Tumgik
#su ile ilgili ilginç bilgiler
ramazanserdar · 1 year
Text
EN ESKİ SUSURLUK KİTABI…
Susurluk hakkında bildiğim en eski kitap 1963 basımlıydı.
Kitabın ismi “Balıkesir Susurluk İlçesi”, yazarı Kemal Özer’di.
İçinde o yıllara ait sosyal, kültürel, ekonomik, demografik tüm bilgilerimiz mevcuttu.
Susurluk ve köylerimizde söylenen manilerden ninnilere, türkülerden bilmecelere, atasözlerinden hayır dualara, değişik adet ve inanmalardan oyun ve eğlencelere kadar ne varsa derlenmiş, toparlanmış, istatistiki bilgilerle de zenginleştirilmişti.
Köşemde bu kitabı anlatmıştım.
Ben bu kitabı Susurluk ile ilgili en eski kitap olarak düşünüyordum.
Ta ki “Türkiye Kılavuzu” isimli kitabı görüp okuyana kadar…
O kitap 1946 yılında basılmıştı.
Yani Kemal Özer’in kitabından 17 yıl daha eskiydi…
Dönemim Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in özsözüyle başlayan kitabın 1. cildinde Susurluk’tan bahsedilmişti.
Susurluk’un 40’lı yılları anlatılıyordu.
Halkın genellikle ziraatla geçimini sağladığı, diğerlerinin arabacılık, marangozluk, demircilik, dokumacılık gibi küçük sanatlara yöneldiği,
Çaylak Suyu ile işleyen, 6 km mesafede Belediyeye ait bir elektrik fabrikasıyla iki un fabrikası olduğu,
Kepekler, Ömerköy Ilıcalarının çeşitli hastalıklara iyi geldiği,
Acı Su olarak nitelendirilen Dereköy İçmesi’nin,
Çataldağ’dan çıkan Ekşi Suyun özellikleri anlatılıyordu.
Kitabı benim için ilginç kılan yönlerinden biri de o yılların tüccar ve iş adamlarımıza yer vermesiydi…
Bayram Altunbaş’tan Celal Cem’e, Hüseyin Tunalı’dan Mehmet Kula’ya,
Nuri Akyol’dan Kasap Ziya’ya kadar birçok isim, çalışma alanlarıyla birlikte yazılmıştı.
Hüsnü Aykut’un işlettiği odun sobasıyla ısıtılan Bursa Otelinin temiz olduğu,
Ömer Konak Otelinin diğer otele göre daha küçük sayıldığı,
Ahmet ve Ömer Konak tarafından işletilen iki hamamın da elektrik tesisatları olduğundan bahsediliyordu.
Bu kitabı da yine köşemde yazmış, okuduğum “en eski kitap” olduğunu söylemiştim.
Ha bir de Amerikalı yazar Paul J. Magnarella’nın 60’lı yıllarda şehrimizde kalarak Susurluk hakkında İngilizce yazıp Amerika’da yayımladığı “Bir Türk Kasabasında ve Değişim” isimli kitap da bu kategoriye girebilir.
Ve şimdi değerli ağabeyim Nurettin Kuş’un paylaşımları sayesinde hepsinden daha eski bir “Susurluk kitabı” olduğunu öğrendim.
Balıkesir Vilayet Matbaasında basılan kitap “Susığırlık” adını taşıyor.
Aslında üçünün de “ana kaynağı” olan bu kitap, 1933 yılında Nuri Dündar tarafından yazılmış.
Çiftçiler Derneği tarafından hazırlatılan kitabın içeriğinde Susurluk’un coğrafi, iktisadi, zirai, sıhhi, mahalli ananelerini içeren çok faydalı bilgiler mevcut.
Nurettin Ağabey’e bu değerli kitabı bizlere sunduğu için teşekkür ediyorum…
(Kitabı “Susurluk Sevdalıları” sayfasında okuyabilirsiniz.)
Ramazan S.TOPRAKTEPE
0 notes
bakbi3452 · 4 years
Text
DÜNYA SU GÜNÜ (22 MART )
DÜNYA SU GÜNÜ (22 MART )
#sugünü #dünyasugünü #sutasarrufu Her yıl 22 Mart’ta Dünya Su Günü kutlanır. 1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilmiştir. İlk kez 1992’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda önerilmiştir. “Dünya Su Günü”, gerek Birleşmiş Milletler üyelerinin, gerekse diğer dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çeker. İçilebilir su kaynaklarının…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
“Kayıp Zamanın İzinde ve Marcel Proust”
     Gülcan’ın bana gönderdiği kitapların arasında en çok zamanımı alan, modern romanın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen, 1871-1927 yılları arasında yaşayan Marcel Proust’un yedi kitaptan oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” adlı iki ciltte toplanmış kitaplarıydı. Proust okumadan gerçek bir okuyucu olamayacağımı düşünmekte haklıymışım. 3133 sayfayı okumak için bir yıl yetmemişti. Hele ki böylesine ciddi bir okuma gerektiren kitaplar için yetmesi mümkün değildi. Çünkü sürekli okuma halinde değildir insan. Bazen okumak için kitabı eline aldığında saatlerce aynı sayfada takılı kalırsın. Kendini veremezsin, bellek o an için okumaya elverişli değildir. Günün en verimli saatlerinde işyerindesin. Akşam saatlerinde de yapman gereken başka şeyler olabiliyor. Bir de araya mutlaka başka kitaplar da girmiştir. İnsan ömrü okumak istediği bütün kitaplar için yeterli değildir. O yüzden günlük koşuşturma cehenneminden koparabildiğimiz kadar zamanımız vardır ancak.
      “Kayıp Zamanın İzinde” hem okuma esnasında hem de okuma sonunda beni derinden etkileyen bir başyapıt. Proust’un çocukluğu, anneannesi ve annesine olan bağlılığı, tutkuları, aşkları, başkalarının aşkları, bütün zaman ve mekânlarıyla, onlarca karakteri en ücra köşelerine kadar ve en ince ayrıntısına kadar betimlerken nasıl olur da hiç bozulmadan, sapmadan, eksiksiz, sanki daha dünmüş gibi anlatabildiğine şaşıyorum. Örneğin aşağı doğru uzanan bir yolda, bir arabayla, uzaklaştıkça küçülen çan kulesini sayfalarca anlatırken sadece çan kulesini anlatmıyor, o esnada güneşin batışını, kendiyle ve annesiyle olan bağını, çocukluk aşkını, korkularını ve yalnızlığın içindeki kusursuz karanlığı da fırlatıyor yüzünüze.
      Marcel Proust bana göre dünyanın en iyi anlatı ustalarından biridir, hatta en iyisi diyebilirim. “Kayıp Zamanın İzinde” yi okumak olağanüstü bir sabır gerektiriyor. Başlarda kitabı anlamak, anlatılanları hayal dünyamızın içine düzenli olarak yerleştirip sergilemek neredeyse imkânsız gibi görünse de okuma süreci boyunca günlük yaşantının bir parçası haline geliyor. Akılda tutulması zor kişi ve mekân isimleri ve o dönemin Fransa’sının burjuva hayatının yaşantısı benim gibi burjuva karşıtı bir okuyucu için ne kadar ilginç olabilir ki? Şu kadar ki; ilginç olan akış halindeki anlatı ırmağının okuyucuya mükemmel manzara parçacıkları sunmasıdır. O manzara parçacıklarında ellerini, yüzünü ve düşüncelerini yıkıyorsun. Sonra gidip kendine kocaman bir ayna bulup bedeninde dolaşan sözcük konvoyunu izliyorsun orada.
      Kitabın daha fazla içine girdikçe favori karakterleriniz oluşuyor ister istemez. O karakterleri siz yönlendiriyorsunuz artık. Swann, Odette, Albertine, Gilberte, Andrée, ,Rosemonde, Giséle, Saint Loup ve daha onlarca diğerleri… Bu yedi kitap boyunca akılda tutulması dikkat gerektiren yüzlerce roman kişisine ilerledikçe alışıyorsunuz ve onları hayatınızın içine alıyorsunuz. Onlarla konuşuyorsunuz. Kitabı okumaya uzun bir süre ara verseniz bile tekrar başladığınızda önceki okumalar belleğinizdeki koltuklarda oturup sizi bekliyor olacaklardır. Bütün bu tespitleri yaparken bu kitapların çeviricisi olan Roza Hakmen’i de ayrıca kutlamak istiyorum. Kusursuz bir iş çıkarmış, hatta bana göre bir çeviri başyapıtıdır bu.
      “Swann’ların Tarafı” adlı ilk kitapla açılıyor ilk cilt. "Swann'ların Tarafı"nda Marcel Proust Charles Swann'ın ağzından konuşuyor. Kendi çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yerleştirdiği köşeden anlatıcıya cümleler taşıyor.  
      “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” adlı ikinci seride belleğin okuyucuyu nasıl dansa kaldırdığını görecek ve derinden hissedeceksiniz. Bu kitapta Proust delikanlılık çağından kesitler sunarken aşkın daha önce hiç rastlamadığınız boyutlarını, içsel yolculukları, ani geri dönüşleri ve kitabın içinde üç vardiya çalışan sözcüklerin ressamının bıraktığı ipuçlarını takip ediyorsunuz. Vardığınız yerlerde bulduğuz eşsiz mekânlar ve el değmemiş manzaralar sosyolojik, mitolojik ve felsefi bellek gösterileri yaparak edebiyata ve okumaya farklı bir bakış açısını koyacaktır önünüze. Bu ikinci kitabı okurken ilk kitabı bir daha gözden geçirme ihtiyacını hissetmeniz kaçınılmazdır.
      Üçüncü kitap “Guermantes Tarafı” serinin en uzun kitabıdır. Casuslukla suçlanan ve idamla yargılanan Alfred Dreyfus’un, Dreyfus Olayı’nın etraflıca tartışıldığı ve bu olay üzerinden ön plana çıkan Yahudi düşmanlığının irdelenmesinin kitapta geniş yer bulması Proust’un dönemin siyasi olaylarına olan duyarlılığı ve ilgisi açısından önemlidir.  Sonraki bölümler yine burjuva ve aristokrat kesimlerinin yaşantılarının anlatıldığı kesitler ve diyaloglarla ilerliyor. Proust’un sanat ve yazarlar hakkındaki düşünceleri, yaşam, ölüm ve karışık iç dünyasının içindeki yolculuklar ile ilgili detaylar su gibi akıp gitmektedir. Proust bu yolculukları yaparken siz de onunla beraber o yolculuğun bir parçası oluyorsunuz.
