#yakışıklı er
Explore tagged Tumblr posts
Text
korkutma beni. bu yaşlı, başsız, kelli, felsiz hâlimle. gereğinden ziyade güzelsin zaten, aklımı çelme. takma fikrime aksak ritimler. o havaya ayarlı değil bu yelken, bu gemiler. kimin rastlantısı benim başıma geldi, bilinmez. ummandır ıslak aksak girilmez. kapma kutusunu cahil ömrümün, açılır da içinden boş bir hayal çıkar, seçilmez. daha bu yağış bir şey değil, sen bir de acıklı halimi gör. ürkünden derin soyulur, farkına varmazsın. suda balık nasıl aymayı bilmez, su da balık da, hangi denizin neresindedir ayırmaz. böyle bir sevmek vardır ve birçok er mektubunda görülmüştür. yok, kadınlara aşık olanların işidir şiir. kirlidir yakası gömleklerinin, boyuna boyna fular papyon istemez. şairin boğazı darboğazdır, boğazın en inceldiği yerden solur. gülme üstüme, kaçacak yerim yok. gelme yareme, yarın veya başka seyir. tarih tevellüt, iklim, cetvel yok. saçlarında bulunabilir bazı kayıp kentlerin yakışıklı cesetleri. bir ağıta asılı kalır, infaz gibi acılı çağların. yeri geldi diye ağlıyorum, yoksa hiç aklımda yoktu. gidenler gelirler her gece yalnızlığıma, halleşir vedalaşırız. bir merhaba saflığında kalanlarda kalmış ya aklı gidenlerin, hep eski haberler arıyorlar, günlük taze gazetelerde ve yalanlar kalanlara kalıyor. nasılsa gidenler gerçeğin olduğu yerde. sebebim sensin, bu mürekkep balığı, bu bukalemun, bu kalem, yokluğun. her şeyi sorduğum hayat, beni rahat bırak! her evin kilerinde toz içinde kitabı, ölülerle konuşma sanatının grev var ansiklopedilerin bazı sayfalarında. süresiz olarak açıklamıyorlar bazı ideolojileri. sözlüklerin bazı sapa harflerinde işi yavaşlatma eylemi, beş saati buluyor, anlamak bir sözün etnik kökenini. bütün bunların sebebi sensin, asla hatırlanmayacak bir rüyanın ortasında, elinde derin bir uyku kokusu.
22 notes
·
View notes
Note
Neden burdasın? Belli ki işler yolunda yazdıklarından anladım seçicisin kategorinize uyarım sizde uyun dediğine göre yakışıklı bir tipsin. Er neden burdasın?
Bir sebebi yok. Yani kadın düşüreyim gibi bir arayışım zaten yok. Eğleniyorum arada sohbet oluyor. Hepsi bu.
0 notes
Text
Halktv✔Bir bu eksikti İtalyan ve İngiliz futbol takımları İstanbulda maç yapıyorlar yollar kapalı bir sürü İtalyan İngiliz pislik her yere doluştular bizim bahçeye bile geldiler de Allahtan 1'er cola/çay/nescafe içip kalktılar kokuyorlar ya avrupalısı da usalısı da afrikalısı da arap afgan pakisi de hintlisi de endonezyalısı da malezyalısı da ne kokusu anlayamıyorum ki parfüm deodorant bile kapatamıyor 😷Allah için tarafsız konuşurum ben bazı Türkler Ermeni ve Yunanlarda da var bu koku artık s��k yıkanmıyorlar desem beni taşlarlardı en son geçen yıl Paristen🗼(kız anam kurbanınız olayım bu emoji Eyfel mi Pizza mı?) yakışıklı kuzenim geldiğinde eylül mü ekim mi yıkanmıştım ama Rus/Japon/Çinli/Koreli/Canadalı/Hollandalı hiç sevmesem de Azeriler kokmuyorlar demek genlerle ilgili?yok anam Türkiyede bok var en büyük işgâl sanayi gelmeyen enayi😠(Rahmetli Ferhan Şensoy'un (Saygılarla💙) hangi oyunuydu?Şahları da vururlar mı kahraman bakkal süper markete karşı mı bu bir tirattı"en büyük savaş sanayi savaşmayan enayi)Gelmezlerse ölürler geçmişine yandığımın yaratıkları😤😠😈
0 notes
Text
Gerçekler.
