#tutuklandık
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bekleme seansımıza hoşgeldiniz.
Yine hastane yine beklemek. Bu sefer kulaklığımız bizi yalnızlaştıran unsur. Yoksa omü diş hekimliği fakültesi kalabalık. Allahım sen benim dişlerimi titanyum kaplamalı uzaylı dişlerinden eyle de yaşlanınca çok uzanmayayım şu diş musallasına.
Hanımı getirdik ufak bir operasyona teslim ettik. Kafa dağıtmaya oturduk. Karmaşık saçma bir liste açtık. Bacak bacak üstüne atıp düşünmeye koyulduk.
Ağustos geliyor. Galiba en nefret ettiğim ay. Sıcak. Acı. Pislik. Yapış yapış. Tuzlu. Lanet bir ay. Üstelik çocukken herkes fındığa köylerine gittiğinde ben mahallede tek kalırdım. Üstelik trafik kazası yapmıştık. Yetmedi tutuklandık. Ne lanet ay yahu.
Ağustosa lanet okuduktan sonra çalışmaya başlayabilirim. Kesin karar verdim bu sene üniversite sınavına gireceğim. Sınavın isminin öss olmadığını biliyorum sadece. Başka bir bilgim yok. :// umuyorum ki samsunda sosyoloji, felsefe, psikoloji (ya da edebiyat bölümü de olabilir) bölümünü kazanabilirim. Gönlüm sosyolojiden yana.
Sınavda hangi sorular çıkıyor, bu bölümler sözel mi eşit ağırlık mı? Ya da eşit ağırlık falan kaldı mı ki? Hiç bir şey bilmiyorum.
Çok acil öğrenmem lazım. Çalışalım ara sıra.
Avukatlık serbest meslek. İş olmayınca aşırı serbest oluyor. Serbestlikten canımız sıkılıyor. He bak tez yazmam lazım ama kendime güvenim sıfır. Ve bir yıl içerisinde olacak iş değil. Olur mu? Olur mu lan acaba? Ne diyorsun. 8.madde ve kamu görevlileri bıdı bıdı. Geçen galatasaray hukukta birisi yazmış bu konuyu. Yani tam istediğim konu. Ben de yazsam olur mu?
Gücüm var mı?
Ofise bir yerleşelim. Annemin kemo ve ameliyatı iyilikle bitsin. Çocuk da kreşe falan giderse, çalışmaya çok vakit kalıyor aslında. 2025 çok kötü geçecek diyollar. Hangi yıl iyi ki zaten?
Bu ay karar ayı olur. Hadi bakalım.
Yine beklerken ücretsiz terapimizi yaptık. Yolumuzu seçtik. Psikoloji bilimiyle ilgili konuşunca hanım tarafından lince uğruyorum. Ama sonuçsuz bilim mi olur? İşte işin cahili böyle konuşur, okuyalım da aydınlanalım. Psikoloji kaç puan yerleşir miyim?
Ofise yerleş serco çok konuşma. Annem beni kesecek yoksa tembellik yapıyorum diye.
Defterciğim hatırlar mısın bilmem seninle hakimlik sınavı için 6 aylık çalışma planı yapmıştık. Saat saat konu konu. Attık mı la onları, tarihi eserdi o. Bu kadar harika bir plan yapılamazdı çünkü. Günlük 11 saat 45 dklık çalışma maratonu. Yine ticaret hukukuna vakit ayırmamıştık. Yapar mıyız bir tane daha? Ofisin duvarına asarım. Heyecanlandım. Plan bizim işimiz. :))
Terapimiz sonlandı.
Vesselam.
4 notes
·
View notes
Text
biz bunların böyle olmasını istemedik mecbur kaldık ve kimse bizi dinlemedi çünkü hayat zaten yeterince kasvetliydi biz insanların kaçtığını önlerine getirdik ve geldik son sözüne gerçeğin yalan dedim hepsi, unut gitsin birden pislik miyiz biz? dedi, sonra silah istedi üstümüze düşmemişti o işlerin hiçbiri ama gülsünler istedik biz tutuklandık akabinde sebepsiz işte o gün ilk kez karışmıştı kafam ve olmaz böyle, yok dedim bana böyle anlatmadın dedi, koridorlar inledi n'olur, n'olmaz, dur dedim, gitti.
27.05.23
9 notes
·
View notes
Video
youtube
Black Mesa Tutuklandık ve Silahlarımız Gitti Chapter 8: Apprehension
0 notes
Note
Merhaba ben senin fav anonimin. Şuna cevap vermek istiyorum zulüm gören tüm Türkler için biz Türk milliyetçileri hep son ses bağırdık ama kimsenin umrunda olmadı sebebi ülkede bulunanların arap sevdası. Biz bu olaylar için ne zaman ses çıkarsak tutuklandık,hakkımızda davalar açıldı,memur olanlar soruşturma geçirdi,dernek binaları terör şube tarafından basıldı bakın terör şube halbuki biz düm düz Türkçüyüz Türk için Türke göre Türk tarafından yapılan işleri savunuruz. Biz sokaklarda afiş asarken, broşür dağıtırken, eylem yaparken herkes sustu aklınıza hiç gelmedi. Ülkede bölücü dinci yapılar zirve noktasına ulaşırken çoğu kişi din adamı yaaa bunlar bunlardan zarar gelmez dediler demeyede devam ediyorlar. Şimdi bizden empati bekleyen kesim sadece şunu demek istiyorum bizden taraf olmayan kim varsa umurumuzda değil bizim için sadece ülke çıkarları önemli.
.
0 notes
Text
Baytaş ailesi sınır dışı edilmesin kampanyası
BERN- Baytaş ailesi Devlet Göç Sekreterliği (SEM) tarafından Hırvatistan’a sınır dışı edilmek isteniyor. Karara direnen aile için imza kampanyası başlatıldı. Demhat ve Berivan Baytaş çifti, çocukları Arjin ve Arjen ile birlikte 30 Mayıs 2021 tarihinde İsviçre'ye iltica başvurusunda bulundu. SEM, Berivan'ın parmak izleri Hırvatistan'da Eurodac sisteminde kayıtlı olduğu için iltica başvurusunu kabul etmedi. 20 aydan fazla süren yasal anlaşmazlığın ardından İsviçre aileyi Hırvatistan'a geri göndermek istiyor. Aile çocuklarının okula başladığını ve İsviçre'de iyi bir arkadaş çevresi edindiklerini belirterek, SEM’in kararına tepki gösterdi. Sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan aile yaşadıkları mağduriyeti şu şekilde ifade etti: Uzun ve tehlikeli yollardan Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldık. Haftalarca siüren yolculuktan sonra Avrupa sınırlarında her türlü şiddete tanık olduk. Hırvatistan'da çocuklarımızın gözü önünde polis tarafından saldırıya uğradık ve tutuklandık. Çıplak aramaya maruz kaldık. Telefon gibi tüm kişisel eşyalarımıza el koydular. İnsanlık dışı bir muamele gördük, yaşadıklarımız bizim için çok zor bir süreçti. Ayrıca Hırvatistan'da kendimizi güvende hissetmiyoruz çünkü siyasi geçmişimiz nedeniyle Türkiye'ye iade edilme riskimiz var. Hırvatistan ayrıca insan haklarını ihlal ediyor ve böyle bir ülkeye de geri dönmek istemiyoruz. Küçükken ailelerimizle birlikte Türkiye'den sürüldük ve o zamandan beri Irak Kürdistan Özerk Bölgesi'nde yaşıyoruz. Kürt Özgürlük Hareketi'ni desteklediğinizden dolayı Türkiye'ye geri dönemiyoruz. Kürdistan’da öğretmen olarak çalıştık ve tüm kötü koşullara rağmen, Türkiye askeri operasyonlarını birkaç yıl yoğunlaştırıp bölgeye yayana kadar Kürdistan'dan ayrılmak istemedik. Öyle ki hükümet bizi yasakladığı için Mahmur iltica kampından ayrılmamıza izin verilmedi. Ayrıca Türk savaş uçakları tarafından bölgenin sürekli olarak bombalanmasını deneyimledik. İmza kampanyasının linkine buradan ulaşabilirsiniz. Read the full article
0 notes
Text
Biz bunların böyle olmasını istemedik,
mecbur kaldık ve kimse bizi dinlemedi.
Çünkü hayat zaten yeterince kasvetliydi
biz insanların kaçtığını önlerine getirdik ve
geldik son sözüne gerçeğin.
Yalan dedim hepsi unut gitsin birden
"pislik miyiz biz?" dedi sonra silah istedi!
Üstümüze düşmemişti o işlerin hiç biri ama gülsünler istedik biz…
Tutuklandık akabinde sebepsiz,
işte o gün ilk kez karışmıştı kafam ve "olmaz böyle yok!" dedim.
"Bana böyle anlatmadın?" dedi koridorlar inledi.
"nolur nolmaz dur" dedim. gitti.
3 notes
·
View notes
Text
bugün öğrencilerden biri öpücük gönderdi refleks olarak ben de gönderdim al işte tutuklandık
8 notes
·
View notes
Photo
↘️Ev hanımı Mehtap Köse, "Silahlı Terör Örgütü" suçlamasıyla 21 ay cezaevinde kaldı. ↘️❝Eşim ve ben tutuklandık, iki çocuğum tanımadığım insanların yanında kalmak zorunda kaldı❞ 👉İzlemek için ⤵️⤵️ 🔗https://t.co/Ow2QBxKZpZ https://t.co/FcY0zBBt0s https://www.instagram.com/p/CTuXYiEsElE/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
Bazı fikirlerimizle eyalet sınırlarını aştık. Makineli tüfekle, uyuşturucuyla veya küçük kızlarla değil, fikirlerle. Kafamızda fikirler vardı. Bunun için gaz yedik, dayak yedik, tutuklandık ve mahkemeye çıkarıldık. 1861'de Lincoln, göreve başlama konuşmasında şöyle dedi,
" İnsanlar anayasal hakları olan hükûmeti değiştirme hakkından yorgun düşerse o hükûmeti parçalama ve devirme hakkını kullanabilir."
The Trial of the Chicago 7, 2020.
0 notes
Photo
28 Eylül 2017 Semih Özakça'nın savunmasıdır. Bu sözler tarihe not düşülsün.
Bu gözler siyasi şube polislerinin savcının odasına girip, çay söylediğini gördü. Bu adaletsizlik karşısında aman dilemeyeceğim. Yine düşündüğümü söyleyeceğim. Bizim yaşadığımız zulüm yeni icad olmadı.
Cübbelerinizle oyuna dahil edilen sizler, elinizdeki iddianame senaryo. Kimin için bu oyun? Sahi çoktan kırmadınız mı kaleminizi bu sahne niye? Bu senaryonuz kimin için, kimin için sahneye konacak bu tiyatro?
İşten atılmamızın nedenini anlamak için halkların tarihine bakmak yeterlidir. Bizim sınıfımız ezilenlerin ve sömürülenlerin sınıfıdır. Dünyanın her köşesinde haksızlığa uğrayanları temsil eden bir eğitimciyim. Tarih, ekmek adalet ve özgürlük mücadelesinden ibarettir. Sömürü var olduğu sürece direnişte sürecek.
Sağa sola Fetö'cü deyip saldıran iktidar temsilcileri, önce kendilerine baksınlar. Savunma yapması gereken, ufak bir açıklama bile yapmadan koltuklarında oturan AKP iktidarıdır. Demokrat Kamu emekçileri darbe girişimi bahane edilerek ekmeğinden edilmiştir.
Biz halkın aydınları olarak kamu emekçilerine yönelik bunun gibi komplo davalarına çok rastladık. Şimdi oturduğunuz o koltuklarda daha önce kendi siyasal düşüncelerine göre kararlar veren, şuan tutuklu olan hakimler vardı. Devlet kurumlarında uygulanan tek bir kural vardır o da talimatsız hareket etme yanarsın kuralıdır.
