabilirdi, böylece ruhlar sadece gökyüzünde dönerek gezmekten başka bir şey yapamıyorlardı.
Neredeyse tüm kale şehirlerinde böyle kalkanlar vardı çünkü üstün karakterler ve etkileyici cennet mensupları her yerde görülebilirdi; onların söylediği gibi, zengin topraklar yetenekleri besler.
“Kalkana takviyeler eklediğimiz sürece durum iyi olur.” Dedi Hua Cheng.
Ancak sorun, nasıl güçlendirileceğiydi? Xie Lian sordu, “Tılsım büyüler mi? Ruhsal eşyalar mı?” ve ekledi; “Muhtemelen bunlar yeterli olmaz.”
Bu kederli ruhlar kraliyet başkentinin tüm gökyüzünü sarmıştı, bu da demek oluyordu ki milyonlarca tılsım veya ruhsal eşyaları olmadıkça dayanamazlardı. Xie Lian ileri geri yürüyor, dişlerini gıcırdatıyordu, “San Lang, bariyeri destekleyebilecek bir fikrim var ama… biraz insan lazım.”
“ne kadar?” diye sordu Hua Cheng.
“çok.” Xie Lian cevap vardı. “olabildiği kadar çok. En azından beş yüz kişi.”
“ölü mü canlı mı?”
Ciddiyetle dinliyordu, hiç şaka yapan bir yüzü yoktu. Xie Lian cevapladı; “canlı, ölüler olmaz. Ruha ve kederli ruhları uzaklaştırmak için yaşayanların Yang[1] aurasına ihtiyacım var.”
“Eğer durum buysa, o zaman bu onların da gönüllü olmaları gerektiği anlamına geliyor” Hua Cheng yorumladı.
“haklısın, gönüllü olmaları gerekli.” Xie Lian cevapladı. “ayrıca koruma ve savaşma istekleri de olmalı. Eğer kalplerinde korku varsa istekleri zayıfsa ruhlar içeri girme şansını elde edebilirler.”
Hua Cheng başını onaylar şekilde salladı; “Tıpkı askerlerin ön saflarda savaştığı gibi, kazanmaya en istekli olanlar, en çok inanca sahip olanlar olmalı. Çünkü eğer çaresizce buna zorlanırlarsa veya hiçbir savaşma ruhuna sahip olmadan kaçışırlarsa asla kazanamazlar, karanlık ve acı verici bir yenilgiye terk edilmiş bir sonları olur.”
“Çok haklısın.” Dedi Xie Lian. “Acaba San Lang bu insanları bulabilir mi?”
Biraz düşündükten sonra, Hua Cheng yavaşça cevapladı, “Gege, eğer ölüler lazımsa ne kadar lazımsa istemediğin kadar getirebilirim. İstemsiz yaşayanlardan da. Ama bu duruma karşı istekli olanları bulmak o kadar kolay olmayacak.”
Bir duraklamadan sonra devam etti, “Ölümlüler aleminde hayalet kralın kesinlikle çok sayıda inananı var, ama biliyorum ki ilk olarak benden çok korktuklarından, ikinci olarak da bana soru sormak istediklerinden bu durum böyle. Yani benden korktukları için bana itaat ediyorlar. Onları korkuyla zorlayabilirim ya da yarar sağlayarak kandırabilirim ama bu şekilde muhtemelen Gege’nin istediği gerçekleşmeyecek. üzgünüm”
Xie Lian, bunu dinlerken büyülenmişti, şöyle devam etti: “Hayır özür dilemene gerek yok. Hadi beraber başka bir yol düşünelim.”
“En. Yine de Gege, iyi haberler var.” dedi Hua Cheng. “Önümüzdeki yaklaşık 50 metre uzaktaki köşede bir grup yaşayan insan var.”
Xie Lian da onları hissetti, insanlar köşeyi dönmüş devam ederken onları görmek için ileriye doğru koştular. Onun ani ortaya çıkışıyla insanlar şaşkınlıkla bağırdılar “HAYALET!!!”
Xie Lian yakından baktı ve onları tanıyıp neşeyle bağırdı, “Millet, ne hayaleti. Benim!”
Çeşitli keşişlerden ve efsunculardan oluşan bu grup çok tanıdıktı. Önde gelen kişi gösterişli elbiseler giymiş bir efsuncuydu –Cennetin gözü değil miydi? Ve arkasında büyük bir grup, bunlar geçen acımasızca onları rahatsız eden ve gölgeli hanın çatısından yerlere serilen keşiş ve efsuncular değiller miydi?