Hayattan pek bir beklentim artık kalmadı belkide son damlası bu olay olmuştur bilemiyorum
nerden başlasam onu bile bilmiyorum ama belki sadece hissettiklerimi anlatmaya çalışabilirim şöyle düşünün
yıllarca yalnızsınız bir sevgiliniz yok aşık olamıyorsunuz kimse size bakmıyor kimse sizi görmüyor kimse sizi duymuyor bağırmak istiyorsunuz ama sesiniz çıkmıyor sonra bir kız geliyor zaten yıllardır yanıbaşınızda duran fakat çok az ve nadiren konuştuğunuz güzel bir kız bu kızla daha fazla konuşmaya başlıyorsunuz kendinizi mutlu hissediyorsunuz ve şöyle diyorsunuz "evet başardım onca şeyden sonra gerçekten onu buldum" ama hesaba katmadağınız çok şey var bazı gerçekler gibi
kendini kandırmayı bırakıp asla yakışıklı olmadığın biraz bile tatlı olmadığın gerçeği sadece komiksin bunun dışında hiç bir özelliğin yok fakat bu kız çok mükemmel başka bir barney sözüyle "Legendary" o kadar mükemmel ki ona baktığınızda sanki hayatta hiç bir şeyin değeri kalmıyor sadece o ve sen ama bu kız seni sevmiyor belki bunu söylemek için çok erken ama er yada geç anlayacaksın yine mutlu olamayacaksın çünkü kaderin bu yaratılış amacın bu yalnızlık. sadece yalnızlık birine aşık ol biraz ilerlesin bağlan sonra kız seni sevmesin ve eski hayatına geri dön o çöplüğe tekrar dön Spotify'a gir 505 aç o boktan değersiz hayatına devam et onun da yaşadığı şeyler olabilir ama sen bu kızı o kadar istiyorsun ki her şeyi yapmaya hazırsın ama elinden hiç bir şey gelmiyor ve bu kız aşk istemiyor hayatı yeterince kalabalık başında yeterince dert zaten var bide ben ona yük olamam onları buna anlatamam da bunu yaparsam her şey daha kötü olur ve buna rağmen o kadar mükemmel biri ki arkasından böyle ağladığımı onu bu kadar istediğimi öğrense o da üzülür
belki de sadece susmalıyım ki zaten konuşamam da bu yazdıklarım size hissettiklerimi anlatabilir mi bilmiyorum ama sadece yazıyorum
ama o o kadar mükemmel ki sadece yanında yürürken bile hissettiklerin kadar harika bir şey yok boynuna sarılması karşıdan karşıya geçerken koluna dokunması sadece bunları bile yaşamak o günü hayatımın en iyi günü yaptı ve bunlara rağmen onunla konuşamıyorum o çok çalışıyor
ama onu istiyorum beynimi belki biraz ikna ediyorum ama kalbim beni yiyip bitiriyor gece uyumadan önce fotoğraflarını izliyorum sonra tavanı seyretmeye devam ediyorum nereye bakarsam bakayım içime bir heyecan doluyor ama bunu ona gösteremiyorum geriye sadece ona aşk dolu bakışlarım kalıyor
ben ortaokuldan beri gerçekten aşık olmamıştım ama bu farklı ben ilk defa böyle hissediyorum
ama hayatında yerim yok gereksizim çirkinim
sanki "siyah beyaz filmdeki gökkuşağı benim" ne kadar yazdım sizi ne kadar sıktım bilmiyorum ama özür dilerim sadece biraz içimi dökmeye ihtiyacım var tekrardan özür dilerim
1 note
·
View note
Text
Benim içinde yaşa benim içimde de öl benim içinde öl..
#aşk#kaybedenler kulübü#kaybettin#kaybettim#yakagayak#aşk neden can yakar#yakalandı#umut bitti gezegeni yakın#yakışıklı er
24 notes
·
View notes
Text
BAHTSIZ BAHTİYAR
Makbule, Hasan'ın gece vardiyasından geleceği saate kahvaltısını hazır etmişti. Haşladığı yumurtaları soyup bakır tasa doğradıktan sonra yumurtaların üzerine biraz da limon sıktı. Demlenen çayın kokusu sobalı,üç göz olan bu kerpiç evi iyiden iyiye sarmaya yetmişti. Makbule, uzağı çok seçemeyen gözlerinden birini hafifçe kısarak duvardaki saate baktı ve iç odada yatan oğluna seslendi:
- Bahtiyar! Bahtiyar! Kalk Allah'ın cezası. Abin gelmek üzere. Kalk da abini kızdırma.
Bu yoksul evin içinde herkesin korktuğu tek kişi Hasan'dı. Hasan kırk iki yaşında, iki yüz kişinin çalıştığı bir fabrikada döküm ustası olarak çalışıyordu. Hâliyle eve para getiren tek kişinin Hasan olması, annesi Makbule'nin gözünde taktir ve dua edilesi bir uğraştı. Güçlü yapısı ve kuvvetli pazuları tüm mahallede konuşulurdu. Bahtiyar ise otuz sekiz yaşında doğuştan hasta bir zavallıydı. Kafa yaşı on yaşındaki bir çocuğun yaşı kadardı. Tüm gün evde oturur, pencereden hava güzelse başını uzatıp dışarıda top oynayan çocukları seyrederdi. Nadiren dışarı çıkar onda da abisi Hasan'ın yaptığı sapanla kuş avlamaya çıkardı. Koca sakallı bir adamın elindeki sapanla kuş kovalaması Bahtiyar'ı bilmeyenler için şaşılası bir halde. Makbule otuz sekiz yıl boyunca Bahtiyar'ın bu hâlini bir sınav kabul etmiş ancak özellikle son üç beş yıldır bu sınavdan da iyice sıkılmıştı. Artık iyice yaşlanan Makbule'ye Bahtiyar'ın bakımı giderek zor geliyordu.
Bahtiyar, annesinin sesini duyunca yatağından gerinerek kalktı. Duvardaki rahmetli babasının askerken annesine gönderdiği fotoğrafa bir asker selamı çaktı. Babası henüz iki çocuğu da küçükken bir vinç operatörünün dikkatsizliği sonucu ölmüştü. Bahtiyar o günden beri her sabah babasının fotoğrafına asker selamını verir, belki de yaşayamadığı baba oğul ilişkisi için içten içe o koca bedeninin içinde çocuksu hüzünler yaşardı. İyice kendine geldikten sonra içeriye yöneldi:
- Elini yüzünü yıkamadan mı sofraya oturdun itin eniği? Abinin eli kulağındadır. O gelmeden dokunma sofraya bir daha.
Bahtiyar eliyle kulağını tutarak gittiği semt pazarlarının umumî tuvaletlerini andıran lavaboda yüzünü yıkadıktan sonra tekrar yer sofrasına bağdaş kurup oturdu. Hâlâ bir eli kulağındayken Makbule merakla sordu:
- N'oldu? Kulağın mı ağrıyor? Niye kulağını tutuyorsun?
Bahtiyar bu soruya cevap vermeden bir öne bir arkaya sallanmaya başladı.Onun bu sallanması kafasının dolu olduğuna ya da bir sıkıntısı olmasına yorulurdu.
