#çin açık
Explore tagged Tumblr posts
Text
6 Ekim 2024 Karolina Muchova Coco Gauff Maçı
*Capital Group Elmas Kort'ta saat 14:00'te başlayacak olan Çin Açık Tek Kadınlar Final maçı. Çek raket Muchova kariyerinin en büyük başarısına imza atmak için korta çıkacak. 2023 Roland Garros finalisti, aynı yıl Cincinnati'de ilk kez bir WTA 1000 finali görmüş ve bugünkü rakibi Gauff'a 3-6, 4-6 kaybetmişti. Muchova ayrıca kazandığı takdirde 5 yıllık bir bekleyişi de sonlandırıp kariyerinin 2. turnuva zaferini elde etmeyi isteyecek. Gauff ise bu sezonun başındaki Auckland şampiyonluğundan sonra ilk kez bir finalde boy gösterecek. ABD'li oyuncu bahsi geçen Cincinnati şampiyonluğunun ardından kariyerindeki 2. WTA 1000 kupasına ulaşma arzusunda. Toplamda da 8. turnuva başarısına imza atmayı gözüne kestirecek. Güzel bir heyecan yaşansın ve iyi bir kapanış olsun. İki isme de başarılar diliyoruz.
Her iki raketin de final yolu:
-Karolina Muchova-
#1. Tur = Anna Blinkova (6-1, 6-1)
#2. Tur = Yuan Yue (6-3, 6-1)
#3. Tur = Jaqueline Cristian (6-1, 6-3)
#4. Tur = Cristina Bucşa (6-2, 6-0)
#Çeyrek Final = Aryna Sabalenka (7-6[7-5], 2-6, 6-4)
#Yarı Final = Zheng Qinwen (6-3, 6-4)
-Coco Gauff-
#1. Tur = bay.
#2. Tur = Clara Burel (7-5, 6-3)
#3. Tur = Katie Boulter (7-5, 6-2)
#4. Tur = Naomi Osaka (3-6, 6-4, 0-0,ret.)
#Çeyrek Final = Yuliia Starodubtseva (2-6, 6-2, 6-2)
#Yarı Final = Paula Badosa (4-6, 6-4, 6-2)
*Tod'dan naklen yayınlanacak olan maç.
*İlk sette 6-1 üstünlük kuran Gauff 1-0 öne geçti. Beklentilerin ötesinde bir tabela çıktı ortaya. İkinci oyunda yoğun geçen bir mücadele vardı. Gauff orada 3. şansında break'i bulmayı başarınca Muchova'nın gardı çabuk düştü. Çek raket son oyunda bir break puanı görse de kazanamadı ve Gauff seti noktaladı.
*İkinci set 6-3 ile Gauff'un oldu ve ABD'li raket 2-0 kazanarak şampiyonluğa ulaştı. Tıpkı ilk setin tersi gibi bir giriş vardı. İkinci oyun yine mücadeleci geçti ve bu kez Muchova 3. şansında break'i bulup durumu 2-0 yaptı. Sonraki oyunda hemen cevabı veren Gauff bir seri başlattı ve üst üste 4 oyun kazandı. O avantajını da hiç riske etmeden kullandı ve günü noktaladı. Gauff, kariyerinin 2. WTA 1000 zaferini elde etti ve toplamda da 8. kupasını kazandı. Tebriklerimizi sunuyoruz.
0 notes
Text
Melkinov Evi'nin Tarihi
Melnikov House, Konstantin Melnikov‘un cesur tasarımıyla 1929’da doğan sıra dışı bir Rus mimari ikonudur. Geleneğin dışına çıkan yapısıyla dikkat çeker. Melnikov House, Konstantin Melnikov’un cesur ve sıra dışı tasarımıyla 1929’da Arbat, Moskova’da inşa edilmiş bir mimari ikonudur. Yapı, geleneksel Rus mimarisinin dışında bulunmakla birlikte, iç mekanda açık plan sistemini benimsemiş ve tuğla…
View On WordPress
#19.yüzyıl#1929#1937#20#20. yüzyıl#açık plan#ahşap#alan#anıt#antik#araştırma#Arbat#Art#Avrupa#b#bilgi#bina#ç#çin#Da#Detaylar#dikkat çekici#dönem#dünya#eşsiz#estetik#ev#Evi#Fotoğraf#Fotoğrafçılık
0 notes
Text
Çin’in offshore rüzgar kurulu gücü 30 bin MW’yi aştı
Çin’in ilk derin deniz yüzer rüzgar enerjisi platformu, Hainan eyaletinin Wenchang açıklarına giderek deniz yüzeyinde montaj ve ayarlama işlemleri yapmak üzere Guangdong eyaletinin Zhuhai kentindeki Fulu limanından ayrıldı. Derin deniz yüzer rüzgar enerjisi platformunun hizmete girdikten sonra yılda 22 milyon kWh (kilovat saat) elektrik üretmesi ve karbondioksit emisyonunu 22 bin ton azaltması…
View On WordPress
#açık deniz rüzgar kurulu kapasite#Çin&039;in offshore rüzgar kurulu gücü#derin deniz yüzer rüzgar enerjisi platformu
0 notes
Text
Turfan ‘da Bulunan Türk Mühendislik Harikası Karız Kanalları
Karız Kanalları;
Orta Asya’nın Turfan bölgesine yapılmış olan eski yeraltı su şebeke sistemidir.
Dünya uygarlık tarihinin en önemli yapılarından biri olarak kabul edilen bu kanallar, Uygur Türkleri tarafından çölün altına inşa edilmiştir.
Yaklaşık 2500 yıl önce çölün altına inşa edilen bu muazzam yapılar, Çin Seddi kadar uzundur. Çölün altına bir ağ gibi örülen kanallar, Çin’in 3 büyük mimari harikası arasında yer almaktadır.
Müze haline getirilerek ziyarete açılan kanalların tarihi ve yeraltı sulama sistemi detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
Karız Kanalları, Tanrı Dağları’ndan topladığı suyu, çölün altından geçirerek Turfan’daki yerleşim birimlerine götürmektedir. Kanal boyunca açılan aralıklı kuyular yardımıyla tarım alanları sulanmıştır.
Tanrı Dağları ve Turfan Bölgesi arasındaki kısım, aşırı sıcak olan çöllerden oluşmaktadır. Bu sebeple suyun buharlaşmasını önlemek için bu kanallar yerin altına inşa edilmiştir.
Karız Kanalları Çin tarafından, Çin Seddi ve Beijing-Hangzhou Büyük Kanalı’yla birlikte Antik Çin’in üç büyük mimari harikası olarak kabul edilmektedir.
Kanalların Yapımında Kullanılan İleri Düzey Bilgi
Karız yani Kehriz kelimesi; günümüzde Anadolu’da kullanılan “keriz” anlamını taşımaktadır.
Bu sözcük; sebil, herkesin kullanımına açık çeşme manasına gelmektedir. Dünyanın ikinci uygarlık harikası olarak kabul edilen bu yapı, 6000 kilometre uzunluktaki Çin Seddi’nden sonra ikinci sırada gelmektedir.
Çölün altına bir ağ gibi örülmüş olan bu kanalların toplam uzunluğu 5000 kilometrenin üzerindedir. Derinliği 110 metreden başlayan kanallarda belli aralıklarla kuyular açılmıştır.
Bu kuyular 90, 80, 70, 60 en son Turfan ’da 10 metrenin altına inmektedir. Yapılan bu kanalların tamamı yerçekimi kuvveti ile çalışmaktadır.
Milattan önce 500’lü yıllarda Uygur Türkleri tarafından yapılan bu kanallar, muhteşem hesaplamalar yapılarak tasarlanmıştır.
Kanalların eğimi, açısı, suyun akışının sağlanması, suyun doğru yoldan gitmesi için ileri düzey matematik, fizik ve mühendislik becerileri kullanılmıştır.
Kanalların inşasında kullanılan teknikler, iyi organize olunmuş ileri derecede bilgiye sahip bir uygarlık olduklarını göstermektedir.
Pompa gereksinimi olmadan suyun yüzeye çıkarılması sağlanmış ve su en verimli şekilde kullanılmıştır.
Göçebe, barbar bir halk olarak tanıtılan Türklerin, aslında medeniyeti oluşturan insanlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bilim insanları tarafından yapılan birçok araştırma ve bulgular da ilk tarım toplumlarının Orta Asya’da kurulduğu görülmüştür.
Turfan Bölgesi’nde yaşayan ustaların kanalların yapıldığı milattan önceki tarihlerde, Sümerler döneminin matematiğine sahip oldukları tahmin edilmektedir.
Bu kanallar ile Tanrı Dağları’nda eriyen karların ve yeraltı su kaynaklarının birleştirilmesi ile Turfan bölgesine su getirilmiştir.
Deniz seviyesinin altında kalan tarım alanları, köyler ve yerleşim merkezlerinin su ihtiyacı karşılanmıştır.
Günde 858 metreküp su taşıyor.
Bu kanallar yağmurun çok az yağdığı, ovalık bir bölge olan Turfan Bölgesi’nin hayat kaynağı olarak değerlendirilmektedir.
Turfan bölgesinde birbirinden farklı uzunluklara sahip 1000’den fazla Karız Kanalı yer almaktadır. Kanalların her birinde dik kuyular, yeraltı kanalı, yerüstü kanalı ve barajlar bulunmaktadır.
Kanalların inşası sırasında işçilerin hava alabilmesi ve çıkarılan toprağın, çamurun boşaltılması için 20 ila 30 metrelik aralıklarla dik kuyular açılmıştır. Kanallarda bulunan barajlar ise su miktarını ayarlayan su deposu işlevini görmüştür.
Kanalların inşasında işçilerin ancak oturarak çalışabildiği bilinmektedir.
Günümüzde müze haline çevrilen bu kanallar sorunsuz bir şekilde çalışmaya, su taşımaya ve Turfan bölgesi için hayat kaynağı olmaya devam etmektedir. Günümüzde kanalların yapımında kullanılan ölçümlerin nasıl yapıldığı tam olarak tespit edilememiştir.
http://xn--kaifiz-xjb.com/
#türkiye#doğa#travel photography#travel destinations#travel#manzara#view#natural#europe#africa#Spotify
36 notes
·
View notes
Text
desem ki, yeryüzüne beş peygamber geldi; beşincisi sensin. desem ki, iki kişi kaldık dünyada; ikincisi sensin. desem ki, birisi var yeri göğü var eden; o da sen olurdun. sana tapmak için kilden bir heykel yapardım güzelliğince. bilsem ki sen tanrı'dan iyisin, bilsem ki tanrı senden güzel değil. senin o kocaman kocaman gözlerin yok mu, nasıl duruyor boşluğunda arzuların anlamıyorum. nasıl nasıl bakıyor bana, böyle merhametten uzak. git diyorsun, nereye gideyim? ümitlerim ne olacak, bunca şiirleri kim söyleyecek sana, kim anlatacak dünyaya sığmayan güzelliğini? gitmek mümkün olsa da gitsem uzaklara, sevmesem seni bir daha, paramparça etsem yüreğimi cam gibi. sonra yaksam, savursam küllerini karlı dağlardan, açık denizlerden. yine seni severdim toz toz, yine sana tapardım küllerin ağırlığınca. bu oksijen gazı olmasa da olurdu ama beethoven gelmeseydi dünyaya seni bu kadar sevemezdim. ikimizin ortasında o duruyor; sağımızda birinci keman, solumuzda ikinci keman, karşımızda üçüncü keman. sonra orglar, flütler, kontrbaslar. sustur şu orkestrayı beethoven, şimdi dokuzuncu senfoninin sırası mı? bunca yalnızlıklar, bunca yoksulluklar benim işim değil. bu çirkinliği ben yaratmadım, ne de bu kahpe güzellikleri. bende sevmediğin ne varsa senden türedi. şu karanlık bakışlar, şu ellerin pisliği, şu dudaklarımdan çıkan iğrenç sözler; besbelli senin eserin. ne buldumsa sende buldum, kötülükten yana. ne öğrendimse senden öğrendim, seni sevdikten sonra başladım yaşamaya. seni tanrı yarattıysa beni kim yarattı? bu azabı kim verdi bana? çıngıraklı yılanların zehrini içtim, balinaların kusmuklarını. kükürt kokulu imkansızlıklar içindeyim oysa güzeldim tarihin ilk çağlarında. görsen şaşardın, öyle aydınlıktım, öyle iyiydim. kobalt mavileriyle doluydu yüreğim, kurşun beyazlarıyla. severdin beni, midye kabuklarının yeşilliğince. sonunda dediğim çıktı işte. samanyolu'ndan bir yıldız düştü dünyaya, sinekler gibi eziliverdi insanlar. her şey bir anda olup bitti, yapayalnız kaldık. ne radyo-aktivite, ne mantar şeklinde bulutlar, ne yaşamak sevinci, ne ölüm korkusu. sonunda üç kişi kaldık dünyada. sen, ben, bir de jiro'nun lesko'su. yine bana bakarken yüzün kızarıyor, toplum kurallarından kurtulamadın daha. bütün çayırlar bomboş. görmüyor musun? al başını dağlara çık, avaz avaz şarkı söyle sokaklarda. bir kibrit çak, bütün evler yansın. yüz bin yılın öcünü al bu şerefsiz dünyadan. sonra kaldır kendini, denize at. biraz serinle. sevebildiğim kadar insanım ben, on gram arsenik yeter canıma. beni düşünme. uzan mistral rüzgarlarının üzerine nünbüs bulutlar geliyor, kaç. uykumuz bölündü çırılçıplağız, kum fırtınaları başladı çin seddinin ötesinde. gölgemizi bir asya şehrinde unuttuk. taklamakan çöllerinde kaldı rüyalarımız. haydi git. yok olduk, iki olduğumuz yerde. haydi git. bir kalırsak yine var olacağız.