Xie Lian’ın arkasında elleri kenarda rahatsa savrulan Hua Cheng yaklaştı. Şu an kesinlikle hiç de çocuk gibi değildi, kayıtsız ve soğuk bir gülümsemesi vardı. cennetin gözü ve diğerleri görür görmez oldukları yerden üç metreye kadar geriye kaçtılar. “Bir de diyorsun ki hayalet yok. Ondan daha hayaleti mi var. O HAYALET KRAL!!!”
Hua Cheng’in gülüşü soldu, sinirden dilini şaklattı çünkü yorum yapmak için çok tembel hissediyordu. Xie Lian şu anda her yerde yaşayan ruhları arıyordu dolayısıyla aceleyle ellerini kaldırdı, “Millet! Tam da zamanında geldiniz. Bir şey vard…” elini kaldırdığı gibi öyle abartılı bir tepki verdiler ki Xie Lian bile bu kadar beklememişti. Yerlere yatıp bas bas bağırmaya haykırmaya başladılar, “GİZLİ SİLAHINA DİKKAT EDİN!!!”
“…”
Xie Lian’ın onların korkarak andığı ‘gizli silah’ın ne olduğu konusunda biraz sessiz kalıp düşünmesi gerekmişti. “Korkmanıza gerek yok! Gizli silahım falan yok!” ‘Bozulmaz İffet Köfteleri’ öylesine unutulacak bir şey değildi ki zaten, tek başına sadece onları yapmak için gereken bıçak işi bile yarım günlük zaman istiyordu. Ekledi, “Ayrıca geçen sefer ben size hiçbir şey yapmama rağmen beni zorladınız, artık daha az neden var.”
Bunu duyan kalabalık biraz kafa yordu, mantıklı olduğunu düşünerek hızla yerden yukarıya doğru süründüler, üzerlerini sirkelediler ama hala ellerinde ruhsal aletleri ve tılsımları vardı ve mesafeyi koruyorlardı. Cennetin gözü konuştu, “Şunu söyleyeyim Daozhang, seni uzun süredir görmedik ama vücudundaki şeytani öz daha da kötü olmuş. Bence hâlâ bir şans varken şimdi geri dönmen en iyisi. Bahsetmişken, neden bu kadar kötü biliyor musun? Seni korkutmak istemem ama, artık yüzünüzü net bir şekilde zar zor görebiliyorum.”
“…”
Xie Lian onu dinlerken gittikçe kızarıyordu, Hua Cheng’e bakmaya, bakarken görülmeye cesaret edemiyordu. “Bunu sonra konuşalım. Millet! Gece gökyüzünde işaretleri gözlemliyordum ve bazı uğursuz yaratıklar gördüm. Siz de gördünüz mü?”
“Tabii ki gördük!” dedi cennetin gözü. “Gece gökyüzündeki işaretleri gözlemlemek her gün yapmamız gereken ödevdir. Ve burada bazı canavarların veya hayaletlerin sorun çıkardığını düşündüm, ama olabilir mi, yoksa Hua Cheng… Zhu mu?”
“Hayır tabii ki?” dedi Xie Lian. “Yoksa sizi gelip burada uyarmazdım. Biz de bu sebeple geldik, kraliyet başkentinin aurasını güçlendirmenin yollarını düşünüyorduk.”
Cennetin gözü şüpheliydi, “Siz ikiniz? Çare düşünüyordunuz?”
“Hayalet Kral neden bu kadar iyi kalpli olsun ki?”
Hua Cheng sırıttı, “İyi kalpli olduğumdan değil. Ama eğer kraliyet başkenti için bir şeyler yapmak isteseydim, bu aura kalkanının beni durdurmasının hiçbir yolu yok.”
Efsuncular ve keşişlerin ifadeleri asla okunamıyordu. Xie Lian hemen gardlarını indirmeyeceklerini ve ayrıca onları zorlayamayacaklarını da biliyordu. “Daha önce gökyüzündeki o yaratıklarla karşılaştım, onlarla baş etmek gerçekten çok zordu. Eğer kraliyet başkentinin koruyucu kalkanı kırılıp zorla içeri girmelerine izin verirsek her şey kaosa sürüklenir, yani şu anda bir dizi oluşturabilmek için yardım arıyorum, yaklaşık beş yüz kişiye ihtiyacım var.”
