#tefrika
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yakaza-1
Girdi ormana Başuhde.
İlerledi, ilerledi.
Çıplak ayaklarına dal uçları, yaprak kırıkları batıyordu. İlerledi. Herhalde kanıyordu ayağı, ayağının altını çevirip baktı, evet, kanıyordu. “Baştan sarsaydım belki de daha iyi olurdu, ama yanımda saracak bir şey de yok.” diye düşündü, yoluna devam etti.
Etrafta ateş böcekleri ve parlak küçük adını bilmediği başka böcekler uçuşuyordu. Orman karanlıktı, ama korkunç değildi. Geldiği yolda güneş ışıkları git gide azalmış, kendini ağaçların sık dallarının arasından tek bir güneş hüzmesinin bile sızamadığı bu yerde bulmuştu.
Etrafına bakındı. Ormanın yanına nereden geldiğini hatırlamıyordu, neden ayaklarının çıplak olduğunu da bilmiyordu; sadece adını hatırlıyordu. Orman gidebileceği tek yer gibi görünmüştü ona, içlerine ilerlemişti o da.
Yanında tatlı tatlı şırıldayan bir nehir vardı, kenarına oturdu. Karanlıkta su, gündüz olduğundan farklı görünür; dokunulmaması gerektiğine dair bir hissiyat yaratır. Ama bu nehir farklıydı, nasıl ormanın karanlık ama korkunç olmayan bir yerine varmıştı, nehir de bu uyumu bozmayarak kendini gizemli ama çekici kılmıştı.
Uzandı nehre, eli suya değdi. Elini geri çekip baktığında su parmaklarının ucunda damlalaşmıştı, tadına baktı.
Acıydı su.
Acı bir su.
Dudaklarının kuruluğundan susadığını anlayabiliyordu Başuhde ama su acıydı. Bir şekilde tanıdıktı bu his.
Suya içi ısınmıştı, ama buz gibiydi su. Parmakları üşümüştü. İçine girmesi gerekiyordu, girmeliydi. Kesinlikle girmeliydi bu suya, bu yüzden bu ormanın önünde bulmuştu kendini. Bu nehir için, bunun içindi hepsi.
Sağ ayağını soktu suya, dalların kestiği ayağında yaraların kenarlarını hissedebiliyordu, biraz da sızlıyordu. Sol ayağını da soktu ve o tatlı tatlı şırıldayan derenin içinde ayağa kalktı.
Soğuktan ayağında acı kalmamıştı artık.
Derenin aktığı yere döndü baktı. Kapkara bir silüet gördü, doğrudan gözlerinin içine bakan.
Hengâmî
2 notes
·
View notes
Text
Ankara Pulp: Bir Karton Kutu Macerası
Ankara'ya, Ankara'da büyüyüp de yaşlanmaya dair bir pulp roman tefrikası. Sinan Tankut Gülhan'da. 20 kısım tekmili ileride: bölüm 1: Bir Karton Kutu Macerası
Kirli camdan süzülen kurşuni ışık, daracık dairenin havasını hasta bir sarıya boyadı. Metropolün bu köhne köşesinde, umutsuzluk ve yalnızlıkla dolu bir apartman dairesi, günün ilk ışıklarını böylece karşılıyordu. Yastık altında, modern hayatın tutsak ruhlarının çığlıklarını andıran bir karasinek gibi, ısrarla çalan mobil telefonun sesi, günün kasvetini daha da pekiştiriyordu. Varoluşun kendisinin…
View On WordPress
0 notes
Text
Kabul Edilmiştir! Bu Sene Az Okudum.
Üzücü ama gerçek. Potansiyelimin çok aşağısında bir performans sergileyerek bu sene okumam gerekenden çok daha az kitap okudum. Tabii ki onlarca bahane sayabilirim size. Ama hiç biri daha çok okumama engel olacak sebepler değil ne de olsa. 2023 yılında toplamda sadece 16 kitap okuyabilmişim. Şu an okumaya devam ettiğim, yarım bıraktığım 6 kitap daha var. (Sanırım 2024 yılı içerisinde onları…
View On WordPress
0 notes
Text
Terapiste İhtiyacım Var mı?
Terapiste İhtiyacım Var mı?
Tefrika Yayınları’ndan Empatik ve Pratik Bir Kılavuz: “Terapiste İhtiyacım Var mı?” Psikoterapist Donna Maria Bottomley’nin, terapinin, kontrol için doktora gitmek ya da arabanızı servise vermek kadar kabul edilebilir olması gerektiğini savunduğu kitabı “Terapiste İhtiyacım Var mı?”, Nelin Baykaldı’nın çevirisiyle raflarda yerini aldı. Bir terapiste görünmekten neden çekiniyoruz? Üzülme korkusu…
View On WordPress
0 notes
Text
Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları VI: Bir Arsa Dolusu Çocuk
Pal Sokağı Çocukları (tefrika: 1906 , kiraplaştırma: 1907) – Ferenc Molnar – YKY – 235 syf.
