#çocuk kalbi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bugün kuzenimin kızı ile okul dönüşü markete gittik. Hala sana birşey anlatacağım diyor ama öyle heyecanlı ki biran önce anlatmak istiyor... Dedim hadi anlat dinliyorum. Annem diyor yanlışlıkla boykot ürünü aldı, kasaya geldiğimizde çok utandım boykot ürünü alıyoruz diye diyor.. sonrasında uyardığını söyleyip öyle bir gülücük atıyor ki görmelisiniz (: bunu düşünen ilkokul 1. sınıfa giden bir çocuk.. Lütfen bu boykot konusunda duyarlı olalım..
55 notes
·
View notes
Text
Gülümseyen bir gökyüzü,
şarkı söyleyen bir anne,
çalışan namuslu bir adam,
okuyan çocuklar...
İşte bunların hepsi güzel şeyler.
88 notes
·
View notes
Text
#geceye#geceye bir söz bırak#geceye not#geceyebirnotbırak#geceyedair#3391kilometre#alintilarim#egeninincisi#alıntı#egeninizmiri#edebiyat#uykuhuzurverir#uykusuzlukbelirtisi#kalbi kırık#çocuk#egeninışıkları#egeizmirindir#izmiregenindir#kitap alintisi#kitap alintilari#postlarım#post#my post#tumblr postları#kesfet#benibisen anlardin#ay benim gece senin#acı#aşk acıdır#acı sözler
54 notes
·
View notes
Text
Çok mutluydu kadın.
Dünyanın nasıl bir yer olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Sadece iyi düşünen, güzel bakan çocuksu bir yani vardı.yirmi yaşına kadar herseyden bihaber olarak yaşadı. İçinde hep saf duygular besliyor, dışarıda çocukların oyunlarına katılıyor ve hep şarkılar söyleyerek danslar ediyordu .sonra sonra aşık oldu . Saftı. Bihaberdi olacaklardan .
Kalbi gibi güzel sevdi ...
Heyecanlıydı...
Daha da çocuk oldu sevilince.
Haberi yoktu,sevgisiyle sinanacaktı.
Ve birgun yitirdi tüm cocuksu duygularını .
Büyüdü kadın....🌱
131 notes
·
View notes
Text
Zor zamanlarda teskin için iyi bir duraktır , çocuk kalbi.
46 notes
·
View notes
Text
Yaşadığım kadar varım işte, her şeyin sıradanlaştığı şu dünyada yılın hangi günü doğduğumun -artık- pek de bir önemi yok açıkcası. Ama işte her yaşın kendine göre bir hikayesi var elbet. Var oluşlar, buluşlar, vazgeçişler.. keşfetmek heyecanlandırmıyor artık beni. Ben daha çok ne yaşayacağını bilmek isteyenlerdenim. Rutinleşmiş dingin bir yaşayışın içinde huzurun peşindeyim. Huzur'u kalp istemiştim geçen yaşımda, mutlu olmak tek başına yetmiyor anlamıştım. Şimdi de huzur'u kalbin tek başına yetmediğini yaşadığın çevrenin de huzurlu kalplere sahip olması gerektiğini anladım. Artık daha sakinim, yetişkin olmanın ne kadar sancılı bir süreç olduğunu anladığımdan beri keşke çocuk kalsaydım diyemiyorum. Tekar o sancıları yaşamak istemiyorum. İnsan büyüdükçe çocukluğunun elinden tutmak istiyor. Ve yaş almanın en güzel yanı kendi elinden tutabiliyor olmak. Bu yaşımda kendimi bulmuş, huzurlu kalpleri ve huzur'u kalbi bulmuş olmam temennisi ile hoş geldin yeni yaşım.
24 notes
·
View notes
Text
"Başkası için atan bir kalbi, kendi vücudunda taşımak çok ağırdır çocuk."
23 notes
·
View notes
Text
Hoşgeldiniz. Buyrun. İşte kalbim. Adımı unuttuğum zamanlarda ÖcüAdam'ım Gövdesi ihlal edilmiş bir yetimim. Şu kapıdan buyurun, az ilerisi kalbim. Benim kalbim bir ıslahevidir doktor. Yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde Benim kalbim gövdesi ıslahevlerine çakılı bir kuştur Uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde Kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor Tıkanır, ölür metropollerde.