ümit - b.k.d.
34 notes
·
View notes
Text
Cumhuriyet’in 100 Yılına 100 Sevinçli Cümle - Haydar Ergülen 1 Cumhuriyet sizi böyle kadınlı-erkekli bir arada gördüğü için çok sevinçli! 2 Birinci yüz yılında Cumhuriyet’in varlığı bizi çok sevindirdi, üzdüğü de oldu, ama üzdüğünden çok sevindirdi. Şimdi ikinci yüz yılında sıra bizde, ne sırası mı, Cumhuriyet’i sevindirme sırası elbette! 3 Cumhuriyet’i sevindirmek de Cumhuriyet’le sevinmek kadar kolay ve doğal. Bunun için “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireyler olmak yeterli. 4 20. yüzyıl büyük devrimler yüzyılı oldu. Önce 1917 Ekim Devrimi, sonra 1923 Cumhuriyet Devrimi, Çin Köylü Devrimi, Küba Devrimi. Cumhuriyet bize devrim sevincini yaşattı. 5 Devrimleri ancak romantikler yapar, Cumhuriyet’i de romantikler kurar, romantikler, yani hülyalılar! Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu denli çok sevilmesinin nedenlerinden biri de romantik ve hülyalı oluşudur. 6 Cumhuriyet’i düşünmek de sevinçtir Atatürk’ü düşünmek de. Düşüncesizler bunu bilmedikleri için bu kadar mutsuzlar! 7 İlhan Berk’in dizesindeki şu sevince bakın: “Cumhuriyet’in ilk günleri gibiydi yüzün.” 8 Keşke 100 yıl sonra da bu dizenin aydınlığı, temizliği ve ışığıyla, onun ilk günleri gibi sevinçli olabilseydik! 9 Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nda, hani Paşa’yı “sarışın bir kurd”a benzettiği o müthiş destanda “dağlarda tek tek ateşler yanıyordu” dizesindeki sevinçle ürperiyoruz hâlâ! 10 Coğrafyanın kader olmadığını göstermek için verdi kısacık ömrünü kurtuluşa! Rumeli’si, Anadolu’su ve Mezopotamya’sıyla bu yurt, Ortadoğu’ya komşu olsa da Ortadoğulu olmasın istedi Gazi. Yüzünü hep aydınlığa, çağdaşlığa çevirdi, son yıllara dek hayli sevindik, Yahya Kemal’in “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” dizesindeki çocuklar gibi şendik. Çocuklarımızın da yine yeniden şen olacağına, sevineceğine inanıyoruz, çünkü “bu memlekette de bir gün sabah olacak”tır yeniden! 11 Cumhuriyet sevinci tam da “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” sözünün gerçekleşmiş hâlidir. 12 Stefan Zweig’ın Yıldızın Parladığı Anlar kitabında karşılığını bulan anlardan biri olarak yıldızlı bir sevinçtir Cumhuriyet. 13 Cumhuriyet en çok da bir “kadın devrimi” olmanın sevincidir. 14 Cumhuriyet, ülkenin kurucusunun o ülkenin en centilmen insanı olmasının sevincidir. 15 Cumhuriyet, ülkenin en ünlü halk ozanının, gözlerinin olmasa da gönlünün açılmasının sevincidir. 16 Cumhuriyet tam da 100. yılında ulusal kadın voleybol takımının ona şampiyonlukla teşekkür etmesinin sevincidir, olmasaydı olmazlardı çünkü! 17 Cumhuriyet bir yaz sevinci olarak, yaz denizlerine kadınlı-erkekli dalmanın sevincidir. 18 Cumhuriyet karatahtaya yazılan ilk hecenin Türkçe sevincidir. 19 Cumhuriyet “Çok şükür çok şükür bugünleri de gördük” demenin yüz yıldır sevincidir. 20 Cumhuriyet, yolu geleceğe açık, yüreği sevgiye açık, saçları özgürlüğe açık genç kızların taze sevincidir.
21 Cumhuriyet bale yapan mini mini hanımların el ele tutuşmuş sevincidir. 22 Cumhuriyet, ülkenin kurucusunu yitirdiği 10 Kasım 1938’den bu yana, tam 85 yıldır her 10 Kasım sabahı saat 9’u 5 geçe saygıyla ayağa kalkmak ve o büyük devrimciyi özlemle anmaktır. 23 Cumhuriyet eşitliğin sevincidir, sevinci de eşit paylaşmaktır. 24 Cumhuriyet, kadını yok sayan, ikinci sınıf sayan toplumların ne yazık ki bilmediği, duymadığı bir neşenin sevincidir. 25 Cumhuriyet düğününde babasıyla dans eden bir genç kızın sevincidir. 26 Cumhuriyet “Benzemez kimse sana” şarkısına gözleri parlayarak katılmanın sevincidir. 27 Cumhuriyet ilk öpüşmenin unutulmaz sevincidir. 28 Cumhuriyet ilk kitabını imzalayan genç yazarın sevincidir. 29 Cumhuriyet üniversitede okumak için büyük kente gelen genç kızların, delikanlıların özgürlük sevincidir. 30 Cumhuriyet “Kimsesizlerin kimsesi” olmanın sevincidir. 31 Cumhuriyet her çocuğun Ata’sını görmeye Anıt Kabir’e gitmesinin sevincidir. 32 Cumhuriyet dünyanın en güzel kentlerinden birinin denizlerinde yol alan vapurlarda olmanın mavi sevincidir. 33 Cumhuriyet “İzmir’in dağlarında çiçekler” açmasının sevincidir. 34 Cumhuriyet “Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin?” özleminin sevincidir. 35 Cumhuriyet adını taşıyan meyhanede iki kadeh parlatmanın sevincidir. 36 Cumhuriyet, Cumhuriyet Bayramlarında iki dirhem bir çekirdek giyinip kutlamaya gitmenin sevincidir. 37 Cumhuriyet, Cumhuriyet’in yanlışlarını, eksiklerini özgürce tartışma sevincidir. 38 Cumhuriyet, Aydınlanma sevincidir. 39 Cumhuriyet, kızlı-oğlanlı köy çocuklarının onlara hem bilgi hem beceri kazandıran Köy Enstitüleri’nde yetişmesinin sevincidir. 40 Cumhuriyet, zeybek oynamayı erkek tekelinden kurtarıp kadını da katmanın ve adını “Tarcan Zeybeği” koymanın sevincidir. 41 Cumhuriyet, bir zamanlar Bomonti bahçelerinde ailece bira içmenin sevincidir.
42 Cumhuriyet kadın pilotun anonsunu duyunca daha güvenli yolculuk yapacağını hissetmenin sevincidir. 43 Cumhuriyet kadın şairlerin, erkek şairlerden daha iyi şiir yazmasının sevincidir. 44 Cumhuriyet, dinin asla devlet işlerine karıştırılmamasının ve “Türkiye laiktir, laik kalacak” demenin sevincidir. 45 Cumhuriyet İdil Biret’i, Suna Kan’ı, Fazıl Say’ı yetiştirmenin sevincidir. 46 Cumhuriyet Yaşar Kemal’in destansı sevincidir. 47 Cumhuriyet Orhan Pamuk’un Türkçeyi bir edebiyat dili olarak dünyaya tanıtmasının güzel sevincidir. 48 “Cumhuriyet sevinci, insanın kendisine yakışanı giymesidir.” (Düzgün) 49 Cumhuriyet “Annemin aldığı kırmızı rugan ayakkabılarım ve içinde dantelli beyaz çoraplarımla ilk kez dışarı çıkıyor olmanın kız çocuksu heyecanıdır.” (Tuğçe) 50 “Cumhuriyet başının göğe bakmasının sevincidir.” (Şükran) 51 “Cumhuriyet nefes alıp vermek kadar kıymetli ve anlamlı bir sevinç.” (Kıymet) 52 Cumhuriyet sevinci “Bir Cumhuriyet kadını olarak, Cumhuriyet’in bu topraklara kazandırdığı bütün değerlerin yaşatıldığını ve yaşatılacağını iliklerine kadar hissetmektir.” (Hülya) 53 Cumhuriyet sevinci “göklere yazılmış bir destanın aydınlık yüzünü gururla okşamaktır.” (Ecem Fulya) 54 “Evlatlarımızın geleceğe umutla bakması, yitirdiklerimizin toprağa huzurla kavuşmasıdır Cumhuriyet sevinci.” (Mehtap) 55 “Bağımsızlığın ilk adımının, hayalinin peşinden koşmak olduğunu hissetmektir Cumhuriyet sevinci.” (Muhammet) 56 “Sevgilinin aşkına karşılık vermesidir Cumhuriyet sevinci.” (Hilal) 57 “Umut ekilen toprağı kucaklayan güneştir Cumhuriyet sevinci.” (Sema) 58 “Cumhuriyet sevinci, insanın kendi kaderine terk edilmemesi demek.” (Esin) 59 “Cumhuriyet, özgürlüğü için bedel ödemiş bu milletin şölenidir.” (Gönül / Sevda) 60 “Hür doğdum hür yaşarım/ kime ne kime ne/ köle miyim sana ben/ sana ne sana ne?” şarkısını söylemenin sevincidir. 61 Bir köylü çocuğunun devletin okullarında parasız okuyup önce mühendis, ardından başbakan ve cumhurbaşkanı olup, kendine yakıştırdığı Çoban Sülü lakabıyla gurur duymasıdır. 62 Defterine kırık dökük harflerle “Ali, Ayşe’yi seviyo” yazan Ali’nin sevincidir. 63 Yazlıklarda, sitelerde yaşanan ilk yaz aşklarıdır.