     Lanetli ve günahkâr iki kent olan ve dördüncü kitaba ismini veren “Sodom ve Gomorra” da dönemin Fransa’sında sosyete davetleri, aristokrat kesimindeki eşcinsel ilişkiler, Albertine’e olan tutkulu aşkı, gelgitleri, duygu patlamaları, ölüm ve yine anıların, geri dönüşlerin bolca sergilendiği bölümler yer almaktadır. Sürekli üzerine gelen bir geçmiş ve şimdiki zamanın karşılıklı oynadığı satranç ve zihnin şölensel acıları bu seride de devam ediyor.
      Beşinci kitap olan “Mahpus” u okurken yalnız değilsin, diğer dört kitapla beraber aynı trende seyahat halindesin. Eski kentlere ve en çok da Balbec’e uğruyorsun ve oralarda insanların giydiği gömleğe, içtiği içkiye, yediği yemeğe ve hatta bir garsonun gülüşündeki anlam arayışına kadar sessizde olan bilgiler ayaklanıp Proust’un anlatı masasına geliyor. Bu kitapta her ne kadar Albertine’e âşık olmadığını söylese de bana göre hem aşkın hem tutkunun ve hem de kıskançlığın zirvesinde olan anlatıcı Albertine’i eve hapsediyor ve onun hapsinde kendi içsel esaretini yaşıyor. Onunla geçirdiği her anı şiirselliğin en üst katına taşıyor. Bu en üst katta zaman zaman önüne geçemediği kıskançlığın ve dolayısıyla öfkenin en büyük nedeni Albertine’in başka kızlara ilgi duyduğunu düşünmesidir.
      "'Mademoiselle Albertine gitti!' Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder. Daha bir dakika önce, hislerini tahlil ederken, Albertine'le son bir kez görüşmeden, bu şekilde ayrılmanın, en çok istediğim şey olduğuna kanaat getirmiş, Albertine'in bana verdiği hazların vasatlığıyla beni mahrum ettiği hazların bolluğunu karşılaştırıp kendimi çok zeki bulmuş, onu artık görmek istemediğim, sevmediğim sonucuna varmıştım. Oysa, 'Mademoiselle Albertine gitti' sözleri, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi." girişiyle başlıyor altıncı kitap “Albertine Kayıp” yani tam da Mahpus'un bittiği yerden başlıyor. ‘Mademoiselle Albertine gitti!’ Hizmetçi Françoise'ın bu sözlerinin yankısı romana damlayan dev bir dalga şeklinde geniş bir alana yayılıyor. Anlatıcı olan kişiyi (Proust’u) terk eden Albertine dönmüyor ve öldüğü haberi –gerçek olup olmadığını öğrenemediği- ulaşıyor kendisine. Yine bu kitapta da müthiş betimlemeler, kişiler, kentler, oteller ve ilişkiler dilin bütün kıvraklığıyla sayfalar boyunca karşımıza çıkıyor.
      Serinin yedinci ve son kitabı “Yakalanan Zaman” yaşlanmış Proust’un kendini tamamen eserine vermek isteği ve bunun için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kronik astım hastası olan Proust için bu hiç de kolay değildir. Zamanda yolculuğun son halkası olan “Yakalanan Zaman” Proust’un hayatına değip geçen kentlere, kişilere, zamanlara ve aşklara anıtsal bir veda performansıdır.
      Bu yedi roman boyunca adları geçen şehirlere öyle bağlanıyorsunuz ki oraları görme isteği duyuyorsunuz. İlk tanıştığımız yer olan Combray, Proust’un ailesiyle beraber yazlarının büyük bir bölümünü geçirdiği halasının yaşadığı köyün ismi. Auteuil, Balbec, Paris, Venedik’te ve daha birçok yerde ve mekânda şiirsel izler ve ipuçları bırakıyor Proust.
      Sayfaları tanrı tarafından çevrilen bir kitap olduğu söylenen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” sini okuyup bitirdikten sonra sırtımdan tonlarca yükün atıldığını hissetmekle beraber, edebiyata ve özellikle anlatı sanatına bakışım kökünden değişti. Ayrıntıların ne kadar önemli ve o ayrıntıları öykünün içine serpiştirmenin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamış bulunuyorum. Peki ya bizim hayatımız kaç sayfa eder? Bizim anılarımız, bizim insanlarımız, bizim şehirlerimiz, bizim sözcüklerimiz. Yanımızdan geçen, dokunan, gülümseyen, ağlatan, acı bırakan ve acı verdiklerimiz; toplasak kaç büyülü yalnızlık eder?
26 notes · View notes
onlinefalcafee · 3 years
Link
Astrolojiyle ilgileniyorsanız, burcunuzla ilgili temel bilgileri biliyor olmalısınız. Bir Akrep olarak, muhtemelen “gizemli” olduğunuzu biliyorsunuzdur ve eğer bir Balık iseniz, burcunuzun “yaratıcı bir yanı” olduğu gerçeğini takdir edebilirsiniz. Ancak muhakkak ki burcunuzla ilgili bilmediğiniz bazı tuhaf ve büyüleyici gerçekler halen vardır. Bu arada kendinizle ilgili bilgi edinmenin tek yolu elbette astrolojik metotlar değil, bunun için fal baktırmak da size yardımcı olacaktır. İstediğiniz kadar çok fal çeşitleri içinde canlı kahve falı , gerçek tarot falı , su falı gibi fallardan birini seçip fal baktırmak istediğinizi bir gerçek falcı ile fal yorumlarınıza ulaşabilirsiniz. Ayrıca bir gerçek falcı online fal olarak da size hizmet verebilmektedir.
0 notes
mertnews · 3 years
Text
ZEYTİNYAĞI VEYA DÖNMEZ PARADOKSU!
Tumblr media
MertReport Apr 8
“Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz”
“Kendi adıma konuşayım; 15 yıl Zaman gazetesinde çalışmış biri olarak, bugün bildiklerimin yüzde birini 15 Temmuz’dan önce bilmiyordum. Vallahi de bilmiyordum, billahi de…”
Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz…
Yalancının paradoksunu bilir misiniz?
Epimenides paradoksu olarak adlandırılır. Zaman zaman Yalancı paradoksu veya Giritli paradoksu olarak da anılmıştır. Paradoks şuradan kaynaklanmaktadır:
Giritli filozof Knossoslu Epimenides şöyle demiştir: “Giritliler, her zaman yalancıdır.”
Eğer “tüm Giritliler yalancıdır” önermesini doğru kabul edersek, kendisi de Giritli olan Epimenides’in yalancı olması gerekir. Eğer Epimenides yalancıysa, tüm söyledikleri gibi, “tüm Giritliler yalancıdır” önermesinin de yanlış olması gerekir.
Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz. Önermenin hem doğru hem yanlış olduğu sonucu çıkar.
Eğer “tüm Giritliler yalancıdır” önermesi yanlış kabul edersek, kendisi de Giritli olan Epimenides’in doğru söylüyor olması gerekir. Şu hâlde, “tüm Giritliler yalancıdır” önermesi doğru olmalıdır. Yine çelişkili bir sonuç çıkar.
Bir önerme hem doğru hem yanlış olamaz.
Ahmet Dönmez diyor ki:
“Kendi adıma konuşayım; 15 yıl Zaman gazetesinde çalışmış biri olarak, bugün bildiklerimin yüzde birini 15 Temmuz’dan önce bilmiyordum. Vallahi de bilmiyordum, billahi de…”
“Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz”
Neden mi
Ahmet Dönmez uzaydan gelmediyse,
Yazdığı gibi bir dönem Cemaatin yurtlarında kaldıysa,
Zaman Gazetesi’nde 15 yıl çalıştıysa,
AKP Muhabirliği yaptıysa,
Başbakanlık muhabirliği yaptıysa,
Ankara’da çalıştıysa,
Yalçın Akdoğan’ın biyografisini yazmak için hazırlık yaptıysa,
“The Cemaat”i bilmesi mümkün değildir…
Tumblr media Tumblr media
Yazı dizisinde dile getirdiği bütün iddialar gazetelerde yazıldı
28 Şubat’tan sonra yazıldı,
27 Nisan’dan sonra yazıldı
Köşe yazılarında dile getirildi…
AKP kulislerinde konuşuldu…
Kitaplar yazıldı.
Ergenekoncular yazdı,
Odatv, Cumhuriyet, Sözcü ve bütün havuz yazdı.
Hanefi Avcı, “boğazdaki simanlarda” anlattı.
Yazı dizileri yapıldı.
Davalar açıldı.
“Yeni Ankaracılar”, “Milli Damarcılar” tarafından gazetecilerin kulağına fısıldandı…
Yani sağır sultan duydu…
Yeni duydum diyorsa yalan söylüyordur, “vallahide, billahide…”
“Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz”
youtube
Bir araştırmacı gazetecinin çalıştığı kurum veya cemaatle ilgili iddiaları takip etmemesi,
Çıkan yazıları veya kitapları bilmemesi, Haliçte Yaşayan Simonları okumadığını en azından içinde anlatılanları bilmemesini inanmamız için bir neden yoktur.
Çünkü, Zaman Gazetesi her iddiaya cevap yetiştiriyor, muhabirler politikacılardan görüş alıyordu.
Okur olarak biz şahidiz.
Arşiv silinmemiş olsa, geriye dönüp baksak muhtemelen Ahmet Dönmez’de karşı görüş almıştır…
Ahmet Dönmez ve dönmezgillerin bilmediğini söylediği Cemaatle ilgili iddialara gelince…
Tumblr media Tumblr media
Bugün “aydınlanma yaşayan” bu taifenin diğer medya organlarından okumasa bile kendi gazetesinde bu iddialara karşı cevap niteliğindeki haber ve yorumları görmemesi mümkün değildir… Bürokrasiye “Sızma” iddiaları da dahil birçok iddiaya hem gazete sütunlarından hem de herkul.org’tan bizzat Fethullah Gülen tarafından cevap verildi. Okurların haberi olduğu olaylardan büyük gazeteci Ahmet Dönmez yeni haberinin olduğuna inanırsak…
Tumblr media Tumblr media
Başkentte haber kovalayan bir ismin, “Tamer Korkmazgillerle”, “Milli damarcılar”la buluştuğu kafelerde sadece “kahve” içtiğine inanırsak, yani “Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz.”
Düne dair yalan söylüyorsa neden bugün yazdıklarının doğru olduğuna inanalım….
Bu yazılar bir itirafçı ifadesidir, benzerlerine dava dosyalarında sıkça rastladığımız bir iftiradır!
Cehaletin, yalancılığın, kötü muhabirliğin itirafıdır!
Bu rejimin hâkim ve savcılarına “bana dokunmayın” demenin…
Onlar suçlu ben masumum demenin dilekçesidir…
Muhabirlikten, muhbirliğe geçmiş,
“Devletin şefkat çetesinin” hizmetindeki bir “haber elemanın” tavrıdır..
Aşağıdaki videoda MİT elemanının söylediği gibi devletin bir resmi görevini “gayri resmi usullerle” yerine getiriyor..
