Text
İştar | Aşk tanrıçası İştar'ın Hikayesi ve Tapınağı
İştar, Akad mitolojisin de yer alan tanrıça. Babil ve Asur’un en gözde tanrıçasıdır. İştarın Venüs gezegenini temsil ettiği bilinmekle beraber; bereket, aşk hatta savaş tanrıçası olduğu da söylenir. İştar'ın simgeleri arasında beş köşeli yıldız, kırmızı gül, kalp, meşe yaprağı ve meşe ağacı, kırmızı renk, 50 ve 5 sayıları bulunur. İştar yıldızı ayrıca, güneş çemberinin içinde ki ters çevrilmi�� haliyle de satanizm ’in bir simgesi olarak görülür. İştar'ın başkaca adları arasında Astarte, Artemis, Venüs, Aştoret, Kibele, İsis, gibi çeşitli adlar vardır. İştar'ın batı dillerinde, yıldız veya star anlamına gelmektedir. Batı dünyasın da insanlar her günü Ay, Güneş ve gezegenlerden birine tapınılırdı.
Aşk Tanrıçası İştar Hikayesi
İştar, ölüler ülkesinde hükmeden kız kardeşi Ereshkigal'ı ölüler dünyasının kapılarını kırmak ve ölüleri rahat bırakması için yeraltı dünyasına iner. Yeraltı dünyasının yedi kapısından geçmek için her kapıdan geçtiğin de üzerinde ki bir tılsımı kıyafetini çıkarır. Yedinci kata geldiğin de ise tamamen korumasız kalan İştar’ı kardeşi Ereshkigal onu öldürüp bir kancaya asar. İştar'ın ölümünden sonra dünyadaki tüm yaşam durur ve hatta ağaçlar meyve vermeyi bırakır. Bunu gören tanrıların yücesi Ea'ya durumu düzeltmek için Asnamir adında ki hadımını yaratır ve onu İştar’ın özgürlüğüne kavuşması için Erishkagile gönderir. Başta, bu duruma öfkelenen Erishkagil, sonunda ondan daha güçlü birinin isteğini yerine getirmek zorunda kalır. Asnamir, Ishtar'ın cansız bedenine sihirli bir su serpiştirir ve hayata döndürür. Hayata dönen İştar’ın kıyafetleri iade edilir ve yedi kapıdan geçer. İştar yeryüzüne döndüğün de şehri Kulaba'ya gider. Fakat tahtın da kocası ve kardeşi Tammuz'un tahtına oturduğunu görür, sinirlenerek Tammuz'u yılın her altı ayı yeraltı dünyasına gönderir. Bu yüzden Tammuz her sonbahar yeraltına indiğin de doğa da Tammuz’la birlikte ölür ve her bahar da yeraltı dünyasından çıktığın doğa da onunla birlikte canlanır.
İştar’ın Tapınağı
İştarın güçlü bir savaşçı özelliği olduğundan Zagros dağlarının eteklerine İştar adına tapınak yaptılar. Her savaştan önce Asur kralları burayı ziyaret etmişler ve başarılarını bu İştar’a bağlamışlardır. Read the full article
0 notes
Text
Kayayı Delen İncir Kitabı Özeti ve Yazarı Hakkında Bilgi
Beğenilen eserlerden birisi olan Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar tarafından kaleme alınmış bir kitaptır. Kitap konusu itibariyle son derece zengin içeriğe sahip olan bir şiir kitabıdır. Özellikle dilindeki sadelik ve kelimelerin oluşturmuş olduğu ahenk ile dikkat çekmekte olan kitap, içten ve samimi bir dile ağırlık verilerek yazılmıştır. Kitapta birbirinden farklı duyguların ağırlıklı bastığı şiir dizelerine de yer verildiği için okuduğunuz süre içerisinde her duyguyu yaşama imkanını sizlere sunan bir kitaptır.
Kayayı Delen İncir Kitap Özeti
Kayayı Delen İncir kitabının özetine baktığımız zaman aslında bu kitap bir şiir kitabı olduğu için tam olarak özetinden bahsetmekte zorlandığımızı söyleyebiliriz. Fakat sizlere belirtmiş olduğumuz gibi kitapta yer almakta olan şiirler sizlere her türlü duygu durumunu hissettirebilecek olan şiirler konumundadır. Özellikle Turgut Uyar’ı tanıma noktasında ve şiirlerini inceleme evresinde iyi bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Kitapta yer alan şiirlerde yalın bir dil kullanılmakta olduğu için birçok kişi kitabı takip ederken okuduğu şiirleri beğenerek altını çizmektedir. Kitabın Yazarı Turgut Uyar’ın Hayatı
Turgut Uyar Edebiyatımızın önemli isimlerinden olan Turgut Uyar, 4 Ağustos 1927 tarihinde hayata gözlerini açtı. 22 Ağustos 1985 tarihinde ise İstanbul’da vefat edene kadar birçok eser bırakmıştır ve Kayayı Delen İncir kitabı önemli eserlerinin arasında yer alıyor. Uyar, İstanbul’da eğitim aldıktan sonra Konya Askeri Okulu, Işıklar Askeri Lisesi ve Askeri Memurlar Okullarını bitirdi. Sonrasında ise Posof, Terme ve personel subay olarak görev yaptı. Turgut Uyar, yaptığı ilk evliliğini annesinin isteği üzerine gerçekleştirmiştir. Uyar 18 yaşında ilk çocuğunu kucağına alırken ilk eşinden olan 3 çocuğunu ise memurluk yapmış olduğu şehirlerde büyüttü. 1958 yılına gelindiğinde ise askerlikten ayrılmaya karar verdi. 1966 yılında ise eşinden ayrılarak İstanbul’a yerleşti. İlk eşinden ayrıldıktan sonra Cemal Süreya ile ayrılma aşamasında olan Tomris Uyar ile mektuplaşmaya başladılar. 1969 yılında ise Tomris Uyar ile Turgut Uyar evlenme kararı aldı. Turgut Uyar’ın bu evlilikten de bir çocuğu oldu. Uyar, ikinci yeni akımının öncü yazarları arasında yer almaktadır. Read the full article
0 notes
Text
Dor İyon Korint | Antik Yunan Mimarisi
Yunan ve Roma dönemi mimarilerine baktığımız zaman o zamandan günümüze gelen çok önemli eserler olduğunu görüyoruz. Dor iyon korint ise mimarinin vazgeçilmez parçaları arasındadır. Mimaride önemli bir yere sahip olan sütun başlıkları hem Yunan hem de Roma döneminde en önemli mimari eserler arasında yer almaktadır. Bu dönemde yapılan eserlerin başlıklarının mermerden yapılmakta olduğunu görüyoruz. Fakat mermer kullanılmadan önce taş ve tahtadan yapılmakta olan başlıklar bulunuyordu.
Dor İyon Korint Nedir?
Yunan mimarisinde sıklıkla karşımıza çıkmakta olan Dor iyon korint bölümlerine bakacak olursak bu terimlerin anlamları şu şekildedir: Dor başlık: Bu başlık antik mimarlıkta çok sık şekilde kullanılır. Dor ilk olarak MÖ 6. YY döneminde kullanılmaya başlandı. Özellikle anıtsal yapılarda sık şekilde kullanıldığını görüyoruz. Başlık bölüm olarak abakustan ve akhinustan oluşur. İyon Başlık: İlk olarak Anadolu’da batı ve güney bölümlerinde meydana çıktığını görüyoruz. İyon başlık örnekleri de MÖ 6. YY sırasında verilmiştir. Bu başlık ağırlıklı olarak iç mekanlarda karşımıza çıkar. Başlığın bölümleri volüt gözü, volüt ve abakustan şeklindedir. Korint Başlık: İlk olarak MÖ 5. YY’da örnekleri verilmeye başlanan Korint başlığı, antik mimarlıkta sıklıkla kullanılır. Bu mimarlık yukarıya doğru genişlemekte olan sepet şekline sahiptir. Başlıkta volütlerden meydana gelmiş olan helixler, abakustan kullanılmaktadır. Bu başlıklar aşağıdaki şekilde daha net olacak şekilde gösterilmiştir; Yunan Mimarisi Örnekleri Ülkemizde çok fazla Yunan ve Roma mimarisi yer almaktadır. Bu mimarilerin günümüze kadar başarılı bir şekilde gelmesi ve deforme olmaması özellikle yapılım evresindeki yöntemlere ve yapım şekillerine dayanmaktadır. Dor iyon korint başlıklar kullanılarak yapılan birçok eserin ülkemizde yer almakta olduğunu ve bu eserlerin turistlerin ziyaretlerine açık olduğunu görebilirsiniz. Yunan mimarisinde yer alan bu tarz yöntemleri özellikle İzmir ve çevresinde inceleyebilme imkanınız bulunmaktadır. Mimari olarak incelendiği zaman bireylere özellikle sunduğu görsel zevkle beraber akıllarda unutulmaz bir görünümün kaldığına da tanık olabilirsiniz. Bu görünüm sayesinde ilerleyen dönemlerde bu yöntemlerin kullanılarak yapılan bütün eserleri incelemek isteyebilirsiniz. Yunan ve Roma mimarisi herkesin incelemesi gereken mimariler arasında yer alıyor ve son derece dikkat çekici mimarilerindendir. Read the full article
0 notes
Text
Vassily Kandinsky Kimdir? Biyografisi ve Eserleri
Vassily Kandinsky eserleri, hayata bakış açısı, çevresindeki insanlara karşı göstermiş olduğu nezaketi ile tüm dünyaya bir ressamın ne kadar iyi olabileceğini gösteren yegâne bir insandır. 4 Aralık 1866 tarihinde dünyaya gözlerini açan oldukça önemli ve sevilen bir ressamdır. Her ne kadar Moskova’da ekonomi ve hukuk eğitimi almış olsa da kendisini resimden alıkoyamamıştır.