Bu eser, savaş muhâbirliği de yapmış bir drama yazarının kaleminden çıkmış müstesnâ bir “çocuk” romanı. Tom Sawyer’ın Mississippi Nehri kıyısındaki mâcerâları ya da Peter Pan’in Neverland’deki mücâdelesi ile benzerlikler kurulsa da bir başka çocuk kitabıyla kıyaslanamayacak denli ciddî meseleleri gündeme…
#A Pál utcai fiúk#çocuk edebiyatı#edebiyat#ferenc molnar#kitap#pal sokağı çocukları#roman#türkçe#The Paul Street Boys
19 notes
·
View notes
Text
Refah partisi ile ilgili düşüncem budur...
Yanlış zamanda yanlış kararlar, zarar olarak döndüğünde..
Pişmanlık olmasın sonra..
Dikkat edin karşı yek vücut iken bizi ve değerlerimizi yine bizimle bölmeye çalışıyorlar..
Ben ölsem de
Kalsamda #Erdoğan'ın yanındayım..
Rahmetli Şairimizin deyimiyle..
"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez..."
" Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.."
#MehmetAkifErsoy
9 notes
·
View notes
Text
ÂHİRET ALEMİNİN SIRLARI MÜSAADE (İMÂM-I GAZÂLÎ)
Belki himmetin, bu sözün zirvesine yükselmekte kusur edecek, aşağısında kalacaksın; o takdirde anlayışına ve zaafına daha yakın bir söz söyleyelim:
Bil ki Allah'ın, yerin göğün nuru olması meselesini göze ait olan zahir nur ile mukayese ederek anlayabiliyorum.
Meselâ gündüz ışığında baharın renklerini ve yeşilliğini gördüğün zaman her ne kadar renklerle beraber başka bir şey görmüyorum diyerek renklerden başka bir şey görmediğini iddia etsen bile renkleri gördüğünden şübhen yoktur.
Birçok insanlar nûrun mânası olmadığında, renklerle beraber renklerden başka bir şey olmadığında ısrar ederek, eşyanın en zâhiri olan nûrun varlığını inkâr etmişlerdir.
Oysa nur nasıl olmaz?
Eşya ancak nur yardımıyla görünmekte, o hem kendini görmekte, hem de kendisi yardımıyla başkası görülmektedir.
Nitekim bu mesele geçmişti.
Fakat Güneş battığı, çıranın gittiği (ortadan kaldırıldığı), gölgenin düştüğü zaman gölgelik yer ile güneşli yer arasında zaruri bir fark gördüler de itiraf ettiler ki nur, renklerin ötesinde olan bir şeydir.
Renklerle beraber idrak edilir.
Renklerle çok şiddetli birleştiğinden dolayı kendisi idråk edilmez; zuhurunun şiddetinden dolayı gizli kalır.
Bâzan zuhůrun şiddeti gizli kalmasına sebeb olur.
Bir şey zıddını tecavüz ederse, zıddına döner.
Bunu anladınsa bil ki basiret sahipleri gördükleri her şeyde Allah'ı beraber gördüler.
Bir kısmı bundan da ileri giderek:
«Hiç bir şey görmedim ki ondan önce Allah'ı görmüş olmayayım. dedi.
Çünkü
a) Ehlüllahtan kimi eşyayı O'nunla görür,
b) kimi de eşyayı görür, O'nu da eşya ile beraber görür.
Birincisine Allah'ın şu sözüyle işaret edilmektedir: «Kendisinin her şeyi görür olması Rabbine yetmez mi?» (Fussilet Süresi: 53).
İkincisine de şu sözüyle: «Onlara âyetlerimizi ufuklarda ve kendi nefisierinde göstereceğiz.» (Fussilet Süresi: 40).
Birincisi müşahede sahibidir
ikincisi Allah'ın ayetleriyle istidlál sahibidir.
Birincisi sıddikların,
ikincisi râsih ulemanın derecesidir.
Bunlardan sonra perdelenmiş gaafillerin dereceleri vardır.
Bunu öğrendikten sonra bil ki nasıl dış göze her şey zahir nur ile görünürse iç göze de her şey Allah ile görünür.
O her şeyle beraberdir, ondan ayrılmaz.
Her şey O'nunla zahir olur.
Fakat burada bir fark var, o da şudur:
Zahir nûrun, Güneşin batışıyla kaybolması, gölge meydana çıkıncaya kadar gizli kalması düşünülür.
Ama her şeyin kendisiyle meydana çıktığı ilâhî núrun kaybolması düşünülemez.
SAYFA 39 #İMAM GAZÂLÎ
Hatta batması mümkün değildir.
O daima bütün eşya ile beraberdir.
Böyle olduğundan dolayıdır ki tefrika (fark) ile istidlâl yolu kapanmıştır.
O'nun bir an kaybolması düşünülecek olursa gökler ve yer yıkılır.