Cennetin Gözü’nün ağzı bir karış açıldı, “Beş yüz mü? Sırf bu rün için bu kadar çok kişi? Hiç bu kadarını duymamıştım.”
Xie Lian beş yüz kişinin minimum sayı olması gerektiğini söylemeye kalbi el vermedi. Açıkça söylemek gerekirse en azından sekiz yüz kişi gerekliydi. Efsuncu ve keşiş grubu mırıldanmaya başladılar, “Ben de hiç duymadım, herhangi bir kitapta falan gören var mı?”
“Bu yaratıklar cidden o kadar mı güçlü mü?”
“Sadece canavarların bir ısırıkta beş yüz tane yediğini duydum, daha önce bir rün için bu kadar çok kişiye ihtiyaç olduğunu görmedim.”
“Tehlikeli mi?”
Ciddi düşünme ve taşınmalardan sonra Xie Lian dürüstçe cevap verdi, “Emin olamam, bekli evet belki hayır. Daha önce böyle bir rün çizmediğimden sadece yüzde sekiz eminim.
Bu rün Xie Lian’ın bir kitapta okuduğu veya birinden öğrendiği bir şey olmadığından kitaplarda da bununla ilgili bir şeyler bulmak imkansızdı. Ama son sekiz yüz yıl boyunca üzerinde düşünüp durduğu ve yürürken aklında dolaşan bir şey vardı; insan yüzündeki hastalık yeniden ortaya çıkarsa ne yapılması gerekirdi? Muhtemelen öylece oturup hiçbir şey yapmamış olması imkansızdı. O zamanlar aslında yine bu büyük krizle yüzleşmek zorunda kalacağını düşünmediğinden kullanılabilir bir metot da bulabilmiş değildi.
Diğer taraftan diğer grup bir süre aralarında tartıştılar, Cennetin Gözü, “Bizde o kadar kişi yok. Ek olarak…”
Ek olarak Xie Lian ve Hua Cheng’e güvenmiyorlardı.
Ellerinden bir şey gelmezdi. Sonuçta onlar insan yüzü hastalığının nasıl bir felaket nasıl güçlü bir şey olduğunu bilmiyorlardı. Ayrıca Hua Cheng ile yaşanmış geçmişteki anlaşmazlıklar göz önüne alındığında böceklerden başka hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde oynandıkları çok sayıda vaka olmalı. Aslında Xie Lian onların hocaları ve belli sayıda öğrencileri olabileceğini düşünmüştü, bu yüzden belki üç yüz dört yüz kişi olsun bulabileceğini ve kalanının da bir şekilde halledilebileceğini umuyordu, ama bu umut tamamen nafileydi.
“Gege, bunlar için nefesini tüketme” dedi Hua Cheng. “Gidelim.”
Xie Lian başını salladı ve onunla birlikte ilerlemeye devam etti, en azından cesareti kırılmamıştı. Cennetin gözü ve diğerleri oradan hemen ayrılmamış ve gizlice onları takip ediyorlardı. Xie Lian tamamen sessizdi, takip etmelerinin nedeninin Hua Cheng’in kraliyet başkentinde sorun yaratmasından korkmaları olduğunu düşünüyordu. Onların endişeleri iyi kalpli olduklarındandı, bunun komik olduğunu düşündü ama umursamayı bıraktı. Hua Cheng bir öneride bulundu, “Neden gecekondu mahallelerine gitmiyoruz? Cesur ve inançlı olan ve ölümden korkmayanların sayısı oldukça fazla olmalı orada. Belki arayışımız orada daha verimli olur?”
Böylece ikisi rotayı değiştirdiler ve kraliyet başkentinin gölgelerine doğru gittiler. Oldukça yıkılmış bir tapınağa denk geldiler ve dışarıdan bir göz attılar. Tapınakta bir grup insan yerlerde uyuyor ve bu durum tapınağın dışına kadar uzanıyordu. Bir grup evsiz veya dilenci olmalılardı. Hava buz gibi, yerler soğuk ve insanların kıyafeti eski püsküydü. Kadın, erkek, çocuklar vardı ve hiçbiri bu derece yakınlıktan rahatsız gibi değildi.
