Photo
ABACI ARALIĞI
Fatih kazası Ka ragümrük nahiyesinin Ka’riye Atık Ali Pasa mahaUesindedir. (B.: Ka’riye Atikalipaşa mahalleşil. Edinıekapı tramvay durağı kavsinin yanında. MilırLmah camimin karşısına düşer; Fevzipaşa tramvay caddesiyle Ka’riye yağhanesi sokağı arasında, üzerinde ahşap ve beton birkaç ev ve meydanunsı birkaç arsa, cadde kavşağının sağ başında bir dükkân bulunan henüz tanzim edilmemiş toprak bir sokaktır.
ABACIÇEŞMESI SOKAĞI
Süleyma niyeniıı altında. Eminönü kazasının Küçük pazar nahiyesinin Hoca Gıyaseddin mahalle sindedir (B. : Hoca Gıyaseddin mahallesi); Vefa caddesiyle San Beyazıd caddesi arasında. hafif meyilli, mukavves, bir araba rahat rahat geçebilecek kadar geniş: kaba taş düşeli ve bozukça bir sokaktır.. İnerken sağda biri isimsiz, biri San Bayazıd çıkmazı adında iki çıkmaz sokak vardır. Ortasına yakın bir belediye sokak feneri bulunmaktadır. Evleri haşap, sekenesi, umumiyetle bozuk bir arab ça ile konuşan cenup vilâyetleri halkıdır. Alt başmdaki köşede yine onlardan üç beş ailenin apartman gibi oturduğu geçen asır sonlarının tipik yapılarından bir konak yavrusu vardır ki. kapısı San Bayazıd caddesi üzerindedir.
ABACI DEDE
On sekizinci asırda Üsküdarda büyük şöhret sahibi cezbeli dervişlerdendir. 1700 (H. 1112) de ölmüş, üsküdarda kendi adını taşıyan sokaktaki türbesine gömülmüştür. Rivayete göre, tüt beti sadrı âzam Nevşehirli İbrahim Paşa yaptırmış; fakat şimal ürzgârlan karşısında bulunması ve uzun zaman tamir edilmemesi yüzünden çok harap olmuş, bir ara mahalleli tarafından küçücük, bir baraka haüııde tanın ve ihya edilmiş ise de, yeniden harabiye tutmuş, bugün kaplamaları sökük, bazı yeı leri tenekelerle yamalı, çatısı çökmek üzc!’ bir viranedir.
Çavuşderesindedir; Çavuşdere caddesini Nuh kuyusuna bağlayan Bağlarbaşı caddesinin altı oldukça dik bir yokuştur; Çavuşdere sinden gelindiğine ve yokuş yu kan yüründüğüne göre. Abacı Dede sokağı, soldaki ilk sokaktır. Sırtın Çavuşderosine bakan yamacında hemen dümdüz uzanan bu sokakta otuzdan fazla ahşap ev ve bostan yavrusu bahçeler vardır. Sekenesi mütevazı gelirli, küçük memur ve esnaf, işçi aileleridir. Mevsim yaz ise, sokakta oynaşan çocukların hemen hepsi yalınayaktır. Toptaşı meydan sokağı ve Teke arkası sokağiyle birer dört yol ağzı yaparak kesişir, sonu da çıkmazdır; kaba taş döşeli ve bozukça, bir araba rahat geçebilecek kadar geniştir. Adım üzerinde bulunan Abacı Dede türbesinden almıştır. Bu sokaktan Istanbulun, Beyoğlu ile Beşiktaş arasındaki sırtların güzel bir görünüşü vardır
0 notes
Photo
Sait Halim Paşa Yalısı
Bir sahil sarayi olarak inşa edilen sait halim paşa yalisi dönemin ihtişamini yansitiyor. 19 yüzylın sonlarında, Mısır Hidivleri’nden Ka- valalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Prens Abdül- halim tarafından yaptırılan Sait Halim Paşa Yalısı, bir sahil sarayı olarak inşa edilmiş. Prens’in yalıya ismini veren kardeşi Sait Halim Paşa, 1863’te Kahire’de doğmuş ve 1913’te Osmanlı Devleti’nin sadrazamı olarak göreve getirilmiş. 1921’de Roma’da vurularak öldürülen Sait Halim Paşa’nın adını taşıyan yalının mimarı, Çanakkaleli mimar-kalfa Petraki Adamandidis.
Aslanli Yali
Selamlık bahçesine açılan kapının önünde bulunan iki aslan heykeli nedeniyle ‘Aslanlı Yalı’ olarak da bilinen Sait Halim Paşa Yalısı, Yeniköy’den izliyor Boğaziçini. Yalının ünlü aslanları İtalya ve Alman-ya’dan gelmiş. Harem ve selamlığın aynı çatı altın¬da tasarlandığı yalının iç duvarlarındaki ve tavanla-rındaki bezemeler, Osmanlı ve Mısır tarzı mobilya-larla birleşiyor. Yalının altı mermerden yapılmış ve bu kısım sayesinde hem rutubet, hem de serinlik için hava akımı sağlanmış.
Yanan Tarih
1960’lı yıllarda Sait Halim Paşa’nın varisleri tara-fından Turizm Bankası’na satılan yalı 1980’li yılla ra kadar kumarhane ve tören salonu olarak kullanıl-mış. 1980-84 yılları arasında Turizm Bankası tara-fından Başbakanlığın resmi kabul ve toplantılarında kullanılmak üzere, TAÇ Vakfı’na (Türkiye Anıt ve Çevre Koruma Vakfı) restore ettirilmiş. Yalının bah-çesi bu tarihlerde bir gece kulübüne kiraya verilmiş. Başbakanlık ‘yazlık konutu’ olarak da kullanılan Sa¬it Halim Paşa Yalısı, 1995 yılı sonunda nedeni bilin-meyen bir yangınla kısmen yanmış. Yangın sonrası yapılan restorasyon çalışmaları 2002 yılında ta-mamlanmış ve Sait Halim Paşa Yalısı, yangından önceki haline değil, inşa edildiği 18901ı yıllardaki görünümüne kavuşmuş.
0 notes
Photo
Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
Photo
Kabina Siğmayan Şehir “Berlin”
Duvarın yıkılışının 20. yılında dev bir sanat, eğlence ve alışveriş kentine dönüşen Berlin, bu ay baştan aşağı ışıklarla yıkanarak yeniden doğuşunu kutlayacak.
İşte Berlin’i görmeniz için 5 sebep:
Reichstag’dan Alexanderplatz’a
Yeni parlamento binası Reichstag’dan başlayıp Brandenburg Kapısı’ndan geçerek Alexanderplatz’daki Televizyon Kulesi’ne uzanan yürüyüş güzergâhı kentle tanışmak için ideal. Avrupa’nın en geniş bulvarlarından Unter den Linden boyunca uzanan yol, elçilik binalarıyla başlıyor. Eski Saray, Opera Binası ve Berlin Katedrali’ni kapsıyor.
Berlin Duvar’ını Ziyaret Edin
Kentin ortasından akan Spree Nehri’nin kuzey yakası boyunca uzanan East Side Gallery, Berlin Duvan’nın en iyi korunmuş kalıntısı. Yaklaşık 1,2 kilometrelik duvardan oluşan bu açık hava müzesini, dünyanın dört bir yanından gelen sanatçıların duvar üzerine yaptığı
Alişveriş Cenneti
Berlin, 20 binden fazla dükkân, butik ve lüks mağazasıyla gerçek bir alışveriş cenneti. Ayrıca, kentin farklı bölgelerinde 30’dan fazla pazar ve bitpazarı kuruluyor. Berlin’in Champs-Elysees’si Kurfürstendamm (Ku’damm)’ın yanı sıra, kentin seçkin moda evlerini ve ünlü şarküterilerini, bulvarın yan sokaklarında bulabilirsiniz.
İlk Evrensel Müze Açiliyor
UNESCO Dünya Mirası beş eski müzeden oluşan Museumsinsel (Müzeler AdasıJ’ndaki Bergama Müzesi’ne (Pergamon Museum) uğrayın. Neues Museum ise dünyanın ilk evrensel müzesi anlayışıyla 15 Ekim’de açılacak.
Berlin Işik Festivali
Berlin, 14 Ekim’den itibaren tam 12 gün boyunca ışıl ışıl parlayacak. Şehrin tüm önemli tarihi ve modern yapılarını, sokak ve bulvarlarını büyüleyici renklere boyayacak olan Işıklar Festivali (Festival of Lights)’nde farklı ışık teknikleri kullanılacak. Festival boyunca,‘light liner’ denilen servis otobüsleri festival katılımcılarına ‘ışık manzaraları turu’ attıracak.
0 notes
Photo
Yunanistan’ın Görülmesi Gereken 10 Yeri
Son yıllarda yaşadığı ekonomik krizle büyük bir sarsıntı yaşayan komşu ülke Yunanistan’ın aslında tarihi miraslarının oldukça geniş olduğunu ve turizm için cazip bir ülke olma özelliğini hala daha sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Nitekim ekonomik kriz sularının bir nebze olsun durulduğu bu ülkede sizleri bir turist edasıyla gezintiye çıkacağınızı düşünerek görülmesi gereken 10 önemli yer ve yapıyı bu yazımda sizler için açıkladım.
Neşeli, hoşgörülü ve tarihi eserlerin cazibesiyle dolu Selanik şehri, hayatın basit zevklerinden mutluluk duyanlar için hesaplı tercihlerden biridir.
Buradaki günlerini, geçmiş zamanın romantik kalıntılarını keşfederek, ülkenin lezzet başkenti olmanın sağladığı tatsal zevklere dalarak veya deniz kenarında kokteyllerini yudumlayarak geçirebilirsin.
Dilersen, şehrin yerli halkını Türk esintileri taşıyan, meyhanelerinde domino oynarken seyredebilir, Louloudadika pazarından harikulade parlak renklerde çiçekler satın alabilir ve limanı gezmek için bir feribota da atlayabilirsin.
1. Selanik’in Şemsiyeleri
Sahilde bulunan Makedonia Palace Hotel’den 3km sonra yolda göbek olarak bulunan Selanik’in simgelerinden birisidir. 1997 yılında Avrupa Kültür Başkenti Selanik için Giorgos Zongolopoulos tarafından yapılmıştır.
2. Tsimiski Caddesi
Tsimiski Caddesi, İstanbul Kadıköy yakasındaki Bağdat Caddesi gibidir. Sadece ölçek olarak küçük olan caddede trafik ortadan akarken sağlı sollu bulunan mağazalarda alışveriş yapma imkanı bulabilirsiniz.
3. OTE Tower
İlk olarak yunan telekomu olarak hizmet veren kule bugünlerde gsm operatörü Cosmote tarafından kullanılmaktadır. 360 derece dönen kafetaryasını görmenizi isterim.
4. Selanik Sahili
Selanik ile İzmir benzerliğini bilmeyen yoktur. Selanik sahili de aynı İzmir Kordon’u gibidir. Sadece deniz dolgusu olmadığından İzmir kadar geniş değildir. Sahildeki barlara oturup güneşin batışını izlemek büyük keyif verecektir.
5. Ladadika
Ladadika, Selanik’in tavernaları ile meşhur bir bölgedir. Oldukça kaliteli yemekler yiyebileceğiniz lokantalar bulunurken geleneksel yunan ezgilerini dinleyebilirsiniz.
6. Kamara Meydanı – Rotonda
Kamara Meydanı, Selaniklilerin buluşma noktasıdır. Öğrencilik yıllarımda arkadaşlarım ile randevulaşmalarımız hep burada olurdu. Bu yüzden etrafta oldukça genç görebilirsiniz. Kamara’dan biraz yukarı çıktığınızda ise Osmanlı döneminden kalma Rotonda Camisini göreceksiniz. Şimdilerde müze olarak kullanılmaktadır.
