sinagogkilise-blog
Sinagog ve Kilise
30 posts
Dini diyaloglarla hoş bir tablo...
Don't wanna be here? Send us removal request.
sinagogkilise-blog · 1 year ago
Photo
Tumblr media
Girip çıkmak memnun
“Girip çıkmak memnun”
Telakki edilen tebligat gereği sarayın dışla ilişkisi kaldırılmış, dışarıdan hiç kimse alınmazken içeriden de hiç kimse bırakılmamıştır. Bir tedbir olarak sarayın çevresindeki kapılar kapatılmış ve her biri iki askerle koruma altına alınmıştır. Atıf Bey, alınan tedbiri Vali Bey’e bildirmiş, zaten harekete geçmiş olan vali ile birlikte polis müdürü Sadeddin, emniyeti umumiye müdürü Muhiddin Beyler ve Beyoğlu Dairesi Belediye müdürü İsmail Hamid Bey’i de refakatlerine alarak saraya yönelmişlerdir.
“On birde tebligat”
Sarayda geçen gece Savar’da Cemal, Şükrü ve Saim Beylerle seccadebaşı Zeki ve kilerci Şükrü Bey jurnal nöbetine memur edilmişlerdi. Vali Haydar Bey, saraya on birde varmış ve hemen Zeki Bey’i çağırarak durumu kendisine bildirmiştir. Zeki Bey, Vali ve polis müdürünün Abdülmecid Efendi’yi görmeleri için tebliğe görevlendirilmiştir. Tebligattan bir saat sonra, Abdülmecid Efendi ile görüşme talep edilmiştir Private Tour Istanbul.
“Abdülmecid Efendi kütüphanede”
Sabık halife birkaç günden beri kütüphanesinde kitaplarla meşgul olmakta imiş. Tebligatın icra edileceği gece de alışılmış şekilde kütüphanesinde bulunuyormuş. Zeki Bey, Vali Haydar Bey’in talebini Abdülmecid Efendi’ye kütüphanede iletmıştır. Zaten böyle bir tebligata hazır beklediğini söyleyen Abdülmecid Efendi, gelenlerin derhal kütüphaneye alınmalarını istemiş ve önce polis müdürü Sadeddin Bey refakatinde Zeki Bey ile birlikte kütüphaneye çıkmıştır. Kütüphane, sarayın mabeyin dairesi kısmında bulunmaktadır. Polis müdürü Abdülmecid Efendi’ye, Büyük Millet Meclisi kararını tebliğ ederken Vali Haydar, emniyeti umumiye müdürü Muhiddin ve Daire-i Belediye müdürü İsmail Hamid Beyler de kütüphaneye girmişlerdir.
“Hudut haricine”
Abdülmecid Efendi
Bu heyet, Abdülmecid Efendi’ye hilafetin kaldırılmasına dair kanunun tasdik edildiğini ve kendilerinin de verilen talimat uyarınca derhal hudut haricine çıkarılması gerektiğini bildirmiştir. Aynı zamanda, telakki edilen evamirde müstaceliyet bulunduğu da ilave edilmiştir. Abdülmecid Efendi, gece tebliğ edilen karardan dolayı hazırlıksız olduğunu belirtmiş, hazırlık için biraz süre talep etmiştir. Vali ve polis müdürü beyler böyle bir mühlet için yetkili olmadıklarını ve alınan talimatta Abdülmecid Efendi’nin derhal hudut haricine nakline nezaret edeceklerini beyan etmişlerdir. Bu sırada Başrahip Hikmet Bey de telefonla saraya davet edilmiştir. Bunun üzerine Abdülmecid Efendi, “Memleketimin saadeti ve selameti için çalışılıyor, memleket selamet bulsun da herhalde gidilecek. Demiştir.” Müşarünileyh Zeki Bey benzer şeyler söylemiş ve hazırlanmaya başlamışlardır. Bu sırada da çamaşır gibi eşyalar bavullara yerleştirilmiş ve aşağıya indirilmiştir.
“Hareme haber veriliyor”
Diğer taraftan hareme haber verilmek üzere duyuru yapılmıştır. Bu haber, haremde büyük bir üzüntü yaratmıştır. Abdülmecid Efendi tarafından verilen talimat doğrultusunda harekete geçilmiş ve özellikle müşarünileyhin zevceleri, oğlu ve kızları hazırlanmaya başlamışlardır. Harem tarafında da sadece çamaşır gibi eşyalar toplanmış ve bavullarla mabeyin kapısında hazırlanan özel alana indirilmiştir.
0 notes
sinagogkilise-blog · 1 year ago
Photo
Tumblr media
Çıkar şu murdarı başımdan
Olacak bu va… Souka biraz büyücek, Nizam’ın kafası küçücük olduğu için kulakları arasına kadar geçince aynı aynı öyle komik bir manzara çıkardı ki kahkahalarla gülmemek kabul edilemezdi. Daha tuhafı, Nâzım’ın güya kemal, takvasından elini şapkaya sürmekten de tevakkî ederek babaya:
“Çıkar şu murdarı başımdan!”
Demesiydi.
Elhasıl gülerken bir ara bölmeden içeriye tanımadığımız iki kişi girdi. Biri bana doğru edilerek kulağıma:
— Rasim Bey, Nâzım Bey kimdir?
Deyince gösterdim. Herif doğruldu. Nâzım’a hitaben Visit Bulgaria:
Buyurun Bey, sizi Merkezden istiyorlar!
Dedi. (Nâzım) da bet beniz attı. Takkeyi düzeltti. Fesi giydi. (Nuri Baba) o ikiden birini tanıyormuş, sebebi tevkifi sordu. Dedi ki:
— Şapka giymiş diye jurnal verdiler, komiser bey istiyor…
Bizde bir hayret!..
— Kim vermiş?
— Kasap Mehmed namında biri…
— Ne vakit giymiş?
— Bu gece!..
(Nâzım) titriye titriye kalkıp gitti.
“Artık bizde muhabbetler:
Subhanallah!.. Bu nasıl iş canım… Zavallı Nâzım donakaldı… Hasbünallah!.. Bak şu olan işe… Şimdi ne yapalım?.. Oğlana yazık!.. Baba ne olacak?
Baba eliyle sakalını sıvazladıktan sonra dedi ki:
— Ne olacak?.. Rasim, birer tane daha çakalım. (Voyvoda) komiseri (Yusuf) benim büyüğümdür, gidelim anlatalım, kurtarırız.
— Olur!..
Çaktık… Arkadaşlara:
Biz şimdi geliriz!
Diyerek yola düzüldük.
“Merkezden içeriye girdik, Komiserin odasına vardık. (Nâzım) melül ve mahzun oturuyordu. Bizi görünce ferahladı. Filvaki komiser, Babayı huzurda istikbal etti. Hal ve hatır sordu. Sebebi ziyaretini de anlamak istedi. Baba da anlattı. Komiser dedi ki:
— Vallahi Nuri Bey… jurnali veren adam buralardadır, çağırtayım, bir kere daha bulayım. Biraz bekleyin.
Zili vurdu. Gelen memura:
Kasap Mehmedi buldurun.
“Bir çeyrek sonra içeriye sarhoşluğu zan edilen halde biri girdi. Gözleri kapanıyor, herif bacakları üzerinde sallanıyordu. Komiser, ben ve Baba gülmeye başladık. Komiser:
Biraz geriye gel… (Nâzımı göstererek) şapkayı giyen bu muydu?
Ne dersiniz? Kasap uyanır gibi oldu. Gözleriyle üçümüzü süzdü.. Ağzından tükürük saçıyordu, bizi bir daha süzdü, ne dese beğenirsiniz?
(Nâzımı göstererek):
—. Hayır, bu değil. (Benimle Nuri Babayı başıyla işaret ederek):
— Bunlar idiler!
Biz yine birbirimize bakışarak gülüştük. Sözündeki tezadın işimize yarayacağına inanmıştık. Komiser:
— Peki, haydi, git… Nâzım Bey siz de teşrif buyurun… Nuri Baba siz biraz oturun.
Dedikten sonra masasının gözünden bir kağıt çıkardı. Bir şeyler yazdı. Nuri Babaya dedi ki:
— Yanınıza bir sivil efendi vereyim de siz Galatasaray’ına kadar gidin.
— Nasıl? Bizi mi tevkif ediyorsunuz, halbuki biz buraya şefaat için geldik.
Komiser ellerim oğuşturarak:
— Ne yapayım ki bu Kasap Mehmed. mabeyün hafiyesidir. Başka türlü bir ��ey yapamam.
—■ Yapma Yusuf Bey…
— Başka çarem yoktur, yazdığım jurnal da onun aleyhindedir, sizin lehinizdedir, al oku!..
Filvaki dediği gibiydi. Bir “Hasbünallah” daha!.,
— Şaka etme Yusuf Bey…
— Şaka değil, ciddi söylüyorum.
Demekle beraber zili vurdu, içeriye giren sivil memura:
— Al şu jurnali.. Beyleri Galatasaray’ına götür.
Çarşıya çıkartıldık. Memurla beraber Merkezden çıkarak Yüksek Kaldırımı tırmandık, Eski (Yani) birahanesinin önüne geldik. Dedim ki:
— Baba, şurada karnımızı doyuralım, ne olur ne olmaz!.
Benim içime bir şeyler doğuyordu. Bu teklife memur da icabet etti. Girdik, Memur da hemkâr oldu. Yedik içtik. Doğruca Galatasaray’ına gittik. Baba, yolda diyordu ki:
— Bizim Hafız Bey orada…
(Hâfız Bey) dediği o zaman jandarma tabur ağasıydı, Bilâhare alaybeyi oldu. Ben ile tanırdım. Mabeyine mensup kafiyelerden idi.
Adıma girdiğimizde kapıdan bir kere bak4, bakış o bakış, bir daha görünmedi. Komiser jumalınıza göz geçirir geçirmez zembereği boşanmış gibi birdenbire ayağa kalktı. Kaçlan şahlandı; jumaldan gözünü ayırmıyordu. Dışarıya çıktı. Taşlıkta bir fiskos başladı.
“Bem (Nuri Baba) ya, o da bana bakakalmış idik. Jurnal da bizi itham edecek harfi vâhid olmadığı halde bir komiseri böyle büyük bir ehemmiyetle saran sır acaba neydi? Bizi getiren sivil memur bile şaşkın şaşkın bakmıyordu. Elhasıl aradan beş on dakika geçtikten sonra bir jandarma neferi odaya girdi. İkimize birden sert bir surat ile:
— Haydi yürüyün!
Dedi. Yürüdük. Hapishaneye giden yol üzerinde alçak tavanlı loş bir odaya girdik. Görülmemiş bir manzara! Sağ tarafında kalın tahta parmaklıklı bir kapı, aralıklarından bir takım gözler bize bakıyordu. Sol tarafında bir yazı masası, üstünde bir kırbaç, kalem ve evrak. Bu masanın arkasında abdestli vecih bir polis çavuşu oturuyordu. Ama yüzümüze bile bakmıyordu. Odanın etrafı yüksek pervaneler olduğu için oturduk. Benim bacaklarım sallanıyordu. Nuri Baba, babahindi gibi kabararak kızarıyordu. Bu halinden korkmaya başladım. Çünkü baba bu hale geldi mi ondan öte ne yaptığını bilmez. Hatta korktuğum bir dakika sonra başıma geldi.
“Oturur oturmaz bizi getiren jandarmaya sordu:
— Biz burada mı kalacağız?
Köşeden müthiş bir şada:
— Sus!.. P
Baba yerinden fırladı, Polis çavuşunun gırtlağına sarıldı. Altına aldı. Tahta parmaklık arkasından da:
— Vur!
Sesleri yükseldi.
Anlaşılıyor a. Iş çığırından çıktı. Bir anda odanın içi polis, jandarma, sivil memurlarla doldu. Çavuşu baba elinden güç kurtardılar. Baba artık var kuvvetiyle alabildiğine bağıra bağıra sövüyordu. En nihayet ikinci üç jandarma hafız ve emanetinde olarak taşlığa çıkardılar. Baba aslanlar gibi köpürmüş, atılacak yer, adam arıyordu. Yanımıza elleri prangalı iki kişi daha kattılar. Galatasaray’ından çıkardılar. Nereye gidiyorduk? Jandarmanın biri dedi ki:
— Baba zaptiyeye!
Yaya mı?
— Varan varsa araba tut, ben sizinle binerim. ötekiler gitsinler!..
Baba, mürüvvet bir adamdı. Dedi ki:
— Onlara da bir araba tutun, anca beraber, kancaberişoif.