64 Kasaba meydanındaki Atatürk’ün önünden geçerken onun sana gülümsediğini hissetmektir. 65 Başöğretmenin Atatürk olduğunu hiç unutmadan, önünden her geçişte durup selam vermenin çocuk sevincidir Cumhuriyet. 66 Uzak kasabalara, dağ köylerine atanan gencecik öğretmen kızların kendilerini Çalıkuşu gibi hissetmesidir Cumhuriyet. 67 Aziz Sancar’la Nobel, Nuri Bilge Ceylan’la Altın Aslan, Semih Kaplanoğlu’yla Altın Ayı kazanmanın sevincidir Cumhuriyet. 68 Kadınların toplum içinde yüksek sesle gülmesinin ayıp olduğunu söyleyen gericilere inat, ağız dolusu kahkahayla gülmenin sevincidir Cumhuriyet. 69 “’Gök yakut bulutun karnında/ ebemkuşağı direnişidir’ Cumhuriyet sevinci.” (Dilek) 70 Ülkenin bağımsızlığını her şeyin üstünde gören iki şairi, Mehmet Âkif Ersoy ve Tevfik Fikret’i farklılıklarıyla sevmek, saygıyla anmaktır Cumhuriyet. 71 Mehmet Âkif Ersoy’un bağımsızlığa ve özgürlüğe armağan ettiği “İstiklal Marşı”mızda, “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım/ hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” dizelerini hiç unutmamak ve “kadının yeri evidir” diyen zihniyetin yüzüne çarpmaktır Cumhuriyet. 72 Dünyanın sadece insanlara değil, hayvanlara da ait olduğunu bilmenin sevincidir Cumhuriyet. Kedilere, köpeklere, kuşlara bir parça yiyeceği, bir kap suyu çok görmemektir. 73 Halide Edip Adıvar’ın, nam-ı diğer Halide Onbaşı’nın bu ülkenin kadın yazarlarının direniş öncüsü olduğunu bilmenin ve kadınlara bu cesaretin ondan geldiğini anlamanın sevincidir Cumhuriyet. 74 Suat Derviş, Sevim Burak, Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar, Füruzan, Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Pınar Kür, Sevinç Çokum, Ayşe Kulin, İnci Aral, Ayla Kutlu, Erendiz Atasü, Buket Uzuner, Latife Tekin ve daha pek çok kadın yazarın varlığından onur duymaktır Cumhuriyet. 75 62 yıllık ömrünün 22,5 yılını hapishanelerde geçirmesine karşın “Memleketimi seviyorum, hapisanelerinde yattım” diyen Nâzım Hikmet gibi bir şairimiz olmasının sevincidir Cumhuriyet. 76 Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Sait Faik, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Peyami Safa, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Fakir Baykurt, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener gibi dünya yazarlarını Türkçe okuyabilmenin sevincidir Cumhuriyet. 77 Daha 1940’larda irticaya dikkat çeken ve “Tehlikenin farkında mısınız?” diye uyaran Orhan Veli gibi Garip bir şairimiz olmasının uzun sevincidir Cumhuriyet. 78 Türkmen ulusu Yunus Emre’nin izinde ve Türkçesinin güzelliğinde şiir yazmaya özenmektir Cumhuriyet. 79 Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Ahmed Arif, Rıfat Ilgaz, İlhan Berk, Cahit Külebi, Ece Ayhan, Dağlarca, Can Yücel, Gülten Akın, Behçet Necatigil, Âsaf Hâlet Çelebi, Metin Eloğlu, Özdemir Asaf, Sennur Sezer, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ceyhun Atuf Kansu, Hasan Hüseyin, Cahit Zarifoğlu, Metin Altıok, Arkadaş Z. Özger, Sina Akyol, Nilgün Marmara, Didem Madak, Ahmet Erhan, Behçet Aysan, küçük İskender, Ergin Günçe’yi Türkçe okumanın sevincidir Cumhuriyet. 80 İlhan Berk’in “Elma kokan bir Türkçeyle konuştuğun içindi” dizesini sevinçle parlatıp teşekkür etmektir Cumhuriyet. 81 Çoksesli, çok renkli bir toplum yaratma düşü için çabalama sevincidir Cumhuriyet. 82 Can Yücel’in demesiyle Rengahenk bir ülkenin gökkuşağı sevincidir Cumhuriyet: Mavidir, kırmızıdır, turuncudur, yeşildir, mordur, sarıdır, eflatundur, beyazdır... 83 Ege’deyken Anadolu’yu, Anadolu’da Rumeli’yi, Rumeli’de Akdeniz’i, Akdeniz’de Güneydoğu’yu, Güneydoğu’da Karadeniz’i özlemektir Cumhuriyet.
84 Kimsenin milliyetinden, dilinden, dininden, mezhebinden, renginden, cinsiyetinden ötürü ötekileştirilmemesinin adıdır Cumhuriyet. 85 Ormanlarını, zeytinliklerini, sularını, ağaçlarını, meralarını, bağlarını bahçelerini, ovalarını yaylalarını korumak için öne atılan köylü kadınların direnişidir Cumhuriyet. 86 Her köşesinden bambaşka şarkılar, türküler duyulan, semaların, semahların dönüldüğü, horon tepildiği, kadın-erkek el ele gönül gönüle omuz omuza halayların çekildiği bir şölen sevincidir Cumhuriyet. 87 Üç yanı denizle, dört yanı iyilikle, her yanı özgürlükle çevrili bir ütopyadır Cumhuriyet. 88 “Güneş ufuktan şimdi doğar” demeden, güneş daha doğmadan güneş gibi doğandır Cumhuriyet. 89 Yasaklanan festivallere, dinletilere inat hep bir ağızdan söylenen bir itiraz şarkısıdır Cumhuriyet. 90 Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesine dönüştürmek, yurttaşlık bilincinin yerine kulluğu getirmek, Cumhuriyeti dinsel bir yönetime çevirmek isteyenlere biat etmemek, boyun eğmemektir Cumhuriyet. 91 Hep oğlanlar kızlara mı söyleyecek, kızların da oğlanlara “seni seviyorum” demesidir Cumhuriyet. 92 İkinci yüz yılında tam demokrasiyle, özgürlüklerle, devrimci ve halkçı bir buluşmaya hazırlanmaktır Cumhuriyet. 93 Her sabah otobüs şoförünü, tanıdığın tanımadığın herkesi, hayvanları, ağaçları, yeryüzünü “günaydın” diye selamlamanın sevincidir Cumhuriyet. 94 Cumhuriyet şeker fabrikalarıdır, Sümerbank’tır, Beykoz Kundura Fabrikası’dır, Paşabahçe fabrikalarıdır. 95 Cumhuriyet 23 Nisan’dır, 19 Mayıs’tır, 30 Ağustos’tur, 29 Ekim’dir, Cumhuriyet bir bayram sevincidir. 96 Cumhuriyet eleştiridir, özeleştiridir, “Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak/ nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diyebilmektir. 97 Cumhuriyet tüm yurttaşların farklılıklarıyla, özgünlükleriyle, barış içinde, özgürce bir arada yaşamasının sevincidir. 98 Değerlerini, erdemlerini en az on kuşaktır paylaşan yurttaşların özgüvenidir Cumhuriyet. 99 Cumhuriyet bugün benim doğum günüm demektir. Cumhuriyet’te doğdu, Cumhuriyet’te yaşadı denilsin sevincidir. 100 Cumhuriyet, Nâzım Hikmet’in “Davet”idir. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...” - Haydar Ergülen, Cumhuriyet’in 100 Yılına 100 Sevinçli Cümle (100. Yıl Cumhuriyet Alfabesi) - Fotoğraf: Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1925, Ankara'da düzenlenen Cumhuriyet kutlamaları (Cemal Işıksel)
#Haydar Ergülen#Cumhuriyet’in 100 Yılına 100 Sevinçli Cümle#29 Ekim#29 Ekim Cumhuriyet Bayramı#29 Ekim 1923#Cumhuriyet Bayramı#Cumhuriyet#Atatürk#Mustafa Kemal Atatürk#Türkiye#Yürekbalı#Kutlama#100. Yıl Cumhuriyet Alfabesi#Sevinç#Cemal Işıksel#Cumhuriyet'in İlanı#Cumhuriyet'in ilanı#cumhuriyetin ilanı#Ankara#Bayram#Millî Bayram#Milli Bayram#Nâzım Hikmet
19 notes
·
View notes
Text
İrade sapması
Ötekinin sırrı, kendim olma imkânının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum. Schnitzler'in kısa öyküsünde insan, yakasını bırakmayan ve kendisini yok edecek olan o mikrop türünün hayatının içinde yaşar. Birbirlerine yabancıdırlar, ama yazgıları aynıdır. Venedik Takibi'nde S. kendisinin ne kim olduğunu ne nereye gittiğini bilir: Dolayısıyla, varoluş daima bir anlam ya da anlamsızlık sapmasıyla, başka şeyin saptırmasıyla biçimlenir. Kendi irademiz yoktur ve öteki, kendi irademiz uyarınca yüz yüze geldiğimiz şey asla değildir. Öteki, dışarıdan gelenin zorla girişidir, dışarıdan gelenin öncelliğidir, yabancılığın çekiciliği ve yabancılığın aktarımıdır.
Dolayısıyla, felsefenin sırrı, belki de kendini tanımak veya nereye gittiğini bilmek değil, ötekinin gittiği yere gitmektir; kendi kendine düşlemek değil, ötekilerin düşlediğini düşlemektir; kendi başına inanmak değil, inananlara inanmaktır: Dıştan gelen tüm belirlemelere öncelik tanımaktır. Bunlar okunamaz, deşifre edilemez olsalar da fark etmez, önemli olan herhangi bir olayın, herhangi bir nesnenin, herhangi bir beklenmedik varlığın yabancı biçimiyle birleşmektir; çünkü asla kim olduğunuzu bilemezsiniz. İnsanların gölgelerini yitirdikleri günümüzde, biri tarafından izleniyor olmak son derece gereklidir; her birimizin kendi izlerini yitirdiği günümüzde birinin izlerinizin içine girmesi son derece acildir, böyle yaparak bu izleri silip sizi yok etse de yok olmayla suç ortağı olan bir yoldur bu; burada simgesel bir zorunluluk biçimi, bağlanmanın ve kopmanın bulmacamsı bir biçimi söz konusudur.
Her birimize kendi yaşam sorumluluğunu üstlendirmeyi amaçlayan bir kültür içinde yaşıyoruz. Hıristiyan gelenekten miras alınmış ahlâki sorumluluk, her birimize kendi yaşam koşullarının tümünü üstlendirmek için tüm modern haberleşme ve iletişim aygıtından destek görür. Her şeyin bireysel hücrenin kendine yeterli olmasına katkıda bulunduğuna bakılırsa bu, varoluşun programlı yönetimi içinde tamamen gereksiz hale gelen ötekinin dışlanması anlamına gelir.
Oysa saçmalıktır bu. Kimse kendi yaşamının sorumluluğuna katlanacak diye bir şey yoktur. Hıristiyan ve modern bu düşünce, boş ve kibirli bir düşüncedir. Dahası temelsiz bir ütopyadır. Kişinin kendi kimliğinin, iradesinin, sorumluluğunun ve isteğinin kölesi olmasını gerektirir. İnsanın tüm devrelerini; genlerinde, sinirlerinde, düşüncelerinde kesişen dünyanın tüm devrelerini denetlemeye koyulmasını gerektirir. Görülmemiş bir kölelik!
Kişinin kendi bahtını, isteğini, iradesini başka birinin ellerine bırakmak çok daha insancadır. Sonuç nedir? Sorumluluk dolaşımı. iradelerin sapması ve biçimlerin sürekli aktarımı.
Yaşamım, başka bir yaşamda etkili olduğu için kendine sır haline gelir. İradem, ötekine aktarıldığı için kendine sır haline gelir. Aldığımız hazzın gerçekliği konusunda, irademizin gücü konusunda hep kuşku duyarız. Garip bir biçimde, bundan hiçbir zaman emin değilizdir; diğerinin aldığı haz sanki daha belirgindir. Kendi aldığımız hazza daha yakın olduğumuzdan bu hazdan kuşku duymak için daha uygun bir konumdayızdır. Herkesin kendi görüşlerine daha gönülden güvenmesini isteyen önerme, (karşısındakinin hazzını garanti etmek ve bundan derinleşmiş bir bilgi ve enerji çıkarmak için insanın kendi aldığı hazzın ertelendiği Çin erotizminde olduğu gibi) kendilerine ait bir görüş sahibi olmak için daha uygun bir durumda bulunan diğer kişilerin görüşüne bel bağlama eğilimini küçümser. Öteki varsayımı, belki de yalnızca aldığımız haz konusundaki bu kökten kuşkunun sonucudur.
Baştan çıkarma, ötekinin kendisi için ebediyen sır olarak kalan bir şeyin sezgisiyle, asla bilemeyecek olsam da giziyle beni çeken şeyle ilgilidir; oysa bugün ötekinin kendisi için gizli kapaklı bir şeyi kalmadığından baştan çıkarmaya açık pek fazla alan da kalmamıştır. Herkes kendinin ve kendi isteğinin hınzırca farkındadır. Her şey öylesine basit ki maskeli kişi bile gülünçlüğe sığıyor. Baştan çıkarma kumanı nerede o halde? Psikanalizdeki kuramsal yanılsama ile devrimlerdeki politik yanılsama bir yana, arzudaki yanılsama nerede?
Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi, ama ikinci bir merciye devredilerek, genel olarak ilga edildiler. Zaten her halükarda ekranlar, videolar, röportajlar arasında artık yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz. Artık yalnızca görülmüş olanı görmeye muktediriz. Karar verme sorumluluğunu yakında bilgisayarlara bırakacağımız gibi bizim için görme sorumluluğunu da makinelere devrediyoruz. Organik ve hatta duyumsal işlevlerimiz bile uydular tarafından devralındı. Hazzın zihinsel bölünmesiyle benzerlik kurulabilir: Arzu nasıl gereksinim değilse, haz da doyum değildir. Her ikisi de gereksinime ve doyuma dayanır; bunlar yukarıda belirtilen ikinci dereceden stratejilerdir.
Her halükarda, insanın kendini denetlemesindense, başka biri tarafından denetleniyor olması daha iyidir. İnsanın kendi tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılmasındansa başka biri tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılması daha iyidir.