Binaenaleyh o nûru, eşyayı gösteren dış nur gibi farktan anlaman mümkün değildir.
Fakat eşyanın tamamı yaratıcısının birliğine aynı şekilde şehadet etmekte olduğundan dolayı -zira bir kısmı değil, bütün eşya, bir vakit değil her zaman O'nu övgüsüyle tesbih etmekte olduğu için fark kalkmış, yol gizlenmiştir.
Çünkü zahir yol, eşyayı zıtlarıyla bilmektir.
Fakat zıddı ve çelişiği olmayan şeye şehadette bütün haller birbirine benzer yaratıcının gizli kalması, açıklığının şiddetinden dolayı halktan gizlenen, nûrunun parlaklığın- ileri gelmesi uzak görülmez.
Zuhûrunun şiddetinden dolayı halktan gizlenen, nûrunun parlaklığından dolayı onlardan perdelenen Allah'ı tesbih ve tenzih ederim.
Belki de bu sözü de bâzı kısa akıllılar anlayamazlar da sözümüzden O'nun mekânda olduğu vehmine kapılabilirler.
O, mekâna nisbet edilmekten yüce ve mukaddestir.
Halbuki bizim sana:
O, her şeyden öncedir,
O, her şeyin üstündedir,
O, her şeyin kaynağıdır, göstericisidir dememiz bu hayali uyandırmaktan çok uzaktır.
Basiret sahibinin bilgisinde O, kendisinden çıkan hiçbir şeyden ayrılmaz.
İşte O, şeyle beraberdir. sözümüzle artlatmak istediğimiz budur.
Sonra yine sana gizli değildir ki muzhir (gösteren) ondan çıkan muzhar (gösterilen, aydınlatılan) dan önce, onun üstünde ve onunla beraberdir. (Yani ışığın kaynağı şu'leden öncedir)
SAYFA 40 MİŞKATÜ'L-ENVĀR
Fakat bir yönden onunla beraber ve bir yönden de ondan öncedir.
Bu sözün çelişik olduğunu zannetme.
Ve senin bulunduğun derecenin bilgi ölçüsü olan duyuları nazarı itibara al.
Elin hareketinin, nasıl elin gölgesinin hareketi ile beraber ve ondan önce olduğunu düşün.
#İMÂM-I #GAZÂLÎ
Kimin bunu bilmeğe gücü yetmez, havsalası kâfi gelmezse o, bilginin bu dalından kaçınsın.
Çünkü her ilmin kendine mahsus adamları vardır ve herkes kabiliyeti olan şeyde başarıya ulaşabilir.
#ÂHİRET #ALEMİNİN #SIRLARI
#MİŞKATÜ'L-#ENVĀR
(#MÜSAADE):
2 notes
·
View notes
Text
19. yy romanlarında ses getirmişse yabancı da olsa mutlaka yasak aşk örüntüsü var. Heyecan ve tutku arayışı ve bir yandan otorite sistemi olan kuralları icten icten yıkmak isteyip bunun olmamasi ve bunu kitap arayiciligi ile okumak keyif verdi. Bence bu romanlar bu yüzden çok tutuldu. En basiti Türkiye cephesinde bakarsan da Aşk-ı Memnu ilk tefrika halinde yani parca parca dergide yayınlanıyor ( 19. yy ) sonra kitaplaştırılıyor. (20. yy) Kitaptaki akıcılığı da etkileyen bir şey aa ne yaptı ne olacak derken kitap bitiyor :D
14 notes
·
View notes
Text
Bunca Ülkenin koruma sağladığı İşgal Rejimine karşı bu saldırı Filistin halkının daralan yüreğine nefes olmuşsa eğer kalbi kötülük dolu tefrika ehlinin üzüntüsünden bize ne?! Varsın da kinlerinde gebersinler.
Mazlumlar gülsün...
2 notes
·
View notes
Text
💫💫💫💫💫On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi, Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin o ne hüsrandı ki; hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir hâlbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl, en sapa yerdi.
Bir kere de, mamure-i dünya, o zamanlar
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün şarkı yıkan tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi.
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma‘sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi.
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti evet şer-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun O’na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşr et!
Mehmet Akif Ersoy
💫💫💫💫💫
5 notes
·
View notes
Note
Saidi Nursi mi, saidi kürdi mi?
"Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik fikri var; o işimize gelmiyor. "
Ben de derim:
"Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said'in yazdıkları meydanda. Şahid gösteriyorum ki:
Ben
َاْلاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
("İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur. ")
ferman-ı kat'îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar. Madem böyledir; hey efendiler herbir hâdiseyi bahane tutup, bana sıkıntı vermeye sebeb nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garbda bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek.. veya İstanbul'da bir esnafın cinayetiyle, Bağdad'da bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev'inden, her hâdise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek, hangi usûl iledir? Hangi vicdan hükmeder? Hangi maslahat iktiza eder? "
(Şualar 464.sh - Risale-i Nur)
16 notes
·
View notes
Text
Sabahattin Ali 2 Nisan 1948
Daha yaşadığı dönemde yapıtları yabancı dillere çevrildi. Sovyetlerde onun kadar tanınmış bir başka yazar daha yoktu özellikle daha 40’lı yıllarda Sovyetlerde Sabahattin Ali ölçüsünde tanınmış başka bir Türk yazarı yoktur. Daha hayattayken Sabahattin Ali hakkında tez yazılmış, yapıtları üzerine araştırmalar yapılmıştır. Bundan sonra iki romanının çevirileri, öykücülüğünün en önemli yanlarını inceleyen makaleler ve ayrı ayrı monografiler yayınlanmıştır. Böylece yalnız uzmanlaşmış Türkologlar değil, genel olarak Sovyet okurları da bu büyük yazı ustasının yapıtlarını yakından tanımışlardır.
Yalnızca yurtdışında değil memleketinde de dikkatleri üzerinde toplamış bir yazardı. Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın Sabahattin Ali Olayı kitabında Bekir Semerci ve Mehmet Başaran’dan öğrendiğimize göre Carl Ebert Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ziyarete gelir. Konuşmasını yapar. Sonra öğrenciler Sabahattin Ali’yi de ısrarla dinlemek ister. Sabahattin Ali onlara “Rüzgâr” şiirini ve başka bazı şiirlerini okur.
Öğrencilerden birisi bir şiirinde geçen “Zaman zaman mağlup olsam bile betime/ İnsan olmak dokunuyor haysiyetime” dizelerini anımsatarak “Hocam insan olmak haysiyetinize dokunuyor mu?” deyince, o hemen:
“Bakın bir açıklama yapma gereği duyuyorum burada. Ellerinizle yükselttiğiniz yapıları, diktiğiniz ağaçları gördük yetiştirdiğiniz bağı, açık hava tiyatronuzu, çalışmalarınızı gördük. Bambaşka bir hava esiyor Hasanoğlan’da. Kişi kendini, dünyasını yeniliyor, mutluluk duyuyor…O dizeyi şöyle düzeltmek istiyorum sizin önünüzde ‘Gayrı insan olmak dokunmuyor haysiyetime.’” Bir alkıştır kopuyor. Gençler Sabahattin Ali’yi çok seviyor ve bu da fincancı katırlarını ürkütüyor: “Nitekim CHP ve Demokrat parti dönemlerinde bakanlık müfettişleri bu şiiri okutmaktan bizleri defalarca sorguya çekmişlerdir.”
Kuyucaklı Yusuf romanı 14 Haziran 1937’de toplatılarak roman, aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilir. Mahkeme bilirkişi oluşturur. Bilirkişi heyetinde ünlü romancı Reşat Nuri Güntekin de vardır. Güntekin şöyle der:
“Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir. Ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir” Sabahattin Ali’nin dayısının oğlu olan M.Reşit Ertüzün’ün Sabahattin Olayının Gerçeği kitabının önsözünde İlhami Sosyal şöyle bir anısını nakleder:
“Ataç bir gün sınıfta, öğrencilerine ders kitapları dışında neler okuduklarını sormuş ve tümüne yakınından ‘Pol ve Virjini’ yanıtını alıp pek çok öfkelenmişti. Bir tek ben, nasılsa elime geçirdiğim Ignazio Silone’nin Fontamara romanını okuduğumu söylemiş de Hoca’nın öfkesini yatıştırmış, ‘Sen onu çevireni tanıyor musun?’ sorusuyla karşılaşıştım. Evet biliyordum, Sabahattin Ali idi…Günün politik ortamı, bir lise öğrencisinin öyle şeyler okuduğunu söylemesine uygun değildi. Ataç’a bunu dersten sonra söyledim, güldü, ‘iyi’ dedi, ‘akşam birlikte çıkalım, seni bir kitapçıya götüreceğim’. Sonra da, raflardan arayıp bulduğu, Akba yayınevinin çıkardığı Değirmen, Kağnı, Ses adlı üç hikaye kitabıyla Kuyucaklı Yusuf adlı romanını alıp bana hediye etti, ‘al bak bunları oku, bunlar Pol ve Virjini’ye benzemez, doğru dürüst şeylerdir’” Benzer bir anıyı Sabahattin Ali’nin kız kardeşi Süheyla Conkman’dan aktaralım:
“Sık sık Nurullah Ataç da gelir, annemin yaptığı ev eriştesini pek severdi. Bir gün Nurullah Bey anneme “Oğlunuzda namütenahi bir zeka var, bunu biliyor musunuz?” demiş, annem de teşekkür etmişti.”