Arabalar tutuldu, bindik. Ben birbirini takip eden malum hâdiselerin tesiriyle ne but, ne kopuyorum. O tarihte (İkdam) da çalışıyordum. Bir ümidim var ise o da Zaptiye Nâzım Paşamın insaf nidâydı.
“Köprü başına geldiğimizde açık olduğunu haber aldık. Bir belâ daha… Arabalardan indik. Büyük bir barkova bindik.
“Ne gıdiyeyim? Ben Babanın pöfierinden; öfierinden korkuyordum. Çünkü aklı zıvanadan çıkmış görünüyordu. Gayet asabî olduğu için kaldırıp kendisini denize atar. Atar mı atar. Vaktiyle bir meseleden dolayı böyle bir sabıkası da vardı.
“Her neyse. Sirkeci Bâbıâli caddesi yürüdük. Gece yarısına doğru Bâbıâzaptiyeden içeri girdik. Kelepçeliler ayrıldı, biri ifade odası denilen bir odaya soktular. Burada bir polis yatmış horluyordu. Kaldırdılar. Galatasaray’ında alelacele yazılmış olan jurnalimizi verdiler. Polis okur okumaz:
Verin içeriye!
Dedi. Bin doğruca Tevkifhaneye götürdüler. Üstümüzü yokladılar. Açılan bir kapıdan salmaya salıverir gibi içeriye attılar.
“Genişçe bir koridora açılmış bir takım odalar, hepsinden de ince, kalın, horultular, kesik, sürekli öksürükler geliyordu. Bu odaların birinden karşımıza biri çıktı. Bize Azerbaycan şivesiyle:
Buyurun beyler!
Dedi. Herifi takip ettik, bir odadan içeriye girdik. Herif derhal birimiz ikimize bir yatak serdi. Cidden söylüyorum, mis kokulu çarşaf, yorgan koydu. Ben daha yastığımdan görür görmez kendimden geçmeye başladım.
Reyler paralarınızı bana verin… Yoksa karışmam, çakürabilirsiniz.
Başka ne yapabilirdik? Verdik. Baba ile koyun koyuna yattık…
0 notes
sinagogkilise-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Aba Abacılar
Kaba ve kaim bir nevi yünlü kumaş ve bu kumaştan yapılan esvap; Istanbulda bilhassa küçük esnaf ve ayak takımı ile dervişler, hal ve vakti icabı çuha giyinmesi lâzım gelirken, yaradkimseler tarafından kullanılırdı. On yedinci asır ortalarında İstanbulluları kendine mahsus zarif kıyafetılışının dervişâne tevazu unu feda edemiyen lerine hayran bırakmakla meşhur Abaza Mehmed Paşa, bir seferinde, kendisini taklid eden devrin hükümdarı Dördüncü Murad ite beraber birer kat aba cebken yaptırmışlardı ki, bu Abaza kesimi aba büyük şehirde derhal moda olmuştu.
Alemdar Mustafa Taşa sadaretinde sek ban ocağı kurulduğunda, neferlere aynı i” çimde aba dizlik ve tozluk yaptırılıp giydiril misti. Abadan şalvar, cebken, yelek, cübbe, yağmurluk, salta, potur, meri, terlik yapılırdı.
Kaim kumaş olan aba. İstanbul halkının sırtında bilhassa kışın görülürdü; ortalık soğumağa başlayınca; ‘’Abalar! sandıktan çıkarmalı” denilirdi.
Servet sahibi, kibar kimseler nazarında da aba giymek yoksulluk alâmeti bilinirdi
Abacılık. İstanbul’un küçük el sanayii arasında büyük şehre has bir şöhret yapamamıştı. Eski narh defterlerinde ve esnaf ni zamnamderind abacıların, abanın sıkını ve iyisini işleyip satmağa mecbur oldukları yazılıdır.
Evliya Çelebi abacıları. Kapaltçarşı esnafının en namlılarından ve Eski Bedestenin dış esnafından gösteriyor; yine onun kaydına göre, on yedinci asır ortalarında Istarı bulda 300 dükkânda 700 abacı işlermiş: esnaf alaylarında da eski bodestenlilerle beraber geçerlermiş
ABACIAKALJCI
Geçen asır sonlarına doğru abacılar, Zindankapısiyle Odunkapmı «raaında topUn mıslardı ki şehir rehberi haritasında Zindan Tapı caddesi diye gösterilen yol.
Sara kadar halk ağzında Abacılar Caddesi anıla gelmişti.
‘Aban yakmak” tabın halk ağzında mecazen âşık olmak, bir güzele anılma mânasına gelirdi, “abası, yanık da aşık demektir: yeni nesiller tarafından unutulmuş Düzel tâbirlerdir. Darbmıeselerimız arasında da “Abacı gebeci. sen neci?..” diye bir «s vardır; en küçük bu alâkası olmadığı hald. herhangi bir işe, mes’eleye, söze müdahale edenlere, karışanlara karşı söylenirdi.
0 notes
sinagogkilise-blog · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Rızık, Şirk-Küfür ve Şefaat
Rızık Nedir?
Sözlükte azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey anlamına gelen rızk, terim olarak, Yüce Allâh’ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey demektir. Buna göre rızk, helal olabileceği gibi, haram da olabilir.
Rızk konusunda benimsenen temel prensipler şunlardır:
Rızkı yaratan ve veren ancak Allâh’dır. Kur’an’da, “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın…” (Hud 11/6) buyurulmaktadır. Başka bir ayette de Allah’ın, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını daralttığı ifade edilmektedir (Şûra 42/12). Kul, Allâh’ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. Allâh da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. Allâh’ın yegane rızk veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez.
Haram olan şey de, rızk kapsamındadır. Fakat Allâh’ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızası yoktur. Kur’an’da, “Artık Allâh’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızklardan yeyin…” (Nahl 16/114) buyurularak, helal yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.
Herkes kendi rızkını yer; hiç kimse başkasının rızkını yiyemez.
Şirk ile küfür arasında ne gibi fark vardır?
Küfür Hz. Peygamber’in Allâh’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dini esaslardan bir veya bir kaçını inkar etmek demektir. Şirk ise Allâh Teâlâ’nın varlığını kabul etmekle birlikte, ilahlığında, isim, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı olduğuna inanmak, yahut Allah ile birlikte başka bir varlığı ya da varlıklara ibadet etmektir.
Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Şirk Allâh’a, zat, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen bir takım inançların kabulü ile gerçekleşir.
Büyük günah işleyen kimsenin iman açısından durumu nedir?
İslâmî esaslara eksiksiz olarak inandığı halde, çeşitli sebeplerle, şirk, küfür ve münafıklık dışındaki büyük günahlardan birini işleyen kimse, işlediği günahı helal saymıyorsa mümindir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allâh böyle bir kimseyi ahirette dilerse affeder, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Cezasını çektikten sonra cennete girer.
Şefaat ne demektir?
Sözlükte bir başkasını desteklemek üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve aracılık yapmak gibi manalara gelen şefaat, dinî bir terim olarak, ahirette günahkar müminlerin affedilmesi, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ya da Allah’ın izin vereceği özel kişilerin, Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını istemeleri demektir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte bulunması mümkün değildir. “O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz” (Yunus 10/3), “Onlar Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaatçi olmazlar” (Enbiya 21/28). Kafir, müşrik ve münafıklar için şefaat söz konusu değildir. “Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessir, 74/48; En’an 6/51) Hz. Peygamber bir hadislerinde ümmetinin günahkârlarına şefaat edeceğini haber vermiştir (Tirmizî, Kıyamet 11, İbni Mace, Zühd, 37).
Hz. Peygamber’in bir de genel ve kapsamlı bir şefaati olacaktır. Mahşerde bütün insanlar heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir sırada bunların hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz. Peygamber’den şefaat dileyeceklerdir. Buna “şefaat-i uzma” (büyük şefaat) adı verilir. Hz. Peygamber’in bu anlamdaki şefaat yetkisi Kur’an’da “Makam-ı Mahmud” (övülen makam) adıyla anılır.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Kutsal Kitapların İslamiyet’teki Yeri ve Önemi
Günümüzde gerçek dini bilgilerden ziyade daha çok belli bir ideolojinin kurbanı olmuş düşüncelerin maşası olan kara bilgilerin döndüğü aşıkardır. Böylesine önemli ve titiz olunması gereken bilgilerin hunharca katledilmesi ve insanların kendi çıkarları için bunları kullanmasında hepimizin suçu olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğru düzgün bir araştırma yapmıyor, okumuyoruz… Önümüze ne konulursa onu alıyoruz ve ya tüketiyoruz. Hal böyle olunca insanların böylesine bir fırsatı kendi nefsi duyguları için kullanmamalarını bekleyemeyiz. Bunun için ki daha çok okumalıyız ve araştırmalıyız. Bende sizlerin için böylesine basiretsizlikten kurtulmak için yazmış olduğum kutsal kitapların dinimizdeki yeri ve duyulması gereken saygı ve önemi anlatmaya çalışacağım…
Allâh, insanlara doğru yolu göstermek, onları dünya ve ahirette mutlu kılacak ilkeleri bildirmek, akıllarıyla cevaplarını bulmaları imkansız bazı konularda onları aydınlatmak üzere Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bazılarına insanlara tebliğ edilmek üzere yol gösterici kitaplar indirilmiştir. Allâh Teâlânın Kitap göndermesi, sahifeler halinde başlamıştır. İlk sahifeler, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’e gönderilmiştir. Sayıları henüz son derece sınırlı olan, hayatları ve ilişkileri henüz kompleks hale gelmemiş o zamanın toplumlarının ihtiyacının görülmesinde bu sahifeler yeterli olmaktaydı.
Peygamberlerin getirdiği esaslarla ve bu esasların ışığında insan aklının faaliyetleriyle uygarlık ilerledikçe, insanların hayat ve ilişkileri daha kompleks hale geldikçe Allâh Teâlâ da daha kapsamlı sahifeler ve kitaplar göndermiştir. İlahi kitaplar son kitap Kur’an-ı Kerim’le zirveye ulaşmış ve Kur’an-ı Kerim ilahi korumaya alınmıştır. Artık bundan sonra ilahi kitap gelmeyecek ve Kur’an-ı Kerim Kıyamete kadar insanlığın rehberi olacaktır. Tevrat Hz. Musa’ya, Zebur Hz. Davut’a, İncil ise Hz. İsa’ya indirilen büyük kitaplardır.
Müslüman, Allâh tarafından Peygamberlere indirilen kitapların hepsine inanır. Ancak bu kitaplardan, Allâh’ın indirdiği gibi hiç bir harfi bile değişmeden günümüze kadar ulaşan yegane ilahi kitap, sadece Kur’an-ı Kerim’dir. Diğerleri ise ya tamamen kaybolmuş veya insanlar tarafından değiştirilmiş; böylece asli şekillerini kaybetmişlerdir. Bu yüzden bugün Kur’an-ı Kerim’in dışında elde mevcut bulunan diğer ilahi kitaplarda yer alan sözlerden hangilerinin Allâh’a ait olduğu, hangilerinin ise insanlar tarafından bu kitaplara sokulduğunu ayırt etmek mümkün değildir.
Esasen Kur’an-ı Kerim indirildikten sonra diğer ilahi kitaplara ihtiyaç kalmamıştır. Zira Kur’an-ı Kerim, diğer kitapların da ihtiva ettiği Allâh’ın birliğine Peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi hak dinin temel esaslarını yeniden ve en mükemmel bir şekilde ortaya koymuş, daha önceki kitaplarda da yer alan gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususların doğrusunu açıklamıştır.
Kur’anda kaç ayet vardır?
Kur’ân-ı Kerim’in mânâ, işaret veya hüküm ifade eden, kısa veya uzun cümlelerinden her birine “âyet” denir. Âyetlerin sayısında aşağıda açıklanan bazı sebepler dolayısıyla  İslâm bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır:
a) İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre surelerin başında yer alan Besmele, Kur’an-ı Kerim’den bir âyettir. Ancak, bunlardan her birinin, başında bulunduğu sûreden bir parça ve sûrenin ilk âyeti olup olmadığı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Şafiî âlimler, söz konusu “Besmele”leri, başında bulundukları sûrenin bir parçası saydıkları halde Hanefî bilginler, bu Besmelelerin, başında bulundukları sûrenin bir parçası olmayıp, her birinin o sûreden ayrı müstakil bir âyet olduğunu, sûrelerin arasını ayırmak ve teberrûk olunmak (bereket ve feyzinden yararlanılmak) için indirildiğini söylemişlerdir.
b) Bazı sûrelerin başında, “Yâ-sîn, Hâ-Mîm, Elif-Lâm-Mîm-Râ, Tâ-Hâ…” gibi “huruf-u mukattaa” denilen harfler, bir kısım bilginlerce, müstakil birer âyet kabul edilmiş, diğer bir kısım bilginler ise bu gibi harfleri, başında bulunduğu sûrenin ilk âyetinin bir parçası saymışlardır.
c) Bazı uzunca cümleler, bir kısım bilginlerce iki veya üç âyet sayılmışken, diğer bazı bilginlerce tek âyet itibar edilmiştir.
