Tumgik
zeycanatasoy · 7 years
Text
Bitmeyen Umut Sahnesi
"Başına ne geliyorsa, iyi niyetinden geliyor." bu cümleyi çok sık duyar olmuştum bir zamanlar. Üzerine düşündüm de, iyi niyetli davranmak, başa bela açan bir şeyse eğer neden kötü ve faydasız davranışlar arasında saymıyoruz bundan böyle onu da ? Özünde herkes iyi doğmuyor mu ? Ben hiç kötü kalpli bebek görmedim mesela. Bir süre önce çimenlerin hayallerimizdeki gibi mor olmadığını öğrendik zaten ona artık itirazımız yok. Ama insanın içindeki çocuğu öldürmesi... Buna şiddetle değil, sevgiyle ve inatla sonuna kadar karşıyım. İnsanı herşeye rağmen umudu ayakta tutmaz mı ? Yıllardır bize bunu öğretmediler mi ? Ne oldu da şimdi umutlu olan insanları harcayıp, saf yerine koyup, iyi niyetlerini kullanıyorlar ? Gerçekten bu kadar zor mu herşey yoksa insanlar mı zorlaştırıyor? Belki her zaman çok kolay değil hayata tutunmak evet, ama bir insanın kapılıp gittiği hayalini, mutluluğunu baltalayacak kadar çirkinleşmek de hangi gerçekliğe sığıyor ? Hem sayısını tahmin edemeyeceğimiz kadar insan yaşıyorken hayatta ve her gün herşey daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyorken, hayallerimizden ve bir gün gerçekleşme ihtimalinden başka ne mutlu edebilir ki bizi ? Zaten sonunda hepimiz yaşlanıp ya da yaşlanmadan, bir şekilde ölüp gideceğiz. En büyük gerçekse ölüm, her gün bu gerçekle yaşıyorsak, kalbimizdeki çocuğu, sırf ben büyüdüm bak sorumluluklarım var diyebilmek için bırakmanın ne anlamı var ? Bu sabah muhtaç olmayı düşündüm. Sevgiye, paraya, kana... Evet kana. İnsanın insan kanına, bedenine olan ihtiyacını düşündüm. Tek bir et parçası için nasıl günlerce, aylarca çabalamak zorunda kalabileceğimizi.. yarının hiçbir garantisi olmadığını, yaşamın amacını, kendimi, hayatımdaki insanları... Balkonun penceresini araladım, dışarıdan hızla geçen arabaların sesini duydum. Odada çalan müziği bastırdılar bir süre sonra. Kim bilir, belki de o hızla caddeden geçen arabayı sürenlerden bir tanesi az önce internette aranılan bir kanın bağışcısıydı ve acele ediyordu. Belki de onun sayesinde biri iyileşecekti.. yaşam matematiği ne garip şeydi. Yapmak istediklerini ertelememeliydi insan. Kendine ve etrafındakilere zarar vermeksizin yaşamalıydı tüm istediklerini. En zor anında bile alabiliyorken nefes, almalıydı derin derin... Her gün evden çıkıp bir yerlere koşturmadan önce en azından bir kere olsun gökyüzüne bakmalıydı. Hangi coğrafyada, kimlerle, hangi koşullarda yaşıyorsa yaşasın.. umut, kalp attığı sürece bitmemeliydi. Çok zor olsa da, atan bir kalp durduğunda bile yine de insan kendine, geri kalanlara sarılmayı becerebilmeliydi. Umut, hiç bir sahnesinde "son" yazmayacak bir film olmalıydı. ZEYCAN ATASOY 19 Temmuz 2017 Çengelköy/İstanbul
6 notes · View notes
zeycanatasoy · 7 years
Text
Eskiden Buralar Hep Dutluktu
Bir gün bunu yazacağımı, büyüdüğüm muhitten bahsederken, cümleye “Bizim zamanımızda..” diye başlayacağımı düşünmezdim. Ne yazık ki tüm bunlara kentsel dönüşüm dedikleri o çirkin kılıf sebep oluyor.
Çocukluğumun geçtiği bir papatya tarlası vardı. İçinde; elma, incir, dut, kiraz ve aklıma gelmeyen bir çok ağaçla süslü bu toprak, bizim doğayla ilk tanıştığımız yerdi. Bahar geldiğinde biz tüm çocuklar, evimize bir kaç adım mesafedeki o tarlada buluşurduk. Türlü maceralı, gizemli oyunlar oynar, acıktığımızda evden getirdiğimiz patatesleri közler, üzerine de topladığımız meyveleri gönlümüzce yerdik. Yaz tatilinde geç saatlere kadar top oynardık. Aramızdan biri; “Akşam ezanından sonra incir ağacının etrafında dolaşılmazmış.” deyip, bizi korkutmazsa tabii… Sonra mahalle maçları olurdu ama biz kızlar pek ilgi duymaz, izlemezdik bile… Onun yerine topladığımız papatyalardan taç yapardık başımıza. Bazen annelerimiz de piknik yapmaya gelirdi, onlar için de kucak dolusu çiçek toplardık. Etrafımızda bizi koruyan, bazen de korkutan bir sürü sokak köpeği vardı. Mahallenin erkekleriyle birlikte dolaşırlardı onlar da çete gibi…
Tumblr media
Bizim tarlamızda ne kadar macera, meyve, oyun olursa olsun; yine de yan tarafta Hacivat Amca’nın yasaklı bahçesindeki erik, dut bize çok daha çekici gelirdi. Aramızda “Hacivat’a Dalmak” diye bir şifre vardı ki; oraya giden ve meyveyle dönebilen çocuklar kahraman ilan edilirdi. Bize “Biliyor musunuz Hacivat’ın tüfeği vardı, bizi kovaladı, zor kurtulduk.” gibi efsanevi hikayeler anlatıp, kahraman sıfatını hak ettiklerini ispat ederlerdi.
Biliyorum. O papatya tarlasında benim ve daha nice çocuğun her günü ayrı güzel, masal gibi geçti. “Şanslıymışız meğer” diyorum şimdi üzülerek… Çünkü; oraya üç sene önce birden fazla çirkin yapıda betonları kondurdular. Kondurdular diyorum, çünkü; ben o sırada yurt dışındaydım. Döndüğümde gözlerime inanamamıştım. Anılarımın, çocukluğumun üzerine,bu kadar kısa sürede, dev gibi, mimari estetikten son derece yoksun bir İmam Hatip Lisesi yapılmıştı. Sanki memlekette onlarcası yokmuş gibi (!) … Bir tane bile ağaç bırakmamış, okulun avlusuna tek bir çiçek bile ekmek akıllarına gelmemişti sanırım.
Büyük hayal kırıklığı içinde yürümeye devam edip, bir ümit Hacivat’ın bahçesine göz atarım diyordum ki… Orayı da bir inşaat firması ele geçirmiş, adına da “Elysium Serenity” yani türkçesiyle “Cennet Huzuru” koymuşlardı. Ne manidar isim ama (!) . Zira yapının dışarıdan görünümü hapishaneden farksızdı.
Hadi çocukluğum, hatıralarım, şöyle dursun. Onlar nasılsa her daim benimle birlikteler. Peki ama o güzelim doğaya nasıl kıydılar ? Bunu hiç anlamayacağım.
Adına neden Hacivat dediğimizi hiç bilmediğim ve bilemeyeceğim amcayı düşündüm de, acaba hayatta olsaydı, bizim çocukların anlattığı o meşhur tüfeğini kaptığo gibi kovalar mıydı bunların hepsini ? Yoksa o da kentsel dönüşüm zehrinden nemalanıp, eline tutuşturulan üç-beş kuruşa tav olup, susar mıydı diğerleri gibi ? …
Bilemiyorum. Ama ben ne zaman oradan geçsem, eski güzel günleri anımsıyorum. Çoğu zaman başımı çevirip bakmıyorum bile okul adı altında “yandaş” yetiştirdikleri o beton yığınlarına ve ev sanıp inşa ettikleri hapishanelerine…
Bazı şeyler artık sadece hafızalarımızda güzel.