Sorusuna cevap alamayan Makbule iyice sinirlenip " Seni doğuracağıma taş doğuraydım, teneşirlere gelesin inşallah! Allah'ım ben sana ne ettim de sen bu deliyi başıma musallat ettin?" diye beddualar etmeye başladı.
Evin demir kapısını kendi anahtarıyla açan Hasan ayakkabılarını çıkarırken, sesi duyan Bahtiyar hızla oturduğu sofradan kalkıp:
- Abi, abey... Abi, abey diyerek Hasan'ın elini öpmek için yeltendi.
Hasan yan gözlerle Bahtiyar'a ve yer sofrasına baktıktan sonra " Ana, ben yemeyeceğim. Fabrika da biz kahvaltı ettik.Biraz yatıp uyuyacağım. Şu deliye de söyle ses etmesin." dedikten sonra odasına çekildi. Makbule, Hasan'ı rahatsız etmemesi için Bahtiyar'ı çağırıp sıkı sıkıya tembihledi. Odasının kapısını sertçe kapayan Hasan, yer döşeğine büyük bir "off!" çekerek kendini attı. Gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı.
Yarım saat geçmeden Hasan anasına seslendi:
- Ana! Ana!
- Geldim geldim... Hayrola Hasan uyumadın mı sen?
- Boş ver ana şimdi uykuyu.Diyeceklerim var sana. Gel otur şöyle.
Makbule, Hasan'ın davranışlarından biraz ürküp biraz da merak ederek Hasan'ın yer döşeğine oturdu.
- Anlat hele.Bir şey mi oldu?
Hasan, cüzdanının gizli bölmesinden çıkardığı siyah beyaz bir fotoğrafı annesine uzatarak söze başladı:
- Fatoş. İsmi Fatoş. Bizim fabrikada mutfakta çalışır. Aslı Antepli. O da benim gibi bir kere evlenip boşanmış. Biz konuştuk anlaştık. Evleneceğiz.
Makbule için en kıymetli şey oğlımHadçç oğlunun böylesi bir ödülü hak ettiğini düşünüp:
- Oğlum ne güzel bir haber bu. Sen de döl tutacaksın e mi? Çoluk çocuğa karışacaksın. Çok şükür seni verene. Kurban olurum ben seni yaradana, dedi.
Hasan derin bir iç çektikten sonra tablasını çıkardı. Tütünü koklayıp kağıdını yaladıktan sonra ağzına yapışan kağıt parçasını elinin tersiyle sildikten sonra düşünceli şekilde annesine baktı:
- İyi hoş da ana, ben bu gelini bu evde bu delinin yanında nasıl tutarım? Bahtiyar bazen dal daşak dolaşıyor evin içinde. Başka eve çıkayım desem paramız malûm.
Makbule başını iki yana sallayıp:
- Sen merak etme Hasan. Ben bu deliyle baş ederim.
Hasan annesinin sözleriyle biraz olsun rahatlamıştı. Yaktığı tütünden bir nefes daha çektikten sonra annesinin elini öptü. Makbule'nin tek derdi oğlu Hasan'ın mürüvvetini görmek ve komşusu Hacer'e nispet yapmaktı. Zira Hacer de üç oğlunu arka arkaya evermiş, her keresinde " Bir deliyle yaşamak zordur , sabret, bak biz oğlanı everiyoruz, öbür gelin de bu ay doğuracak. Hasan da bulamadı mı daha birini?" diyerek gerine gerine anlatmıştı.
Hasan evden çıkmak üzereyken Bahtiyar, abisinin ayaklarına yapıştı.
- Abi, abey... Abi, abey, dedi.
Bu, Bahtiyar'ın da evden dışarı çıkmak istemesi anlamına geliyordu. Hasan kardeşinin bu isteğini anlamış olacak ayağını silkeleyerek:
- Bırak lan, deli. Kahveye gidiyorum ben. Seni almazlar oraya. Bıraksana oğlum şu ayağımı, dedi.
Bahtiyar oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Hasan ise umursamadan yoluna devam etti.
...
Kahvenin önündeki boş masalardan birine oturan Hasan tekrardan tablasına davranmıştı ki :
- Oo! Hasan kardeş hoş geldin. Düğün ne zaman?
Soruyu soran Adem'di. Adem hem fabrikadaki ustabaşı hem de bu kahvenin sahibiydi. Aynı zamanda Hasan'ın da çocukluk arkadaşı olan Adem'i, karısını dövüyor diye mahalleli pek sevmezdi. Sırf bu yüzden birçok müşterisini de diğer kahveyi işleyen rakibi İsmet'e kaptırmıştı.
Hasan birçok sırrını paylaştığı bu aziz dostuna:
- Kısmetse hemen isteyeceğiz. Küçük bir düğün yaparız biz de.
İsmet bir kaşını kaldırıp:
- O gelin o eve gelmez. Bahtiyar'ın hâli ortada, dedi.
Hasan'sa:
- Eee! Sanki biz bilmiyoruz, diyerek elini masaya sertçe vurdu. Muhabbetin daha fazla uzamasından korktuğu için İsmet'e bir şey demeden kalkıp evine gitmeye karar verdi.
Üç ay geçmiş, Hasan ve Fatoş evlenmişti. Hasan kadınsız yaşadığı günlere inat, bulduğu her ortamda Fatoş'u sıkıştırıyor ve odalarına çekilmek istiyordu. Evin içinde onların sevişmelerine Bahtiyar bazen denk geliyor ve ne yaptıklarına anlam vermeye çalışıyordu. Hasan ve Fatoş'un mutlu geçirdiği bir gecenin sabahında Bahtiyar, yarı çıplak yengesinin ve abisinin karşısına çıkıverdi. Hasan, Fatoş'un gözlerini eliyle kapamaya çalışırken seslendi:
- Ana! Ana! Şu deliyi al götür burdan. Elimden bir kaza çıkacak sonra.