Netice olarak ayet sayısının, kıraat imamlarından Nâfî 6217; Şeybe 6214; Mısırlı bilginler 6226; bir rivayete göre İbn-i Abbas 6616 olduğunu söylemişlerse de, Kufelilerin görüşü olan 6236 sayısı kabul görmüş ve yeryüzünde basılı bütün Mushaflarda ayetler bu sayıya göre numaralandırılmıştır. Halk arasında bilinen 6666 sayısının herhangi bir dayanağı olmayıp, muhtemelen çocuklara kolay öğretmek amacıyla yuvarlak olarak söylenmiş bir rakamdır. Bu ihtilaflar ayetlerin numaralandırılmasıyla ilgili olup, Kur’an’ın metni ve muhtevası ile ilgisi yoktur.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Dini Sembollerinden Biri: Ayasofya
Bu yazımda sizlere Hristiyan inancına sahip insanlar için önemli bir yer olarak kabul gören ve zamanın dini sembolleri arasında yer alan Ayasofya’dan bahsedeceğim.
En çok ziyaret edilen müzeler arasında yer alan Ayasofya; sanat ve mimarlık tarihi bakımından dünyanın en önde gelen anıtlardan biri olup, dünyanın 8. harikası olarak gösterilmektedir. Bu yapı daha 6.yy’da Doğu Romalı Philon tarafından da, dünyanın 8.incisi harikası olarak nitelendirilmiştir.
Mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden ilk ve son ünik uygulama olarak görülen Ayasofya, Osmanlı camilerine fikir bazında da olsa esin kaynağı olmuş, doğu-batı sentezinin bir ürünüdür. Bu eser dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer almaktadır. Bu nedenle, Ayasofya, tarihi geçmişinin yanı sıra, mimarisi, mozaikleri ve Türk çağı yapıları ile yüzyıllar boyunca tüm insanlığın ilgisini çekmiştir.
Ayasofya 916 yıl kilise, 481 yıl cami olmuş, 1935`ten bu yana müze olarak tarihi işlevini sürdürmektedir. Bizans tarihçileri (Theophanes, Nikephoros, Gramerci Leon) ilk Ayasofya`nın İmparator I. Konstantinos (324-337) zamanında yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Bazilika planlı, ahşap çatılı bu yapı, bir ayaklanma sonunda yanmıştır. Bu yapıdan hiçbir kalıntı günümüze gelmemiştir.
İmparator II. Theodosius, Ayasofya`yı ikinci defa yaptırmış ve 415`te ibadete açmıştır. Yine bazilika planlı bu yapı 532de Nika ihtilali sırasında yanmıştır. 1936 yılında yapılan kazılarda bununla ilgili bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabede girişi gösteren basamaklar, sütunlar, başlıklar, çeşitli mimari parçalardır.
İmparator Iustinianus (527-565) ilk iki Ayasofya`dan daha büyük bir kilise yaptırmak istemiş, çağın ünlü mimarlarından Miletos`lu İsidoros ve Tralles`i Anthemios`a günümüze ulaşan Ayasofya`yı yaptırmıştır. Anadolu`nun antik şehir kalıntılarından sütunlar, başlıklar, mermerler ve renkli taşlar Ayasofya`da kullanılmak üzere İstanbul`a getirilmiştir.
Ayasofya`nın yapımına 23 Aralık 532`de başlanmış, 27 Aralık 537`de tamamlanmıştır. Mimari yönden incelendiğinde büyük bir orta mekân, iki yan mekân (nef), absis, iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. İç mekân, 100 x 70 m. ölçüsünde olup, üzeri dört büyük ayağın taşıdığı 55 m. yüksekliğinde, 30,31 m. çapında kubbe ile örtülmüştür.
Ayasofya`nın mimarisinin yanı sıra mozaikleri de büyük önem taşımaktadır. En eski mozaikler iç narteks ve yan neflerde altın yaldızlı geometrik ve bitkisel motifli olan mozaiklerdir. Figürlü mozaikler IX.-XII. yüzyıllarda yapılmıştır. Bunlar İmparator kapısı üzerinde, absiste, çıkış kapısı üzerinde ve üst kat galeride görülmektedir.
Ayasofya İstanbul`un fethi ile birlikte başlayan Türk döneminde çeşitli onarımlar görmüştür. Mihrap çevresi, Türk çini sanatı ve Türk yazı sanatının en güzel örneklerini içerir. Bunlardan kubbedeki ünlü Türk hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi`nin Kuran`dan alınma bir suresi ile 7.50 m. çapındaki yuvarlak levhalar en ilgi çekici olanıdır. Bu levhalarda, Allah, Muhammed, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Ebu Bekir,
Hüseyin`in isimleri yazılıdır. Mihrabın yan duvarlarında ise Osmanlı padişahlarının yazıp buraya hediye ettiği levhalar vardır. Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve şehzadelerin türbeleri, Sultan I. Mahmut`un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti, kütüphanesi, Sultan Abdülmecid`in hünkar mahfeli, muvakkithanesi, Ayasofya`daki Türk çağı örnekleri olup türbeler, iç donanımı, çinileri ve mimarisiyle klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Domuz Eti Üzerine Açılan Tartışma
Vay efendim, Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, “Domuz eti yemek haramdır” diye nasıl demeç verirmiş. Laik bir devletin görevlisi Diyanet İşleri Başkanı nasıl böyle konuşurmuş?Koç gündür bazı çevrelerde bu tartışılıyor.
Niye konuşmasın?
Altıkulaç, devlet memuru. Görevi Diyanet İşleri Başkanlığı. Yani, halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir ülkenin en büyük din görevlisi. Adam, İslam’ın kurallarına aykırı bir şey görürse uyarmayacak mı? Uyarmazsa görevini yapmamış olur. İslamın kutsal kitabı nedir? Kuran… Kuran ne diyor? “Domuz eti yemek haramdır!” diyor.
‘Halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir. Ülkenin, bir başka devlet kuruluşu olan TRT televizyonunda bir adam ne diyor?
“‘Ben domuz eti yiyorum, bunda hiçbir sakınca yok!”
Demesin mi?
Bize kalırsa desin…
Ama izin verin de, bundan sonra da Diyanet İşleri Başkanı “‘Domuz eti haramdır” diye demeç verebilsin.
Biz, domuz eti yiyenlerden değiliz.
Kimseye de “Niye domuz eti yiyorsunuz?” diye karışmayız.
Kimseye de “Aman domuz eti ye!” demeyiz.
Kimsenin yediğine içtiğine karışmayız.
Ama Sayın Altıkulaç “Biz” değildir.
Bu ülkenin Diyanet İşleri “Başkanıdır.
Onun görevi, en azından İslam’ın kurallarını hatırlatmaktır.
Ne diyor Diyanet İşleri Başkanı:
“Domuz, çok hırslı ve obur bir hayvandır. Acıkınca, leş, fare ve kendi pisliği dâhil her şeyi yer. Bu beslenme özellikleri nedeniyle de etinde insan sağlığı için tehlikeli birçok parazitleri taşır. Diğer hayvan etlerine oranla domuzun eti ve yağı çok zor hazmedilir. Domuz eti ile beslenen insanların da bu hayvandan aynı özellikleri aldıkları dünkü ve bugünkü bilim adamlarının dikkatlerinden kaçmamıştır.
Trişinoz, domuz şeridi, samonallazlar, teptospirozlar, toxoplazmoz gibi tehlikeli hastalıklar domuzun beden yapısı ve beslenme özellikleri nedeniyle domuz eti yiyen in-sanların sağlığını ciddi biçimde tehdit eden parazitler veya hastalıklardır. Bu hastalıklar, alman çeşitli modem sıhhi tedbirlere rağmen, önlenememekte, buna karşılık domuz eti yemeyen insanların yaşadığı İslam ülkelerinde görülmemektedir.
Domuz yağının insan denen canlı organizmanın cinsel hayatında son derece önemli fonksiyonları olduğu bilinen E vitaminini tahrip ettiği, böylece cinsel hormonların düzenlenmesinde bozuklukların ortaya çıktığı bazı bilim adamlarınca ileri sürülmektedir.
İslam’dan önceki semavi dinlerle bazı batıl dinler de domuz etini haram kılmıştır. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Tevrat ve İncil’deki ilahi naslarla yasaklanan domuz etini yememişlerdir. Yahudiler, bugün de Tevrat’ta geçen bu yasağa uyarak domuz eti yemezler. Bu yasağa ilk Hıristiyanlar da uymuşlardır. Domuz eti yemeye alışık olan Romalılarla, Yunanlıların Hıristiyan olmasından sonra Hıristiyanlar arasında domuz eti yemenin yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.
Hak dinlerinin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslam dini domuz etini yemeyi açık ve kesin bir surette yasaklamıştır. Bu kesin yasak, Kuran’ı Kerim’in Bakara: 173, Mai-de: 3, Enam: 145 ve Nahl 115 numaralı ayetleri ile sabittir.”
Sen çıkıp halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir ülkenin televizyonunda domuz etinin lehinde konuşursan o ülkenin Diyanet İşleri ‘Başkanı buna yanıt vermeyecek mi?
Vazgeçelim bu kafadan…
Bu kafa bir zamanlar namaz kılıp oruç tutanlara ikinci sınıf vatandaş gözüyle bakan kafadır.
Bu kafa, elinde “Yobaz damgası” önüne gelene bu damgayı vuran kafadır.
Bu kafa kilise çanlarına kulak tıkayıp sabah ezanlarından rahatsız olan kafadır.
Bu kafa Paris’e, Roma’ya, Bulgaristan’a, Romanya’ya giderken, hacılara karşı çıkıp “Memleketin dövizi” diye safsata yapan kafalardır.
Eğer bu ülkenin Paris’e Roma’ya gidenlere verilecek dövizi varsa, hacca gidenlere de verilecek dövizi olması gerekir. Ya hep, ya hiç!
Necmettin Hoca durup dururken ortaya çıkıp 1 milyon oyu devşirip kotarmadı.
Hep bu kafa yüzünden devşirip kotardı.
Ham sofuluğa da karşıyız, böyle ham yobazlığa da… Yobaz dediğin ille de çember sakallı elinde ibrik, gözleri devriklerden çıkmaz.
Bu kafalardan da yobaz çıkar.
Hem de yobazın âlâsı…
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Komşuluk Üzerine Bir Söyleşi
Yahudi ve Hristiyan komşularına kestikleri etten yollarlardı. Onlara göre Yahudi dahi olsa komşu, komşudur. Hıristiyan dahi olsa insan, insandır. Onlarla da iyi geçinmek lazımdır. Onlara karşı anlayışlı davranmak gerekir.- Nezaketi ve efendiliği hiç bir zaman elden bırakmamalı. Eski Müslümanlar, komşularına karşı takındıkları sıcak ve samimi tavırları ile nice Yahudileri ve Hristiyanları Müslüman etmişlerdir…
Tarihlerde okuyoruz. Müslüman tüccarlar ticaret maksadıyla gittikleri ülkelerde gösterdikleri iyi niyet ve samimiyet neticesinde gayrimüslimler arasında Müslümanlığı kolaylıkla yaymışlardır. Kısa zamanda İslâmiyet, ülkelerin hatta kıtaların dini olmuş ise bu, kendisine mensup olan insanların güzel davranışları, tatlı sözlü güler yüzlü oluşları sayesinde olmuştur.
Düşmanlarını bile bağışlayan gayretli, himmetli alicenap Müslümanların bu sıcak, olumlu ve son derece davranışları nice gayrimüslimlerin İslam’ı kabul etmelerine vesile olmuştur. Bundan şu netice çıkıyor!
Bir mümin, Yahudi komşusuna iyi davranırsa; Hristiyan komşusu ile iyi geçinirse muhakkak ki onların kalbini kazanır. Kim bilir belki de bir gün onların Müslüman olmalarına vesile olur. Böylece Allah katında çok büyük ecir ve mükâfatlara nail olur. Bir kişiyi Müslüman yapmak ne demek bilir misiniz?