Çünkü; onları ne yaparlarsa yapsınlar, dönüştüremiyorlar.
ZEYCAN A.
Çengelköy-İstanbul
15.06.2017
3 notes · View notes
zeycanatasoy · 7 years
Text
Ne delisi biter buraların, ne de kedisi...
Yazı yazacak defterimi ne zaman evde unutsam, bir kırtasiyeye girip, en ucuzundan, çizgisiz, küçük bir resim defteri, bir de dandik kalem alırım kendime. Bugün de yine öyle yaptım.
Önce sahilde biraz dolaştım.. sonra hoşuma giden bir köşeye oturup, çay söyledim. Deniz hafif dalgalı ama cam göbeği dedikleri renkteydi.
Tumblr media
Bir kedi geldi ayağımın dibine. Anında hapşırdım. “Git” dediysem de anlamadı, şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sadece o değildi bana dikkatle bakan. Çaprazımdaki kız da beni kınar bakışlar atıyordu. Anladım ki o da kediye gitmesini söylememe bozulmuştu. Hayvan sever olmadığımı mı düşünüyordu ? Oysa nereden biliyordu ki ? Belki de alerjim vardı.. ya da yoktu diyelim. Arkalarda oturan bir teyze de katıldı bu soğuk savaşa ve “Gel yavrum, gel güzelim, benim yanıma gel de seveyim seni.” dedi kediye. Şimdi şaşkın olan bendim. Asla bir canlıya zarar vermek aklımdan geçmezken, birden bire çay bahçesinin orta yerinde kedi düşmanı mı ilan edilmiştim ? Bir şeyden hoşlanmama tercihimizi hangi hakla elimizden alabilirlerdi orasını hiç anlamadım. Dışlanmıştım resmen. Bir farklı çeşidiyle mahalle baskısıydı o an yaşadığım aslında. Ne yani hemen kedi için biraz yiyecek satın alıp, sonra da selfie mi çekmeliydim onaylarını almak için. Altı üstü bir küçük “git” -di ağzımdan çıkan...
Ben de -kızım sana söylüyorum, gelinim sen anlacılık- yapıp, başladım kediyle konuşmaya.
“Bak canım” diyerek girdim konuya...
“Benim seninle bir sorunum yok inan ki... Fakat; bacaklarımın arasında dolanman beni huylandırıyor. Sonra bir de patilerini zımba gibi baldırıma batırıp o zoraki sev beni - besle beniciliğin var ya.. işte o sırnaşık halin beni senden daha da uzaklaştırıyor... Çocukluğumdan beri yıldızım barışmadı atalarınla da. Lütfen artık ilişkimizi bir mesafeli hale getirelim. Sana saygım sonsuz. Ama rica ediyorum, sen de özellikle masamda yiyecek bir şeyler bile yokken zorla kendini kabullendirmeye çalışma. Hem bak bir şöyle etrafına seni bağrına basabilecek, hatta alıp evine bile götürebilecek bir sürü talibin var. Anlayamıyorum bu inadını. Neden ben ? Kaçıyorum diye mi kovalıyorsun beni her seferinde ? Ama gel artık buna bir son verelim.” dedim.
Tüm bu konuşmayı biraz sessiz bir tonda yapmış olmalıyım ki; etrafımdaki aşırı hayvanseverler kediyle bir dostluk bağı içerisinde olduğumu düşünüp, sakinleşmişler, bakışlarını üzerimden çekmişlerdi.
Oraya biraz kitap okuyup, içimden gelirse de bir kaç sayfa yazı yazmak için gelmiştim. Kitabımı okumaya başladım. Hem kedilere laf anlatılmazdı, biliyordum. Çok değil, bir kaç sayfa ilerlemiştim ki; bir adamın öfkeli sesiyle ürperdim. Boşluğa tekmeler sallıyor “Adamsanız tek tek gelin ulan şerefsizler!” diyordu ve her cümlesinin sonunda hayali kahramanlarının anasına sövüyordu. Bana doğru yürüdüğünü fark ettim. İyice tırsmıştım. Önümden teğet geçti bağırıp çağırarak. Çayımı, defterimi, kitabımı, telefonumu apart topar alıp oturmak için içeriye geçtim.
Burası daha rahattı. Manzara desen aynı manzaraydı zaten. Boğaz, martılar, gemiler falan.. bilindik İstanbul romantikleri işte...
Dört-beş sayfa daha kitap okudum ve bu satırları yazmak için defterimi açtığım anda başımı istem dışı şöyle bir az önce oturduğum yere çevirdim.
O kediyle, o deli sohbet ediyordu şimdi.
Tıpkı az önce benim de ettiğim gibi.
ZEYCAN A.
Çengelköy / İstanbul
12.06.2017
1 note · View note
zeycanatasoy · 7 years
Text
Şehirden Köye, Köyden Şehire
Önce şehirde doğanlar için bir yaşam rehberi mi olsaydı dedim. Belki daha sabırlı olabilirdik buralarda yaşamak için… Ama sonra aslında eskiden böyle olmadığını anımsamaya başladım. Sokaklarda bu kadar çok araba, motor yoktu.. her yer daha yeşildi.. denizi görmek için bir villanın bahçesinin köşesinden bakmamız gerekmiyordu… Okula yürüyerek gidip, dönüşte bir ağacın meyvelerinden yiyip, eve çıkmadan önce aşağıdan anneye seslenip “Ben biraz sokakta oynayıp geleceğim.” Diyorduk. Çünkü; çocuklar eskiden oyun oynamak için tabletlere ihtiyaç duymaz ya da alışveriş merkezlerine götürülmezdi. Zaten koca şehirde iki-üç alışveriş merkezi vardı o zamanlar. Üstümüzü başımızı kirlete kirlete oynardık malum sesi, akşam ezanını duyana kadar. Sonra, kısa sürede biz büyürken, evet tam da şarkıdaki gibi kirlendi Dünya…
Önce hemen “Gidiyoruz kardeşim biz!” demedik tabi… Hakkını vererek delirdik şehrin sokaklarında yine. Ama bu defa meyve ağaçlarının gölgesinde , okul yolunda falan değildik. Trafikteydik, belki bir hastanede kuyrukta, bazen hiç alakamız olmayan bir eylemin, bazen de bizzat alakalı olduğumuz bir konuyla alakalı sesimizi yükseltmişken, yine sokağın orta yerinde polisten dayak yiyerek.. bazen eve dönerken tacize uğradık, bazen de maaşını yeni çekmiş bir emeklinin parası bankamatik önünde çalınırken arkasındaki sırada şaşkın, ürkek, üzgün vatandaş olduk. Ülkenin her hafta dizi bölümü gibi hızla akan gündeminde, mecburi istikametmişcesine sürüklendik türlü hikayelere…
Haliyle hakkını vererek zaman içerisinde delirdik. Ve an geldi “Gidiyoruz!” dedik gittik. O romantik filmlerin sahnelerinden çokça etkilenmiş olmalıyız ki evet –yolda Güneş yükselirken, güneye -  gittik. 