Vassily Kandinsky Biyografisi
Wassily Kandinsky, 1871 yılında yani doğumundan 5 yıl sonra ailesi ile birlikte Odessa adındaki şehre taşınmıştır. Burada ilk ve ortaöğretimini tamamlayan Kandinsky, Üniversite öğrenimine başlayabilmek için Moskova’ya gelmiştir. Hocalarının ısrarı sonucunda Hukuk Fakültesi’nde bir süre asistan olarak çalışmayı kabul ederi. Çünkü her ne kadar resimde başarılı ise derslerinde de bir o kadar başarılı idi. Bir süre sonra asistanlıktan sıkılan Kandinsky, yeğeni olan Anna Ticheewa’yı da yanına alarak Münih’e gider. Çocukluğunda en sevdiği hobisi resim çizmek olan Kandinsky, Münih’te de resmi üzerine çalışmayı hedefler. Başta kendisini profesyonel anlamda geliştirebileceği müzeler, resim galerileri ve Paris’te resim sanatı ile alakadar olan kişilerle tanışmak ister. Gittiği her yerde mutlaka bir ressam ile tanışan Kandinsky, bulunduğu her yerde resim ile alakalı objeler bulundurmaya dikkat etmiştir. Petersburg, Paris, Münih ve Moskova’da bulunmak Kandinsky’i resim sanatına itmeye yetti. Burada tanıştığı ve karşısına çıkan her insan mutlaka resim ile yakından veya uzaktan ilgileniyordu. Bu sebeple kendisini ‘Yeni Sanat’ adı verilen bir çalışmanın içerisinde buldu. Zaten doğuştan yeteneği vardı kaleme, kalemi tutuşu dahi onun bir çizik atabilmesi için yeterliydi. Sanatçı kendisini geliştirebilmek adına akademiye katıldı. Wassily Kandinsky, 13 yıl boyunca hayat arkadaşlığı yapacağı kadın ve ressam olan Gabriele Münter ile tanışmıştı. Münter ile hem seyahat ediyor hem de sanatlarını yarıştırıyorlardı. İkisi de çok başarılı ressamdı. Yukarı Bavyera’da Murnau am Staffelsee adı verilen bölgeye yerleştiler. Münter ile tam 13 yıl sonra ayrılan Kandinsky 78 yaşındayken, 13 Aralık 1944’te Paris’te hayata gözlerini yumdu. Kendisine soyut sanatın kurucusu olarak hitap edilmesinden nefret ederdi. Ama kendisi gerçekten de soyut sanatın kurucusuydu.
Der Blaue Reiter (1903) - Vassily Kandinsky Read the full article
0 notes
Text
Çerkez Ethem Hain Değil Midir?
Cumhuriyet Tarihinde adı geçen Çerkez Ethem'i hemen hepimiz duymuşuzdur. Kimimiz hain derken, kimimiz hain değil demiştir. Biz sizlere bugün, Çerkez Ethem Hain Değil Midir? sorusunun cevabını vermeye çalışacağız.
Çerkez Ethem Hain Değil Midir?
Kurtuluş Savaşı devam ettiği esnada Atatürk dışında yeni bir lider arayan İkinci Cumhuriyetçi sınıfı çevresinden edindiği bilgi kırıntılarıyla sözüm onlara Burjuva Milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk'ün karşısında Sosyalist olan halk adamı Çerkez Ethem'i çıkarma talebinde bulunmuşlardır. Bu doğrultuda da resmi tarih haksızdır, Çerkez Ethem Kahramandır diyerek onu kahraman ilan etmişlerdir.
Çerkez Ethem'i kahraman ilan eden 1950 yılında Cemal Kutay olmuştur. Birileri tarafından Demokrat Partiye tarihsel alt yapı hazırlamakla görevli olan Cemal Kutay, İnönü karşıtlığını da ön plana çıkarmıştır. Çerkez Ethem Gerçeği! Babası Kafkasya Göçmeni olan Çerkez Ethem, Bandırma da dünyaya gelmiştir. Emlak ve arazi sahibi olan bir ailenin çocuğudur. Yani iddialara göre gariban, halk adamı ya da sosyalist falan değildir. Toplamda 5 kardeşi vardır. İki kardeşi daha önce şehit olmuşlardır. Kendisi hariç tüm kardeşleri askerdir. 19'lu yaşlarda talimhane de staj görev Ethem, buradan da başçavuş olmuştur. Balkan Savaşları devam ettiği esnada da Bakırköy Küçük Zabit Okulunu bitirmiştir. Kısa bir süre Süvari Subay Vekili olarak görev yaptıktan sonra ailesinin yanına dönmüştür. İşte Ethem'in askerlikle ilgisi yalnızca bu kadardır. Yani mesleği askerlik değildir.
Daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak çalıştı. I. Dünya Savaşının sonunda Mondros Ateşkes Antlaşmasının İmzalanmasından sonra İzmir'in işgali sırasında çetecilik yapmıştır. Bolşevik Eğilimli Yeşil Ordu Grubuna katılmış olan Ethem, Komünist Halk İştirakyun Fırkasıyla da iş birliği içerisinde olmuştur. Halka zulümle ve soygunla beslenen Ethem, Kütahya'ya ilerlemek isteyen Atatürk'e bile karşı durmuştur. Çerkez Ethem hayatı boyunca sürekli zorbalıkla, eşkıyalıkla hayatını geçirmiş, isyanlar çıkarmış hatta Yunanlılara bile sığınmıştır. Hala bazı bilgi kırıntılarına sahip kişiler tarafından kahraman olarak nitelendirilmektedir? Belgeler bu kadar açık iken, niye tarih ters yüz ediliyor? Neden ısrarla hainlere kahraman deniliyor? Neden? Kurun Gazetesi 1935 yılı basımının ana manşeti: Çerkez Etem Haini Yakalandı! Bütün Türkiye Hainlere lanet ediyor! Kaynak: Cumhuriyet Tarihi Yalanları - Sinan Meydan İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: Osmanlı Devleti Kuruluş Yılları Read the full article
0 notes
Text
WALL-E Film Konusu ve Değerlendirmesi
WALL-E Film Özeti
WALL-E filmi uzak bir gelecekte gerçekleşir. Filmde, aşırı kirlilik nedeniyle, insanlar dünyayı terk etti ve başka bir gezegende yaşamaya başladı. Sevimli bir robot WALL-E, çöplerle çevrili dünyayı temizlemekle sorumludur. Yalnız WALL-E'nin yalnızlığı, insanların bıraktığı çöp kutusundan kendisi için yeni bir dünya yaratabilir ve başka bir robot olan Eve'nin gelmesi, yalnızlığı sona erdirir. Tüm zorluklara rağmen, iki sevimli robot arasındaki tomurcuklanan ve hareketli ilişki direnmeye ve hayatta kalmaya çalışıyor. Film tüketim çılgınlığını ve insanın filmde hayatta kaldığı doğal çevreyi tahrip etmesi hakkında önemli bir yorum yaptığında, teknik mahkum haline gelen ve bitkin bir görüntü ile gelecekteki insanları çekiyor. Pixar Studio'nun Oscar ödüllü WALL-E filmi önemli bir bilim kurgu filmi tarihinin en önemli animasyonlarından biri olarak kabul edilir.