Yaşamımızı sürdürmek zorunda olduğumuz yerde her gün tank top sesleri duyuyorduk, Ülkede açıklanan açlık yoksulluk sınırına baktığımızda onun bile altında kalan sınırlarda yaşıyordum bir öğretmen olarak. Peki neden bu şartlara rağmen öğretmen olmaktan vazgeçmedim? Çünkü ben ekmeğimi çok zor koşullarda kazandım. Öğrencilerime büyük bir özveri ile emek verdim, eğitimin içi boşaltıldığından öğrencilerimizin bizim gibi öğretmenlere ihtiyacı vardı.
AKP iktidarı, çocuklarımızın geleceğini, onların demokratik bilimsel eğitim hakkını çalmaktadır. Eğitim alanında özelleştirme ile güvencesizleştirmenin önü açılıyor. Ayrıca performans değerlendirme sisteminin önü açılmaya çalışılıyor. Muhalif sendikaların eylemleri 'suç' konusu edilerek kamu emekçileri soruşturma ve ihraç tehditleri ile karşı karşıya kalıyor. AKP gibi düşünüp yaşamıyorsanız terörle iltisaklısınız. Akp'li iseniz bile iktidar yakın sendikanın seçtiği okul müdürü ile aranız iyi değilse terörle iltisaklısınız. Öğretmenlik bana ne lüks bir yasam ne de gözümün arkada kalmayacağı bir yaşam vadediyordu. Yaşamımızı sürdürmek zorunda olduğumuz yerde her gün tank top sesleri duyuyorduk
Halkın aydını sadece eleştiren değildir, halkın aydını halkı için bedel ödemeyi, gerekirse yaşamından vazgeçmeyi bilendir.Hiç bir şeyin kendine olmayacağını bilir, umudunu ve inancını yitirmeyendir. Aydın tavrı zor koşullarda önem kazanır. Bir adım öne çıkandır halkın aydını. Korkularına rağmen korkuların üstüne gidendir. Kendini halktan ayrı görmez. Halk gibi düşünür halkın içinde olur.Tek başına kalsa da değerleri için mücadele edendir. Ben halkın aydını bir öğretmen olarak bu bedelleri göze alarak kimsenin ses çıkarmadığı koşullarda mücadele etmeyi bir sorumluluk olarak görüyorum. Ekmeğinin onurunu koruyamayan namusunu koruyabilir mi?
Halkın aydını tek başına kalsa da değerleri için mücadele etmesini bilendir. Halkın aydını en güzel türkünün koro ile söylenen olduğunu bilir. Halkın aydını düşünen çelişkileri görüp kavrayan ve toplumsal mücadele içinde eyleme geçendir. Halk aydını bütün halkın sözünü söylemenin önemini gördüğü için bir adım öne çıkarak eyleme geçendir. Halkın aydını hem halktan öğrenen hem halka öğretendir. Ben de halkın aydını olan bir öğretmen olarak bu direnişin bedelleri olacağını biliyordum. Kimsenin sokağa çıkmadığı basın açıklamalarının yasaklandığı bir dönemde halkımın sözünü söylemeyi bir zorunluluk olarak görüyorum.
Bu direniş iki kişinin direnişi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu direniş ezilen halkların direnişidir. Mesele açlık grevinin etkili bir eylem olmasının düşünülmesi, halk tarafından sahiplenilip büyüyeceğinden duyulan korku idi.
KHK uygulamalarına karşı nasıl bir tepki var, koca bir hiç..İktidar açlık grevi eylemimizi sümen altı edemeyeceğini anlayınca 120 günden sonra bizi terörist ilan etti. Aç kalmayı biz tercih etmedik. İşimizi geri vermek yerine bizi öldürmeye çalıştılar, gözden uzak olan gönülden de ırak olur deyip bizi tutukladılar. Aydınların bizimle ilgili bildiklerini yayınlayan gazetecileri hedef aldılar. Bize destek olanları tutukladılar. Ama bir türlü başaramadılar. Kimseye zorla açlık grevi yaptırılamaz. Açlık grevi kişinin kendi iradesidir.Biz direnişe başladığımızda zaferimizi ilan etmiştik.
İhraç edilenler ağaç kökü yesin diyen bakana sesleniyorum, onu da yemiyoruz. Ömrümüzden yiyoruz. Kamu emekçilerinin mahkum edilmeye çalışıldığı hayata karşı açlığımızla direniyoruz.
Tutuklandık çünkü bizi tutuklayarak işten atılan kamu emekçilerine gözdağı vermek isteniyor. Tutuklandık çünkü baskının adı hukuk olmuş, komplonun adı hukuk olmuş. 14 Eylül'de yapacağım savunma bitti ama o kadar çok şey oldu ki devam edeceğim. Zorla Sincan Kampüs Hastanesine götürüldüğümden beri güneş ışığını ilk defa gördüm. Bu hastanede birçok işkenceyle karşılaştık, bunları anlatacak olursam bir kitap yazabilirim. Bu bir zorla müdahale hazırlığı olduğu için gecelerce uyuyamayıp teyakkuzda bekledim. Pazartesi gecesi zebaniler geldi, gece gelenlere başka ne denir? Zorla müdahale için götüreceklerini düşünüp annemle vedalaştım. Bu uygulamanın sonuçları belli. Kimsenin müdahalesini istemiyoruz. Biz hasta değiliz, eylemciyiz...
Semih Savunmasını Enver Gökçe'nin şiirinden bir bölümle bitirdi.
Sana selam olsun Sürgünler, mahkumlar, hastalar Alacağın olsun Seni İstanbul seni Seni Bursa, Çankırı, Malatya, Sizlere selam olsun üniversiteler! Öğretmenleri alınmış kürsüler, Öğretmenler Sizlere selam olsun Hürriyeti yazan eller, dizen eller Sizlere selam olsun makineler Entertipler, rotatifler, bobinler Bu gülünç, aşağılık, Namussuz şeyler dışında, Sana selam olsun Zincirin zulmün kar etmediği, Kırbacın kar etmediği Büyük tahammül! Gel günlerim gel de dol! Gel Aydınlım, İzmirlim, Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan, Kemah'tan Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan... Enver Gökçe
Görsel: Zeynep Özatalay
11 notes
·
View notes
Photo
Bari onlar yaşasınlar Bir hekim anlatıyor: ...Tıp fakültelerinde sağlığın tanımı; ‘Fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak tam iyilik hali’ şeklinde yapılır. Hekimliğin alfabesidir. Zorla müdahale bir tedavi yöntemi olamaz. Zaten bunda amaç tedavi değildir. Uzun süreli bir açlık grevi ya da ölüm orucunda, vücut değer ve dengeleri sarsılmış durumdadır. En ufak bir dikkatsizlik ciddi hasarlara yol açar. En önemli ve mutlak surette geri dönülmez hasarlar ise beyin ve sinir organlarında oluşur. Tedavi süreci çok hassastır. Yani o insanları serum takıp iyileştiremezsiniz. Vücutta ciddi olarak eksilen vitamin takviyesini sağlamak gerekir. Tıbbi olarak vücut enerji tüketir. Sinir hücreleri, az kullanılan organları yiyerek yaşamını devam ettirmeye çalışır. Kas erimesi durumu en belirgin örnektir. Bunu sürdürenler, B vitamini ile hayata tutunur... 2000 yılında ölüm orucuna katılmış biri anlatıyor: ...1993 yılında tıp fakültesinde öğrenciydim. 1995 yılında gerçekleştirilen Gazi katliamını kınamak için basın açıklaması yaptığımız sırada gözaltına alınıp, ‘terörist’ olduğumuz gerekçesiyle tutuklandık. 21 kişiydik. Aslında ortada hiçbir delil falan yoktu. Cezaevindeyken F tipi dayatmaları gündeme gelince ölüm oruçları da başladı. 15 Aralık 2000’de ben de ölüm orucu tutmaya karar verdim. Üçüncü grupta yer aldım. Amasya ve Bursa hapishanelerinde kaldım sonrasında Edirne’ye götürüldüm. Orada ölüm orucunun 125’inci gününde zorla müdahale yapılmış. 2001 yılının Temmuz ayında ‘kendisine yetemez’ raporuyla ceza ertelemesi ile dışarı çıkarılmışım. 6 ayda bir durumum kontrol ediliyormuş. 3’üncü 6 ayın sonunda tamamen tahliye edilmeme karar verilmiş... Yapılmış, verilmiş, edilmiş... Hiçbirini hatırlamıyorum. Tek başıma ayakta duramıyor, asla yürüyemiyormuşum. Gözlerimde ‘nistagmus’ yani ‘titreme rahatsızlığı’ olduğunu anlattılar. Aslında benim hayatımda 1995- 2003 yılı hiç olmadı. O süreye dair hiçbir şey yok. Ben, ben değildim. Yavaş yavaş kendime gelirken, tarifsiz bir boşluk hissine kapıldım. ‘Neyim, kimim, ne olacağım’ sorularının cevabı ile boğuştum. Hâlâ denge problemim devam ediyor, kayıp yıllarımı hiç bilmediğim gibi unutkanlık sorunum da sürüyor. Yaşama tutunmayı başarabilmiş bir adam anlatıyor: İyileşmeye başlayınca... 2004 yılında sınıf öğretmenliği bölümünü kazanıp bitirdim. KPSS’ye girip kazandım. Ancak ‘terörist olduğum’ gerekçesiyle cezaevinde yattığım için atamam yapılmadı. Kadrosuz olarak zihinsel engelliler öğretmenliği yapmaya başladım. 2009 yılında öğrenci affı çıkınca tıp fakültesine, 2. sınıftan ayrılmak zorunda bırakıldığım okulama geri döndüm. 2016’da mezun oldum. Doktorum... Doğrudan kendisi için çıkarılan bir kararla işinden atılan bir kamu görevlisi anlatıyor: ...Karaman, Ayrancı toplum merkezi sağlığında sadece 7 ay görev yapabildim. 15 Temmuz’da darbe olunca atamam iptal edildi. Eğitim emekçisi eşim de KHK’lerden nasibini aldı. O da işinden edildi... Nuriye ve Semih’in arkadaşı anlatıyor: ...Aynı durumdayız. Darbeyi biz mi yaptık? ‘Ölmesinler’ diyoruz. Bu acıları yaşadık biz. Toplumun büyük bir bölümü de açlık grevi ve ölüm oruçları ile ilgili eksik bilgiye sahip. 1996 yılından anımsadığım eylemlerin 2’inci ayından sonra ��lümler başlıyordu. Çünkü B1 vitamini kullanılmıyordu. 2000’li yıllardaki eylemlerde 120’nin üzerinde insan öldü, 600 kişi sakat kaldı. 350- 400. günleri görenler oldu. Ne sakat bırakın ne de ölmelerine izin verin. Bari onlar yaşasınlar. 150 günden sonra her şey olur. Her an bir ölüm haberiyle sarsılabiliriz artık... Bir bebek bekliyorlar. Enis Aras ve eşi Gülizar Aras... 3 ay var. Hekimdir, 2000 sürecinde ölüm orucuna katılmış bir mahkûmdur. Her şeye rağmen yaşamaya tutunmayı başarabilmiş bir adamdır. 15 Temmuz’dan sonra ‘eski defterlerde’ haksız yere ‘terörist’ yazdığı için işinden edilmiş bir mağdurdur. Bir hayat, koca bir Türkiye öyküsüdür Enis Aras. Bunca satır içinde... “Bari onlar yaşasınlar...” Erk Acarer (Birgün Gazetesi)
30 notes
·
View notes
Photo
NDİRİM ORANI : % 22 ETİKET FİYATI : 23 TL İNDİRİMLİ FİYATI : 17.90TL KAZANCINIZ : 5.10 YAZAR : CAN DÜNDAR YAYIMCILIK : CAN Basım Dili: Türkçe Basım : İstanbul Sayfa Sayısı: 320 En / Boy: 13,50 / 21,00 cm Kağıt Cinsi: 2. Hamur stok 'da var 100 TL ve üzeri korgo BEDAVA sipariş KOD : 00000027 ÖDEME YOLARI : HESAP HEVALE KAPI DA ÖDEME FASTPLAY ÖDEME CEP BANK ÜRÜNÜ TANITIMI Bu kitap, uzun volta seanslarında, sarı duvar manzarasında, üst katın demir karyolasında, alt katta kaloriferin yanı başında tasarlandı. (...) En güzel kitapların en muhteşem manzaralara karşı yazıldığını zannetmeyin. Tersine... Bazen güzel manzaralar karşısında uyuşup tembelleşen hayal gücü, duvarla karşılaştı mı, ardını görmek hevesiyle havalanıyor. Duvara tırmanıyor. Bu da ona yetişmeye çalışan kalemi kamçılıyor. Zindan zemini kindarlık üretmeye müsait... Onu sabırla derine gömmek, onun yerine tevekkülün çelebiliğini koymak, masumiyetten güç almak gerekiyor. Masumiyetin sessiz bir gücü var. Karanlıktan korkmayan, sözünü sakınmayan, hiçbir kudretliye yaslanmayan, tehdit edilse de uslanmayan bir gücü var masumiyetin... (...) Ona güveniyorum. Bugüne dek defalarca yakın tarihimize ışık tutmuş olan Can Dündar, 2015 Kasım’ında hapse atıldığında basın özgürlüğü mücadelesinin ve tarihin bir öznesi haline geldi. Tutuklandık, sadece edebiyatın usta mahkûmlarına selam gönderen bir hapishane kitabı değil, yaşamakta olduğumuz döneme dair de “içeriden” bir tanıklık...⁸ https://www.instagram.com/p/B36xyZUlt4r/?igshid=1ecp16crk8ikf
0 notes
Text
Bu Ülkede Hayattan Söz Açılabilir Mi?