Bir kişiyi Müslüman etmek, bütün dünya ve içindekilere sahip olmaktan daha iyidir. Rasülüllah efendimizin bu hususta da açıklamaları vardır. Bundan dolayı gayrimüslim olsalar da komşularımıza karşı nazik davranmalıyız. Onlara da tıpkı Müslüman kardeşlerimize davrandığımız gibi iyi muamele etmeliyiz. Eshab-ı Kiram’ın yolu bu idi. Onlardan sonra gelen Tabiin’in yolu da buydu. Tabii’ni takip eden Müslümanlarda aynı yolda yürümüşlerdir. Biz, bu yolu neden izlemeyelim? Komşularımıza karşı niçin onlar gibi davranmayalım? Ecdadın yolundan gitmek onların adet ve ananelerini takip ve tatbik etmek, bizim için vazgeçilmez yol olmalıdır.
Komşularına nasıl davrandıklarını büyüklerimizden dinliyoruz. Bir mahallede bulunan yoksul komşudan o mahalle halkı sorumlu olurmuş. Onun bütün yiyecek, giyecek ve yakacaklarım el birliği ile temin ederlermiş. Yani başlarında komşuları aç ve biilâç yatarken gözlerini katiyen uyku tutmazmış. Çünkü onlarda biliyorlardı ki, onların bu sıcak ve samimi davranışları içtimai adaletin bir gereği idi. Onun için komşuları açken katiyen tok yatmamışlardı. Onu doyurmuşlardır.
Komşuları hasta iken derhal onu alıp doktora götürmüşlerdir. Bu, adeta bir sistem ve vazgeçilmez bir anane haline gelmiştir. Ülkemizdeki bütün Müslümanların bilhassa vaizlerin üzerinde en çok durduğu konu budur. Yani başında aç yatan komşusu ile ilgilenmeyen kimsenin gerçek mümin ve kâmil bir insan olamayacağını sık sık anlatırlar.  İslam uleması da bunun üzerinde çok durur. Komşu haklarının önemini anlatırlar. Fakat ne yazık ki, bugünkü Müslümanlar bu gerçeklere sırt çevirmişlerdir. Komşuları ile değil, en yakın akrabalarıyla bile ilgilenmez olmuşlardır.
Bir apartmanda oturan Müslümanlar ne yazık ki birbirlerini tanımamakta, birbirlerini ziyaret etmemektedirler. Sadece kendilerini düşünmekte ve ne alt kattakilerle ne de üst kattakilerle kesinlikle ilgilenmemektedirler. Mal ve hatırlarını sormamaktadırlar. Üstelik onlara karşı ellerinden gelen eza ve cefaları reva görmektedirler. Oysa İslâm’ın kendilerine telkin ettiği ve talim buyurduğu esaslardan ayrılmamaları gerekmektedir. Rasûlullah efendimizin komşu hakkındaki emir ve tavsiyelerini gördük.
Komşuya vermiş olduğu önemi de anladık. Biz Müslümanlar O’nun o yüce emirlerini kendimize vazgeçilmez bir düştür edinmeliyiz. Komşuya hakaret etmekten, hakkını hukukunu çiğnemekten şiddetle kaçınmalıyız. Dertleriyle hemdert olmalıyız. Yardımlarına koşmalıyız. İçlerinden muhtaç olanlara yardım etmeliyiz. Yetim olanları gözetmeliyiz. Aç olanları doyurmalıyız.
Allah tarafından sevilmek, Allah’ın rızasına mazhar olmak istiyorsak böyle yapmalıyız. Evet, Allah’a gerçek kul, Peygamber’e gerçek ümmet olmak niyetindeysek, komşumuz açken kendimiz tok yatmamalıyız. Tıpkı sahabelerine ve onlardan sonra gelen Müslümanların yaptıkları gibi… Allah, bizlere İslâm şuurunu tam anlamıyla nasip etsin. Gerek ana-baba ve gerekse komşu haklarına riayet eden, gerçek müminlerden eylesin, Amin.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Kötülüğe Kötülükle Mi Karşılık Verilmeli
Kötülük yapana kötülükle mukabele etmek her ne kadar dinimizde caiz ise de, iyilikle mukabele etmek üstün bir meziyettir. Onun için bu üstün meziyeti elde etmek her aklı başında olan Müslümanların vaz geçilmez olmalıdır. Kötülüğe karşı sabredip iyilikle mukabele etmek en doğru ve isabetli bir hareket olduğunu da hatırdan çıkartmamak lâzımdır.
Kur’an-ı Kerim’de buna işaret edilmiştir: “Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza yapın.
Sabrederseniz ant olsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır. Gördüğünüz gibi, bu ayet-i kerime’de, kötülük yapanlara aynı ile mukabele etmeğe cevaz verilmiş ise de, son kısmındaki: “Sabrederseniz ant olsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır buyurularak, hatta ant içilerek sabır ve tahammüle teşvik edilmiştir.
Öyle ise komşudan gelecek herhangi bir eziyete aynı ile mukabele etmeyip tahammül etmek, bizim için daha hayırlı, daha isabetli bir hareket olur. Üstümüzdeki katta gürültü yapan komşularınım alttan sandalyeyle veya benzeri bir şey ile mukabele edip gürültü çıkarmak her ne kadar caiz ise de, ses çıkarmadan ertesi günü beklemek, sabah olunca münasip bir lisanla durumu izah etmek şüphesiz daha İslam! daha İnsanî bir davranış olur. İşte mensubu bulunduğumuz İslam dininin bizden istediği budur. Daima efendilik. Daima uygarlık. Daima tatlı dil ve güler yüz. Atalarımız: “Tatlı bir dil yılanı bile deliğinden çıkarır!”  sözünü dedikleri zaman boşuna dememişlerdir, bu sözle uygarlığa, efendiliğe işaret etmek istemişlerdir.
Evet tatlı dil.  Güler yüz insanlar’a karşı tatlı dil, güler yüz. Bilhassa ana ve babaya, komşu ve akrabaya karşı tatlı dil ve güler yüz istenmektedir bizden…
Bunun çok büyük bir yararı vardır:  En azından, komşuları birbirlerine bağlar, birbirlerini daha çok sevdirir. Aralarındaki komşuluk bağlarını daha çok sağlamlaştırır. İlişkileri daha da takviye eder. Bunun aksine, en ufak meseleyi büyütürse, aralarındaki geçimsizlik artar.
Bu geçimsizlik zamanla tartışmalara; tartışmalar kavgalara; kavgalar dövüşmelere; dövüşmeler ise sövüşmelere; sövüşmeler cinayetlere; cinayetler de telafisi imkânsız felaket ve musibetlere yol açar.
Evet öyle bir felaketlere yol açar ki, artık yeniden komşuluk münasebetleri tesis etmek imkansız hale gelir. Yakılan hanelerin inşası, kırılan kalplerin tamiri, çiğnenen haysiyet ve şereflerin yeniden ihyası artık imkânsız hâle gelir. İşte bütün bunları göz önünde tutarak İslamiyet komşuya önem vermiştir.
Onlarla iyi geçinip güzel ilişkiler kurmayı tavsiye etmiştir. Şimdi bu hususu aydınlatan, komşunun İslam’daki yerini bize izah eden hadiselerin serdine geçiyoruz. Bu hadiseler, komşunun ne olduğunu, haklarına nasıl riayet edileceğini, komşuya ikram etmenin, ne demek olduğunu, karşılığında ne gibi ecir alınacağını bize çok güzel izah ediyor.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Baba-Oğul İlişkilerinde Olması Gerekenler
Baba-oğul ilişkileri konusunda bilhassa şunu da işaret etmek isterim: Bir ana, oğluna her şey söyleyemez. Erkek evlat, belirli bir yaştan sonra bazı konularda anadan çok babaya muhatap olur. Onun için çocuğa cünüp olduğu zaman, nasıl yıkanacağını, nasıl boy abdesti alacağını öğretmek anadan çok, babaya düşen görevlerdendir.
Evlilik babında oğluna gerekli bilgiyi verecek de hiç şüphe yok ki babadır.
—“ Evet baba oğluna her hususu öğretmelidir. Dinde haya yoktur. Yani dinî bilgileri öğrenmekte çekinecek bir şey yoktur. Evlat babaya istediğini sorabilir” ve babasından öğrenebilir. Yahut baba, evladına münasip bir lisanla bunları rahatlıkla öğretebilir.  Cünüplük hususunda da baba evladına gerekip bilgileri verip elidir ve öğretmelidir. Cünüp gezmenin ne kadar büyük bir günah olduğunu oğluna anlatmalıdır.
Aksi halde evlat, günlerce, haftalarca hatta bazen aylarca cünüp gezer de babanın bundan haberi olmaz. Ve bu yüzden büyük bir sorumluluk ve vebal altına girer. Böyle bir sorumluluk ye vebal altına girmemesi için, çocuk henüz erginlik çağma gelmeden önce, yıkanmasını guslün farzlarım, sünnetlerini, müstahak ve adaplarını öğrenmesi lâzımdır…
Dışarıda gezerken yabancı kadınlara laf atmamasını, genç kızları ve hanımları lafla, gözle, elle rahatsız etmemesini, böyle bir şey yapmanın çok günah olduğunu, Kur’an-ı Kerimde harama bakmanın kesinlikle yasak kılındığını, yabancı yani namahrem kadınlarla baş başa kalmanın dinen caiz olmadığım, şüpheyi mucip yerlerde gezip dolaşmanın da doğru olmadığını evladına telkin etmesi de baba-oğul ilişkilerini, kuvvetlendiren hususlardandır.
Babanın bunu da dikkate alması lâzımdır, oğlunu bu yönlerde de yalnız bırakmaması, ihmali etmemesi gerekmektedir. Delikanlı oğlunun, gece rüyasında şeytan tarafından nasıl aldatılacağım, nasıl ihtilam olacağını, ihtilam olduktan sonra da ne yapması gerektiğini öğretmek te babaya düşen görevlerdendir.
Dinine bağlı olan delikanlı, çok mahcup ve utangaç öldüğü için, ihtilâm olduğu zaman evde yıkanmaktan çekinebilir.  Oğlunun bu kritik durumlarım da göz Önünde tutması, anında tedbir alıp böyle hallerde evde yıkanabileceğini, bunda çekinecek bir şeyin bulunmadığını, her yetişkin gencin böyle şeyler başından1 geçebileceğini, evlâdına münasip bir lisanla anlatıp gereken öğütü vermesi gerekir. Cinsi arzularını tatmin etmek için, umumhanelere gitmesinin dinde yasak olduğunu, kendisine ait olmayan yani nikâhsız kadınlarla cinsi ilişki kurmasının da yasak olduğunu ona münasip bir dille öğretmesi lâzımdır.
Şunu da hatırdan çıkarmayalım ki: ne ekersek onu biçeriz. Allah yardımcımız olsun.  Amin.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Çocukları Camilere Götürüp Daha Küçük Yaşta İken Onları Cemaatle Namaz Kılmaya Alıştırmak
Yavrulan, toplumun ifsad edici tesirinden kurtarmak için, sık sık camilere götürüp cemaatle namaz kılmağa alıştırmak ta, elle tutulur, gözle görülür çarelerden bir tanesidir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak demek, gününün muazzam bir kısmını camide geçirmek demektir. Günün muazzam kısmını camide geçiren çocuk ise, sokakta karşılaşması muhtemel olan ahlâksız ve hayâsız çocuklarla karşılaşmak imkânından mahrum olur.
Birer menhiyat yeri olan sinema ve benzeri eğlence yerlerine gitmeğe ne fırsat bulabilir ne de imkân. Böylece kötü yerlerden kurtarılan çocuk, mutlaka iyi yerlere alıştıracaktır.
Mesela o iyi yerleri şöylece sıralayabiliriz: . yuvalan. Kültür merkezleri…
işte kötü yerlerden alıkonan çocuklar ister istemez bu faydalı yerlere gideceklerdir. Vakitlerinin kısmı küllisini o yararlı yerlerde geçireceklerdir. Böylece hem ruhen hem bedenen ve hem de zihnen güçlü ve gürbüz yetişeceklerdir. Ahlaksızların ve kötü niyeti kişilerin tuzaklarına düşmekten evlatlarını ancak bu suretle koruyabilirler.Yavrularını kötü alışkanlıklardan da ancak böyle kurtarabilirler.
Şurası gerçektir: Gençler, oynamak, vakit geçirmek ve eğlenmek isterler. Evde oturmaktan canlan sıkılır. Onların bu eğlenme ve vakit geçirme ihtiyaçlarını iyi ve yararlı yerlere yöneltmekle karşılamak gerekir. Anne ve babaların bilhassa, gençlerin bu durumları ile de ilgilenmeleri gerekir.
Çocuğunu sokağa atıp, nereye gittiğini, kimlerle gezdiğini, hangi sürpüntü yerlerde, hangi köhneleşmiş kahvelerde veya kulüp köşelerinde vakit geçirdiğini bilmeyen ve takip etmeyen bir baba, gerçekten evladına fenalık etmiş olur.