WALL-E Anlatılmak İstenen Mesaj ve Günümüz Dünyası
WALL-E filminde bizlere, bilinçsiz tüketimin artmasını ve bu tüketimi engelleyecek herhangi bir önlem alınmamasından dolayı, tüketiminin kontrol dışına çıkmasını görüyoruz. Bu yoğun tüketim beraberinde bazı zorlukları yanında getiriyor bu zorlukların en büyüğü dünyanın yaşanmaz bir hal almasına yol açan devasa çöp birikimidir. Bu birikim tahmin edeceğimiz üzere canlı popülasyonlarına zarar vermekte ve insanoğlu kendisine yeni yaşam yeri aramak zorunda. Tüketimin bilinçli yapılmadığı takdirde cezasını yeryüzündeki canlılarda çekmek mecburiyetinde kalır ve yeryüzündeki bütün canlıların nesli zaman içerisinde tükenir. İnsanların Yeni Gezegen Arayışı İnsanoğlu bu kirlilik sonucu kendisini kurtarmak maksadıyla uzayda kendisine yeni yerler aramak mecburiyetinde kalıyor ve uzayda gemisinde yeni bir yer ediniyor. Ancak tüm canlılar gibi insanoğlu da yaşam alınana alışkın ve yaşam alanı olan dünya hiçbir şeyin yerini tutmayacaktır. Bu sebeple uzayda geçen süre içinde dünyayı yeniden kurtarmak için yeni projeler geliştiriliyor. Bu projenin temel mantığı, dünyayı robotlar ile temizlemek ve günün birinde bir yaşam belirtisi bulup eski dünyaya geri dönmek. Her ne kadar uzun sürerse sürsün dünyaya dönmeye kararlı olan insanoğlu dünyaya dönmediği her gün zaman içinde daha tembel ve güçsüz bir hale geliyor çünkü insanlar uzayda kendisine hizmet sağlayan robotlara sahip bu sebeple zamanla robotlar tarafından hazıra alıştırılıyor. Tembellik insanlığın her zaman en büyük düşmanı olmuştur. Çünkü zaman içerisinde insana yaşama sevincini unutturur. Dünyanın temizlenme projesini üstlenen robotlardan biri Wall-e, insanlık ruhunun yerle bir olduğu bir evrende resmen bizlere büyük bir ders veriyor ve çalışma azmi hiçbir zaman azalmıyor o berbat dünyada dahi kendisi için manevi değere sahip olabilecek eşyaları çöplerin içinden ayıklıyor ve onları özel bir yerde saklıyor. Bu manevi duygular onu o dönemdeki pek çok insandan daha fazla insani özelliğe sahip yapıyor. Bence böyle basit bir hobiden dahi zevk almak ve mutlu olmak hayatın anahtarını oluşturuyor. Günün birinde tüm insanlık için apayrı bir yere sahip olacak canlı bir bitkiyi kendisi için önemli görüyor ve onu da saklıyor. Bütün bu insani güzel davranışlar bir robotu bile zamanla duygusal bir insana dönüştürebilir, tam tersi durumda da bir insanı robotlaştırabilir. WALL-E ile Dünyayı Yeniden Temizlemek Günün birinde insanoğlu proje kapsamında dünyaya canlı bir bitki bulmak maksadıyla yeni ve modern bir robot olan EVE’yi gönderiyor. WALL-E bu modern ve güzel robot karşısında ne yapacağını şaşırıyor ve ondan oldukça etkileniyor. Ancak onu etkileyecek bir şey yapmak için kendisi için manevi değerlere sahip eşyalarını onunla paylaşıyor. Ancak EVE günümüz patronları gibi sadece işine odaklanmış ve sadece emirlerini yerine getirmek istiyor. Bir gün WALL-E EVE’ye onun işine yarayacak olan bitkiyi gösteriyor ve EVE sadece görevini yerine getiriyor ve onu insanlığa götürüyor. WALL-E büyük bir cesaret göstererek dünya atmosferinden çıkıyor insanlığın yaşam alanı olan uzay gemisine varıyor. İnsanlar bu gemide artık sadece uyuşuk bir varlığa dönüşmüş durumda. Robotlar insanları hakimiyeti almış ve insanlarda bu durumdan rahatsız değil.İnsanları etkisi altına almış robotlar onları zaman içinde tembel birer karaktere dönüştürüyor. Ancak ne zaman bir insana cesaret verirseniz onun gerçek azim ve kararlılığını görebilirsiniz. İnsanlar belirli insani görev ve sorumluluklarını yerine getirerek hayattan haz ve mutluluk duymaya başlar bütün bunların birleşimiyle de yaşama sevinci meydana gelir. Bu filmde bu haz duygusundan mahrum kalmış insanlara tekrardan bu heyecanı aşılayan şey bir tane bitki olmuştur. Bu bitki ile tekrardan eski dünyaya dönebilmek için çeşitli olayların üstesinden geliyorlar ve dünyayı eski haline döndürmek için yıllardır göstermedikleri çabayı gösteriyorlar. Sonuç olarak biz insanoğlu, ürettiğimiz kadar varız. Lakin bu üretim devamlı bir kontrol altında olmalı ve çevreye her zaman gereken saygıyı göstermek mecburiyetindeyiz. Aşırı tüketim ve kirlilik bizleri karanlık bir uçuruma sürükleyebilir. Bunun bilincinde olmak tüm insanlık için en önemli görevlerden biri olmalıdır. Çünkü günün birinde bizi kurtarabilecek bir robota sahip olmayabiliriz.
Filmin Eleştirisi
Andrew Stanton'un "Wall-E" son yıllarda en etkileyici duygusal hikayesini anlatıyor, sinema tarihinde unutulmaz bir klasik ve değerli bir şaheser. Film, animasyon dünyasının lideri Pixar tarafından çekildi ve 2009 yılında En İyi Animasyon Akademi Ödülü'nü kazandı ve Charlie Chaplin'in film stilinin güzel hikayesini anlattı. Ancak, bu güzel hikayeyi anlatırken, gelecekteki dünyanın kurgusal duygusu sizi biraz rahatsız ve müstehcen hale getirecektir. Bir geleceği tasvir eden insanlar, obez yürümeyi, hatta yürümeyi, birbirlerinin yüzüne bakmayı, verimlilik eksikliğini, istedikleri tüm çabaları yapamayacağını ve robotların insanlardan daha insan olduğunu unutacaklar. Filmi bu kadar samimi yapan şey kahramanımız Wall-e. Aktif ve şefkatli bir robot, küçük şeylerden çok memnun, sahip olduklarını değerlendiriyor ve yeni bir dünya oluşturuyor. “Robot hissedebiliyor mu?” Sorusunu yanıtladı ve bu açıdan dedi. Bu film bir animasyon olarak yüksek kalitededir ve sizi gerçeklere götürüp bilim kurgu dünyasına götürebilir. Bir aile gibi izole edildiğinizde, bu filmi tekrar evde izlemeyi seçebilirsiniz. Animasyonun dürüst ve cesur görsel yapısından da bahsedilmelidir. Diğer animasyon filmleriyle karşılaştırıldığında, Wall-E net bir gri tonlamalı ve kirli görsel yapıya sahiptir.Bu animasyon filmler, çocukların izleyicilerin dikkatini çekmek için parlak renkler kullanır ve bu da gerçekçi çizgilerle en büyük çekimi gösterir Filmler temel olarak çocuklar için uygun değildir. Seyircisi tarafından oldukça olumlu değerlendirmeler alan WALL-E filmi çocuklara ders niteliğinde izletilebilecek bir film. Bu film ile çocuklar doğanın ve çevrenin önemini daha yüksek seviyede anlıyacaktır. Yönetmen Andrew Stanton, ilginç hikayesinin bir parçası olarak eleştiri ve kararlılığı kullanarak her iki yaştan insanı eğitmeyi başardı. Son derece ayrıntılı sanat yönetimi mükemmel. Robot Wall-E'nin tasarımı çok basittir ve başı dürbün şekline benzer. Ağzı olmadığı için tüm duyguları gözleriyle ifade edilir. Daha derine inerken, Wall-E çok ayrıntılı bir hikaye anlattı. Her ayrıntıda ısrar ettiğimizde, kendimizi sembolik akıl yürütürken buluruz. Kısacası, Wall-E her yaştan herkes için unutulmaz bir maceradır ve baştan sona tadını çıkarabilirsiniz. Read the full article
0 notes
Text
Öfke Nedir?, Öfke kontrolü nasıl sağlanır?
Öfke tek başına aslında o kadar da kötü bir şey değildir. Öfke aslında kendi kapasitemizi keşfetmemizi eksikliklerimizi görerek önlem almamızı sağlar. Bu yazımızda öfke nedir ve neden öfkelendiğimizi, öfke kontrolünü nasıl yapacağımızı örnekler ile, zaman zaman da yararlandığımız güvenilir kaynakları göstererek inceleyeceğiz.
Öfke Nedir?