Korkarım sevgili doktor, bu mektuba kendimi üzerek başlayacağım Çabuk büyüyen bir çocuk gibi, Ceplerimin nerede olduğunu unutacağım önce Ve mazi gizlenecek bir yer bulamayacak kendine. Sonra bir menekşeyi teheccüde kaldırmayı unutacağım. Nerede ölürsem bahtıma idamlar çıkar Gülümseyen bir arap olacak yüzümün size bakan tarafı, Terkedip gitmelerin ağırlaştığı bir güz olacak öte yarısı.
Alnımın dokunduğu yerden savaşlar artacak Ve bahar giysilerine bürünmüş gelirken kıyamet ''gönüllü mağlupları olacak hayatın'' doktor. Yarından korkan ÖcüAdam böyle söyler.
Ah kalbin moğolları! size verecek ne kaldı Bir kitap olup yandı da o Külünden zehir kaldı Bir hayal olup uçtu da Gökte melekler bağırdı ''eve dön, eve dön!''
Döndüm ki; şehrin ağrıları üstüme kaldı.
/toplu insan mezarları/ Üstüme kaldı.
Bir ilkokul atlasında gemilerim yandıydı Cenevizden geliyordum, elimde mektuplarım vardı. Elimde ölü bir kızın sağır saçları vardı Bir mevsimin ortasında kalakaldıydım
Size kendimden bahsediyorum doktor.
İyi ruhların arasında dolaşan bir gölgeden. Acıdan çatlamış kalbi soğuğa dayanıklı kılan bir bilgiden.
Terkedilmiş şizofrenleri kendine çeken vadiden.
Keşişlerin hüznünden.
Ayları karıştıran kişinin Tababet-i ruhiyyesinden.
Size kendimden bahsediyorum doktor Ben ÖcüAdam ve ben kar yağarken ıslanmam.!
236 notes
·
View notes
Text
Kışı bayram yapın çocuklarım.
Çok güzel!
Fakat kışın kendilerine yoksulluk ve ölüm getirdiği binlerce çocuğu da düşününüz.
64 notes
·
View notes
Text
Ahlar zındanında dağlı bir yanım ,
Bir bulut havayı yüze böler
yüz yaraya bulaşır kanım
güvercin ağzı umut ,
kanatsız göklerdeyim tut.
Ayakları çoktan eskimiş
taşrada yabancı yüz,
Harami çullarında saklı sükut...
köleliğim taşlara abone ,
kara ellerimde şımşırak oynar
ceplerinde misket eskisi çocuk.
Bu göğü iyi bilirim, kalbi yıldız kaynar.
~bu göğün yerlisiyim~
A.A
20 notes
·
View notes
Text
Hicret ruhu: Direniş, Diriliş ve Yenileniş yolculuğu
Hicrî yeni yıl başladı. 1446 sene geçmiş Peygamber Efendimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicretinin üzerinden.
Hicret, fetih ruhudur; insanın iç dünyasını fethi; nefsini teslim alması; kalbine giden yolları döşemesi.
Hakikatin yol haritasının başlangıcı, iç dünyanın fethiyle başlar. Sonra içeride yapılan fetih, dışa yansır, yansıtılır: Enfüs’ten âfâk’a sınırsız bir fetih yolculuğuna çıkılır: Aklın, kalbin ve ruhun kuleleri dikilir sabırla… Hakikat medeniyetinin tohumları ekilir, çileyle, aşkla ve neşve’yle…
Bugün sütunumu, zevkle ve istifade ederek okuyacağınızı umduğum yıllar önce özene bezene kaleme aldığım, dokunmadan sizlerle paylaşmak istediğim zihin açıcı bir hicret yazıma ayırıyorum.
Hicret, sadece İslâm takviminin başlangıcı değildir. Hicret, esas itibariyle, Müslümanca duruş, bakış, duyuş, düşünüş ve yaşayış yolculuğudur. Direnişin / ilim, dirilişin / irfan ve yenilenişin / hikmet yolculuğunun hem miladı hem de adıdır.
Milat, başlangıç demek; doğum demek...
Hicret, müslüman zamanının başlangıcıdır ama müslüman zaman idrakinin çağları aşan, müslümanı her dem diri tutan, yenileyen hayat ve ruh ikliminin şifrelerini sunan bir yol haritasıdır.
O yüzden, doğum, bir yerde, insanı hakikatle buluşturan bir kıvılcım çakmıyorsa, bir umut ateşi yakmıyorsa, bir ufuk açmıyorsa, bu doğum, diriliş ve varoluş tohumları eken bir doğum değildir; ölü doğumdur.
Ve oradan diriltici Hicret’e, Hicret ruhuna hicret etmek vakti gelmiş demektir...
HİCRET’LE GELEN: HAKİKAT MEDENİYETİNİN DOĞUM MÜJDESİ...