Konya’da “Yeni Anadolu” adında bir gazete çıkmaktadır. Gazetenin sahibi Cemal Bey’dir. Kuyucaklı Yusuf romanı bu gazetede tefrika edilmeye başlanmıştır. Sabahattin Ali bu gazetenin aynı zamanda başyazarlığını da yapmaktadır Mehmet Emin Soysal da “Terbiye Postası” isimli bir gazete çıkarmaktadır. Cemal Bey, Remzi Bey ve Eyüp Hamdi Bey, gazeteleri aracılığıyla Mehmet Emin Sosyal’la dosttur. İki gazete de Cemal Beyin matbaasında basılmaktadır ve “Terbiye Postası” gazetesinin sahibi Soysal İle “Yeni Anadolu” gazetesinin sahibi Cemal aynı zamanda ortaktır:“Ben, bu adamların ahbabı ve dostuyum. Benim hakkımda güzel güzel yazılar yazıyorlar ve gazetelerinin en ehemmiyetli yerlerini bana veriyorlar”Peki ne oluyor da bu ahbaplık bozuluyor?“Bir gün fikirlerine uymadığım için ve maddi menfaat temin edemedikleri için bunlardan ayrılıyorum”Sabahattin Ali burada iki şey öne sürüyor fikir olarak uyuşamamak ve maddi menfaat temin edememeleri.Zaten o dönemde ‘‘sol’‘ a vurmak isteyen Ali’ye vuruyordu, Ali’nin koruyucusu ise Hasan Ali Yücel idi ancak Avrupada yükselen faşizm rüzgarları elbette Türkiye yi de etkileyecek ve ‘‘sol’‘ bir tehlike olarak görülecek Sabahattin Ali de DEĞERLİ BİR HEDEF OLACAKTI...
V FOR VANDETTA dan hatırladığım bir replik
HİKİRLER ASILAMAZ MAJESTELERİ
FİKİRLER KURŞUN GEÇİRMEZ...
Sokrat’ın savunmasından bir söz:’’Hükümetin benim fikirlerimle bir derdi yok, onların yayılmasıyla derdi var’’
BUGÜN SİZLERE SABAHATTİN ALİ’DEN SEÇTİĞİM KISA - İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN ADLI ESERİNDEN OLACAK
'İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin: daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...'
Sabahattin Ali’nin kitaplarında fark ettiğim önemli bir yön var. Her yazar insanı nefreti, sevinci, arayışı, hüznü, dürtüleri ve diğer yönleriyle bütünsel olarak ele almayı başaramıyor. Ama Sabahattin Ali, kendi kurguladığı karakterlerle insana has dertleri okuruna net bir şekilde aktarabiliyor. İçimizdeki Şeytan bana hangi kitabı hatırlatır ? Fyodor Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler kitabındaki Ivan Karamazov'un kendi şeytanı ile olan mücadelesini gördüm bu kitapta. Ivan sanki Türkiye'ye gelmiş, adını Ömer olarak değiştirmiş ve yepyeni bir çevre oluşturmuş gibi geldi. Ama değişmeyen tek bir şey vardı bu iki karakter için: İnsanın dünyada bulunuş biçiminden dolayı çektiği evrensel varoluş sıkıntısı.
Kitabı okurken aklımdan hep Ingmar Bergman’ın PERSONA filmindeki "Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum" repliği geçti. Ömer'in başkalarına karşı rol yaptığı Ömer ile kendi içiyle yaptığı diyaloglar arasında uçurum kadar fark vardı. Macide'nin de öyle. Keza bizlerin de... Zaten bu kitabı okuyan herkes kendisini ya Ömer ya da Macide gibi hissetmemiş midir? Çünkü Ömer gibi ben de başkalarından çok kendimle konuşurum. Macide gibi ben de arkadaşlarımla konuşurken ortak bir nokta bulamamaktan şikayetçiydim, arkadaş çevremi değiştirdim. Bedri gibi ben de kafamdan bir türlü atamadığım insanlara sahiptim. İşte Sabahattin Ali bu yüzden Sabahattin Ali... Onun karakterlerinde hep kendi hayatımızdan izler bulabildiğimiz için. Ömer karakteriyle vurgu yapılan maddi bağımsızlık ve iletişimsizlik konularının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Maddi bağımsızlık olmadan manevi bağımsızlığın da gelmediğini düşünmüşümdür hep. Ömer'in roman boyunca içinden çıkamadığı yegane konu parasının olmaması aslında. Bu yüzden insanın öncelikle kendi tutkusunun ona sağladığı maddi bir kaynağı olacak ki, sonrasında bu alıntıda olduğu gibi yaşamaya değer daha büyük bir sebep bulabilsin: "İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı." [s. 188] Ayrıca Ömer -yani size dediğim evrensel varoluş sıkıntısı olan dünya insanı-, birisini seviyor ama onunla daha sağlıklı iletişim bile kuramıyor. Böyle bir sevginin ne anlamı var? Karşındakini beklentiler içinde bırakıp ona zarar vermektense içindeki bütün suçları üzerine attığın o meşhur şeytanınla konuşup barışmak daha iyi değil mi? Her ne kadar Sabahattin Ali "içimizdeki şeytan" benzetmesiyle özeleştiri yapmamıza engel olan bencil kısmımıza vurgu yapsa da, toplumun da kendisine has bazı şeytanları olduğunu düşünüyorum. Eylemsizliktir onun bir şeytanı, körü körüne bir fikre bağlanmaktır diğer bir şeytanı, sorgulamadan batıl inançların peşinden gitmektir hiç bırakamadığı başka bir şeytanı...