Bir arkadaşım bağlantı adresini göndermezse fark etmeyecektim… Sonra sabırla okudum yazdıklarını. Özellikle Mustafa Özcanla ilgili bölümü bir iddianame okur gibi oldum…
Tumblr media
Yukarıda dile getirdiğim görüşler pekişti.
Özeti şu… Cemaat diğer hareketler gibi kendisine ayrılan alanda oynamayı niye kabul etmedi…. Devlet ve millet meseleleriyle ilgilendi. Kendisine dikilen formayı giymedi. Sonra terörist oldu!
Dönmez’in yazdıklarına inanıyorsanız, bu ifadelerin orjinaleni ve daha fazlasını Polis Akademisi’nin hazırlamış olduğu raporlar veya havuz gazetelerinden okuyabilirsiniz..
Gülen Hareketi’ne yönelik “istihbarat örgütü” benzetmesini yapan yine devletin sadık kullarıdır. Dönmez aynı dili konuşuyor, aynı ifadeleri kullanıyor..
Ahmet Dönmez’in bu iddialarına dünyanın öbür ucundan Jon Pahl bile “Saçmadır” diyor… (38’) Hareket mensuplarının devlet içinde görev yapmasına “bu bir suç mu?” diye soruyor. (40’)
https://youtu.be/w2gttEqi_6M
Şimdi bunu kiralık kalemlerle millete kabul ettirmeye çalışıyorlar…
Şıracının şahidi ise İlhan Tanır, Ali Halit Aslan, benzeri bozacılar…
Tumblr media
Gün geçtikçe 15 Temmuz üzerindeki sis perdesi aralanıyor
Bütün projeksiyonlar Saray/Mit/Akar/Ergenekon ittifakının üzerine yöneliyor.
Gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.
15 Temmuz’un, hırsızlıkları unutturmak, AKP diktatörlüğüne kurmak için Erdoğan’a nasıl bir “Allah lütfu” olduğu ortaya çıkıyor.
AKP, İstihbarat ve asker içindeki Ergenekoncu yapıların bir kumpası olduğu, TSK’yi tasfiye etmek için hazırlanan bir komplo olduğu, Gülen Hareketi’nin bunun için bir araç olarak kullanıldığı ortaya çıkıyor.
https://twitter.com/MaresalManstein/status/1364989917382774791?s=20
Ancak sis perdesi aralandıkça Ahmet Dönmez ve dönmezgiller projektörleri farkı yere çeviriyor.
Mustafa Özcan'ın avukatı: Delilsiz, ispatsız ve dedikoduya dayanan iddiaları reddediyoruz - Tr724 Gazeteci Ahmet Dönmez'in kişisel blogunda kaleme aldığı yazı dizisinde gündeme getirdiği iddialara Mustafa Özcan, Av… www.tr724.com
Sorduğu sorulara aldıkları cevapları beğenmeyip bildiklerini okuyor…
https://twitter.com/Av_OsmanZerey/status/1376998706285776900?s=20
Her yazısı da bu görüşümü daha da pekiştiriyor.
DÖNMEZ, DÖNMÜŞ!!! Şener Şen'in Namuslu filmindeki ünlü replik: Namuzsuzmuş namuzlu! link.medium.com
Yazılarının çoğuna da iddianamelerin daha düzgün Türkçe ile yazılmış hali!
Yazdıklarının hepsi mi yalan?
Yazdıklarının tamamı yanlış olmayabilir.
Belki yazdığı 10 iddiadan 8’i doğru, 2’si yanlış. Ama bütün bilinen doğrular, sureti haktan görünen yaklaşımlar o iki yanlışı dile getirmek için yapılıyor… Kaldı ki onlarda suç değil…
AHMET DÖNMEZ'DEN "YENİ İDDİANAME": ŞAHİTLERİ İFTİRACILAR AHMET DÖNMEZ'DEN "YENİ İDDİANAME": ŞAHİTLERİ İFTİRACILAR Ahmet Dönmez, yazı değil itirafçılarla birlikte oturmuş yeni… link.medium.com
Aydınlık ve Odatv de hep yanlış yazmıyor.
Havuzun bütün haberleri yanlış değil.
Ancak perspektifi bozuk.
Haber kaynakları tartışmalı, “ilhamı” karanlık!
Çünkü meseleye bakış açınız niyetinizi de ortaya koyuyor.
Örnek mi istiyorsunuz
Gülen'in işaret ettiği o 'İbrahim' kim? - Ahmet Dönmez Stockholm Center for Freedom (SCF) olarak 2017 yılında geniş kapsamlı bir 15 Temmuz raporu hazırlamıştık. Darbe… www.ahmetdonmez.net
Burada yazılanlar daha öncede gazete ve dergilerde yazılmış! Çoğu yeni bilgi değil.
Başka yerlerde bu bilgiler nasıl yayınlanmış
Tayyip Erdoğan'ın TSK içindeki gizli örgütü Tayyip Erdoğan'ın gizli bir örgüt kurduğunu Yavuz Donat açıklamıştı. (Sabah, 11 Temmuz 2003) Bu örgüt vasıtası ile… aliserdarbolat.blogspot.com
Peki Dönmez bunları nasıl yorumlaması yeni…
Norveç’ten Ankara’da olup biteni,
Cemaatin içinde olup biteni bilmesi ilginç…
Nasıl diye sormayın?
Yeni öğreniyor!
Aslında yeni şeyler yazmıyor.
Kimdir Bu 'Milli Damarcılar'? Hangi AKP'liler Var? Nazif Apak, yazısında Hanefi Avcı'nın 'Milli damar devleti ele geçirdi' iddiasıyla ilgili ilginç ilgiler paylaştı. Yeni… www.siyasetcafe.com
Milli damarcıların iddialarını
Ulusalcıların iddialarını
Ergenekoncuların iddialarını
AKP Rejiminin iddialarını eski Zaman gazetesi çalışanı olarak tekrarlıyor.
Gülen’i bitirme planının güncel versiyonunu devreye sokuyor…
Tumblr media
Doğruların arasına yanlışları da sıkıştırarak…
“Kendi adıma konuşayım; 15 yıl Zaman gazetesinde çalışmış biri olarak, bugün bildiklerimin yüzde birini 15 Temmuz’dan önce bilmiyordum. Vallahi de bilmiyordum, billahi de…”
Mehmet Eymür’ün Perinçek için söylediği gibi bir nevi
Bir nevi “fabrikatörlük” yapıyor.
Doğru söylediğine inanırsak yalan söylediğini anlıyoruz.
Evet o yanlışlar üzerine kurulan iddianameler kim bilir kaç masumun hayatını kararttı.
Kaç kişiyle ilgili şüphe tohumları ekildi!
Zeytinyağı-su: Mahrem-Hizmet - Ahmet Dönmez Bu yazı dizisinin bundan sonraki bölümlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için böyle bir yazıyı elzem gördüm. Çünkü… www.ahmetdonmez.net
Kaç kişiye kara çalındı?
Kaç kişinin başarıları, diplomaları hakkında şüphe oluşturuldu?
O şüphe, şüphe tohumları…
Kaç anneyi evlattan, kaç evladı annesinden ayırdı…
Ahmet Dönmez’in yazılarını okumak yerine iddianame de okuyabilirsiniz.
Cemaat'in 'karanlıklar prensi': Mustafa Özcan (1) - Ahmet Dönmez 15 Temmuz demek, biraz Mustafa Özcan demek. Hadisenin Cemaat'e bakan yönüyle kastediyorum. Nasıl ki Hulusi Akar… www.ahmetdonmez.net
Oralarda daha fazla bilgi var.
Ben Ahmet Dönmez’in yazdıklarını benzerini iddianamelerde okudum.
Havuz medyasından takip ettim…
Yeni Bir Tamer Korkmaz vakasıyla karşı karşıyayız. Nasıl mı anlatayım... Yeni Bir Tamer Korkmaz vakasıyla karşı karşıyayız. Nasıl mı anlatayım... Bütün eleştirilere karşı potansiyel cevapları… link.medium.com
Merak ettiğim o da Tamer Korkmaz gibi
Yakında Hocaefendi’ye “locaefendi” de der mi?
"Bas, bas paraları Locaefendi'ye!" 15 Temmuz darbe kalkışmasından iki hafta kadar sonrasıydı. North American University'nin J.B. adlı bir kadın misafiri… www.yenisafak.com
Veysel Ayhan’ın yönettiği Tr724, Ergun Babahan’ın Ahval’ine zıpladı…
Ahval’den sonra havuz medyası ve odatv’de yazmaya başlar mı?
O zamanda “eski mesai arkadaşları”, hala Ahmet Dönmez’e seviriz, “iyi bir gazeteci”, “arkadaşımız” demeye, gazeteci”, “arkadaşımız” demeye,
M.Nedim Hazar, Yazar: Tr724 - Sayfa 2 / 37 Edit description www.tr724.co
Veysel Ayhan, her yazdığına zımmi destek verip gibi koruyup kollamaya devam ederler mi?