Bir diriliş çocuğu’dur hicret; özenle bakılan, sevgiyle büyütülen, muhabbetle yetiştirilen, aşkla, şevkle ve zevkle yeşertilen bir “peygamber çiçeği”.
Mekke’den medine’ye gerçekleştirilen sarsılmaz bir direniş, diriliş ve varoluş yolculuğu...
Tohumları mekke’de müminlerin ruhlarına ekilen, som altından üretilen soylu bir aşk ateşi, sönmez bir ışık...
Allah’a ve Rasûlü’ne yapılan eşsiz, benzersiz, bitimsiz, doyumsuz yolculukla hakikat meşalesinin aşkla tutuşturulması...
İnsanı meleksileştiren, kanatlandıran; şirkten, zulümden, küfürden / hakikatin üstünü örten perdelerden kurtaran; tevhidle / hakikatle, nurla / aydınlıkla buluşturan; mekke,de kendilerine getirerek kendilerinden geçirdiği müminleri medine’de, kendilerinden geçirerek kendilerine getiren eskimez, pörsümez, sönmez bir hakikat güneşi...
Bütün insanlığa ve bütün varlığa hayat sunacak, ruh üfleyecek hakikat medeniyetinin doğum müjdesi...
DİRİLİŞ ÇİLESİ VE DERÛNÎ HAKİKAT SARAYI...
Mekke olmasaydı, medine olabilir miydi?
Hicret, önce mekke’de gerçekleşti: Mekke’de içe doğru bir hicret yaşandı: İnsanın iç dünyası imar edildi.
Putlar yıkıldı. İç dünyanın lât, menat ve uzza’larıyla savaşıldı.
İnsanın nefsiyle hesaplaşma süreci başlamıştı artık...
Kendi’yle... Ben’iyle... Boğucu dünyasıyla...
Kalbine kavuştu insan...
Hicret, bir inkılaptı iç,te gerçekleşen, dışa açılan ve ışık saçan...
Duran kalbi gümbür gümbür vuruyordu artık insanın: Demiri dövüyordu insan: Ateşle yüzleşmişti:
Yanıyordu ateşte... Pişiyordu...
Putları birer birer deviriyordu...
Benini, hırslarını, ihtiraslarını, malını, mülkünü terk ediyor; dünyanın ayartıcı, körleştirici, köleleştirici kapılarını birer birer kırıyordu...
Mülk âleminden melekût âlemine açılan engin bir koridor örüyordu. Kendine geliyor, kendini buluyor; kendinden geçiyor, hakikate eriyor ve hakikatle dost oluyordu.
Diriliyordu “çocuk”: Her türlü puta, her türlü şirke, her türlü zulme, her türlü küfre meydan okuyan bir hakikat sarayı inşa ediyordu bedeninde ve ruhunda.
Mekke’de diriliş hamlesi gerçekleşmiş, mü’min’in iç dünyasında sarsılmaz, muhkem bir hakikat sarayı inşa edilmişti.
GÖKKUBBE İNŞASI VE VAROLUŞ HAMLESİ
Bir kaşık suda boğulmak isteniyordu diriliş ruhu ve “çocuğu”... çıkarları, putları, çıkarcı ve putperest, zâlim ve haksız düzenleri sarsılma emareleri gösteren mekkeli egemenler tarafından.
İşte mekke’den medine’ye hicret emri bundan sonra geldi: İnsanın iç dünyasında örülen hakikat sarayının dış dünyaya da açılması, genişletilmesi; bir gökkubbenin inşa edilmesi gerekiyordu.
Hicret, bir varoluş, yenileniş hamlesiydi: Mekke’de ekilen diriliş tohumlarının medine’de meyveye durdurulması mücahedesi, mücadelesi ve çilesi...
MİLAT: DOĞUM ÂNI...
Dış dünyanın onarımı ve imarı, zorlu bir varoluş süreciydi: Her türlü dışa açılma, savrulmaya dönüşebilirdi.
O yüzden, dışa açılırken, imar edilen iç dünyanın ışıkları, yol fenerleri olmalıydı mü’minlerin.
O yüzden, hicret, dış dünyanın ele geçirilmesi değil, Allah’a ve Rasûlü’ne yönelerek dış dünyanın adamakıllı bir şekilde elden geçirilmesi, putlardan, şirkten, küfürden, zulümden, haksızlıklardan arındırılması yolculuğuydu.
Zorlu ve meşakkatli bir yolculuktu bu: Milat olacaktı. İnsanlığın ve varlığın kendiyle, yani hakikatle buluşma miladı, başlangıç noktası, doğum ânı.