Bu anlamda, daha büyük bir özerkliği, yani tüm denetim ve baskı biçimlerinin özgürlük ortamında derinleşmiş içselliğini hedefleyen özgürleşme ve bağımsızlık hareketinin tümü bir gerileme biçimidir. Bize dışarıdan gelen ne olursa olsun, en beter sömürü de olsa, dışarıdan geliyor olması olumlu bir niteliktir. Bu yüzden, yabancılaşma, kendine ait olamama olarak yakınma konusu olsa bile yararlıdır; yabancılaşmış yanımızı elinde bulundurduğu için öteki kalıtımsal bir düşman haline gelmiş olsa da yabancılaşma yararlıdır. Öznenin kendi irade ve isteğini yeniden ele geçirmesi olarak buradan türetilecek bir yabancılaşmanın giderilmesi kuramı da basite indirgeyicidir. Bu perspektifte, özneye kendisinden ve kendisi aracılığıyla gelen her şey, özgün olduğundan iyidir; dışarıdan gelen her şeyin adı ise sahteye çıkmıştır, çünkü öznenin özgürlük alanına ait değildir.
Tamamen tersi olan durumda ısrar etmek ve paradoksu genişletmek gerekir. Nasıl ki başka biri tarafından denetleniyor olmak daha iyiyse, kendinden başka biri tarafından mutlu ya da mutsuz edilmek de her zaman daha iyidir. Yaşamımızda bize bağlı olmayan bir şeye bağlı olmak her zaman daha iyidir. Bu varsayım beni her tür kölelikten kurtarır. Kendi varoluşum da dahil, bana bağlı olmayan bir şeye boyun eğmek zorunda değilim. Doğduğum andan itibaren bağımsızım, aynı anlamda, ölümümde de bağımsız olabilirim. Bundan daha gerçek hiçbir özgürlük asla olmamıştır. Tüm oyun, tüm koz, tüm tutku, tüm çekicilik burdan doğar: Bize tamamen yabancı olmakla birlikte üstümüzde gücü olan şeyden; ötekisi olup da baştan çıkarmamız gereken kimseden doğar.
Yabancılık aktarımına dayalı ahlak, bir kurnazlık felsefesi içerir. Kurnazlık temel yapaylıktır; kendi enerjimizle, kendi irademizle değil de başkalarından, dünyadan, sevdiklerimizden, nefret ettiklerimizden aşırdığımız enerji ile, irade ile yaşıyor olmamızdır. Kaçamak bir enerjiyle, çalıntı bir enerjiyle, baştan çıkarılmış bir enerjiyle yaşıyoruz. Ve öteki, yalnızca bu dolaylı ve kurnaz kapma, baştan çıkarma ve aktarma edimiyle var olur. İstemenin, inanmanın, sevmenin ve karar vermenin bir başkasına devredilmesi; bu bir vazgeçme değil, bir stratejidir. Ötekini kendi yazgınız yaparak ondan en incelikli enerjiyi çekip alırsınız. Yaşamınızın sorumluluğunu bir olay ya da göstergeye aktararak yaşamınızın biçimini aşırırsınız.
Bu strateji masum değildir. Çocukların benimsediği stratejidir. Yetişkinler çocukları kendilerinin yetişkin olduklarına inandırıyorlarsa, çocuklar da büyüklerin, kendilerinin çocuk olduklarına inanmalarına izin verirler. Bu iki stratejiden ikincisi en incelikli olandır; çünkü yetişkinler yetişkin olduklarına inansalar da çocuklar, çocuk olduklarına inanmıyorlar. Çocukturlar, ama buna inanmıyorlar. Çocukluk bayrağı altında, bir gönül alır gibi dolaşıp dururlar. Kurnazlıkları (ve çekicilikleri) eksiksizdir. Schnitzler'in tarif ettiği mikrop türüne uzak da değiller zaten: Canlılık ve gelişimlerinin, onları çevreleyen üst dünyanın (yetişkinler dünyasının) yıkımına bağlı olduğu farklı bir cins gibiler. Çocukluk, yetişkin evrenin içinde incelikli ve canice bir var olma hali gibi hareket eder. Çocuk bu anlamda yetişkinin ötekisidir: Onun yazgısıdır, doğuştan gelen en kurnaz halidir ve hiçbir özel iradesi olmayanlara özgü hoşlukla hareket ederken yetişkini acımasız biçimde yadsıyan biçimidir.
Kitleler de böyledir. Kitle adlandırması altında onlar da bir gönülsüzce hoşnut etme yazgısı altındaymış gibi dolaşıp dururlar. Onlar da politikanın karanlığı içinde garip, düşman, anlaşılmaz bir cins, ani zehirliliği her tür politik düzenin yıkıcısı olan, neredeyse biyolojik bir cins gibi büyüdüler. Onlar da iktidarın ötekisidir; politika labirentine dadanmış, iktidarın tanıyamadığı, adlandıramadığı, gösteremediği kör bir taraftır. Bu incelikli bozma gücünü uyguluyorlarsa, bu aynı bilinçdışı "bırakın istesinler, bırakın inansınlar" stratejisini kullandıklarındandır, Kendi kitle niteliklerine inanma tehlikesine düşmezler: Öznellik ve söz onlara yasak olduğundan, politik ayna evresinden hiçbir zaman geçmemişlerdir. Bu onları, kendi yüceliklerine inanan ya da inandığını belirten tüm politikacılardan ayırır. Politikacıların kinizmi, kitlelerin (var olmayan) özleri konusundaki nesnel kinizme asla erişemez.
Bu, kitleye yarışta iyi bir avantaj: çünkü ötekiler onun yabancılaşmış olduğuna inanırlar, kitle de ötekilerin buna inanmasına izin verir. Dişilik de bu "şehvetli" ironiye katılır. Kadınlar erkeklerin kendilerini erkek sanmasına izin verirler, oysa kadınlar, gizliden gizliye, kendilerinin kadın olduklarına inanmazlar (Çocukların, çocuk olduklarına inanmamaları gibi). İnanmaya izin veren, inanandan ve inandırandan her zaman üstündür. Kadının cinsel ve politik özgürleşmesindeki tuzak, tam da kadınları kadın olduklarına inandırmak oldu: O zaman da kadınlık ideolojisi baskın geldi ve kadın hakları, mevki, düşünce gibi şeyler kadınların kendi özlerine olan inançla birlikte baskın geldi. Bundan böyle "özgürleşen kadınlar kendilerinin kadın olduğunu öne sürüyorlar, artık cemaatin üst perdeden alaycılığı da kayboldu. Herkesin payına düşeni aldığı bir talihsizliktir bu, böylelikle kendilerini özgür insanlar olarak gören erkekler de gönüllü kölelik içine düştüler.
“Önerdiğim insan dışarıdan yaratılmıştır, hiçbir zaman kendi olmayıp insanlar arasında doğan bir biçim tarafından tanımlanmış olduğundan kendi özünde bile sahtedir. Ebedi ve ezeli oyuncudur kuşkusuz, ama doğal oyuncudur, çünkü yapaylığı doğuştandır, hatta bu onun insanlık durumunun özelliklerinden biridir... İnsan olmak oyuncu olmak demektir, insan olmak insan taklidi yapmaktır, özünde insan olunmadığı halde bir insan gibi davranmaktır, insanlığı papağan gibi tekrarlamaktır... İnsana maskesini çıkarmasını öğütlemiyorum (bu maskenin ardında yüz yok), ondan istenebilecek şey, durumundaki yapaylığın bilincine varması ve bunu itiraf etmesidir.
Yapaylığa mahkûmsam... Eğer kendim olmama hiç izin verilmediyse..."
—Gombrowicz
İnsan olma taklidinde, insanın kendisi olmamasında büyük bir yapmacıklık vardır. Tüm doğruluk ve dürüstlük kültürümüz insanın kendi yazgısını incelikli dış göstergelerle, yapmacık ve "özgün olmayan" göstergelerle düzenleme biçimini mahkûm eder. Yapmacıklık, Gombrowicz'in dediği gibi insanın kendi durumundaki yapaylığının bilincine tam olarak vardığı ve kendine bir tür yapay ikiz yaratmak, ikizinin yapay gölgesinin altına girmek, kendi özünden. yapay bir robot üretmek, yani göstergelerin yardımı sayesinde kendini öteki olarak dışsallaştırmak anlamına gelen o şaşırtıcı ruh halidir. Tüm robotlarımız, yapay makinelerimiz ve tekniklerimiz aslında büyük bir yapmacık değil mi?
Andy Warhol. "Bir makine olmak istiyorum," dediğinde zirvedeki züppeliğin formülünü açıklar. Kendi tekil makinesini, birazcık daha fazla simülasyon ve sunilik ile, makineler ve hileli nesneler sistemine ekleyerek makineleşmenin hilelerini ortaya serer. Sıradan makinenin nesne ürettiği yerde Warhol, nesnenin çoğaltılması anlamına gelen gizli erekliliğini üretir. Aşırı—erekliliği içinde, nesnelik sürecinden doğan gizli anlamsızlık içinde nesneyi yeniden üretir (çoğaltır). Diğerlerinin ilave bir ruh aradıkları yerde o ilave bir makine arar; ilave bir anlam aradıkları yerde o ilave bir yapaylık arar. Giderek daha az kendi ve giderek daha yapmacık olarak, dünyanın sıradan kesinliğinin yeniden üretilmesi yoluyla makinenin büyücülüğüne erişir. Giderek daha az arzu öznesi olarak, nesnenin hiçliğine daha da yakınlaşır.
s.155—161
Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme
Çeviren: Işık Ergüden Ayrıntı Yayınları
7 notes
·
View notes
Text
GİBİ 5.SEZON 1.BÖLÜM (SİNEK) ÜZERİNE METAFORİK BİR YAZI
Çoğumuzun sevdiği “Gibi” dizisinin yeni sezonu yayınlanmaya başladı. Her zaman çok ilgimi çeken, güldüren, düşündüren, bazen hüzünlendiren “Gibi” 5.sezonuna enteresan bir giriş yaptı. Hazır Pazar gününe kadar bir konser yokken, bölümü izledikten sonra kafamda canlanan şeyleri not almaya karar verdim. Evet, burası bir konser bloğu sayfası idi fakat “inside.thecityof.glass” arada bir neden böyle şeyler de yapmasındı? İnternette biraz yorumlara baktıktan sonra tam olarak benim hissettiğim şeyleri ifade eden birkaç kişiyle karşılaştım. Bölümün yayınlanması üzerinden henüz çok vakit geçmediği için, zamanla daha fazla ortak yorumla karşılaşacağımı düşünüyorum. Bu zaman gelene kadar kendi izlenimlerimi yazmaya başlayayım, sonra tekrardan konuşuruz.
-HOLY SPOILER-
Bölümde dönemin siyasi aktörleri üzerinden metaforik bir anlatım tercih ettiklerini düşündüğüm için, anlaşılırlığı arttırmak adına biraz kodlama ve açıklama yapacağım, daha sonrasında akış üzerinden devam edeceğim.
Başlarken, bölüm hakkındaki düşüncelerimde bilinmesi gereken şey bu bölümün sadece arkadaşlık ilişkileri, kıskançlık, çekememezlik, toplum gözünde yükselme ve düşme, çoğu bölümde yapılan “ufacık saçma bir olayın aşırı büyümesi” vs. “Gibi” şeylerin dışında aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir döneminden itibaren neredeyse günümüze gelene kadar olan kısmının metaforik olarak anlatıldığıdır. Buna dayanarak bölüm içerisindeki ilk kodlamalar benim düşünceme göre aşağıdaki “Gibi”dir.
Yılmaz (Süleyman Demirel) (S.D.)
Ersoy (Turgut Özal) (T.Ö.) (Bu zaten bet bir şekilde gösteriliyor.)
İlkkan (Bülent Ecevit) (B.E.)
Suna hanım (Sovyetler birliği) (S.B.)
Genç çocuk (Halk)
Servet abi (Amerika Birleşik Devletleri) (ABD)
Misafirler (Diğer ülkeler) (D.Ü.)
Candan abla (Yeni Rusya)
Erol (Liyakat)
Neden bu şekilde düşündüğüme bölümün akışı içerisinde bakalım. İlerledikçe daha fazla kodlama ve birtakım siyaset tarihi açıklamaları yapmaya çalışacağım. Doğru olabilir, yanlış olabilir. Dediğim gibi kolektif bilinç içerisinde bunların hepsini ileride daha doğru noktalara koyabiliriz. Haydi başlayalım!
BAŞLIYOR!