Bazıları yırtık pırtık hasırı almış, bazıları ısınmak için samana sarılmış bazıları da öylece yerde yatıyordu. Bazısı uyanık bazısı esniyordu, bir kenarda bazıları yaralarının acısından inlerden diğer tarafta diğerleri birbirinin üzerindeki pireleri koparıyordu. Hatta topal bacağını sürüyor gibi olan hastalara su taşıyan birisi de vardı. İçeri girmeden önce garip izler ve boğucu kokular çoktan dışarıya kadar çıkmıştı.
En lüks ve hareketli bölgenin, en pis, en yıpranmış gecekondu mahallelerine bu kadar yakın olması ve aralarında yalnızca bir sokak olması, aradaki zıtlığın gerçekten ağıt yakılasıydı. Tabii ki Xie Lian’ın ağıt yakmaya zamanı yoktu. Eşikten geçerek seslendi, “Yardım için el uzatabilecek birileri var mı?”
Birisi sayıp sövmeye başlamadan önce kimse sesini çıkartmamıştı; "SANA TANRI YARDIM ETSİN! BANA DA BİRİ YARDIM ETSİN TABİ! UYUYORUZ ŞURADA DEFOL GİT!”
Xie Lian üstüne alınmadı ve dedi ki, “Durum çok acil, yardım etmeye istekli olursanız eminim ki… Kesinlikle dünyaya refah getireceksiniz!”
“Çok takdir edilesi” demek istemişti ama sadece teşekkür için gelselerdi akılları bulanık olur diye demedi. Tapınağın içindeki dilenciler daha da sert küfrettiler. “BU LANET DÜNYANIN LANET REFAHININ BANA SAĞLADIĞI NE VAR Kİ SANKİ?”
Birisi sordu, “Karşılında bir bedel falan var mı?”
Xie Lian geriye baktı ve Hua Cheng'in gözleri hoşnutsuzlukla parlıyordu, neredeyse zıvanada çıkacaktı ki Xie Lian onu kenara çekip sessizce, “Henüz değil. Sen söyledin San Lang, katılmak için onları zorlayamaz ya da kandıramayız. Onları ikna etmek için zamanımı ayıracağım. Buradan işimize yarayabilecek yetmiş seksen kişi çıkabilir.
Ancak o zaman Hua Cheng'in gözlerindeki keskin parıltı soldu. Tam o sırada hafiften tiz bir ses geldi, “Hey hey hey! Millet, beni dinleyin. BENİ DİNLEYİN! ŞU SESİ KESİN! Önce ne diyecekler onu dinleyelim!”
Bunu duyan Xie Lian etrafına bakındı, konuşan sakat bacaklı dilenciydi. Giysileri yırtık pırtık, yüzü kirli, saçları darmadağınık, sıska, bir deri bir kemikti, yüzü net olarak karanlıkta seçilmese de sesi oldukça gençti. Bir eliyle kalabalığı selamladı ama ilginç olan sadece bir elini sallamasından dolayı duruşu biraz tuhaftı. Diğer dilenciler onu dinliyor gibi görünüyordu, bu yüzden bağırış sesleri azalmıştı.
“Teşekkür ederim!” seslendi Xie Lian ve zaman kaybetmeden elinde bir avuç meşalesi yakarak etrafı aydınlattı. Dilenci kalabalığı korkudan çığrışmalara başladılar ki bu sayede henüz uyanmamış olanlar da uyandı. “NE ÇEŞİT GARİP BİR BÜYÜ BU?”
Xie Lian ifadesini düzeltti, “Garip bir büyü değil, ruhsal güç. Bu da benim sözlerimin doğruluğunu kanıtlıyor. Doğruyu söylemek gerekirse durum şu; kraliyet başkentinin etrafını sarmış hayalet ve yaratıklar var ve saldırmak üzereler. Kraliyet başkentini koruyucu rün oluşturabilmek için beş yüz kişiye ihtiyacımız var. kim gönüllü olmak ister? Yalan söylemeyeceğim tehlikeli olabilir. Bu yüzden zorlamayacağım, sadece istekli olanları soruyorum.”
“…”
O yıkılmış tapınağın içinde bir sessizlik battaniyesi vardı. Dilenciler birbirine baktı ama içinden hiçbiri buna istekli olduğunu söyleyerek öne çıkmadı. Biraz zaman sonra biri konuştu, “Kraliyet başkentini korumak mı? Unut gitsin!”
Xie Lian adama baktı, adam kendi kendine mırıldanarak yere uzandı, “Kraliyet başkenti beni korudu sanki, hah, tabi bizden onları korumamızı isterlerdi. Ne halt ederseniz edin, beni hiç ilgilendirmez!”