HAKİKAT SÛRETİNE BÜRÜNEN İNSAN’DAN...
Mekke’de, hakikat, hayat bulmuştu, insanın iç dünyasında gerçekleştirdiği diriliş inkılabıyla.
Şimdi medine kurulacak, hakikat, Hayat olacaktı.
Ve medeniyet sürecinde, herkese hayat sunacak hakikat gökkubbesinin tohumları ekilecekti...
Medine, kent değildir: Mekke’de inşa edilen hakikat sarayına yerleşen “küçük âlem”in yani insanın, “büyük insan”la yani “âlem”le buluşacağı bir hakikat şarkısı bestelediği ve sahnelediği sekînet yurdudur.
...İNSAN SÛRETİNE BÜRÜNEN HAKİKATE...
Medine, hakikat sûretine bürünen insanın ve insan sûretine bürünen hakikatin hem vasatı, hem de vasıtasıdır. Medine, Hz. Peygamber’in (sav) bizatihî kendisidir. Peygamberimiz, kendisini sadece Medine / şehir (“dünya”) olarak değil, “ilmin medinesi” (ilmin dünyası, kaynağı, rehberi) olarak da tarif etmiştir.
O yüzden, Hicret, bir duyuş / his ve idrak inkılabının, bir düşünüş / zihin inkılabının, bir bakış / duruş inkılabının, bir varoluş / kardeşlik inkılabının, bir varkılış / medeniyet inkılabının; kısacası aşk ateşinin hakikat kıvılcımlarını çaktırdığı, bütün insanlara ve çağlara yapılan bir çağrının adı ve miladı.
Hiç bitmeyen, her dâim yenilenen, her dem yenileyen bir aşk ateşiyle öze dönüş ve hakikati aşkla meşk yolculuğu... Ne mutlu, hicretin ruhuna eren, her dâim Hicret yolculuğuna çıkan hakikatin hakikatli çocuklarına... Selâm onlara...
Yeni Şafak Yazarı : Yusuf Kaplan
8/07/2024 Pazartesi
28 notes
·
View notes
Text
Çocukken güneş olmak isterdim,
Sonra anladım ki en iyisi çocuk olmak.
Çünkü güneşten sıcaktı kalbim.
Büyüdüm derken, yaşam denen ayazda üşüdüm.
Soğudu buza döndü kalbim.
Ne "güneş" olabildim,
Ne "çocuk" kalabildim.
Özdemir Asaf
..
Sakın bir şeyi bırakma yarına;
Yarın yok ki.....
Özdemir Asaf
11.6.1923 Doğduğun güne selam olsun Şiirin "utangaç kalbi "
32 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
231. BÖLÜM - Hünerli zar - Yuvarlanan hep yek kalbi korkutuyor - 3
Karanlığın içinde o figür bir adım attı ve sonunda ateşin ışığı altında meydana çıktı.
Mu Qing’in yüzü karanlıktı ama konuşmadı, Feng Xin Xie Lian’i tuttu ve ekledi, “Cennet Başkentinde insanları ararken aniden arkamdan biri bana çarptı, yoksa neden düşeyim ki?"
Xie Lian'ın zihni hızla döndü ve gözlerini kırpıştırdı, "Sana vuran o muydu?"
Feng Xin kesin bir ifadeyle, "Hiç şüphesiz oydu!" dedi.
"Peki sana vurduktan sonra hemen bayıldın mı?" diye sordu Xie Lian.
"Oldukça!" dedi Feng Xin, "Her iki durumda da Ekselansları ona dikkat edin, çok yaklaşmayın ya da onu yakalayın!"
Mu Qing kendi kendine yemin etti, "Saçmalı..."
Xie Lian hemen araya girdi, "Bekle! Feng Xin, burada bir sorun var. Eğer seni arkadan pusuya düşürdüyse ve hemen ardından bayıldıysan - sana arkadan vuran kişinin Mu Qing olduğunu nereden biliyorsun?"
Feng Xin onun bu soruyu soracağını tahmin etmemişti ve geri çekildi. Mu Qing o anı anında yakaladı ve kamburunu çıkardı, "O sırada Cennet Başkenti kaos içindeydi, herhangi birinin seni bayıltması garip olmazdı, ama sen bu karmaşayı benim üzerime attın, yanlış gördüğünü kabul edemez misin?"
Ancak Feng Xin, Xie Lian’a tutundu ve ayağa kalktı, ses tonu karanlıktı, “Hayır, kesinlikle sendin!”