Bir baba, evden çıkan oğlunu veya kızın arkasından çıkıp takip etmezse, kumar oynanan külüp ler den veya salonlardan onların elinden tutup almazsa; kötü alışkanlıklardan evladını, azami dikkat göstererek kurtaramazsa, sonra pişman olur. Hem de çok pişman olur. Amma iş, işten geçer. Çünkü nedamet ve pişmanlığı artık para etmeyecektir. Oğlu, sözü ve kendisine verilen öğüt ü artık dinlemeyecektir.
— Sen kimsin, haydi lan moruk! diye bağıracaktır.
Kendisine karşı gelecektir.  Sövecektir. Belki de dövecektir…
Suç kimde? O baş kaldıran gençte mi?  Hayır! O babada. Gidip o kötü kulüplerden, kahve köşelerinden evladının elinden tutup almayan babada. Oglunu başı boş sokağa salan babada! Onun dini ile ilgilenmeyen, ona camiye gidip cemaatle namaz kılmasını tavsiye etmeyen, evlatlarının beynamaz ve berduş yetişmelerine sebeb olan babada!..
Kızı ile ilgilenmeyen anada. Evet suç bu ikisindedir!.. Sorumludurlar hemde çok sorumludurlar. Bunların nasıl sorumlu olduklarını, kıyamette Allah’ın huzurunda nasıl hesaba çekileceklerini ve o hesabın zorluğu karşısında nasıl buram buram terliyecekleriin inşallah ilerideki konularımızda gayet muafasal bir şekilde izah edeceğiz.. Kızları ve oğulları ile ilgilenmiyen anne ve babaların sonradan nasıl kıvrım kıvrım kıvranacaklarını son derece güzel bir ifade ile inşallah izah edeceğiz..
Çocuklan daha küçük yaşta camiye getirip cemaatle namaz kılmaya alıştırmakla, onları kötü yollara sürüklemekten, kötü arkadaşlar edinmekten, Çevrelerinin yıkıcı etkisinden kurtarmış oluruz. O tefessüh etmiş cemiyet, imanlı bir babanın yetiştireceği imanlı oğluna; imanlı annenin titizlikle yetiştireceği imanlı kızına katiyen bir şey yapamaz.
Dininden, imanından, kitabından ve bütün mukaddesatından onları katiyen soğutamaz, asla koparamaz! Biz ülkemizde bunların örneklerini çok gördük ve halen de görmekteyiz. Sokaktaki bütün mel’anetler, ahlaksızlıklar, hayasızlıklar; iyi yetişen imanlı genç erkek ve kızlara en ufak bir etkiyi bile gösterememiştir. Biz bunu gözlerimizle bir çok defalar müşahede etmişizdir. Halende etmekteyiz. Onun için yavrularımıza dikkat edip, onları daha küçük yaşta camilere alıştıralım, dini duygu ve inançlarını geliştirelim ve böylece toplumun kötü etkisinden kurtaralım.
Allah yardımcımız olsun. Amin.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Anne Ve Baba’nın Evlatları Üzerindeki Etkilerini Artırmanın Çareleri
Cemiyetin yüzde seksen etkisi altında kıvranan yavrulan bu yıkıcı, maddi ve manevî buhranlara itici olan unsurlardan kurtarmak için bir çok çareler vardır. Şimdi biz burada bu çarelerin bazılarından söz edeceğiz. Esas konuyu -evlatlarına ana va baba üzerindeki haklan- bahsinde ele alıp geniş şekilde izah edeceğiz.
Bu Çarelerden Bazıları
1)        Çocukların kötü arkadaş edinmelerini -önlemek,
2)        Yıkıcı neşriyata (yayınlara) karşı çocukları korumak,
3)        Çocuklan, dini, millî, manevî ve ahlakî bilgiler veren neşriyatı okumaya teşvik etmek,
4)        Çocuklan, İslam’ın ulvî ve göz kamaştırıcı sistem ve prensipleri doğrultusunda terbiye edip, yetiştirmek,
5)        Çocuklara daha küçük yaşta, anne ve babaya,
akraba ve komşulara, büyüklere, küçüklere nasıl, davranacaklarını öğretmek,
6)        Kız ve erkek çocukların yatak odalarını belirli bir yaştan sonra ayırmak,
7)        Sık sık çocuklara dinî ve tasavvufi hikâyeler anlatmak,
8)        Çocukları camilere götürüp daha küçük yaşta iken onları cemaatle namaz kılmaya alıştırmak..
Biz bu maddeleri daha dav çoğaltabiliriz. Fakat mevzuu fazla uzatıp okuyucuları bıktırmak istemiyoruz. Şimdi bu maddelerin bir bir izahına geçelim: Bu konuda gerekli bilgileri vermeye çalışalım. İnşallah okuyup, anlayıp gereği ile amel ederiz.
Çocukların Kötü Arkadaş Edinmelerini Önlemek
Bilindiği gibi çocuklar bir fotoğraf makinesi gibidir Gördüklerini hemen alırlar. Duyduklarını derhal kaparlar ve kafalarına sokarlar. Sonra, gördüklerini, öğrendiklerini -iyi – kötü- demeden derhal uygulamaya yeltenirler.
Çocuklar bu yetenekte oldukları için, edindikleri kötü arkadaşların kötü huylan hemen kendilerine sirayet eder. Aradan çok geçmeden o kötü arkadaşların o çirkin işlerini aynen tatbik etmeye başlarlar. Bütün hareket ve davranışları, kötü arkadaşların hareket ve davranışlarından farklı olmaz.
Şayet o kötü arkadaşları içki içiyorlarsa o da içmeye, kumar oynuyorlarsa o da kumar oynamaya; masum ve iffetli kızlara laf atıp sataşıyorlarsa o da sataşmaya; Ana-babaya:             “Moruk! Lan!” diye hitap ediyorlarsa o da aynı hitabı kendi anasına ve babasına tevcih etmeye; büyüklere karşı saygısızlık gösteriyorlarsa o da saygısız olmaya; küçükleri sevip acımıyorlarsa, o da küçükleri sevmemeğe ve acımamaya;  yalan söylüyorlarsa yalan söylemiye; gıybet ediyorlarsa gıybete; dedi-kodu yapıyorlarsa oda dedi-kodu yapmaya; söz taşıyan birer nemmâm iseler o da söz taşıyan bir kimse olmaya; başarılı insanları kıskanıyorlarsa o da iyi ve başarılı kişileri kıskanmaya; kendilerini büyük görme, herkese üstten bakma huylan varsa o da kendisini büyük görüp, herkese üstten bakarak böbürlenmeye; akşamlara kadar kahve köşelerinde tavla, kâğıt ve benzeri oyunlar oynuyorlarsa oda oynamaya, beynamazlığı, serkeşliği ve başı-boşluğu kendilerine şiar edinmişlerse o da serkeş ve başı-boş olmağa;   devlete, millete, Vatana baş kaldırmayı bir marifet sayıyorlarsa; yol kesmek, insan soymak, adam öldürmek gibi pek çirkin ve tehlikeli fiiller irtikâp ediyorlarsa, o da onlar gibi aynı şeyleri yapmaya; hırsızlık ediyorlarsa, mağaza ve banka soyuyorlarsa o da onlar gibi mağaza ve banka soymağa; Oruç tutmuyorlarsa oruç tutmamaya; namaz kılmıyorlarsa namaz kılmamaya; camiye gitmiyorlarsa camiye gitmemeye alışır. Tıpkı onlar gibi serkeş, laf dinlemez bir insan oluverir… Onların dümen suyundan gider.
Onlar gibi davranmaya başlar.
O kötü arkadaşlar, ister istemez kendisini kötü harekete ve kötü işlere sürükleyeceklerdir. Arzu etmese de fuhşiyat ve menhiyata götürüp alıştıracak-lardır. Kandırılıp içki içirecekler, kumar oynamaya alıştıracaklar, şayet esrar ve eroin gibi zehirleri kullanıyorlarsa o kötü şeylere de onu alıştıracaklardır.
Biz nice namuslu terbiyeli kuzu gibi delikanlıları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzün den kötü olmuşlardır. Yoldan çıkmışlardır. Hidayeti bırakıp dalâlete sapmışlardır, Ana-baba, din ve devleti takmaz olmuşlardır.  Birer esrarkeş ve anarşist kesilmişlerdir.
Nice huylu ve soylu, içleri pırıl pırıl olan, beş vakit namazından nuranî çehreli çocukları tanırız ki, cemiyetteki kötü arkadaşlar onları soysuz ve huysuz hale düşürmüşlerdir!. Nice münis ve muti yavrular tanırız ki, kötü arkadaşlarının yıkıcı tesirleri ile vahşi ve isyankâr olmuşlardır.
Nice müşfik ve merhametli delikanlıları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzünden şefkati elden bırakmışlardır Merhameti yitirip acımasız birer gaddar olmuşlardır..
Nice adil ve munsif insanları tanırız ki, kötü arkadaşları yüzünden adaleti bırakıp zulma sapmışlar dır.  Bu yüzden onlar, insanlar tarafından sevilirken sevilmez, sayılırken sayılmaz, itibar görürken itibar görmez hale gelmişlerdir. Nice zengin ve çalışkan çocukları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzünden zekâlarını yitirmişler, çalışkanlıklarını kaybetmişler, güzel istidat ve yeteneklerden bir lahzada mahrum olmuşlardır.
Bütün bunlar neden?
Edinlikleri kötü arkadaşları yüzünden.  Evet kötü arkadaşları onları saptırmışlardır, doğruyu güzeli bıraktırmışlardır. Çirkin olanı aldırmışlardır.. Ana ve babayı döv- ı dürmüşlerdir.. Devlete, millete ve vatana sövdürmüşlerdir. Ahlaksızlığı, serkeşliği sevdirmişlerdir.  Büyüklere itaat ve saygıyı, küçüklere merhamet ve sevgiyi  yerdirmişlerdir.
Mukaddesattan mahrum edip mülevvesata -bilerek veya bilmeyerek- itmişlerdir.
Ondan sonra da kurtulmak için güç ve takatları   kalmamış, her şeyden elleri ve ayakları kesilip bitmişlerdi. İşte kötü arkadaş edinmenin korkunç sonucunu anladınız.  Bu sebeble biz diyoruz ki, ana ve babanın başta gelen vazifesi, evladlarını kötü arkadaşlardan korumaktır. Daha böyle kötü arkadaşlar edinmeden onlara, gerekli ikazı yapmaktır. Şayet kötü arkadaşlar edinmişlerse, bütün güç ve imkânlarını seferber ederek, masum yavrularını zamanı geçmeden, henüz tam anlamıyla aşılanmadan onlardan koparıp kendilerine bağlamaktır. Aksi halde dövünmek faide vermez!
Ağlamak ve sızlamak ta hiç bir yarar sağlamaz!. Ne demişler. Kızını dövmiyen dizini döver.
Şurası da bir gerçektir ki, kişi edindiği arkadaşının tesiri altında olur. İyi arkadaş edinmiş ise iyi, kötü arkadaş edinmiş ise kötü olur. Nitekim her konuda olduğu gibi, bu konuda da Allah’ın Rasülü iki cihan serveri hazreti Muhammed Mustafa sellellahu aleyhi ve sellem efendimiz bizleri uyarmıştır.
İyi arkadaş edinmemize teşvik buyurmuşlardır. Ebu Davud ve Tirmizi’nin Sahih bir isnat ile“Ebu Hureyre (r.a.l’dan nakl ettikleri bir hadiste Allah’ın Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“Kişi dostunun (yolu ve ahlâkı) üzeredir. Bu sebeple biriniz, dost edindiği kimseye (şöyle dikkatle bir) baksın.” Peygamber efendimizin bu hadisi bizlere ne kadar güzel bir ders vermektedir. İnsanların içini ne güzel de okumaktadır! Mademki insan, edindiği arkadaşını huyu ve ahlakı üzeredir, öyle ise kimi dost ye ahbab edinmesi gerektiğini iyi düşünmesi lazımdır, ölçüp tarttıktan, tecrübe edip büyük bir denemeden geçirdikten sonra dost edinmelidir. İnsanlar, bir iki sohbetle anlaşılmazlar!..
Onlarla uzun süre sohbet etmek ve arkadaşlık yapmak gerekir. Ancak ondan sonra ne oldukları anlaşılır, ne gibi bir karaktere sahib oldukları su yüzüne çıkar. Kişi, dünyada da ahirette sevip arkadaş edindiği kimse ile birlikte olacaktır. Dünyada kimi sever, kiminle arkadaşlık yaparsa, ahirette de onunla olacaktır. İyi arkadaş sevmiş ise iyi ile; kötü arkadaş edinmiş ise kötü ile birlikte olacaktır. Demek ki kişi sevdiği kimse iledir.