Biyopolitik tahakkümün yenilenmiş odakları adına hayat denilen bu mefhumun sınırlarını dört bir yanda günbegün daraltıyor. İnsanın o değersizliğinden çıkarımlar peyderpey yaşatılanlarda güncel bir edime dönüştürülüyor. Sıradanın hayatına müdahalelerle ona verilen değerin hiçliği ilan ediliyor. Dört bir yanda süregiden cürüm, daim bir mesele olarak kurgudan öteye taşınan hamleler bütünü, hayatın istikametini bi��imsiz bir yere taşıyor. Meselenin özü / özeti / olarak güncellenen bedene kasıt, süreğen bir hamle bütünü olarak var ediliyor.
Hayat duvarları yerle bir edildikten sonra bedenin dönüşümü iyice sağlama alınmaya çalışılmaktadır. O meselin önü ve ardılı hiç kılınıp, yaşayana değer esirgenirken, onu var eden beden de çürütülüyor. Bir rutin olarak tahayyül olunan bedene kasıt kesintisiz olarak erkçe çürütme istenciyle hemhal olandır. Yaşama eylemine düşülen her şerh ile mutlak, kesin olarak ol hayat yıkımı güncellenmektedir. Behemehal yapılanların ortaya çıkarttığı cürüm istikameti hayatın her ne hale koyulduğunu da imlemektedir. Hayatın sıradanın elinden çalınması kesintisiz bir ‘istenç olarak’ dünden yarına daima vurgulanan ve hep eylenendir. Biyopolitik tahakkümün, yine yeniden var edilmiş olan odakları bu ülkedeki hayat akışının onarılmaz bir merhaleye terk etmektedir. Cürümler ardılı cürümler ülkesi bir gerçekliktir.
Kare kare, hayata gölgesi düşürülen şey bedene karşıtlığın da mihmandarı olan devlettir. Anlık olarak güncellenen mesel bu gölgeyle hayatı kuşatmaktır iş bu menzilde. Devlet topyekûn o mekanizmalarıyla, ona teslim olmuş personalarıyla, kural ve kanun görünümlü dayatmalarıyla hayatı zehirlemektedir. Cürüm ötesindeki, çürümenin anlık suretleri değil, hakiki karşılıkları burnumuzun ucundadır. “Gelecek” tahayyül olunan değil şu anda çürümekte olandır. Bir uzamın biyopolitik tahakkümle yolunun kesintisiz buluşturulması güncellenmektedir. Görünen köy kılavuza hacet koymayacak kadar açıkta / alenidir.
Cürümle hemhal menzilde hayata kastın biteviyeliğidir daim olarak sorun. Hiçbir sorununu zamanında çözümleyemeyen, hiçbir yarayı zamanında önemsemeyen, her şekilde bunları göz ardı eden, konuşmayan, tabu kılan, sorgulamayıp, sorgulatmayan menzilde var edilendir ol hakikat. Dört yanda sürdürülen cürüm daim bir mesel olarak her gün de bariz hakikat kılınanlar hayatımızın istikametini biçimsiz bir hale terk etmektedir. Aylardır yoktan, tutsak edilmiş olan Cumhuriyet Gazetesi çalışanları hakim karşısına 24 Temmuz günü çıkartılır.
11’i tutuklu, 17 “Cumhuriyet çalışanının” FETÖ-PDY, PKK-KCK örgütlerine üye oldukları iddiasıyla dava, şu yukarıdaki imin ol hakikat halini bir kere daha bildirmektedir. ‘Bylock’ kullanıcıları ile görüşüldü iddiası HTS Sistem kayıtlarıyla çökertilir. İddianamede aslen imza yetkisi bulunmayan, Kadri Gürsel yetkiliymiş gibi gösterilir. Kırk yıllık çalışanlar sanki Cumhuriyet Gazetesini ele geçirecekmiş gibi suçlanırlar. Duruşma salonunda ilk gün bir silahlı üsteğmenin olmasına tepki gösteren avukatlar, “Silahların gölgesinde yargılama yapılamaz” dedikleri yerdedir işte o biyopolitik tahakküm.
Akın Atalay’ın savunmasından alıntılayalım: Bu davanın 2 amacı var. Cumhuriyet Gazetesi’ni susturmak yahut da teslim almak, ikincisi siyasi iktidarın istemediği haberleri, hoşuna gitmeyecek yazıları yayınlamayı düşünebilecek, aklının ucundan geçirecek gazeteci ve gazetelere maruz kalacakları akıbeti göstertmektir” der. “Türkiye’de bağımsız gazeteciliğin bedeli tutuklanmak ve cezaevine konmak, beş ay boyunca iddianameyi beklemek, 9 ay sonra hakim karşısına çıkmaktır der Gazeteci Murat Sabuncu.
Davanın savcısı olan “Murat İnam”ın FETÖ-PDY üyesi olmaktan yargılandığını “heyete!” hatırlatır. “Biz ağırlaştırılmış tutukluluk koşullarında dokuz aydır bu davayı bekliyoruz. O işinin başında müebbetle yargılanıyor, üstelik tutuksuz. Bizim manşetlerimizi, haberlerimizi dört yıl süreyle incelemiş. 1400 manşet demek bu. Bizi bu manşetlerin içinden cımbızladıklarıyla değerlendirmiş savcı ve bilgisayar mühendisi olan bilirkişi. Adetalarla dolu adeta bir iddianame der Sabuncu.” “Biz 31 Ekim günü tutuklandık. 31 Ekim’den bu yana yirmi Cumhuriyet emekçisi gözaltına alındı, tutuklandı. On dördü değişik zamanlarda Silivri Cezaevine konuldu. Onunla yetinmedi iddianame, bu iddianamelerdeki adı geçenlerin anneleri, babaları, eski eşleri bile hesaplarıyla birlikte sorguya dahil edildiler. Bir arkadaşımızın beş yaşındaki çocuğunun bile mal varlığı sorgulandı”
Yeterince açık bir biçim ile dava diye ortaya çıkartılan kadük durumun trajikomik hali artakalandır. “İddianamede yer alan manşetlerden biri, ‘Cadı Avı Başladı’. Bu manşeti anlatmaya gerek yok biz karşınızdayız. İbrahim Kaboğlu, Cihangir İslam, Murat Sevinç bu cadı avının mağduru değil, 120 bin kişinin ihraç edilmesi cadı avı değil mi? Demokrasinin iyi olduğu dönemlerde gazetecilik kolay yapılır ama ülkede karışıklığın olduğu dönemlerde gazetecilik zordur. İleride bu günlerle gurur duyacağız. Bizim görevimiz bu zor günlerde de sorgulamayı yapabilmek” der Murat Sabuncu.
Biyopolitik tahakkümün artık nesnelleştirilmiş hallerinde ortaya çıkan tablo sırf şu savunma metinlerinden bariz bir halde faş olandır. İnsanın değersizliğinden yola çıkılarak, kurulan her çatı ve hem hamle; bu bahse konu, kokuşmuş yeni ülkeyi açıktan imler. Güray Öz’ün savunmasından alıntılayalım: "Savcının suçlamaları hukuki temelden yoksundur. Hemen söylemem gerekir ki suçlamalarda yasaların suçlamaların kişilerle bağlantısının kurulması ilkesi ihlal edilmiş, suçlamaların birtakım emarelere değil somut kanıtlara delillere dayanması gerektiği ilkesi göz ardı edilmiştir. Oysa somut delil zorunluluğu daha gözaltı aşamasında şart koşulmakta, Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 91. maddesinde bu konunun altı çizilmektedir. Gözaltılarla ilgili olarak yasa koyucu daha önce var olan “emarelere” terimini maddeden çıkarmış, “gözaltına alınma kişinin bir suç işlediği şüphesini gösteren somut delillerin varlığına bağlıdır” demiştir. Ama her şeyden önce Anayasa'nın 38'inci maddesinde açık ve net bir şekilde “ceza sorumluluğu şahsidir” denildiğini hatırlıyorum. Türk Ceza Kanununun 20. maddesinde de “ceza sorumluluğu şahsidir” denilerek bu temel ilke açıkça belirtilmiştir. Ayrıca izleyen 21. madde de “suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır” denilerek, savcının sık sık kullandığı ���bilerek isteyerek” klişesinin delillendirilmesi iddianamenin hiçbir satırında gerçekleştirilmemiştir."
İngiliz The Times Gazetesi başyazısında şu ibareyi vurgular. “İstanbul’da başlayan davada o gazetecilerin Sayın Erdoğan’ın “eleştirel sesleri susturmak” amacıyla bastırmasının ilk kurbanı olduklarını gösteriyor. Çürümenin abecesi devletli şablonunda savunulan hemen her hamle ile ifa edilmiş bir pasife etme veya sınırlandırma çabasıdır. Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının yargılandığı davada gazeteci Ahmet Şık’ın verdiği hukuk ve gazetecilik dersinde ortaya çıkan tahakkümün bu biyopolitik sarmalın asıl vaadinin her ne olduğunun da ifşasıdır.
‘Çöp muamelesi yapılması gereken bir iddianame şablonundan, o darbe kliğinin bir ucunda duranların ülkeyi yönetme mücadelelerine, gazetecilik faaliyetlerinden terörizm eylemi çıkarma istencine, ithama hepsi bir, hepsi dolaysız ve doğrudan hayata kastın ifşasına her detayı gösteren / bildirendir Ahmet Şık tarafından yapılan ithamname. İtham ediyorum diye çıkagelen metnin, savunmanın sözün birlikteliğinde bu çürük çarık menzili yönettiğini iddia edenlere -isyandır.
“Dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikatleri boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.” Yazılanlar, çizilenler her şey bu ülkenin bir gününde değil hemen hemen var olduğu ilk gününden bu yana süregiden tehdidin, kontrol mekanizmalarının aleni ifşasıdır. Kendiliğinden değil bile isteye güncellene gelen, bir tahayyül olmaktan öte var edilen adaletsizlik, hukuksuzluk, özgürlüğün sınırlandırılması vb. temel hakların linçidir.
Halkların Demokratik Partisi’nin Amed’den başlattığı ol “Vicdan ve Adalet Nöbeti” polis ablukası altında gerçekleştirilir. Eylemin yapıldığı parka polis yurttaşları sokmaz. HDP Eş Genel Başkanı Serpil Kemalbay, eyleme dair yaptığı açıklamada şu sözleri eyler. “-Halkımıza sesleniyoruz. Faşizm geldim ama kendiliğinde gitmeyecek. Direniş ve mücadele kazanacaktır.” Kare kare hayata gölgesi düşürülen şey bedene, ruha ve fikre karşıt olan devlet tahayyülüdür. Devlet sistematik bir çürütmenin mihmandarıdır. Park halka kapalı tutulur. Altı gün sonunda devletlinin yeni konuşuna haiz olan sabah paçavrası, Diyarbakır’dan Teröre Yüz Yok manşetini atar. İtham ve yaftaların bir gazetecilik değil bariz bir tetikçilik hali karşı karşıya kalınandır.
Sallanan cümleler, kurulan irtibatlarla düz ovada siyaseti hedef almak kesintisizdir. Demokrasi bu tahayyülle yıkıma terk edilendir, yine. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin verilerine göre Olağanüstü Hal’in ilan edildiği 20 Temmuz 2016’dan bu yana 1963 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirir. Bin dokuz yüz altmış üç bir rakam değildir. İşlerini geri almayı talep eden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ağır tecrit, hak gaspı ve yaşamlarına inat ve ısrarla işkence boyutundaki müdahalelere maruz bırakılırlar. Halkın Hukuk Bürosu, Sosyal Medya’dan yaptığı açıklama ile “Müvekkilleri olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın 28 Temmuz saat 00.00’dan sonra iradeleri dışında zorla hastaneye götürüldüğünü duyurdu. Açlık grevlerinin 76. gününden itibaren tutuklu bulunan Gülmen ve Özakça’nın Sincan İnfaz Kampüsü Hastanesi’ne kaldırıldığı belirtildi. Açıklamada, Semih Özakça ve cezaevinde birlikte kaldığı refakatçisinin nakil sırasından darp edildiği ifade edildi. Açıklamada ‘hayatını tek başına idame ettiremez’ raporuna rağmen Gülmen ve Özakça’ya hala refakatçi verilmediği de vurgulandı.”
Biyopolitik cerahat iklimi böylesine bet, birlikte imal edilendir işte. Büyükada gözaltıları sonrasında tutsak edilenlerden Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü, İdil Eser birinci dereceden yakını olmadığı için görüş yapamaz olarak, bir de bu bahis ile “tecrit” edilir. Biyopolitik olan mefhum bu yıkım şablonudur.
Halkların Demokratik Partisi Wan Milletvekili Tuğba Hezer ile Şirnex Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın vekillikleri “devamsızlıkları” öne sürülerek düşürülür. HDP’nin Meclisteki sandalye sayısı elli beşe iner. Tahakkümün zoru, sıradan olanın sözünü yağmalamak, hayat hakkını bir hiç kılmak, kendini savunmasına zemin bırakmamaktır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi vekilliklerin meclis geçmişinden bu yana ilk kez resmen devamsızlık öne sürülerek iptal edilmesi gerçekliğindedir mesele.
Daha önce Eş Genel Başkan Figen Yüksekdağ ile vekil Nursel Aydoğan’ın milletvekillikleri haklarındaki “mahkumiyet kararları” öne sürülerek düşürülmüştür ha keza! HDP Grup Başkanvekili, Filiz Kerestecioğlu’nun demecidir: Tarihe çok önemli bir not daha düştünüz. SMS ile çağrılıp koşa koşa buraya geldiniz. Boş bıraktığınız meclisi bir anda iki vekilin vekilliğini düşürmek için doldurdunuz bu da size şeref madalyası olsun. “Biyopolitik” cürüm ekseni dört bir yanda güncellendikçe hayat ediminin, dokunulmadık, deşilmedik, yara açılmadık hiçbir yeri, köşesi bırakılmamaktadır.
AKP ve MHP işbirliğinde hazırlanarak Mecliste gündeme getirilen İçtüzük değişikliği iki parti üyelerinin oylarıyla kabul edilir. “Usul tartışmaları 3 dakika, grup önerileri söz konusu olduğunda öneriyi veren gruptan bir vekil beş, diğer gruplar içinse üçer dakika ile sınırlandırılır. Meclise vekiller, pankart ve döviz ya da benzeri materyallerle girmesi yasak edilir. HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, “Geçmişle yüzleşme ve hakikatlerin ortaya çıkartılması engellenmek isteniyor. Farklılıkların mecliste zikredilmesi yasaklanmak isteniyor. Kürdlerin, Alevilerin, Ermenilerin yaşadıklarının anlatılması engelleniyor. Tekçi zihniyet tekamül ettirilmeye çalışılıyor.” “Egemenlik kayıtsız şartsız iktidarındır, ol çoğunluğundur.” Bahsi gerçek kılınarak millet iradesi gasp olunduğunu ilave eder Beştaş.
Hayat bu menzilin her gününde biteviye apaçık bir biçimde daraltımı için çalışılarak güncel, bir tecrit sahnesine dönüştürülüyor. Yaşam istencinin çürütülmesi artık ortalık yerde, göstere göstere, bile isteye yapılandır. Kürdistan, Ermeni, Pontos, Rum Soykırımı ya da Medz Yeghern, Sayfo demek bir biçimde bu tüzük değişikliği ile sağlama alınmak istenendir. Güçlü, büyük ülkede bu sesleniş hamleleri, kelimeler dahası eylemler yasaklanmak istenendir. Demokrasinin ilerisi olarak bu menzilde öne çıkartılan sahne yeniden dününe rehin edilendir. Söz hakkından çekinilen yer güçlü ülke mi olur? Söz hakkını iğfal eden yer ülke midir? Sözün üstünü çizen menzil büyük ve güçlü olsa ne yazar!
Seslendirilen kelimelerden çekinerek bir normalleşme söz konusu edilebilir mi? Hayat bunca ucuza yerle yeksan edilirken, dile pelesenk edilmiş özgürlük ve demokrasi kadar, medeniyet ağızdan düşürülmezken, daha burnunun ucundaki, toprağında yer etmiş olana öteki diyerek yaftalamak, sorgulatmamak sesini kestirmek necidir? Vicdan ve Adalet Nöbeti’ne dair ithamlar, Amed’de gözdağının orta yerinde serilen, gerçek kılınan yok sayma süreğen bir hali bildirirken ne olacaktır yarın, ya sonrası, nedir?
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davada savunma yapan dönemin Samsun Jandarma İstihbarat görevlisi Astsubay Birol Ustaoğlu, Samast’ın yakalandıktan sonra götürüldüğü TEM Şube’deki mülakat esnasında MİT’ten “Recep” isimli birinin odada bulunduğunu söyledi. Ustaoğlu, Samast'ın bayraklı görüntüsü için "talimatı başsavcı verdi" dedi.
Cumhuriyet Gazetesinden Canan Coşkun'un haberine göre, “Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin tetikçi, azmettirici, kamu görevlisi ve jandarma görevlilerinin yargılandığı davanın dünkü duruşmasında dönemin Samsun polis ve jandarma görevlilerinin savunmaları alındı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde bugün görülen duruşmada savunma yapan Jandarma İstihbarat görevlisi Birol Ustaoğlu, cinayetin incelenmeyen MİT ayağıyla ilgili ifadeler kullandı.” Aleni bir kin güderliğin sofrasında, sanki on yıl değil dün gibi olan / olmuş / yapılmış olan cürümler ve cinayetler söz konusuyken daha ne kadar suskunluk vaaz olunacaktır.
Masalların hakikatin önünde set edildiği, masal diye kabusların gündelik kılındığı, gündelik halin toptan çürütmeye rehin edildiği bir menzilde tahakkümün boyutunu fark ediyor musunuz? Bugün basit gibi söze katılmayan, anılmayan nice şeyin nasıl incelikli bir hesap kitap bahsiyle şekillendirildiği aleni olurken, görünürken hayatın sınırları nereye kadar daraltılacaktır. Terörle Mücadele şubesinde çekilen görüntülerin duruşmada izlenmesinin ardından Ustaoğlu, “MİT’ten Recep diye biri vardı. Recep olarak biliyordum. TEM şube müdürü de ifadesinde bir MİT görevlisinin olduğunu söylemişti.
Dink ailesi avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu’nun Ustaoğlu’na “MİT’in çektiği görüntü oldu mu” diye sorması üzerine Ustaoğlu, “Herkeste telefon vardı. O anda tüm dikkatim bilgi almaktı” yanıtını verdiği yerde, ciddi ciddi devletin nasıl hayatımızı kuşattığını görebiliyor musunuz? Dünden bugüne, şimdiden yarına var edilmek istenen bu tahakküm hali kesintisiz bir çürümedir, hayatınız için endişe edip, sorguluyor musunuz? Yarın halimiz nice olacaktır?
Yarın bu ülkede bir hayat hakkı söz konusu olacak mıdır? Bütün kepazeliğiyle aleni çürütmeye teşneliğiyle, kırımla / kıtalle ve yıkımla bir hayat bahsi kalacak mıdır? Düşünüyor musunuz? Cinayetleri düzenleye karmaşık kümelerin aslında devletin imecesi olduğu ilaveye gerek olmadan ortadayken, iş bu raddede bu ülkede bir hayattan söz açılabilir mi? Sorguluyor musunuz?