Yılmaz (S.D.) ve Ersoy (T.Ö.) bıkkın bir şekilde koltuklarında otururken, salonun arka kısmında, yemek masasında İlkkan (B.E.) misafirlerine Tarot falı bakıyor. Diğerlerinin aksine İlkkan’ın keyfi gayet yerinde. Önemli olaylardan bahsediyor, dışarıya açık, aksiyon halinde. İlkkan’ın misafirleri olan iki adet yaşlı teyzemiz, kendisini ilgiyle dinliyor. Tarot falını, İlkkan’ın ileri görüşlülüğü olarak yorumlayabiliriz. Karşısında oturan teyzeler de muhtemelen anlatılan dönem gereği eski Sovyetler birliğini (Komünizm ya da sol felsefe) temsil ediyorlar. Bir teyzemiz eski Sovyetler iken diğeri onun en büyük destekçilerinden belki Çin ya da Kuzey Kore vs. olarak konumlanmış olabilir. Neden böyle düşündüğümü bol bol açıklayacağım.
Yılmaz ve Ersoy, arkadaki konuşma devam ederken yine sıkılgan tavırlarla bir sinek problemleri olduğundan bahsediyorlar. (Belki “Ecevit hâkim” sol politikalardan ya da arka planda kalmaktan sıkıldılar, yeni bir oluşum lazım.) Ersoy dört tane muz yediğinden ve Roma dondurmacısına gittiğinden bahsediyor (Çikita muzu memlekete ilk defa Turgut Özal getirmiş. “Roma” belki de Özal’ın dışa açık politikalarını, dış sermayeyi, özelleştirmeleri vs. vurgulamak için kullanılmış. Ya da müthiş politik, sosyolojik, ideolojik fikirlerin, jikler, izmler ve istlerin, her bokun o döneme dayandığını, oradan çıktığını belirtmek için.) Sovyetler birliğine benzettiğimiz Suna Hanım (S.B.) için İlkkan; “Suna ablacığım, sen olmasan bu Dünya yok olur gider, her şeyi bir arada tutan bir enerjin var” diyor. Sanırım gözümüzde bir şeyler canlanmaya başladı. Hakikaten de çift kutuplu, kısmen güç dengeli Dünya düzeni, birçok ulusu bir arada tutan Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte hapı yuttu. Sol ideoloji çöktü, kapitalizm yeni tanrımız oldu. Suna hanım, bakılan Tarot falı için ödemesi gereken ücreti İlkkan’a sorduğunda, İlkkan kendisinden para istemediğini, ücretsiz rehberlik yaptığını söylüyor. Para istenmemesi ve karşılıksız yardım gibi kavramlar Yılmaz’ın canını fazlasıyla sıkıyor. Para almadan bir iş yapılması, Yılmaz’a (Sağ ideoloji, kapital düzen, sermaye piyasası vs.) Tarot falı kadar anlamsız geliyor, bu işi kafasında anlamlandıramıyor.
Evden kafeye geçildiğinde İlkkan’ı, karşısında oturmakta olan bir genç çocukla konuşurken görüyoruz. Çocuk İlkkan’ın kendilerine bir ümit olduğundan bahsediyor ve İlkkan’ı övüyor. Bu çocuğu köylü sınıf, tarım sınıfı ya da hiç bunlara da girmeden dümdüz “Halk” olarak konumlandıralım. Çocuğun bu övgüsüne daha fazla katlanamayan Yılmaz, İlkkan’a “paran var mı”? Diye soruyor. Yani bu işler, sevgi gösterileri, köylü şehirli el ele ayakları, sol ütopyalar bir yere kadar sürer. Senin paran var mı? Sermayen var mı? Bu değirmeni döndürebilecek misin? Ondan haber ver diyor. İlkkan, biraz parası olduğunu söylüyor. Yılmaz bunun üzerine sinek ilacı almaktan bahsediyor. Sinek burada önemli bir öğe olabilir. “ANAP” logosunu hatırlayalım. Petekten oluşan bir Türkiye haritası üzerine konmuş arı görseli gözünüzde canlanmıştır. Burada anlatılmak istenen şey arıyı sineğe benzetip bu yapıyı eleştirmek mi? Ya da “ANAP”tan belki ilelebet kurtulmak, bunu bir sorun olarak görmek? Veya tam tersine desteklemek fakat doğru kişiyle desteklemek mi bilinmez. Dönemi okuyalım ve büyüklerimizden dinleyelim. Sonuç olarak bu durum Yılmaz’ın fazlasıyla canını sıkıyor.
Meşhur 3’lümüz yolda yürürken, bence bilinçli şekilde daha batılı bir “Cast” olarak seçilen (Hatta beyaz ABD’li denilebilecek, kafasında bir tek yıldızlı şapkası eksik olan Sam amca.) Servet abiyle (ABD) karşılaşıyor. (“Servet” seçimine dikkat.) Ersoy, Servet abiyi evlerine davet ediyor. (Yabancı sermaye ülkeye davet ediliyor.) Servet abi çok hevesli, motive “hemen gidelim” diyor. Yılmaz bu tutuma karşı temkinli yaklaşıyor. (Belki ülke henüz hazır değil.) Servet abiyi ilk başta bir bahane uydurarak uzaklaştırma ve içeriye almama gayesinde. Yılmaz ayrıca Ersoy’un kendisine hiç danışmadan “sürpriz bir inisiyatif alarak” bu işe kalkışmasına ayrıca kıl oluyor. Sonuçta Servet abi bu işe çok sinirleniyor, İlkkan naif bir şekilde özür diliyor. Yılmaz buna da kızıyor. Servet abi eve gelmek için şartları çok fazla zorluyor, niye gelemediğini kesinlikle anlamıyor, anlamamakta ısrar ediyor hatta neredeyse güç kullanacakmış “Gibi” tavırlar bile sergiliyor. Yılmaz evin içerisindeki (ülkenin içerisindeki) problemi anlatmak zorunda kalıyor. Sinek probleminden bahsedildikten sonra Servet abi durumu anlayışla karşılayıp bir sinek ilaçlama numarası veriyor fakat bu numara yalan yanlış uydurma bir numara. (ABD’nin meşhur yardım olmayan yardımlarından, verilen kredilerin bin misli faizle geri alımından, ödenemeyince verilen imtiyazlardan vs. bahsetmek için çok güzel bir anlatım, kuvvetli bir sahneleme.)
Evimize geri dönüyoruz. Yılmaz, Ersoy’u Servet abiyi eve çağırdığı için azarlıyor. (İç siyasette konuşulmadan, ortak karar verilmeden, danışıklı dönüşümlü, kapalı kapılar ardında gizli kapaklı işler yapılmadan öyle dış sermayeye kucak açılmaz.) Ersoy tabi ki Servet abiyi savunmaya, zararı olmadığını anlatmaya, (özelleştirmeye, dışa açılmaya, borçlanmaya vs.) devam ediyor. (Ülkenin hayrına olacak.) Yılmaz böyle bir şeye müsait değilim derken, (en azından henüz) İlkkan misafirlerini (D.Ü.) beklediğini, seansının olduğunu, diğerlerinin içeriye gitmesi gerektiğini söylüyor. Bu, takdir edersiniz ki evin diğer liderleri tarafından kabul edilmiyor. Yılmaz bunun önceden konuşulması gerektiği kanaatinde. (Parlamento? Kapalı kapılar? Pazarlıklar?) Yılmaz burada muhafazakâr kanadı temsil ediyor. Geleni gideni olmadan, etliye sütlüye karışmadan, kendi küçük Dünyasında, evinde oturup televizyonunu izlemek istiyor. Misafirler geliyor, kartlar İlkkan tarafından yeniden dağıtılıyor. Kalabalık misafir ekibi içerisinde bu sefer Suna Hanım yok. Belli ki Sovyetler dağılmış. Bu misafir ekibini Avrupa birliği ya da diğer Dünya ülkeleri belki G8 vs. diye konumlandırabiliriz diye düşünüyorum. İlkkan övülmeye devam ediliyor. Yılmaz sıkılgan bir şekilde çoraplarını çıkarıyor (Muhafazakârlar kolları sıvadı) İlkkan bu işe çok sinirli. Bizi dış güçler önünde “takunyalarınla” rezil ediyorsun pozlarında. Bu ana kadar sessizce koltukta oturmakta olan Ersoy kapı zilinin çalmasıyla birlikte ayaklanıyor. Kapı Ersoy tarafından açılıyor ve sürpriz! Servet abi kapımızda! (Demokrasi geldi hanım!)
Ersoy tarafından hoşça karşılanan Servet abi, eve türlü bahanelerle davet edilmediği için çok kızgın. Herkesin içeride olduğunu öğrenmiş ve kapıya dayanmış. (X bir yerde önemli bir şey; savaş, kriz, maden, para, servet, vs. varsa eğer “ABD” orada olmadan olmaz.) En nihayetinde Servet abi içeriye Ersoy tarafından buyur ediliyor fakat öyle olmasaydı bile gerekirse zor kullanıp yine de içeriye girebileceğinin sinyallerini bize oyunculuk olarak veriyor. Bütün misafirler (Diğer ülkeler) İlkkan’la birlikte ayrı bir yerde, Servet abi Yılmaz ve Ersoy ayrı bir yerde konumlanmış durumda. Servet abi Yılmaz’ı azarlıyor, “herkes burada, ben nasıl yokum” diyor, Ersoy, Servet abiyi sakinleştirmeye çalışıyor. İlkkan’ın misafirlerle masada oturduğu sahne “Son akşam yemeği” tablosunu çağrıştırıyor, bu kısımda ayrıca bir metafor daha var.
Burada dönen konu Servet abinin ilgisini çekiyor, seansın ücretini soruyor. Seansın ücretsiz olduğunu, “sevgi ve saygı karşılığında” bakıldığını Yılmaz’dan öğrendiğinde, Servet abi “iyi” diyor ve gözleri parıldıyor. Tam da bu noktada çok kritik bir an yaşanıyor. Servet abi belki gözüne İlkkan’ı kestirmişken, Yılmaz ayağıyla bir sinek yakalıyor ve olayın bütün seyri değişiyor! Yakaladığı şey belki “ANAP” belki başka bir aktör, belki iç ve dış siyasete yeni bir soluk, belki sermaye kazanımı, belki bunların hepsi ya da hiçbiri. Ama bence Yılmaz’ın yakaladığı ya da bulduğu esas şey “Liberalizm”… Bunu zaten ilerleyen bölümlerde yine bet bir şekilde gözümüze sokularak görme fırsatı yakalıyoruz. “Liberalizm” ve “Liberal” politikalar sayesinde birçok şey mümkün kılınabilir, anlatılabilir, sevimlileştirilebilir. Zaten günümüzde yaşadığımız birçok sıkıntıda yanlış uygulanan bu politikaların artçılarından ibaret. Velhasıl kelam öyle de olsa böyle de olsa, sonuç olarak bunların hepsi aslında sadece bir “Sinek”…
Yılmaz’ın yakaladığı sinek ve dolayısıyla Yılmaz, bir anda evin içerisindeki herkesi inanılmaz etkiliyor. Bu olayı çok yüksekten yaşıyorlar. Sanki bir bayram havası var. Bir keşif yapılmış, maden bulunmuş, savaş kazanılmış “Gibi”. Bu bayram havası içerisinde en büyük gazı tabi ki Servet abi veriyor ve Yılmaz’la Servet abi nihayet barışıyor. (We're all living in Amerika!) Bütün misafirler Yılmaz’ın yanında toplaşıyor, bu olayın en büyük “şakşakçısı” tabi ki Ersoy oluyor. Bu arada İlkkan arka planda kalmış, unutulmuş, modası geçmiş pozisyonda kalıyor. Mutfakta (Mecliste?) Yılmaz ve Ersoy cephesiyle İlkkan ters düşüyor, kavgalar, gürültüler çıkıyor. İlkkan bu olayın “bir seferlik şanstan ibaret” olduğunu söylüyor, diğerleri buna karşı “olmamış “Gibi”mi davranalım?” diyor. (Para bir kere gelir, har vurup harman savurursak eğer bir daha gelmeyebilir ve hiç de hoş olmayan sonuçlarla karşılaşabiliriz aklınızı başınıza alın demek istiyor. Bu ve bunun “Gibi” söylemler muhafazakâr sağ kanadın hiçbir zaman kanadında olmadı, olmayacak. Varken harca, nasıl harcarsan harca.) İlkkan mücadeleye devam edeceğinin sinyallerini veriyor ve yumruğunu duvara vuruyor. (Masaya değil.) Halkın bütün kesimlerinde Yılmaz’ın popülaritesi artıyor. İlkkan hala “o öyle her zaman olmaz, şans oldu şans” demeye, insanları tırnak içerisinde “uyarmaya” devam etse de artık ortada yakalanmış bir sinek olduğu için bu uyarılar kimseye geçmiyor. Üretmeden tüketmek, yalan yanlış yatırımlar, “lale devri” had safhada.