Rasûl-i Ekrem efendimiz bize bunu da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur.
“Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.” Bu hadis, sıhhatında ittifak edilen bir hadistir. Eshab’dan Ebu-Musa el-eş’an (r.a.)’dan nakl edilmiştir. Mademki insanlar sevdikleri ile birlikte olacaklardır. öyleyse iyi insanlar, kâmil müslümanları sevmelidirler.
Bilhassa gençler kendilerine iyi arkadaş edinmelidirler. Ana ve baba kendilerine bu babta yardımcı olmalıdır. Evladlarının edinecekleri kötü arkadaşların çamurlu yollarına batmadan, iyi ve güzelden sapmadan,  onları  kurtarmalıdırlar. İyi arkadaş edinmelerine yardımcı olmak, ana-babanın başlıca görevlerinden olmalıdır.
Şurası bir hakikattir ki, kötü arkadaşların kötülükleri ne kadar çok ise, iyi arkadaşların da iyilikleri o kadar çoktur ve yararlıdır. Kötü arkadaşlar, insanları nasıl yoldan çıkarırlarsa, iyi arkadaşlar da, güzel davranışları ve tatlı sözleri ile kişiyi şayet kötü yolda ise o yoldan kurtarıp iyi yola sevk ederler.
İşte bu hakikati göz önünde bulundurarak anne ve baba yavrularının iyi ve yararlı arkadaş edinmeleri için azami gayreti sarf etmelidirler. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bütün güçlerini ve imkânlarını seferber etmelidirler. Bu babta hiç bir fedakârlıktan bir santim bile geri durmamalıdırlar.
Neden mi?
Çünkü ciğerparelerinin istikbal ve istiklalleri bahis konusudur! Erkek-kız bütün çocuklarının, milletlerine, devletlerine ve vatanlarına hayırlı bir unsur olmaları söz konusudur! İlerde millete ve vatana yapacakları olumlu hizmetleri söz konusudur!
Ruhen ve bedenen mükemmel olan, imanlı,  ahlaklı ve insaflı bir kimsenin Vatan ve Millete, dine ve devlete yapacak olduğu hizmetlerle, ahlaken çökmüş, manevi değerlerini yitirmiş bir kimsenin hizmeti arasında dağlar kadar farklar vardır. Bugün milletimiz ne çekiyorsa bundan çekmiyor mu?
Maddi ve manevi alanlarda gerilerde hem de çok gerilerde oluşumuzun sebebi bu değil midir? İmanlı, iz’anlı ve ahlâklı gençler yetiştirmememizin cezasını çekmiyor muyuz? Körü körüne batı taklitçiliği değil mi bizi bu çöküntüye sürükleyen? Demek oluyor ki, imanlı ile imansız, ahlaklı ile ahlaksız, karakterli ile karaktersiz arasında her bakımdan farklar vardır.. Hem de gözle görülüp elle tutulacak kadar açık ve seçik farklar!
O halde çocuklarımıza; kötü değil iyi, zararlı değil yararlı, yıkıcı değil yapıcı, imha edici değil ihya edici, öldürücü değil yaşatıcı, karıştırıcı değil barıştırıcı, ayırıcı ve bölücü değil birleştirici arkadaşlar, dost ve ahbablar seçelim. Onları buna teşvik edelim.  Evet  bir annenin en ulvi görevi bu olmalıdır! Bir babanın da vazgeçilmez vazifesi bu olmalıdır!
Yoksa çocuk doğurup sokağa salıvermek iş değildir.. Bunu herkes yapar. Şunu da bilhassa belirtelim ki, şimdiki sokaklar eski sokaklar değildir! Şimdiki caddeler eski caddeler değildir!. Şimdiki mesireler eski mesireler değildir. Sokaklarda   anarşi  kol gezmekte. Mesirelerde fuhuş alabildiğine bol! Caddelerin her köşesinde meyhaneler ve fuhuş-haneler vardır. Her taraf günah kokuyor, sokaklarda masiyetten geçilmez olmuş.
Onun için doğan yavru bu denli sokağa salınmaz. Salınırsa önü alınmaz. Sulha, selamete, barışa, huzura sukûne ve esenliğe katiyen bu kafa ile varılmaz. Evet çocuk doğurmak kolay, fakat yetiştirmek zor. Hele  bu zamanda.  Evladlan  ile belirli bir çağa , kadar ilgilenmeleri ana ve baba için yukarda da arz ettiğimiz gibi vaz geçilmez bir görevdir.
Bu görevi mutlaka yapmalıdırlar. Yavrularının saadet ve selameti, refah ve esenliği için hiç bir fedakarlıktan geri durmamalıdırlar. Onlara daha küçük yaşta iyi ve bilgili kimselerle arkadaşlık yapmalarını öğütlemelidirler. Kötü kimselerle, günah kokan caddelerde dolaşmalarına engel olmalıdırlar.
Belirli bir çağa kadar bütün hareketlerini kontrol ve yaptıkları işleri de disipline etmelidirler. Ancak böyle yaparlarsa evlatlarını, anarşiden, fitneden, fucur ve masiyetten kurtarmış olurlar. Bana ne? Neme lazım? Daha gençtir… Onun da eğlenmek, gezip tozmak hakkıdır, deyip de yavrularını başı-boş bırakırlarsa pişman olurlar. Ama pişmanlıkları o zaman hiç bir işe yaramaz.
Dövünmeleri, ağlayıp sızlamaları da hiç bir meseleyi hal etmez.
Fırsatlar zamanında değerlendirilir. İmkanlar zamanında seferber edilir. Paralar da zamanında ve yerinde harcanır. Yoksa zamanı geçti mi, her şeyi bitti mi, namus, şeref; itibar ve haysiyet gibi güzel kavramlar elden gitti mi, artık telâfisi zor müşküllerle baş başa kalınır. Onun için fırsatları değerlendirelim, çoluk çocuğumuza sahip çıkalım. Böylece va’ad edilen selamet kıyılarına çıkıp mad-daten ve ma’nen kurtulalım! Allah yardımcımız olsun. Ana ve babalara gerçekleri bütün yönleri ile idrak etmelerini nasip ve müyesser kılsın.
Amin.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Çocuklkarın Birer İmtihan Oluşu
Şurası bir gerçektir ki, evladlanmız bizlere Allah tarafından bahş edilen birer emanettir.Kazandığımız mallar da öyle. Gerek mallarımızın ve gerekse çocuklarımızın gerçek sahibi bizler değiliz. Bunların ve bütün varlıklar in hakiki sahibi ve maliki hiç şüphe yok ki Allah (C. C.ldır.
Yerlerin ve göklerin hakimiyeti muhakkak ki O’nundur. Yerde ve gökte bulunan tüm varlıkların da mülk ve hakimiyeti yine onundur. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Buna göre, çocuklarımızın ve mallarımızın biz dünyada sadece bekçisiyiz. Mallarımızı muhafaza etmek, lüzumlu yerlerde israfa’ kaçmaksızın harcamak, evladlarımızı da hem koruyup hem cemiyete güzel yetiştirmekle vazifeliyiz.
Allah bize bu görevi vermiştir. Allah tarafından verilen görevi hakkıyla yerine getirmekle mükellefiz.
Mademki evladlarımız bizlere birer emanet olarak lutf edilmiştir. Madem ki biz onların bekçisiyiz. öyle ise onları, iyi korumaya mecburuz. Zira o emanetler aynı zamanda bize, birer imtihan olarak verilmiştir. Allah bizleri onlarla imtihan ediyor. Onları nasıl koruyacağımızı, onların yaramazlıklarına nasıl göğüs gereceğimizi, onların baş kaldırmalarına nasıl sabredeceğimizi denemek istiyor.
Görmüyor musunuz, her doğan çocuk, problemi (müşkülü) ile doğmaktadır. Daha doğduğu günden, müşkülleri ve dertleri başlar. Onların bu müşkülleri ve dertleri işte bizim için bir imtihan, bir deneme vesilesidir. Allah teâla ve takaddes hazretlerinin bizleri bir denemesidir, yoklamasıdır. Bizleri imtihan ediyor.
Allah teala şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki mallarınız da evlatlarınız da ancak bir imtihandır, (asıl) büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katında dır.”
Bu ayeti kerimde, görüldüğü gibi malların da evlatlarında birer imtihan oldukları açıklanmıştır. Asıl büyük mükâfatını da Allah katında olduğu anlatılmıştır. Demek ki, sahib olduğumuz dünya malından ve evlatlarımız dan gerçek anlamda bize hiç bir faide yoktur. Aslında bunlardan yarar beklememek gerekir,  Zira bunlardan fayda beklersek yararlarım umarsak, hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü çocukların ne anaya ve ne de babaya pek büyük bir faydası yoktur. Malında öyle.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bunlar birer imtihandır. Onlara karşı olan hırs ve temalarımız ölçülmek için verilmiştir. Böyle olmasaydı. Allah: “(asıl) büyük mükafat şüphesiz Allah katinda dır” buyurur muydu hiç? Mükâfat demek fayda ve iyilik demektir. Demek ki onlarda mükafat yani fayda yoktur.
Evet onlara lüzumundan fazla değer verilmez! Her şeyin bir ölçüsü vardır: İnsan kimseye muhtaç olmamak, kimseye el avuç açmamak, çocuklarını da sefil ve yoksul bırakmamak için mal edinir, mülk edinir, para kazanır. Sonra bu malların ve kazandığı paraların zekâtlarını verir. Bol bol infak eder. Para kazanmanın, mülk edinmenin gayesi bu olmalıdır. Yoksa mala mal, paraya para katmak değil..
Çünkü böyle bir his ve hırs, kişiyi Allah’tan mahrum eder.  Evet  aşırı hırslar, kişinin Allah’ı unutmasına, emrettiği ibadetleri yerine getirmeyi ihmal etmesine sebeb olur,
Evlat da öyle. Evlada haddinden ve lüzumundan fazla sevgi gösterilmez. Hele onlar Allah ve Rasûlünden fazla katiyen sevilmez! Allah’ı ve onun Rasülünü bırakıp evlada sarılmak doğru değildir. Hiç bir zaman, mal, evlat hatta anne ve baba Allah’a tercih edilemez.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz . mallar, fesade uğramasından korktuğunuz bir ticaret, ve hoşunuza giden meskenler, size Allah’tan, onun peygamberinden ve onun yolundaki bir cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun, Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez”
Evet ayette beyan buyuruldu ğu gibi, ne babalar, ne oğullar, ne kardeşler, ne eşler, ne kabileler ne de ele geçirilen mallar, ne de fesadından korkulan ticaretler, kazançlar, hiç bir zaman Allah’a ve onun peygamberine hatta Allah yolunda yapılması gereken cihada tercih edilemez. Tercih edildiği takdirde büyük bir tahdid ile karşılaşırız:
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun”  emri celili yakamıza yapışır.
Onun için hiç bir zaman mal ve evlat, Allah’ı unutturacak kadar, Peygamberi hatırlatmayacak kadar, sevilmemelidir. Her şeyde olduğu gibi bunda da ölçüyü elden bırakmamak gerekir. Hazreti Muhammed aleyhisselamı anamızdan, çocuklarımızdan, kardeşlerimizden ve bütün insanlardan fazla sevmeliyiz. Aksi halde tam bir imana sahip olamayız. Nitekim İmam Buhar! Enes (r.a.) dan nakl ettikleri bir hadiste Allah’ın Rasülü sellellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır :
“Sizden biriniz, ben kendisine, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça (tam( iman etmiş olmaz.” Şu halde Allah’ın Rasülünü anamızdan, babamızdan Ve evlalarımızdan çok sevmeliyiz.
Hele evlerimizden, apartmanlarımızdan tarlalarımızdan ve çiftliklerimizden daha çok sevmeliyiz. Çünkü bu saydıklarımız yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bize emanet olarak verilmiştir. Biz onların bekçileriyiz, emanetçileriyiz. Onlardan ayrılmamız muhakkaktır.
Er geç ya onların ölmesiyle yahut bizim ölmemizle onlardan tamamen alâkamız kesilecektir. öyle ise birer fani ve geçici olan şeyler, Baki olan Allah’a tercih edilmemelidir.
Bizlere birer emanet olarak verilen mallan ve evlat lan iyi korumakla görevli olduğumuzu yukarıda zikretmiştik. Onlarla kayıtsız kalamayız. Onlardan ilgimizi kesemeyiz. Mallarımızı da evlatlarımız gibi koruyacağız. Hatta canlarımız gibi muhafaza edeceğiz.  Zira, can, mal ve irz uğrunda ölmeği Allah’ın Rasülü şehitlik olarak tavsif buyurmuşlardır. Onların uğrunda can vermeği şehitlik saymışlardır.