7. Aristotle Meydanı
Aristotle Meydanı’nın mimari yapısı sizi büyüleyebilir. Meydanın her 2 yanındaki bina ve geniş alana sahip meydan, şehrin en ferah noktalarından birisidir. Solda bulunan Electra Palace Hotel’in terasına çıkmanızı tavsiye ederim. Yemek yiyip içmeseniz bile o terastan manzaranın tadını çıkartın kesinlikle.
8. Ano Poli
Yukarı şehir anlamına gelen Ano Poli, hemen hemen tüm Selanik’i görebileceğiniz şehrin en tepe noktasıdır. Akşamüzeri bir tavernada içeceğiniz uzonun tadı, manzara ile ayrı bir güzel tat bırakacaktır damağınızda.
9. Beyaz Kule
Beyaz Kule, Osmanlı döneminde zindan olarak kullanılmış, şehir daha sonra yunanlara geçtiğinde geçmişin izleri silinmesi için beyaza boyanmıştır. Adını da buradan almaktadır.
10. Atatürk’ün Evi
Ve tabi ki Atatürk’ün doğduğu Ev. En son yapılan restorasyondan önce açıkçası pek hoş değildi. Yeni hali ile kesinlikle görmenizi tavsiye ederim.
#ana poli#beyaz kule#ladadika#ote tower#Selanik turu#Yunanistan ana poli#Yunanistan Atatürk evi#Yunanistan beyaz kule#Yunanistan ladadika#Yunanistan ote tower#Yunanistan turu
0 notes
Photo
Tarih Safarisinde “Persepolis” Turu
Günümüzde gerek siyasi gerekse coğrafi olarak doğru veya dolaylı olarak bir çok çıkar çatışmasının yaşandığı bölgede yer alan İran’ın geçmişindeki tarihinden günümüze gelen meşhur tarihi ne yazık ki her ne kadar kendi içerisinde bir savaş yükümlülüğü veya bir kriz olmamasına karşı etrafındaki ülkelerin yaşadığı olağanüstü hal durumlarından dolayı turistlerin neredeyse hiç ziyaret etmemektedir. Bu yazımda sizlere Persepolisi bir gezici gözlemiyle aktararak tarihi yer hakkında bilgi vermeyi amaçlıyorum. Umut ediyoruz ve diliyoruz ki bir an önce bu kaos ortamı kısa süre içerisinde o bölgeden kalkar ve sular durulur. Böylece biz gezginler için yeniden keşiflerin yolu açılır.
İran tarihinin en görkemli dönemi hiç kuşkusuz M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan ünlü Pers Kralı Darius dönemidir. Batı Anadolu’dan Hindistan’a, Ön Asya’da geniş ve görkemli bir imparatorluk kurmuş olan kral Darius, birçok küçük krallıkları kendisine bağlamış, bu özelliğinden dolayı da Krallar Kralı unvanını alarak yedi düvele nam salmış. Böylesine bir görkem ve kudrete sahip bir kral olur da onun gücü ve görkemini simgeleyen büyük bir taht ya da sarayı olmaz mı? Olur elbet. Nitekim Pers Kralı Darius gücünün doruğundayken başkent Persepolis’te bugün İranlılar’ın “Taht-ı Cemşid” adını verdikleri büyük bir taht ve şanına yakışır bir saray yaptırmıştır.
İran’ın tarihi dokusuna biraz olsun tanıklık etmek gerekiyorsa yolu bu ülkeye düşenlerin ilk görmesi gereken tarihi kalıntılardan biri, hatta birincisi hiç kuşkusuz Persepolis’teki antik kalıntılarıdır. Kavurucu yaz sıcaklarında bu ülkeye gidenler bile sabahın ilk saatleri veya akşam serinliğinde ülkenin Şii merkezi sayılan ��iraz kentinden bir arabaya binip 55 kilometre kuzeye giderek antik çağdaki bu görkemli sarayın kalıntılarıyla hasret gidermelidir. Geniş Şiraz Ovası’na hâkim bir tepeye sırtını dayamış olan Persepolis’i ziyaret edenler sadece Pers kültürü ve kral Darius hakkında bilgilenmeyecek, sarayın görkemli sütunları arasında dolaşırken Makedonyalı Büyük İskender ve onun görkemli ordusunun da bıraktığı derin ve yıkıcı izleri de yakından göreceklerdir.
Darius’un Etkileyici Şehri “Persepolis”
Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M.Ö. 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius (Dara) tarafından kurulmuş. Bu antik kent içindeki en görkemli yapı ise tabii ki kralın sarayı olmuş. Saray taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerine inşa edilmiş. Sarayın bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyor. Merdivenlerin yan duvarları kral Darius’un rakiplerine gözdağı vermek ve gücünü göstermek için yaptırdığı devasa büyüklükteki kabartma heykellerle doldurulmuş.
Darius’tan sonra tahta çıkan diğer Pers imparatorları da bu sarayı kendilerine mekân olarak seçmiş ve her defasında biraz daha büyütüp genişletmiş. Taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütundan şimdilerde sadece birkaç tanesi ayakta kalabilmiş. Sütun başlıklarının çoğu insan, boğa ve at başı şeklinde yapılmış. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metreyi buluyor. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli yer alıyor.
Darius’un, Mısır’ın güneyindeki granit ocaklarından (obilisk taşı) getirilen blok taşlarla yapılmış “Apadama” denilen tören salonu tamı tamına 10.000 kişi alıyormuş. Bu kadar büyük bir kapalı salon günümüzde de dahil olmak üzere başka hiçbir sarayda bulunmuyor. Hazine sarayının geniş avlusuna açılan dört büyük ahşap kapısından bazıları yok olmak üzereyken renkli ve süslü alçılarla kaplanmış. Sarayın kalıntıları üzerinde dolaşırken özellikle geçiş bölümlerinde sıra sıra dizilmiş heykel kalıntıları bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş. Bu büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin sosyal yaşamını ve inançlarını yansıtan çok sayıda heykel bulunuyor. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçıyla kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini anlatıyor. Bu mücadeleden her defasında zaferle çıkan ise tabii ki iyilik sembolü olan Darius oluyor.
Taht-ı Cemşid ve Nakş-ı Rüstem
Persepolis’in yakınındaki kayalık dağın yamaçlarında birbirinden 8-10 kilometre uzaklıkta, kayalar oyularak yapılan ve saray görünümlü iki kaya mezarı bulunuyor. Bizim Batı Anadolu’daki Frigya döneminden kalma yamaçlardaki büyük kayaların oyularak yapıldığı kral mezarlıklarına benzeyen bu mezarlar “Taht-ı Cemşid” ve “Nakş-ı Rüstem” olarak anılıyor. Bunlardan ilki Darius’a ait.
Eee ne oldum demek kadar ne olacağım da demek gerekiyor. Görkemli tahtlar, saraylar yaptırsanız da gün gelir devran döner birileri o sarayı altınızdan çekiverir. Tarih sayfaları bu hikâyeleri yazmakla bitiremiyor. Nitekim M.Ö. 331’de Büyük İskender Anadolu’dan başlayıp büyük doğu seferine çıktığında Orta Asya’yı da aşarak Hindistan’a kadar geçtiği tüm toprakları titretirken bu hışımdan en fazla nasibini alanlardan biri de Persler ve Darius olmuş. Büyük İskender’in sayıca daha az olmasına rağmen dahiyane bir taktikle Pers ordusunu birkaç saat içinde bozguna uğratıp, Darius’u ortadan kaldırmasıyla birlikte saraya girdiğinde büyük bir şok yaşadığı söylenir.
Gözünün gördüklerinin o güne dek hayal ettikleriyle dahi boy ölçüşemeyecek kadar güzel olduğunu fark ettiğinde, tedirgin olmaya başladı. Burnuna gelen kokuların, dokunduğu çiçeklerin, eğilip pınarlardan içtiği şarapların, ağaçların altında sere serpe yatan hurilerin ve gözünün gördüğü ne varsa hepsinin ilahi bir mükemmellikte olduğunu görünce “Cennet artık benim oldu” dediği söylene gelir. Ne var ki Hint Seferi’nden dönerken Persli bir kadınla ateşli geceler yaşadıktan sonra başına gelen zehirlenme faciasından sonra askerlerine biraz kıskançlıktan dolayı tarihteki bu en görkemli sarayı yağmalattığı ve sonunda da yakıp yıktırdığı biliniyor. Bu yağmalamanın asıl nedeninin Perslerin, İskender’inkilerden daha güzel bir kenti olmasından kaynaklandığını söyleyen tarihçilerin sayısı da hayli fazla.
Persepolis’in yakın tarihteki siyasi çalkantıyla bağlantısına gelince: Ekim 1971’de, Pers Kraliyeti’nin kuruluşunun 2500. yıldönümü kutlamaları sırasında kendini adeta Krallar Kralı Darius ilan eden Şah Rıza Pehlevi’nin tüm dünyada büyük yankı uyandıran görkemli kutlamaları ve tüm ülkelerden davet edilen kral, devlet başkanları, prens ve prensesler ile dünya jet sosyetesine yapılan 100 milyon dolar bütçeli ikramların İran halkının üzerinde büyük bir tepkiye neden olduğu, bu durumun Pehlevi ve İran rejiminin değişikliği üzerinde ilk kıvılcımı başlattığı hâlâ söylenip durur.
Mollalar iktidara geldiklerinde Persepolis büyük bir sessizliğe gömülmüş, hatta bazı sütunların yüzleri bizzat tahrip edilmiş, gezilmesi yasaklanarak askeri bölge ilan edilmiş. Ancak son yıllarda turizmin önemini yeni yeni anlamaya başlayan İran yönetimi UNESCO ile işbirliği yapmaya razı olarak bir dizi ortak projeyle Persepolis’in korunması ve restorasyonu için çalışmalara başlamış. İran Hava Yolları’nın logosunda Persepolis’te bulunan heykellere yer verilmiş. Yine de en önemli sorun ulaşım sorunu. Şah döneminde Şiraz’dan Persepolis’e direkt otobüs kaldırılırmış. Bugün ise turistler zorlukla ve kendi olanaklarıyla ancak bu antik kente ulaşabiliyor.
#iran gezisi#iran persepolis#iran turu#İskender#Nakş-ı Rüstem#persepolis#persepolis tarihi#persepolis turu#persler#Taht-ı Cemşid
0 notes
Photo
Ünlü Kâhin Nostradamus’un Hayatı ve Ekstralar
D’Artagnan
Charles de Batz veya de Montesqniou, kont d’Artugnun. Fransa kralının, maiyet atlıları subayıdır. 1611’de Audi (Fransa) yakınlarında doğdu, l(173’te Maastricht’te (Hollanda) öldü.
Dumas’nın yazdığı “Üç Silâhşörler” romanının kahramanı. Athos, Porthos, Aramls: Bu üç takma ad Fransa kralı XIII. Louls’nin birbirinden ay-nlmaz üç yiğit sIlAhşoruna aittir. Taşradan henüz gelmiş Gaskonya’lı genç ve yiğit bir soylu olan D’Artagnan’ın da bu üç ahbap çavuşların gürültücü ve sevimli grubuna katılmasıyla sayıları üçten dörde çıkan korkusuz şövalyeler bundan böyle maceradan maceraya atılacak, kardinal Richelleu’nün muhafızlarına karşı savaşacak, mutsuz ve tehdit altında yaşayan kraliçenin yardımına koşacaklardı… Fransız yazarı Alexandre Dumas’ın Üç Silâhşorlar adlı romanı pek tanınmış bir eserdir. Ne var kİ senyör D’Artagnan’ın gerçekten yaşadığını ve kralın maiyet atlılarına komutanlık ettiğini çok kimse bilmez. Yiğit ve dürüst bir asker olan D’Artagnan, Maastricht kuşatması sırasında yapılan bir çarpışmada kahramanca dövüşürken ölmüştür.