Siyasetle hizmet etmek - Tr724 YORUM | VEYSEL AYHAN Siyasi olmak ve siyaset yapmak; mecliste politika ve particilik yapmaktan ibaret değil. Siyaset… www.tr724.com @AhmettDonmez , @Av_OsmanZerey , Tr724
1 note · View note
sohbetblue · 3 years
Text
Mayalar Kimdir? Maya Uygarlığı
Tumblr media
Maya uygarlığı ile ilgili günümüzde hala devam eden teoriler söz konusudur. Antik çağın en gelişmiş medeniyetlerinden biri olması sebebiyle ilgi çekici özelliklere sahiptir. Yeme içme, konaklama, giyim, astroloji, din ve hatta tıp alanlarında çok farklı uygulamaları mevcuttu. Mayalar kimdir? Nasıl bir kültüre sahiptiler? Nasıl yok oldular? Mayalar ile ilgili tüm bilgileri bu yazımızda derledik. Maya Uygarlığı Ne Zaman Nerede Yaşamıştır? Her anlamda antik dünyanın en çok ilgi çeken medeniyetlerinden biri olmayı başarmış olan maya uygarlığı Meksika’nın Yucatan yarımadası, Belize ve Guatemala’da kurulmuştur. MÖ binli yıllarda kurulan bu efsanevi uygarlık MS 600’lü yıllarda medeniyet anlamında zirve yapmayı başarmıştır. Gerek yapıları gerekse yaşam şekilleri sebebiyle antik dünyanın oldukça ileri toplumlarından biri haline gelmiştir. Günümüzde hala Meksika’nın belirli bölgelerinde maya dili konuşulduğu bilinmektedir. Tarihe ışık tutan yapılarından birçoğu günümüze ulaşmamış olsada yapılan arkeolojik çalışmalar maya medeniyeti hakkında detaylı bilgilere ulaşılmasına neden olmuştur. Bölgede birçok farklı arkeolojik çalışma yürütülmüş olsada uzmanlara göre yoğun tropik ormanların derinlerinden çok daha fazla yerleşim yeri bulunmaktadır. Mayaların Yaşam Biçimleri ve Genel Özellikleri Orta Amerika uygarlığı olan mayaların temel besin kaynağı mısırdı. Mısır ekip biçerek hayatlarını idame ettiren halk mısırdan çeşitli yiyecekler yapabilmekteydi. Hamurlar açarak börek haline getirebildikleri gibi, mısırla içecekte yapabilmekteydiler. Bölgede fazla yetişmesine bağlı olarak kakao da sıklıkla kullanılmaktaydı. Sütlerin içerisinde ve yemeklere aroma katması amacıyla kullanılan kakao su ile de karıştırılarak tüketilmekteydi. Şifa kaynağı olarak kullanılan bitkiler kimi zaman kaynatılarak ilaç haline getirilirken kimi zaman yemek için kullanılmaktaydı. Her anlamda antik çağın en gelişmiş özelliklerini taşıyan maya uygarlığı besin konusunda da çeşitliliğe sahipti. Bilim, matematik, geometri ve tıbbı konularda kendilerini geliştirmeyi başarmış bir toplumdur. Tarım döneminde yükselişe geçmekle birlikte kuraklığın etkisiyle sefalet söz konusu olmaya başlamıştır. Birçok medeniyette de olduğu gibi birlikte yaşama iç güdüsü bulunmaktaydı. Kan bağı olan aileler büyük evlerde toplu halde yaşayarak hayatlarını idame ettirmekteydi. Bu durum özellikle halk arasında yaygınlaşmıştı. Gerek korunma, gerekse besinlerin paylaştırılması acısından oldukça önemli bir görev üstlenmekteydi. Toplu halde yaşanması olası karışıklıklar ve hırsızlıkların önüne geçmekteydi. Toplu halde yaşayan ailelerde iş bölümü durumu bile söz konusuydu. Kimileri ekip biçerken kimileri ise hayvan avlamaktaydı. İş bölümü sebebiyle olası karşılıklılar ortadan kalkarak düzenli bir yaşam şekline sahip olunuyordu. Ticaretin para ile yapılmaması her şeyi doğrudan etkilemekteydi. Takas yolu ile alışveriş yapılarak ekonomik düzen sağlanmaktaydı. Mayaların İlginç Uygulamaları Yazılı tabletlerden, kireç taşı yapılarına kadar her türlü detay Maya uygarlığı hakkında detaylı bilgilere ulaşılmasına neden olmuştur. Uygarlık içerisinde birbirinden farklı birçok inanış ve batıl inançlar söz konusudur. Özellikle üst sınıf aile bireylerinin kolaylıkla anlaşılabilmesi için farklı metotlar uygulanmıştır. Birçok kişiye saçma gelen bu uygulamalar üst sınıf kişilerin kölelerden kolaylıkla ayrılabilmesi için uygulanan bir yöntem olmuştur. Düz alın, şaşı göz ve kemerli burun asil insanların ortak özelliği haline getirilmiştir. Bunlar; •Bebeklerde fontanel olarak adlandırılan kafa kemiklerinin birleşme noktasına tahta bastırılarak, kafanın düz hale gelmesi amaçlanmaktaydı. Üst sınıfa mensup ailelerin bebekleri üzerinde sıklıkla uyguladığı bir yöntemdir. •Oldukça anlaşılması güç olan bir diğer yöntem ise bebeklerin gözlerinin şaşı olması için yapılan unsurlardır. İki kaş arasından sarkıtılan bir demir parçası ile bebeklerin gözlerinin şaşı olması sağlanırdı. Bu durumun tam olarak ne sebeple yapıldığı hakkında net bir bilgi olmamakla birlikte birçok varsayım bulunmaktadır. Maya Kültürü Hakkında İlginç Bilgiler Maya uygarlığı ile ilgili günümüzde hala devam eden teoriler söz konusudur. Antik çağın en gelişmiş medeniyetlerinden biri olması sebebiyle ilgi çekici bir özelliğe sahiptir. Yeme içme, konaklama, giyim, astroloji, din ve hatta tıp alanlarında çok farklı uygulamaları mevcuttu. Fakat belirli şeylerin nasıl uygulandığı ve ne şekilde bulunduğu ile ilgili kesin bir bilgiye rastlanmamıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalarda ele geçen verilere bakıldığında hayranlık uyandıracak unsurlar göze çarpmaktadır. •Saç teli ile yaralara dikiş işlemi yapılabilmekteydi. Çok ince iğneler yardımıyla saç teli kullanılarak büyük yaraların kısa sürede tedavi edilebilmesi sağlanıyordu. •Diş ağrılarının önüne geçilebilmesi ise protez dişler veya diş dolguları yapılabilmekteydi. •Birçok farklı bitki karıştırılarak kimyasal maddeler elde edilebiliyordu, bunlar kimi zaman bir yaranın enfeksiyon kapmasını engellemek için kimi zamanda kötü ruhlardan arınmak için kullanılıyordu. •Maya kalıntıları arkeolojik kazılarda en çok dikkat çeken unsurlardan biri olmuştur. Kireç taşından yapılmış devasa yapılar mısır piramitlerini andırmaktadır. •En gelişmiş yazı sistemine sahip uygarlıklardan biri maya uygarlığı olmuştur. Mayaların Gelenekleri Ve Dini İnanışları Maya geleneklerinde din anlayışı oldukça önemli bir yere sahiptir. Ruhsal gök olarak nitelendirdikleri din katmanları mevcuttu. Yer altı dünyasına olan inanışları sebebiyle sürekli dua eder ve dua ritüelleri düzenlerlerdi. Ruhsal gök unsurunsun 13 farklı ilahı bulunduğu düşünülmekteydi. Gök katının ışıklar ile oluştuğuna inanılmaktaydı. Maya Şamanizmi olarak nitelendirilen dinde yer altının 9 kattan oluştuğu ve bu katları Mitnal adının verildiği bilinmektedir. Mayalar Nasıl Yok Oldu? Maya uygarlığının yok olmasıyla ilgili günümüzde birçok teori mevcuttur. Bunlardan ilki uygarlığın kuraklık sebebiyle yok olduğu ihtimalidir. İklim koşullarına ayak uyduramamaya bağlı olarak medeniyetin yok olduğu tahmin edilmektedir. Fakat bu durum tek başına yeterli olmamakla birlikte birçok farklı etkende söz konusu olmuştur. Mayaların yalnızca bir değil iki kez çöküş yaşadığı yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Uzmanların yaptıkları araştırmalarda yaşanılan buhranların yavaşça medeniyetin yok olmasına neden olduğunu ortaya çıkarmıştır. Gerek savaşlarda art arda alınan mağlubiyetler gerekse sert iklim koşulları mayaların 930 yılında tamamen yok olmasına neden olmuştur. Yeterli su ve tarım alanlarının bulanabilmesi sebebiyle sürekli arayış ve savaş halinde olmaları da yok olmasını doğrudan etkileyen faktörler arasındadır. Maya Takvimi Kaç Gündür? Maya takvimine göre her bir yıl her biri 20 günlük 18 aydan oluşuyordu. Ayrıca “haab” denilen 5 ekstra gün daha vardı. “Tun” adı verilen 360 günlük periyot Maya takviminin temelini oluşturuyordu. Maya takviminde ikinci bir sistem daha vardı. Bu sisteme göre 20 tun 7200 gün veya 1 katun; 20 katun 14.400 gün veya 1 baktun olarak adlandırılmaktaydı. Ay ve günlerin katlarından oluşan Maya takvimi bu şekilde 23.040 milyon günden veya 63 milyon yıldan oluşan 1 alautun’a kadar devam etmekteydi. Read the full article
0 notes
kolej-postasi · 4 years
Text
MOŞE ANLATIYOR
Tumblr media
Moşe Anlatıyor: “Senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.”
“Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra ‘İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor’ kavramına bir anda aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki, ‘Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.’”
Geçen yıl tanıştığım Moşe ile ilk olarak arkadaş ortamında bir araya gelmiştik. Bu yıl çeşitli etkinliklerde buluştuğumuz Moşe ile bu sefer Genç Yahudiler Anlatıyor köşesi için buluştuk. Taksim’de bir kafede gerçekleşecek görüşmemize başlamadan önce, sevdiği isimlerden “Moşe” ismini kullanmaya karar verdik.
33 yaşında bir Sefarad Yahudi’si olan Moşe, emekli bir baba ile ev kadını bir annenin tek oğlu. Eğitim hayatına Musevi okulunda başlamış ancak ortaokula geldiğinde ekonomik sebeplerden ötürü devlet okuluna geçiş yapmış. Ortaokulu ve liseyi karışık bir devlet okulunda okuyan Moşe, liseyi bitirince Açık Öğretim Fakültesini iş hayatıyla eş zamanlı bir şekilde sürdürmüş. 4 yılın ardından özel bir üniversitede siyasal bilimler dalında yüksek lisansına başlayarak iş hayatına yurt dışı menşeli bir şirkette devam etmiş. Şirketin 2012’de değişen kanun sebebiyle Türkiye pazarından çekilme kararıyla birlikte, yüksek lisansını bitirmiş ve sonra askerliğini yapmış. Moşe şu anda Şişli’de yaşıyor, özel bir üniversitede doktorasını yapıyor ve iş hayatına serbest meslekle devam ediyor.
Musevi okulunun ardından geçiş yaptığı devlet okulu, Moşe için çoğunluk toplumuyla ilk karşılaştığı ve kendi ifadesiyle “kültür farkını çok net bir şekilde gördüğü” bir deneyim olmuş. Kendini bildi bileli tarihe ve kültüre özel bir merakının olduğunu söyleyen Moşe, çoğunluk toplumunun her zaman farkında olduğunu ancak ilk olarak ortaokul zamanlarında araştırma yapıp bilmediği detaylar öğrendiğini benimle paylaştı. Kendisine kimliğiyle ilgili soruların ilk defa yöneltilmeye başlamasıyla kendisine ve kimliğine dair erken yaşta bilinçlendiğini ve bunun yüksek lisansını ve askerliğini yaparken ona birtakım faydalar sağladığını anlattı. İnsanın kendisini nasıl gördüğünün değil çoğunluk toplumunun onu nasıl gördüğünün önemli olduğunu vurgulayan Moşe İstanbul’dan gitmek zorunda kalacağı günlerin gelmesini istemediğini söyledi. Şimdi sözü ona bırakıyorum…
Kendinden bahseder misin biraz Moşe?