Sesi duyan Makbule, Bahtiyar'ın densizliğini anlayıp yıldırım hızıyla yanlarında bitiverdi.
- İtin eniği, gel buraya. Ne işin var senin burada? Onlar evli. Bir daha görmeyeyim seni abinin yanında.
Bahtiyar ne olduğunu anlamadan:
- Abi... Abey, diyebildi sadece.
Aylar geçtikçe Bahtiyar'ın abisi ve yengesinin ilişkisini anlaması kolay hale gelmişti. Yarı iyi yarı kötü geçen bunca zamandan sonra demir kapının zili sanki alacaklı gelmişçesine ardı ardına çaldı.
Bahtiyar sesi duyunca yerinden ok gibi fırlayarak kapıyı açtı. Gelense Muhtar Veysel'di. Veysel Efendi on beş yıldır bu mahallenin muhtarlığını yapıyordu. Birçok seçime rakipsiz girmiş, mahalleli tarafından da gün geçtikçe sevilir olmuştu. Başındaki Ecevit şapkasını koltuğunun altına alarak söze başladı:
- Valla Makbule Hanım beni bilirsin. Yaş yere basmam. Hem sevaptır. Bak bu yaşına gelmiş ikisi de. Ne zararı olacak ki size? Hem Bahtiyar'ın da hakkı değil mi bu dünyada mutlu mesut yaşamak. Üstelik ağzı var dili yok.
Makbule, muhtarın dediklerine acil cevap vermekten kaçınarak " Ben bir de abisine sorayım. Bakalım Hasan ne der bu işe? " dedi.
Makbule, Hasan akşam eve döndüğünde muhtarın kendine dediklerini bir bir anlattı. Hasan bir müddet düşündükten sonra everelim gitsin, dedi. Bahtiyar aşağıdaki mahalleden çeşmeci Nurettin'in büyük kızı Cennet ile evlendirilecekti. Cennet de tıpkı Bahtiyar gibi doğuştan rahatsızdı. Bu iki zavallının kaderi evlilikleriyle birleşmeye artık hazırdı. Tüm hazırlıklar - kız isteme de dahil - bir ay içinde bitti. Makbule düğün gecesi oğlu Bahtiyar'ın elinden tutarak ona neler yapması gerektiğini anlattı:
- Oğlum, bak siz Cennet'le bugün evlendiniz. Bundan sonra beraber sarılıp uyuyacaksınız.
Bahtiyar anladım dercesine sevinçle annesine baktı. Uzun süreden sonra Bahtiyar'ın ilk kez gözlerinin içi gülüyordu. O gece Bahtiyar ve Cennet tıpkı Makbule'nin dediği gibi sabaha kadar sarılıp uyudular. Günler geçiyordu. Bahtiyar artık mutluydu. Kahvaltıda bile başını Cennet'in omzuna koyuyor annesinin sözünü dinliyordu.
Hasan artık sıradanlaşmaya başlayan evliliğinde karısı Fatoş'un annesini kaybetmesiyle kısa süreli bir yalnızlık hissedecekti. Çünkü Fatoş ve Makbule Antep'e cenaze için gidecekler ve yaklaşık bir ay kadar dönmeyeceklerdi. Hasan ay başında maaşını alınca Antep'e kendisinin de geleceğini söyleyerek otogardan karısı ve annesine el salladı.
Fatoş ve Makbule Antep'e gittiği için evin tüm işleri ise Bahtiyar'ın karısı Cennet'e kalmıştı. Cennet sabahları herkesten evvel kalkıyor dolaptan peynir ve zeytin çıkararak yer sofrasına koyuyordu. Onun için kahvaltı sadece zeytin ve peynirle sınırlıydı adeta. Kahvaltıdan sonra Bahtiyar elindeki sapanı abisi Hasan'a göstererek kuş avlamak istediğini anlatmaya çalıştı.
Hasan ise oralı olmayıp:
- Git, sen git hadi. Ben uyuyacağım, dedi. Bahtiyar abisinden aldığı cesaretle yerinden kalkıp evden çıktı.
Üç göz odalı evin beyaz badanalı duvarları işte o sabah karanlığa bürünmüştü. Bahtiyar'ın dışarı çıktığını sertçe demir kapıyı kapamasından anlayan abisi Hasan, bulunduğu mutfaktan oturma odasına geçip boylu boyunca somyaya uzandı. Cennet ise kahvaltı sofrasını toplamaya çoktan başlamıştı. Yere kurduğu sofrayı kaldırmak için eğildiğinde daha önce kimsenin görmediği dolgun göğüsleri gömleğinden taşmak üzeriydi. Hasan ilk önce gözlerini kaçırmış sonra da hallenmişti. Maksisinin bir ucunu kaldırıp beline dolayan Cennet ise sıyrılan kumaş parçasından görünen etinin farkında olmadan bulaşığa girişmişti. Pis gözleriyle Cennet'i süzen Hasan, uzandığı somyadan doğrulup Cennet'e doğru yöneldi. Rızası olmadan, gözyaşları içinde sessiz çığlıkları atan Cennet'in üstündeki Hasan' a dur diyecek kimse olmamıştı. Bu kötü olaya tanık sadece beyaz badanalı duvarlar değildi. Mutfak penceresinden Cennet'i izleyen biri daha vardı:
- Abi, abey... Abi, abey...
Bahtiyar, karısına sahip olan abisi Hasan'ın Cennet'e kendisinin sarılması kadar masum sarılmadığını fark etmişti. Elindeki sapanla ağlayarak koşmaya başladı. Durmadan dakikalarca koştu. Onu görenler Bahtiyar'ın bu haline şaşırmıyordu. Çünkü Bahtiyar sadece kızgın olduğunda bu kadar hızlı koşardı. Yapımı devam eden bir inşaatın en tepesine kadar çıktı. Bahtiyar sımsıkı tuttuğu elindeki sapana son bir kez daha bakıp ağzından dökülen iki kelimeyle kendini yere bıraktı:
- Abi, abey...