Hatalarımızı sürekli içimizdeki şeytana yüklersek hiçbir yol alamayız bu hayatta. Başarısızlıklarımızı kadere yükleyip dururuz sonra. Önlem almayışlarımızdan mağduriyetler yaratırız. O şeytanla ya tamamen barışmalı ve beraber yürümenin bir yolunu bulmalı ya da tamamen yok etmeli bir şekilde. Bir başka konu olarak, romandaki karakterlerin Türk edebiyatındaki bazı isimleri ve özellikle de Nihat karakterinin Hüseyin Nihal Atsız'ı temsil ettiğinin bilincindeyim. Sabahattin Ali ve Atsız arasında geçen atışmalardan da haberdarım. Yazarların edebi karakteri ve kalitesiyle ilgilendiğiniz zaman bu tür magazinsel polemiklerden uzak durup yazarları tamamen yazdıklarıyla değerlendirebilmek de büyük bir özgürlük oluyor bence. İnsanlar genel olarak kaos görmek ve ülkemizde yaşanan kutuplaştırma ortamını edebiyata da yansıtmak istiyorlar. Ama ben, yazarları edebi içerikleriyle değerlendirmeye devam edeceğim.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTANLARLA BAŞA ÇIKABİLMEK ÜMÜDÜYLE
ANISINA SAYGIYLA
11 notes
·
View notes
Text
İlginç bir yazı!
CanKıraç.
(Sayın Hulusi Üstün'ün bu harika yazısını okumanızı salık veririm ...)
" Dün Fatih'teydim.
Suriçi'nde yürümek benim için tarihin içinde seyahattir.
Tarihi kişiliklerle yoldaşlık, ecdadımla sohbet, ilk gençlik yıllarımı yad etmek, okul dönemlerini hatırlamak, evliliğim, ilk çocuğum...
Her sokağı, her köşe başı ya yaşanmış ya okunmuş ya duyulmuş hatıraların mekanıdır.
. . .
Dün Dülgerzade'den Zeyrek'e, Yavuzselim'den Balipaşa'ya yürüdüm..
Fatih bambaşka bir yer olmuş.
Rayihası değişmiş, yasemin ve öd ağacı kokuyor.
Sokakta Türkçe konuşan kimse yok...
Haleb'in köylüsünden Lübnan'ın Dürzisine, Iraklısından Libyalısına, Tunuslusuna, Ürdünlüsüne kadar Arab'ın envai çeşidi oradaydı.
Entarili, kıfayelisi de var, taytlısı, uzun saçlısı da Marunisi de Nusayrisi de, Mesihisi de...
Hepsi neşeli, hepsi gülümseyen, hepsi yüksek sesle konuşan, hepsi özgüvenli, bir çoğu özgürlüğün rüzgarıyla sermest, hoş görülecek olmanın bilinciyle sarhoş...
Gruplar halinde yürüyorlar.
Aralarında tek başına yürüyen mutsuz yüzlü, suskun, ürkek Türkler fark ediliyor.
. . .
Lokantalarda ful, felafel humus...
Gar sabunu ve zahter yığınları...
Her köşe başında egzotik kokular satan dükkanlar.
İnsanın üstüne üstüne yürüyen, sokaktaki kadınlara aç nazarlarla bakakalan sporcu gençler, halinden tavrından şaşırtıcı bir özgüven dökülen kadınlar, köyündeymişçesine kaşınarak dolaşan entarili yaşlılar, sokak aralarında gürültüyle koşturan çocuklar....
Dedim ki 'Selahaddin'den beri fütuhat görmeyen Arab'ın en son fethi bu.'
Kuşatmayla aldığımız şehri farkında olmadan başkalarına verdik.
. . .
Arapça konuşan kalabalıkların içinden geçip Akdeniz Caddesine döndüm...
İki delikanlı küskün küskün konuşuyorlar birbirleriyle, yanlarından geçerken gülümsedim.
'Caddenin başından bu tarafa yürüyorum. Bir Türkçe söz değmedi kulağıma... Sizi görünce mutlu oldum' dedim.
'Sorma abi, biz Türkçe konuşan biri geçince çevirip öpüyoruz.' diye karşılık verdi esprime gençlerden biri.
. . .
Ara sokaklarda onlarca satılık tabelası.
Fatih'te satılık tabelası görmek nadirattandı.
Arapça 'İcar' tabelaları asılı camlarda.
. . .
Fatih'in eskisi Siirt Arabı bir tanıdığa uğradım.