“Bu suçlaman neye dayanıyor?” Mu Qing talep etti.
Feng Xin açık bir şekilde ifade etti, “Gayet açıktı çünkü cennet başkenti tutuşmuş her yer alev alevdi ve yer arkamdaki o kişinin gölgesini yansıtıyordu. Arkaya dönüp bakma şansım olmamasına rağmen düştüğümde saldırı hareketini ve gölgenin şeklini gördüm. Senin gölgendi!”
Xie Lian ikilinin sözlü darbelerini dikkatle izledi. Mu Qing hâlâ geri adım atmadı, “Tek yaptığın konuşmak ama gözlerinle hiçbir şey görmedin ve gölgelerin gerçeği bulanıklaştırması normaldir yani sadece bir gölgeye dayanarak onun benim olduğunu nasıl belirleyebilirsin? Neredeyse bayılacakken ne görebilirsin ki?”
“Aradaki farkı anlatıp anlatamayacağımı çok iyi biliyorsun, ekselansları da.” Dedi Feng Xin.
Xie Lian cidden biliyordu. ne olursa olsun o üçü beraber büyüdü, beraber xiulian uyguladılar, birbirlerinin hareket ve hallerini daha fazla bilemezlerdi bu yüzden yüzünü görmese bile hala yüzde seksenden fazla emin olabilirdi.
“Ekselansları, buraya beraber mi geldiniz?” Feng Xin sordu, “Yolda gelirken şüpheli bir şey yaptı mı?”
“Şey…” dedi Xie Lian.
Doğruyu söylemek gerekirse Mu Qing yol boyunca istikrarsız, gergin ve şüpheli görünüyordu. Ama bu durumda Xie Lian’in bunu Mu Qing’in yüzüne söylemesi kolay değildi. Feng Xin devam etti, “Hayır! dikkatlice düşünün, onun geldiği gerçeği bile şüpheli. Kişiliği gereği, o neden insanları kurtarmak için tehlikeyi göze alsın ki? Mu Qing’den bahsediyoruz.”
Mu Qing’in yüzü gittikçe karardı, “Kesinmiş gibi şeyler söyleme. Bir çocuk sahibi olmak senin yapacağın bir şey değil, ama yine de durum belli.”
“…”
Xie Lian bu konuşmanın nereye gideceğini hissedebiliyordu ve hızlıca lafa girdi, “Pekala, tartışmayın. Eğer tartışmaya devam ederseniz sakinleşmek için deyim çalışmak zorunda kalacağız!”
Mu Qing ekledi, “Ayrıca, seni ben itmiş olsam neden seni bulmak amacıyla onları buraya çekmeye bu kadar çaba harcayayım ki?”
Feng Xin cevapladı, “Çünkü arkamdan ittikten sonra yine de senin yaptığını söyleyeceğimi düşünmedin! Ve burası hangi cehennemse belki de ekselansları ve diğerlerini beni bulmak için buraya çekmedin. Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur yarı yolda sizden ayrılmadı mı?”
“Ekselansları ve diğerlerini çok tehlikeli bir tuzağa çekmek için bana sahte demeye mi çalışıyorsun? Pekala, kusura bakma ama ekselansları ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur tüm yol boyunca benimleydi, hiçbir şey fark etmemelerine imkan yok.”
“Doğru, evet…” dedi Xie Lian.
Ama bu sadece Mu Qing rotası için doğruydu. WuYong yer altı sarayına girdikten sonra yer değiştirmediğini kim söyleyebilir? Hiçbir şey kesin olamazdı.
Mu Qing, Feng Xin'e baktı ve ekledi, “Ekselansları en iyisi ondan uzak durmanız. Sonuçta geldiğimizden beri yalan söylüyor, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur da ortadan kayboldu ve şimdi de bizi ayırmaya çalışıyor, onun sahtekardan daha fazlası olduğunu düşünmüyor musunuz?”
Yüzü olmayan beyaz önceden o ikisinin kılığına girip gizlemişti, yani bir daha yapsa sürpriz olmazdı. Xie Lian alnını ovuşturdu, “Şuna ne dersiniz? Neden ikiniz sadece üçümüzün bildiği bir şey söylemiyorsunuz, böylece kimliklerimizi doğrulayabiliriz?”
“Ne gibi?” sordu Mu Qing.
Xie Lian düşündü ve gelişigüzel bir şekilde şöyle dedi, “Karlı dağın zirvesinde neden ikiniz birbirinize bağırıyordunuz?”