Önce her şey ve her yer cennet. Uzunca bir süre bu böyle haliyle.. kolay mı şehir keşmekeşinden radikal bir kararla kaçıp bir sahil köyüne yerleşmişsin.. hem de bunu yapmak için öyle emekli olmayı, bir yazlık almayı falan beklememişsin. Kariyerini ve tüm sevdiklerini geride bırakıp, sadece nefes almayı seçmişsin.. nasılsa küçük bir kaç iş bulur, bir şekilde geçinirim diye düşünmüşsün ve öyle de olmuş. Günler, haftaları,haftalar ayları ve aylar birkaç seneyi kovalamış ki.. gün gelmiş artık yerinde saydığını görmüşsün… Şehir seni ateş gibi içine çağırıyormuş yeniden. Hem bu defa belki bir değil iki kişiymişsin.. belki de üç olacakmışsın kim bilir…
Diyeceğim o ki; öyle sahil kasabasında geçinmek de, aile kurmak da, bir yerden akan düzenli paran yoksa eğer, kira ödemek zorundaysan, hastaneye kilometrelerce uzaktaysan ve altında bir araban yoksa, hiç de filmlerdeki gibi romantik değilmiş.  Biraz daha zorlayıp şansını, o kadar da kötü olamaz demişsin ve şehre geri dönmüşsün.
Hiç de pişman olmamışsın. Çünkü; artık şehirde başına ne geleceğini biliyormuşsun. Oyununu da ona göre kurmuşsun bu defa.. daha yeşil bir yerde yaşamayı seçmişsin mesela.. yine denize yakın.. çocuğunun bir ağacın gölgesinde oturup oynayabileceği küçük bir semte yerleşmişsin.
Fakat; sanırım en zor kısmı, şehirde yaşarken gürültü kirliliğinden kaçabilmek. Biraz kornayı yok yere kullananlara, biraz havai fişeklerle kuşların ölümüne sebep olanlara, bir süre de müteahhitlere küfür ediyorsun böyle ince duvarlı ev mi yapılır diye.. sonra şehirde oturan birkaç başka eşin,dostunla dertleşiyorsun.. bakıyorsun ki herkes aynı dertten muzdarip. Sadece huzurlu, sakin, sessiz bir şekilde yaşamak biraz daha naif olmak varken, neden insan insana ya da hayvana, doğaya bunu yapıyor, neden kendi verdiğimiz zararları görmüyoruz mesela…
Durumlar kötünün iyisi mi, yoksa ortalamaya göre gayet iyi mi.. falan derken… Güzellikleri görmeye odaklanıyoruz.. Çünkü; Dünyayı bu kurtaracak, biz insanlığı da. Sonuçta önce hala yemyeşil olan etrafına şöyle bir bakıyorsun ve kafanı kaldırıp gökyüzüne doğru dalıp gidiyorsun. Haline şükrediyorsun haliyle…
Ben bu konuyu ne zaman düşünsem, Moritz Rinke’nin yazdığı “Seviyoruz ve HiçBir Şey Bilmiyoruz” oyunundaki o çok sevdiğim konuşma geliyor aklıma.
Aynen şöyle diyor Sebastian;  
“RÜZGARDA IŞILDAYAN BİR AĞAÇ ŞAHANE. /  DENİZİN DALGALARI NE KADAR HUZUR VERİCİ. /CAMA PAT PAT VURAN YAĞMUR DAMLALARI… /HERHALDE KİMSE KASTEN ÇIKARMIYORDUR BU SESLERİ DEĞİL Mİ? / NE YAPAYIM YANİ ? / TANRI’NIN KAPISINI MI ÇALAYIM ?/  NİYE RÜZGAR YAPRAKLARI HIŞIRDATIYOR YA DA NİYE GÖK GÜRLÜYOR DİYE Mİ SORAYIM YANİ ? /
AMA İNSANLARIN ÜRETTİKLERİ SESLERDE İNSANLARIN BU SESLERİ ÖZELLİKLE ÇIKARTTIKLARINI DÜŞÜNÜYORUM !// ”
Artık anlıyorum ki hayat akıp giderken, içimizde “bir gün şehirden gitmek” dürtüsü hep olacak. Ve elbette yine de emekli olmadan çok önce… Bu defa daha kararlı ve planlı. Bizi sadece doğaya ait seslerin dürtebileceği bir yere… Aksi takdirde büyükşehirlerin hepsini cezalandırırken canım doğa, kurunun yanında biz de yanacağız.
Zeycan A.
Çengelköy / İstanbul
19:54
11Haziran2017
0 notes
zeycanatasoy · 7 years
Text
Yazmak Bisiklete Binmek Gibi Mi?
Uzun çok uzun zamandır yazmıyorum. “Cemal Süreya haklıymış gerçekten..” diyorum kendime.. insan en çok 18 ile 25 yaş arasında yazarmış. 
Peki sonra ne olurmuş da yazmazmış ? Bununla ilgili bir şey söylemiyor ya da söylüyordur ama ben henüz göremedim. Düşündüm, taşındım kendime dönüp bu soruyu defalarca kez sordum. Neden yazmadığımın cevabını da bir türlü bulamadım.
Henüz hala bulabilmiş de değilim. Sadece artık “hala yazmıyorum” demek istemiyorum. Bugün o yüzden bir yerlerden başlamak istedim. Belki sonra devamı gelir, belki de gelmez bilmiyorum tabii... Bir de aklıma şu geldi; sanırım yaşımız ilerledikçe “Aman ne derler ! Fakat beğenirler mi?” endişeleri biraz saçma sapan bir şekilde sarıyor insanı... Ne garip. Oysa insanın en çok beğenilmek istediği yaşlarken 18′li zamanlar, yapacağından emin olduğu şeyden, beğenilmeme ihtimali bile onu caydıramıyor. Sonra da bu durum için cahilin cesareti çok olur falan diyorlar işte.
O halde ne diyeyim; cahil cesaretimin yeniden gelip beni bulması, en kısa zamanda daha sık yazabilir hale gelmem dileğiyle...
19:47
08.06.2017
Çengelköy
Zeycan A.
0 notes
zeycanatasoy · 9 years
Text
DENİZE DOĞRU
Size nice Tanrı ve Tanrıçaların, filozofların yolunun geçtiği Assos ile Osmanlı’dan - II. Dünya Savaşı’nda Hitlere varana kadar tarihi topraklarında saklayan Midilli Adası’nın ortasındaki denizde yaşanan, güncel bir hikayeyi anlatacağım.
Suyun derinliğinden, soğukluğundan, kıyısındaki umuttan söz edeceğim.
Her şey, bir süredir merak ettiğim Sokak Ağzı Koyu'na Ayvacık- Assos'a gitmemle başladı.
Tertemiz ve bakir bir koyda balıklarla saatlerce yüzdüm...
Denizi izledim ve sessizliği...
Huzurlu ve dingindi...
Tumblr media
Ta ki; denizin ortasında, plastik siyah şişme bir botun çabaladığını fark edene kadar...Botun içinde sayısını tahmin edemeyeceğim kadar Suriyeli vardı. Çok geçmeden Sahil Güvenlik geldi ve hepsini topladı.Bu sahneyi izlerken az önce bahsettiğim huzurdan eser kalmamıştı. Zira huzurun da derdinde değildim artık.İçimi büyük bir merak duygusu kaplamıştı.O botun içindeki ve yola çıkma planı yapan diğer Suriyelileri görmek istiyordum.
Acaba kimlerle görüşüp o botlara biniyorlar, karşıya geçebileceklerine kimler tarafından inandırılıyorlardı ?...
Nereden ve nasıl organize oluyorlardı ?...
Beklerken her biri ne düşünüyordu ?...
Kafamda bu sorularla bulunduğum noktadan çok da uzakta olmayan Sokak Ağzı Koyu'nun merkezine geldim.
Küçücük limanındaki üç-beş masası olan kahvede biraz oturur, belki bu konularla ilgili sohbet edebileceğim biriyle tanışırım diye umut ettim.
Ama ne mümkün !
Kahve alabildiğine Suriyeliyle dolu. Fakat; hepsi çok gergin.
Umutsuz bir bekleyişle denize bakıyor hepsi.