1985 doğumluyum. İlkokula Musevi okulunda başladım, daha sonra karışık bir devlet okulunda okudum ortaokulu ve liseyi. Ardından Açık Öğretim Fakültesi bitirdim. Üzerine yüksek lisans olarak özel bir üniversitede siyaset bilimi okudum. Arada askere gittim. Askerden dönüşte de aynı üniversitenin doktora bölümüne kaydoldum. Ailem bildim bileli hep İstanbullu. Sefarad kökenliyiz. Tarihi kurcalamayı çok seven bir insanım, doğal olarak ailemi kurcaladım. Mesela babaannemin dış görünüşü Sefarad dediğimiz İspanyol kökenli insanların karakteristik özelliklerinden farklıdır. Bu bağlamda acaba Aşkenaz kökenimiz var mı diye çok zorlamama rağmen çok bir şey yakalayamadım. Bunun dışında ailemin İstanbul’a ne zaman geldiğiyle ilgili de çok bir veri yok, bildik bileli Hasköy ve çevresinde yaşadığımız söyleniyor. Bu bağlamda acaba Romaniotlarla bir bağlantımız var mı diye burayı da zorladım ama buradan da bir şey çıkartamadım. Elimden geldiği kadar geriye gitmeye çalışsam da tarihin el verdiği kadar bildiğim kadarıyla Sefarad olarak niteliyorum kendimi.
Ailenin tarihçesini nasıl araştırdın? Nerelere başvurdun?
Şöyle, ailenin yaşlı bireylerini sözlü olarak sürekli sıkıştırırım. “Annen neredeymiş?”, “baban nereden gelmiş?”, “senin dedenin ismi neymiş veya nerede gömülmüş” gibi sorduğum sorular ailenin bildiği bir şeydir ve çoğu zaman aile içinde kavga çıkartan sorulardır bunlar. Çünkü ailenin iki yaşlı bireyi konu hakkında farklı hikayeler hatırlıyordur “yok yok öyle değildi, biz aslında şöyleydik” gibilerinden kendi aralarında tartışırlar. Bu çok bilgi katıyor insana çünkü aslında yanlış şeyler hatırlamıyorlar farklı dönemleri hatırlıyorlar; biri 10 yıl önceyi biri 10 yıl sonrayı hatırlıyor. Dolayısıyla o süreçten ailen hakkında daha fazla bilgi ediniyorsun. Bu aldığım bilgiler ışığında da elimden geldiği kadar kendi cemaatimde girebildiğim arşivlerde bunun kurcalamalarını yaptım.
Evde Ladino konuşulur muydu?
Sadece benim anlamamı istemedikleri şeylerde konuşurlardı. Babaannemin Ladino dil haznesi Türkçesine göre çok daha iyiydi tabii ki. Doğal olarak konuşması sırasında ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Ben de bir babaannenin torununa Ladino olarak dediği her kelimeyi biliyorum. Mesela şeker, yemek, su, gelmek, gitmek, oynamak… Veya yemek isimleri. Ama kendimi ifade etme yöntemleri veya sohbet açma noktasında tabii ki Ladino kullanabileceğim bir dil değil.
Kaybolmakta olan bir dil oluşu hakkında ne hissediyorsun?
Çok içimi acıtıyor diyemem açıkçası. Vay arkadaş dilimizi kaybediyoruz benliğimiz yok oluyor şeklinde düşünmüyorum. Olsaydı güzel olurdu, değerli bir bilgi ve kültürel bir zenginlik neticede. Ama diğer yandan hayatın gerçekleri de var. Onu şöyle değerlendiriyorum, zaten İspanya için bile eski bir dilden bahsediyoruz. İspanya’da İspanyol dili ve edebiyatı okuyan öğrencilerin dilin tarihçesini ve gelişimini öğrenmek için Türkiye’ye gelip burada Ladino konuşan Yahudilerle sohbet ettiğini biliyorum. Çünkü bizim buraya geldiğimiz dönem İspanya’da Cervantes’in İspanyolca konuştuğu dönem, doğal olarak bugünün Türkiye’sine geldiği zaman adam zaman makinesine binip İspanya’nın eski İspanyolcasını öğrenmiş oluyor teknik olarak. Bu çok etkileyici bir şey ve değerli bir hazine. Bir de şu var, bu toplumun bir parçası olma noktasında bu toplumun hakim dilini de akıcı bir şekilde konuşabilmek, kendini bu dilde ifade edebiliyor olmak bence yanlış bir kavram değil. Bulunduğun ülkenin kelimelerini düzgün konuşabiliyor ve o dilde romanlar yazabiliyor olmak değerli geliyor. Evet, 1930’larda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yüzünden baskı altına girmiş insanlar var, ki ailemin içinde de olduğunu tahmin ediyorum, ama diğer yandan şu beni daha çok rahatsız ediyor, eski Türk filmlerinde Yahudi, Rum, Ermeni karakterleri canlandırırken şivelerinin ya da aksanlarının bozuk şekilde nitelendirilmesi beni çok rahatsız ediyor. Benim çevremde ya da ailemde kimsenin şivesi bozuk değil.
Aile büyüklerinde şive kayması oluyor mu?
Güzel soru, babaannemin mesela Türkçe konuştuğunu çok hatırlamıyorum. Evet, konuşmaya çalışsaydı bozuk konuşurdu büyük ihtimalle ama çok konuşmazdı. Ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Bak mesela babamlar halamlar anneleriyle Ladino konuşup bizle Türkçe konuşmalarına rağmen onlarda bir şive kayması yok.
İsmine gelelim. İsmin nasıl konmuş?
Geleneğe uyularak. Dedemin isminin kısaltılmışı.
Ailen Şabat’a bakar mı?
Şimdi, Şabat’a bakmak çok derin bir kavram. Kuralları olan ve aslında Yahudi dinî öğretisinin en zor emri diyebileceğim kavram. Doğal olarak Türk Yahudi toplumu içerisinde ortalama bir aile olarak değerlendirirsem kendi ailemi, bakılmazdı. Zaten kimin baktığını da şu ana kadar hiç bilemedim. Ancak çok dindar ailelerin baktığını duydum, benim çevremde neredeyse hiç yok ama. Şabat’ın bir farklılığı vardı benim için; hayatım boyunca hiçbir zaman Cuma akşamları saat akşam 10’dan 10 buçuktan evvel evden çıkamadım. Mutlaka akşam saat 7’de evde olunur, Şabat masası kurulur, ailecek hep beraber yemek yenir sohbet edilir ve geçe kadar oturulurdu. Ancak ondan sonra çıkılacaksa çıkılırdı. Babaanneye gidilir bizde, halada devam eder bu. Şimdi benden şey bekleniyor, “artık sen de evlen de biz de sana gelelim”. (gülüşmeler)
Bayramlar nasıl geçer peki?
Bizim aile dindar olmasa da çok gelenekçi bir aile. Mesela çevremdeki çoğu arkadaşımın pek bilmediği Tu-Bişvat diye bir bayramımız vardır. Bahar bayramı diye adlandırabileceğimiz bu bayram ağaçların çiçek açmasını anlatır, belki biraz Nevruzla benzeştirebileceğimiz bir bayram. O bayramda her zaman masada kuruyemişler olur. Veya Şavuot bayramında, evdekilere sorsan belki bayramın hikayesini bilmezler ama mutlaka beyaz renkli masa örtüsü, süsler ve beyaz renkli tatlılar masada olur. Hikayeyi bilmese bile geleneği biliyor. Pesah, Purim gibi büyük diyebileceğim bayramların doğal olarak daha fazla hikayesi, uygulanması gereken kuralları biliniyor. Mesela Kaşerut, Yahudi dini için ��ok önemli ve büyük bir yer tutan yeme kuralları, bizim evde asla uygulanmaz. Ama Pesah’da sekiz gün boyunca ev Kaşerut kurallarına uygun bir şekilde yer.
Peki, Şabatlarda aile büyükleri Kaşeruta bakıyor mu?
Sanırım onlar bakıyor. Kaşerut çok geniş bir kurallar dizisi. Eve tabii ki kaşer et giriyor ama mesela masada etli yemek var biz yoğurt çıkarmayalım demiyorlar. Böyle biraz daha hafif, üstten üstten bakılıyor.
Kipur tutar mısınız?
Evet, herkes tutar. Kipur’la ilgili şöyle ilginç bir şey var, insanların oruç tutmama ihtimali olduğunu belki 20 yaşında falan öğrendim. “Nasıl? Kipur’da oruç tutmuyor musun?” tepkilerini veriyordum, benim bildiğim en alakasız insan bile senede nasıl olsa bir gün diye oruç tutardı.
Ada hayatın var mıydı peki?
Ada hayatım vardı ama yazlığımız yoktu. Ben 5-6 yaşından beri adada bir Yahudi yaz kampına gidiyordum ve bu yaz kampı güzeldi benim için. Çok fazla arkadaş edinebiliyorsun, küçük yaştan çevren oluşuyor ve adada olmanın avantajıyla denize girebiliyorsun havuza girebiliyorsun. Sosyalleşebileceğim ve yazın İstanbul’da boş boş oturacağıma eğlenceli, güzel vakit geçirebileceğim bir yerdi benim için. 5 yaşından 14 yaşına kadar oraya her yaz çocuk olarak gittim. 14’ten sonra da abi olarak, çocuklara bakıcı olarak katıldım oraya. Yaklaşık bir beş sene falan sürdü bu. Çocukken farklı çocuklarla beraber zaman geçirmek çok eğlenceliydi, büyükken de şey gibi hissediyordum, “bu benim yapmam gereken bir iş, benim yaşım geldi artık ben de bunu yapmalıyım”. Vicdanî bir sorumluluktu belki de… Doğal olarak her yazım adada geçti ama hiç yazlığımız olmadı. Bu beraberinde iki şeyi getiriyor; ada kültürünü biliyorsun, çevresini biliyorsun bu hoş bir şey, ama diğer yandan Yahudi toplumu içerisinde çok avantajlı bir durum değil. Özellikle adada yazlığın yoksa ve böyle bir kampa katılıyorsan demek ki sosyo-ekonomik düzeyin çok da iyi değil ve bu da görece dışlanmana sebep olabilecek bir konu. Ben de insanlara şeyi anlatmaya çalışıyordum, “Tamam ben oraya gidiyorum da sen ne yapıyorsun? Sen yazın Çeşme’ye Bodrum’a gidiyorsun ailenle 1-2 hafta, e sonra? 3 aylık tatilde evde oturuyorsun sonra. Onun yerine burada hem sosyalleşebileceğin, kendini eğitebileceğin, ödevlerini yapabileceğin bir yer var. Buna niye aşağılayarak bakıyorsun?”. Bu her yerde oluyordur elbette ama biz nüfus olarak daha küçük olduğumuz için dedikodu daha hızlı geliyor bize. Geniş toplumda da illa oluyordur, Türkiye’de yazlığa gidenlerle gidemeyenler, yazlığı Çeşme’de olanlarla Avrupa’da olanlar arasında seviyeye dair bakış farklılıkları oluyordur. Ama sen yazlığı Avrupa’da olanın bakışını bilemezsin çünkü senle asla aynı ortama gelip sohbet etmez. Bizde bu çok net olabilecek bir şey; herkes birbirini tanıyor.