Görsel – Untitled – Mohau MODISAKENG
#cumhuriyet gazetesi#biyopolitika#iktidar#savaş#yıkım güncesi#gazetecilik suç değildir#söz hakkı#demokrasi#çürüme#hayat hakkı#mesele#erdoğan#vicdan#adalet#nuriyevesemihyaşasın#insan hakları#agos#hrant dink#müesses nizam#milli ve yerli#tahakküm#başka türkiye var#arzihal
3 notes
·
View notes
Text
İSTANBUL 34. AĞIR CEZA MAHKEMESİ’NE; Sayın Başkan, Sayın Heyet; Öncelikle şunu söylememe müsaade edin. Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam savcısı değil, sanığı olmayı tercih ederim. Bunun bir sebebi var. İnsan ancak kafasını kaldırıp ufka baktığı zaman dünyanın yuvarlak olduğunu görebilir. Ben de istikbale baktığımda bu davada verilecek mücadelenin, ülkemin adaletine katkıda bulunacağını ve yargının çürümüş dallarının budanmasına vesile olacağını görüyorum. Emin olun, bu baş aşağı duran fotoğraf düzeldiğinde, bu iddianameleri yazanlar kendilerinden öncekiler gibi işledikleri günahlarla anılacak! Ancak biz; bir fikirde, bir kelimede, bir harfte yaşamaya devam edeceğiz. Sayın Hâkimler… Yargılanırız, varsa suçumuz mahkûm oluruz, ardından infazımız yerine getirilir. Hukukun ilerleyişi budur. Oysa siyasi intikam davaları pek de öyle işlemiyor. Önce infaz ediliyorsunuz, yargılama ona yetişmeye çalışıyor. Biz, Odatv’nin gazetecileri, bu mahkemede sanık olmadan önce yıllarca böyle yaşadık. İktidar içindeki çetelerden beslenen sürülerin hakaretleriyle, tutuklayın çığlıklarıyla, ölüm tehditleriyle terbiye edilmeye çalışıldık. Sonumuzun El Kaidecilerin Charlie Hebdo dergisini katletmesi gibi olacağını söyleyen kamu görevlileriyle bile karşılaştık. Nihayetinde katillerin yapamadığı işe savcılar talip oldu. Bundan dolayı dert yandığımı sanmayın. 1871’de kendi vatanının yandaş medyasında hain ilan edilen Victor Hugo, “insanın kendisine yapılan saldırıları okuması kendi dışkısını koklamasına benzer” diyor. Ben de içinde benden bir şey de olsa bu kokuyu sevmediğim için okumuyorum. Bu nedenle bir gazeteci uyarmasaydı fark etmeyecektim. İktidar içindeki çetelerin bir tetik��isi, bizim hapishane ile uslanmayacağımızı, Alman Devleti’nin Kızılordu Örgütü’ne yaptığı gibi, hapishanede katledilmemiz gerektiğini söylüyordu. Ne güzel fikir özgürlüğü! Katledilmiş bir kamu görevlisinin cenazesini haber yapmak müebbetlik, gazeteci katletme propagandası serbest! Uzağa gitmeyelim. Bu hikâye bana Almanya’yı değil, bizden birini, Mithat Paşa’yı hatırlattı. Mithat Paşa bizim büyük bir reformcumuzdur. Halen hayatımızda olan Ziraat Bankası da meslek liseleri de onun eseridir. En önemlisi, Mithat Paşa demek Meşrutiyet demekti, Anayasa demekti. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde çadır mahkemesi kurdular, hükmüne idam yazdılar. Yapamayınca hapishanede gardiyanlarına boğdurdular. Bunu şu nedenle anlatıyorum. Çadır mahkemesinde mahkeme reisi Mithat Paşa’ya “iddianameyi nasıl buldun” diye sorunca, Mithat Paşa “iki mahalini doğru ve sahih buldum” dedi. İki noktasını doğru bulmuştu. Biri başlangıçtaki besmele, öbürü sonundaki tarihti. Mithat Paşa “geri kalan yerleri yalan, yanlış ve tutarsızdır” diyordu. Bir Mithat Paşa geleneği. Ben de bir iddianameyi elime alınca önce başına ve sonuna bakarım. Kendim için de öyle yaptım. Ve dedim ki “başı da sonu da yalan, yanlış ve tutarsız”. 2 BİZİ TUTUKLAYAN YAPILANMA Önce son sayfasından başlayayım... İddianamenin sonunda, herkesin bildiği soruşturma savcısının yanında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan’ın ve vekili Hasan Yılmaz’ın imzalarını görünce şaşırmadım. Hatta “iddianamenin üzerindeki gölge mürekkebe bulanıp suretini göstermiş” diyerek üç imzalı bu iddianameye sevindim. Açıp baktım. 7 Şubat’ta Hakan Fidan’ı tutuklamaya çalışarak MİT’e büyük kumpas kurmakla suçlanan eski yargı mensuplarının iddianamesinin altında tek bir savcı imzası var. FETÖ’nün polislerinin ve imamlarının MİT’e kumpasla suçlandığı iddianamedeyse iki imza. Zaman Gazetesi iddianamesi tek imzalı. TUSKON iddianamesi de, FETÖ Çatı Davası iddianamesi de tek savcının izini taşıyor. Peki bu işin sırrı nedir? Sayın Heyet, Türkiye’de yaşanan sıradışılıkların sebebi sorulduğunda çoğu zaman verilen yanıt “devlet”tir. Oysa yakından baktığımızda müsebbibin “devlet benim” diyen çeteler, tarikatlar, ya da örgütler olduğunu görürüz. Korkunun gerçeğin üstünü örttüğü dönemlerde devlet üniformasının içindeki bu oluşumları anlatmak zordur. Çoğunlukla bir grup öncü vitrine taş atmaya cüret eder. Yazı, haber ya da kitap; aydının yuvasındaki yılana attığı taştır. Çıkan yılan düşmanını sokarken varlığını da herkese gösterir. FETÖ dönemi yargılanmamız böyleydi. Yargıda, poliste, orduda örgütlenmiş yapılanmadan söz edenlerin başına kötü şeyler geliyordu. 1. Odatv davasında yargılananların ortak özelliği FETÖ’yü deşifre eden eserleriydi. İşte buna diyalektik diyorlar. FETÖ’yü gösterenlerin tutuklanması FETÖ’nün görünmesine yaradı. Örnek olsun, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Fethullahçıların polisteki örgütlenmesine odaklanırken, Hanefi Avcı’nın kitap yüzünden tutuklanması kitabın tezini ispatladı. Bu iddianamedeki imzalara gelirsek… Biz Odatv’deki haberlerimizde, Barış Pehlivan ile yazdığımız kitaplarda, ben yazılarımda yargıdaki olağandışı işlerden bahsediyorduk. Adliyeleri esir eden grupların adaletin hükmünü değil, kendi özel gündemlerini icra ettiğini anlatıyorduk. Açık söyleyeyim, bizi cezalandırmak için sebep yaratılacağını biliyorduk. İddianamede gördüğümüz ikinci ve üçüncü imzalar “biz de tam da bunu kastetmiştik” dedirtti. Öte yandan bir şey daha var… Bizim duruşmaya çıkana kadarki hukuk serüvenimiz bir dizi olağandışılıklar içeriyor. MİT Kanununa dayanarak tutuklandık. Hem bugüne kadar bu kanunla ilgili uygulamalar, daha doğrusu “uygulamamalar”, hem de hukukçuların kamuya bildirdiği görüşler aynı şeyi söylüyordu. O da bu kanunun karşılığının hapisliği önemsiz kılacak kadar olduğuydu. Buna 3 rağmen birileri bizim tutuklu yargılanmamızı istiyordu. Tabiri caizse hesabı peşin almak istiyorlardı. Olağandışılıklara bir gece yarısı komedisi eklendi. Dolandırıcılara ya da hırsızlara tanınan infaz indiriminden Meclis’e gece 3’te gelen kanunla muaf tutulduk. Türkiye’de halihazırda MİT Kanunundan yargılanan bizden başka kimse muhtemelen olmadığı için bu müdahale bizim için yapılmıştı. Ancak yeni düzenleme yine de 3 yıl hapse denetimli serbestlik hakkı tanıdığı için bir kez daha tutukluluk önemsizleşti. İşte bu durumda, soruşturmaya bir elin değerek tuz eker gibi yeni suçlamalar ekeceğini düşünüyordum. Beklediğim oldu. O elin sahipleri görülüyor ki bu iddianameye 2. ve 3. imza olarak düştü. Kısıtlılık getirilen iddianameden bizzat bu savcıların Sabah Gazetesine yaptığı sızıntıları, ya da açık usul hatalarını herkes biliyor. Ben başka bir noktaya dikkat çekiyorum. Sayın Heyet, buradaki yargılamaya konu olan haberin altında Hülya Kılınç’ın değil, üçümüzün birden adını görseniz ne düşünürdünüz? İşte ben bu iddianame için aynısını düşünüyorum. Belli ki bazı zorunluluklar iddianameyi en azından görüntüde 3 imzalı kollektif bir eyleme dönüştürdü. BU SAVCILAR FETÖ’DEN BAHSEDEMEZ Mithat Paşa usulüyle devam ediyorum. Bu kez iddianamenin başına dönelim… İddianamenin başlangıcında MİT’in FETÖ’nün hedefi olduğu anlatılıyor. Sonra da bir daha FETÖ kelimesi bile kullanılmıyor. Ben bunun ya iddia makamının bilgisizliğinden ya da suçluluk psikolojisinden kaynaklandığını düşünüyorum. Sayın Hakimler, cehalet ne çok okuyanların ne hiç okumayanların meselesidir. Cehalet, çoğunlukla tek kitap okuyanların kusurudur. Söyleyeceğim şu, MİT’in FETÖ’den başka düşmanı yok mu? Yoksa bu savcılar başka bir şey bilmiyorlar mı? Mesela PKK ya da IŞİD de MİT’in düşmanı değil mi? Konumuz Libya, konuyu genel kültür düzeyinde bilenler dahi MİT’in Birleşik Arap Emirlikleri ya da Mısır gibi bir sürü devletin hedefinde olduğunu size söyler. Tek kitaplı savcılar nedense bunlarla değil iddianamenin geri kalanında bir daha bahsetmedikleri FETÖ ile başlıyorlar. Öte yandan suçluluk psikolojisi de var. Çünkü FETÖ, 7 Şubat 2012’den önce de MİT’i hedef aldı. Bizzat Odatv davasında benimle birlikte MİT’in Orta Asya Masası’nın başındaki Kaşif Kozinoğlu tutukluydu. Hapiste şüpheli bir şekilde öldü. Bu şu demek: Biz, savcıların MİT’i hedef almasını milat saydığı tarihten önce FETÖ tarafından hedef alındık. Hem de bir MİT yöneticisi ile birlikte. 4 Şimdi bu salondaki herkese soruyorum: O gün İlhan Cihaner’i tanıyor muydunuz? Elbette. Çünkü o savcılık yetkilerini bu yapıya karşı kullanmış ve bedelini ödemişti. Daha çok tanıdığınız isim sayarım. Peki o gün bu iddianameye imza atanları tanıyor muydunuz? Hayır. İşte suçluluk psikolojisi dediğim budur. Eğer MİT ya da FETÖ ile bu davaya başlayacaksanız öyleyse bize yapılanlarla başlayacaksınız. Savcılar ise “gökten üç elma düşmüş” diye başlamışlar. Bu koca boşluk ülkemizin noksanlığı değil, bu iddianameyi yazanların kendi geçmişlerinin ayıbıdır. BİZE KURULAN TUZAK Sayın Hâkimler, basit bir sorum var: Devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Hukuk devleti tabii ki kurmaz. Ama devletin üniformasını kendi aidiyetlerine kalkan yapanlar kurar. Bakın, Atatürk’ün harpte başarılı olmanın anahtarını açıkladığı bir söz vardır: “En iyi şekil, zihnen düşmanının tarafına geçmek ve onun bakışıyla meseleyi çözmektir.” Biz de mahkemelerde bunu yaparız. Savcıların gözünden davaya bakarız. Niyetlerini okuruz. Şimdi, bu iddianamenin açıkça ortaya koyduğu bir tablo var: - MİT mensubu S.C.’nin şehadetinin ardından sosyal medyada yüzlerce paylaşım yapılıyor. MİT ve savcılar izliyor. - Ailesinin köyünün muhtarı babasının adını da vererek 19 Şubat’ta duyuru yapıyor. Üstelik bu köyünün neresi olduğunun da bilinmesi demek. MİT ve savcılar izliyor. - Onlarca sitede şehitle ilgili haberler çıkıyor. MİT ve savcılar izliyor. - İddianamede görülüyor ki bu davanın sanıkları olan Murat Ağırel’in ya da Erk Acarer’in 22 Şubat’taki paylaşımlarını da MİT ve savcılar izliyor. - Yeni Yaşam Gazetesi 23 ve 24 Şubat’ta haber yapıyor. MİT ve savcılar izliyor. - Ardından Ümit Özdağ Meclis’te olayla ilgili bütün ayrıntıları açıklıyor. MİT ve savcılar izliyor. - Özdağ’ın açıklaması ertesi gün basında haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor. Uluslararası medyada olay haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor. 3 Mart akşamı Odatv’de şehidin cenaze haberi yayınlanıyor. 