#hikaye#hot#home#horror#hip hop#gerçek#öykü#bir çöküşün öyküsü#öyküler#edebi sözler#sanantonio#sanatçı#sanat#sanatsal#türkiye#türkei#yakışıklım#yakışıklı er#kadın#iyi ve güzel kadınlar hep ağlar#kadınım#şans#şanslıçift#ikinci şans#hot guy#hotboys#izmir#konya haber#ból istnienia#istanbul
3 notes
·
View notes
Text
Tv'de Yırtık Niyazi adlı melodram seyrediyorum rahmetli Feri Cansel'in söylediği "pırasa"Türküsü bana gine bir çocukluk anımı hatırlattı 4-5 yaşlarımdayım salı günleri Balat pazarına giderlerdi annemler gine annem necibe ve gülsüm teyzelerim ve nusret halam(hepsine Allah rahmet etsin💔)beni de yanlarına alıp pazara gittiler gülsüm teyze Erzincanlıydı hoş şivesi vardı pırasacı genç "pırasssaaa" deyip bağırıyor gülsüm teyze çantasını pazar tezgâhı üzerine bıraktı "bahçelerde pırasa pırasaya kar yağsa kızlar kocasız kalsa bu yakışıklı pırasacıya yalvarsa"deyip Türkü söyledi pazardakiler de "yaşa neşemiz yerine geldi"deyip gülerek alkışladılar pırasacı da"amin ablam Allah söyletti"deyip 1'er kilo pırasa ve havuçu gülsüm teyzeme bedava vermişti Türkü beni eskilere götürdü heeeeyy rahmetli Tanju Okan sesi gümbür gümbür o da film de oynuyor müthiş ses Avrupalı Usa'lı olsaydı bizim eleştirmenler kapısına seccade sererlerdi İtalyada opera eğitimi görmüş ünlü bir bariton olabilirdi ama müziğin başka dalını seçti.babamın çok sevdiği"dünyada tek dostum içkim sigaram onlar da terk ederdi olmasam param canım kadar sevdiğim el oldu şimdi dünyada dost denilen kelime yalan"ekleyeyim!
0 notes
Text
Yakışıklı popi er*ek olsaydım şu an gelen kutum dolu olurdu
29 notes
·
View notes
Text
OKURMUSUNUZ_?
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm.. Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri yıpranmış eski bir zarftan başka bir şey yoktu… Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda, özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve “Sevgili Michael” diye başlıyordu.. Ve “Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini” anlatarak devam ediyor.. “Ama sakın unutma, seni daima seveceğim” diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..”
Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez hemen telefon idaresini aradım.Görevli kişi, kendisine bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat ısrarım karşısında: “Belki, size yardımcı olabilirim” dedi. “Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin..” dedi.
İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi.. “Bağlıyorum efendim.”
Telefonda, karşıdaki hanıma “Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını” sordum. “Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden aldık” dedi.
“Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?..”
“Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip ederseniz, belki adres bulursunuz..” deyip bana huzurevinin adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş.. Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan bilirlermiş..
“Bunların hepsi aptalca aslında” dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..
Bir kadın “Şimdi Hannah’nın kendisi bir huzurevinde” dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses; “Evet, Hannah burada yaşıyor” dedi..
Saat ona geliyordu ama hemen yola çıktım, Hannah’yı görmek için.. Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve “Genç adam” dedi, “Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi..” Derin bir nefes daha.. “Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep..” Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha..” Ve onu hep sevdim..”
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.. “Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki..”
Hannah’ya teşekkür edip odadan çıktım. Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız “Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size” dedi..” Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim” dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı..” Hey baksana.. Bu Bay Michael’ın cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum, koridorlarda..”
Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi. Michael elini arka cebine attı, hızla..
Sonra sevinçle “Evet bu benim cüzdanım” dedi. “Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum.”
“Hiçbir şey borçlu değilsiniz” dedim. “Ama özür dilerim. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum.”
“Mektubu mu okudun?”
“Sadece okumakla kalmadım. Hannah’yı da buldum..”
“Buldun mu? Nerde? İyi mi? Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle..”
“Çok iyi.. Hem de harika” dedim, yavaşça.. “Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım.”
Elime sımsıkı sarıldı.. “O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti.”
“Bay Goldstein” dedim.. “Gelin benimle..”
Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu.. Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu..
“Hannah” dedi.. “Bu bay’ı tanıyor musun?”
Gözlüklerini ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
“Michael” dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
“Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?..”
“Michael” diye yutkundu Hannah. “İnanmıyorum.. Bu sensin. Benim Michael’ım.”
Michael Hannah’ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar. Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
“Gördün mü, bak?” dedim “Yaşamda, yaşanması gereken her şey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır.”
***
Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim? Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı.. Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi… Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan 76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.
(Alıntı) 🍁
D
11 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 195. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 195: İsimsiz Hayalet İsimsiz Bir Çiçek Sunuyor
Onu duyunca Xie Lian sanki tokat yemiş gibi oldu ve ona döndü.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?”
“Hayır.” Diye cevapladı Wuming.
“O zaman saçmalama! Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?”
Bir an duraksadıktan sonra Wuming konuştu. “İmkansız değil.”
“…”
Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı ve kesti. “Bu kadarı yeter. Ne demeye çalışıyorsun? Sen Xian Le’nin bir askeri değil miydin? Seni savaş meydanından Yong An adına konuş diye kaldırmadım, sadece benim emirlerime uyacaksın!”