Kayıtsız ses tonu öfkeyle doluydu. Xie Lian'ın anlayamadığı şey değildi ama elinden de bir şey gelmezdi. Açıkçası, bu tapınak tıpkı o adamın olduğu gibi aynı fakirler ve acılarla doluydu. Hiçbir karşılığı olmadığından kraliyet başkentinde geçirdikleri günler o kadar da iyi değildi, kim böyle bir zamanda yardıma gitmek isterdi ki? Zaten kışın ortasıydı, tapınağın içi ölesiye soğuktu ve kim çıkmak isterdi ki?
Xie Lian son kez şansını denedi, “ Eğer o yaratıklar kraliyet başkentini işgal ederse korkunç derecede kötü bir veba ortaya çıkacak ve bundan herkes etkilenecek.”
Yaşlı dilenci yere uzarken konuştu, “Hangi veba vücudumdaki bu karmaşık yerlerdeki yaralardan daha kötü olabilir ki?”
“Eğer bir veba olacaksa neden burayı terk etmiyorsunuz, ha? Burada kalma zorunda değiliz, zaten burası da berbat bir yer, nereye gitsek aynı şey.”
“Kraliyet başkentindeki güçlü, seçkin eski efendiler ve hanımları gitsin, birileri gidecekse neden biz gidelim?”
“Şey…” Xie Lian onlara doğrudan söyleyemedi. O güçlü, seçkin eski efendiler ve hanımlar da aynı şeyi düşünürdü; ben gitmem zaten kesin birileri gider. Ayrıca kraliyet başkentinde bir düzenleri olduğundan ve tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarında daha fazla şey olurdu, bırakamazlardı, böylece inançları daha da güçlü olurdu. Tabi onlar da bu şekilde düşünürse böyle olurdu, yoksa başarıya ulaşılamazdı.
Bir süre bekledikten sonra kimse ileri adım atmadı ve Xie Lian kararlı bir şekilde şöyle dedi, “Pekala, davetsiz geldiğim kusura bakmayın.”
Arkasını döndü ve yıkık tapınağı terk ettiler. Hua Cheng onu rahatlatarak, “Endişelenme, Gege. Benim de yanımda hareket eden insanlar var. Durumlar bildirildi, o insanları bulabiliriz.”
Xie Lian başını sallayıp onayladı. Ama aslında ona göre soru beş yüz kişinin bulunması değil bunu yapabilmek için gerekli olan zamanın tükenmesiydi, ayrıca sırf sayısı tamamlamak için alınan insanlar da ters etki oluşturabilirdi. Gökyüzüne bir bakış attı, dönüp dolaşan siyah bulutlar hala gökyüzünü kaplıyordu, amaçları ise tahmin edilemezdi.
Tam o sırada, aniden arkasından bir ses yükseldi, “BEKLEYİN BEKLEYİN BEKLEYİN! --BEN GELİRİM!”
Bunu duyan Xie Lian şaşırdı ve kafasını salladı. Sakat bacaklı adam tapınaktan topallayarak fırlamıştı. “Aradığınız insanlar, canlı oldukları sürece sorun olmaz değil mi? Yani sakat olsa da olur, haklı mıyım?”
Adamın hareketlerinin neden tuhaf olduğu ortaya çıkmıştı, yalnızca topal bir bacağı yoktu ayrıca bir kolu kırıktı ve kayıtsız ve gevşek şekilde sallanıyordu.
Nihayet gönüllü olarak öne çıkan birisinin olduğunu görünce Xie Lian’in kalbi mutluluk dolmuştu ve hemen cevapladı, “Kesinlikle sorun değil”
Bu adam da oldukça açık sözlüydü, “O halde anlaştık! Beni de götürün!”
Tapınağın içindeki dilenci kalabalığı şok oldu, “NE YAPIYORSUN SEN?? DİNLEMEDİN Mİ? TEHLİKELİ OLACAKMIŞ!!!”
“EVET! AYRICA ÖDEME DE YAPMIYORLAR! O KADAR KONUŞTULAR AMA ASLA PARADAN KİMSE BAHSETMEDİ!”
“KENDİ BULANIK SULARA ATMA!! GERİ GEL OL’ FENG!!”