4 Mart sabahı saat 04’te ben evimden gözaltına alınıyorum. Neredeyse iki hafta uyuyan MİT ve savcılar o gece uyumuyor! 5 Dediklerimi doğrulayan bir evrak daha var. İddianame eklerinde yer alan Emniyet Raporu şöyle başlıyor: “Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz’ın, 3 Mart 2020 tarihli sözlü talimatları kapsamında Odatv’deki habere ilişkin gerekli araştırmanın yapılarak...” Demek o gece sahiden uyumamışlar. Bakın MİT’in Odatv için suç duyurusunun tarihi 4 Mart. Savcılığa saat kaçta şikâyet geldi, beni gözaltına aldıran Hasan Yılmaz saat kaçta harekete geçti, polisler kaç saatte eve geldi? Belli ki MİT’in suç duyurusu benim gözaltına alınmamı bekledi, ya da bir eksiklik sonradan tamamlandı. Sayın Hâkimler, 10 yıl önce “kumpas” diyorduk. Bugün buna “tezgâh” diyoruz. Serçeler, bıldırcınlar, güvercinler kafese giriyor. Karga gelince kapak kapanıyor. Demek ki Odatv’deki haber olmasa böyle bir dava hiç açılmayacaktı. Bunu nereden biliyorum? Çok basit, İrfan Fidan ve Hasan Yılmaz’ın yönettiği savcılık, bütün soruşturmaları Odatv haberinden sonra başlatıyor. Hatta Ümit Özdağ hakkındaki fezleke bile Odatv Haberinden sonra yazılmaya başlıyor. Bakın burada komik bir şey var. Ümit Özdağ ile ilgili soruşturma, açıklama yaptığı gün değil, hafta değil, benim gözaltına alındığım gün yani 4 Mart 2020’de başlatılmış. Savcı Hamza Yokuş imzalı tutanak “resen soruşturma açılmasına karar verildi” diyor. Yani soruşturma açıldığında orada da MİT’in bir şikâyeti yok. Şimdi gelelim savcının Özdağ hakkında soruşturma açmaya nasıl karar verdiğine. Tutanaktan aynen aktarıyorum: “4 Mart 2020 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı’mızca yapılan olağan internet taramasında…” Çok acayip değil mi? 26 Şubat ile 4 Mart arasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda internet mi kesikti? Savcı bu kadar gün “olağan internet araması” neden yapmadı? Siz savcının yazdığı gibi bunun “olağan” olduğunu düşünüyor musunuz? Elbette hayır! Ortadaki tablo çok açık. İstanbul’daki savcıları da Ankara’daki savcıları da hatta MİT’i de birileri harekete geçirdi. O “birileri” kimse Odatv’den başlamak üzere herkese tezgâh kurdu. MİT KADAR GAZETECİLİK DE GEREKLİ Sayın Başkan, Sayın Heyet; İnsan yalnız kalmaktan korkar. Karanlıktan korkar. Ölmekten ya da yaşamaktan korkar. Oysa ben sadece korkmaktan korkuyorum. Lütfen sözlerimi iktidar içindeki çeteler, savcılar, örgütlü linç güruhları eliyle kurgulanan bu davada onlara bir yanıt olarak kabul edin. Eğer bu tezgâhı kuranların bir vatanı varsa ben o vatanın hainiyim! Ne mutlu bana bir vatanları yok… Eğer bu tezgâhı kuranların bir dini varsa ben o dinin kafiriyim! Ne mutlu bana imanları yok… 6 Eğer bu tezgâhı kuranların bir devleti varsa ben o devletin teröristiyim! Ne mutlu bana onlar çetelerini devlet sanıyorlar... 101 yıl önce bugün Mustafa Kemal de Saray’dakilerin haini, işgalcilerin teröristi, işbirlikçilerin kafiriydi! Milletin hürriyetini şahsi ikbalinin önüne koyanlar korkusuz olmalı, küfrün üzerine yürümelidir. Bu girişi, şunun için yaptım. Ben yıllardır yazı yazıyorum, Cumhurbaşkanı’nı eleştiriyorum, bakanları eleştiriyorum, genelkurmay başkanlarını eleştiriyorum. Efendim MİT kutsal bir örgüt müdür? MİT dokunulamaz mıdır? MİT sorgulanamaz mıdır? MİT; hatası, eksiği gösterilemez midir? Haşa, MİT mensupları peygamberin sahabeleri midir? Farkında mısınız, bu dava üzerinden ne yapmaya çalışıyorlar. Bu davayı kurgulayanları sevindirecek bir karar verirseniz yukarıdaki tüm sorulara “evet” yanıtını vermiş olacaksınız. Türk tarihinde 12 Eylül gibi karanlık işlere bulaşmış askerler vardır. İşkenceye karışmış polisler vardır. Aynı zamanda mensubiyetini kötüye kullanmış hem de ��ok kötüye kullanmış MİT mensupları da vardır. Örnek olsun, ben daha birkaç ay önce Cumhuriyet Gazetesinde hapishaneden bana mektup yazan bir MİT mensubunun anlattıklarından yola çıkarak, MİT kimliğini adam kaçırıp fidye istemek için kullandığı iddiasıyla cezalandırılan bir personeli yazdım. Bunu yazarken güç bela MİT’in basın müşavirliğini aradım, MİT mensubunu askeri alanda yakalayan kamu görevlileri ile konuştum. Siz eğer bu davayı tezgâhlayanları sevindirirseniz, bir sıradışılıkta karşısına MİT mensubu çıkınca bir gazeteci sorgulamaya araştırmaya devam edebilir mi? Şimdi söyleyeceğimi bana güvenmezseniz açıp kontrol edebilirsiniz. Biz Odatv’de 15 Temmuz’dan önce aylarca “darbe geliyor” haberleri yaptık, yazıları yayınladık. Yanlış anlamayın, gayrimeşru bir kaynaktan öğrenmedik. Dış basında işaret veren yazıları, Washington’daki enstitülerin raporlarını çevirdik. Zaman Gazetesi’nde adeta darbeyi işaret eden haber ve yazıları analiz ettik. Çeşitli davalara yansıyan ifadeleri aktardık. Hatta bizzat soruşturma savcılarının iddianamelerine giren darbe uyarılarını anlattık. Emin olun bunları yaparken öyle saldırılara maruz kaldık ki… “Ordunun içine fitne sokuyorlar”, “Ordumuz terörle savaşırken darbe iddialarıyla ihanet ediyorlar” diyenler oldu. Bunları da açıp okuyabilirsiniz. Odatv’deki gazeteci ağabeyimiz Soner Yalçın’ı arayıp tehdide varan konuşma yapan, benim ve Barış Pehlivan’ın işten çıkarılmasını isteyen ve bu darbe uyarısı yazıların susturulmasını isteyen oldu. Vazgeçmedik. Sonunda darbe günü geldi çattı. MİT Müsteşarına öğlen saatinde darbe ihbarı anlamına gelecek itirafın yapıldığı ortaya çıktığı halde MİT Müsteşarı darbeye akşam yemeğinde yakalandı. Bu durumu herkes eleştirmedi mi? Sorular sormadı mı? Bunu da yapmak gerekmez mi? 7 “’İstihbarat” diyoruz, Arapça’dan geliyor. “Haber” ve “’ihbar” aynı kökten doğmuş. Batı dillerinde “intelligence” kelimesiyle karşılamışlar. O ise “akıl” ve “zeka”dan geliyor. Şu tabloya bakarak söylüyorum. İster istihbarat deyin ister intelligence. Sadece 15 Temmuz bile gösteriyor ki doğru düzgün bir istihbarat kurumu bu ülkeye gerekli ise iyi gazetecilik ondan daha çok gerekli. Bakın gazeteci en azından istihbarat kurumunun eksikliklerini gösterebiliyor. Daha da ileri gidiyorum. Bu davaya konu olan haber bir yorum içermiyor. Basit bir haber. Her ölümün ardından olağan cenazeyi anlatıyor. Peki vatansever bir gazeteci bu haberle yetinmese, 27 yaşında gencecik bir istihbaratçının katledilmesinde bir ihmal var mı araştırmak istese, ki bence yapılmalı, yapabilir mi? Bunu pek çok terör saldırısından sonra yaptık. Şimdi Libya’daki bu saldırı ile ilgili ülke savunmasına faydalı, belki de yeni şehitler gelmesini önleyecek böyle bir çalışma yapılabilir mi? Bu davayı kurgulayan akıl “yapamazsınız” diyor. Hadi “vatansızların haini”, “devletsizlerin teröristi”, “imansızların kafiri” olarak biz yapmayalım. Bu iddianameye imza atan savcılar böyle bir inceleme yapacaklar mı? Hatırlayın, Mavi Marmara saldırısının ardından bu adliyede davası görüldü. Bir savcı çıkıp şehidin uğradığı saldırının soruşturmasını yapabilir mi? Bu davayı kurgulayanlar “kesinlikle hayır” diyor. Bu dava bize bunu söylüyor. Oysa 20-30 yıl önce Türkiye, kurumları çok daha sorgulanabilir bir ülkeydi. Kamu görevlilerinin en azından gazeteciler peşini bırakmazdı. Şimdi bizi daha da geri götürmeye çalışıyorlar. Tekrar söylüyorum, Odatv’de yayımlanan haberde böyle bir sorgulama yok. Ama bu dava hiçbir ifşa içermeyen sade bir cenaze haberini yargılayarak bütün sorgulamaların şimdiden önünü kapatıyor. MİT KANUNU NEDEN ÇIKTI Sayın Hâkimler, Mahkemelere eşlik eden kanunlar tarihsiz değildir. Gökten yere düşmemiştir. Sokakta bulunmamıştır. Kahve içerken akla gelmemiştir. Kanunların bir ruhu vardır. Kendilerini doğuran bir eylem vardır. Ve kanunlar da eylemleri doğurur. MİT Kanununun 2014 yılındaki dönüşümünün mahkemelerdeki canlı tanığıyım. 9 yıl önce bu Adliye’de MİT yöneticisi Kaşif Kozinoğlu da benimle birlikte sanıktı. Bugün sözüm ona MİT Kanunundan bahsedenler, o gün Kozinoğlu’nu linç ediyor, özel hayatını didik didik ediyordu. O gün altlarında Başbakan’ın zırhlı aracı olan savcılar, MİT’e kumpasları derinleştirdiler. 7 Şubat oldu, daha fazlası yaşandı. İfşalar sıradan hale geldi. Nihayetinde görev başında faaliyet yürüten ve doğal olarak gizli olan istihbaratçıların kimliği korunsun diye bu yasa çıktı. Şehit olan bir MİT mensubunun cenazesi haber yapılmasın diye değil. 