Öfkenin yazımızın ilk başında o kadar da kötü bir şey olmadığını aksine bizi harekete geçirdiğini bahsetmiştik. Öfke, kafa karışıklığını ve umutsuzluğu engeller. Mağarasına kimsenin girmesini istemeyen adeta bir yılan gibi dimdik durarak sizi kullanılmaktan ve sizi suistimal edilmekten kurtarır. Bastırdığınız öfkeleri, kızgınlıkları kabullenmek sağlığınız açısından hayati bir önem taşır. Öfke kapasitesinin keşfedilmesi, uzun zaman önce yitirilen ve eksikliğinde kendimizi savunmasız hissettiğimiz o yapının yeniden ortaya çıkmasını sağlar. Öfke, bizim tamamen hissettiklerimiz ile alakalı bir şeydir. Kimse bizi öfkelendirmez. Öfke sadece yapılan şeylere gösterilen tepkidir. Bu sebepten ötürü, insanları suçlamak yerine duygularımızı "Öfkelendim çünkü...." gibi ifadelerle tanımlamakta fayda vardır.
Öfke Kontrolü Nasıl Sağlanır?
Öfke, kocaman bir ormanı yakan tek bir kibrit çöpü gibi önüne çıkan her şeyi yok eden tehlikeli bir silah haline dönüşebilir. Bundan sebeptir ki, öfke muhakkak kontrol edilmelidir.
Stephen Levine, Healing Into Life and Death adlı kitabında şöyle demiştir; "Öfkemizin sorumluluğunu almamız, öfkeyle hareket etmemiz değil, bu konuda bir şeyler yapmak için harekete geçmemiz anlamına gelir." Öfkenin sorumluğunu üstlenmek, öfkenin bizim kontrolümüzde olduğunu sağlar. Bu da öfkeye yenik düşüldüğünü tarihte olduğu gibi şimdi de göstermez. İnsanın kendisini olduğu gibi kabullenmesi aslında kalpten iyileşmesi sağlar. Böylece doğabilecek birçok psikolojik ve ruhsal hastalığının önüne geçilmiş olur. İnsanın kendisini kabullenmesi; duygularının bastırılması ve güç yüzüne çıkarılmaması anlamına gelir. Bu, duyguların varlığımızın bir parçası olduğunu, bütünü olmadığını anlamak açısından önemlidir. Öfkenizin yükselmeye başladığı anlarda kendiniz hakim olun ve bunun o an ortamdaki insanlar üzerindeki etkilerini gözlemleyin. Öfkelenilen anda bağırıp çağırmak belki sizi harika hissettirebilir ancak çevrenizdeki insanlar açısından bir kamyon geçmiş gibi hissettirebilirsiniz. Bu tür bir öfke zor zararlı olup size belli bir zaman sonra acı vermeye başlayacaktır. Örnek verilecek olursa; bir çocuk grubu canınızı fena halde sıktığını düşünün. Kızarak onlara kızarak odalarına gitmelerini söylediniz. Ancak bu kızmanın ardından kendinizde bir öfke nöbeti nedeniyle kendinizi suçlu hissetmeye başladınız. Böyle hissetmeye başladığınız o an kendinizi, öfkesine hakim olamayan ve umutsuz bir insan olarak görebilirsiniz. Oysa ki değilsiniz. Evet, olaya bakıldığında çocuklara öfke duymuş olabilirsiniz. Fakat kendinizi bu öfkeye sığdırmayın, bundan ibaret değilsiniz. Öfkeye bu açıdan bakıldığında, bu olayı aklınızdan çıkarmamanızda fayda olacaktır. Bu olayın ardından bir araştırmacı gibi davranarak, bu duygunun nereden kaynaklandığını ve neden bu şekilde cereyan ettiğini araştırmaya başlayabilirsiniz. Bunun nedenleri incelendiğinde; Çocuklar sizin o gizli suçluluk veya utanç hissine mi bastı?, Kendinizi tehdit altında mı hissettiniz?, daha farklı olarak bunun nedeni anne-babanızın size yapmış olduğu bir şey miydi?. Hangi duyguların öfke halinde dışa vurulduğunun sorularını yanıtlamaya çalışın. Hemen ardından kendinizi affetmeniz için birkaç dakika ayırdıktan sonra çocuklardan özür dileyin. Bir insan öfkelendiğinde bunu inkar etmemesi onun kendisine gösterdiğini saygıdır. Read the full article
0 notes
Text
Patristik Felsefe ve Skolastik Felsefe Arasındaki Temel Farklar
Felsefe tarihinin yaklaşık olarak bin yıllık dönemini kapsamış olan Orta çağ felsefesi, patristik felsefe ve skolastik felsefe olarak ele alınacaktır. Ayrıca patristik felsefe ve skolastik felsefe arasında farklar da detaylı olarak incelenecektir.
Patristik Felsefe ve Skolastik Felsefe
1. Patristik Felsefe Nedir? Bir Orta Çağ felsefesi olarak Patristik felsefe, MS 2. ve 3.yüzyıldan 8. yüzyıla kadar olan dönemi temsil eder. 8.yüzyıldan 15.yüzyıla kadar olan dönem ise Skolastik felsefedir. Skolastik felsefeyi önemli derecede şekillendiren ve onun felsefe ile olan ilişkisini tanımlayan Patristik felsefe olduğu düşünülür.
Patristik felsefe "Kilise Babalarının (patres)" felsefesi olarak bilinir. Bunun nedeni ise, Patristik dönem ya da filozoflarının sadece kilisede görevli din adamları veya rahipler olmaları değil, "Kilise Babası" deyimi kilisenin en tepesindeki ruhani otorite için kullanmış olmakla birlikte bu deyim daha sonra bütün din adamları için kullanılmaya başlanmıştır. Söz konusu deyim daha ziyade "kurucu" anlatılmak isteniyordu. Kurucuların ya da diğer bir tabir ile "Kilise Babaları"nın felsefesi olan Patristik felsefe, Hristiyan felsefesinin sonradan inşa edilmek üzere bir zemin hazırladığı söylenebilir. Bu kuruculuğun iki anlamı ya da evresi vardır. İlk anlamına göre Patristik dönemin ilk filozofları, Hristiyan teolojisi oluşturan dogmatik teoloji ile apolojetikten ikincisini oluşturdukları rahatlıkla dile getirilebilir. Ayrıca bu iki ayrı teoloji türünden apolojetiğin dogmatik teolojiden daha temel olduğunu hatırlatmak isteriz. Nedeni incelendiğinde dogmatik teoloji, temelde Katolik inancını halihazırda benimsemiş olanlara hitap ettiği inancı varsayar. Fakat apolojetik ise, Hristiyan ya da Katolik inancı olarak nitelendirebileceğimiz inancı benimsememiş veya ona karşı çıkmakta olanlara hitap ettiğinden teoride inanca sevk etmeyi amaçlar. Apolojetik Hristiyanlığı karşı yöneltilmiş olan kişisel, sosyal, politik veya dini saldırılar karşısında savunma amacını ilke edinir. Apolojetik, suçlamayı çürütmek için karşı tarafın kendisine doğrudan doğruya yöneltme şeklinde değil, hakikatın peşinde koşan inançlı kişiyi Hristiyan vahyinin akla uygun şeklinde doğruluğunu ve güvenilirliğini tanımaya davet eder. Patristik felsefenin özellikle ilk dönemi apolojetiğin bu birinci dönemiyle tamamen örtüşür. Patristik felsefe genel manada, putperestliğe veya seküler felsefeye karşı Hristiyan inancını savunmuştur. Daha sonralarında ise benimsediği Platoncu ve Yeni Platoncu felsefesi ile de Hristiyanlığı anlamlandırıp güçlendirmeye, putperestliğe ve gnostisizmin saldırılarına karşı korumaya çalışmıştır. Patristik felsefe kuruculuğu ikinci anlamı Patristik felsefenin ikinci anlamı incelenirse, Antik Yunan felsefesini özellikle de Patristik düşüncenin altın döneminde Hristiyanlığa entegre etmesidir. Bundan yola çıkarak apolojetiğin veya Patristik felsefenin ilk döneminde Hristiyan inancını çoktanrılı ve sapkın diye nitelendirmişlerdir. Bu nitelendirmeyi yapan Kilise Babaları ikinci dönemden itibaren artık insan aklının erişebileceği en yüksek düzeyi temsil ettiğini görmüşlerdir. Dahası, bu yüksek düzeyi gördükten sonra ilgili hakikatları iyice sentenmiş ve açıkça bir tarzda ifade etmek için gerekli kavramsal araçlara sahip olduğunu görmüşlerdir. Patristik Felsefenin Altın Çağı Yaklaşık olarak 250 yıl süren bu altın çağı dönemi, patristik felsefenin ikinci dönemine tekamül eder. Bu dönemin özellikle Celement, Origenes ve Aziz Augustinus gibi felsefecilerle yükselmiştir. Patristik felsefenin altın çağı olarak isimlendirilen bu dönemin en önemli özelliği ise, Yunan felsefesiyle Hristiyanlık arasındaki karşıtlığı en aza indirmesiyle ile bilinir. Farklı bir şekilde ifade edilecek olursa bu söz konusu olan ikinci dönem Yunan felsefesi ve Helenistik felsefenin Hristiyanlık arasında ciddi bir yakınlaşma ve hatta uzlaşma gibi bir etkileşim sürecine girildiği açıktır. Hristiyan Kilise Babaları Yunan felsefesinden zarar gelmeyeceğini ve aksine bu felsefenin Hristiyan inancı açıklayıp temellendirme çok yararlı olacağını anlamıştır.