Eğitim hayatına neden bir Yahudi okulunda başlayıp sonra bir devlet okulunda devam ettin?
İlköğrenimime neden bir Yahudi okulunda başladığıma dair bir fikrim yok açıkçası. Ama ortaokulda niye devlet okulunda olduğumu biliyorum çünkü Yahudi okulu ekonomik olarak çok pahalıydı, bizim de ücreti ödeyecek gücümüz yoktu. Devlet okuluna girdiğim zaman da evime yakın olana girmek durumundaydım. Ortaokulu orada okumamın ardından Nişantaşı’nda bir devlet okulunda devam ettim liseye. İyi bir okuldu ama içine girince o kadar da parlak olmadığını görüyorsun. İşin aslı şu, günün sonunda Şişli’deki devlet okulunda Şişli’deki, Nişantaşı’ndakinde ise Nişantaşı’ndaki kapıcı çocuklarıyla okuyorsun. Çünkü o mahallenin zenginleri zaten çocuklarını oraya göndermez. Nişantaşı’nda okudum diyorsun ama Nişantaşı tebaasıyla okumuyorsun aslında, Nişantaşı’nın esnaf çocuklarıyla okuyorsun.
Yahudi okulundan sonra karışık bir devlet okulunda okumak nasıl bir deneyimdi hatırlıyor musun?
Hatırlıyorum, çocuksun hatırlamayabilirsin diye düşünme, çok akılda kalıcı şeyler yaşıyorsun. Mesela ortaokula ilk başladığım zaman Yahudi okulundan sonra inanılmaz bir kültür farkı gözüne çarpıyor. Hayatımda ilk defa öğretmenimden dayak yedim, tokat attı, elime cetvelle vurdu. Ağlayarak sınıftan dışarı çıktım, dışarıda müdür yardımcısı gördü beni ve sordu ne olduğunu. “Hoca herkese vuruyordu, bana da vurdu ve ben de ağladım” dedim, “Niye vuruyordu?” diye sordu “Ödevimizi düzgün yapmadık” dedim. “Vay siz ödevinizi niye düzgün yapmadınız!” diye bir de o vurdu. Ben hayatım boyunca ailemden herhangi bir dayak görmemişken ya da Yahudi okulunda bunu hiç yaşamamışken bir anda o ortama girince doğal olarak ağladım. Sonra o sınıfa geri döndüğündeyse daha komik başka bir tepkiyle karşılaşıyorsun; sınıftaki diğer erkek çocukları ilkokuldan beri dayak yiyerek büyüdüğü için “Sen erkek mi değilsin de çıktın sınıftan” tepkisini görüyorsun. “Ay kız gibi her şeye ağlıyor…” Dolayısıyla inanılmaz bir sosyal baskı içerisindesin. Bunun bir diğer örneği de Bar-Mitzva dönemimdi. Ortaokul zamanıma denk gelmişti Bar-Mitzva’m dolayısıyla okuldan çıkışta derse gitmem gerekiyordu. Çantamda İbranice kitaplarla gidiyordum okula ve bir şekilde bu kitaplar gözüktüğünde “Bu ne?”, “Niye?” gibi sorularla karşılaşıyordum ve Yahudilik anlatmaya çalışıyordum. Şişli görece daha kozmopolit bir yerleşim birimi, dolayısıyla orada yaşayan insanların az çok bir Yahudi veya Hristiyan tanıdığı var. Onun için çok ağır antisemitizmle karşılaştığımı söyleyemem ama sürekli bir kendini izah etme durumuyla karşı karşıyaydım. Her şeyi tek tek anlatmak zorunda kalıyorsun; çevrendekiler zaten seni anlamıyor ama kendini acayip bilinçlendiriyorsun bu konuda. Birine bir şey anlatmak istiyorsan bunu biliyor olman lazım çünkü. Ortaokulda işte bunu çok yaşadım. Bir de şey çok oluyordu, din öğretmeni anlatıyor birini Müslüman yapınca cennete gidiyorsun diye. Sonrasında tabii “Haydi kelime-i şehadet getir” laflarıyla geçti bütün ortaokul hayatım.
İlk o zaman mı çoğunluk toplumuyla karşılaştın?
Evet, hayatımda ilk kez Müslüman birileriyle tanıştım o dönemde diyebilirim. Biliyorsun zaten aslında, her zaman komşun, arkadaşın, veya bir yerde gördüğün insanlar. Ama “Nasıl yani, siz Hz. Muhammed’e inanmıyor musunuz?” sorusuyla karşılaşınca düşünüyorsun, “He demek ki sen Hz. Muhammed’e inanıyorsun”, peki “Hz. Muhammed ile Musa arasındaki fark ne?”. Ondan sonra eve gidip baktıktan sonra diyorsun ki, “He demek ki arada 1000 yıl 1500 yıl var ve başka bir insan var; ve bu insana inanan insanlar var…” ve doğal olarak başka hikayeler öğrenmeye başlıyorsun. Her zaman Müslüman olarak biliyorsun evet, ama ayrıntılı öğrenmeye sonra başlıyorsun.
Kimliğimle alakalı sorular Bar-Mitzva döneminde başladı dedin. Peki öncesinde ismin dikkat çekiyor muydu?
Tabi tabi. Aynı döneme denk geliyor ismimle İbranice kitaplarını görmeleri. Ortaokulda Moşe olmak avantajlı olabiliyordu, çünkü daha karizmatik bir isim. Hani Mahmut değil de Moşe. Ama lisede o kadar avantajlı değildi ismim. Çünkü lisede politize olmuş, bazı konularda daha fazla bilgi sahibi olmuş insanlar Moşe’yi avantajdan dezavantaja çok kolay çevirebiliyorlar. Lisede ülkücü olmak güç gösterisidir. Arkanda abilerin vardır ve seni korurlar kollarlar. Bununla ilgili de çok hikayeler var başımdan geçen çünkü çok fazla farklı dönemlerin içinde bulundum lisedeyken. İsrail’in Gazze savaşı, İntifada süreci falan derken o sırada ben okuldaydım. Bir şekilde konu “Zaten bu Yahudiler…” şeklinde sana bağlanıyor ve sen de anlatmaya çalışıyorsun “Hayır bu Yahudiler değil, orada bir devlet var, bu devletin politikaları var, bunun dışişleri var… Ben nasıl hiç yaşamadığım bilmediğim bir ülkeyle bir tutulabilirim?” gibilerinden dil döküyordum. O noktada da bireysel olarak alaka kurmaya başlıyorsun İsrail’le; o güne kadar kendimi sadece Yahudilikle alakalı bir birey olarak görürken o günden sonra toplum “Hayır senin onunla alakan var” dediği için acaba ben İsrail’le bağlantılı mıyım diye sorgulamaya başlıyorsun ve ister istemez bir bağlantı da kuruyorsun. Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra “İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor” kavramına bir anda daha aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki “Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli”.
“1986 olsun 1992 olsun, sağdan soldan duyuyorsun bu saldırıları” dedin. Nereden duyuyordun? Ev içerisinde konuşuluyor muydu mesela bunlar?
Ev içinde konu açılırsa konuşulur, konu açılmazsa konuşulmaz bunlar. Konu nasıl açılır? Konuyu ben açarım genelde. Evde herkes o konuları bilir, bilmiyorum diyen biriyle karşılaştığımı hiç hatırlamıyorum ama asla konuyu açtıklarına da denk gelmedim. Ancak benim bir şekilde konuyu açmam gerekir. Bunun dışında sosyal ortamlardan duymuş olabilirim bu saldırıları. İlk nerede ya da ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum doğrusu. Bir yerde okumuş da olabilirim ya da arkadaşlarımdan duymuş olabilirim. Belli bir zamandan sonra, özellikle 15-16 yaşlarında falan, hafta sonu beraber dolaştığın arkadaş grubundan çok farklı konularda çok farklı şeyler öğrenebiliyorsun. Ergen genç sohbeti içerisinde daha önce bilmediğin şeyler duyabiliyorsun, kafanda soru işareti kalan şeyleri de evde “Ya böyle bir şey varmış, bu ne demek?” diye soruyorsun. Mesela ilk İspanyolca küfürleri arkadaşlarımdan öğrendim doğal olarak eve gidip sorunca bu ne demek diye “A-aa ne kadar ayıp! Sen bunu nereden öğrendin?” şeklinde tepkiler almıştım.
Bu arkadaşlar peki ilkokuldan mıydı yoksa başka cemaat ortamlarından mıydı?
İlkokuldan beri tanıdığım arkadaşlarım da var, ailemin arkadaş gruplarının çocukları var, farklı cemaat ortamlarından tanıştığım insanlar var. Ama ağırlıklı olan kuzenim diye hitap ettiğim aile yakınlarım.
Cemaat faaliyetlerine katılımın nasıldı?
Çok küçük yaşımdan beri içindeyim aslında. 10-11 yaşından itibaren elimden geldiğince cemaatin düzenlediği faaliyetlere katıldım, belli bir yaşa geldikten sonra da sadece katılım değil sorumluluk da almaya başladım. Bu faaliyetlerde yapılacak bir şey oldu mu örneğin, elimi taşın altına koymayı seven bir insanım. Hala da elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum.
Arkadaş ortamlarından bahsedelim o zaman biraz. Üniversiteye kadar kimler oluşturuyordu arkadaş grubunu?