Savinien de Cyrano de Bergerac
Fransız yazarı Bergerac, 1619’da, Paris’te doğdu, 1655’te aynı yerde öldü. Fransız yazarı Edmond Rostand, kahramanı Cyrano olan Cyrano de Bergerac adlı bir piyes yazdı.
Küçük soylular sınıfından olan Cyrano de Bergerac önce orduya girmişti. Fakat aldığı ağır bir yara yüzünden askerlikten ayrılmak zorunda kaldı. Bundan sonra Cyrano de Bergerac, tiyatro eserleri, mektuplar ve romanlar yazmaya başladı. 1657’de kaleme aldığı Histoire Comique des Etats et Empires de la Lune (Ay’daki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) ile 1662’de yazdığı Histoire Comique des Etats et Empires du Soleil (Güneş’teki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) adlı iki romanı çok ilgi topladı. Cyrano, Edmond Rostand’ın 1897’de yazdığı beş perdelik piyesle ölümsüzleşmiştir. Rostand, eserinde gerçeklerden biraz uzaklaşarak onu koca burunlu gülünç bir kişi olarak tanımlamışsa da. Cyrano’nun kılıç kullanmadaki ustalığının yanı sıra, parlak ve ince zekâsını da kahramanına olduğu gibi mal etmiştir.
Michel de Nostre-Dame veya Nostradamus
Fransız müneccimi. 1503’te Saint-Rémy-de-Provence’da (Fransa) doğdu, 1556’da Saloa’da ölmüştür. Kehanetleri saf kimselerin daima ilgisini çekmiştir.
Doktor Nostradamus korkunç bir salgın sırasında vebalı insanları tedavi ederek bu-,yük bir cesaret örneği göstermiştir. Bununla beraber önünü bu fedakârlığına değil de dörtlükler hâlinde yazıp 1555’de Centuries Astrologiques (Müneccimlikle İlgili Yüzlükler) adı altında yayımladığı kehanetlerine borçludur. Boş inanları olan Fransa kraliçesi Catherine de Medicis, Nostradamus’u kendi müneccimi yapmıştı. Ünlü müneccim, daha XVI. Yüzyılda XX. Yüzyılı aşan kehanetlerde bulunmuştur. Çok kurnaz bir kimse olan Nostradamuş kehanetlerini, anlaşılması son derece güç bir falcı diliyle yazdığı için müneccimin dörtlüklerini çözmeye çalışanlar bunları kendilerine göre yorumlamışlardır. Bu yüzden bu konuyla ilgilenen kimseler, dörtlüklerin anlamı ve ifade etmek istediği şeyler üzerinde tam olarak görüş birliğine varamamışlardır
#D'Artagnan#Michel de Nostre-Dame veya Nostradamus#Nostradamus#Savinien de Cyrano de Bergerac#ünlü kahin Nostradamus
0 notes
Photo
Tarihin Seyrini Değiştiren Hükümdarların Hayatları “İstanbul Fatihi”
Kuohtemok
Son Aztek imparatoru. 1497’ye doğru Mexico’da doğdu, 1525’te Tabasco’da (Meksika) öldü. İmparatorluğunu kurtarmak için korkusuzca savaştı.
Yüce Rahip Kuohtemok, amcası İmparator Kuitlahuak 1520’de ölünce, Aztek imparatorluğunun başına geçti. Yeni hükümdar, İspanyol konkistadoru Hernan Cortes’in adamlarıyla uzun süre yiğitçe savaştı, ama sonunda onların eline düştü. İspanyollar onu hapsettiler ve hâzinenin yerini öğrenebilmek için kendisini korların üzerine yatırdılar. Fakat Kuohtemok bu korkunç işkenceye katlandı. Bakanlarından biri daha aynı işkenceye maruz bırakılmıştı, ama o dayanamayıp imparatoruna yalvararak, hâzinenin yerini söylemek için kendisinden izin istemişti. Bunun üzerine Kuohtemok: “Ben sanki güller üstünde mİ yatıyorum?” Karşılığını vermişti. Hükümdar bu cesareti sâyesinde o an için ölümden kurtuldu ve yeniden tahta çıktı. Fakat kısa bir süre sonra İspanyollar, kendisini- İspanya’ya ihanetle suçlayarak idam ettiler.
Fatih Sultan Mehmet
Mehmet veya Fatih Sultan Mehmet. Yedinci OsmanlI padişahı, 1430’da Edirne’de doğdu, 1481’de İstanbul’da öldü.
İstanbul’u alarak Ortaçağ’ı sona erdirip Yeniçağ’ı açtı; iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethetti. II. Mehmet iki defa tahta çıktı. Birincisinde on iki yaşındaydı ve babası sağdı. Haçlılar tehlikesi belirince, yerini babasına bıraktı. Babasının 1451’de ölümü üzerine ikinci defa tahta çıktı. İyi eğitim görmüştü, birkaç dil bilirdi. Karamanoğlu isyanını bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlıklara başladı, bu arada Rumelihisarı’nı yaptırdı. Edirne’de, benzeri olmayan büyüklükte toplar döktürdü. 6-Nisan 1453 günü saldırıya geçti. Kuşatılan İstanbul büyük bir direniş gösteriyordu. II. Mehmet, kızaklar döşeterek, gemilerini karadan Haiiç’e indirdi. Elli üç gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 günü İstanbul’a girerek Doğu Roma imparatorluğu’na son verdi. II. Mehmet’e «Fatih» unvanını kazandıran bu olay, Yeniçağ’ın başlangıcı oldu. Fatih’le birlikte Osmanlı devleti büyük bir imparatorluk hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim veya I. Selim. Dokuzuncu Osmanlı Padişahı, 1467’de Amasya’da doğdu, 1520’de Çorlu’da öldü.
Tarihin büyük cihangirlerinden, Dokuz yıllık saltanatı sırasında İran’dan Mısır’a kadar uzanan yerleri fethetti. Şehzade Selim, büyük kardeşlerini ortadan kaldırıp babası II. Bayezlt’i de zorla tahttan indirdikten sonra padişah oldu, ilk iş olarak ülkesindeki mezhep kavgasını önlemeye girişti ve bu arada İran hükümdarı Şah İsmail’in taraftarı kırk bin şiîyi öldürttü. Şiîliği yayan Şah İsmail’in ordusunu 1514’te Çaldıran’da yendi. Tebriz’i dönüşünde Diyarbakır, Van ve Bitlis’i aldı. Dulkadıroğlu devletini ortadan kaldırdı. 1516’da Mısır Kölemen Sultanının üzerine yürüdü. Mısır ordusunu Mercidabık’ta ve Gazze’de yendi. Suriye ve Filistin’i aldı. 1517‘de Mısır’ı ve Hicaz’ı fethederek, halifeliği Osmanoğullarına geçirdi, kendisi de ilk Osmanlı halifesi oldu. İstanbul’a döndükten sonra, yeni bir sefere hazırlanırken şirpençeden öldü, işini bilen ve heybetli olması yüzünden halk arasında «Yavuz» diye anılan I. Selim, bilginleri ve sanatkârları korur, kendisi de şiir yazardı.
0 notes
Text
Bugün ki İstanbul Turunda Sürpriz Yer “Çiçek Pasajı”
Kiliseyi takip edersek son yılların gözde eğlence mekanı, meyhaneleri ve restoranlarıyla ün yapan Nevizade Sokak’a (eski adı Ermeni Kilise Sokak) ulaşabiliriz. Nevizade meyhaneleri arasında eski meyhane geleneğini sürdüren meyhanelerin en ünlüsü, iki Rum ortak tarafından 1941’de Krepen Pasajı’nda açılan ve pasajın yıkılmasının ardından buraya gelen İmroz. Nevizade tarafına gitmeden İstiklal Caddesi’ne doğru yönelelim ve yan kapısından Çiçek Pasajı’na girelim. Eski adı Çite de Pera olan Çiçek Pasajı geçtiğimiz yüzyılın zengin Rum bankerlerinden, az ileride göreceğimiz bir Rum lisesinin de finansörü olan Hristaki Zoğrafos tarafından mimar Cleanthe Zanno’ya yaptırıldı.
Pasajın bulunduğu yerde dönemin Suriye Valisi Maruni Michel Na-um Efendi’nin ünlü tiyatrosu bulunuyordu. Naum Efendi kurduğu tiyatroda ilk Türkçe operaları İstanbul halkına sunmuştur. Aslına bakılırsa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Avrupa ülkelerine gönderilen elçilerin ülkemize döndüklerinde padişaha hazırlayıp sundukları raporlarda, opera kelimesinden bahsettikleri görülüyor. Uzun uzun, seyrettikleri operaları anlatan elçiler sarayda operalara ilginin uyanışına yolu açtılar. Osmanlı tarihinde, III. Murad döneminde (1574-1595) sarayda ilk müzikli oyun sergilenmişti. Kendisi de bir besteci olan padişah III. Selim döneminde (1761-1808), Topkapı sarayında 1797 yılında yabancı bir topluluğa opera temsili verdirildiği o dönemin saray katibinin tuttuğu notlardan anlaşılıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda da Osmanlı elçilerinin sefaretnamelerinde opera ile ilgili bilgiler yer almayı sürdürdü.
Tanzimat’tan sonra İstanbul’da yapılan tiyatro binalarında İtalyan opera toplulukları tarafından Verdi operalarının temsilleri verildi. Türkiye’de daha çok 19. yüzyılın ortalarına doğru başlamış bulunan, müzikte yenileşme çabalarına, her şeyden önce İtalyan opera sanatı örnek olmuş ve bu sanatın beşiği olan İtalya’daki hocalardan yararlanılmıştır. Tanzimat’tan yedi yıl sonra, 1846 yılında büyük İtalyan bestecisi Verdi’nin Emani operası Beyoğlu’nda sahnelendi. Beyoğlu tiyatrolarında, İtalyan opera topluluklarının sergiledikleri operalar büyük bir izleyici grubuna hitap ediyordu.
1840’ta Bosco adlı bir İtalyan cambaz tarafından yapılan ilk tiyatro binasında, metinleri Türkçe ’ye çevrilerek oynanan operaların ilki Gaetano Donizetti’nin Belisario operasıydı. Gaetano, Asmalımescit’te evini gördüğümüz, Muzıkayı Humayun’un kurucusu Donizetti Paşa’nm kendisinden sekiz yaş küçük kardeşiydi. Ünü ağabeyininkini aşmıştır. 1844’te Bosco’nun tiyatrosu Naum Efendi’ye devredüdi. Naum Tiyatrosu’ndaki ilk opera yine Gaetano Donizetti’nin Lucrezia Borgia adlı yapıtı oldu. Naum Efendi’nin tiyatrosu yirmi altı yıl İstanbullulara hizmet verdi. 1846 yılında yanan bu tiyatronun yerine, Naum Efendi, bugünkü Tokatlıyan İşham’nm bulunduğu yerde yeni bir tiyatro kurdu ve tiyatronun ilk temsiline Sultan Abdülmecid de geldi. Resim, tiyatro, Batı müziği ve operaya düşkün genç sultan her türlü yeni ve ileri hareketi destekliyordu. Boğaziçi kıyılarındaki sarayında tiyatro oynatıp seyrediyordu. 1856’da İstiklal Caddesi, Dolmabahçe Sarayı’nın gazhanesi tarafından havagazıyla ışıklandırıldığında sanatsever sultanın bir jesti olarak Naum Tiyatrosu da bundan nasibini almıştı.