Misafirler tekrardan eve geliyor fakat bu sefer İlkkan ve seansı için değil, Yılmaz için oradalar. Herkes evin içerisine doluşuyor (Dış sermayeler ülkeye giriş yapıyor.) Yılmaz, ayağıyla tekrardan bir sinek yakaladığında, Ersoy aşırı heyecanı sonucunda çayları deviriyor ve resmen yanıyor! (Turgut Özal öne çıkarıldı ya da atıldı ve sonunda yandı?) Tam da bu noktada Ersoy’un sırtında beliren Turgut Özal şeklindeki lekeleri görüyoruz. İlkkan artık masada yalnız hatta karamsar, depresif bir şekilde otururken diğer tarafta resmen zafer sarhoşluğu yaşanıyor. Burada giren müzikler ve kutlama havaları bana kazanılan bir seçim, kampanya süreçleri, balkon konuşmaları vs. “Gibi” atmosferleri anımsatıyor. Hemen Star Wars’tan bir alıntı yapayım; “Demek ki demokrasi böyle ölüyormuş. Alkış ve tezahüratla”. İlkkan’ın Yılmaz ve Ersoy’un yatağına koyduğu “Ölüm” kartları bir uyarı niteliği taşıyor. (Olacaklara karşı millet ve meclis uyarılmaya çalışılıyor?) Bunların da pek bir etkisi olmuyor tabi. Hangi uyarı dinlenmiş bugüne kadar? İlkkan mutfakta hüzünlü bir konuşma yapıyor ve bence sol siyasetin gerçek manada ilk defa ülkede uygulanmış olduğundan, hayata geçirilmeye yakınlığından ve sonrasında bunun nasıl elinden alındığından bahsediyor. Bu hissiyatlar Yılmaz’a geçmiş gibi görünüyor. Seksen sonu, doksanlı yılların başı siyasetinin “ayrı fikirlerde olabiliriz ama biz aynı gemideyiz” söyleminin o yıllarda hakikaten yaşanmış olan halini uygulamada görüyoruz
Yılmaz ve Ersoy, İlkkan’ın göz önünden düşmesinden rahatsız olmuş olacaklar ki İlkkan’ı biraz daha yükseltmek, eskisi gibi olmasa da kendine getirmek için kontrollü hamleler planlıyorlar. Bu iş için Candan abla (Yeni Rusya) seçiliyor. (Eski soldan düşman olmaz mantığı?) İlkkan sanki Candan ablaya yardım ettiğini hissedip mutlu olacak. (Dağılmış Sovyetlerin küllerinden doğan yeni Rusya’ya destek atılacak.) En azından plan buna benzer bir şey. Yılmaz, sinek yakalamaktan bir süreliğine vazgeçeceğini ancak uygun zaman geldiğinde, ileride devam edeceğini söylüyor. Böyle bir şey bırakılamaz. “Liberalizm” bırakılabilecek bir şey değil. Bırakıldı zannedersin fakat tekrar tekrar seni “liberize” eder. Bu bölümde müzik olarak Cem Karaca’dan “Raptiye Rap Rap” şarkısı kullanılsa çok yakışırdı diye düşünüyorum. Hep birlikte sözleri hatırlayalım.
Maaşla gırtlak gırtlak gırtlağa rap rap. Bir de kitap okuyor bakın şu çatlağa rap rap. Liberal, miberal malı kap, götür al rap rap. Eriyor liralar, mark kap, dolar al rap rap. Bul bir kaşalot, toriğini işlet rap rap. Bir koy üç al, üçünü de beşlet rap rap. Raptiye rap rap zaptiye zap zap rap rap. N'aber nitekim gene geldi şapka rap rap.
Foto “Liberal”de, Ersoy’un sırtındaki Turgut Özal’a benzeyen lekenin fotoğrafları çekiliyor. Ersoy, seçim propagandasına hazırlanır gibi pozlar veriyor. Yılmaz “güzel” diyerek onaylıyor, fotoğraflar arasından seçimler yapılıyor. Fotoğrafçıya ödenen parayla alakalı bir konuşma geçiyor. Yılmaz’ın önceden fotoğrafçıdan 36 lira alacağı varken 73 lira vereceği oluyor. Sonuç olarak dükkândan para ödemeden ayrılıyorlar. Eczaneye gidiliyor, Ersoy’a alerji ilacı alınacak. Dükkânda çalışan Erol (liyakat) arkada konumlanırken, ön tarafta Yılmaz, Ersoy ve sonradan dükkâna giren Canan hanım kentsel dönüşüm konularını konuşuyorlar. Yılmaz ve Ersoy bu d��nüşüm olayından aşırı mutlu. (Betona yatırım her zaman mutlu eder.) Canan hanımın eski binası yıkılmış (Sovyetler birliği) geçici olarak bir yerde kalıyor, sonra yeni binasına (yeni Rusya) geçecek. Erol bu muhabbetlerden rahatsız oluyor ve Yılmazla Ersoy’a parayı ödeyip gitmelerini söylüyor. Yılmaz ve Ersoy, Canan hanıma, İlkkan’a yardım alma kisvesi altında yardım edebilir mi diye soruyorlar. Canan hanım “tabiki” diyerek bu yardım işini hevesle kabul ediyor. 427 liralık ilaç ücreti Yılmaz tarafından kabul edilmiyor. Onun gözünde bu ilacın parası daha az olmalı (İşi ucuza kapatmaya çalışmak, devlet kadrolarının ödeme çıkmaması, meclis lokantası fiyatlarına alışık olup gerçeklikten kopmak?...)
İlkkan, Candan hanıma evin kapısını açıyor. Candan hanım İlkkan tarafından hoş bir şekilde karşılanıyor. Candan hanım inanılmaz zor bir dönemden geçtiğini söylüyor ve İlkkan’la neredeyse flörtleşir gibi konuşuyor. Yılmaz ve Ersoy kafede otururken, Erol’un ilacın kullanımını yanlış yazdığına dair bir muhabbete girişiyorlar. (Kesinlikle liyakatli insanlara, doktorlara, mühendislere, bilim insanlarına güvenmiyorlar, kendi bildikleri en doğrusu. Doğruyu söyleyen, bilimin ışığında ilerleyen, akıl mantık sahiplerinin onların Dünyasında bir yeri yok. Bunlar her zaman sorun çıkaran, istemezükçüler… Bu ve buna benzer olaylara yaşamak zorunda olduğumuz dönem gereği çok hâkimiz.) Yılmaz başta o kadar negatif değilse bile, eczaneye geri dönüldüğünde başka bir yanlış ilaç vakasıyla karşı karşıya kalan teyzemizi görünce fikirleri hemen değişiyor. Erol aksini iddia etse de, bu ilacı doktorun yazdığını söylese de bunların hiçbiri işe yaramıyor. Yılmaz’ın gözünde Erol, Dünyanın yanmasından sorumlu, zararlı, toplumda yeri olmaması gereken suçlu biri. Derhal polis, güvenlik güçleri aranıyor. (Muhafazakâr iktidarda asla yeri olmayan, hapse atılan fikir, ilim, bilim insanları, düşünce suçluları?) Ersoy’un yaşadığı bu alerjinin ve kendisine yanlış bir tedavinin uygulanmasını düşünmesinin, kaygılanmasının Turgut Özal’ın zehirlenme teorileriyle bir ilgisi var mı bilmiyorum. İlkkan’ın kendini camdan attığı haberi duyulunca Yılmaz ve Ersoy evin önüne doğru koşturuyor.
Candan hanım İlkkan’ın ırzına geçmeye çalışmış. Candan hanımın beyanına göre kendisi İlkkan’a çamaşır asmayı gösteriyormuş. İlkkan buna karşılık olarak “saçmalamayın çamaşırları zaten ben asıyorum” diyor. Burada karşılıklı bir uyumsuzluk söz konusu. (Türk ve Rus sol yapıları temelde belki aynı ilkelere dayansa da arada kültürel farklılıklar var. Dışarıdan alınma felsefeler, ideolojiler, vs. bizde her zaman eklektik durmuştur, açıkçası bir boka yaramamıştır. Zaten burada söz konusu olan yeni Rusya ve bana kalırsa Don’t fuck with the Russians…) Güvenlik güçleri tekrar çağırılıyor. Suna hanımın durumundan İlkkan’a bahsediliyor. İlkkan artık Suna hanımı hatırlamıyor bile. (Good old Soviet days RIP…) Tam bu esnada Servet abi kadraja giriş yapıyor. İlkkan için, “bu uğursuzun falına inanan kaldı mı sorarım size diyor” Ee… Solculuk molculuk bitti. Artık sarılmamız gereken şey sadece kapital düzen, sermaye piyasası, şiştikçe şişen üretim ve tüketim bataklığı, ahlak yoksunluğu, materyalizm, Mc Donald’s, Coca cola, Metallica! Yılmaz bize bunu neden yapıyorsun diye çaresizce Servet abiye soruyor. Ne kadar haklı bir soru değil mi? Candan abla kaçmış, Yılmaz bağırıyor. “Ambulans çağırın, yardım edin, yardım edin bize!... (Çünkü bu saçmalıklar arasında ölüyoruz. Ölüm korkusuyla birlikte bilin bakalım neye sarılırız…)
Evet… En sonunda liyakat haklı çıkıyor tabi ama artık her şey için çok geç oluyor. Yılmaz, İlkkan eğer isterse Servet abiyi dövdürtebileceğinden bahsediyor ama İlkkan “Allah’ından bulsun” diyor. Ersoy yüksekten düşme kaygılarından bahsediyor. İlkkan, ölmeyeceğini bildiğini söylüyor fakat sürüneceğine dair sinyalleri sonrasında söylediği birbiriyle alakasız, saçma sapan sözlerle kanıtlıyor. Türkiye’de kendisini “Solcu” ya da en hafif tabirle “Muhalif” olarak tanımlayan kesimin kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını, binlerce fraksiyona bölünmelerini, asla ortak bir zeminde birleşememelerini, herkesin kendi kesimine dair müthiş ideoloji, ideal ve ütopyalarının olduğunu bundan daha iyi hiçbir cümle açıklayamazdı diye düşünüyorum. İlkkan bize muazzam bir muhalefet özeti geçiyor. İktidarda olanlar ise tam aksine tek bir cemaat “Gibi” hareket ediyor. Bunun sonucunda senelerdir aynı sonuçlarla yüzleşiyoruz. Muhafazakârlar giderek çoğalırken biz giderek azalıyoruz. Bu bahsettiğim durumu sadece siyasette değil, yaşantımızın hemen her alanında, her alt kültürde gözlemlemek mümkün. Fazla okumak ve düşünmek belki demokrasinin açığını kullanan mutlak cehalete karşı her zaman yenik düşecektir bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek. Elimden geldiğince bu bölümü kendimce yorumlamaya çalıştım. Sabırla okuyan arkadaşlara kucak dolusu teşekkürler. “Gibi”nin beşinci sezonu aşırı sinematografik, metaforik ve başka bir sürü “ikler” şekilde devam ediyor. Diğer bölümleri izlemenizi de tavsiye ederim, belki bir ara onları da yazma fırsatı yakalarım. Hoşça kalın!
youtube
4 notes
·
View notes
Note
Ne olacak bu halimiz?
Ben kahin ya da tarihçi değilim bu konuda bir şey söylemek bana düşmez ancak tarihe baktığımda geçmişte neler yaşandığını görmek bir fikir veriyor.
Nietzsche'nin nihilist dönemindeyiz gibi hissediyorum. Tüm anlam kurguları birbir önemini yitiriyor, toplumlar ve kültürler çözünüyor yeni bir dizge ihtiyacı dile gelmemiş bir şekilde her köşeden haykırılıyor. Kapitalizmin temelinde yatan borç ekonomisi daha önce tekrarlarını gördüğümüz şekilde kopma noktasına geldi, böyle durumlarda kapital ekonomi kopma yaşayarak çeşitli şekillerde (kriz, savaş ya da darbe) kendini sıfırlama yoluna gidiyor ama bunun faturası da genellikle halka oluyor. Şirketler çok beslendi, ekonomi artık durgunlaştı birkaç devin yanında insanlar büyümeye gidecek atılımlar yapamıyor. Bunun yanında hareket serbestisi olan ekonominin görülmeyen sorunu olan göçmen krizi kimlik sorunları yanında kültürel çözünme ve eş miktarda kültürel tutuculuğu yani sonuç olarak daha sağcı ve daha tutucu iktidarları yaratıyor. Bu iktidarlar istikrarlı bir şekilde diyaloğu kesmeye ve düşman imgesine odaklanarak bir savaş ortamını besliyor. Amerika açık bir şekilde son iki dönemdir son zamanların en kötü iktidarlarını deneyimliyor işin kötüsü bu iki iktidar da farklı partilerden... Öbür yanda Ortadoğu zaferlerinde sarhoşlaşmış ve kan tadını almış Rusya savaştan savaşa atlıyor, Çin yükselmeye başlamışken AB devletleri muhafazakar kabuğuna çekilmiş durumda. Göçmenler insanları tekrar aryancılığa yaklaştırıyor. Bu da yetmezmiş gibi Fransa özellikle silahlı bir Avrupa Birleşmiş Ordusu arzusunda.