Bu öneriyi verdikten sonra diğer ikisinin yüzü dondu, Xie Lian ellerini kollarının içine soktu, “Eğer dedikleriniz birbiriyle uyuşmazsa o zaman ikinizden biri sahte. Hadi hemen doğrulayalım.”
Ancak bu ikisi sadece birbirlerine baktılar ve tek kelime bile konuşmadılar. Xie Lian ilk başta o kadar da meraklı değildi ama elinden olmadan meraklandı. Bir zaman sonra soruyu umursamadı, “İkiniz de bir noktayı atlıyorsunuz. Onun gerçek bir şey olmadığından şüphelenmedim.”
Mu Qing gözlerini kıstı, “O zaman ne demek istiyordun?”
Feng Xin açıkça söyledi, “Baştan beri onun gerçek Mu Qing olduğunu düşündüm. İkimize de katlanamıyor o yüzden hiçbir şey yapmaması onun için garip olmaz.”
Mu Qing'in elleri yumruk haline geldi, eklemleri çatırdadı, elini hafifçe vurarak dışarı doğru savurdu!
Feng Xin yaralıydı bu yüzden darbeden zar zor kurtuldu. Ve böylece ikisi kavga etmeye başladı. Xie Lian bunun olacağını tahmin etse de elinde olmadan başı zonklamaya başladı, “Sakin olun… Neden biraz deyim çalışmıyoruz, hm?”
Darbeleriyle Xie Lian havadaki kana susamışlık aurasının gittikçe daha da arttığını hissetti. Birkaç ateş ışığı topu gelişigüzel bir şekilde tüm odayı aydınlatarak etrafta uçtu. Xie Lian ancak o zaman duvarların ve rafların son derece ürkütücü birçok çeşit süvari kılıcı, mızrak, kılıç ve birçok silahla dolu olduğunu fark etti.
Görünüşe göre burası cephanelikti. Havanın kana susamış aura ve soğuklukla kaplı olmasına şaşılmamalıydı.
Xie Lian’ın da kendi çok sevdiği ve değer verdiği, içinde zaman geçirirken zaman algısının kaybolduğu cephaneliği vardı, ama bu cephanelik onu o kadar rahatsız hissettirdi ki içinde bir dakika daha durmak istemedi. Ama hangi sözlere güvenmesi gerektiğini ya da hangi tarafa yardım etmesi gerektiğini bilmiyordu –doğruyu söylemek gerekirse ikisi de çok şüpheliydi.
En sonunda Xie Lian ancak seslenebildi, “RuoYe!”
Önce onları bağlayıp konuşma sonraya kalacaktı!
Çağırılmayı bekleyen RuoYe sonunda gösteri yapma şansı buldu ve fırladı. Ancak beklenmedik şekilde beyaz ipek kumaş çıkmadan önce Xie Lian aniden arkasından bir başka soğukluğun geldiği hissetti.
Saldırısının yönü anında değişti. RuoYe'yi yakaladı ve onu arkaya doğru salladı. Beyaz ipek kumaşın bir şeye yakalandığını hissettiği an Xie Lian RuoYe’yi kavradı ve tüm gücüyle aniden çekti ancak o neyse yerinden hareket etmedi.
Xie Lian korktuğunu hissetti ve devamında diğer eliyle de RuoYe’yi çekti, sırtı sağlam bir şekilde kucaklaşmaya çarptı ve hatta beline saplanan soğuk ve sert bir şey bile vardı. Xie Lian, “???”
Vücudu o kadar sağlam görünmese de fiziksel gücü oldukça zorluydu. Karşı taraf devasa bir yaratık olmadığı sürece o halde nasıl kolayca çekilebiliyordu?
Xie Lian tam karşılık vermek üzereydi ki bir elin beline dolandığını ve yukarıdan bir ses geldiğini hissetti, “Gege, benim.”
“San Lang?” diye sordu Xie Lian.
Aşağıya baktığında, onu çevreleyen elin akçaağaç yaprakları, kelebekler ve canavarlarla oyulmuş gümüş bir kolluk taktığını gördü; başını çevirdiğinde, onu yakalayanın uzun boylu, ince yapılı, kırmızı giysili, sakin ve ağırbaşlı bir adam olduğunu ve belinde gümüş bir pala asılı olduğunu gördü. Az önce beline saplanan şey büyük olasılıkla bu pala kabzasıydı.
Hua Cheng!
Xie Lian hemen anladı: Meğer az önce onu bilerek Hua Cheng'in yanına sürükleyen RuoYe'ymiş, yani ikiye karşı bir dövüşüyormuş, tabii ki bu kadar kolay çekilmiş!