Yavrularımızı korumak, onlara kimseyi sataştırmamak, kimseye dövdürmemek bizim başlıca görevimiz olmalıdır. Onların sağlığı ile alakalanmak da öyle. Onların maddi varlıklarını koruduğumuz gibi, manevî hayatlarını da ihmal etmememiz lâzımdır.
Bütün yaramazlıklarına büyük bir sabır ve metanet göstererek, bütün isyankâr hareketlerine göğüs gererek, ülkeye yararlı bir unsur olmalari na çalışmalıyız.
Biz bu imtihanı ancak böyle verebiliriz. Allah katında bizlere ya’d edilen o büyük mükâfatı da ancak bu suretle elde edebiliriz. Ahiret’ e, kıyamet gününde Rabbulalemin’in huzuruna ak alınla ancak bu sayede çıkabiliriz.
Peygambere karşı mahcup olmaktan ancak böyle kurtulabiliriz. Mü’minlere ve takvaya erenlere va’d edilen cenneti ancak böylelikle elde edebiliriz.
1 note · View note
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Çocuklkarın Birer İmtihan Oluşu
Şurası bir gerçektir ki, evladlanmız bizlere Allah tarafından bahş edilen birer emanettir.Kazandığımız mallar da öyle. Gerek mallarımızın ve gerekse çocuklarımızın gerçek sahibi bizler değiliz. Bunların ve bütün varlıklar in hakiki sahibi ve maliki hiç şüphe yok ki Allah (C. C.ldır.
Yerlerin ve göklerin hakimiyeti muhakkak ki O’nundur. Yerde ve gökte bulunan tüm varlıkların da mülk ve hakimiyeti yine onundur. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Buna göre, çocuklarımızın ve mallarımızın biz dünyada sadece bekçisiyiz. Mallarımızı muhafaza etmek, lüzumlu yerlerde israfa’ kaçmaksızın harcamak, evladlarımızı da hem koruyup hem cemiyete güzel yetiştirmekle vazifeliyiz.
Allah bize bu görevi vermiştir. Allah tarafından verilen görevi hakkıyla yerine getirmekle mükellefiz.
Mademki evladlarımız bizlere birer emanet olarak lutf edilmiştir. Madem ki biz onların bekçisiyiz. öyle ise onları, iyi korumaya mecburuz. Zira o emanetler aynı zamanda bize, birer imtihan olarak verilmiştir. Allah bizleri onlarla imtihan ediyor. Onları nasıl koruyacağımızı, onların yaramazlıklarına nasıl göğüs gereceğimizi, onların baş kaldırmalarına nasıl sabredeceğimizi denemek istiyor.
Görmüyor musunuz, her doğan çocuk, problemi (müşkülü) ile doğmaktadır. Daha doğduğu günden, müşkülleri ve dertleri başlar. Onların bu müşkülleri ve dertleri işte bizim için bir imtihan, bir deneme vesilesidir. Allah teâla ve takaddes hazretlerinin bizleri bir denemesidir, yoklamasıdır. Bizleri imtihan ediyor.
Allah teala şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki mallarınız da evlatlarınız da ancak bir imtihandır, (asıl) büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katında dır.”
Bu ayeti kerimde, görüldüğü gibi malların da evlatlarında birer imtihan oldukları açıklanmıştır. Asıl büyük mükâfatını da Allah katında olduğu anlatılmıştır. Demek ki, sahib olduğumuz dünya malından ve evlatlarımız dan gerçek anlamda bize hiç bir faide yoktur. Aslında bunlardan yarar beklememek gerekir,  Zira bunlardan fayda beklersek yararlarım umarsak, hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü çocukların ne anaya ve ne de babaya pek büyük bir faydası yoktur. Malında öyle.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bunlar birer imtihandır. Onlara karşı olan hırs ve temalarımız ölçülmek için verilmiştir. Böyle olmasaydı. Allah: “(asıl) büyük mükafat şüphesiz Allah katinda dır” buyurur muydu hiç? Mükâfat demek fayda ve iyilik demektir. Demek ki onlarda mükafat yani fayda yoktur.
Evet onlara lüzumundan fazla değer verilmez! Her şeyin bir ölçüsü vardır: İnsan kimseye muhtaç olmamak, kimseye el avuç açmamak, çocuklarını da sefil ve yoksul bırakmamak için mal edinir, mülk edinir, para kazanır. Sonra bu malların ve kazandığı paraların zekâtlarını verir. Bol bol infak eder. Para kazanmanın, mülk edinmenin gayesi bu olmalıdır. Yoksa mala mal, paraya para katmak değil..
Çünkü böyle bir his ve hırs, kişiyi Allah’tan mahrum eder.  Evet  aşırı hırslar, kişinin Allah’ı unutmasına, emrettiği ibadetleri yerine getirmeyi ihmal etmesine sebeb olur,
Evlat da öyle. Evlada haddinden ve lüzumundan fazla sevgi gösterilmez. Hele onlar Allah ve Rasûlünden fazla katiyen sevilmez! Allah’ı ve onun Rasülünü bırakıp evlada sarılmak doğru değildir. Hiç bir zaman, mal, evlat hatta anne ve baba Allah’a tercih edilemez.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz . mallar, fesade uğramasından korktuğunuz bir ticaret, ve hoşunuza giden meskenler, size Allah’tan, onun peygamberinden ve onun yolundaki bir cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun, Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez”
Evet ayette beyan buyuruldu ğu gibi, ne babalar, ne oğullar, ne kardeşler, ne eşler, ne kabileler ne de ele geçirilen mallar, ne de fesadından korkulan ticaretler, kazançlar, hiç bir zaman Allah’a ve onun peygamberine hatta Allah yolunda yapılması gereken cihada tercih edilemez. Tercih edildiği takdirde büyük bir tahdid ile karşılaşırız:
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun”  emri celili yakamıza yapışır.
Onun için hiç bir zaman mal ve evlat, Allah’ı unutturacak kadar, Peygamberi hatırlatmayacak kadar, sevilmemelidir. Her şeyde olduğu gibi bunda da ölçüyü elden bırakmamak gerekir. Hazreti Muhammed aleyhisselamı anamızdan, çocuklarımızdan, kardeşlerimizden ve bütün insanlardan fazla sevmeliyiz. Aksi halde tam bir imana sahip olamayız. Nitekim İmam Buhar! Enes (r.a.) dan nakl ettikleri bir hadiste Allah’ın Rasülü sellellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır :
“Sizden biriniz, ben kendisine, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça (tam( iman etmiş olmaz.” Şu halde Allah’ın Rasülünü anamızdan, babamızdan Ve evlalarımızdan çok sevmeliyiz.
Hele evlerimizden, apartmanlarımızdan tarlalarımızdan ve çiftliklerimizden daha çok sevmeliyiz. Çünkü bu saydıklarımız yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bize emanet olarak verilmiştir. Biz onların bekçileriyiz, emanetçileriyiz. Onlardan ayrılmamız muhakkaktır.
Er geç ya onların ölmesiyle yahut bizim ölmemizle onlardan tamamen alâkamız kesilecektir. öyle ise birer fani ve geçici olan şeyler, Baki olan Allah’a tercih edilmemelidir.
Bizlere birer emanet olarak verilen mallan ve evlat lan iyi korumakla görevli olduğumuzu yukarıda zikretmiştik. Onlarla kayıtsız kalamayız. Onlardan ilgimizi kesemeyiz. Mallarımızı da evlatlarımız gibi koruyacağız. Hatta canlarımız gibi muhafaza edeceğiz.  Zira, can, mal ve irz uğrunda ölmeği Allah’ın Rasülü şehitlik olarak tavsif buyurmuşlardır. Onların uğrunda can vermeği şehitlik saymışlardır.
Yavrularımızı korumak, onlara kimseyi sataştırmamak, kimseye dövdürmemek bizim başlıca görevimiz olmalıdır. Onların sağlığı ile alakalanmak da öyle. Onların maddi varlıklarını koruduğumuz gibi, manevî hayatlarını da ihmal etmememiz lâzımdır.
Bütün yaramazlıklarına büyük bir sabır ve metanet göstererek, bütün isyankâr hareketlerine göğüs gererek, ülkeye yararlı bir unsur olmalari na çalışmalıyız.
Biz bu imtihanı ancak böyle verebiliriz. Allah katında bizlere ya’d edilen o büyük mükâfatı da ancak bu suretle elde edebiliriz. Ahiret’ e, kıyamet gününde Rabbulalemin’in huzuruna ak alınla ancak bu sayede çıkabiliriz.
Peygambere karşı mahcup olmaktan ancak böyle kurtulabiliriz. Mü’minlere ve takvaya erenlere va’d edilen cenneti ancak böylelikle elde edebiliriz.
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Çocuklara Sık Sık Dîni Ve Tasavvuf-Î Hikâyeler Anlatmak
Çarelerden birisi de, çocuklara sık sık dini ve tasavvuf-î hikâyeler anlatmaktır. Yanlış ve sapık düşüncelere sürükleyen asılsız ve saçma hikâyelerin yerine, daha küçük yaşta iken yavrulara dinî ve tasavvuf-i hikâyeleri anlatmak daha yerinde ve daha isabetli bir hareket olmuş olur. Dini ve tasavvuf-î hikâyelerle körpecik dimağlarını doldurmak, bir anne ve baba için en isabetli ve ma’kul davranıştır.
Çünkü bu hikâyeler, büyüdükleri zaman, onlara yön verir, batıl ve sapık fikirlere karşı bir kalkan gibi onları korur. Yabancı ve neüdüğü belli olmayan telkinlere kapılmamalarını sağlar. Boş lakırdılara ve kaba sözlere kulak asmamalarını temin eder.
Şurası da bir hakikattir ki, dimağları böylesine mükemmel bir hikâyelerle dolu olan yavrular zaten böyle ahlak dışı romanları okumak ihtiyacında olmazlar. Yani böyle bir ihtiyacı duymazlar. Çünkü o romanların gerçekle uzaktan ve yakından en ufak bir ilgisi bulunmadığını, tamamen hayati mahsulu olduğunu ilk bakışta fark ederler. Ve o romanlara karşı ilgi duymazlar. Bu suretle gelecekte ahlaklarım bozacak, ruhî bunalıma itecek, hayasızlığa sürükleyecek olan verakperaleri okumaktan kurtulmuş olurlar.
Bunun müsbet bir neticesi olarak da, toplumun kötü tesirinden kendilerini kurtarmış olurlar.
Yukarıda arz etmiştik: Toplum; gazete, mecmua, roman, radyo ve televizyonları ile durmadan çocukların dikkatlerini başka yönlere çekmekle meşguldür. Yavrulara faydalı bilgiler öğretmekten, yararlı kültürler aşılamaktan çok onlar, dinden, imandan, kitap dan, soğutacak şeyleri plânlamaktadır. Kötü programları ile ahlakı sıfıra indirmektedir.
Daha önce tedbir alıp yavrulan aşılayamazsak o programların tesirleri altında ezilmeleri işten bile değildir. Onun için o masum yavrulara, daha küçük yaşta, hayalperest hikâyeler değil; gerçek hikâyeler, hayatla ilişkisi bulunan, hikâyeler okutmak ve öğretmek lazımdır ki yıkıcı, bozucu, ifsâd edici, karıştıncı neşriyata karşı tedbirli ve temkinli olsunlar.
Okuyup hemen kapılmasınlar.  Kolayca aldanıp süratle avlanmasınlar. Çünkü körpe dimağlar, kolay kapar… Kolay kavrar… Kolay etkilenir. Kolay aldanır.. Kolay avlanır. İşte bu kötü sonuçlara fırsat vermemek, hiç şüphe yok ki herkesten önce anne ve babaya düşer. Zira çocuklarına karşı, herkesten önce onlar sorumludurlar, kötü davranışlarından onlar mesuldürler. Az evvel sıraladığımız tedbirleri almazlarsa, zamanında çocukların okudukları kitaplara, romanlara ve hikâyelere dikkat etmezlerse, sonra pişman olurlar. Ama pişmanlıkları hiç bir işe, hiç bir şeye yaramaz. Çünkü o zaman artık iş işten çoktan geçmiş olur.
Evet, kötü hikâyeler neşr eden gazete ve romanlara karşı müslüman çocuklarını korumak gerekir. Sırf bu sebepledir ki, masum yavrulan hayalperest neşriyata karşı koruma görevini yalnız anne ve babaya bırakmayan Müslüman naşirler son zamanlarda dinî hikâyeleri anlatan, millî kahramanlıkları dile getiren, tarihi adeta destanlaştıran kitaplar neşretmeye başlamışlardır.