“…”
Daha önce Xie Lian bu adamın fazlasıyla tanıdık göründüğünü düşünmüştü, ama hafızasındaki görünüşüyle bu hali tamamen farklıydı, ayrıca sesi de biraz pürüzlüydü bu yüzden Xie Lian tanıyamamıştı. Artık yan taraftaki insanların ona Feng olarak seslendiğini duyduğunda dank etmişti.
Xie Lian onu yakından izledi ve inanamayarak şöyle dedi: “…Lordum Rüzgar Ustası???”[2]
Dilenci yüksek sesle güldü, elini uzatıp yüzünü kaplayan siyah saçlarını kenara çekti, “Beni yakaladınız, Ekselansları!” o pis siyah saçlarında öncesinde de olduğu gibi parıl parıl parlayan bir çift göz vardı.
[1] Ying-yang’ın yang’ı: güneş, erkek, yaşayan
[2] Şimdi şurada ağlamaya başlayabilir miyim? Yavrucak ne hale gelmiş ☹
16 notes
·
View notes
Text
Bir anım var, içinde neşe, bol eğlence, akabinde korku, panik ve ölüm barındıran. Birçok dersler çıkarabildiğim, hayatımı sorgulamama vesile olan bir anı.
Bir gün Antakya’ya iki kardeş olan arkadaşları ziyarete gitmiştim. Ertesi gün sabahında Samandağı’na sahile birazcık da kuytu olan bir sahile gittik. Kahvaltımızı yapar, denize de gireriz diye düşündük. Kahvaltımızı yaptıktan sonra bir arkadaş sofrayı toparlarken ben ve diğer arkadaş denize atladık. Ne kadar denize doğru ilerlemeye çalışsak da dalgalar bir türlü izin vermiyordu açılmamıza. Dalga boyu yüksek olmamasına rağmen o küçücük dalgalar bizi atıveriyordu sahile. Biz bu çabayla uğraşırken bir aile geldi. Anne, baba, iki genç kız, bir de askerden yeni gelen abileri. Daha arabadan iner inmez genç kızlar üstlerindeki elbiseleriyle atlayıverdiler denize. Bizi içine almayan deniz, yutuverdi hemen onları. Bir bağrışma, feryat, figan koptu. Kurtarmak için kızları, abileri de atladı hemen. Bu kez üçü de boğulmaya başladı. Koştuk, atladık biz de onları kurtarmak için. Abileri gözden kayboldu, büyük olan kız kendi çabalarıyla kurtuldu. Profesyonel bir yüzücü arkadaş varmış ulaştı diğer kıza, yakaladı saçlarından uğraştı uğraştı çıkartamadı. Neredeyse kendisi de boğulacaktı zor düştü sahile. Öyle denizde ümidimizi kesmiş beklerken büyükçe bir dalga kızı önümüze kadar yaklaştırdı. El ele verip çok şükür tutup çıkardık sahile. Baygındı, gerekli müdahaleyi yaptılar, ayıldı sonra da ambulansla hastaneye kaldırıldı. Abilerini ise dalgalar yarım saat sonra bıraktı sahile. Ama iş işten geçmişti ölmüştü. Yeni terhis olmuş, askerden gelişi şerefine güzel bir gün geçireceklerdi. Kâbusu yaşadılar.
Başta dedim ya birçok dersler çıkarabildiğim bir anım diye. Başıma neşeli ya da hüzünlü bir hadise gelse aklıma düşer o anlar. Şimdi neşemi bozacak bir olay gelir mi? Hüznümü giderip beni selamete çıkaracak dalgavari bir değişim olur mu? Evet nasibimizde varsa, Allah bir dalga gönderir ulaştırır senelerce beklediğimiz arzularımızı. Nasibimizde de yoksa tüm insanlık, varlıklarla da işbirliği yapsa elinle de sımsıkı tutuyor olsan dahi uçuverir en olması muhtemel olurlar olacakken. Olmasında ya da olmamasındaki güzelliği biz göremeyiz. Allah Hakîmdir. İlmi de ezelidir. Hem çok merhametlidir. Bizi bizden ziyade düşünür. Her şeyi hikmetle, en olması gerekeni olacak şekilde yapar. Bunu bil, buna göre hareket et, ayık ol ve sabret.
54 notes
·
View notes
Text
Ceza - Suspus (Official Music Video)
youtube
🐺 Allah'a emanet. 🤘🙋 Kadın hamile kalmış doktora gidilip bakılmış ki ,
Bebek erkekmiş.