Naum Tiyatrosu’nun, Haziran 1870’deki Büyük Beyoğlu Yangını’nda ikinci defa yanması ve Osmanlı İmparatorluğumun siyasi bunalımlar içine girmesi, opera konusunun gereğince ele alınmasına imkan sağlayamadı. 19. yüzyılın sonlarından İmparatorluğun resmen tarihe karıştığı yıl olan 1923’e kadar geçen süre içinde de opera duraklama dönemine girdi; hak ettiği yere ancak Cumhuriyettin ilanı üe birlikte yeniden kavuştu. Naum Efendi’nin hatırasına verilen Tiyatro Sokağı adı bugünkü biçimiyle Sahne Sokağı olarak duruyor.
Opera üzerine bu notların ardından kaldığımız yere dönelim. 1870 yangınında ahşap tiyatrosu ikinci defa yanan Naum Efendi’nin gücü yeni bir tiyatro yapmaya yetmemiş olacak ki arsayı sarayın sütçü başılığından bankerliğe yükselen Hristaki Zoğrafos satın aldı. Zoğrafos buraya yeni bir pasaj yaptırdı. O tarihten itibaren de pasaj Hristaki Pasajı olarak anılmaya başlandı, ta ki Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış olan Said Paşa binayı 1908 yılında satın alıncaya kadar…
Pasajın Çiçek Pasajı olarak anılmasıysa 1920’li yıllara denk geliyor. 1920’li yılların başlarında, İstanbul’a gelen Beyaz Rusların, mütareke döneminde pasajın içinde birkaç çiçekçi dükkanı açmalarının ardından adı Çiçek Pasajı olarak kaldı. Çiçek Pasajı, zaman içinde İstanbul’un en iyi meyhanelerinin bulunduğu yer haline geldi. Bugünkü görünümünü almadan önce pasajda sadece erkeklerin girebildiği ve “baloz” adı verilen, gemicilerin müdavimi olduğu, kavgası gürültüsü eksik olmayan müzikli ve danslı meyhaneler vardı. Çiçekçi dükkanları arasındaki balozlarda büyük fıçılar üzerinde ayakta siyah bira, bira-votka, şarap veya rakı içilirdi. Entelektüel Cavit, Stop, Seviç, Palmiye, Nektar, Kime Ne, Karadağ, Aile, Pasaj, Tempo, Mahzen o dönemin en gözde mekanlarıydı. Bazıları halen yaşatılmaya çalışıyor. Son 20-30 yılda pasaj özelliğini kaybetmese de değişikliklere uğradı. Kimilerine göre İstanbul’un en iyi meyhaneleri hâlâ buradadır.
İstanbul ve meyhaneyi ayrı düşünmek olmaz. İstanbul’da meyhanelerin tarihi Bizans’a kadar dayanır. Osmanlı döneminde de meyhaneler sayılan artarak varlığını sürdürdü. Osmanlı padişahlarının çeşitli dönemlerde koydukları içki yasaklarına rağmen meyhanelerin sayısı bir türlü azalmadı. IV Murad, içki ve tütüne koyduğu yasaklarla ün yapmıştı. Ünlü İstanbul tarihçisi Reşad Ekrem Koçu, o dönemde geçtiği varsayılan bir hikayeyi şöyle anlatır:
“İçki yasağının en amansız devri, IV Murad zamanı olmuştu. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır. Bekri Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile sadrazamı Bayram Paşa tebdil-i kıyafet gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı testisini dikip birkaç yudum içer.
Sultan Murad:
‘Baba testiyi uzat, bir yudum su da ben içeyimV der.
Bekri Mustafa, güler:
lSen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakıV der.
Sultan Murad:
lNiye içemeyeyim?’ deyince,
Mustafa,
‘Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!1 der.
Sultan ısrar edince Mustafa testiyi uzatır… Yol aladursunlar, testi elden ele dolaşır… Bir ara Sultan Murad,
‘Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?1 diye sorar.
Bekri Mustafa,
‘Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek?1 der. Padişah,
‘Ya ben haber verirsem? deyince
Mustafa,
‘Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer!1 cevabmı verir.
Bunun üzerine çakırkeyif olan hükümdar,
‘Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise?1 deyince,
Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:
‘Seni köftehor… Ben demedim mi tahammül edemezsin diye! Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız!
Eski dönemlerde meyhanelerde genellikle şarap içilirdi. Rakının yavaş yavaş şarabın yerini alması 1850’li yıllarda oldu. Meyhaneler şarap içilen yerler olmaktan çıkarak çoğunlukla rakı içilen yerlere dönüştü.
#Büyük Beyoğlu yangını#çiçek pasajı#Dolmabahçe sarayı#İstanbul çiçek pasajı#İstanbul gezisi#İstanbul seyahati#İstanbul turu
0 notes
Photo
Meşrutiyet Caddesi Ve Oteller
Meşrutiyet Caddesi boyunca yürümeye devam ettiğimizde aynı sırada 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başından kalma gösterişli ve gerçekten güzel otel binaları bulunuyor. 19. yüzyüa kadar İstanbul’da ve Anadolu’da otel bulunmuyordu. Hayır amaçlı yapılmış kervansaraylar vardı. Bunların örnekleri halen birçok yerde duruyor. Azınlıklara ve yabancılara geniş kapsamlı ticari haklar getiren 1839 Tanzimat Fermam’m izleyen yıllarda ilk oteller açılmaya başladı. Sonuçta bu otelleri açanlar ve işletenler de yabancılar ve gayrimüslimlerdi. Türkiye’nin ilk otelleri İstanbul’da, Pera’da açıldı. Bir bakıma di-yebüiriz ki Türkiye’de otelcilik, dolayısıyla da turizmin başlaması Beyoğlu’nun gelişimiyle ortaya çıktı. Açılan ilk otel 1841’de İngüiz Konsolosluğunun karşı köşesinde açılan Hotel d’Angleterre idi. Cumhuriyetle beraber adı Alp Otel olana kadar Hotel Mıssiri, Hotel Royal d’Angleterre, Hotel Royal gibi adlar almıştı. Hotel d’Angleterre’i izleyen yıllarda, çok kısa süre içerisinde birçok otel açıldı. Bu oteller İstiklal Caddesi’nde ve yan sokaklarında, yabancı misyon temsilciliklerine yakın bölgelerde hizmet veriyordu. Zaman içinde oteller kapandı, binalar da yok oldu gitti. Ancak bir kısmı halen ayakta duruyor. Bu otellerden belki de en ünlüsü olan Pera Palas’a biraz sonra geleceğiz.
Pera Palas’ın az gerisinde, bugün Beyoğlu Öğretmenevi ve İstanbul Sanayi Odası olan yerde bir zamanlar bir Alman tarafından işletilen Krocker Oteli bulunuyordu. Krocker Oteli 1922’de ikiye ayrıldı. İlk bina Kohut Oteli, ikinci bina Novotni Oteli ve YMCA (Ybung MenChristian Association) oldu. Kohut Oteli, Asmalımescit’te birahane ve lokanta işinden iyi paralar kazanan Alman Kohut’a aitti. Otel, özellikle Çek biralarının satıldığı birahanesiyle meşhur oldu. 1920’lerde de önce İstanbul Konservatuarı, sonra da Sanayi Odası’na dönüştü. No-votni Otel ise Rusya’dan göçen Beyaz Ruslardan Jean Novontny tarafından açıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınarak Akşam Kız Sanat Okulu yapıldı. Bugün ise Beyoğlu Öğretmenevi olarak hizmet veriyor.
Amerikan Konsolosluğu, İstinye’deki “kale”sine taşınmadan önce Novotni Oteli’nin bitişiğindeki Corpi Sarayı olarak bilinen binadaydı. Binanın mimarı Sakızlı bir göçmen olan Giacomo Leoni idi. 1873’te yapımına başlanan ve 1882’de tamamlanan bina, akraba olan Corpi, Nomico ve Tubini Aileleri’nin ortak malıydı. Corpi ve Hıbiniler bankerlikle, Nomicolar ise lokum ticaretiyle meşguldü. Tubiniler, o kadar nüfuz sahibi olmuşlardı ki Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’ne borç vermişlerdi. Borcun ödenmesi gecikipce Tubiniler, Fransız Donanmasını Midilli Adası’na çıkarttılar. İş bu dereceye varınca Tiıbini-lerin borcu ödendi ve Midilli geri alındı(!). İşin garibi tüm bu olup bitenden Sultan Abdülaziz’in haberinin olmamasıydı.
yüzyılda Cenova’dan Sakız’a, oradan da İstanbul’a göç eden banker Ignazio Corpi ölünce bina Amerika Birleşik Devletleri’ne kiralandı. 1907’de Amerikan hükümeti uzun görüşmelerden sonra binayı satın aldı. Amerika Birleşik Devletleri, Pera’da elçilik binasına en geç sahip olan devletti. Diğer devletlerin binalarını kurdukları araziler Osmanlı Devleti tarafından hibe olunurken, Amerikan hükümeti satın aldığı Corpi Evi’ni elçilik haline getirdi.
Beyoğlu’ndaki kulüp yapılan arasında en görkemlisi Fransızlara ait olan ve Fransız Birliği anlamına gelen L’union Française’dir. Neo-klasik tarzda 1896’da inşa edilen bina ilk yıllannda Madam Frederici tarafından konut olarak kullanılıyordu. Daha sonra Fransızlara geçti ve L’union Française olarak anılmaya başlandı. Fransız Kulübü’nün bir zamanlar müdavimlerine mükemmel yemekler sunan bir aşçısı olduğu söylenir. Bina, 1970’lerde ikinci defa yandıktan sonra Esbank’a satıldı.
#İstanbul meşrutiyet caddesi#meşrutiyet cadde tarihi#Meşrutiyet caddesi#meşrutiyet caddesinde neler var#meşrutiyet caddesine nasıl gidilir
1 note
·
View note
Text
Asmalımescit
Markiz Pastanesini ve Aynalı Şark Pasajinı da gezdik. Böylece, Beyoğlu’nun, Tünel-Galatasaray arasındaki bölümü sona erdi. Şimdi Asmalımescit, oradan da İstiklal Caddesi’nin paraleli sayabüe-ceğimiz Meşrutiyet Caddesi ve Tepebaşı bölgesine doğru gidelim. Markiz’i geçtikten sonra sağdaki ilk sokaktan Asmalımescit’e girebiliriz. Fikret Adil, Asmalımescit 74 isimli kitabında 1930’lu yılların Asmalımescit’ini şöyle anlatır:
“Macera peşinde vatanını bırakan, hudut dışına atılan, yayan devri aleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescitf te otururlar. Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı yirmi yıldır Asmalımescit’e yerleşmiş bir grup daha vardır. Bunlar artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiçbirisini okuyup yazamazlar, Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.
Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir “lazzarone’, Şikagolu bir ‘gangster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz. Buranın hususiyetini, güneş görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köşebaşı amonyak kokusu neşreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve parmaklıklı pencereleriyle bu müteaffin havayı teneffüs etmeye hazırlanan karanlık evlerin sakinleri tamamlar.
Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmaya çalışırlar, yirmi beş mumluğu geçmeyen elektrik lambaları küvetlerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımescit’in nabızları gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda, bitişik evlerde dolaşır, her an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karşı da uyumak kabil değildin Bu saatlerde artistler işlerinden dönerler, ekserisi içmiş olduğu için yüksek sesle konuşurlar, beraberlerinde getirdikleri adamlarla Vaha içelim, yatmayalım’ diye münakaşa ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeye başlayan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dan-danlan karışır. Âsmalımescit’te insan, ancak oraya yerleştikten bir hafta sonra ve sabah sekiz ile on altı arası uyuyabilir. ”
Bir zamanlar varlıklı Levanten ailelerin oturduğu sokağın eski görüntüsünden artık eser yok. Sokağın sonlarına doğru İstanbul’un eski lokantalarından Yakup 2 bulunuyor. Yakup’un yerinde Alman Kohut’un işlettiği Kohut Lokantası vardı. Lokantası iyi iş tutan Ko-hut, üeride göreceğimiz, yine kendi adını taşıyan otelini açtı. Hemen yanında ise Maltalı Lewis Mizzi’nin sahibi olduğu, bir dönemin yüksek tirajlı Levanten gazetelerinden The Levant Herald’m yayımlandığı yer bulunuyor. Köşede, önünde bir de türbe bulunan binanın eski sakini Donizetti Paşa’ydı. Donizetti Paşa’dan ve yaptıklarından kısaca bahsedelim.