Yerdeki çiçek kalbini delmiş ve gözlerine saplanmıştı, aniden darmadağın hissetmesine neden olmuştu. Xie Lian öne çıktı ve üzerine bastı, öfkesini ondan çıkartırmışçasına eziyordu. Ancak işi bittikten sonra, kendisine şaşırıp kalmıştı. Neden bu kadar küçük bir çiçek nedeniyle bu kadar sinirlenmişti? Veliaht Prensin Tapınağından dışarıya fırladı. Ancak soğuk rüzgarı yüzünde hissedince biraz sakinleşebilmişti.
Arkasından, siyah cübbeli savaşçı da takip ederek, dışarıya çıkmıştı.
Xie Lian sordu. “Bu bölgeyi inceledin. Gözüne olağandışı bir yer çarptı mı?”
“Hayır.” Dedi Wuming.
“Emin misin?” Diye sordu Xie Lian. “İnsan Yüzü Hastalığı yayarken, zaman, şans veya mekanda herhangi bir terslik olmaması gerekir.”
“Eminim.” Diye cevapladı Wuming.
Xie Lian’ın başka söyleyecek bir şeyi yoktu ve gökyüzüne baktı.
Bir anlık sessizliğin ardından Wuming sordu. “Ekselansları, kindar ruhların hastalığını nasıl serbest bırakacağınızı düşündünüz mü?”
“Hala düşünüyorum.” Dedi Xie Lian.
Belindeki siyah kılıca baktı. Milyonlarca kindar ruh bu siyah kılıca mühürlenmişti, ama onları uzun bir zaman tutamazdı.
Tam bu sırada Wuming konuştu. “Ekselansları, haddimi aşarak, sizden bir isteğim var.”
“Konuş.”
“Umarım Ekselansları bana kılıcı verir ve İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmama izin verir.” Dedi Wuming.
Xie Lian başını çevirdi. “Neden?”
Siyah cübbeli savaşçının maskenin ardındaki gözleri onu dikkatle izliyordu. “Sevdiğim kişi bu savaşta korkunç yaralar aldı, ölümden beter bir kadere mahkum edildi. Benim ise tek yapabildiğim çaresizce onun işkence çekmesini, ıstırapla mücadele etmesini izlemek oldu.”
“Ve?” Dedi Xie Lian.
“Ve bu yüzden, umarım kılıcı tutup, onların intikamını alacak kişi ben olurum.”
Sebepleri oldukça mantıklıydı, ama bir nedenle Xie Lian ona güvenemiyordu. Gözlerini kıstı. “Seni fazlasıyla tuhaf buluyorum.”
Arkasına döndü ve soğuk bir şekilde konuşurken Wuming’in etrafında dolaştı. “Tecrübelerime göre, sen kin ve nefretle yoğurulmuş intikamcı bir ruha benzemiyorsun. Benden bunu, sahiden İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakabilmek için mi istiyorsun?”
Kelimeler kendi ağzından çıkmış olsa da, Wuming İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmayı, başka neden istemiş olacaktı ki?
İsimsiz siyah cübbeli savaşçı önünde başını eğdi. “Ekselansları, Yong An insanlarının ölümünü benden çok kimse isteyemez. Dahası, yok edenin benim ellerim olmasını istiyorum. Eğer bana inanmıyorsanız, hemen gidip kendimi ispat edebilirim.”
“Bunu nasıl yapmayı planlıyorsun?” Diye sordu Xie Lian.
Siyah cübbeli savaşçı elini eğri kılıcına koydu ve yavaşça geriledi. Geriye attığı üçüncü adımda, Xie Lian aniden onun ne yapmayı planladığını fark etmişti.
Kindar bir ruhu olduğunu kanıtlamak için birilerini öldürecekti!
“Dur!” Xie Lian hemen haykırdı.
Wuming durdu. Onu değerlendirircesine izleyen Xie Lian kararını bildirdi. “Hayır. Kendim yapacağım.”
Siyah cübbeli savaşçı başını eğdi ve yüzündeki maske nedeniyle yüzünde nasıl bir ifade olduğunu kestirmek zordu. Ama Xie Lian da zaten başkalarının ne düşündüğünü umursamıyordu ve arkasını döndü.
Yumuşak bir sesle konuştu. “…Ancak öncesinde, senden yapmanı istediğim başka bir şey var.”
Donmuş yeşim gibi siyah kılıcı kaldırdı ve elindeki parlayan kılıca baktı, gözlerinde tuhaf bir ışık çaktı.
Siyah cübbeli savaşçı bir gariplik olduğunu fark etmişti ve haykırdı. “Ekselansları, ne planlıyorsunuz?!”
O daha durduracak zaman bulamadan bir an sonra Xie Lian kılıcın ucunu kendisine çevirmiş ve kara kılıçla kendi karnını delmişti!
Ertesi gün, Lang-Er Koyunun sokaklarında.
Hava günlerdir kötü gidiyordu, bulutlu ve aniden esen vahşi rüzgarlar kasvetliydi ve ardından menfur yağmurlar üzerlerine düşüyordu.
Zaten günlerdir, neresi olursa olsun, hiçbir yerde huzur yoktu. Sarayın bile alev aldığına dair söylentiler vardı, kral ve veliaht prensin her ikisi de kimseyi karşılayamayacak kadar hasta düşmüşlerdi. Her yerde kaos vardı, uğursuz imgelerle de birleşince insanlar söylenmekten kendilerini alamıyorlardı, endişeyle dolmuşlardı. Sadece cahil çocuklar oynamaya ve hiçbir şeyi umursamadan koşturmaya devam edebiliyorlardı.
Kasvetli bir rüzgar süpürüp geçti, toz duman olmuştu. Ve kısa bir süre sonra, büyük caddedeki kavşaktan büyük bir patlama sesi yükseldi. Bir adam göklerden düşmüştü!