Kendini dengeledi ve suskun bir şekilde RuoYe'yi kaldırarak "Seni küçük hain..." diye mırıldandı.
RuoYe akıllıca ölü taklidi yaparak kıpırdamadan yatıyordu. Xie Lian da daha fazla konuşmak istemedi ve onu bir kenara fırlattı, "San Lang, az önce ne oldu? Arkamdan gelmiyor muydun? Ustam nerede?"
“Bu yer çok garip.” Dedi Hua Cheng, “Yarı yolda, geri dönüş yolu tamamen mühürlenmişti. Biraz zor bir şeyle karşılaştık, o yüzden onunla ilgilenmek biraz zaman aldı.”
Hua Cheng bile bunun biraz zor olduğunu söylediyse görünüşe göre o şey gerçekten zorluydu. Xie Lian hafifçe endişelendi, “İyi misin?”
“Tabii ki.” Dedi Hua Cheng, “Ancak Guoshi'nin nerede olduğu şu anda bilinmiyor, dolayısıyla daha derinlere inmeye devam etmemiz gerekebilir. Bu arada şu ikisi neden kavga ediyor? Çok gürültülü.”
”Ah, onlar…” Xie Lian aşağıya baktı.
Mu Qing ve Feng Xin sonunda onların durumunu fark etmişti Mu Qing aniden bağırdı, “Hey! Dikkat et, sen! Öylece bir anda ortaya çıkan insanların yanında durma!”
İkisi geçici olarak ateşkes çağrısında bulundu ve Feng Xin şunu söyledi, “Ekselansları, onu görür görmez hemen üzerine atlayıp sarılma!”
Xie Lian hemen kendini açıkladı, “NE? Ne demek istiyorsun? Sorunun üstesinden gelen kişi ben değildim. RuoYe’nin hatası…” Neden bu kadar gergin olduklarını birdenbire anlayınca sesi azaldı.
Mu Qing ve Feng Xin sahtekar olmakta şüpheli olduğundan o zaman… Hua Cheng de aynı durumda olmaz mıydı?
Önünde duran gerçek ‘Hua Cheng’ miydi?
Hua Cheng kaşını kaldırdı, “Yani şu an benim gerçek olup olmadığından şüpheleniyorsunuz, ya siz?”
Xie Lian bir elini dirseğinin altına koydu ve diğer eliyle de çenesini destekleyerek onu dikkatlice gözlemledi.
Hua Cheng onun bakışını fark etti ve o da gözlerini ona doğru hareket ettirdi.
“…” Xie Lian daha fazla o bakışla gözlemleyemezdi, biraz düşünceye daldıktan sonra sonuca vardı ve diğer ikisine dönerek, “Bence bu gerçek olan.”
Mu Qing bıkmıştı, “Senin ‘düşündüğün’ doğru olmayabilir. Nerede olduğumuzu unutma. Burası yüzü olmayan beyazın ini, her şey mümkün. Test etmek için bir şeyler bul.”
Hua Cheng diğer taraftan kıkırdadı, “Pekala, çok kolay. Gege, buraya gel. Hemen yargılamana yardımcı olabilecek iyi bir yol anlatacağım.”
Xie Lian böylece onu dinledi ve suçluluk duygusuyla onun rehberliğini talep ederek oraya gitti, “Nasıl bir iyi yol?”
“Sana her dediğini yapmaz mısın lütfen? Şu an şüpheli o, anlıyor musun?”
Hua Cheng, “Bana iletişim rünümün sözlü şifresinin ilk yarısını oku ve ben de sana ikinci yarıyı okuyacağım. Eğer gerçek bensem o zaman bileceksin.”
“…”
İkisi bir süre birbirlerinin kulaklarına fısıldadılar ardından döndü ve boğazını temizleyerek diğer ikisine konuştu, “Pekala… bu gerçek olan.”
Feng Xin nihayet artık o kadar gergin görünmüyordu ama Mu Qing şüpheyle sordu, “Emin misin? Sadece yüzüne bakıp tüm aklını kaybetme.”
“Zaten onun kesin olarak gerçek olduğunu söyledim, neden ikiniz de sanki ben şeymişim gibi söylemek zorundasınız...” Xie Lian sızlandı.
“Pekala, çözüldü ve bitti.” Dedi Hua Cheng, “Konuya dönelim –Gege, bu ikisi az önce neden kavga ediyordu?”