Muhtemelen az önce yakalanan bot morallerini iyice bozmuş ve kendi akıbetlerini düşündürtüyor hepsine haliyle... Akşam yapılacak yeni bir kaçış planını bekliyorlar büyük ihtimalle... Nihayetinde ya boğulacaklar ya da sahil güvenlik tarafından yakalanacaklar...
Onlar için sizce hangisi daha iyi ?...
Neden kalmıyorlar burada ?...
Sokak Ağzı'ndan Assos'a doğru yol alırken bunları düşünüyorum.
Bektaş Köyü'nden iki kilometre kadar sonra, üzerinde Yeşil Liman yazan bir tabela görüyorum. Bir şey çekiyor sanki beni ve aşağıya doğru salınan yaklaşık iki kilometrelik yolu bitirip, denize ulaşıyorum.
"Bomboş bir sahilmiş, hiç bir şey de yokmuş yahu.. " derken, gözlerim çakıl taşlarının üzerinde duran iki şambrele takılıyor...
Tumblr media
Başımı ileriye doğru kaldırıyorum ve gidenlerin ardından kıyıya vuran anıların yer aldığı bir hikayenin orta yerinde olduğumu görüyorum.
Gördüğüm her eşya kalbimde ve vicdanımda ayrı noktalara dokunuyor...O sahilde denize inat derinleşiyor bakışlarım...
Tumblr media
Her bulduğumu tek tek inceleyip üzerine düşünüyorum...
Kimdi bunların sahipleri ?...
Peki bugün hayattalar mı ?...
Yaşıyorlarsa; nerede ve nasıllar, ne yapıyorlar şimdi ?...
Değillerse, nasıl öldüler, ne düşündüler o an, yola çıkmadan önce nasıllardı ?...
Buralara gelmek zorunda kalmadan önce, nasıl hayatlar yaşıyorlardı ?...
Mesela bu montun sahibi genç kadının belkide en sevdiği renkti kırmızı...
Peki ya bu puşi ? Hangi delikanlının boynundaydı ?... Bir sevgilisi var mıydı acaba ?... Belki de o birlikte bindiler bota... Belki savaşta öldü tüm sevdikleri...
Bu bebek elbisesi acaba hediye mi edilmişti birinci yaş gününde ona ?
Böylesine belirsiz bir yola çıkarken bile yanına alıyorsa insan ilaçlarını, bunun adı; ne olursa olsun, Yaşama Bağlılıktı !
En az her kadın kadar, kadındı o Suriyeli kadınlar ! Hiç bir farkları yoktu ! Kamplarda satılmayı hak etmiyorlardı !
Tatile gider gibi masum hazırlamışlardı belki de çantalarını.. Belki de kandırıldılar o botlara bindirilirken...
Bitirebilmiş miydi annesinin hazırladığı son mamasını o yüzünü hiç görmediğim ve göremeyeceğim bebek ?...
Onlar Suriyeliler... Buraya isteyerek gelmediler...Onlar, denize doğru besledikleri umudun, kıyıya vuran çaresizliği...
Tumblr media
"Bir yıl deniz görmesem hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda bir takım somut hayaller de vardır. Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri..." - Orhan Veli - Yaprak, 1.4.1950
Tumblr media
Maalesef Suriyeli çocukların (eğer yaşayabilirlerse !) , yıllar sonra bu eşsiz mavi güzellikle ilgili anlatacakları anıları, Orhan Veli'nin denizi tarif ederken olduğu gibi naif olmayacak...
ZEYCAN ATASOY
13:23
19.10.2015
Küçükkuyu, Ayvacık - ÇANAKKALE
1 note · View note
zeycanatasoy · 9 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Uzun zamandır blog sayfama yazı yazamıyorum. 
Kağıt ve kalemle daha çok temas içinde uzun bir revize yolculuğundayım aslında hepsi bu :) 
Şimdilik size Bodrum Art Ajanda dergisinde çıkan Gümüşlük hakkındaki yazımı göndereyim istedim :)
0 notes
zeycanatasoy · 10 years
Audio
Yola çıkarken hazırlanılan müzik listeleri vardır hani; gittiğin yere - yola göre değişir... Kıyafetlerini seçer gibi ihtiyaç durumuna göre teker teker seçersin...
Yolda dinlenildikçe sevilen şarkılar, gruplar vardır bir de; bazen radyoda denk gelmişsindir.. bazen yanındaki yol arkadaşın dinletmiş olabilir...
Bir de dinledikçe bazı grupları, şarkıları; kendini yollara vurasın gelir.. ve buna benzer ya da benzemeyen, bir sürü şey hissedebilirsin müzik dinlerken...
Yol nasıl seni gelir bulursa, müzik de öyle gelir seni bulur ve bir yolculuğa çıkarsınız birlikte.
Belki sadece müzikle senin aranda kalır bu hikaye sır gibi.
Belki de; hiç tanımadığın insanların hikayeleriyle ya da onların hikayelerine doğru, yola çıkarsın bir yerlerden - bir yerlere...
Yolda; bana çoğu zaman "yola çık haydi" dedi.
Hayatımda ilk defa Akdeniz'e doğru ben yola çıkarken;
Kim bilir belki de yol gösterir bana diye; "Madem öyle.. Yolda'yı da alıyorum yanıma..." dedim...
Hiç tanımadığım insanların hikayeleriyle, hiç gitmediğim yerlere doğru gidiyoruz.
0 notes
zeycanatasoy · 13 years
Text
Aysel GÜREL 'e Kocaman Sarılmak
Tumblr media
                          Bembeyaz bir melek var şimdi gök yüzünün en güzel sözlerini yazan !
Aysel Gürel annemle aynı günde, 7 Şubat'ta dünyaya gelmiş. O zamanlar dünyanın haberi yoktu ama Türkiye'nin en farklı değerlerinden birini Tanrı 1928 yılında hediye etti bu topraklara.
Ben bu özel kadından tam altmış bir sene sonra dünyaya geldim. Ve onunla tanışmam on beşli yaşlarıma denk geliyordu. Aysel Gürel ise, on beş yaşındayken Trabzon Halk Evi'nde ilk kez Juliet'i oynayan türk kızı olarak tarihe geçecek, oyunun ertesi günü, ondan gazeteler "Memleketimizin medarı iftiharı bir genç kız neşet etti." diye bahsedecekti.
Bazen, bazı isimleri kalbimizin en derininde yaşatırız, saklarız. Hatta en çok kimi seviyorsunuz, kimden ilham alırsınız, kimi örnek alırsınız diye sorulduğunda adını söyleyemezsiniz ya da söylemez büyüsünü kimseyle paylaşmak istemezsiniz. O sizin bencilliğinizin en tatlı içe kapanışı oluverir. İşte önce Aysel Gürel sonra da Müjde Ar benim için öyle oldu.
Tumblr media
Müjde Ar'ın annesinin Aysel Gürel olduğunu önceleri bilmiyordum. Öğrenişim de çok enteresan oldu. Sanırım yine on beş , on altılı yaşlarımdayken bir televizyon programında duymuştum. O gün ki mutluluğumu ve şaşkınlığımı hala hatırlıyorum. Aysel Gürel'i gazetede çıkan haberleriyle yazdığı şarkı sözleriyle farklı çizgisiyle takip ederken henüz Müjde Ar'ın annesi olduğunu bilmiyorken içten içe bağdaştırıyordum. Öğrendiğim gün benim için gerçekten belki komik ama aldığım en güzel hediyelerden biri oldular. Özellikle Ağır Roman filmi, bu anlamda hayatımın en değerli filmine imzasını attı. 
Tumblr media
                          Bir gün bir sevgilimle ilgili ya da hayatımla ilgili karar vermek üzereyken aklımın bir köşesinden Müjde Ar'ın oynadığı filmlerden bir sahne gelip geçer, yüreğimin derinlerinden de Aysel Gürel'in yazdığı şiirlerden bir kaç dize söz akıp gider... Etkilenirim.. düşünürüm ve kendime güvenimi onlar sayesinde yeniden kazanırım.