'Bir binada beş altı daireye Araplar oturunca binada kalan yerli aileler satıp gidiyor. Zaten iç sokaklarda apartman katlarında yaşlı insanlar var. Dışarı çıkamaz oldular. Yerliler buraları terk edip gidiyor' dedi.
Akşemsettin Caddesine Şam Caddesi der olmuşlar.
. . .
Şimdi bu yazdıklarımın altına yorumlar döşenir... Ne ırkçılığım kalır ne imansızlığım ne muhalifliğim...
Hiç biri değil...
Makul olmaya çalışıyorum.
Hiç bir devlet kendi iradesi ve kendi tasarrufu ile ülkesinin demografik, etnik ve sosyal yapısını değiştirmez.
Türkiye'nin etnik yapısı geri dönülemez bir şekilde değişti.
Hiç bir devlet kalbi mesabesindeki tarihi şehri bir başka halkın istilasına açmaz.
Mesela İtalya'ya giden mültecilerin Roma'nın şehir merkezinde, İngiltere'nin Buckingam'ında, şehrin yerlilerini dışarı çıkaracak ölçüde homojen bir şekilde yerleşmelerine izin verilemez.
Hiç bir ülkenin gözbebeği olan şehirde o ülkenin yabancısına yerleşecekleri yerde ezici çoğunluğu oluşturacak şekilde ticari imtiyaz tanınarak orayı ele geçirme imkanı verilmez.
Osmanlı büyük göç dalgaları yaşamıştı.
Ne 1850'lerde Kırım'dan imparatorluğa akan milyonlarca insana, ne 1864 Kafkasya Sürgünlerine, ne 1912 Balkan bozgununda savrulan insanlara ne de mübadillere İstanbul'da topluca oturabilecekleri bölgeler göstermedi.
Devletlerin iskan politikası olmalıdır.
her devletin nazarında göçmenler yeni arı kolonileridir.
doğru yerde petek gösterirseniz balından istifade edersiniz,
doğru yerde yer gösteremezseniz o arılar sizi sokar.
. . .
Demem o ki;
Arap'tan Fars'tan rahatsız olduğum yok.
Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'i gibi 'Bila tefrika-i cins ü mezhep' kriterini esas alan bir adamım ben.
Savaş mağduru bir halka yardım etmek, kucak açmak insani bir şeydir.
Ama böyle olmamalıydı...
Böyle olmaz...
. . .
Bu şuna benziyor...
Sokakta karşılaştığınız bir ihtiyaçlı kişiye karnını doyurması için para verebilirsiniz.
Ama onu alıp evinize getirmezsiniz.
Evinize getirseniz de kendisine yatak odanızı vermez, eline kumandayı tutuşturmaz, baba koltuğuna oturtmazsınız.
Eğer bunu yaparsanız her türlü istismara razı olduğunuz anlamına gelir bu.
İhtiyaçlı kişi sizi istismar etmek zorunda kalır.
. . .. . .
Türkiye'ye gelen Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Afganlılar, Pakistanlılar, İranlılar, Ürdünlüler, Mısırlılar...
'Gelenlerin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden...'
Bir tek politik tasarrufla içeri alınan bunca insanı hiç bir politik tasarrufla buradan geriye döndüremezsiniz...
Vatanlarından çıkmak için birbirini çiğneyen bu kitle, ülkelerine geri dönmemek için karşılarına çıkan her türlü gücü ezer geçer.
Nitekim duymuşluğum var,
'Allah razı olsun Suriye'de savaşı çıkaranlardan... O savaş çıkmasaydı Türkiye'ye gelemezdik' diyeni...
. . .
Türk, Avrupa ve Asya'nın arasında bin yıldır icra edilen bir görevin adıdır.
Ve Türk dünya politiği açısından varlığı zorunlu bir aktördür.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim...
Türk, bu göç ile kimliğini oluşturan en temel yapıtaşlarını yükselen bir balondan aşağı atmıştır.
Önümüzdeki yüzyıllardan sonra bu topraklarda Türk'ün varlığını koruyup koruyamayacağı tartışılır hale gelmiştir.
BU bir hissiyat değil, çok temel bir sabit delilim var.
İstanbullu kimliği nasıl son otuz kırk yıl içinde hiç var olmamışçasına yok olmuşsa...
Türk kimliği de böylesi bir yok oluş sürecine girmiştir.
Kırk yıl elli yıl değil ama üç kuşak sonra bu kimlik bu topraklarda varlığını bu şekilde sürdüremez.
Tarihin temel aktörlerinden birisi olan bu halk, geçmişte tarihin temel aktörlerinden olan bir çok halk gibi İskitler gibi, Keltler gibi, Hunlar gibi eriyip dönüşür.
Balkanlarda Bulgarlar ne ise Anadolu'da da Türk o olur.
. . .
Tabii biz kimiz ki öngörümüz ne ola...
Onca kitap okuduk da bir şey mi olduk...
Onca kitap yazdık da ne ettik...
Onca mektep medrese tahsil ettik, onca mesele etüt ettik, onca gezdik gördük de ne oldu.