Farklı gruplar oluşturuyordu. Ortaokula kadar Yahudilerdi. Ortaokulda, yeni bir okula yazıldığın zaman doğal olarak arkadaş edinme ihtiyacındasın. Hele bir de bahsettiğim dayak olayı ve “Kız gibi çocuk” laflarından sonra daha fazla ihtiyacın oluyor arkadaşa. Birileriyle beraber dolaşmalısın, tek başına dolaşırsan hedef olabilirsin. Çok emin değilim şimdi söyleyeceklerimden, %100 eminim diyemem yani. Bir tanesi şu; bazı insanlar benimle arkadaş olmak istemediler, bazı insanlar da Yahudi olduğumu öğrendikten sonra arkadaş olmak istemediler. Mesela bir örnek vereyim, Osmanlı tarihiyle ilgili bir dönem ödevi almıştım ve o dönem haliyle Google olmadığı için kitap nereden bulabilirim diye düşünüyordum. Bir arkadaşım “Bizim evde ansiklopediler var gel bize” dedi. Gittim, evde anneannesi vardı, başı kapalı dindar biriydi. Oturdum, evdeki İslami ansiklopedi dizisi içerisinde Osmanlı tarihi anlatılan kitaplardan çalışmaya başladım. Kadın gayet iyi bir şekilde geldi ve “Evladım adın ne senin?” diye sordu. Söyledim, “Ne?” diye anlayamadı. Bir daha söylediğimde “He peki” dedi ve o çocuk bir daha benimle hiç konuşmadı. Bilmiyorum tabi, belki ailesiyle bu konu hakkında hiç diyaloğa girmemiştir belki tamamen tesadüftür. Çocuk bir daha benimle konuşmak istemedi, bunu biliyorum sadece. O dönem kimler benimle arkadaş oldu? En yakın arkadaşlarımdan birisi Alevi, biri bir asker çocuğu, bir tanesi laik bakış açısı olan bir çocuk ve bir tane de Hristiyan bir çocuktu. Biz böyle bir gruptuk. O zamanlar fark etmiyorsun tabi ama büyüyüp geriye dönüp baktığın zaman “Beyaz Türklerle dolaşıyormuşum aslında o dönemde” diyorum; okumuş laik bakış açısına sahip çocuklar, bir asker çocuğu, bir Alevi… Standart Sünni Müslüman’la çok arkadaş olamamışım. Liseye geldiğimdeyse durum daha feciydi; hiç yakın arkadaşım yoktu. Şanslıydım ki kuzenimle aynı okuldaydım. Dışladılar beni evet ama belki ben de onları dışlamıştım. Tek başıma kalmak istemezdim kesinlikle, zor bir durumdu ama çok cahilsiniz dediğimi de hatırlıyorum. Sadece tarihe meraklı değil, genel kültüre de meraklıydım, güncel politikaya da… Biri sana çıkıp ülkü ocakları, MHP deyince “Bak aslında şöyle bir şey de var” diyorsun cevap olarak. Che’nin Motosiklet Güncesini yeni okuduğum dönemler, adamlar dinlemiyor bile. Sonra sen de çok cahilsin diyorsun tabii. Sen mi beni dışlıyorsun ben mi seni çok emin değilim.
Üniversiteye gelelim. Açık Öğretim Fakültesi bitirdiğini söyledin. Neden Anadolu’da bir üniversite tercih etmedin?
Ben 2003’te liseden mezun olduğum zaman İstanbul’da çok az özel üniversite vardı ve bunlar inanılmaz pahalıydı. Ailemin de bunu karşılayabilecek gücü yoktu. Diğer yandan Anadolu’da bir üniversiteye evet gidebilirdim ama Türkiye’de Anadolu’da okuyan bir genç Yahudi hiç yok. Bunun hem güvenlik algısı sebebi var hem toplumsal sebebi var hem hayatını idame ettirebilmekle alakalı sebepleri var… Ama yok neticede orada okuyan bir Yahudi. Dolayısıyla Açık Öğretime karar verdim ve 4 yılda bitirdim. Bu değerli bir şey bence, zor dersleri biri sana anlatmadan verip zamanında bitirmen ama günümüz bakışıyla Açık Öğretim bitirmek aşağılanan bir şey ne yazık ki. Biraz da bunun yüküyle özel bir okula yüksek lisansa başvurdum. Özel bir okulda okumanın avantajını çok gördüm çünkü görece parasını vererek gelen adam belli konularda daha iyi yerlerde oluyor. Dolayısıyla alakasız iyi yerlerde tanıdığım insanlar var şu an mesela. Siyasal okumanın şu getirisi var, görüşlerini çok açık bir şekilde dile getirebiliyorsun ve her konuda herkesle tartışabiliyorsun. Bu, sınıfta görece dışlanmanı hızlandırabiliyor ama bunu dışlanma olarak değerlendirmemek lazım. Herkes kendi görüşüne yakın olan adamlarla takılmak istiyor zaten. Ama Yahudi olmanın orada ekstra bir zorluğu şu olabiliyor; bu diyeceklerim benim şahsi görüşüm tabii, 1930’ların Türkiye’sini tartışıyorsan anti-CHP, 1950’lerde anti-Demokrat Parti, güncel konuşuyorsan anti-AKP konuşmak durumundasın. Doğal olarak her noktada birilerine hep “anti” kaldığın için tek kalıyorsun. Ama bunu anlayabilecek insanlarla dolaşıyorsun tabii neticede.
Yüksek lisansını yaparken antisemit söylemlere ve hareketlere maruz kalıyor muydun peki siyaset konuşurken?
Bol miktarda şununla karşılaştım, İsrail politikaları eleştirilirken “Siz zaten böyle yapıyorsunuz” şeklinde yorumlar geliyordu. “Siz falan yok, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” dediğinde de “Tamam öylesin ama…”. Kesinlikle anlamak istemiyorlar ve inatla seni o politikanın bir parçası olarak görüyor. Ama ben bunları lisede aştığım için yeterli cevabı verebildiğime her zaman inanmışımdır. Ben yüksek lisanstayken Mavi Marmara olayı oldu. Ne olduğun çok belliyken hoca çıkıp şey diyor “Moşe, bir de sen anlat Mavi Marmara’yı haydi”. Niye ben? Tamam anlatırım ama niye ben? Sonunda sesler yükselse de çıkıp anlattım hatta sunum bile yaptım neticede ama “Niye ben?”
Anlıyorum… Çalışma hayatına ne zaman atıldın peki?
Lise bittikten sonra 18’imde çalışmaya başladım. Bugüne kadar hala çalışmaya devam ediyorum, sürekli ve düzenli bir iş hayatım oldu yani. Eminönü’ydü ilk işe başladığım yer. Eminönü Türkiye’deki çeşitli dinî duyguları ağırlıklı olan grupların yoğun yaşadığı bir bölge diyebilirim. Travmatik olarak şeyi çok net hatırlıyorum, Beyazıt Cami’nde Cuma namazı çıkışında toplanan ve İsrail bayrağı yakan grupların dükkanımızın önünden geçtiğini. İnsan ister istemez korkuyor, manyağın bir tanesi burası Yahudi dükkanı diye taş atsa o yığından kurtulamazsın. Öyle bir kalabalık. Hiç elinde İsrail bayrağı taşıyan o kadar fazla sayıda Müslüman görmemiştim mesela. Yakmak için taşıyorlar o ayrı tabii. Orada çalışırken çok farklı insanlarla tanışıp sohbet etme imkanım oldu. Bizim dükkanla iş yapan insanlar aşağı yukarı daha modern yapıda olan insanlardı, çok hacı hoca tayfası yoktu. Ben bu işe tanıdık vasıtasıyla girdim bu arada. Çalışırken okuyordum aynı zamanda. Yüksek lisans yaparken tam zamanlı çalışamıyordum o yüzden kendime başka bir iş bulmak istedim. O çalıştığım yerle iş yapan başka bir yerle tanıştım yüksek lisans yaptığım dönemde. Patronum çok anlayışlı ve düşünceli bir insandı, o ayarladı. Maslak’taydı şirket. Yurtdışı tabanlı bir şirketti ve iyi bir pozisyondu. 2012’de değişen yasa tasarısı yüzünden Türkiye pazarından çekilme kararı aldı. Dolayısıyla 2012 itibariyle ben işsiz kaldım. Ondan sonra şahsi bir girişim işine giriştim ve hala da o işi yapıyorum “freelance” olarak. Bu işin güzelliği ayın 4-5 günü çalışıp geri kalan günlerde dinlenmemdi. Ancak orada da bir baskı söz konusuydu; yaşlar 25’li yaşlar olunca ve bir kızla tanıştığında ilk sohbette konu “Ne iş yapıyorsun?”a geliyor. Doğal olarak orada ayın 26 günü yatan ve freelance iş yapan biri çekici gelmiyor. Zamanla bu işin getirisi çok parlak olmamaya başladı ve askere gitmeme çok az süre kaldığı için iş arayışına giriştim, bulamadım. Askere gittim. Geldiğimde de aynı üniversitede doktoraya başladım.
Askerliği nerede yaptın? Nasıl bir deneyimdi?
İki farklı yerde yaptım. İlki kısa dönemdi, aslında güzel geçti. Genel olarak çok kötü deneyimlemedim askerliği ama çok gereksiz olduğunu düşünüyorum. “Adam” etme merkezi askerlik. Birileri oraya gidiyor ve adam oluyor, gitmeden adam değilsin. “Ben zaten adamım” dediğin zaman olmuyor ve onu anlatamıyorsun insanlara. Diyorlar ki her insana bir şey katar, zengine fakiri anlamayı sağlar fakire düzgün davranmayı katar falan filan… Tamam olabilir, belki gerçekten bazılarına bir şeyler katıyordur ama ben kalem alacak parası olmayan insan da gördüm, Yahudi çevresinde Avrupa’da yazlığı olan insan da gördüm. Şimdi bana ne katacak burası? Ben zaten ailemin dediklerini yapan, kötü alışkanlığı olmayan bir insanım neyimle adam olmalıyım? Hiç anlayamadığım ve fuzuli gördüğüm bir yer askeriye. Mecburdum, gittim. O sistemin düzgün işlemediğini de gördüm mesela çok donanımlı Türkiye’de uzun yol kaptanı bir çocuk vardı, onu topçu olarak göndermişlerdi. Denizci olarak değil… “Çok büyük bir akıl var arkasında” efsaneleri yalan… İkincisinde usta birliğindeydim, yaz ayıydı rahattı. Bu deneyim hem iyi hem kötüydü. Başlangıcı kötüydü, tek kısa dönem ve sabıkası olmayan kişi bendim. Sonrasında bölük komutanı görece iyi bir şey yaptı; “Ne kadar az muhatap olursan o kadar az sorun yaşarsın” diye kimsenin uğramadığı bir odanın görevlisi olarak atadı beni. Nispeten rahattım.
Askerdeyken ismin dikkat çeker miydi?
Çekerdi tabii. Ben geç bir yaşta askere gittim. Gitmeden aldığım bir tavsiye üzerine yüzük götürdüm yanımda. Askerde nişanlı ya da evli olanlara biraz daha saygı gösteriyorlar çünkü. Diğerleri hep 20’lerinde ve gençse, sen de onlardan 10 yaş büyüksen ve evliysen sana abi gibi bakıyorlar. İlk dönemlerde bu beni biraz korudu. Ama mesela normal şartlarda kısa dönem olduğum için çok hızlı bir şekilde çavuş olmam gerekirdi, benim çavuşluğum gelmedi. Askerliği bitirene kadar neredeyse çavuş olamadım. Bu da düzenli olarak nöbet tutmama, ağırlıklı olarak gece nöbetleri tutmama sebebiyet veriyordu. Bu tamamen yazıcının inisiyatifinde olan bir şey bu arada ve bunu keyfine göre yazıyor. Seninle onun arasındaki ilişkiyle alakalı biraz. Benim pek umurumda değildi bu durum, idare ediyordum bir şekilde. Bir gün hazırolda dururken bir şey geldi başıma; tam arkamdaki adamdan “Bu Yahudilerin hepsi böyle zaten” gibi bir itham duydum. Ben de sonrasında “Senin benimle bir sorunun mu var? Ben sana kötü bir şey mi yaptım? Niye benim hakkımda böyle diyorsun?” diye sorduğumda “Yok abi ben sana demedim” demeye başladı. Hiçbir şeyin farkında değildi o yüzden çok da önemsemedim açıkçası. Bu biraz şans meselesi. Askerliği benden daha iyi geçen arkadaşım da vardı daha kötü geçen de.