Sultan II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak yeni bir ordu kurduğunda orduda Avrupa devlederindeki örnekleri gibi bando olmasını da istemişti. Yapılan girişimler sonucunda, daha önce Napolyon’un ordusuyla birçok savaşa katılmış ve Avrupa’nın her yerine gitmiş olan bir bando şefi bulundu. Şef öyle bir şefti ki, Napolyon’u Elbe Adası’ndaki yüz günlük sürgününde ve Waterloo Savaşı’ndaki yenilgisinde bile yalnız bırakmamıştı. Donizetti Paşa ya da gerçek adıyla Giuseppe Donizetti, 1828’de II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelerek sultanın huzuruna çıktı. Beş altı ay gibi kısa bir sürede saray bandosu Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Sultan Mahmud’un oğlu Abdülmecid’in tahta çıktığı günlerde bestelediği Mecidiye Marşı yıllarca milli marş olarak kullanıldı. Bu marştan dolayı Sultan Abdülmecid, Donizetti’yi üzeri elmaslarla işli ve tuğralı bir tütün tabakasıyla ödüllendirdi. Daha sonra miralaylığa yükselen Donizetti’ye miralaylık nişanı ve işlemeli bir kılıçla birlikte paşa unvanı verildi. Aldığı ödüller arasında Sardunya Kralı’mn onur nişanı ve Fransız Hükümeti’nin ünlü “Legion d’Honneur” (lejyon donör) nişanı da vardı. Yaşlılığında bir süre de emprezaryoluk yapan Doni-zetti Paşa, Şubat 1856’da İstanbul’da öldüğünde kendisi için büyük bir tören düzenlenerek Harbiye’deki Saint-Esprit Katedrali’ne gömüldü. Mezarı halen (bugün Nötre Dame de Sion Lisesi’nin bahçesinde yer alan) katedralin bodrum katindadır. Ağabeyinden yirmi sekiz yıl boyunca ayrı kalan kardeşi büyük opera bestecisi Gaetano Donizetti, kendisinden “II Turco” diye söz ediyordu.
Donizetti’yi de andıktan sonra, Asmalımescit Sokak’tan geri dönelim ve Sofyalı Sokak’a saparak derleyelim. Sokaktaki meyhaneler arasında tarihe mal olmuş bir tanesi var: “Refik” Adını kurucusu Re- . fık Arslan’dan alan meyhane tam elli bir yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Meyhanenin ilginç bir kuruluş öyküsü var. Rize’nin Hemşin ü-çesinde ustalık yapan Ali Aslan’ın Refik, Memiş, Niyazi ve Aslan isminde dört oğlu varmış. Bunlardan Memiş dışındaki üçü ekmek parası için 1938 yılında İstanbul’a gelmiş. Üç kardeşten Refik o dönemin ünlü Alman lokantası Fischer’de çalışmaya başlamış ve orada mezeciliği öğrenmiş. 1954 yılında açtığı lokantasma da kendi adını vermiş. Refik, özellikle Rum meyhanecilerin yanında çalıştığı için meyhane kültürünü kapmıştı. Balık yemekleri ve mezeleri her zaman bir numara olmuştur. Herkes kendi ekmeğini kendisi keser, ne yemek istiyorsa tezgahtan alır, çıkarken de hesaplayıp öder. Türkiye’nin son elli yılının sanat ve edebiyat dünyasına ışık tutan lokantanın masalarından Edip Cansever, Türgut Uyar, Aydın Boysan, Burhan Uyar, Selahattin Giz, Abidin Dino ve daha birçok tanınmış aydm geçti…
0 notes
Photo
Nuruziya Sokağı’nın Keşif Turu
Şimdi, eski adı Polonya Sokağı olan Nuruziya Sokağı’na girerek ilerleyelim. Bu mekanda daha önce 19. yüzyıl başında Polonya (Lehistan) Sefarethanesi olduğu söyleniyor. Doğruluk derecesini bilemiyoruz zira İstanbul’daki Lehler hakkında farklı görüşler var. Polonya’nın bölünmesi sonucu Osmanlı Devleti bir kısım Polonya muhacirini İstanbul’a kabul ediyor. Köylü olanlar Polonezköy’ü kurup, oraya yerleşiyor. Şehirli olanlar da Beyoğlu’na, kendi elçiliklerine yakın bir sokağa geliyor. Bir diğer görüşe göre, Polonya’nın tarihi boyunca yaşadığı işgal ve bölünmelerin birisi sırasında ülkelerinden kaçan Lehlerin gelip Fransız Elçüiği’ne sığınmalarından dolayı sokak Polonya adıyla anılıyordu. Polonya Sokağı’nın bugünkü admı almasıysa 1930’lara denk geliyor. Devrin belediye meclisi masonlukta iki önemli kavram olan “nur” ve “ziya”yı bir araya getirmiş ve sokağın adı “Nur-u Ziya” olmuş.
Nuruziya Sokak geçirdiği yangınlar ve yıkımlarla eski özelliğini yitirdi. Ancak sokak bir zamanlar Beyoğlu sanat dünyasının ve bürokrasisinin önemli isimlerini ağırlıyordu. Günümüzde bu apartmanlardan eser yok. Bir zamanlar bu sokakta oturanlardan birisi de Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim hocalığı yapan İsmail Hakkı Beydi. İsmail Hakkı Bey, yemeğini Degüstasyon veya Hristaki’de yedikten sonra Rum ve İtalyan müziği yapan sanatçüarı sokaktaki evine götürürmüş. Bu müzisyenler müziklerini İsmail Hakkı Beyin yatak odasında yaparak kendisini uyuturlarmış.
Elçiliğin bir üstündeki apartmanda da Yunanistan’da bir dönem çok ünlenmiş Manişka isimli bir şarkıcı oturuyordu. Söylenene göre Maruşka buraya bir Musevi gence aşık olup yerleşmiş.
Park Oteli’nin piyanisti ve Ses Tiyatrosu’nun orkestra şefi İtalyan kökenli Mösyö Maggi de Nuruziya’nm eski sakinlerinden. Mösyö Maggi, 1940’lı ve 1950’li yıllann yerli caz şarkıcılannm repertuarını yapar, notalarını yazardı.
Nuruziya Sokağı geçmişine sahip bir başka ünlü de yazar Refik Erduran. Erduranlar, ailenin adını taşıyan apartmanlarım 1960’larda satıncaya kadar sokakta oturdular.
Sokaktaki ünlü apartmanlardan birisi Belvü Apartmanı. 1941’de yığma tuğladan yapılan Belvü Apartmam’mn yerinde Pastaneci Mösyö Mulatier’nin iki ila dört katlı olduğu söylenen evi bulunuyordu. Evde bir zamanlar iki İtalyan mimar yaşıyordu. Birisi İtalyan De Na-ri, diğeri ise Guilio Mongeri. Özellikle Mongeri’yi iz bırakan bir mimar olarak hatırlayabiliriz.
Mongeri, OsmanlI’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli eserlere imza attı. San Antuan Kilisesi, Karaköy Palas, Maçka Palas, Maçka’daki eski İtalyan Sefareti, Taksim Anıtı Kaidesi ve Bursa Çelik Palas Oteli bu eserlerden bazıları. Mulatier’den sonra evin mülkiyeti saat tüccarı Gramatopoulos’a geçti. Gramatopoulos, 1941’de Mulatier’nin evini yıktırıp yerine Belvü Apartmam’m yaptırdı. Söylenene göre Gramatopoulos, evi yaptırmak için gerekli parayı İsviçre’de aldığı saatlere Sin-ger damgası bastırıp burada Singer saati olarak satarak toparlamış. Gramatopoulos da zaman içinde İstanbul’u terk ederek İsviçre’ye yerleşmiş. Mulatier evinden arda kalan tek bir şey var; bodrumdaki kalorifer dairesi. Burası yıkılmamış ve apartman bu temel üzerine inşa edilmiş.
Elçiliğin tam karşısında 19. yüzyıldan kalma 43 numaralı apartmanda Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi üyesi, Osmanlı sarayının ve Sultan II. Mahmud’un doktoru Mösyö MacCarthy oturuyordu. Kendisine yaptığı hizmetlerden dolayı padişahtan onur nişanı aldı. Doktor MacCarthy, meslektaşı olan saray doktoru Konstantin Karateodori ile birlikte Sultan II. Mahmut’un Hastalığı ve Ölümünün Gerçek hikayesi adlı bir kitap yazıp Abdülhamid’e ithaf etti. Aynı apartmanda 1940’lı yıllarda Türkiye’nin ilk matbaacılarından Osvaldo Maina oturuyordu.
Nuruziya Sokağı’nın üst tarafında İstiklal Caddesi’nin kesiştiği yerde (bugün Ziraat Bankası var) az önce evini gördüğümüz Mösyö Mulatier’in pastanesi vardı. Mulatier’in çikolatalı pastaları Lebon ve Markizle yarışacak derecede lezzetliymiş. Mulatier’in pastanesi zaman içinde yerini Dekoration isimli bir antikacıya bıraktı. O günlerde Dekoration’da çalışan yakışıklı mimarların, karşı köşedeki lisenin kız öğrencilerinin kalplerini çalmaları epey konuşulmuştu. Mağazanın hemen altında, sokağın içindeyse sinema biletleri ve programlan basan Palamari Matbaası vardı.
Bugün Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın bulunduğu binada ise, 19. yüzyılda Kraliyet İtalyan Mektebi, daha sonra da İtalyan Konsolosluğu yer alıyordu. 1928 yılında masonlar tarafından satın alman bina 1935 yılında mason faaliyetlerinin Atatürk tarafından durdurulmasıyla halk evlerine tahsis edildi, 1948 yılındaysa yeniden masonlara verildi.
Masonlar Locası’nın karşısındaki otoparkta bir zamanlar 19. yüzyılda Dalmaçya kıyılarındaki Ragusa (Dubrovnik) Kent Cumhuriyeti temsilcisine ait bir bina bulunuyordu. Kent devleti zaman içinde ortadan kalkınca bina yerine Profesör Copello’nun dans okulu açıldı. Copello’nun yerine daha sonra Beyoğlu’nun en ünlü mobilya*mağazasının sahibi Mösyö Psalty, arkasından da cumhuriyet döneminin ünlü dans hocası, genç cumhuriyete tangoyu öğreten adam olarak bilinen Mösyö Panosyan geldi.
Masonlar Locası’nın bitişiğinde küçük ama oldukça önemli bir bina bulunuyor. Binanın girişindeki plaketten de anlaşılacağı gibi burası ünlü Macar bestecisi Ferenc (Franz) Liszt’in İstanbul’a geldiğinde kaldığı ev. Daha doğrusu Liszt, bir zamanlar bu binanın yerinde olan ve yanan ahşap evde kalmış. Evin asıl sahibiyse Avusturya-Macaristan vatandaşı piyano satıcısı Alexander Commendinger. Commendinger Ailesi piyano yapımı ve satımında İstanbul’da bir numaraydı. İstiklal Caddesi üzerinde iki dükkanları vardı. Birisinin adı “Toumisseur de sa Majestd Impdriale” yani “sultanın sarayında müzik alet ve notaları satan bir firma”ydı. Emest Commendinger, “pianola” adı verilen, delikli müzik rulolarıyla çalışan mekanik müzik aletlerini bu dükkanda sergiliyordu.