8 Ne Kozinoğlu’nun cenazesinde ne de bu kanun doğarken ortada olan savcılar, bugün bu kanunu ruhuna aykırı bir şekilde kullanıyor. MİT Kanununu yerde buldukları taş gibi alıp başımıza fırlatıyor. Bu dava MİT Kanununun uygulaması gibi görünse de aksine gayrimeşru çocuğudur. BİZİM DOĞAL ŞAHİTLERİMİZ Elbette son dönemde her hikâye gibi bu dava da kamuoyunu ikiye böldü. Tutuklanmamızı savunanlar tutarlı bir gerekçe sunmadı. Onlara göre lanetli sayılan görüşlere sahip olan bizler çoktan cezalandırılmalıydık. Yargılanmamız bile gereksizdi. Şimdi size bunun karşısında bize doğal tanık olan üç ses getireceğim. Biri, Kumpas-Der. Bu iddianameyi yazanları kimsenin tanımadığı dönemlerde kumpaslarla hedef alınanların ve onların yakınlarının kurduğu dernek. Bu dernek, bu yargılama için diyor ki: “Maalesef devletten FETÖ kalıntılarının temizlenmesi yerine her türlü eleştirinin her türlü muhalefetin tehlike olarak görüldüğü, yargı bağımsızlığının ve evrensel hukukun göz ardı edildiği yeni bir sürece girildiğini görüyoruz. Sizlerin karşı karşıya kaldığınız hukuksuzluğu, bu sürecin bir parçası olarak değerlendiriyor ve bunun ülkemiz ve demokrasimiz açısından büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyoruz.” FETÖ ile gerçekten karşı karşıya gelmiş insanlar bu davanın savcılarının değil bizim yanımızda. İkincisi Cevat Öneş. Şehit MİT mensubu S.C. gençti. Öneş ise 1966-2005 aralığında yani 39 sene MİTte görev yapmış eski Müsteşar Yardımcısı. Öneş, bizim tutuklanmamızın ardından şunları söyledi: “Olay ve MİT mensuplarının isimleri TBMM’de bir milletvekili tarafından açıklanmış ve kamuoyu bilgi sahibi olmuştur. Manisa’da cenaze töreni açık olarak yapılmış, gizlilik kuralı uygulanmamıştır. MİT Başkanı tarafından da çelenk gönderilmiştir. Bu durum, MİT Yasası’nın 27. Maddesinin uygulanamayacağını göstermektedir. Ayrıca, yasal ve idari uygulamalar olarak da önceki benzer (Kaşif Kozinoğlu ve bazı MİT mensupları) cenaze törenleri dikkate alındığında, teamül olarak da bir kriterden söz edilemez. Gazetecilerin konuyu işlemeleri ise ��Devlet sırrı ve gizlilik kurallarının ortadan kalktığı’ bir olayla bağlantılıdır. Basın özgürlüğü, kamuoyunun bilgilendirilmesi amaçlı bir faaliyet söz konusudur.” Üçüncüsü, bizzat MİT Kanunu hazırlayıp Meclis’e getiren dönemin AKP milletvekili İdris Şahin. O da bu olaydan sonra konuştu. Bugün dedi ki: “MHP’nin Grup Başkanvekilleri Oktay Vural ve Mehmet Şandır idi. Bu maddenin yorumlanmasını bizden talep etti. O günkü Meclis tutanaklarında vardır. Asılsız haber yapanlar ve MİT mensubu ve ailelerini ifşa edenlerin ceza almalarını öngören bir düzenlemeydi. Yoksa Meclis’te açıklanmış, cenaze törenine de o yörenin siyasi erklerini 9 çağırmak suretiyle alenileştirilmiş bir törenin buna bağlı olarak da teşkilatın çelenginin haber yapılmış olmasının, bir MİT mensubunun kimliğinin ifşa edilmesinden bahsedilemez. Bu olayla ilgili Meclis gündeminde dokunulmazlığı olan bir milletvekilinin açıkça beyanı var. TBMM kürsüsünden söylememiş olmakla birlikte 83 milyona ifşa edilmiş bir hadise söz konusu. 83 milyonun bildiği ve Meclis’te ifade edilmiş bir konunun haber yapılmış olmasının bu kanunun özüyle örtüşmediği açık şekilde ortada. Arkadaşlarımız kanunun gerekçesine bakarsa burada ne murad ettiğimizi çok net görürler. Sadece bir kanun çok açık değilse orada açılır kanun yapanların neyi murad ettiklerine dair görüşme tutanaklarına bakılır. Kanunun gerekçesiyle şu an itibariyle mahkemelerin değerlendirmesi dışında bir düzenlemenin olduğunu da çok rahat görebilirler.” Gerçekten de tutanaklara açıp bakın, MHP bu kanuna karşı. O gün İdris Şahin, biraz önce okuduğum şekilde anlatarak Meclis’i ikna etmeye çalışıyor. Size sadece 3 tane kritik tanık seçtim. Demek bu dava dünkü FETÖ kumpaslarının devamıdır. Demek bu dava MİT Kanununun ruhuna aykırıdır. Demek bu davanın MİT mensuplarını korumakla ilgisi yoktur. Demek hak bizimle, hukuk bizimle, demek alnına kara yazılmış mağdurların ruhu bizimledir. DAHA ÇOK DAHA AZ ŞEHİTLİK OLMAZ Çok daha kritik bir şey var. Asker, polis ya da istihbaratçı… Kamu görevi yaparken ölür, şehit olur. Vatan toprağının altında eşitlenir. Hepsi vatan şehididir. Sizce öyle değil mi? Size “hangisi daha çok şehit” diye sorsam buna yanıt verebilir misiniz? Veremezsiniz. Öte yandan insan ölü atların peşinden koşabilir mi? Ölü ağacın meyvesini yiyebilir mi? Olmaz değil mi? Haliyle ölülerin kanunu yoktur. Varsa da bu dünyaya ait değildir. Cenaze aracı trafik ihlali yapsa cezası ölüye yazılmaz. Şoföre yazılır. Ya da adı dağları da devirse ölüye maaş bağlanmaz. Şehit olmuş bir vatan evladına da MİT Kanunu uygulanamaz. Bakın, iddianamede Anayasa Mahkemesi’nin kanuna itirazı reddederken ifade ettiği şu gerekçesi irdelenmiyor: “Dava konusu kuralla MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerinin ifşa edilmesinin suç olarak öngörülme nedeninin, bu kişilere ve ailelerine kendileriyle aynı durumda bulunan kişilere nazaran özel bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımak değil, yürüttükleri görevleri nedeniyle kimliklerinin ifşa olmasının, MİT mensuplarının görevlerini yerine getirme imkanını ortadan kaldırması ve kendileri ile birlikte ailelerinin güvenliklerini tehdit altına sokmasıdır.” Burada kanunun gerekçesi, şehit olan bir MİT mensubuna MİT Kanununun uygulanmayacağını açıkça söylüyor. Yani açıkça diyor ki bir polis ile bir MİT mensubu kanun önünde eşittir. Ancak MİT mensubunun ifşa olması “görevini yerine getirme imkanını ortadan kaldırır”. Kanun, MİT mensubunun yaşarken görevini yerine getirebilmesi için yaratıldığını anlatıyor. 10 Şehit olan bir MİT mensubu halihazırda en büyük görevini tamamlamıştır. Başka bir dünyada yerine getirsin diye ona bu dünyadan kanunla görev verilemez. Yani bu kanun şehit bir personele görev başında gibi uygulanamaz. Öte yandan yine okuduğum ifadelerden anlaşılacağı gibi bu dünyada görevini şehadetle tamamlamış bir MİT mensubuna MİT Kanununu uygulamak şehitler arasında eşitsizlik yaratır. Şehitler ve daha çok şehitler ayırımını oluşturur. Anayasa Mahkemesi açıkça “niyet bu değil” derken böyle bir uygulama kanunu ortadan kaldıran ve kanunsuz bir uygulama olacaktır. Ayrıca yine görüldüğü gibi kim olduğu bilinmeyen tabut taşıyan vatandaşların arasında MİT personeli olması da meselenin özüyle ilgili değildir. Nitekim iddianame bile defalarca bir fotoğraftaki şahısların MİT mensubu olduğunu belirtmeden yayınlamanın suç olmadığını kabul ediyor. Sayın Hakimler, bırakalım şehitlik birer yıldız olarak birbirinden farklı ışıklarla yanmaya devam etsin. “Bu MİT mensubunun yıldızı” diyerek dünyevi kanunlarla onların ışığını söndürmeyelim. BURADA ŞEHİDİN MEZAR TAŞI YARGILANIYOR Sayın Başkan, Sayın Heyet; Siz bizim kim olduğumuzu da, niyetimizi de bilmelisiniz. Bakınız, iddianameye konu olan MİT mensubu Odatv’nin haberinde “şehit” olarak anılıyor. Odatv hükümetleri eleştirir, onların politikalarını sorgular. Ancak biz ülkesi için hayatını kaybeden kamu görevlisinin hatırasına her zaman saygı duyarız. Bu ikisini ayırmak önemlidir. Bu, Odatv için kuruluştan bugüne değişmeyen bir gerçektir. Biz, gençlerimizin emperyalistlerin çıkarları için Kore’ye gönderilmesini eleştiririz. Ama Kore’de ölen çocuklarımızın mezarlarında gözyaşı dökeriz. Çanakkale’de ülkemizi işgale yeltenen devletlere lanet okuruz. Ama onların dünyanın dört yanından toplayıp üstümüze sürdüğü yoksul gençlerin mezarlarına emanet gibi bakarız. Ancak açık bir başka gerçek var ki şehitlerine ve gazilerine hak etmedikleri kadar kötü muamelede bulunan bir ülkedir Türkiye. Bu benim şahsi kanaatim değil. “Vatan sağ olsun” diye kaldırılan cenazelerin ardından unutulduklarının, eğer gazi olmuşlarsa bir protez için neler yaşadıklarının sayısız haberini okumuşsunuzdur. Ben size birinden bahsedeceğim. Afyon Sandıklı’daki şehitlikte yatan Reşat Bey’den. Şehitliğe “Çiğiltepe Şehitliği” denmesinin sebebi de odur. Osmanlı’nın çöküş döneminde sayısız harbe katıldı, esir düştü ve yine de vazgeçmedi. Son olarak Kurtuluş Savaşı’nda 57. Alay Komutanlığı görevine getirildi. Mustafa Kemal tarafından stratejik Çiğiltepe’nin ele geçirilmesi vazifesi verildiğinde Albay Reşat Bey, söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi ele geçiremeyince intihar etti. Şehit ilan edildi. Mustafa Kemal’in Türk askeri için söylediği sözü onu düşünerek ifade ettiğini biliyoruz: “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir.” 11 Ailesi onun anısına Çiğiltepe soyadını aldı. Şehitlik de Çiğiltepe Şehitliği oldu. Emin olun sokaktaki 10 kişiden 9’u Reşat Bey’in öyküsünü bilmez. Benim dikkat çekmek istediğim ise başka. Çiğiltepe Şehitliği her yıl milyonlarca vatandaşın gittiği tatil beldelerinin üzerindeki yoldadır. Ama ıssızdır, pek az ziyaretçisi vardır. Size katledilen aydınlarımızdan Necip Hablemitoğlu’nun Cumhuriyet’in 77. yıldönümünde Çiğiltepe Şehitliği’nden yazdığı şu satırları okumama izin verin: “Onların sizin ziyaretine de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur; çünkü erişebilecekleri en yüksek mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İsteseniz de başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Bey’in büstünü ve kitabelerini silebilirsiniz” Necip Hablemitoğlu’nun bir Kurtuluş Savaşı kahramanının mezarı başında gördüğü manzara bu. Çöpler, kirlenmiş kitabeler ve mezar taşları… “Albay Reşat Beyler bile unutuluyorsa” diye nutuk atmıyorum. Bizim için 19 yıl hapis isteyen savcılarla da bu salondaki herkesle de iddiaya hazırım. Gelin 19 yıl sonra ömrümüz yeterse birlikte şehit MİT’çinin mezarına gidelim. İddia ediyorum o gün (ömürleri uzun olsun) ailesi yaşıyorsa onlardan başkasını görmeyeceğiz. Yaşamıyorsa kimseyi bulamayacağız. Bu haber yayınlandığı gün doğmuş, o gün 19 yaşında olacak gençlere “bu mezarda yatan kim” diye soralım. Acı bir gerçek var ki “bilmiyorum” diyecekler. Eğer meraklıysa adını cebindeki telefona yazacak. Önüne yasaklanmış Odatv haberi ve bu dava çıkacak. Emin olun o sayede haberdar olacak. Şehitlik bir ölüm değil toplumsal hafızadır. Siz burada bir hafızayı yargılıyorsunuz. Siz burada şehidin mezar taşını yargılıyorsunuz. İDDİANAME DEĞİL HAYALNAME Sayın Başkan, Sayın Heyet; İddianame hayal metni değildir. Uydurmalara dayanmaz. Delillerle güçlendirilmiş varsayımdır. Bakın, iddianame 15. Sayfasında AYM’nin “ifşa edilmiş olsa dahi…” dediğini iddia eden bir kararına dayanıyor. Ancak AYM’nin kararında öyle bir ifade yok. İddianame defalarca Odatv haberindeki fotoğraflardan birinin, tekrar söylüyorum sadece birinin gizlice çekildiğini yazıyor. Buna dair tek bir delil koyamadığı gibi sonunda gizli çekilmediğini kabul ediyor ki boynunda fotoğraf makinasıyla cenazeye giden basın danışmanının çektiğini onaylayıp onu sanık yapıyor. 