2. Skolastik Felsefe Nedir?
Hristiyan Orta çağ felsefesinin, Patristik döneme kıyasla çok daha önemli olan dönemi hiç şüphesiz Skolastik felsefe dönemidir. Bu dönem, felsefe tarihi açısından bakıldığında 8.yüzyıl ile 15.yüzyıl arasında kalan felsefeyi tanımlar.
Skolastisizm "okullu", "okula ait olan" anlamına gelir. Skolastisizm ya da Skolastik felsefe öz yönünden veya formel yönden açıklanabilir. İlk olarak öz yönünden açıklanacak olursa, Hristiyan teolojisinin metodolojik açıdan ve felsefi açıdan rasyonel şekilde bir bütün olarak ortaya koymayı amaçlayan bir hareket olduğu ifade edilebilir. Formel yönden incelendiğinde ise Skolastik felsefe, her şeyden önce okullarda aktarılan, tartışılan, anlatılan felsefeyi tanımlar. Yapılan bu tanım Skolastik felsefeyi kurumsal bir yapı olarak bakıldığında ve yöntem itibariyle olabildiğince iyi karakterize eder. Bu bilgiler ışında ilk çağ felsefesi ve ilk iki yüzyılıyla değerlendirildiğinde modern felsefeden farklı olarak, birtakım dini eğitim veren kurumlarda belli bir geleneğin parçası olacak şekilde oluşturulmuş olan felsefe olarak tanımlanır. Eğitimin ve felsefenin araçları ya da organları olarak ifade edebileceğimiz bu kurumlar 1000 yılına kadar manastır, 1000-1150 yılı arası boyunca katedral okulu ve 1150 yılından itibaren ise önce İtalya olmak üzere daha sonraları Fransa'da olacak şekilde üniversite olmuştur. Skolastik felsefe baştan sonra kurumsal bir yapı şeklinde gelişmiş olup; manastır, katedral ve benzeri dini kurumlar ile üniversiteler sayesinde bu felsefenin disiplinli şekilde teknik bir tarzda gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünce yapısı ışında ilk kurulan üniversiteler; İtalya'da Bologna Üniversitesi, Notre Dame Teoloji Okulu ile St.Genevieve Mantık Okulu'nun birleşmesi suretiyle kurulan Paris Üniversitesi olmuştur. Skolastik felsefenin diğer bir özelliği olarak okullarda okutulan felsefe anlamında, geleneğin korunmasını ve sürdürülmesini amaçlayan müfredatı dikkat çeker. Üniversiteye felsefe ve teoloji öğrenmek amacıyla giden herkesten öğrenilmesini beklenen şey belli bir konular öbeğini içeriyordu. Üniversite ve manastırda okuyan öğrenciler görmemli bilgelik anıtına kendi küçük taşlarını koymadan önce uzmanlaşmaları gereken bir bilgi birikimi olmak vardır. Burada esas olarak yapılmak istenen şey, geleneğin öğrenilip sürdürülmesi ve tilmizlere yani öğrencilere aktarılarak daha iyi seviyelere götürülmesidir. Skolastik felsefenin diğer özellikleri Skolastik felsefenin düşüncesinde bilim pek yer tutmaz. Bilim anlamında gerçekleştirilmiş olan son çalışma Skolastiğin yükselme döneminde Aristoteles'in bilimsel eserleri olmuştur. Bu bilim adına gerçekleştirilen çalışmaların azlığı tıpkı Patristik dönemde olduğu gibi temel sorun insan varlığının kurtuluşu problemidir. Bundan dolayı Orta çağda felsefesinde kendini bir adım öne çıkaran çaba hep Tanrının sözünü ve kelamını iyice kavrayabilme olmuştur. Skolastik felsefe hazırlık dönemi çıkarılacak olursa Aristoteles felsefesine dayanarak bu dönemdeki felsefe ile özdeşleşmiştir. Aristoteles'i Skolastik felsefeye kazandıran şey ise 12. yüzyıldan itibaren oldukça geniş çaplı bir tercüme etkinliği olmuştur.
Patristik Felsefe ve Skolastik Felsefe Arasındaki Temel Farklar
Patristik Felsefe Dönemi; M.Ö 8.yüzyıla kadar devam etmiştir. Patristik felsefe döneminin temellerini tanrı ve inanç sistemleri oluşturur. Platon ve Platonculuk adı verilen felsefe öğretileri ön plandadır. Patristik felsefe döneminde kilisenin ağırlığı oldukça fazla olmakla birlikte inançlar her zaman aklın önüne geçerek aklın üzerinde tutulmuştur. Kilisenin ağırlığının fazla olmasının nedeni ise, bu felsefe görüşünü savunan filozofların daha çok din adamlarından oluşmasıdır. Patristik dönemde felsefe, teoloji yani tanrıbilim ve dinin doğruları bir bütünün öğeleri veya parçaları olarak değerlendirilmiştir. Skolastik Felsefe Dönemi; 8.yüzyıl ve 15.yüzyıllar arasında etkin olan bir felsefedir. Skolastik felsefe daha çok Aristotelesçi bir felsefe izlemiş, onun öğretilerini her zaman ön planda tutmuştur. Skolastik felsefe patristik felsefeye tamamen zıt şekilde aklı ön planda tutmuş ve aklı ile her şeye ulaşmanın mümkün olabileceğini savunmuştur. Akıl her ne kadar öne çıkarılmış olmuşsa da din tamamen yok sayılmamış, inancı temellendirerek akıl sayesinde daha sistematik bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Orta çağ felsefesinde, patristik dönemi felsefesine göre daha çok önemli bir dönemdir. Kaynak: Bu yazı Felsefe Tarihi-Ahmet Cevizci adlı kitaptan faydalanılarak siz yazılmıştır. Read the full article
0 notes
Text
Paris Barış Konferansı
Bugün tarihte önemli bir konuma sahip olan Paris Barış Konferansı hakkında bilgiler vereceğiz. Paris Barış Konferansı aslında ismini hiç hak etmeyen barıştan ziyade ülkeleri parçalamaya ve yenilen devletleri çok zor antlaşmalarla işlerini zorlaştırmak maksadıyla oluşturulmuş bir toplantıdır. Bu konferans ile mağlup devletlerin fişi çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan mağlup çıkan İttifak Devletleri, altından kalkması çok güç zorlu antlaşmalarla ülkeleri parçalayıp paylaşılacaktır. Harbin galibi olan İtilaf Devletleri, bu paylaşımın bir kargaşaya dönüşmemesi için Paris Barış Konferansı adı altında bir toplantı yapmaya karar verdiler.
Konferansın Güçlü Devletleri?