#İstanbul gezisi#İstanbul keşfi#İstanbul nuruziya sokağı#İstanbul rehberi#İstanbul sokakları#İstanbul tarih gezisi#İstanbul tarih turu#İstanbul turu#Nuruziya Sokağı#nuruziya sokağında ne var#nuruziya sokak turu#özel İstanbul gezisi
0 notes
Photo
Çemberlitaş’ın Tarihi ve Meşhur Çemberlitaş Hamamı
Çemberlitaş adını şehrin kurucusu olan Konstantin döneminde Forum Konstantin diye bilinen oval meydanın tam ortasına dikilen sütundan alır. Semt; hamamı camii ve külliyeleri ile farklı yüzyılları aynı anda yaşatabilecek birikime ve güce sahip. Nurosmaniye Camii ile Kapalıçarşı’ya olan yakınlığı ise ayrı bir avantaj.
XIX. yüzyılda Çemberlitaş doktorların ve avukatların yaşadığı popüler bir yerleşim bölgesiymiş. XX. yüzyılda doğudan yoğun göç almaya başlayınca eski sakinleri yavaş yavaş burayı terk etmiş. Zaman içinde düşen kiralar dericilik sektöründe çalışan işçiler için bir avantaj olmuş. Bu süreç Çemberlitaş Hamamı’nın aleyhine işlemiş ve zengin müşterilerini kaybetmişler. Neyse ki imdada 1990’larda başlayan kitle turizmi yetişti ve bölge yeniden canlandı. Bugün Çemberlitaş’a geldiğinizde etraf biraz sıkla hatta kasvetli gelebilir ama döneminde, Forum Konstantin, Roma imparatorlarının, pagan tanrılarının ve Hıristiyan azizlerinin heykelleri ile çevriliymiş. Etrafı büyüleyici tapmaklar ve köşkler süslermiş.
330 yılında imparator Konstantin Bizans’ı Roma Imparatorluğu’nun başkenti yapmaya karar verip adını Konstantinopolis olarak değiştirdi. Bugünün anısına Forum’un ortasına dev bir porfir sütun diktirmeye karar verdi. Sütunun tepesine kendisini Güneş Tannsı Apollo gibi gösteren heykelini koydurdu. Konstantin, Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak kabul eden ilk Roma imparatoru olmasına rağmen pagan dönemi hatırlatan heykel onun dine o kadar bağlı olmadığım düşündürüyor. Zaten Konstantin’in 337’de ölüm döşeğindeyken, belki de son umut olarak Hıristiyanlığa geçtiği söyleniyor.
Dünyanın en büyük porfir sütunu olarak geçen 35 metrelik Çemberlitaş’ın oldukça hareketli bir tarihi var; 416’daki depremde zarar görmüş. Devrilmesini önlemek için etrafı demir halkalarla çevrilmiş, 1106 yılındaki fırtınada Konstantin’in heykeli düşüp parçalanınca, imparator I. Manuel Komnenos yerine dev bir haç koydurmuş. Türklerin Konstantinopolis’i 1453’de fethinden sonra sıra haça gelmiş.
Fatih Sultan Mehmed haçı indirtmiş. Çevredeki her şeyin yandığı 1779’daki yangında ise sütun isten simsiyah olmuş. Böylelikle Çemberlitaş yeni bir isme kavuşmuş; halk ona “Yanık Sütun” demeye başlamış. 18. yüzyılda yapılan restorasyonda en alttaki kısım içeriden taş kaideye tutturulmuş. 1970’lerde ise demir çemberler mermerlerin zedelenmesi ihtimaline karşı değiştirildi. 2000’lerde sütunun etrafına restorasyon yapmak için iskele kuruldu. Yıllarca orada kalan iskeleyi 2010’da kaldırdılar!
Çemberlitaş’ta Olduğu Düşünülen Gizli Hazine
Çeşitli söylentilere göre Konstantin içinde Nuh’un, gemisini yaparken kullandığı balta ve Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın bir parçasının da olduğu pek çok kutsal eseri sütunun kaidesine gömmüş. Bazı araştırmacılara göre kutsat hazine Çemberiitaş’ın altında, bu nedenle sütunu kaldırıp altındaki kaideye bakılmasını önerenler de olmuş. Kimi araştırmacılar ise kutsal hazine orada olsa bile 1204’teki Haçlı yağmasından kurtulmasının imkânsız olduğuna inanıyor. Hazine hala bulunamadı, gizem devam ediyor.
Çemberlitaş Hamamı
Sütunun karşısındaki gösterişsiz kapıdan içeri girince kendinizi 1584’te Mimar Sinan tarafından yapılan ve şehrin en iyi hamamlarından biri olan Çemberlitaş Hamamında bulunursunuz. Hamam, Sultan II, Setimin eşi Nurbanu Sultan için inşa ettirilmiş. Ormanlı İmparatorluğu’ndaki en güçlü valide sultanlardan biri olan Nurbanu Sultan, padişah naibi gibi oğlu III. Murad adına imparatorluğu 1574’den 1583’e kadar yönetmiş. Oğlu Murad Manisa’dan gelip tahtı sağlama alıncaya kadar eşinin öldüğünü kimseye söyle’ madiği ve Sultan II, Selimin naaşım buzun içinde sakladığı anlatılır. Hamam Üsküdar’daki Atik Valide Sultan Camii’ne vakıf olarak kurul’ muş. XVII, yüzyılda Köprülü Mehmed Paşa tarafından restore edilmiş.
Bu hamamda erkek ve kadınlar için ayrılmış bölümler, birçok hamamın aksine tıpatıp aynı. Hamamın Vezir Hanı Caddesi üzerinde yer alan erkeklere ait kapısı, yapılan yol çalışmaları nedeniyle yoldan aşağıda kalmış. Kadınların kullandığı kapı ise hamamın orijinalinde Divanyolu Caddesi üzerindeymiş. Bugünse hamam, bütün misafirlerini aslı erkeklere ait olan kapıdan kabul ediyor ve kadınlar bölümüne içeriden yeni açılan bir kapıyla geçiliyor.
Geleneksel hamam mimarisinin oldukça dışına çıkan Sinan, sıcaklık (halvet) bölümüne, hamam sefasını özel olarak sürdürmek isteyenler için on iki küçük odacığı ustalıkla yerleştirmiş. Bu hücreleri ayıran mermerlerin her birinin üzerinde hat sanatının inceliklerim yansıtan kitabeleri görebilirsiniz. Kadınlar kısmının soyunma mekânının bir bölümü XIX. yüzyılda yol genişletme çalışmalarına kurban gitmiş.
#çarmıh parçası#çemberli taş nerede#Çemberlitaş#çemberlitaş hamamı#çemberlitaş nedir#çemberlitaşın tarihi#gizli hazine#İstanbul çemberlitaş#İstanbul haçı#İstanbul hamamları#İstanbul tarihi#Konstantin#kutsal hazine
1 note
·
View note
Photo
Jüstinyen’in Eserlerinden Biri “Küçük Ayasofya”
Sultanahmet Camii’ne kısa bir yürüme mesafesinde bir VI. Yüzyıl eseri, buna rağmen az bilinen bir yer. Sevimli avlusu sıradışı bir mekana geldiğinizin habercisi gibi. Ayasofya’nın küçük kardeşinin önünde göreceğiniz harabelerin Bizans deniz surlarının uzantısı olduğunu hatırlatıp gezimize başlayalım.
yüzyılın başlarında, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük isimlerinden biri olan Jüstinyen, amcası imparator Anastasios’a karşı isyanla suçlanır ve idamına karar verilir. İmparatorun rüyasına giren azizler Sergius ve Bakhüs yeğeninin hayatım bağışlamasını isterler. Jüstinyen tahta geçtiğinde ilk yaptırdığı kiliseyi, aynı zamanda askerlerin de koruyucusu Olduğuna inanılan bu azizlere adar.
Küçük Ayasofya
Sergius Bakhüs Kilisesi, Arasta Çarşısı’nın arkasından Marmara Denizi’ne uzanan Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonunda yer alıyor. Etrafı boş bir arazinin ortasındaki binanın sık görülmeyen yuvarlağımsı şekli dikkatinizi çekecek. Jüstinyen’in Ayasofya’dan beş yıl önce, 527′ de yaptırdığı Küçük Ayasofya, İtalya’nın Ravenna şehrinde inşa ettirdiği San Vitale Kilisesi’ne de benziyor. XVI. Yüzyılda kilisenin bir minare ve avlunun etrafında yer alan odaların ev sahipliği yaptığı medresenin de eklenmesiyle camiye dönüştürülmüş. Bu çalışmayı yaptıran II. Bayezid devrinin Kapı Ağası Hüseyin Ağa bu caminin bitişiğindeki türbeye gömülmüş adı da medresede yaşar olmuş.
2006 yılında baştan aşağı restore edilen Küçük Ayasofya sonuçta eski çağlardan kalan paslarından kurtuldu ancak birçok restorasyonun ortak kaderini paylaştı; çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olurken bazılarının da övgülerini de topladı.
Küçük Ayasofya’nın İç Görünümü
Kelimelerin kifayetsiz kaldığını ve yüreğinizden sessiz bir alkış koptuğunu hissedeceksiniz. Hüseyin Ağa’nın eklemelerinin bir parçası olan son cemaat yerinden dikdörtgen şeklindeki bir nartekse geçeceksiniz. Burası, İstanbul’da bir örneği daha bulunmayan ve belki de yapının en çarpıcı parçalarından biri olan iki katlı yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş bir narteks.
Siyah, yeşil ve kırmızı mermerden yapılmış olan sütunların üstünde Bizanslıların adeta sepet gibi ördükleri sütun başlıkları kullanılmış. Nartekste ayrıca Jüstinyen ve karısı Theodora’nın kiliseyi Aziz Bakhüs’e değil Aziz Sergius’a adadığına dair ilginç bir yazıtı orta bölümü çevrelerken göreceksiniz.
Üst kattaki kolonları incelemek isterseniz girişin yanındaki merdivenlerden yukarı çıkın. Bu sayede kilisenin ihtişamlı görünümünü kuş bakışı seyredebilirsiniz. XVI. yüzyılda kilisenin camiye çevrilmesi sırasında binaya mihrap ve mimber eklenmiş. Nefin arkasına doğru, geçmişte vaftiz, Osmanlı döneminde de abdest almak için kullanılmış olan bir su tulumbası bulunuyor.
Hüseyin Ağa Medresesi
Kilise-camiyi gezmeyi bitirdikten sonra, medreseyi oluşturan odacıkları turlamakta fayda var; burada ebru çalışmaları, çiniler, kakma işli kutular ve Osmanlı tarzı minyatürler yapan sanatçıları görebilirsiniz. I Ofislerden biri günümüz Kazakistan’ında doğmuş ve Yeseviye Tarikatını kurmuş olan şair ve sufi Ahmet Yesevi’nin (1093-1166) öğretilerini! İçeren dergi ve kitapları da satıyor. Tam ortadaki küçük kafe ise hem soluklanmanız hem de güzellikleri beyninize nakşetmeniz için size zaman sağlama görevini üstlenmiş.
Jüstinyen Gerçekten de Büyük Mü?
İmparator Jüstinyen’den (483-565) genelde “Büyük” sıfatıyla bahsedilir ve Doğu Kilisesi’nde bir aziz olarak görülür. Dönemin tarihçisi Procopius ise “Gizli Tarih” isimli eserinde “insan formundaki şeytan” tanımlamasıyla çok farklı bir kişilik çiziyor Jüstinyen için… Onu kararsız, kötü, açgözlü ve karısının kölesi bir karakter olarak tanımlıyor. Eşi Theodora’ya layık gördüğü ise “aşağılık fahişe” tanımlaması. Jüstinyen’in Türkiye’de hiç mozaiği yok. Olanlar ikonoklast dönemde yok edilmiş.