Sokaktaki insanlar ani ses nedeniyle irkilmişlerdi ve hepsi sokağın sonuna döndüler. Yerde çarpma nedeniyle oluşmuş insan şeklinde bir oyuk vardı ve oyuğun içinde umursamazca yatan bir insan, saçları dağınık ve pisti, bedeni kanla kaplanmıştı, öyle ki beyaz cübbesi çok korkunç görünüyordu.
Bir anda, sokaktaki herkes toplanmaya başladı.
“BU KİM?!”
“Tanrılar, nereden düştü o? Gökyüzünden mi??
“ÖLMÜŞ MÜ??
“Ben, ben sanmıyorum, hala hareket ediyor!”
“Öyle bir düşüşten sağ çıktığına inanamıyorum!! Bekle, göğsünde ne var? BİR KILIÇ???”
Kalabalık yeterince yaklaşınca, yerde yatan kişiyi net bir şekilde görebildi. Her ne kadar pis olsa da, yüzü yakışıklı, temiz ve beyazdı. Sadece gözleri hiç kırpılmadan gökyüzüne odaklanmıştı, canlıya benzemiyordu. Ama ölü olduğu da söylenemezdi, sonuçta nefes alıyordu ve karnını delip iç organlarına saplanan siyah kılıç da göğsüyle beraber zayıf bir şekilde yükselip alçalıyordu.
Tam bu esnada başka bir kişi hayretle haykırdı. “Durun, bu… bu… O, o Ekselansları Veliaht Prens değil mi?!”
Şimdi o bahsedince, diğer herkes de tanımıştı.
“…Sahiden o. Eski veliaht prens, Xian Le’nin Veliaht Prensi! Bir keresinde onu uzaktan görmüştüm!”
“Veliaht prens kayboldu dememişler miydi?”
“Ben yükseldiğini duymuştum.”
“Neden bu halde… kılıç neden, sahiden onu delmiş mi? Çok korkutucu…”
“İzlediğiniz yeter, geçmeme izin verin, geçmeme izin verecek misiniz? Gitmem gerek bir yer var!”
Sokağın sonunda bir kavşak vardı, yol orada ikiye ayrılıyordu. Yol ise insan kalabalığı tarafından kapatıldığı için, sonrasında gelen arabalar gidecek yer bulamamıştı ve bu nedenle de herkes aracından inerek neler olduğuna baktığı için büyük bir kalabalık toplanmıştı.
Aniden birisi seslendi. “Durun! O sanki… bir şey söylüyor gibi?”
Kalabalık sessizleşti ve herkes dikkatle nefesini tuttu, onun sesini duymaya çalışıyorlardı. Bir an sonra, biraz dışarıda kalan hiç kimse bir şey duyamamıştı bu nedenle bağırdılar.
“Ne dedi? Neler oluyor? Ne söyledi?”
Ön sıralardan birisi bağırdı. “Olamaz!”
“Ne söyledi?”
“‘Beni kurtarın’ dedi.”
Xie Lian yerde dümdüz yatıyordu ve o iki kelimeyi söyledikten sonra dudaklarından tek bir ses daha çıkmadı. Etrafındaki kalabalığın yüz ifadesi karmaşıktı, çeşitli tepkiler ve farklı ölçüde şaşkınlıklar vardı.
Aşçı gibi görünen tombul bir adam konuştu. “Kurtaralım mı? Onu nasıl kurtarırız?”
Birisi tahminde bulundu. “Muhtemelen kılıcı çekmemizi söylüyordur?”
Aşçı oldukça cesur görünüyordu ve tam öne çıkıp denemek üzereydi ki, bir çok el uzanarak onu geri çekti.
“Yapma yapma yapma, sakın yapma!!!”
Adam şaşırmıştı. “Neden?”
İzlemekte olanlar açıkladı. “Yapmamalısın! Duymadın mı? Xian Le savaşı kaybetti? Neden savaşı kaybetti peki? İnsan Yüzü Hastalığı yüzünden. Neden mi İnsan Yüzü Hastalığı vardı? Çünkü o bir Talihsizlik Tanrısı ve bu yüzden…”
“Talihsizlik Tanrısı mı?! Sahi mi??”
Kelimeler yükseldiği anda, artık hiç kimse fevri bir şekilde hareket etmeye cesaret edemiyordu ve insan şeklindeki devasa çukurun çevresi bir anda boşalmıştı.
Sonuçta, bir önceki hanedanlığın Veliaht Prensine kimse ne olduğunu bilmiyordu. O bir Talihsizlik Tanrısı mıydı? Ona temas ederlerse İnsan Yüzü Hastalığı mı kapacaklardı? Ya da kendilerini korkunç bir talihsizlikle mi yüz yüze bulacaklardı? Ayrıca görünüşe göre eğer kılıcı çekmezlerse de hemen ölmeyecekti. Eğer her nereden düştüyse, o yükseklikten düşüp ve böyle yüksek bir ses çıkarttıktan sonra ölmüyorsa, o zaman insandan öteydi.
Bir an sonra, birisi çekingen bir şekilde konuştu. “Belki yetkililere haber vermemiz gerekir…”
“Prens Hazretleri yükselip bir tanrı oldu dememişler miydi? Yetkililere haber vermek ne işe yarar?”
“O zaman ne yapacağız?”
Kalabalık konuşup durdu, ama en sonunda yine de bir karara varamamışlardı, bu nedenle de nihayetinde yetkililere haber vermeye karar verdiler. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu.
Orada mı yatmak istiyordu? O zaman bıraksınlar da yatsındı. Onu kendi haline bırakacaklardı.
Böylece, Xie Lian insan şeklindeki çukurda dinlendi, meraklı insanların yavaş yavaş azalışını ve kayboluşunu izledi. Yolu kesilen arabalar etrafından dolaşıyorlardı ve sokaklarda oynamakta olan çocuklar ebeveynleri tarafından evlerine çekilmişlerdi. Arada sırada hala oradan geçmekte olan insanlar oluyordu, ama araya epeyi bir mesafe bırakıyorlardı. Xie Lian tüm bu zaman boyunca ifadesiz kaldı, tek kelime etmedi.