Ben bir ailenin tek kızı olarak büyüdüm. Örnek alabileceğim bir ablam ya da kuzenim de olmadı. Kendime zaman zaman rol model olarak Müjde Ar ve Aysel Gürel'i aldığımı söyleyebilirim. Hayata karşı duruşları benim için hep değerli oldu ve olacakta. Bir çok insanın zaman zaman tepki gösterdiği filmler, sözler, fikirler aslında insanların çoğu zaman farklı olana tahammül edemeyişinden ve değişim korkusundan kaynaklanıyordu. Bazen insanlar gerçekleri duymaya korkarken bu anne kız hayatları boyunca hep inandıkları şeyleri yaptılar ve inandıkları uğruna ne yapmaları gerekiyorsa da çekinmeden cesaretle uyguladılar. Müjde Ar, Aysel Gürel ile ilgili sonuna kadar katılacağım şu sözleri söylemişti; 
"Davranışlarında yerleşik toplumsal normlara, etrafımızda süren ikiyüzlülüklere karşı bir protesto, bir dürüstlüğe çağrı var hep. Annem olağanüstü zeki bir insandır. Her şeyi bilinçli yapıyor ve bence az bile yapıyor".
İşte bu sözleri söyleyen muhteşem kadını yetiştiren Aysel Gürel, çocuklarını yetiştirebilmek için büyüme süreçlerinde hayatına hiç bir erkeği de sokmamıştı. Edebiyat sevgisini onlara aşılamak için okuduğum ve bildiğim kadarıyla elinden geleni yapmış, mazbut bir hayat sürmüş ama kimseye de boyun eğmemişti hele ki bir erkeğe.
Tumblr media
              Aysel Gürel kendini şöyle tanıtmış;
İki ayrı Aysel Gürel var. Biri perukasını takar, makyajını yapıp delimtrak hareketlerle ilgi çeker ve lafı patlatır. Sabah kalktığında kapıyı çekip Amerika’ya gidebilecek bir Aysel. Bağımsız, özgür bir kadın. Diğeri de öğretmen kimliğinde, kültürlü; bunu çekinmeden söylüyorum,çünkü kültür Türkiye’de tamamen dibe vurdu. Alfabeyi okuyana, internetin başına oturup yazan çizene ne kültürlü diyorlar. Kültür sonsuza kadar okumaktan geçer.
O kadınlara, "Bilsinler ki ben 79 yaşıma kadar çalıştım ve dimdik ayaktayım. Hiç durmadan çalıştım.Çalışmak ve ayakta kalmak güç ama ben başardım, tüm kadınlar da başarabilir.Türk kadınlarına bu örnek olsun. Çalışmaktan yılmasınlar.” diyen bütün yağmurlara, fırtınalara ve mevsim değişikliklerine rağmen asla solmayan ve solmayacak özel bir çiçekti. İçinde doğanın bütün renklerini barındıran nadir görülen bir çiçek.
Tumblr media
         Bütün cümleleri, hayattaki var oluş biçimi beni her seferinde yeniden düşündürmeye itiyor. Etkisiyle derin izler bırakmaya devam eden bu kadın ruhumu her an yeniden güzelleştiriyor !
Bugün meleğin yer yüzünden, gökyüzüne çıktığı gün. 
Gitmeden önce "Gençlere sahip çıkın, onların elinden tutun." demişti. Şimdi ben kocaman sarılıyorum ona ve ellerinden tutarak, ardında bıraktığı her şey için teşekkür ediyorum !
Tumblr media
         ZEYCAN ATASOY
Çengelköy // İstanbul
17 Şubat 2012
18:28
0 notes
zeycanatasoy · 13 years
Photo
Tumblr media
“TİNERCİ” DEMEK VE GEÇMEK
Bundan tam üç sene önce, içinde bulunduğum bir halk otobüsüne binen yaklaşık dört tane tinerci çocuğu hatırlıyorum.
Otobüsün içinin nasıl tiner ve bali koktuğunu, insanların bakışlarını, aralarında onlardan korkarak ama aşağılayarak nasıl fısır fısır konuştuklarını görmüştüm. Kısık sesler yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı. Sonra bazı içi boş olduğuna emin olduğum kafalardan, “Almayın kardeşim şunları otobüse.”, “Sizi belediyeye şikayet edeceğim, böylelerini otobüse alıyorsunuz.” sesleri duyulmaya başlamıştı. Otobüs muavini çaresiz, “Ne yapalım abla o da vatandaş verdi parasını bindi, yolun ortasında indirelim mi?” demiş, hanım ablamız “Ay can sağlığımdan değerli mi canım ? İndir gitsin.” diyebilmişti olmayan gönlünün verdiği gönül rahatlığıyla. Çocukların mahcubiyetini, yüzlerini, duruşlarını seneler geçse de unutmam mümkün değil. Onların durduğu bölgenin etrafı yavaş yavaş boşaltılmaya başlamıştı ve herkes otobüsün ayrı noktalarına resmen yapışmıştı -korkudan. Çocuklara en yakın duran bir ben kalmıştım.
İtiraf etmeliyim ki bir yanım, “Ya şimdi başıma bir iş gelirse ? Macera mı arıyorum ?” diye soruyordu. Ama diğer tarafım, “ Doğru iletişim kurduğun sürece problem olmayacak, sen diğerleri gibi -ay indirin şunları otobüsten- diyen biri değilsin. Korkma.” diyordu. Kendi kendimle konuşmama ben daha fazla tahammül edemeyecekken, çocuklardan biri bana -Paran var mı? diye sordu.
Ben bu ihtimali hiç düşünmemiştim! Eğer konuşmaya başlarsak, tabii ki bana önce para soracaklardı ! Okuldan çıkmış eve gidiyordum ve cebimde sadece bozuk 5 lira vardı. Yok dersem, kızdırabilirdim onu ve bana inanmayabilirdi. Ama var deyip verirsem de, o parayla yine bir şeyler içebilirdi. Ben vermesem bir başkasından yine bulurdu, biliyordum. Verecek param da yoktu, uzatırken "Ama tiner alma." deyip onu tekrar itmek de istemiyordum. Ne yapacağımı bilemedim. Göz teması kurmaktan korktum önce. Tinerin nasıl bir kafası olduğunu bilmiyordum ve göz göze uzun süre gelirsek bana saldırır mı diye bir endişe vardı hep imde. Yaşım en fazla on yediydi ve o zamana kadar hiç bir tinerciyle temasım olmamıştı. Çantamı açarken bile gözlerimi ondan ayırmadım. O da benden ayırmadı. Önce boş ve donuk bakan gözleri sonra yavaş yavaş gülümsemeye başladı. Hepsini dün gibi hatırlıyorum. İçimden acaba kaç yaşında, ne kadar da yakışıklı aslında diye geçirdiğimi ve üzüldüğümü, üzülürken de kendime bir kere daha -üzülme ve onu bir kere daha kendi içinde ötekileştirme, yardımcı ol ve bir şeyler yap -dediğimi hatırlıyorum. Çantamı açtım ve içinden bir kitap çıkardım. Sonra da cebimden bozuk beş liramı aldım. Önce parayı uzattım ve “Okuldan çıktım, eve gidiyorum. Bundan sonra bir tane daha otobüse binmem lazım. Ama olsun ben nasılsa bulurum bir çaresini.” dedim. Ve hayatımın cevaplarından birini o an aldım. “Bölüşelim. İki buçuk lira sende kalsın, iki buçuk lira bende.” Bölüştük. Otobüstekilerin iğrenerek baktığı çocuk bana, Teşekkür etti! Çantamdan az önce çıkardığım kitabı “Yanlış anlama, benim en sevdiğim şairin kitabıdır, belki sen de seversin.” diyerek ona hediye ettim. “Özdemir Asaf… Tanımıyorum bu adamı ama kitabın adı güzelmiş. Yalnızlık paylaşılmaz.. sanki paylaşılınca yalnızlık mı kalıyor..” dedi.. hafif mahçup şaşırdı,  yarım yamalak teşekkür etti. Arkadaşlarının arkadan “Hadi oğlum iniyoruz..” demesiyle apar topar indi otobüsten ve şehrin bir daha belki de hiç karşılaşamayacağımız sokaklarında kayboldu… Hiç tanımadığı şairin, en popüler şiirinin son dizesini okumadan söyleyiveren bu çocuğu, artık unutmam imkansızdı. Para verdiğim için ara sıra kendime kızdım acaba ne yapacak diye düşündüm durdum. Ama kitabı okuyacağına emindim.