Konferansın en güçlü ismileri olan ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve İtalya Devletleri alınacak tüm kararlardan her türlü karlı olarak çıkacaklardı. O dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson, alınacak bütün kararların Wilson İlkeleri’ne uygun olması için Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını hedefliyordu ve Paris Barış Konferansı en çok bunun için oluşturulmuştu. Paris Barış Konferansı ile Fransa ve İngiltere Hedefleri ABD sayesinde 1. Dünya Savaşı’nı kazanan ekibin en kuvvetli ülkeleri olan Fransa ve İngiltere, ABD tarafından aldıkları destekten olmamak amacıyla bu fikre her ne kadar ılımlı gibi gözükse de; tamamen bencil ve çıkarcı olma özelliğine sahip bu iki ülke ne olursa olsun Paris Barış Konferansı ile alınan kararlardan en büyük payı almayı istiyordu. Özellikle Avrupa coğrafyasında Fransa ve İngiltere’nin çıkarlarına tamamen ters ve zıt bir politika hedefleyen Alman Devleti, Paris Barış Konferansı için en temel konuyu oluşturuyordu. Fransa yönetimi kendi coğrafi sınırlarını korumayı hedeflerken İngiltere Devleti ise Avrupa’da kendinden daha emin bir şekilde söz sahibi olmak amacıyla en azından kendi içinde düzeni bozulmuş bir Almanya hayalleri kuruyordu. Harp kabul gören Wilson İlkeleri’ne zıt ne kadar anlayış varsa her biri antlaşmalara dahil edildi. Bu barış antlaşması aslında tamamen bir yalandan ibaretti asıl hedef güçsüz ülkeleri planlı bir şekilde parçalamaktı. Konferans'ın ilk Oturumu Paris Barış Konferansı ilk oturumunda tarih 18 Ocak 1919'da diğer mağlup ülkeler için yapılacak olan barış antlaşmalarının uzaması nedeniyle ilk sıraya Almanya Hükümeti ile oluşturulucak olan temsili barış için planlandı. Böylelikle Almanya Devleti ile oluşturulan barış öncelikle uygulamaya konulmuş ve kesin bir karara bağlanmıştır. Fransız Cumhurbaşkanı Poincare, Büyük Alman İmparatorluğu’nun yarım asır önce kurulduğu yer olan Versailles Sarayı’nda barış anlaşmasını detayları planlandı. 18 Ocak tarihinde başlatılan konferansın ilk çalışmaları 7 Mayıs tarihine kadar yaklaşık üç buçuk ay sürdü. Paris Barış Konferansı Onlar Konseyi Muharebenin kazanılmasında yardımları bulunan küçük ülkelerin planlanan paylaşıma paylaşıma dahil olmasını kesinlikle istemeyen İtilaf Bloğunun öncü devletleri kendi içlerinde “Onlar Konseyi”ni oluşturarak alınacak olan yeni kararlarda sadece kendilerinin söz sahibi olduğu yol haritasını çizmek istediler. Onlar Konsey’ini kısaca ifade etmek gerekirse, yapılan savaşlarda gerek askeri gerekse lojistik açıdan desteklerde bulunmuş olan ve zaferde ufakta payı olan devletlerden oluşuyordu ancak bu devletlerin konferansa katılması ve paylaşıma ortak olması üç büyük devletin işine hiç gelmiyordu. Bu nedenle Amerikan, İtalyan,Japon, İngiliz ve Fransız Başbakanları ile birlikte bu ülkelerin Dışişleri bakanları tarafından yaratılan “Onlar Komisyonu” sayesinde ülkeler Paris Barış Konferansı'na diledikleri gibi yön ve şekil verdiler. Paris Barış Konferansı Dörtler Konseyi Ancak tabiki ilerleyen zaman içinde bu paylaşımda yetersiz kalınca “Crillon Oteli Komisyonu” olarakta tanınan Dörtler Konseyi oluşturuldu. Bu konseyde Amerika, İtalya, İngiltere ve Fransa Devletleri yer aldı. Oluşturulan bu komisyonun haricinde araştırma ve daha iyi bir paylaşım maksadıyla 52 yeni komisyon oluşturulmuştur. Bu komisyonlarda devlet liderleri, üniversite çalışanları üst düzey diplomatlar ve gazetecilikten gelmiş kişilerde yer almaktaydı. İcra edilen toplantılara bu üst komisyon üyeleri katılmakla beraber kararlaştırılacak yeni uygulamalara da müdahil olmak yerine zamanla içerisinde susmayı tercih etmişlerdir. Ülkelerin birbiri ile uzlaşamama ve çıkar çatışmaları uzadıkça bu defa da devletler kendi içlerinde önemli ve kritik kararları görüşmek ve konuları kesin karara bağlamak maksadıyla yeni toplantılar yapma kararı aldı. Tahmin edildiği üzere paylaşılamayan yeni sınırlar Onlar Konseyi’ni tamimiyle bitirmiştir. ABD'nin Milletler Cemiyeti Hayali Fransa ve İngiltere Yönetimlerinin kesinlikle karşı bir duruş sergilemesine rağmen ABD Başkanı konferansa öncelikle barış antlaşması için ve devletler arasındaki sürekli bir huzur ortamı sağlanması için Milletler Cemiyeti’nin kurulması maksadıyla katılmıştı.Ancak bu tarz bir kurulun yaratılması ve dönemin Amerika Başkanı olan Wilson’un belirttiği 14 maddelik Wilson İlkeleri, İtilaf tarafının hayalini kurduğu paylaşım planına hiç uymamaktaydı. Wilson’un idealist ve barışçıl düşüncelerine karşı; Fransa ve İngiltere her zaman olduğu gibi yine işgalci ve emperyalist davranışlarıyla. Avrupalı devletlerin sınırlarını yeniden oluşturmaya çalışıyorlardı. Sömürgeciliğin İsim Değiştirmesi İngiltere ve Fransa, Wilson ilkeleri’ne ters düşmemek maksadıyla yeni sözcükler geliştirdi ama temelinde aynı şeyler hedefleniyordu. Bu değişimlere örnek verilecek olursak savaş tazminatı kalktı bunun yerine yerine savaş onarımı getirildi. Sömürgecilik ismi kalktı yerine manda-himaye getirildi böylece tutumları ve davranışları aynı kaldı sadece isimleri değiştirilmiş oldu. Amerika Yönetiminin Avrupa topraklarında oluşturulacak çözümden herhangi bir çıkarı olmayacağı için konferansta Hakem görevine sahip oldu. Savaştan resmen yıkılmış bir halde oldukça ağır kayıplarla çıkan İtilaf Devletleri; Amerika Yönetiminden, daha yeni kurulmuş olan ve hiç savaş görmemiş tecrübesiz askeri kuvvetlerden gelecek destekleri de kesmeye niyeti yoktu.
İtilaf Devletleri ve Amerika
İtilaf tarafına kredi ve mali destek sağlayan Amerika Devleti'nin böylesi kritik bir konferansta oldukça aktif bir rol oynaması herhangi bir şaşkınlık uyandırmadı.Kendi fikir ve hareket tarzından hiçbir şekilde taviz vermek istemeyen Fransa yönetiminden olan Georges Clemenceau, Woodrow Wilson'a “soylu saf” gibi bir lakap yakıştırmasında bulunmuştu. Dönemin Popüler İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes'de Woodrow Wilson için “kör ve sağır bir Don Kişot” yakıştırmasında bulunmuşlardı. Konferansa liderlik eden devletlerden Fransa ve İngiltere, Avrupa topraklarında bir daha Almanya Devletini ayağa kaldırmamak için uğraşırken; Japonya Devleti ise Avrupa toprakları için herhangi bir beklentisi bulunmuyordu. İtilaf tarafına sonradan katılış yapan İtalya Devleti ise konferansta her zaman dışlanmış ve mağlup olan bir ülke muamelesi görüyordu.(İlerleyen zaman içerisinde Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasında İtalyanların payı olarak planlanan Ege bölgesinin Yunanlılara verilmesiyle bu durum gözlemlenebilir.)
Konferansa Katılan Ermeni Temsilciler
Konferansa dahil olan Ermeni heyet, Doğu Anadolu Bölgesi'nde kurulmayı hedefledikleri Ermeni Devleti haritasını ilk kez uluslararası bir topluluk karşısında kamuoyunun önüne sermişlerdir.İngiltere ve Fransa Yönetiminin yardımını alan bu oluşum bilindiği üzere ilerleyen zamanla birlikte Ermeni çetelerinin sayılarının artması Doğu Anadolu Kolordu Komutanı Kazım Karabekir tarafından bu çetelerin bertaraf edilmesiyle yerle bir edilmiştir.Boğazlar çevresinde her zaman güçsüz bir İtalya isteyen İngiliz ve Fransızlar, İzmir ve ege bölgesini Yunanlıların işgaline izin vererek İtalya Devleti ile olan ilk kargaşa ve çatışmayı başlatmış oldu. Osmanlı Yönetimi ise Paris Barış Konferansı’na aylar sonra 22 Nisan 1920 tarihinde çağrılmıştır. Konferansın sonunda İtilaf Bloğu’nun mağlup ülkelerle imzalandıkları barış antlaşmaları şunlardır: Macaristan : Trianon Antlaşması (4 Haziran 1920). Avusturya : St. Germanin Antlaşamsı (10 Eylül 1919). Bulgaristan : Neuily (Nöyi) Antlaşması (27 Kasım 1919). Almanya : Versailles (Versay) Antlaşması (28 Haziran 1919). Read the full article
#ParisBarışKonferansı#ParisBarışKonferansıNedenveSonuçları#ParisBarışKonferansıSonuçları#ParisBarışKonferansınaKatılanDevletler
0 notes
Text
23 Nisan Hakkında Bilgi ve 23 Nisan Şiirleri
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 23 Nisan 2020 itibariyle 99'uncu yılı kutlanacak. Tüm ülkede bu sefer 23 Nisan günü biraz durgun olsa bile yinede aynı coşku ve heyecan ile kutlanmaya çalışılacak. 23 Nisan'ın önemini ve coşkusunu en iyi bir şekilde anlatan 23 Nisan şiirleri sizler için bu yazımızda.