Xie Lian böylece alnını desteklemek için elini kullanarak kısa bir açıklama yaptı, “O konu hakkında… dürüst olmak gerekirse kimin daha şüpheli olduğunu bilmiyorum.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Sormana gerek var mı? Tabii ki o en şüpheli olan.”
Elinin gösterdiği yön Mu Qing'ti.
Mu Qing sinirlendi, “Eğer beni bir şey için suçlayacaksan en azından bir sebebin olsun? Her bir şey olduğunda üzerime atma.”
“Peki.” Dedi Hua Cheng, “O zaman sana bir soru sorayım –bileğindeki şey ne?”
Bunu duyan Mu Qing'in yüzü anında renk değiştirdi.
Birkaç adım geriye sendeledi ama Feng Xin hızlıydı ve anında onu yakalandı, “Bileğindeki?”
Bileğinde lanetli kelepçe vardı!
Mu Qing Feng Xin’in elini itti, alnındaki damarlar kabarmıştı ve sinirle ona baktı. Xie Lian o şeyi gördüğünde kollarını düşürdü ve şaşkınlıkla konuştu, “Mu Qing, elin?”
Mu Qing konuşmuyordu, yüzü karanlıktı. Hua Cheng konuştu, “Şu sorulara dürüstçe yanıt vermeni öneririm; Jun Wu neden seni büyük dövüş holüne çağırdı? Sana ne dedi? Neden diğer cennet mensuplarından daha iyi bir muamele gördün ve zarar görmeden geri dönebildin? Neden TongLu dağına, buraya onca tehlikeye rağmen insanları kurtarmaya geliyorsun, neden bu kadar anormal davranıyorsun? Elindeki şeyin nesi var? bizi buraya neden çektin?”
Durumun kötüye gittiğini görünce Mu Qing bir adım geriledi ve anında “Bekleyin! Hemen saldırmayın. Kendimi açıklamama izin verin.” dedi
Hua Cheng açık bir işaret yaptı, "Lütfen. Devam et."
Feng Xin, "Önce bana söyle, bana vuran sen miydin?"
Bir süre durakladıktan sonra Mu Qing sonunda dişlerini gıcırdatarak şunları söyledi, “… Teknik olarak bendim. Ama durum düşündüğünüz gibi değil.”
Feng Xin öfkelendi ama Xie Lian dedi ki, “Bırakın devam etsin.”
#hualian#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#jian lan#tian guan ci fu#hua cheng#heaven official's blessing#heavenlyblessing#mu qing#he xuan#xuan zhen#guoshi#fangxin guoshi#lang qianqiu#pei su#peiming#yushi huang#ban yue#bai wuxiang
12 notes
·
View notes
Text
Toplum, masum çocuk Narin’i unutamamışken, ikinci Narin olayı bu kez İstanbul’da yaşandı, gece vakti bir çocuğumuzun daha kötü haberini aldık.
Şişli'de kaybolan 6 yaşındaki Şirin Elmas Hanilçi, 49 yaşındaki bir şahıs tarafından (kağıt toplayıcısı olduğu bilgisi var) Feriköy Mezarlığı'nda b*ğularak *ldürülüp sonrasında gömüldüğünü kahrolarak öğrendik.
Emniyet sıkı tedbirleriyle şahış yakalandı ve olayı itiraf etti. Saldırganın emniyette işlemleri sonrası mahkemeye çıkartılacak.
Ülkeyi yönetenlere tekrar sesleniyoruz!
İnsanlığımızı daha fazla nereye kadar kaybetmeye devam edeceğiz? Bunlar insan vicdanının kaldıracağı şeyler değil!
Çocuklarımıza dokunmamaları, akıllarından bile geçirmemeleri için, çocuklarımızı korumak için sert, acımasız yeni tedbirler alınmak zorundasınız. Kalbi kararmış, insanlıktan nasibini almamış bu canavarların bu toplumdan nasıl çıkabildiğini sorgulamak ve toplumsal çürümenin önüne geçmek zorundasınız. Aşağılık k*tillerin en ağır cezayı almasını sağlamak zorundasınız! Her biri, bir sonrakine cesaret veren onu besleyen bu kötülüklerin kökünü kazımak zorundasınız!
10 notes
·
View notes
Text
Salıncağın karşısında oturan bir çocuk
Gözleri yaşları
Aklı karışık,kim bilir nerede
Hayalleri omzuna yük olmuş,oturuyor öyle
Salıncağın karşısında oturan bir çocuk
Hayalleri yaşlı
Kalbi karışık ,kim bilir kimde
Geleceği omzuna yük olmuş,oturuyor öyle
9 notes
·
View notes