Diğerlerine göre onların sokakta yürümeye, toplu taşıma aracına binmeye hakları yoktu. Ama bence her şeye olduğu gibi en çok da okumaya hakları vardı. Kimse durduk yere tinerci olmuyordu. Ya da hiç biri keyfinden yaşamak istemiyordu içine girdikleri bu hayatı. Terk edildikleri yalnızlıkla, içi boş, dört tarafı çevrili binalarınçine onları tıkarak çözüm bulmaya çalışan devlet, bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da yetersiz kalıyordu işte !!! Aynı devlet, seneler sonra bir çocuktan katil yaratacaktı ve nasılsa sonra da doğru düzgün yargılamayacaktı… Aynı devlet, on iç yaşındaki N.Ç ‘nin 26 kişi tarafından tecavüze uğramasına da sessiz kalacaktı nasılsa !… Ve bir takım şahıslar halka, “ Çocuklarınız dindar olmasında tinerci ve isyankar mı olsun? ” diye seslenecek, bir tinerci çocuğun derdini anlatması için televizyona çıkarılmasına tepki gösterecek, düzenin faturasını bir gazeteciye kesmeye çalışacak, bir lider, bir diğerine; “Tiyatro yapma.” diyerek tiyatroculuk dersi verirken (oysa tiyatro iyileştirir), şimdi de bir gazeteciye gazetecilik dersi verecekti !
Ve halk, geçmişte gündeme damgasını vurup, ses getiren diğer skandalları da unuttuğu gibi yakın zamanda bunu da nasılsa unutacaktı.
Göründü memleketin iç yüzü, çöktüyse temel.  Şimdilik harice karşı yüzümüz olsa dahi  Yüzümüz yok bakacak kabrine ecdadımızın.  Tükürür zannederim çehremize, vatanın tarihi.  (1943)
  Neyzen Tevfik
ZEYCAN ATASOY
Çengelköy / İstanbul
08 Şubat 2012
15:57
http://www.youtube.com/watch?v=aGAGsOK2Y_4&feature=player_embedded
1 note · View note
zeycanatasoy · 13 years
Photo
Tumblr media
YAŞADIĞIMIZ TOPLUM CİNSEL KİMLİĞİMİZİ BELİRLEYEBİLİR Mİ?
Gün içerisinde çoğu kez, gay, eşcinsel, lezbiyen, heteroseksüel, transeksüel gibi kelimeleri duyuyor, okuyor ya da kullanıyoruzdur. 
Peki bu cinsel farklılıklarla ilgili ne kadar bilgimiz var?..
Hayır, öyle tıbbı uzman görüşleri ya da bilgileri sunmayacağım. Eminim yine bir yerlerde bir takım uzmanlar, psikologlar, doktorlar bu konuyla ilgili konuşmuşlardır, konuşuyorlardır ve konuşacaklardır.
Ben olayın kendimce bakmak istediğim penceresini aralamak istiyorum.
Söz gelimi bir tartışma arasında hakaret olarak -bile- argo halleriyle telaffuz edilen eş cinsel kelimesi ilk kez ne zaman kullanılmıştır öncelikle biraz buna değineyim. 
1869'da, Macar doktor Karl-Maria Kertbany tarafından, bugün de olduğu gibi, aynı cinsten kişiler arasındaki cinsel ilişkiyi tanımlamak için kullanılmıştır. Daha çok iki erkek arasındaki cinsel ilişkiye yönelik olarak kullanılan bu kelimenin yanında kadın eşcinselliği için kullanılan "lezbiyen" kelimesi de yine 1800'lü yıllarda ortaya çıkmıştır.
Bu eş cinselliğin ilk defa o yüzyıllarda görüldüğü anlamına gelmiyor elbette. Sadece kelimesel olarak kullanımları bu zamana denk geliyor. 
Özellikle yaşadığım ülke olan Türkiye'de eşcinsellik genelde ayıplanan ya da eşcinseller tarafından saklanmak zorundaymış gibi algılanan ya da zorla algılatılan bir tercih. Bunun sosyal, ekonomik vb. boyutlarını zaten bir çok makalede, filmde ya da özel haber programlarında (nadir de olsa) görebiliyoruz.
Peki toplum tarafından çoğu zaman "doğal" bir insanlık hali gibi görülen heteroseksizim aslında belli bir toplum anlayışının, belli bir üretim ilişkisinin sonucu olabilir mi?...
Mesela; eşcinselliğin onay gördüğü Eski Yunan'a bakalım.
Acaba hangi anlayışı temel alarak iki erkek arasındaki ilişkiyi normal karşılamışlardır bunu hiç düşünmüş müydünüz?.. yoksa eşcinselliği bugüne kadar sadece ve sadece bir sapkınlık olarak mı algıladınız. Eski Yunan'da iki erkeğin ilişkisi normal karşılandı. Çünkü; cinsellik ve üreme birbirinden ayrılmış durumdaydı.Üreme için evlilik gerekiyorken, cinsel haz ev dışında da bulunabiliyor sadece bir kadınla değil, bir erkekle de paylaşılabiliyordu.
Bazılarınızın bana "Ohooo Eski Yunan'dan örnek vereceksen, hiç okumayalım o kadar eski zamanları şimdiyle kıyaslama." dediğini duyar gibiyim. O zaman biraz daha ilerleyelim. Ve eşcinselliği onaylamayanların içini ferahlatarak onlara bazı aksi örnekler gösterelim.
16. Yüzyıl Güney Amerika'sında kadın giysileri giyen, karşı cins davranışları gösteren ve cinsel eşlerini erkeklerden seçen kişiler vardı. Buna karşılık Azteklerde bunu cezalandıran yasaklara da rastlanmaktaydı. (Karşı görüştekiler umarım biraz rahatlamışlardır diyeceğim ama şimdi küçük bir sorgulamaya gireceğim.)
Eşcinsellik nedir?
Kültürel midir , doğuştan mı?
Hep bugüne kadar olduğu gibi mi algılanmıştır yoksa farklı algılama biçimleri vardı da toplum ve toplum baskısı zamanla bunları yok mu etti?
Cinselliğe bu anlamda başka türlü bakmak mümkün olabilir mi?
Siz bunları sorgularken, ben size bir soru daha sorayım. Hiç neden heteroseksüelim diye sorguladınız mı? (Yine bazı seslerin yükseldiğini duyuyor gibiyim.. ama devam ediyorum.) Muhtemelen sormamış olabilirsiniz. Peki o zamanne diye eşcinsellere "Neden eş cinselsin?" diye soruyoruz?.. farklı olanın ilgi çekmesi mi , yoksa aşağılama isteği mi?..
Cinsel istek davranışlarınız doğuştan olabileceği gibi, yaşadığınız toplumun kültürü tarafından da belirlenebilir. Çünkü kültür; kendi cinsellik bakışını oluşturur. Bu bakışın içine; dinsel, ahlaki ve etik inanışlar, yasal gelenekler, politika, estetik, biyoloji, psikoloji, bilimsel ve geleneksel görüşler ve hatta coğrafi ve iklimsel unsurlar dahil edilebilir.