Aile mutlu çok mutlu.
Bebek doğdu, pipisini gösterdi amcalara.
Amcalarda bayram sevinci. Dünyanın en gerekli organını gördüler çünkü.
Bebek terledi, çırılçıplak soydular, evde misafirlikte, mahallede böyle gezdi. Bu hakka sahipti çünkü pipisi vardı.
Bebek biraz büyüdü. Sünnet olacak.
Davullar, zurnalar, hediyeler… Çocuk düşündü;
“Sanırım bu çok önemli bir organ”
Çocuk aklının en karanlık köşesine yazdı.
Üç beş güzel kız var gittikleri yerde, annesi babası dedi ki:
“Hangisini alayım oğlum sana?”
Çocuk düşündü:
“Sanırım karşı tarafa sormaksızın seçme hakkım var”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk acıktı, sofrasını varsa kız kardeşleri ve annesi hazırladı. Yemek bitince topladılar.
Çocuk düşündü:
“Sanırım kızlar/kadınlar bana hizmet etmekle yükümlü. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Ebeveynler de ise torun olarak sadece oğlunun erkek çocuğunu torundan sayarak düğününde bile günlerce davul çaldıracaklarını yüksek söyle anlatmaya başladılar.
Kalabalık bir yemek daveti, herkes masaya sığmayacak. Erkekler ve yaşlılar masaya oturdu. Çocuğu da masaya oturtturdular. Annesi ve varsa kız kardeşleri yerde oturuyordu.
Çocuk düşündü:
“Sanırım önemli olan erkeklerin konforu.”diye
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Servis yapılacak, önce erkeklere yemek verildi, erkekler yardım etmedi.
Çocuk düşündü:
“Sanırım öncelikli olan erkeklerin karnının doyması. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuğun kız arkadaşı oldu.
Bütün sülale duydu. Herkesin ağzı kulaklarında. Densiz bir dede :
“Neler yapacan bahim gızlaraaa”dedi.
Çocuğun annesi ve babası:
“Oğlumdan daha iyisini mi bulacak?” dediler.
Çocuk düşündü:
“Sanırım en iyisini hak eden benim ve bu yüzden kızlara rızasıyla ya da rızasız istediğimi yapabilirim. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk büyüdü, arkadaşlarıyla dışarı çıktı, gezdi, eğlendi. Eve geç geldi paşalar gibi karşılandı. Kız kardeşi eve geç geldiği için azar işitirken , dövülürken.
Genç düşündü:
“Sanırım eve istediğim saatte girip çıkabilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Kavga etti, ağzı burnu kan içinde.
Annesi, babası:
“Koçum benim helal olsun. ” dedi
Genç düşündü:
“Sanırım güçlüyüm ve sorunlarımı bu şekilde halledebilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Genç büyüdü
Ama bir türlü insan olamadı çünkü; onu yetiştirenler onun her bakımdan olağanüstü bir kişi olduğunu olacağını anlattı durdu. Hatta miraslarını bile kızlardan kaçırıp ona nasıl verileceği planlar yaptılar durdular. Sonra bu bakış açısı öğretilenler anlatılanlar “O”nun ayrıcalığı devreye girdi
…
Ve hafızaya yazılanlar uygulamaya koyuldu……. 🙋
9 notes
·
View notes
Text
Kadın hamile.
Bebek erkekmiş.
Aile mutlu çok mutlu.
Bebek doğdu, pipisini gösterdi amcalara.
Amcalarda bayram sevinci. Dünyanın en gerekli organını gördüler çünkü.
Bebek terledi, çırılçıplak soydular, evde misafirlikte, mahallede böyle gezdi. Bu hakka sahipti çünkü pipisi vardı.
Bebek biraz büyüdü. Sünnet olacak.
Davullar, zurnalar, hediyeler… Çocuk düşündü;
“Sanırım bu çok önemli bir organ”
Çocuk aklının en karanlık köşesine yazdı.
Üç beş güzel kız var gittikleri yerde, annesi babası dedi ki:
“Hangisini alayım oğlum sana?”
Çocuk düşündü:
“Sanırım karşı tarafa sormaksızın seçme hakkım var”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk acıktı, sofrasını varsa kız kardeşleri ve annesi hazırladı. Yemek bitince topladılar.