Bukoleon Sarayı ve Çatladıkapı
Bizans imparatorluk saraylarından günümüze ulaşabilmiş nadir kalıntılardan biri de Ahırkapı sahilinde yer alan Bukoleon Sarayı Çatladıkapı’ya doğru yöneldiğinizde sarayın duvarlarını ve mermer pencere çerçevelerini göreceksiniz. V. yüzyıla dayanan tarihiyle saray, Büyük Saray’ın bir parçasıymış. İsminin sarayı süsleyen boğa (buko) ve arslan (leon) heykellerinden aldığı sanılıyor. İmparator Jüstinyen döneminde restore edilen saray, İmparator Theophilos’un IX. yüzyıldaki hükümdarlığı zamanında denize bakan balkonu eklenerek genişletilmiş.
Saray, 1204’teki IV. Haçlı Seferi sırasında Montferratlı Boniface tarafından ele geçirilmiş. Bizans monarşisi tarafından 1261 yılında restore edilen saray, zaman içinde gözden düşerken Ayvansaray’daki Blachemae Sarayı asillerin gözdesi haline gelmeye başlamış. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethettiği dönemde tamamen bir harabeye dönmüş olan saray, 1873’te tren yolunun geçmesi üzerine kısmi olarak yıkılmış. Bukoleon Sarayı ile Küçük Ayasofya arasındaki Çatladıkapı’nın 1532’deki deprem sırasında hasar gördüğü için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Bazı kaynaklar ise Fatih döneminde lakabı “Çatladı” olan birinden geldiğini belirtiyor.
#Blachemae Sarayı#Bukoleon sarayı#çatladıkapı#hüseyin ağa medresesi#İstanbul bukoleon sarayı#İstanbul çatladıkapı#İstanbul küçük Ayasofya#jüstinyen hakkında#küçük Ayasofya#küçük Ayasofya camii#küçük Ayasofya kilisesi
0 notes
Photo
Topkapı’dan Ayvansaray’a Giderken Görülmesi Gereken Yerler
Emin Baba Tekkesi
Edimekapı’da yolun karşısına geçtiğiniz zaman göreceğiniz Emin Baba Tekkesi, konak tarzı Bektaşi tekkelerinin en güzel örneklerinden. Sultan Abdüla-ziz’in annesi Peıtevniyal Valide Sultan tarafından Bektaşi tekkelerinin kapalı olduğu dönemde onarılması, Bektaşiliğin gücünü göstermesi açısından önemli. 1997 yılında yenilenen tekke, arka bahçesindeki mezarlıkta bulunan gri mezar taşlarıyla da ilgi çekiyor.
Osmanlıların şehre ilk girdikleri yer: Ahşap Hipodrom Kapısı / Kerkoporta
Edirnekapı’nın kuzeyinde yer alan ve geçmişte bu civarda bulunan hipodrom yüzüne 01ı Ahşap Hipodrom Kapısı olarak adlandırılan kapıdan Fatih Sultan Mehmed’in Yeniçeleri ilk kez şehre girmeyi başarmış. Hemen yakınındaki burç ise Ulubatlı Hasan’ın Osmanlı sancağını dikmek için tırmandığı yer (Topkapı metro istasyonuna onun anısına adı verilmiş). Bu arada “Kerko” Yunanca kuyruk demek, hipodromdaki atlardan geliyor, aynı bir sonraki kapının adının nal olması gibi.
Eğrikapı
Bizanslılar döneminde burada atlar için nal (kaligae) yapılan bir yer varmış. İmparator Manuel Komnenos bir kapı yaptırınca adı “Poıta Kaligaria” olmuş. Bugünkü adıyla Eğrikapı’nın girişinde, Eyüp Sultan’ın yeğeni Hazret Hafız’ın türbesi var. Hazret Hafız’ın VII. yüzyıldaki Arap Kuşatması sırasında öldüğü sanılıyor. 1453’te Türklerin çoğu bu kapıdan şehre girmiş.
1939 yılına kadar bu kapının yanında, Bizans döneminden bu yana Yahudiler tarafından kullanılan bir mezarlık varmış. Buradaki mezar taşları günümüzde Hasköy Mezarlığına taşınmış. Surları geçip soldan iç aşağı doğru yöneldiğinizde yüksek bir duvarın arkasında XIX. yüzyıl Rum Ortodoks kilisesi olan Panayia Suda’yı görürsünüz. Kilisenin içinde sinir hastalıklarından muzdarip olanlara iyi geldiğine inanılan ayazma var. Cemaat kalmadığından kilise hep kapalı, o yüzden ayazmayı görme şansınız yok gibi.
Soldaki kapıdan dışarı çıktığınızda Belgrad Ormanı’ndan getirilen suyun iki son toplama noktasından biri olan Mimar Sinan’ın yaptığı Kırkçeşme Maksemİ’ni göreceksiniz. Maksem 2009 yılında restore edildi. Son toplama yerlerinden İkincisi ise Taksim Meydanı’nda anıtın arkasındadır.
Tekfur Sarayı’ndaki Atölye
BizanslIların saraylarını birçok binadan oluşan kompleks tarzında inşa etme gelenekleri burada da bozulmamış. XIII. veya XIV. yüzyılda inşa edilmiş olan Tekfur (Porphyrogenitos) Sarayı, yanı-başındaki Blachemae Saray kompleksinin önemli bir parçası olarak yapılmış. Porphyrogenitos “mor ya da porfir rengine doğmuş” demek. Mor kraliyet rengi olduğu için bu Bizans imparatorları için de kullanılan bir tanımlama. Mermer ve tuğla ile yapılan sarayın dış yüzey süslemeleri iyi durumda. Yıllardır bitmeyen restorasyon dolayısıyla içeriye girmenin mümkün olmadığı binanın terkedildiği yalnızlık inşanın içini acıtıyor.
Saray Türkçe ’de Tekfur (İmparator) Sarayı olarak tanınmış. Sarayın ilginç bir öyküsü var. Fetihten sonra bir süre zürafa gibi değişik hayvanların olduğu küçük bir hayvanat bahçesi, olarak kullanılmış. 18. yüzyılda çini ve seramik üreten bir atölye olarak yeni hayatına başlamış. İznik fırınlarında üretilenlere göre daha düşük kalitede kabul edilse de, bu seramikler bugün bile çok değerli. Örneklerini İstanbul Arkeoloji Müzelerindeki Çinili Köşk’te görebilirsiniz. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru çini üretimi durdurulup bina düşkünler evine dönüştürülmüş. Robert Koleji (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) kuran Cyrus Hamlin, 1860’larda okulu saraydan geri kalan bölümde kurmayı bile düşünmüş.
Rum Kiliseleri
İstanbul’da 96 tane Rum Ortodoks kilisesi var. İo’u manastırı 12’si mezarlık, 2’si kurum kilisesi. 1 özel, 7 tane de temsilcilik statüsünde kilise var. Kiliselerin 53 tanesi Tanzimat öncesinde, 42 tanesi Tanzimat sonrasında yapılmış. Bir tek Panayia Muhliotissa Kilisesi Bizans döneminden kalmış.
İvaz Efendi Camii
1580’lerde yapılan caminin geleneksel bir cümle kapısı yok. Ana girişin üstünde Mimar Sinan tarafından yapıldığı yazılı ama Sinan’ın tezkerelerinde adı geçmediğinden yine de mimarı hakkında kesin konuşulamıyor. Blachernae Sarayı’nın kalıntılarının üzerine inşa edilen caminin tek minaresi kıble duvarının köşesine yapılmış, mihrabı ise harika İznik çinileriyle donatılmış. Kazasker İvaz Efendi’nin aslında bir külliye olarak yaptırdığı eserden < geriye sadece bir çeşme ve bahçesinde İvaz Efendi’nin de yattığı hazire kalmış.
Tepeden aşağı biraz inince sağda göreceğiniz 1513 yılında inşa edilen Emir Buhari Tekkesi, XIX. yüzyılda yeniden yapılmış. Baştan aşağı restorasyon ise 2009 yılında oldu.
Blachernae Sarayı
Haiiç kıyılarında kara surları ve deniz surlarının birleştiği yere yakın bir yerde bulunan Blachernae Saray kompleksi 500’lü yıllarda İmparator Anastasios tarafından yapılmış. Adını yakınlardaki çok saygı duyulan bir ayazmadan alan saray, ayazmayı ziyaret eden imparatorluk ailesi tarafından kullanılmış. XI. ya da XII. yüzyılda hanedan Sultanahmet’teki Böyük Saray’dan buraya taşınınca geniş ölçüde yeniden inşa edilmiş. 1204 yılından 1261’e kadar süren Latin İşgali döneminde Büyük Saray virane bir halde bırakılmış ve imparatorlar burayı sürekli olarak kullanmaya başlamışlar. Batılı yorumculann arkasından ağıtlar yaktığı görkeminden ne yazık ki bugüne çok az şey ulaşmış: Tekfur Sarayı, tepedeki birkaç yapı Anemas Zindanı ve II. Isakios Angeios Kulesi.
Civardaki Ayvansaray (Eyvan Sarayı) semti adım görünüşe göre saraydan almış. “Ayvan” Farsça bir kemerle dışarı açılan dikdörtgen mekân anlamına gelen “eyvan” kelimesinin bozulmuş hak.
Anemas Zindanı
Bhchemae Saray kompleksinin bir parçası olan bu hapishane birçok tutsak ağırlamış. Bunların arasında burada öldürülen imparatorlar II. Isakios Angelos ve IV. Aiexios Angelos da var. Orijinal binada, zindanın üç kata dağılmış 42 hücresi varmış. Girit Adası’nın Arap emirinin soyundan gelen Michael Anemas XII. yüzyılda İstanbul’a mahkûm olarak getirilmiş. Cesur davranışları sayesinde Bizans imparatorunun saygısını kazanmış. Anemas, Alexios Komnenos’a karşı bir ayaklanmaya karışmış. Sakalları yolunarak paçavra kıyafetler içinde, sokaklarda gezdirilme cezasına çarptırılmış. Şanslıymış, imparatoriçe ona acımış ve kocasına onu kör yapmaması için yalvarmış. Anemas, adını taşıyan zindana atılmış. Zülfü Livaneli Şahmaran filmini bu zindanda çekmişti. Zindan 2010 yılında restore ediliyordu. İnşallah yakında biter.
Gizli Mezarlık
Ayvansaray’da kara surlarının deniz surları île birleştiği yerde* XVII. yüzyılda yapılmış ancak 2009’da yeniden inşa edilmiş küçük Hacı Hüsrev Mescidi var. Mescidin bahçesinden kara surlarından geriye kalan son üç kulenin nefes kesen manzarasını seyredebilirsiniz. Burada duvarların önünde küçük ve güzel bir mezarlık var. Ebu Şeybet-ül Hudri’nin türbesi de burada. Bu mezarlıkta Hz. Muhammed’in yoldaşları olduklarına inanılan Ebu Ahmet El Ansari ile Hamidullah Et Ansari ve 1453’te şehrin fethinde görev aldığına inanılan Toklu İbrahim Dede de yatıyor.
1990’da yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’da 180 tanesinin yapısı duran 200 civarında ayazma var. Zarif Mustafa Paşa Yalısı’nın bahçesinde bile Bizans döneminden kalma bir ayazma bulunuyor. Arnavutköy’deki Ayios Nikolaos örneğinde olduğu gibi ziyaret ettiğimiz ayazmaların bir kısmı çok kötü durumdaydı. Üzüldük, çünkü bütün eserler bu ülkenin zenginliklerinin bir parçası.
Blachernae Ayazması
Bugün Ayvansaray Kuyu Sokağı’nda bulunan ve iyileştirici gücüne inanılan ayazmaya Hıristiyanlık öncesi dönemde de insanlar geliyormuş. 451 yılında İmparator Marcian’ın eşi Pulcheria, burada bir kilise inşa ettirince önemi daha da artmış. Kutsal topraklardan dönen iki hacı Meryem Ana tarafından giyildiğine inanılan, Kudüs’ten çaldıkları giysileri bağışlamışlar. Burası şehirdeki en kutsal mekân haline gelmiş.