Dünya'da yapılan bazı araştırmalara göre, eş cinselliğe kadınlardan çok erkeklerin tepki verdiğini ve ön yargılı hiç duydunuz mu?
Toplumu yönlendiren en önemli dış etkenlerden biri de şüphesiz ki medya.
Bugüne kadar medya eş cinsellik ile ilgili haberlere nerede ve hangi biçimde, nasıl yer verdi? Ben söyleyeyim; "Eş Cinsel Cinayeti" , "Travesti Dehşeti" haber başlıklarıyla üçüncü sayfalarda bir alt kısmında sayılabilecek kadar ayırıcı, korkutucu, çarpıtılmış ve basmakalıp imajlarla sunuldu.
Konu hakkında fikri olmayanlar da biraz incelerse, Türkiye'nin etik kodları, hetoroseksüelliği bir toplumsal şart olarak kabul etmiştir. Buna karşın, eş cinsellik konusu aşağılama - hoşgörü - lanetleme- alay çerçeveleri arasında sıkışıp kalmıştır. Özellikle hoşgörü, aslında yapılmaması gereken şeylere karşın gösterilen anlayışsa,bu cinsel kimlik, özellikle hoşgörü gösterilecek derece bir karşıt duruş değildir. 
Fikrimce; reşit olan kişilerin özgür rızaya dayalı ve katılan tüm taraflara mutluluk veren cinsel aktivitelerinin bir yasal kaynağa ihtiyacı yok.
ZEYCAN ATASOY
Çengelköy // İstanbul
19:35
02 Şubat 2012
Kaynakça
BİLGİN, Nuri, Sosyal Bilimlerde İçerik Analizi Teknikler ve Örnek Çalışmalar, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2006.
FOUCAULT, Michel, Historie de la Sexualite: Le souci de soi, Gallimard, Paris, 1984.
HASLAM Nick, LEVY Sheri R. << Essentialist Beliefs About Homosexuality: Structure and Implications for Prejudice>> , in Personality and Social Psychology Bulletin, Vol. 32, No. 4, Nisan 2006.
MONDOMORE, Francis Mark, Eşcinselliğin Doğal Tarihi, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999. 
TUCKER, Edmon W., POTOCKY-TRİPODI, Miriam, Changing Heterosexuals' Attitudes Toward Homosexsuals: A Systematic Review of the Empirical Literature, Research on Social Work Prectice, Vol. 16, No. 2, 2006.
Dördüncü Enternasyonal XV. Dünya Kongresi Kararları, Direnişler, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2005. 
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi,
         http://www.tgc.org.tr/bildirge.html
Medya ve Toplumsal Katılım Araştırması, 
         http://www.britishcouncil.org/tr/turkey-society-media              development-research.htm
0 notes
zeycanatasoy · 13 years
Text
Nedir Şu Blog Mevzusu?..
Şüphesiz hayatımız, teknolojiyle tanıştığımız o ilk andan beri, değişip dönüşmeye başladı. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre kötü... Teknolojiyi sevmeyenler için diyebilirim ki; endişelenmeyin hala galaksinin bir yerlerinde henüz cep telefonu ya da bilgisayar kullanılmayan yerler mutlaka vardır.Ama biz Türklerin, iletişimin her türlüsü için, büyük bir değişmeye doğru her saniye gittiği kesin. Peki ama ne kadar gelişiyoruz konusuna girmeyeceğim. Çünkü; uzmanlar, teknolojiyi kullanmak ve bilgi edinmek arasındaki uçurumdan eminim bir yerlerde bahsediyorlardır. 
Şimdi size biraz yazının başlığında da bahsettiğim gibi bloglardan bahsedeceğim.Nedir bu bloglar?.. ilk olarak blog yayını nasıl başladı gibi...
Yazılı ve görsel-işitsel medyanın içiçe geçtiği web yayıncılığının katmanlarından biri olan webloglar ya da artık güncel bir şekilde her yerde duyabileceğiniz bloglar kişisel "günlükler" şeklinde ortaya çıkmışlardır. Fakat daha sonra haber içerikli temaları ile gazetecilik mesleğinin de kıyılarında dolaşmaya başlamışlardır. 
Bloglar bildiğiniz gibi basit tekniklere sahipler ve herkese yazı yazma olanağı sağlıyor. Belki bilgi kirliliği diye de bakabilirsiniz buna, ama çok fazla fikrin ortaya atılması, ya da insanların enerjilerini bu yolla boşaltıyor olması o kadar da kötü olamaz sanırım. Sadece benim değinmek istediğim nokta, bloggerların gelişen herhangi bir olaya karşı ne kadar fikir otoritesi olabildikleri ... 
Blogger, ya da blogcu olarak adlandırılan blog yazarları gazeteci sayılır mı?
Ya da bloglar güvenilirlik açısından baz alınmalı mıdır?.. Geleneksel medyayla karşılaştırıldığında ne gibi dezavantajlara ya da avantajlara sahiptir?..
Ya da iletişim fakültelerinde anlatılan haber yazma şekilleri vazgeçilmez midir?..
İşte bütün bu sorular aslında içinde cevaplarını da taşıyor ve neden blogların yaygınlaştığını açıklıyor. Son zamanlarda Türkiye'de çoğalan blog yazarlığını göz ardı etmek imkansız elbette. Bu anlamda her şeyi geriden takip ettiğimiz gibi bunu da geriden takip ediyor oluşumuza da şaşırmıyorum elbette. 
Bilinen ilk blog, 7 Ekim 1994'te programcı Dave Winer tarafından kurulmuştur. Winer aynı zamanda "Manila" isimli yazılımı da geliştiren kişidir. 
Blogların en temel özelliği ise, interaktif formatıyla okuyuculara yorum yazılarını gönderme imkanı sunması ve bu sundukları malzemenin türüne göre çeşitli gruplara ayrılmasıdır. Çoğu metin ağırlıklı olarak fotoğraf (fotoblog), video (vblog) , müzik (MP3 blog) üzerinde yoğunlaşan sayısız blog türleri vardır.
Bloglar yemek, dövme, motor gibi çeşitli ilgi alanlarına yönelik haber ve yorum içerikli yayınlardan oluşabildikleri gibi, daha kişisel bir amaçla "online günlük" olarak kullanılabilmekte... Türkiye'de çoğunlukla son kategori üzerine blog yazıldığını gözlememek ise elde değil. Blog arama motoru Technorati'nin verilerine göre, 2007 yılının Mayıs ayında 71 milyon kayıtlı blog saptanmış. ( http:/technorati.com )
Fakat blogların yaygınlaşma dönemi 90'lı yılların sonunda gerçekleşmiştir. Özellikle savaş ve kriz dönemleri gibi vatandaşların enformasyona ulaşma ihtiyaçlarının her zamankinden fazla olduğu zamanlarda, internet, hızı ile, ve devlet ya da şirket egemenliğindeki geleneksel medyaların yer vermediği / veremediği içerikleri yayınlayabilme imkanıyla okuyucu karşısına çıkmıştır.
Örnek vermek gerekirse, ki gerekecektir; 1999 yılında Kosova'da Arnavutlar ve Sırplar arasında çıkan çatışmaların iç savaşa dönüşmesi Nato'ya bağlı birliklerin Belgrad'ı bombalaması bu durumun tipik örneklerinden biridir. Bombardıman sırasında Nato'nun "yanlışlıkla" sivil binaları ve medya kuruluşlarını hedef alması ve büyük haber kanallarının durumu yansıtmamaları çok sayıda kişiyi harekete geçirmiştir.  Sanal ortamda açılan ortamlarda, bombardımanla ilgili alternatif görüşlere, konuyla ilgili arka plan bilgilerine ve bombardıman altındaki kentin görgü tanıklarına yer verilmiştir. Bu yüzden Kosova müdahalesi bazı kesimlerde ilk internet savaşı olarak tanımlanmaktadır. 