Çünkü konu gerçekten mühimdir! Zira çocuk ne ile büyürse, onunla yaşar. Ne ile yaşarsa onunla ölür. Ne ile ölürse onunla dirilir. Ne ile dirilirse huzur-i Rabbil-Alemin’e onunla gider ve onunla hesap vermek zorunda kalır. Onun için onlara böl bol dini ve tasavvuf-i hikâyeler anlatmalı.
1 Körpe dimağlarını, taptaze zihinlerini onunla donatmalı. Ana ve baba diğer görevleri gibi bunu da başarırlarsa, evlatlarını mutlak bir felaketten korumuş olurlar. Ne mutlu böyle olan anne ve babaya!
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Çocukların Ana-Baba Üzerindeki Hakları
Anne ve baba haklarından bahs ederken evlatların haklarını ihmal etmemiz doğru olmaz. Şurası muhakkaktır ki, anne ve babanın evlatlar üzerinde hakları varsa, elbette ki evlatların da onların üzerinde haklan vardır. Anne ve baba bu haklan evlatlarına ödemek mecburiyetindedirler..
Evlatların hem babanın üzerinde, hem de annenin üzerinde haklan vardır. Annenin evladını karnında taşıdığı günden doğurup evlendireceği güne kadar yaptığı bütün hizmetler o görev zincirinin birer halkaları dır, ki bu halkalar o haklar manzumesinden ibarettir. Bir anne işte bu hizmetleri görmekle evladına karşı olan haklarını ödemiş olur. Hem de fazlasıyla…
Bu hizmetlerden herhangi birini ihmal ettiği takdirde anne mes’ul düşer. Mesela, evladının emzirilmesini, yedirilmesini, altının temizlenmesini yıkanıp paklanmaları  giydirilip tertemiz gezdirilmesini ihmal ettiği Şu hususa da işaret etmekte fayda mülahaza ediyorum :Toplumda çok şefkatli anneler olduğu gibi, merhametini yitirmiş fakat hissini tüketerek bitirmiş bazı anneler de bulunmaktadır.
Evet, cami avlularında, yol kenarlarında, parklarda henüz meme emmekte olan yavrularını kaderleri ile baş başa bırakıp kaçan ve sırra kadem basan insafsız anneler de vardır. Böylelerinde vicdan var mıdır? Yoktur! Böylelerin vicdanı yok!.. Yürekleri katıdır. Kalpleri de paslıdır.
Kafa yapıları “çarpık, ruh yapıları ise bozuktur! Öyle zalim bir vicdana, kaskatı bir yüreğe, şuursuz bir kafaya, acımasız bir kalbe sahip olmasalar, bu korkunç suçu işleyebilirler mi hiç?. Bu tür yaratıkların toplumda bulunması çok korkunçtur! Hele gün geçtikte sayılarının artması, daha da korkunç, gelecek için daha da tehlikelidir.
Bunlar, bunu neden yapıyorlar? İslâmî terbiyeden mahrum oldukları için yapıyorlar. İslam ahlakı üzere büyüselerdi vicdanları buna katiyen müsaade etmezdi. Yürekleri titrerdi.. Akılları durur ve ruhları muz-tarıp olurdu. Onların hiç çekinmeden o korkunç fiili irtikâp etmeleri, ne denli gaddar, ruhsuz ve vicdansız olduklarını göstermektedir. Vicdan sahibi anne bunu yapamaz! Akıllı anne bunu yapamaz. Merhametli anne bunu yapamaz.  zaman,  mutlaka cezaya çarptırılır. Bu cezayı dünyada göremezse bile ahret  te  mutlaka görür.
Şefkatli anne bunu yapamaz. Bunu yapanlar, çocuklarına karşı haklarının ne olduğunu bilmeyen zavallı, ve insafsız kadınlardır. Allah İslah etsin. Amin. Evet, çocukların anneler üzerindeki hakları sayılmayacak kadar çoktur. Bir anne, gerçekten yavrularına karşı yüklendiği sorumlulukları ifa ederse, o haklar hakkıyla ödemiş olur.
Ancak bu suretle dünya ve ahiret sorumluluğundan kendisini kurtarmış olur. Aksi halde yukarıda da arz ettiğimiz gibi, büyük cezalar onu bekler. Bu cezalar, dünyada çocuğun serkeş olmasıyla ve devamlı olarak kendisini huzursuz kılmasıyla ahirette de Allah’ın huzurunda hesab verememesinden dolayı azab-i elime, duçar olmasıyla tahakkuk edecektir.
Her anne bunu iyi hem de çok iyi bilmelidir. Evlatlarına karşı yüklendiği görevin ve sorumluluğun ne olduğunu iyi öğrenmelidir. iyi bilirse, güzel öğrenirse, muhakkak ki uygulamakta zahmet çekmez. Gereği gibi uygular ve böylelikle yavrularına karşı olan haklarını da ödemiş, ve dolayısıyla Allah katında büyük bir mükâfata mazhar olmuş olur…
0 notes
sinagogkilise-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yıkıcı Neşriyata (Yayınlara) Karşı Çocukları Korumak
Kamu oyunu oluşturan faktörlerden birisi de hiç şüphe yok ki neşriyattır. Neşriyat isterse, kamu oyunu hem müsbet  yönde hem de menfi yönde oluşturabilir. O, muhakkak bu güce sahiptir.
Vatan ve milletin refahı, istikbal ve istiklali için neşriyat olduğu gibi, gençliğin dinî, ahlaki ve manevi inançlarını sarsan, her gün biraz daha gençliği ahlak buhranına sürükleyen yıkıcı, ü mahvedici müstehcen neşriyat ta vardır. işte yavrularını bu müstehcen neşriyattan korumak, bir anne ve babanın başta gelen görevlerindendir.
Toplumumuzun yanıldığı bir nokta vardır: Çocukları, her şeyi okumakta serbest bırakmak. Bu çok yanlış ve son derece tehlikeli, bir düşüncedir, Çünkü çocuklar mümeyyiz bir çağa gelmedikçe, iyiyi kötüden, çirkini güzelden ayırd edemezler. Çoğu zaman iyiyi kötü, kötüyü de iyi zan ederler. Yararlıları zararlılardan ayırt edemezler. Çoğu zaman yararlıyı zararlı, zararlıyı da yararlı sayarlar.
Onun için çocukları mümeyyiz bir çağa gelinceye kadar yani iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir yaşa gelinceye dek, zararlı neşriyata karşı korumak gerekir.
Neden mi? İzah edelim:
Çünkü o zararlı neşriyatı okudukları zaman, iyiyi kötüden ayırt edemedikleri için hemen etkilenirler ve böylece topluma zararlı bir unsur olarak yetişirler, öğrendikleri o zararlı şeyleri bilahare toplumda uygulamaya çalışırlar.
Kimse de bunu kolay kolay önleyemez. Çünkü o şeyler artık onlarda bir inanç haline gelmiştir. Kafalarına yerleştirmiştir, beyinlerinde bir daha silinmemesiyle yer etmiştir. O fikrinden döndürmek, o kötü şeyleri kafasından çıkartmak artık bir mesele haline gelir. Onun için çok dikkat etmek lâzımdır. Amma mümeyyiz hale geldikten, iyiyi kötüden ayırt edebilecek bir yaşa ayak bastıktan sonra, her türlü neşriyat okumaların  müsaade etmeli.
Çünkü onlar artık zararlıyı yararlıdan, iyiyi kötü den ayırd edebilirler. Şurası da bir gerçektir ki, bir insan iyiyi de kötüyü de öğrenmelidir. İyiyi tatbik etmek için, kötüden de korunmak için öğrenmelidir.
Hazreti Ömer (r.a)’nin şu sözü ne kadar manidardır.       –
“Kötüyü (başka bir maksadla değil) sadece kötü den korunmak için öğrendim. “önünde çukuru gören, yahut falan yolun kenarında bir çukurun bulunduğunu bilen bir insan kendini o çukura yuvarlanmaktan koruyabilir. Fakat orada o çukurun bulunduğundan habersiz olan insan kendini oraya yuvarlanmaktan koruyabilir mi? İşte zararlı neşriyat da böyledir. Onları da okumalı, öğrenmeli fakat uygulamak için değil de korunmak için.
Bilen kendini korur, bilmeyen koruyamaz! Ölçü daima bu olmalıdır. Görmüyor musunuz Hiristiyanlar çocuklarını nasıl koruyarlar?  Yahudiler de öyle. Belirli bir çağa gelinceye kadar onları İncil ve Tevrat’ın okunduğu okullara yolluyorlar. Onlara kendi dinlerini öğretiyorlar. Kafalarına kendilerince gereken inançları yerleştiriyorlar. Ondan sonra diğer marif  mekteblerine gönderiyorlar.
Yani evvela çocuklara dini aşıyı yapıyorlar, sonra mümeyyiz yaşa geldiklerinde serbest bırakıyorlar. Bize gelince, biz bunun tamamen aksini yapıyoruz: Bırak onu daha çocuktur! Kızdan ne istiyorsun, daha çocuktur, onun namahrem tarafı yoktur. Açık gezse de zarar etmez.
Bırak çocuğu! Okusun.. Her şeyi okusun. Polisiye romanları, foto romanları okusun. Seks kitablarını okuyup seksi de öğrensin.  Gibi sözler hemen her evde sarf edilen sözlerdir. Bu, yanlış-ve son derece tehlikeli bir tutumdur!
Çocuk bunları okusun öğrensin amma o yaşta değil! Mümeyiz hale gelip aklı kemale, fikrı olgunluğa erdiği zaman okusun. Evet bütün bunları iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir çağa geldiğindi öğrensin. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bunlar yapmak için değil, kendini bunların şerrinden koruması için öğrenmelidir.
Yayın organlarından birisi de Radyo ve Televizyonlardır. Bunlar, yararlı yayınlar yaptıkları gibi, çok kötü ve ahlâk bakımından zararlı yayınlar da yaparlar. Ahlâk bakımından sakıncalı olan yayınlarından mutlaka yavruları korumak gerekir. Belirli çağa kadar onlara zararlı filimleri,  müstehcen resimleri ve oyunları seyrettirmemek lazımdır.
Gayri ahlaki yayınlarını izlemelerine mutlaka anne ve babanın mani olması gerekir. Şayet anne ve baba çocuklarını bundan menetmezler, onları o müstehcen yayınlardan korumazlarsa, vazifelerini yapmamış olacaklarından dolayı, sorumlu duruma düşerler.
Şurası da bir gerçektir ki, her aile, her ana ve baba hatta herkes mes’ul bulunduğu, işlerden sorumludur. Yanındaki çocuklarından bir anne ile baba mutlaka sorumludur.
— Bu konu ileride daha mufassal bir şekilde ele alınacaktır. Evet henüz mümeyyiz hale gelmiyen bir çocuğa, gelişi güzel her şey okutulmaz! Her şey izlettirilmez.
Aksi halde unların manevi yapılarını daha temeli atılmadan yıkmış oluruz. Körpecik dimağlarını 1 af-ı güzaf ve eften püf ten şeylerle doldurursak, büyüdükleri zaman başımıza dert olurlar.
Tıpkı  şimdi olduğu gibi. Gözünü açar açmaz, onların kötü şeyler öğrenmelerine müsaade edersek, yarın başımıza bela kesilirler. Onun için herkes sorumluluğunu bilmelidir. Baba sorumluluğunu bilmelidir.. Anne sorumluluğunu bilmelidir. Bir Caminin İmamı, Müezzini, Vaizi sorumluluklarını bilmelidirler.
Baba evine, anne yavrularına hakim olmalıdır. İmam Cemaat’ı tam anlamıyla disipline edebilmelidir. Onların yanlış hareketlerini münasip bir lisan, müesir bir nasihatle düzeltmelidir.
Müezzinler de hakeza. Vaizler hitab ettikleri cemaatın haleti ruhiyesini iyi bilmelidirler, daha doğrusu iyi bilmek mecburiyetindedirler. Aksi halde arzu edilen tarzda vaiz yapamazlar. Cemaata katiyen faydalı olamazlar.
Evet bir ana ve baba her şeyden önce yavrularının müstehcen neşriyat okumalarını mutlaka engellemelidirler. Daha küçük yaşta onların körpe dimağlarına mukaddesatı işlemelidirler.
Daha hayırlı, daha yararlı bir evlada sahib olmak istiyorlarsa mutlaka böyle yapmalıdırlar. Zira Rasülüllah efendimizin emir ve tavsiyeleri budur.
0 notes