Bu yüzden kilise ve bölge imparatorların çok sık ziyaret ettiği bir yer halini almış ve zamanla buraya bir saray yapma ihtiyacı doğmuş. Öyle inanılmış ki buranın gücüne, 627 yılında Avarlar’a karşı savaşan askerleri cesaretlendirmek için Bakire Blacherniotissa’nın şehir surları üzerinde görüldüğü rivayeti yayılınca kimse şaşırmamış. Bugün hala Avarları yenme yıldönümünde kutlama yapılıyor. Orijinal kilise 1434’te bir yangında hasar görmüş, ayazma XIX. yüzyılda zarif bir kubbe eklenerek yeniden yapılan kilisenin içinde kalmış.
#ahşap hipodrom#ahşap hipodrom kapısı#anemas zindanı#Blachernae Ayazması#blachernae sarayı#eğrikapı#emin baba tekkesi#gizli mezarlık#hacı Hüsrev mescidi#II. İsakios angelos#İstanbul eğrikapı#ivaz efendi camii#kerkoporta#rum kiliseleri#tekfur sarayı#tekfur sarayı atölyesi
2 notes
·
View notes
Text
Surp Kevork Kilisesi ve Studios Manastırı
On birinci yüzyılda yapılmış olan Panaghia Peribleptos (Her şeyi gören Meryem) Kilisesi bugün Ermeni Surp Kevork Kilisesi ya da bahçesindeki ayazma nedeniyle Sulu Manastır olarak geçiyor, ilk olarak İmparator III. Romanos döneminde, 1031 yılında yapılmış. 1204 yılındaki Haçlı Seferinde yağmalanıp harabeye çevrilen kilise, VIII. Michael Palaeologos zamanında onarılıp yeniden ibadete açılmış.
Fetihten sonra Bursa’dan getirttiği Ermeni cemaatini Samatya’ya yerleştiren Fatih Sultan Mehmed, kiliseyi patrikhane olarak kullanmaları için Ermenilere vermiş. Yıllar boyunca kilisenin mülkiyeti ile ilgili Ermeni ve Rumlar arasında pek çok anlaşmazlık yaşadığından halk arasında “Kanlı Kilise” olarak da isimlendirilmiştir. 1641 yılında patrikhanenin Kumkapı’ya taşınmasına rağmen kilise Ermeniler’de kalmış. Art arda gelen yangınlar ve restorasyon çalışmalarından sonra kilisei I. Dünya Savaşı sırasında askeri amaçlı kullanılmış 1993 yılında restore edilmiş.
Samatya, Kurtuluş ve Şişli gibi en büyük Ermeni nüfusa sahip semtlerden-Kilisenin bitişiğinde büyük bir Ermeni okulu da var. Biz gittiğimizde teneffüstü, çocuklar bahçede koştururken aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Okulun bahçesinde sohbet ettiğimiz Halis Hanım» Anadolu’nun bir şehrinde doğmuş. Ailesi Afiş adı dikkat çekmesin diye başına bir “H” koyup adını Türkçeleştirmiş. Bize eski Samatya’yı anlattı, insanların kapılarım kilitlemeden uyudukları eski güzel günleri…
Ana caddedeki Ayios Minas Kilisesi 1833’te inşa edilmiş ve 1955’teki 6-7 Eylül Olayları’nda hasar görmüş. Altında, III. yüzyılda İmparator Decian’ın Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm sırasında öldürülen Aziz Karpos ve Papylos’ını mozoleleri varmış. Şehirdeki benzerleri arasında en eskisi olan mozoleler, bir kahvenin hemen arkasındaymış. Biz kahvediye. : rica ettik, lüks ışığmda bir dehlizden geçerek bize geçmişte mozolelerin ol- < duğu yeri gösterdi.
Studios Manastırı
Samatya’daki en önemli anıtlardan biridir Studios Manastırı veya Aya Yani Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi. Adını Roma konsülü Studios’tan alan manastır 454-464 yılları arasında yapıldığından bugüne ulaşan en eski Bizans manastırı ve kilisesi olarak biliniyor. Bir zamanlar 1000 kadar ikonodül keşişi külliyesinde barındırmış manastır. Yunanistan’ın Aynaroz (Athos) Dağı’ndaki kuralların temelleri burada atılmış. En ünlü başkeşişleri Studite Theodoros (759-826), Büyükada’daki sürgün günlerinden sonra, en sonunda aziz mertebesine yükselmiş ve öldükten sonra manastırın bahçesine gömülmüş.
Onun liderliğindeki manastır, harika resimli el yazmalarının üretildiği bir merkez olmuş. Studios Manastırı, her ne kadar dini çekişmeler yüzünden ara sıra kapansa da XV, yüzyıla kadar etkinliğini sürdürmüş. 1204 yılında Haçlılar tarafından yağmalanmasına rağmen VIII. Michael Palaeologos 1261’de tahtı geri alınca kutlamaların odak noktası olmuş. 1293’te kale gibi duvarlarıyla yeniden yapılan bina, 1453’e kadar bilginin merkezi olarak kalmış.
Manastır fetihten sonra İmparator (At Uzmanı) İlyas Bey Camii’ne dönüştürülmüş ancak 1894 depreminde yıkılmış. Orijinal yer mozaiklerinin en güzellerini, Türkiye’den götürülmüş çok sayıda eserin sergilendiği Atina’daki Benaki Müzesi’nde gördük. Keşke bu topraklarda kalsaydı dedik. Ne yazık ki binanın kapısına kilit vurulalı yıllar olmuş. Yetkililer herhalde “bunlardan nasıl olsa bizde çok var” diye düşünüyorlar.
Manastırın biraz ilerisinde Hacı Manav Sokak’taki Ayios Konstantİnos ve Ayia Eleni Kilisesi’ne bir göz atmakta fayda var, kilise Karamanlılar Kilisesi olarak da biliniyor. Anadolu’daki Karaman’da yaşayan, Türkçe konuşan ancak Yunan alfabesiyle yazan Karamanlı Ortodokslar tarafından kullanılmış. 1805 yılında yapılmış olan kilise en sonuncusu 1963 yılında olmak üzere birçok restorasyon geçirmiş. Kilisenin duvarında bir güneş saati ve kiliseye adını veren azizlerin ortalarında haçla yapılmış kabartmaları var.
Narlıkapı
Vaftizci Yahya’nın öldürülüşünün anıldığı her 29 Ağustos’ta Studios Manastırı’na gelen imparatorların şehir surlarından giriş) için kullanılan kapıymış. Bugün Nariıkapı hala ayakta ama Ermeni Surp Hovhannes Kilisesinin (pazar sabahlan açık)arkasında kalmış; restore edilmemiş surlara bitişik kapıyı görmekte fayda var. Kilisede çalışanların çoğu eskiden Güneydoğu’da yaşayan Sasonlu Ermenilerdir.
Trenden Tarih
Yedikule’den Sirkeci’ye banliyö treniyle giderseniz farklı bir İstanbul görürsünüz. Bizans şehir surlarına ve Narlıkapı’ya son günlerini yaşayan ahşap evler eşlik eder. Yenikapı’dan geçerken hem kazı alanını görebilirsiniz hem de Cerrahpaşa’daki Bulgur Palas’ı. Gezinin tek maliyeti de bir jeton olur.
#ayia eleni#ayios konstantinos#güneş saati#İstanbul gezisi#İstanbul tren gezisi#İstanbul turu#kanlı kilise#Narlıkapı#studios manastırı#surp kevork kilisesi
0 notes
Photo
İstanbul’un Altıncı Tepesi; Edirnekapı ve Karagümrük
Ünlü Kariye Müzesi’ni gezme telaşı ile ziyaretçilerin gözden kaçırdığı Edirnekapı bir dönem Eyüp Camii’nde kılıç kuşanan Osmanlı padişahlarının şehre girmek için kullandığı kapıymış. Eski başkent Edirne’den gelenler de bu kapıdan geçip girerlermiş İstanbul’a. Bu suriçi semti barındırdığı tarihi eserlerle gezmeyi hak ediyor. Karagümrük ise ilginç eserleri saklıyor bağrında.
Bizans dönemindeki adı “Harisius” olan Edirnekapı o dönemde de merasim kapısı solarak kullanılır, imparatorlar sefere çıkarken veya seferden dönerken bu kapıdan geçerlermiş. Fetih sırasındaki çarpışmalarda ilk gedik bu kapıda açılmış ve Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a bu kapıdan geçerek germiş. Hemen yakınındaki semt, Karagümrük ise adını Fatih’in gümrük vergilerini toplama yetkisini bağışladığı imparatorluğun ünlü kabadayısı Kara Davud’tan almış. Karagümrük, Cerrahpaşa gibi İstanbul’un ilk Türk semtlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Mihrimah Sultan Camii
Altıncı tepenin üstünde ve Edirnekapı’nın içinde yer alan Mihrimah Camii bir Mimar Sinan şaheseri. Koca Sinan’ın 1562 ve 1565 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın en sevdiği kızı Mihrimah Sultan için yaptığı cami tek minareli. Külliyesinde medrese, mektep, türbe ve hamam olan cami olağanüstü pandantiflere sahiptir. 1766 ve 1894 depremlerinde büyük hasarlar gören bina, 2009 yılında baştan aşağı restorasyondan geçti. Çifte hamamı hala ziyarete açıktır.
Sinan’ın eserlerinde, devletin hiyerarşik düzenini dikkate alan ve eserlerin görünümünde bunu yansıtan bir mimari üslup var. Bu tarz uzun yıllar klasik OsmanlI mimarisinde kabul görmüş. Bu nedenle biçim olarak Süleymaniye ve Selimiye külliyelerini andırmasına rağmen mimarbaşı Mihrimah Sultan Camii’ni yaparken buranın bir padişaha değil, padişah ailesinden birine ait olduğunu taşlarla anlatma becerisini göstermiş.
Eğer biri size hangi Mihrimah Sultan Camii’ni gezdiğinizi sorarsa şaşırmayın. Sinan Mihrimah Sultan’ın isteği üzerine iki cami yapmış. Biri Üsküdar sahilinde, diğeri Edirnekapı’da. Sultan cami külliyelerinin yapılacağı yerin seçimini mimarbaşına bırakmış. Mimar Sinan camileri yapmak için karşılıklı öyle iki nokta seçmiş ki ilkbahar aylarında güneş (Mihr) Edirnekapı’daki caminin üstünden batarken ay (Mah) Üsküdar’daki caminin iki minaresi arasından doğuyor. Bu bir rastlantı mı yoksa usta mimar, Mihrimah Sultan’ın ay ve güneş anlamına gelen adına gönderme yapmak için hesaplayarak mı yapmış camileri, yorum sizin…
Yedi Tepe
Roma gibi Konstantinopolis de çoğu meydan olarak yedi tepe üzerine inşa edildi. Şehrin 1453’teki fethinden sonra sınırları hemen hemen aynı kaldı, fakat tepelerin altısına görkemli imparatorluk binaları dikildi. Bugün birinci tepede Topkapı Sarayı, İkincide Nuruosmaniye Camii, üçüncüde İstanbul Üniversitesi ile Süleymaniye Camii, dördüncüde Fatih Camii, beşincide Yavuz Selim Camii, altıncıda Mihrimah Sultan Camii var. Sadece yedinci tepe olan Cerrahpaşa’da bilindik bir eser yok ama gizli kalmış hazineler mevcut.
#edirne kapı#Edirnekapı#İstanbul altıncı tepe#İstanbul Edirnekapı#İstanbul yedi tepe#Mihrimah Sultan Camii#Yeditepe#Yeditepe İstanbul
0 notes