Çocuk düşündü:
“Sanırım kızlar/kadınlar bana hizmet etmekle yükümlü. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Kalabalık bir yemek daveti, herkes masaya sığmayacak. Erkekler ve yaşlılar masaya oturdu. Çocuğu da masaya oturttular. Annesi ve varsa kız kardeşleri yerde oturuyordu.
Çocuk düşündü:
“Sanırım önemli olan erkeklerin konforu.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Servis yapılacak, önce erkeklere yemek verildi, erkekler yardım etmedi.
Çocuk düşündü:
“Sanırım öncelikli olan erkeklerin karnının doyması. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuğun kız arkadaşı oldu.
Bütün sülale duydu. Herkesin ağzı kulaklarında. Densiz bir amca:
“Neler yapacan bahim gızlaraaa”dedi.
Çocuğun annesi ve babası:
“Oğlumdan daha iyisini mi bulacak?” dediler.
Çocuk düşündü:
“Sanırım en iyisini hak eden benim ve bu yüzden kızlara rızasıyla ya da rızasız istediğimi yapabilirim. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk büyüdü, arkadaşlarıyla dışarı çıktı, gezdi, eğlendi. Eve geç geldi paşalar gibi karşılandı. Kız kardeşi eve geç geldiği için azar işitirken , dövülürken.
Genç düşündü:
“Sanırım eve istediğim saatte girip çıkabilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Kavga etti, ağzı burnu kan içinde.
Annesi, babası:
“Koçum benim helal olsun. ” dedi
Genç düşündü:
“Sanırım güçlüyüm ve sorunlarımı bu şekilde halledebilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk büyüdü, Ev, İş, Güç sahibi oldu.
Ama bir türlü adam olamadı.
Bu kültür herkeste olmasa da
ülkenin bir çoğunda böyle .
Bu yüzden birey yetiştirmek
Çocuklara Para, mal, mülk bırakmak değil.
Çocuğa sevgiyi saygıyı ,annesine ve kadınlara aşılamak olmaktır.
Ve bu sevgi,saygı sadece insan sevgisi ve saygısı
İle sınırlandıramaz...
(Alıntıdır)
33 notes
·
View notes
Text
Adamın biri, her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş.
Dönüşünde sorarlarmış:
- Ne gördün?
- Dünya güzeli deniz kızları gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı, dermiş hep
Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten Dünya güzeli deniz kızları görmüş, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış.
Döndüğünde yine sormuşlar:
- Ne gördün?
- Hiç demiş... hiç bir şey...
Oscar Wilde'ın yukarıdaki harika öyküsünü ilk okuduğumda ortaokuldaydım ve ne demek istediğini anlamamıştım. Daha sonra unutmuşum. Yıllar sonra rastladığım Haldun Taner’in bir sözü bana öyküyü hem hatırlattı hem de ne demek istediğini çok çarpıcı bir şekilde gösterdi.
Şöyleydi söz:
“Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur.”
Daha sonraları ise bu tema pek çok edebi eserde karşıma çıktı. Örneğin Simyacı’da.. Hâlâ okumamış olan var mı bilmiyorum ama hatırlarsanız orada bütün yaşamı boyunca tek hayali para biriktirip Mekke’ye Hac'ca gitmek olan bir dükkan sahibi vardı. Adam; artık gerekli parayı fazlasıyla biriktirmiş olduğu halde bir türlü gitmiyordu. Bu hayalin kendisini yaşama bağlayan çok önemli bağ olduğunu düşünüyor ve onun gerçekleşmesi halinde bu önemli bağı yitireceğinden korkuyordu. Haklıydı aslında.
Düşünüyorum da... Hepimizin böyle hayalleri var, mutluluğumuzu bağladığımız,gerçekleşene kadar yaşamı sanki ertelediğimiz...
Acaba hiç düşünüyor muyuz; bu istediğimiz her neyse, gerçekleştiğinde iyi mi olacak?
Bir düşünürün hep aklımda tuttuğum bir sözü vardır:
“Bütün Duâ'larımı kabul etmediği için ALLAH' a şükrediyorum” diye.
Belki de daha az üzülmeliyiz gerçekleşmeyen hayallerimiz için. Belki de aslında sevinmemiz, mutlu olmamız gereken bir şey için gözyaşları döküyoruzdur. Belki de olaylara bir de bu açıdan bakmayı artık öğrenmeliyiz…
(Alıntıdır)
Yalnız, hakkınızda hayırlı olan hayallerinizin gerçekleşmesi dileğiyle…
60 notes
·
View notes