11 Eylül 2001  'de ABD'de İkiz Kulelere düzenlenen terörist eylem, 2003 yılında ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak'a saldırmasıyla başlayan II.Körfez Savaşı ve 2004 yılında Güney Asya'da 230 bin hayata mal olan deprem ve tsunami, blogların haber kaynağı olarak ön plana çıktıkları tarihi olaylar arasında sayılmaktadır.
CNN Türk ve Hürriyet muhabiri olarak bölgeye giden Cüneyt Özdemir Türkiye'de savaş günlüğü yayınlayan isimlerden biridir. Ertuğrul Acar, Özdemir'in resmi olarak geçtiği haberlerle internetteki günlüğü arasındaki farka değinirken günlüklerin "daha temiz ve üzerinde durulmaya daha değer..." olduğu yorumunu yapmıştı. 
Görüldüğü gibi bloggerlık ve blog kullanımı, aslında bir açıdan da geleneksel gazeteciliğe alternatif olarak doğmuştur diyebiliriz. Egemen medyadaki habercilik anlayışıyla, bloglarda yayınlanan haberler arasındaki farkı gözetmek imkansız. Şöyle ki; blog yazarları okuyucuları tarafından yapılan eleştirileri dikkate alıp sürekli olarak haberlerini güncelleme ve düzeltme eğiliminde olabilirler. Oysa, televizyonda yayınlanan bir ana haber bülteninde, bir önceki günün haberlerine ilişkin bir düzeltmeye pek rastlanmaz. Gazetelerde ise, düzeltmeler gazetenin iç sayfalarında, pek çok okuyucunun gözden kaçırabileceği köşelerde yayınlanmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında bloggerlar, sürekli olarak okuyucularıyla iletişim içinde bulundukları için hatayı yakalama ve düzeltme konusunda da daha farklı davranabiliyorlar. Burada aklımıza tabi ki şu soru gelebilir. Ama tamamen tek bir kişinin yönetiminde bu sayfalar, dolayısıyla düzeltmeyebilirler ya da diledikleri gib yazabilirler haberlerini... Hayır. Çünkü; geleneksel medyadaki yazarlara göre blog yazarları herhangi bir kişilik hakkına ya da kanuna aykırı yayın yaptığında çok daha zor durumda kalabiliyor. Profesyonel bir yazar ya da gazeteci bu sorumluluğu yayın kuruluşuyla paylaşırken, blog yazarı yalnız başına göğüslemek zorunda. Üstelik, blog bir kere yayınlandıktan sonra (örneğin benim birazdan yapacağım gibi) dünyanın her yerinden ulaşılabilir. Bir ülke için suç sayılmayacak bir içerik, blogcunun bir başka ülkede başına iş açabilmekte. 
Peki gazetecilikte olduğu gibi blog yayıncılığında da etik kurallar var mıdır?
Blog yazarlarının bir çoğu gazeteci değildir. Bu yüzden de onlardan gazetecilerle aynı etik kurallara uymaları beklenemez. Belirttiğim gibi sadece ve sadece bireyin kontrolü altında gelişen bir yayıncılık sistemi. Dolayısıyla, burada sadece temel alınabilen ilke sorumluluk sahibi olmaktan geçiyor olabilir.
Bahsetmeye çalıştığım, değişen yeni medya düzeni içerisinde oluşan bloggerlık ve istediğini yazabilme, dilediğin fotoğrafı paylaşabilme durumuna bir de diğer pencereden bakılmalı. Kişilik haklarına tecavüzden tutun da çocukların cinsel istismara uğramasına kadar uzayan bir listeden bahsediyorum. Yani kullanım alanına göre suçlu ya da suçsuz olabileceğiniz bir platform.
Peki ben bir blogger olarak size ne anlatmaya çalıştım?
Mesleğiniz gazetecilik olmasa da, medyanın üretim sürecine katkıda bulunabilir, içinde bulunduğunuz toplumun sesini farklı kesimlere hatta dünyanın bir diğer ucuna blog sayfanız sayesinde ulaştırabilirsiniz.
Bu gerçekten ucu bucağı olmayan bir okyanus. Öyle ki; benim yakın zamanda gözlemlediğim en büyük tehlike, muhalif olarak çıkan blogların fenomenleştirilmeleri... Akabinde yine medya devlerine teslim oluşları. Şirketler tarafından satın alınan bloggerler, ve bloglar ya da blog yazarlarının kendilerini şirketlere teslim etmeleri...
Şimdi sosyal medyanın bana verdiği özgür ifade hakkıyla demek istiyorum ki; her şeyin suyunu çıkaran insanlık, yakında bu konunun da suyunu çıkaracaktır. Türkiye'ye yeni yeni damgasını vurmakta olan bloggerlık, fenomenleştirilip, şirketlere hesapların ve kişilerin satılışıyla ya da bloggerdım şimdi "YAZAR OLDUM" anlayışlarıyla özgürleştirici boyutunu kaybedebilir.
Son olarak tekrarlıyorum ki; bloggerların çoğu gazeteci ya da yazar değildir. Olmayacağı anlamına gelmeyeceği gibi, her blog yazarının ticari amaçla yıldızının parlatılması da gülünç olacaktır.
ZEYCAN ATASOY
Çengelköy / İstanbul
01:36
02 Şubat 2012
(Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Reklamcılık ve Halkla İlişkiler Bölüm Başkanı ve Öğretim Üyesi hocam Perrin Öğün Emre'ye öğrenim hayatım boyunca kattıklarından dolayı teşekkürler.)
KAYNAKÇA:
Kitaplar
Bennett, W. Lance, Politik İllüzyon ve Medya, Nehir Yayınları 1.Baskı, Çeviren Seyfi Say, İstanbul, 2000
İnal, Ayşe. Haberi Okumak, Temuçin Yayınları, 1996, Ankara
Makaleler
Allan, Stuart. "Reweaving the Internet. Online news of September 11", Journalism After September 11.
Aydın, Utku Uraz. "İkinci Irak Savaşı'nda bir Mücadele Konusu Olarak Habercilik Etiği" Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, sayı 12, Şubat 2007
Dilmen, Necmi Emel. "Yeni Medya Kavramı Çerçevesinde İnternek Günlükleri-Bloglar ve Gazeteciliğe Yansımaları",  Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, sayı 12, Şubat 2007
Outing, Steve. "The 11 layers of citizen journalism",  http://www.poynter.org/uncategorized/69328/the-11-layers-of-citizen-journalism/
Pisani, Francis.  Internet Saisi Par La Folie Des 'Weblogs'  http://www.monde-diplomatique.fr/2003/08/PISANI/10301
Nieman Reports The Newman Foundation of the Harvard University, Cilt: 57, No 3, Güz 2003
Allbritten, Christopher. "Blogging from Iraq"
Andrews, Paul. Andrews, "Is Blogging Journalism?"
Blood, Rebecca. "Weblogs and Journalism: Do They Connect"
E.Kirtley, Jane. "Bloggers and Their First Amendement Protection"
Toolan, Brian. "An Editor Acts to Limit a Staffer's Blog"
0 notes
zeycanatasoy · 13 years
Note
Yazılarını okudum.. ve durdum. ne güzel demişsin. Bu kafada ancak senin kelimelerin iyi edermiş beni. İyi günler..
Tutacak en az bir yazı, en az bir hayat kurtarır... İyi edebildiysek ne mutlu... Çok teşekkür ederim.
0 notes
zeycanatasoy · 13 years
Photo
Tumblr media
Ege'nin Küçükkuyu Sahili 2011 Zeycan Atasoy
1 note · View note