23 Nisan'ın Önemi
23 Nisan TBMM'nin açıldığı günü bizlere hatırlatır. Artık Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. Senesine geldik. 23 Nisan 2020 günü TBMM'nin açılışının 100. Yılını hep beraber kutlayacağız. Bu anlamlı günün başka bir önemi ise Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk milleti için oldukça öneme sahip olan bu günü çocuklara hediye etmiş olmasıdır. Bu tüm dünya için bir ilk olmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni geleceği olacak çocuklara emanet etmiş ve bugünü de onlara hediye etmiştir. Her sene tüm milletimiz 23 Nisan'ı aynı samimiyet ve içtenlik içinde kutlamaktadır. Ülkemizde icra edilen bu kutlamalara yabancı ülkelerden de pek çok çocuk katılmaktadır. Çünkü tüm dünya'da çocuklar için böyle özel bir günü hediye eden tek ülke yalnızca Türkiye’dir. Bu kutlamalarının en önemli başka bir parçası ise tabi ki de okunan şiirlerdir. Şiirler her daim o günkü duyguları bizlere anlatmanın en iyi yolu olmuştur. Şiirler okuyana da dinleyene de en güzel duyguları hissettirir. Bu nedenle 23 Nisan'da en çok şiirler tercih edilir. Bu sene Covid-19 virüs salgını sebebiyle malesef okullarımızda ve büyük şehirlerimizin önemli caddelerinde kutlamaları yapılamayacak. Ancak karantinada olsak bile 23 Nisan'ın coşkusunu,heyecanını ve yoğun duygu selini evlerimizden yaşayabiliriz. Bu sene evimizin balkonlarını ve camlarını Türk bayraklarıyla donatabiliriz. Anlam yüklü şiirler ile duygu ve çoşkumuzu dile getirebilir ve bu kutlamaları eminiz ki bütün dünyaya duyurabiliriz. Bugünlerde evlerimizde sosyal alemi doğru kullanırsak bu anlam dolu şiirlerimizi buradan paylaşırsak bütün hislerimizi tüm dünyaya ulaştırmış olacağız. İşte Bazı 23 Nisan Şiirleri 23 NİSAN Bugün bir başka aydınlık yeryüzü, Bir başka ağaçların, evlerin yüzü. Bugün çocuklar güzel. Bugün sokaklar güzel... Elimizden tutan her el Daha sağlam Daha mavi gökyüzü; Bayraklar daha yakın. Bakın: geçiyor yarının büyükleri; Şarkılar tutuyor gökleri. Adnan ARDAĞI 23 NİSAN Gün aydın, gözün aydın, Sayısız devrim saydın. Dünyaya bin ün yaydın. O mutlu Nisan bugün Buldun taze can bugün. İşte neşe, işte haz, Sevincin çok, derdin az. Bundan ünlü gün olmaz: Her lezzete kan bugün, O mutlu Nisan bugün, Seyir için bu töreni, Durma aç pencereni, Sana onu vereni, Saygıyla an bugün, O mutlu Nisan bugün, RIZA POLAT AKKOYUNLU Read the full article
0 notes
Text
İbn Rüşd Kimdir? İbn Rüşd Siyaset Felsefesi
Hekim, matematikçi ve felsefeci olan İbn Rüşd(1126-1198), islam dünyasında Aristotelesçi felsefeyi aşılamayı amaçlamıştır. Bugün İbn Rüşd kimdir ve İbn Rüşd Siyaset Felsefesi alanında konuyu inceleyeceğiz.
İbn Rüşd Kısaca İslam dünyasının felsefe alanında, özellikle de Yunan tarzı felsefenin en büyük temsilcisi İbn Rüşd(1126-1198) olduğu kabul edilir. Felsefe tarihi açısından Aristotelesçi felsefeyi islam dünyasına entegre etmeyi amaçlayan ve bu doğrultuda çalışmalar yapmış bir felsefeci olan İbn Rüşd, tüm zamanların en büyük "şarih" i olarak görülmüştür. Bunun nedeni ise, Dante'nin İlahi Komedya adlı eserinde ondan Euklides, Batlamyus ve diğerleriyle birlikte "büyük şarih" diye söz edilmesidir. O zamanlarda felsefeci olmak dinsizlikle itham edilmesine rağmen İbn Rüşd, felsefeyi savunan bir eser kaleme almıştır. Eserleri yasaklanmış ve yakılmış olan İbn Rüşd'e o zamanki dönem içerisinde karanlıkta olan Hristiyan Avrupa sahip çıkmıştır. Böylelikle bilim ve felsefe bayrağını İslam dünyasından Hristiyanlığa geçişin sembolü olmuştur. İbn Rüşd siyaset felsefesinden önce etik felsefesinin anlaşılması gereklidir. Bunun için ilk olarak etik felsefesini inceleyelim.
İbn Rüşd Siyaset ve Etik Felsefesi
İbn Rüşd Etik Felsefesi İbn Rüşd, metafizikte olduğu gibi etikte de Aristoteles'i izlemiştir. İbn Rüşd'e göre mutluluk hedefine erdemli bir yaşayışla erişilebileceğini, bununda ideal bir toplum düzeninde meydana gelebileceğini savunur. İbn Rüşd, Eşarileri pek çok konuda olduğu gibi etik alanında da karşı çıkmıştır. Eşarilerin ahlaki doğruluğu ve yanlışlığı bütünüyle Tanrının emirlerine uygunlukla açıklanan görüşü şiddetle eleştirmiş ve bunun tam tersine İbn Rüşd, ahlaki kavramlar ile ilahi emirler arasında bir ayrım olduğunu öne sürer. Onun Aristoteles yaklaşımı benimsediği yer burasıdır. İbn Rüşd tıpkı Aristoteles gibi, Eşari kelamcılarının görüşleri insanın gerçek doğasını ifade edemediğini ve her şeyin bir özü ya da doğası olduğunu savunur. Bu söz konusu olan doğanın da o şeyin amacını belirlediğini ifade eder. Bu ifadeye göre insanın bir doğası olduğunu ve bu doğa insan davranışın yöneldiği amacı belirtir. Bu amaç ise insan yönünden mutluluğu temsil eder. İbn Rüşd, insanın kendi özü gereğince bağımsız olduğunu ifade etmekle birlikte bir yandan da dış olaylar ve kendisinin dışında gelişen bazı olumsuzluklar neticesinde bağımlı olduğunu ifade eder. İnsan kendi iç varlığı bakımından özgür fakat kendisinin dışında gelişen olaylar bakımından özgür değildir. Doğal ve ilahi yasaların yönetimi altındadır. Bu söylemlerden insanın iki çizgi arasında kaldığı anlaşılır. İnsan, "irade varlığı" olarak kendi eylemlerinden sorumlu olmakla birlikte; kendi tercihi sonucunda gerçekleştirdiği tüm eylemlerden dolayı sorumluluk duygusu taşır. Ancak kendi elinde olmayan olaylar sonucunda sorumlu değildir. İbn Rüşd Siyaset Felsefesi İnsan amacını, hayır ve şer karşısında bir seçim yaparak hayata geçirir. Bu amaç ise mutluluk olup, insanın tam olarak yetkinleştirilmesinden ve ayrıca kendini tam olarak gerçekleştirmesinden meydana gelir. Aristoteles'in düşündüğü gibi İbn Rüşd'de insani mükemmellik; teorik erdemler, pratik sanatlar, ahlaki erdemler ve pratik davranış olmak üzere dört temel kategoride birleşir. İnsanın hedefi esas olarak teorik erdemleri kazanmak olduğundan diğer erdemler yalnızca teorik erdemlerin gerçekleşmesi için vardırlar. Özü gereği uygar, doğası gereğince ise siyasal bir varlık olan insan hemcinslerinin yardımı olmadan bu erdemleri gerçekleştiremez. Bunun için insan hayatını başkalarıyla paylaşmak zorundadır. Sonuç anlamında mükemmellik ve mutluluğun ancak bir toplum içinde mümkün olacağını ileri süren İbn Rüşd diğer Müslüman filozoflara benzer şekilde devletle insan ruhu arasında ilişki kurarak, kişinin erdemli olabilmesi için nefsin diğer bölümlerinin teorik hikmetin kontrolü altında olması gerektiğini ifade eder. Devletin de ideal bir devlet olabilmesinin şartı yönetimin hikmete dayalı olduğunu savunur. Devlet vatandaşların erdemli olabilmeleri için iki yol izleyebilir. Bunlardan biri ikna yani eğitim yoludur. Diğeri ise, zorlamadır. Gerçekçi ve akılcı olmayı her fırsatta dile getiren bir filozof olan İbn Rüşd, ikna yönteminde başarı sağlanamaz ise zorlama yoluna başvurulabilir. Fakat bu yolun olumlu bir yol olmadığını ifade eder. İbn Rüşd' göre zorlama ancak bir fikri kendi istediği doğrultusunda kabul etmeyenler için başvurulabilir. Bundan dolayıdır ki bu yola erdemli bir devlette ihtiyaç duyulmaz. Read the full article
0 notes
Text
Muhammed Rıza Şah Pehlevi Kimdir?