Dünyanın hemen her yerinde gençler umutsuz, hayat pahalılığı her yeri vuruyor. Gençler orta sınıf ailenin bir bireyi olarak ev alabildiğin günlerin artık çok eskide kaldığını hissediyor. Modern vaatler bir bir çökmekteyken insanlar yeni paradigma arıyor. Kimse geleceğin daha aydınlık olacağını, teknolojinin ve bilimin bize hayat kolaylığı sağlayacağına inanmıyor artık. Teknoloji ve bilim bir pazar olarak başka bir kapitalist yüz gibi kanımızı emiyor ve bağımlılıklarımızı besliyormuş gibi algılıyoruz artık. Eski paradigmalar çöküyor, eskiden daha eskilerin çöktüğü gibi. Koca bir anlamsızlık çağındayız, yeni bir paradigma için çevresine bakınan insanlar gizlenmiş neo-nazi kimliklerine ya da spiritüel şarlatan söylemlere düşüyor birer birer. Okullar da bir krizin içinde, her üniversite bağnazlaşmış çeşitli istatistikleri yukarıda tutmaya özen gösteren bir markaya dönüşmüş durumda. Tüm değer sistemimiz de aynı şekilde parçalanmış durumda, değer kişinin ya da şeyin kendinde aranmıyor artık. Değer yalnızca şeyin parasal karşılığı, üst sembolik anlamı (markası) veyahut ötekilerin rağbeti bir beğeni ve görüntülenme mekanizması üzerine kurulu. Ve bu değer atfetmede eşya ile kişi ayrımı iyice silikleşmiş durumda. Nietzsche tam da böyle çöken, içi boşalan ve kıvranan çağlara nihilist dönemler olarak bakıyor. Bunu yeni doğmakta olanın doğum sancıları olarak görüyor. Ama şu da var ki Nietzsche her ne kadar kıta felsefesinde ayrıksı bir isim de olsa, modern bir gelecek algısı ile tarihe bakıyor. Bu nihilist dönem her ne kadar deneyim olarak karanlık da olsa anlamca olumlu olduğu görüşünde kendisi. Ama bizim çağımızda gelecek konusunda iyi ya da kötü bir algı yok sadece ve sadece belirsizliğin kaygısı var, burada dahi bir yokluk algısı var çağımızda.
Tarih bize şu zamana kadar böyle anlarda yıkım, çözünme ve ardından yeni bir söylem getirdi. Gelecekte ne olur bilemem dediğim gibi kahin değilim ama şimdide bu oluyor ve geçmişte böyle anlardan sonra bunlar olmuştu.
9 notes
·
View notes
Text
Bizim gençliğimiz de şunu derlerdi ki yaşım 44 yakın zaman yani
...
Biz hiç bir şey yapamayız #Amerika yapar biz bakarız derlerdi
Öyle bir öğrenilmiş çaresizlik sendromunu içine koymuşlar ki düşünüyordum biz acaba bu travmadan uyanırmıyız diye kendi kendime sordum durdum.
Sonra Erbakan hocanın hayalini dergi kupürlerinde gördüm icselleştirdim ama o #28Şubat karanlığında acaba serapmıydı dedim sonra #Erdoğan'ı başbakan olarak görünce işte bu öğrenilmiş çaresizlik bizi terk edecek dedim elhamdülillah
Bu paranoyayı içimizden söküp atıyoruz. Bu düşüncelerim Çin'in ilk insanlı misyonu ki 94 95 yılları capcanaveral (ABD) merkezinden abd aracıyla gönderdiklerinde kendi kendime dedim ki #çin çok değil on yıla uzayda üs kurar ve 2005 gibi Çin'in uzayda üssünü haber ajansılardan duyduk ama ben Reisin sayesinde bunu yapacağımıza canı gönülden inanıyordum ve çok şükür
Ufukta bir aydınlığın ışığını yaktı...
Bu ışığın sönmemesi elimizden biz bu köhne zihniyetlerin bizi para pul heykel bale vs gibi şeylerle meşgul etmesine izin vermeyeceğiz eğer ki gaflete düşersek bu karanlık zihniyetlerin aslımızada düşman düşüncelerine kapılırsak bu yaşadıklarımız hayalden öte anlam ifade etmeyecektir...
Yolun açık olsun #AlperGezerAvcı....
Sen bir hayalin gerçekleşmiş halisin....
5 notes
·
View notes
Text
Uğur Demir- Çin Lokantası Şiir Sözleri
‘beni sevmene asla izin vermeyeceğim’
diye yazmıştın kapımdaki not defterime
kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım
içerde olmadığımı bile bile
gövdeni hatırlıyorum ansızın bu kış ormanında işte
uzun, büyük, parlak
siyah ve vahşi!
parçalayacak kadar siyah
ve onarabilecek kadar vahşi!
sanki
aşka hayattan daha fazla özen gösteren, çocuksu
ama hep parçalanmış, hırpalandıkça palazlanmış bir ziyaretçi!
gövde’nin tarihi’nde yan yana dururdu yalnızlıklarımız
plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık
kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken
birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri aşık!
ellerin saklamaya çabaladığı o şehir gecesi
başın omzumda, gözlerin kapalı, saçların açık
giderken citroen: dudaklarını döven neon gazı
dudaklarındaki kazı tozu, ‘ölelim mi? ‘ demiştin
bak şimdi tam sırası!
dağlarda bir çin lokantasıydık senle ben
müşterisiz
mütemadiyen ağlamaklı
için için eğlenceli
temiz…
çevresinde çizgifilm hayvanlarının oynaştığı
bir çin lokantasıydık dağlarda senle ben
bir tahta masa, iki iskemleyle sınırlıydı ülkemiz!
mesela
yeni pişmiş pirinç pilavı dilinin üstünde yürürdü kokarca
ve sağ kulağındaki yabanıl bitki örtüsü
biz birbirimizin çatalı, bıçağı
biz birbirimizin incecik hırsızı, gönül süsü
ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda
sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe
sarayın çıkışlarını tutarken uyuşturucu ve kaftan
merdivenlere yığılıp ölen son şehzade
son fırsat, kaçınılmaz son düet, son soytarının son yemini
son sonsuzluğa dokunan küstah kızıl kanaviçe!
dağlar, dersini verir acının kuşkusuz
aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta
yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil!
gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta!
Işıktan ışığa geçen o tenha yolda
o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada
seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada
o hırçın, o fazla erkek, fazla kadın noktada
tanımadığım
tanımaya kalkışmadığım
izahı zor, kavranması imkansız bir hastalık gibi
ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı
şaha kaldırdığı boşluklarda!
iz sürmedim
ad sormadım
dönüp bakmadım ardıma!
hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla
o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde
kendi kendimizi
mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya!
‘beni sevmene asla izin vermeyeceğim’
diye yazmıştın kapımdaki not defterine
ben de eklemiştim altına:
‘aşkı dövmek lazım
kalbe terbiyesizlik ettiğinde! ..’
2 notes
·
View notes
Text
Çin Lokantası
'beni sevmene asla izin vermeyeceğim'
diye yazmıştın kapımdaki not defterime
kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım
içerde olmadığımı bile bile
gövdeni hatırlıyorum ansızın bu kış ormanında işte
uzun, büyük, parlak
siyah ve vahşi!
parçalayacak kadar siyah
ve onarabilecek kadar vahşi!
sanki
aşka hayattan daha fazla özen gösteren, çocuksu
ama hep parçalanmış, hırpalandıkça palazlanmış bir ziyaretçi!
gövde'nin tarihi'nde yan yana dururdu yalnızlıklarımız
plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık
kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken
birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri aşık!
ellerin saklamaya çabaladığı o şehir gecesi
başın omzumda, gözlerin kapalı, saçların açık
giderken citroen: dudaklarını döven neon gazı
dudaklarındaki kazı tozu, 'ölelim mi? ' demiştin
bak şimdi tam sırası!
dağlarda bir çin lokantasıydık senle ben
müşterisiz
mütemadiyen ağlamaklı
için için eğlenceli
temiz...
çevresinde çizgifilm hayvanlarının oynaştığı
bir çin lokantasıydık dağlarda senle ben
bir tahta masa, iki iskemleyle sınırlıydı ülkemiz!
mesela
yeni pişmiş pirinç pilavı dilinin üstünde yürürdü kokarca
ve sağ kulağındaki yabanıl bitki örtüsü
biz birbirimizin çatalı, bıçağı
biz birbirimizin incecik hırsızı, gönül süsü
ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda!
sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe
sarayın çıkışlarını tutarken uyuşturucu ve kaftan
merdivenlere yığılıp ölen son şehzade
son fırsat, kaçınılmaz son düet, son soytarının son yemini
son sonsuzluğa dokunan küstah kızıl kanaviçe!
dağlar, dersini verir acının kuşkusuz
aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta
yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil!
gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta!
Işıktan ışığa geçen o tenha yolda
o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada
seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada
o hırçın, o fazla erkek, fazla kadın noktada
tanımadığım
tanımaya kalkışmadığım
izahı zor, kavranması imkansız bir hastalık gibi
ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı
şaha kaldırdığı boşluklarda!
iz sürmedim
ad sormadım
dönüp bakmadım ardıma!
hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla
o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde
kendi kendimizi
mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya!
'beni sevmene asla izin vermeyeceğim'
diye yazmıştın kapımdaki not defterine
ben de eklemiştim altına:
'aşkı dövmek lazım
kalbe terbiyesizlik ettiğinde! ..'
Küçük İskender | Papağana Silah Çekme!
#küçük iskender#Papağana Silah Çekme#yazar#kitap#edebiyat#kitapalıntıları#şair#kitapalıntısı#şiir#şiirler#şiirheryerde#cumblus şiir#cumblus kitap#keşfet
19 notes
·
View notes
Text
Unité d'Habitation - Toplu Konut
View On WordPress
#1969#açık plan#Akdeniz#alan#Art#Aydınlatma#b#beton#bilgi#bina#ç#cam#çin#Da#Değer#Detaylar#doku#dünya#eser#eşsiz#estetik#etkileyici#ev#fonksiyonel#fransa#fransız#geçmiş#Görsel#güç#ikonik
0 notes
Text
Çin ilk yüzen rüzgar türbin projesini hayata geçiriyor
Çin ilk yüzen rüzgar türbin projesini hayata geçiriyor
Çin’in güneyindeki Hainan adasının Wenchang şehrinde kıyıdan 136 kilometrelik uzaklıktaki derin denizde yapımı süren proje, dünyanın su derinliği 100 metrenin ve kıyıdan uzaklığı 100 kilometrenin üzerindeki ilk yüzen rüzgar türbini olacak. Projenin hizmete girmesiyle yıllık elektrik üretiminin 22 milyon kilovat saate ulaşması ve 22 bin ton karbondioksit emisyonunun azaltılması bekleniyor. Son…
View On WordPress
0 notes
Text
BEDENİMDEN ÇIKAN SAHİPSİZ ÇIĞLIKLAR
Hiç olmadığı kadar sessiz ızdırap dolu çığlıklar. Hiç bu kadar çaresiz görmemiştim onu. Kurduğum eziyet aletleri çalışmaya başladı. Elektriğin hızı ve azabı içine işler o makinenin. Verdiği komutların acımasızlığı aletlerimi korkutur. Bağırır çağırır ama nafile,kurtuluşu yoktur bu lanet odanın. Oda zamandan muaf, gözyaşlarım ise durmadan sel olur göz yuvalarında.
İnsanım dayanamıyor. Gücü artık yetmiyor. Sadece ağlıyor. Çin işkencesinin bir hiç olduğu bu referans karşısında titriyor. Çaresizliği benim bile içime işliyor. Artık ben bile acıyorum. Artık ben bile acıyorum.
Tutunma noktasının önemi hiç olmadığı kadar seyrek. Cam misali içinden görülen bu manzara, bedeninin içinde arsız bir palyaço gibi dans eder. Onu gülerek zehirlemeye devam eder.