Artık izlemeye dayanamayan küçük bir su satıcısı vardı, ve karısına dükkana göz kulak olmasını fısıldadı. “Onu sahiden öylece bırakmak doğru mu? Biraz su versek?”
Küçük tüccarın karısı bir anlığına tereddüt etti ve etraflarını tarayarak fısıldadı. “…Olmaz. Eğer o sahiden Talihsizlik Tanrısıysa, ona yaklaşırsak başımıza ne geleceğini kimse bilemez.”
Küçük tüccar da tereddüt ediyordu zaten, etrafına baktı ve dükkanında durmakta olan diğer tüccarların kendisine baktığını gördü, gergin görünüyorlardı; sanki eğer o yaklaşırsa hepsi bir sınır çekip çok, çok uzaklaşacaklarmış gibi. En sonunda, öne çıkmaya cesaret edemedi ve bölgeyi terk etti.
Ve böylece, Xie Lian sabahın pusundan, öğlenin yakıcı güneşine dek orada kaldı, ardından alacakaranlığa, ve gecenin ileri saatlerine dek.
Bu süre boyunca pek çok kişi onu görmüştü, ama yaklaşanların sayısı çok azdı ve kesinlikle ona yardım etmek için siyah kılıcı karnından çıkaran kimse olmamıştı.
Gece yarısı, sokakta tek bir insan dahi yoktu ama Xie Lian hala yerde yatıyor, gökleri izliyordu. Karanlıkta, yıldızlar ışıldadı ve düşünceleri dalgın ve gizemliydi. Aniden, net, keskin bir kahkaha yukarıdan yükseldi.
“Hahahaha… ne yapıyorsun?”
Sesin sahibi tarafından pek çok kez ziyaret edilmiş olan Xie Lian, artık vahşi bir tepki vermiyordu. Ve onun öfkeli ve panik dolu ‘karşılama’sını duymayınca, sesin sahibi de ona doğru yürümeyi seçti ve Xie Lian’ın başının yanında durdu, eğildi ve sesi biraz hayal kırıklığına uğramış gibi geliyordu.
“Neyi bekliyorsun?”
Yarı ağlayan, yarı gülen maske ters duruyor ve tesadüfen tüm görüş alanını kapatıyordu. İkisi yüzleştiler, aralarında ancak birkaç santim mesafe vardı.
Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Defol git buradan, gökyüzünü izlememe engel oluyorsun.”
Defolup gitmesi söylenen Yüzü Olmayan Beyaz hiç sinirlenmiş görünmüyordu. Gülerek doğruldu, sesi daha bile cana yakındı, sanki şımarık bir çocuğa tahammül eden bir erişkin gibiydi. “Gökyüzünde bu kadar iyi olan ne varmış?”
“Senden daha güzel.” Diye karşılık verdi Xie Lian.
“Bu tavrın neden?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz. “Seni bıçaklayan ben değildim ve bunca zamandır burada yatmana izin veren de. Hepsini kendine yaptın. Umduğun karşılığı alamadın ama hala beni mi suçluyorsun?”
“Seni hiç ilgilendirmez.” Dedi Xie Lian.
Yüzü Olmayan Beyaz sempatiyle kıkırdadı. “Saf çocuk. Kılıcı çekmene birisi yardım eder mi sandın?”
Çevirmen: Nynaeve
142 notes
·
View notes
Text
korkutma beni
bu yaşlı başsız kelli felsiz halimle
gereğinden ziyade güzelsin zaten aklımı çelme
takma fikrime aksak ritimler
o havaya ayarlı değil bu yelken bu gemiler
kimin rastlantısı benim başıma geldi bilinmez
ummandır ıslak aksak girilmez
kapma kutusunu cahil ömrümün
açılır da içinden boş bir hayal çıkar seçilmez
daha bu yağış bir şey değil
sen bir de acıklı halimi gör
ürkünden derin soyulur farkına varmazsın
suda balık nasıl aymayı bilmez
su da balık da
hangi denizin neresindedir ayırmaz
böyle bir sevmek vardır
ve birçok er mektubunda görülmüştür
yok kadınlara aşık olanların işidir şiir
kirlidir yakası gömleklerinin
boyuna boyna fular papyon istemez
şairin boğazı darboğazdır
boğazın en inceldiği yerden solur
gülme üstüme kaçacak yerim yok
gelme yareme yarın veya başka seyir
tarih tevellüt iklim cetvel yok
saçlarında bulunabilir
bazı kayıp kentlerin
yakışıklı cesetleri
bir ağıta asılı kalır
infaz gibi
acılı çağların
yeri geldi diye ağlıyorum
yoksa hiç aklımda yoktu
gidenler gelirler
her gece yalnızlığıma
halleşir vedalaşırız
bir merhaba saflığında
kalanlarda kalmışya aklı gidenlerin
hep eski haberler arıyorlar
günlük taze gazetelerde
ve yalanlar kalanlara kalıyor
nasılsa gidenler gerçeğin olduğu yerde
sebebim sensin
bu mürekkep balığı
bu bukalemun
bu kalem
yokluğun
her şeyi sorduğum hayat
beni rahat bırak!
her evin kilerinde toz içinde kitabı
ölülerle konuşma sanatının
grev var ansiklopedilerin bazı sayfalarında
süresiz olarak açıklamıyorlar
bazı ideolojileri
sözlüklerin bazı sapa harflerinde
işi yavaşlatma eylemi
beş saati buluyor anlamak
bir sözün etnik kökenini
bütün bunların sebebi sensin
asla hatırlanmayacak bir rüyanın
ortasında
elinde derin bir uyku kokusu.
Yılmaz Erdoğan
4 notes
·
View notes