12 İddianame “bir plan dahilinde, sistematik ve koordineli ifşa” diye başlıyor. Bütün çabasına rağmen “torba” bile değil; Odatv, Birgün, Yeni Yaşam, Yeni Çağ gazetecilerinden oluşan “çorba”da en küçük bir koordinasyon bulamıyor. Hal öyle ki ben, Odatv’deki haberi yapan Hülya Kılınç ile hayatımda hiç konuşmadığım gibi mahkeme kapısında tanıştım. Bu kadar koordinasyonsuzuz. İddianamede cenazede tabut taşıyan insanların fotoğrafı için “MİT mensuplarını açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etme kastıyla yayınlandığı açık” yazıyor. Kimsenin tabut taşıma stilinden MİT mensubu olduğu bilinemeyeceği için, MİT’in yazısı sayesinde bu kişilerin MİT personeli olduğunu ilk kez kendisi açıklıyor. Şu hale bakın... Cenazenin MİT’ten olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenk, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim”, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” tören, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı“, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu“ diye yazı yazan bir “istihbarat kurumu”... Bu Pembe Panter kılıklı trajikomik senaryoya neyse ki bir kanun bulunabilmiş, bir dava açılabilmiş! Ortada tek gerçek, bu iddianamenin altındaki Avrupa’nın en büyük adalet sarayının başsavcısı ve vekilinin imzası ve bizim bu davaya ciddiyet katmak için tutuklu yargılanıyor olmamız. SUÇLU DEĞİLİM SUÇUM İddianame üzerine belki de hak ettiğinden fazla konuştum. Kendimle ilgili ise tek bir şey söyleyeceğim. İddianamenin son iki buçuk sayfası beni ilgilendiriyor. Aynı ifadeler çevrilerek tekrar tekrar söylenmiş. Size iki cümleyi okumama izin verin: “03.03.2020 tarihinde Odatv isimli internet sitesinde yayımlanan cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının deşifre edildiği soruşturmaya konu olan yazının şüpheli Hülya Kılınç tarafından Odatv isimli internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni şüpheli Barış Pehlivan ile irtibatlı olarak yayına hazırlandığı, haberde yayınlanan ve cenazeye katılan MİT mensuplarının deşifre edildiği fotoğrafların şüpheli Eren Ekinci tarafından çekilerek şüpheli Hülya Kılınç’a gönderildiği, haberin şüpheli Barış Pehlivan’ın bilgisi ve talimatı doğrultusunda yayına girdiği, internet sitesinin sorumlu haber müdürünün şüpheli Barış Terkoğlu olduğu anlaşılmıştır.” İkinci cümle şöyle: 13 “Şüpheli Barış Terkoğlu’nun sorumlu haber müdürü olduğu Odatv isimli internet sitesinde 03.03.2020 tarihinde Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklamak maksadıyla yayınlanan haberde, dış istihbarat vazifesi olan şehit MİT mensubunun kimlik ve görevine ilişkin bilgilerine, şehide ait fotoğraflara ve özellikle de halen görevde olan bazı MİT mensuplarının katıldığı cenaze törenine ait görüntülere yer vermek suretiyle yayınlayarak MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamış, yayınlamış, yaymış ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etmiştir.” Halen görevde bulunan MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla ifşa edildiğinin açık bir yalan olduğunu tekrar söyledikten sonra kendimden bahsedeyim. Ben savcıların bu cümlelerden ne demek istediğini anlıyorum, ancak onlar kendilerini anlatmak istiyorlar mı sahiden? İddianame hukuki bir metin ise, öznesi ve fiili açık, kanunlaştırılmış cümlelerden oluşmalı. Ne yazık ki bu cümleler böyle değil. Ben bu ifadelerde fiil gerçekleştiren bir özne olarak kendimi göremiyorum. Ancak bu cümlelerden benim anladığım bir şey var ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na göre benim suçlu olmam için bir şey yapmam gerekmiyor. Odatv Sorumlu Haber Müdürü olmak bu savcılara göre suç. Dikkat ediyor musunuz, Meclis’in Libya tezkeresinin tam metnini iddianameye koyan savcılar nedense gazetecilerin sanık olduğu iddianameye tek bir basın kanununu, bir tek internet yasasını yazmamış. Yani ortada maç var ama ortada bir top yok. Haliyle ben bir boşluğun peşinden koşuyorum. Ama olsun, Odatv Haber Müdürü olarak bu iddianameye göre ben oturan ve kalkan halihazırda tutuklu olan kendi başına bir suçum. Pantolon, gömlek, ceket giyen ve konuşan, yazan bir suçum. 1 metre 92 santim boyunda ve 85 kiloluk bir suçum. Hapisten çıkmamam için sabaha karşı özel infaz kanunu yapan Meclis, ben yolda gelirken yeni kanun yapmadıysa, hala suçlu olmak için kanunu arayan bir suçum. Kendimle ilgili özel olarak söyleyeceğim sadece bu. ORGANİZE DEĞİLİZ ORGANİZELERLE MÜCADELEDEYİZ Sayın Başkan, Sayın Heyet; Tarihte “cadı” diye bir şey gerçek anlamıyla hiç olmadı. Ama “cadı avı” çok oldu. “Cadı” diyerek bazen kendileri gibi inanmayanları, bazen cüzzamlı gibi hastaları, bazen sahtekâr büyücüleri katlettiler. Bu “cadı avı” çağlar boyu şekil değiştirerek sürdü. Hedef aldıkları siyasallaştı. Suçlama da ona göre şekillendi. Bir zamanlar kendilerinden olmayanları biraz odun ve ateşle yakarlardı. Şimdi bir parça kanunla her şeyi beceriyorlar. Bugün burada baskı altında fikrini değiştiren bir insan yok. Bu salonda konuşurken, hapishanede bile yazı yazarken ne düşünüyorsa onu söyleyen, 10 yıl önce nereye bakıyorsa bugün aynı çizgide ilerleyen, duruma göre şekil almayan, katılmasanız da hoşlanmasanız da inandığını söyleyen biri var. 14 Bu davanın size ya da bu davayı izleyenlere düşündürmesini istediğim tek bir şey var… Bu iddianameyi yazanlar çok uğraşsalar da buradaki sanıklardan bir organizasyon yaratamadılar. Ancak bu süreçte gördük ki gizli soruşturma dosyasından organize şekilde sızıntılar oluyor, organize şekilde sanıklar hedef alınıyor, cezaevine kadar uzanan organize bir operasyon var. Soruşturmanın başlangıcından sonuna sıra dışı, organize olduğu açık işler oluyor. Düşündürmek istediğim şu: Tıpkı 9 yıl önce bizi örgütle suçlayan kişilerin bir örgüt üyesi çıkması gibi, acaba bugün de karşımızda kamu görevlilerinin ve tabii siyasi uzantılarının olduğu bir organizasyonla mücadele ediyor olabilir miyiz? Bu soru inanıyorum ki bir gün yanıt bulur. BİZİ BOĞMAK CUMHURİYETİ NEFESSİZ BIRAKIR Sayın Başkan, Sayın Heyet; Türk aydını pamuk elli annelerin hazırladığı kundaklarda büyümedi. Üzerinde kestane pişen kuzinelerin sıcağında büyümedi. “Hürriyet” dediği için atıldığı soğuk sularda büyüdü. “Bağımsızlık” dediği için sürüldüğü gurbette büyüdü. “Laiklik” dediği için patlayan bombalarda büyüdü. “Eşitlik” dediği için elektrik tellerinin, falaka sopalarının ucunda büyüdü. “Adalet” dediği için sırtına saplanan kurşunla büyüdü. Biz de mahkeme salonlarında büyüdük, büyüyoruz. Mithat Paşa Meşrutiyet’ti. Mithat Paşa’yı boğmak Meşrutiyet’i boğmaktı. Bir bahaneyle Mithat Paşa’yı yargılamak Meşrutiyet’i yargılamaktı. Elbette biz onun son nefesi, onun dünyaya son bakışı olamayız. Lakin biz de cam kırıkları üzerinde yürüyen Cumhuriyet’in ayağının altına oturmuş kan, parmaklarının ucundaki nasırız. Biz Cumhuriyet’iz. Bizi boğmak Cumhuriyet’i nefessiz bırakır. Bu Cumhuriyet’in maalesef ihale duyunca koşan patronları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef imtiyazlıları Adliye’nin arka kapısından bırakan savcıları-hakimleri var. Bu Cumhuriyet’in maalesef kamu mallarını yağmalayan vakıfları, hizipleri, grupları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef devlet içinde hiç bitmeyen çeteleri, tarikatları, örgütleri var. Kendilerinden başka olmasın istiyorlar. “İzin verin biz de olalım” demiyorum. İçerde ya da dışarda, ateşte ya da külde olmaya devam edeceğiz. Pirinçte taş, gözün üstünde kaş, eğilmeyen baş olacağız. Ama olacağız. İnsanın hayatı kendi eylemleridir. Hayat yalnız mavi gökyüzü, yalnız zümrüt deniz değildir. Keskin kayalıklar da hayatın dikenidir. Latince de “Arx Tarpeia, Capitolia proxima”, “Tarpeia kayası Capitol’e yakındır” deyimi vardır. Eski Roma’da zafer kazanan güç sahipleri şehrin en yüksek tepesi Capitol’de kutlama yaparken, Tarpeia kayalıklarından hain saydıklarını aşağı atarlardı. İki tepe birbirine pek yakındır. Bugün Capitol’de zafer kutlayanların yarın günah keçilerinin kurban edildiği Tarpeia kayalıklarından atıldığı 15 görülür. Zaferi kendilerinin sananlar bizi sık sık Tarpeia kayalıklarına çıkarır. Biz oradan düşmeden inmesini biliriz. Sonra Capitol’den gelenlerin oradan düşüşünü izleriz. İnsanın kaderi kendi eylemleridir. Biz kaderimize kendi eylemlerimizle karar verdik. Siz bizim için görünse de aslında hem kendiniz hem de ülkemiz için karar vereceksiniz. Bu nedenle sizden sadece adalete uygun, gerçekle barışık, vicdanla örtüşen, tartışmasız sadece ama sadece millet adına bir karar beklediğimi söylemek istiyorum. Teşekkür ediyorum. 24.06.2020. BARIŞ TERKOĞLU
0 notes
Text
İbrahim Gökçek: "Dün gitaristtim, bugün terörist oldum"
İbrahim Gökçek: "Dün gitaristtim, bugün terörist oldum" .
Konser yasaklarının son bulması için 321 gündür ölüm orucunda olan Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek yazdığı yazıda, “Gözaltına alındık, tutuklandık, konserlerimiz yasaklandı, polis kültür merkezimizi bastı, enstrümanlarımızı parçaladı. Ve ilk kez, AKP Türkiyesi’nde, başımıza ödül konarak “aranan teröristler” listesine eklendik.” dedi.
Gökçek’in yazısının tamamı şu şekilde:
İstanbul’un bir…
View On WordPress
0 notes