Hissediyorum. Gücümü hissediyorum. Vücudumun her yerinden taşıyor. Ama bu güç, diğer tarafın güçsüzlüğü ile nötrleşir. Nötr olan bir değer artık gerekli midir?
“Yapma” der. “İstemiyorum” der. Onu dinler miyim? Ne zaman iyi bir dinleyici oldum? Şayet ki iyi bir dinleyici olmak, eylemsizliği kapsıyorsa o zaman başarabilirim. Ama başarmam sadece bozguna kapı açar.
Anıları, değerleri, mekanları, zamanları kısacası sahip olduğu bir avuç güzelliği sildim. Hatta o kadar çok ileri gittim ki, hiçbir şeyi bile elinden aldım. Elinde artık hepsi var. İstediği kadar oynasın. Zaten elindeki oyuncaktan farksız.
Bazı şeylerin gereksinimleri çok ağırdır. Bu benim elimde olan bir şey değil. Ben mi suçluyum? Yoksa bunları göze alan o mu? Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Sonu belli olmayan bu gülünç yol, bazen kibir bazen de mutluluk dolu.
Olan olmuşsa özür dilemenin ne anlamı var? Yok edilmişse bir kale, tuğlalara özür dilemek onları ne kadar teselli eder? Önemli olan teselli etmek midir? Tuğlaları alıp yeni bir kale mi inşa etmek gerekir?
Cevapların manasızlığı içime işliyor. Kelimeler beynimde dans ediyor. Ettikleri dans beni çıldırtıyor.
Acı, ey şerefsiz! Tarafsız acı! Neden beni seçtin? Sana layık mıyım? Yoksa sadece bir kuklan mıyım? Bana cevap ver! Cevabın o kadar saydam olsun ki, senden yine hiç olmadığı kadar nefret edeyim!
Ciğerlerim kırılsın. Beynim sussun. Midem kussun. Yeter ki içimden çıksın.
Seninle bir bağım yok. Sadece sana katlanabilirim. Seni sadece kullanabilirim. Kullanmamı kabul edecek kadar aşağılıksan bedenimi terket. Benimle yüzleş! Biliyorum ki seni anlayamayacağım. Aramızdaki gereklilik bağı sadece sayfalarca soru. Kafam karışıyor. Beni salak gibi hissettiriyor.
Kıvrınmam, nefes almaya çalışmam beni duygusallaştırıp dengesiz yapıyor. Kaosa olan açlığım ve deneyimsizliğim her geçen gün çatışıp yeniden dost oluyor. Atlatabilmek mümkün mü ya da gerekli mi bunu ancak o söyleyebilir. Onun cevabını bekleyeceksem bırakın da aşımı vurayım.
Hayatımı bu canbazın onune sereceksem, hilemi de büyütüp onun karşısına çıkarayım. Şiirlerim ve saçmalıklarım yanmayan sigaranın tehditine benzesin. Sadece yanıltsın ve gardını aldırsın.
Merak etme, senden kaçmıyorum. Senin gibi bir illeti bırakmak benim gibi rezil bir insanın gururuna hakaret olur. Sadece seni uyarıyorum. Çok gittin. Çok yürüdün. Dinlenip dinlenmemen gerektiğini biraz da ben düşüneyim istiyorum. Buna karar verip veremeyeceğimi öğrenmek, verecek kapasitemin olmadığını görürsem de kenara geçip kabul etmek istiyorum. Bir yandan senin kölen bir yandan da sahibin olmak istiyorum.
İnsanoğlunun istekleri bitmez. Hep daha fazlası, hep daha ahlaksızı olmak ister. Bağırışım ne kadar terbiyesizce bilmeye çalışmak artık benim etiğime uymuyor. Olmayan başlangıç ve sonun sınırlarını çizmek gereksiz birer uğraştır gözümde.
Yazdıklarım, yaşadıklarım ve düşündüklerim son derece sıradan bir başa sarmadır. Varlığımın getirisi olan amaç ve acıdan korkma eylemi, beni daha çok yavaşlatır ve açık verdirir. Görünen o ki, ben ve parçam olan çaresiz nesil, ne yazık ki bunlara esir kalacaktır. Sitemim ve ağrım yine beni manasız bir tartışmanın içine soktu. Binlerce kelime olsa da potansiyelimin sınırlayıcı evreni, benim çıkmama izin vermeyecektir. Dilerdim ki bir deli olmak. Sınırları fark etmeden şaşırtmak beni o noktalara götürsün. Beni bağışla ve acizliğime ver. Benim haykırışlarım da tarihteki türdaşlarım gibi korkma üzerinedir. Rahatlamak hakkımsa bunu sana sormak isterim.
Başından itibaren bu metin bir ceylanın aslandan kaçışı gibidir. Koşuş sırasında kendini haklı ve masum gören ceylan, yara aldığında anlar suçun onda olduğunu. Farkedilir ki, gözlemler bunu öngörebilir.
Bir kez olsun gerçeği görelim. Bir kez olsun biz üzülelim. Kıskançlığımız bir kez olsun esir almasın bizi.
Mümkün mü?
Aforizmalar/YZ
2 notes
·
View notes
Text
Bilmeniz Gereken 10 Mimari Üslup ve Belirleyici Özellikleri
Hiç bir yapıya bakıp Modern mimari üslup’ta mı olduğunu yoksa Bauhaus anlayışıyla mı tasarlandığını merak ettiniz mi? Veya karşılaştığınız görkemli yapının Romanesk mi yoksa Neoklasik mi olduğunu anlamak istediniz mi? Bunu anlamak için göz önünde bulunduracağınız pek çok mimari ipucu bulunuyor. Özellikle yapı birkaç dönem boyunca ayakta kalmış ve yaşlandıkça bulunduğu dönemin izlerini bünyesine katmışsa… Bu yazımızda 10 ana mimari üslubu ve karakteristik özelliklerini sizler için özetliyoruz.
1- Viktoryen
Viktoryen dönem (19.yy’ın ortalarından sonlarına kadar) pek çok mimari üslubun geri dönüşünün bir oluşumu. Gotik’in yeniden doğuşu, Tudor, Romanesk ve hatta Asya ve Orta Doğu mimarisinin de etkilerini üzerinde barındıran bu mimari akım, sanayi devrimi döneminin pek çok konut örneğinde kendini gösteriyor.
Anahtar Özellikleri: Oyuncak bebek evini andıran özenli birleşimler, sürme pencereler, cumbalar, asimetrik form, 2-3 katlı ihtişamlı görünüm, dik ve kırık çatı, çevreleyen sundurma, canlı renkler
Örnek: – İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya’daki evlerin çoğu bu üslubun birer örneğidir.
2- İslam Mimarisi
Orta Doğu’da 7. yy’da başlayan İslam Mimarisi İran, Kuzey Afrika, İspanya gibi farklı coğrafyalarda büyük değişimler ile kendini gösteriyor. Bu
üslubun en temel tipoloji örneği sivri kemerleri, kubbeleri ve avluları ile camilerdir. 3 boyutlu tasvirlerin yasak olduğuna inanılması sebebiyle bu yapılarda düz yüzeyler üzerindeki dekorasyonlar büyük önem taşımıştır.
Anahtar Özellikleri: Nal biçimli kemerler, geometrik tasarım, İç mekana odaklı tasarım, ışık geçirimi sağlayan oluklu yüzeyler
Örnek: Hui Cami, Çin
3- Romanesk
Norman Üslubu olarak da bilinen Romanesk, 10. yy’ın sonlarında Avrupa’da yaygınlaştı. En ünlü özelliği, üslubun günümüze kadar ayakta kalmayı en çok başaran örnekleri olan Roman stildeki kiliselerde görülen beşik kemerlerdir.
Anahtar Özellikleri: Beşik kemerler, ardı sıra dizili yuvarlak başlı kemerler, stilize edilmiş çiçek ve bitki motifli taş dekorasyonları ve kapı bükümlü örgü biçiminde kapı oymaları.
Örnek: Porto Katedrali, Portekiz.
4- Barok
Barok 16. yy sonlarında İtalya’da, Romanesk’in resmi tarzına nazaran daha duygulu, şatafatlı ve duyulara hitap eder bir mimari üslup olarak doğdu. Karşı Reformun etkisi altında Katolik Yönetimi kutlamaya yönelik bir denemeydi.
Anahtar Özellikleri: Kırık alınlıklar, Tepesi kesik tasarım, Bazen görülen merkeze konumlandırılmış süslemeler, özenli süslemeler, eşli kolonlar, konkav ve konveks duvarlar.
Örnek: Versay Sarayı, Fransa
5- Tudor
Tudor Mimarisi İngilteredeki 1400’ler ve 1600’ler arasındaki Orta Çağ periyodunun son üslubu. Tudor kemeri veya diğer adıyla dört merkezli kemer bu üslubun en belirgin özelliklerinden olsa da çoğu insan bu akımı dönemin ahşap karkaslı evleri ile tanır.
Anahtar Özellikleri: Saz çatı, kanatlı pencereler(elmas şeklinde kurşun döküm cam panelleri), taş işçiliğiyle yapılmış bacalar, özenilmiş antreler.
Örnek: Anne Hathaway’in Kır Evi, Warwickshire, İngiltere
6- Bauhaus
1900’lerin başlarında Almanya’nın Bauhaus Sanat Okulunda ortaya çıkan akım, tüm sanat ve teknolojinin simplistik tasarım ve makineleşme ile bütünleştirilebileceği fikrini savunur. Bu üsluptaki tasarım anlayışı dekoratif detayları reddeder, işlevi ön plana alır. Düz çatılar ve kübik formlar tipik özellikleridir. Bauhaus prensiplerinden kübik form ve açılar modern mimaride de görülür.
Anahtar Özellikleri: Kübik formlar, ağırlıklı olarak kırmızı, mavi ve sarı renk kullanımı, açık kat planları, düz çatılar, çelik çerçeveler, cam giydirme cephe
Örnek: Bauhaus Dessau, Almanya
7- Neoklasik
Barok ve Rokoko’ya bir atıf olarak Neoklasizm,18. yy’ın ortalarında yayıldı ve mimariye asalet ve ihtişamı geri getirmeyi hedefledi. İlhamını Antik Yunan ve Roma yapılarının klasik tarzlarından alan Neoklasizm’in temel değerleri yalınlık ve simetriydi.
Anahtar Özellikleri: Görkemli boyut, boş duvarlar, sütunların abartılı kullanımı, taşıyıcı olmayan kolonlar, büyük yapılar, temiz çizgiler,
Örnek: Casino Marino, Malahide
8- Rönesans
Klasik mimarinin etkisinde Rönesans üslubu, 15. yy’da İtalya’da ortaya çıktı. Anahtar kelimeleri uyum, duruluk ve güç… Roma kalıntılarından ipuçları barındıran tasarımlar, ev yaşamının zarafetini ve ilkelerini yansıtmayı hedefler.
Anahtar Özellikleri: Kare planlı yapılar, düz tavanlar, klasik motifler, kemerler ve kubbeler, Roma stili sütunlar, etrafı kapatılmış bahçeler, tonozlu cumbalar
Örnek: St. Peters Bazilikası, Vatikan
9- Gotik
12. yy başlarında Gotik mimarlıkla birlikte önceki üsluplardan alınan ve geliştirilen özellikler birarada kullanıldı. Klasik üsluplardan daha dekoratif tasarım anlayışı, daha ince duvarlar ve kolonlar, metrelerce yükseklikte gözleri yukarı çekmeyi amaçlayan süslemeli camlar, bu mimari akımın ana başlıklarıdır.
Anahtar Özellikleri: Yükseklik ve ihtişam, sivri kemerler, tonozlu tavanlar, ışık, hafif ve havadar yapı.
Örnek: Notre Dame Katedrali, Paris.
10- Modern Mimari
Modernizm; Fütürizm, Post-modernizm ve Yeni Klasik kavramlarını da kapsayan bir terim olarak 20. yy’da ortaya çıkan harekete denir. Bu akımın mimarideki yansımaları biçimlerin gereksiz detaylardan arındırılarak yalınlığın ön plana çıkarılması gibi tasarım prensipleri ile şekillendi ve yapıda kullanılan malzemeler gizlenmek yerine tarzı belirleyici faktörler haline geldi.
Anahtar Özellikleri: Dekorasyona yer verilmemesi, alçak binalar, modern malzeme kullanımı, iç ve dış mekan arasında etkileşim, güneş ve gölge unsurlarının insana fayda sağlayacak şekilde kullanımı, cam ve doğal ışık kullanımı
Örnek: Guggenheim Müzesi, New York
1 note
·
View note