Muhammed Rıza Şah Pehlevi 26 Ekim 1919 tarihinde Tahran'da dünyaya gelmiştir. 27 Temmuz 1980 tarihinde Kahire ölmüştür, 1941 tarihinden, ülkesini bıraktığı 1979 tarihine kadar tahtta oturmuş bir İran şahıdır. Genel olarak batı düşünce yapına sahip bir dış politika izleyen Muhammed Rıza Şah Pehlevi, İran Devletinin son monarşik lideri olmuştur. Şehinşah ve Sayeh-eh-Hodah gibi önemli olarak görülebilecek imparatorluk unvanlarına sahiptir. İkinci Dünya Savaşı esnasında İran Devleti'ni kuşatan Birleşik Krallık ve SSCB'nin yoğun baskılarıyla tahttan çekilmek zorunda bırakılan babası Rıza Şah'ın yerine tahta geçmiştir. Tahtta bulunduğu süre boyunca İran petrol endüstrisi demokratik olarak seçilmiş olan o dönemin başbakanı Muhammed Musaddık talimatlarıyla kısa süreliğine millileştirildi. Ancak Muhammed Musaddık, Amerika-Birleşik Krallık yardımlı bir darbeyle görevinden uzaklaştırılmıştır. Yönetim hayatına, Pers İmparatorluğu'nun 2.500. kuruluş yıl dönümü için hazırlanan kutlamalar damga vurmuştur. İktidar sahibi olarak, İran'ı dünya yönetimi için önemli bir güç haline getirmeyi ve modern bir devlete dönüştürme vaatlerinde bulundu. Beyaz Devrim isimli yep yeni bir programı uygulamaya geçirdi. Bu program içerisinde kadınlara oy hakkının verilmesi ve çeşitli endüstrilerin millileştirilmesi gibi önemli hakları da kapsamaktaydı ama en çok ekonomik, sosyal ve siyasi alanda yenilikler içeriyordu. Zaman içerisinde, seküler bir Müslüman unvanıyla, yürüttüğü güçlü yenilik ve sekülerleşme siyaseti, İsrail Hükümeti ile olan ilişkileri. Ayrıca Bazaari adı verilen geleneksel tüccar sınıfıyla arasındaki çatışmalar, kendisi, ailesi ve yönetici elitle ilgili yolsuzluk gibi konular. Bütün bunlar sonucunda Şii ruhban sınıfının ayrıca çalışan sınıfların da arkasında vermiş olduğu desteğini kaybetmeye başladı. Bunlar ile beraber olarak komünist bir parti olan Tudeh'in yasaklanması, istihbarat örgütü olan SAVAK'ın siyasi muhalifler üzerinde uyguladığı yoğun ve bitmek bilmeyen baskı, Amerika ve Birleşik Krallık yönetimine olan desteği, İslamcı ve yükselen komünist aktivitelerine karşı çatışması yönetime karşı oluşan güçlü muhalefetin başka bir sebebi oldu. Muhammed Rıza Şah Pehlevi Ölümü 1979 tarihine gelindiğinde ise, siyasi huzursuzluk artarak bir devrime hareketine dönüşerek Muhammed Rıza Pehlevi'nin 16 Ocak tarihinde, İran'ı artık terk etmek zorunda kalmasına sebep oldu. İlerleyen zaman ile İran'da monarşiye son verilerek Ruhullah Humeyni liderliğinde cumhuriyet ilan edildi. Arkasından idam cezasına çarptırılan Şah, siyasi bir sığınmacı olarak kabul gördüğü Mısır'da 1980 tarihinde öldü. Read the full article
#MuhammedRızaŞahPehleviHakkındaKısaBilgi#MuhammedRızaŞahPehleviHayatı#MuhammedRızaŞahPehleviKimdir?#MuhammedRızaŞahPehleviNedenÖldü#MuhammedRızaŞahPehleviÖlümü
0 notes
Text
Atatürk İlkeleri Nelerdir? Kaça Ayrılır?
Atatürk ilkeleri, yapılan inkılapların içinden ortaya çıkmıştır. Atatürkçü düşünce sistemi olan altı ilke 1937 yılında anayasada yer almıştır.Bu ilkeler; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılıktır. Şimdi bu ilkelerin tek tek hangi konuları kapsadığını inceleyelim.
Atatürk İlkeleri
1- Cumhuriyetçilik: Atatürk cumhuriyeti, demokrasi sistemiyle devleti yönetmektir şeklinde tanımlamıştır. Atatürk'e göre cumhuriyet, "Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir." Cumhuriyet ilkesi, diğer ilkelerin en başında gelmekle birlikte diğer ilkelerle sıkı sıkı bağlıdır. Zira bu ilkeler Cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucu ve aynı zamanda parçasıdır. Cumhuriyet, devletin idaresini bir kişi, kurum veya bir zümrenin elinden alarak doğrudan halka vermiştir. Cumhuriyet, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamı taşır. Cumhuriyetçilik ilkesinin en önemli özelliği, milli egemenlik ve tam bağımsızlığa bağlı olmasıdır. Bu iki temel öge sadece cumhuriyet rejiminin içinde var olabilirler. 2- Milliyetçilik: Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin ayrılmaz bir ilkesi olan Milliyetçilik, çağdaşlaşmayı ve kendi benliğimize, kişiliğimize sahip çıkmamızı gerektirmektedir. Atatürk, Türk milletine yeniden özgüven kazandırmış "Türk, Övün, Çalış, Güven" sözü ile Türk olmanın gurur ve mutluluğunu tattırmıştır. Milliyetçilik ilkesi, ırkçılığa varan aşırı milliyetçilikle asla bağdaştırılamaz. Atatürk'ün ".....Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyar ve riayet ederiz." Sözünden anlaşılacağı üzere barışçı ve insancıl bir ilke olan Milliyetçilik, aynı zamanda da akılcı ve gerçekçidir. Atatürkçü Milliyetçilik anlayışının önde gelen amacı çağdaşlaşmaktır. 3- Halkçılık: Halk; aynı ülkede yaşayan ve o yaşadığı ülkeyi vatan bilen, kaderini o yaşadığı ülkenin kaderine bağlamış insan topluluğuna denir. Halkçılık ilkesi, halkın kendi kendini yönetebilmesini ve kanun önünde eşitliğini, sınıfısız ve ayrıcalıksız bir toplumu öngörür. Atatürkçü Halkçılık anlayışında vatanı bölücülükten ve sınıf ayrımından koruyan bir sistemdir. Halkçılık ilkesinin üç önemli niteliği bulunmaktadır bunlar; Demokratlık, sınıf mücadelesini asla kabul etmemek ve kimseye ayrıcalık tanımamak. Atatürk'ün Halkçılık ile ilgili bazı sözleri: “Yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.” “Bugünkü varlığımızın temel niteliği milletin genel eğilimini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükûmetidir”. 4- Devletçilik: Atatürk'ün diğer bir ilkesi olan Devletçilik, bir ekonomi politikası olarak tanımlanabilir. Geniş manada bakılacak olursa Devletçilik, ülkenin ekonomik, kültürel ve sosyal anlamda kalkınabilmesi için devletin ihtiyaçları karşılaması sonucu ortaya çıkmış bir ilkedir. Devletçilikte özel sektörün yanı sıra devlet ekonomik alanda girişimlerde bulunur. Özel sektör ile devlet sektörünün bir arada olması karma ekonomiyi ortaya çıkarmakla beraber planlı ekonomiyi zorunlu kılar. Planlı ekonomi ise devletçiliğin temel özelliğidir. 5- Laiklik: Atatürk İlkeleri'nin ve Türk İnkılabı'nın temel yapı taşı olan Laiklik, kelime olarak dilimize Fransızca'dan geçtiği bilinmektedir. Anlamı ise, rahipler sınıfına mensup olmayanlardır. Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Laiklik geniş anlamda ise, devletin ve o devlette yaşayan insanların dini ibadet ve inançlarına hiçbir şekilde karışmaması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. 6- İnkılapçılık: İnkılapçılık, yenileşme ve ilericilik ilkesidir. İnkılapçılık, artık çağ dışı kalmış hantal kurumları kaldırarak yerine çağın gereksinimlerine uygun modern kurumlar ortaya çıkarmaktadır. İnkılapçılık belli bir kalıba bağlı kalmayı değil, sürekli yenileşmeyi ve çağı yakalamayı hedefleyen dinamik bir yapıdır. Aklın ve bilimin ışığında sürekli ilerlemeyi temsil eder. Ülkemizde inkılap tarihi üzerine araştırmalar devam etmektedir. Read the full article
1 note
·
View note