Tabii ki biz bilmeyiz işin doğrusunu...
Konuşuyoruz işte...
. . .
Aylardır karar vermişliğim var; baktığım şeyde olumsuzluğu fark etmeyeceğim diye.
Olumsuzu, eksiği ve endişe verici olanı değil olumlu olanı, Tamam olanı ve güzelliği görmeye çalışacağım,
Bu prensip doğrultusunda bakacak olursak olumlu bir takım yanları da var bu işin.
Artık kakuleli kahveyi her yerde bulmak mümkün.
Eskiden ramazandan ramazana tattığımız humus da felafel de her yerde var...
Tek dilli idik çocuklarımız iki dilli olmak durumunda.
Doğuda mı batıda mıyız belli değildi.
İçinde bu kadar Arab'ın olduğu gemi batıya gidemez gayri.
En azından bir istikamet sahibi olduk.....
3 notes
·
View notes
Text
Yerli Bilimkurgu Yükseliyor (YBKY)-Sayı:65
YBKY Nisan 2023 sayısı çıktı. Queer-feminist bilimkurgu yazarı Şeyda Aydın dosyası tefrika halinde yayımlanmaya devam ediyor. Yazı dizisinin ikinci bölümünde Doç. Dr. Sümeyra Buran Utku’nun ele almış olduğu makalesi* yayımlandı. Dipnot: *Bu makalenin sunumu Doç. Dr. Sümeyra Buran Utku tarafından CyberPunk Kültür Konferansı’nda (9 Temmuz/10 Temmuz 2020) yapılmıştır. Ayrıca, Buran’ın makalesi…
View On WordPress
#Feminist Bilimkurgu#Meltem Dağcı#Queer-feminist bilimkurgu#YBKY#Yerli Bilimkurgu Yükseliyor#Şeyda Aydın
2 notes
·
View notes
Text
0 notes
Text
.
"Diriliş'in yazılması ve tefrika şeklinde basılması gayreti Tolstoy'un sağlığını aşırı derecede bozdu, hasta düştüğü haberleri tüm Rusya'da hızla yayıldı. Bundan epey endişe duyan insanlardan biri de, bir yıl önce veremin hızlı ilerleyişini önleyebilme umutsuz çabasıyla Kırım'a gönüllü sürgüne gitmiş Anton Çehov'du. İlk ciddi kanamayı 1897 Martı'nda Moskova'da geçirmiş, Tolstoy'un evinin yanındaki bir kliniğe götürülmüştü. Tolstoy onun ziyaretine gidip ölümsüzlük hakkında saatlerce konuştuktan sonra bir başka kanama daha geçirmişti. Uzaklarda, Yalta'da olmasına karşın Çehov, tamamı roman olarak basılır basılmaz Diriliş'i temin etmekle kalmamış, Mihail Menşikov'a yazdığı bir mektupta bildirdiği gibi, 1900 Ocak ayı bitmeden kitabı bitirmişti: "Bir solukta okudum, öyle ara vererek bölümler halinde değil. Bu bir şaheser." Bu mektupta Çehov, aynı zamanda Tolstoy'un hastalığı nedeniyle endişe duyduğunu, "sürekli gergin bir halde" olduğunu da itiraf ediyordu. Nedenini açıkladığında hiç kuşku yok ki milyonlarca Rus'un adına konuşuyordu. Uzunca alıntılamaya değecek kadar önemli bir mektuptur bu:
"Tolstoy'un ölmesinden korkuyorum. Eğer ölürse hayatımda büyük bir boşluk olacak. Her şeyden önce, onun kadar çok sevdiğim bir başka kişi yok; ben dindar biri değilim ama bütün inançlar içinde en çok onunkini kendime yakın ve samimi buluyorum. İkinci olarak, edebiyatın bir Tolstoy'u varsa, yazar olmak kolay ve hoş bir şeydir, şu ana kadar bir şey başarmadığınızı, halen de başarmıyor olduğunuzu bilseniz bile, Tolstoy herkesin yerine bir şey başardığından, bu çok da kötü bir sey sayılmaz. Onun yaptığı şey, edebiyata yüklenmiş tüm heves ve umutları haklı çıkarır. Üçüncü olarak, Tolstoy mağrurdur, otoritesi muazzamdı, bu yüzden de o yaşadığı sürece, edebiyattaki zevksizlik, kabalık, küstahlık, ağlayıp sızlama, tüm hamlıklar, hirçınlıklar ve boş gurur, dışarıdaki karanlığa sürülmeye devam edecektir. Ahlaki otoritesi edebi modalar veya hareketler denen şeyleri kabul edilebilir bir düzeyde tutmaya yetecek kadar büyük olan tek kişi odur. Şayet o olmasaydı, edebiyat dünyası çobansız bir sürüye benzerdi, içinden çıkamayacağımız bir karmaşada asla yolumuzu bulamazdık.""
syf.386
instagram
1 note
·
View note