Askerlik dedik, peki oy kullanıyor musun?
Evet, hep kullandım. Bence en önemli vatandaşlık görevlerinden biri. Bir şeylerin değişeceğine dair umudum olmasa dahi aksatmadan kullanıyorum. Oy kullanmayanların olduğunu, aynı Kipur örneğindeki gibi çok geç bir yaşta fark ettim. Benim için oy kullanmamak diye bir şey söz konusu değil çünkü.
Gezi Direnişine katıldın mı?
Evet, oradaydım. Hem de ilk günlerden oradaydım. Bir grup toplanmıştı ağaçlar kesilmesin diye çadır kurmuşlardı. Ertesi sabah da zabıta bu insanların çadırlarını basmıştı. Zabıtanın baskınından sonraki öğleden sonra oradaydım. İkinci gün diyebiliriz yani. Ve aşağı yukarı son güne kadar da oradaydım.
Oraya gitmende seni tetikleyen neydi?
İnsanlara yapılan haksızlık aslında tetikledi. Parkta eylem yapıyorlar çok masumane bir sebeple, ağaçlar kesilmesin diye ve çadırları basılıyor… İlk o tetikledi. Oraya gittikten sonra ortam çok hoşuma gitti. Gerçekten belli bir entelektüel seviye vardı, insanlar çok düzgündü. Evet bira içilmiyor muydu içiliyordu, ama akşamleyin biri megafonu eline alıp “Arkadaşlar geçen sabaha karşı zabıta çadırlarımızı bastı, bu sabaha karşı da gelebilir lütfen çok içmeyin de engel olalım” gibilerinden “Sabah erken kalkacağız” anonsunun yapılması, bu birlik beraberlik ve bilinç çok hoşuma gitmişti. Çok hoş ve doğru geliyor bu bana; isteyen içer istemeyen içmez ama sabah da zabıta için erken kalkacağız. Daha sonra akabinde parkın içinde beraberliği temsilen Ermeni, Rum, Müslüman, Kürt, Laz, Alevi hep beraber buradayız dendi, orada ilk seferde Yahudi yoktu mesela. Güzeldi beraberlik mesajı, unutmuşlar insanlık hali ama biz de buradayız demiştim mesela kendi kendime. Devam eden süreçte anti-kapitalist Müslüman bireyler, LGBTİ bireyler gibi birçok farklı bireyle birlikte ve muhaliflerin bir araya gelebildiği ortak bir platformun içinde olmak da hoşuma gitti. Bizim çadır kurduğumuz yerin hemen karşısında İTÜ öğrencilerinin “Orantısız Zeka Kulübü” vardı mesela. Bu gibi ince mizah anlayışlarını da bulabildiğim bir yerdi Gezi. Ve ben kendimi güzel hissediyordum. Mutluydum. Herkesle birlikte ve beraberdik. Siyasal okuyunca bir şeylerin değişmeyeceğine inanıyorsun ya, orada sanki değişecek gibiydi. Diğer yandan da çok emindim bir şey olmayacağına.
“Bir şey değişmeyecek” düşüncesinin siyasal okumanın bir getirisi olduğundan bahsettin. Bu düşünce Gezi’de etkilendi mi? Herhangi bir değişim oldu mu?
Olmadı. Belki kafalarda bir değişim olmuştur olduysa ama ondan da çok emin değilim. Bugün Gezi benzeri bir olay ortaya çıkar mı? Çıkmaz bence. Neden çıkmayacağına inanıyorum? Mesela bir örnek, İran’da 2009’da yeşil devrim hikayesiyle ayaklanan halk birkaç gün önce yeniden ayaklandı ve 3-4 gün sürmedi. Çünkü hikaye şu, 2009’da İran Devleti de konudan çok haberdar değildi ve işler bir anda büyüdü, nasıl durduracaklarını da bilmiyorlardı. Ama bugün nasıl durduracaklarını biliyorlar. Aynı şeyin Türkiye’de de olabileceğine inanıyorum; Gezi gibi “anti-government” bir hareket yeniden ortaya çıkarsa devlet buna karşı nasıl davranacağını artık biliyor. Hamleyi daha önce görebiliyor. Bir de Gezi’de Haziran hareketi gibi bir şey ortaya çıktı belki ama iyi bir lider yoktu. Bir lider çıksaydı da bütün gruplar o lideri benimsemeyecekti… Doğal olarak benim umudum yok bu konuda.
Gezi’de olduğun süre içinde Yahudi kimliğinle güvende hissettin mi kendini?
Şimdi aslında Yahudi olduğumu ifade etmedim, ifade edebilecek bir ortam hiç olmadı. Oraya Moşe olduğumu bilen kendi arkadaşlarımla gittim. Çevredekilerle ettiğim sohbetler sırasında adımı söylediğimi hatırlamıyorum. Söyleseydim bir şey olmazdı kesinlikle başlarda. Gezi’nin son zamanlarına doğru çok karmaşaya dönüştü işler o yüzden bir şey diyemeyeceğim. Mesela aklıma bir şey geldi, ben askerde kısa dönemimi yaparken 200 kişilik yatakhanelerde yatıyorduk ve muhabbet oluyordu. Ben Gezi’ye katıldığımı ve hareketi çok değerli bulduğumu söylediğim anda çevremdekilerin %90’ını kaybetmiştim. Hepsi “Nasıl yahu onlar bölücü onlar terörist” demeye başladı ki bu insanlar üniversite mezunuydu. Benim olduğum ortamda konu politikaya dönüyor bir şekilde. Tarih, politika benim özel ilgi alanlarım. Ben taksiye bindiğimde de politika konuşuyorum. Mesela antisemitizm üzerine enteresan bir hikaye; taksiciyle politika konuşuyoruz “O yanlış… Bu böyle olmaz… Bunlar eksik…” şeklinde. Adam katılıyor veya katılmıyor ama konuştuktan sonra “Kardeş iyi sohbetti” deyip ismini soruyor. Moşe deyince “He ondan sen böyle düşünüyorsun” diyor. Yahudi olduğunda sadece böyle düşünülüyor sanki…
Takside ismini söylediğini söyledin. Kamusal alanda ismini gizleme alışkanlığın var mı?
Genelde yok. Bu topraklarda benim de yaşadığımı bilsinler istiyorum. Bu benim için çok değerli geliyor. Ama çok uç durumlar oluşabiliyor, o zamanlar evet saklıyorum ismimi. Mesela sağda solda açılan Filistin’e destek sergileri oluyor ve ben de gidiyorum. Broşürlerini alıyorum, sergileri geziyorum ve bazen de varsa eğer bilgi hatalarını düzeltiyorum. Küratörleri buluyorum soruyorum resim kime ait, bilgi kime ait diye ve onlarla konuşuyorum. Genellikle tarih bilgisi hataları oluyor. Bu durumlarda sorduklarında kim olduğumu, ilk aşamada ismimi söylemeyebiliyorum. Tartıştığım insanın kim olduğu çok önemli burada. Hoş sohbet ve saygılı olanlara söylüyorum ismimi çoğunlukla ve sorun da yaşamadım. Anlayabiliyorum bütün yaşadıklarımdan sonra kime ismimi söyleyip kime söylemeyeceğimi. Bunun dışında mesela yeni nesil kameralı taksilerde politika konuşuyorsam ismimi söylemeyi tercih etmiyorum.
Peki, konuyu politikadan Yahudiliğe getirelim. Yahudilik sana ne ifade ediyor? Hayatında nasıl bir yeri var?
Hayatımda çok önemli ve temel bir yeri var. Kendimi tanımlarken “Yahudi’yim” demek önemli. Bir de tabi Yahudilik nedir? Birçok Yahudi’ye göre belki ben Yahudi bile değilim. Çünkü Şabat’a bakmıyorum, Kaşeruta bakmıyorum, dinî yükümlülüklerimin hiçbirini yerine getirmiyorum belki de… Ama bana göre Yahudilik dinî bir bakış değil daha çok tarihsel, geleneksel ve aktarımsal bir şey. Kültürel bir bakış ve bir yaşam tarzı. 3500 yıldır dedelerimiz bir şekilde bu aktarımı birbirlerine sağlamışlar ve ben de bu halkanın son parçasıyım. Ben de bir sonraki nesle gelenek, görenek ve bilgi dağarcığını aktarabiliyorsam bunu sürdürebiliyorum demektir ve bunu da aktarmak istiyorum.
Hazır konu geleneklerin aktarımına geldi, ileride bir gün çocuğun olduğu zaman ev içerisinde dini yaşatır mısın?
Bunu arzuluyorum, evet. Türkiye’de karma evlilik oranı çok yüksek bu noktada farklı kültürden biriyle evlenirsem bile aktarmayı arzu ediyorum. Beni anlayabilecek biriyle evlenmeyi hedefliyorum karma evlilik yapacaksam. Burada hikaye şu, ben evet evlenebilirim çünkü realist bakıyorum. Evlenen her insana da suçlu gözüyle bakmıyorum, herkesin kendi yaşam düşünceleri var. Ama ben bu evliliği yaparsam kendi kültürümü aktarırım kesinlikle. Bazı insanlarla karşılaşıyorum kültürünü aktarmayı tercih etmeyen. Bence insan kültürünü çocuğuna aktarmak zorunda çünkü günün sonunda senin kendini nasıl tanımladığın önemli değil, toplum sana zaten bir kılıf biçiyor ve sen toplumun sana o kılıfı biçeceğini biliyorsan o halde buna uygun bir şekilde o çocuğu donat ki yarın öbür gün kimlik karmaşası içinde kalmasın. Bunu yaşayan çok arkadaşım var benim bu arada. Benim yaşımda, annesi babası karma evlilik yapmış ve çocuk kendini Yahudi olarak tanımlayamıyor. Ama Müslüman olarak da tanımlayamıyor. Acayip bir durum bu arada kalma durumu. Mesela isim konusunda konuşacak olursam, eğer karma evlilik yaparsam karşımdaki insanın isteği de çok önemli. Ama eğer iş tamamen benim kontrolümde kalacaksa tercihim Yahudi soylu bir isim olmasıdır. Kültür aktarılmak zorunda, başkaları seni zorlayacağına sen bu bilincin farkında ol.
Yahudilik ile bağını konuştuk. Peki, Türkiye’yle nasıl bir bağın var?
İstanbul’u bütün coğrafyanın dışında tutmak gerekir diye düşünüyorum benim gözümde. Dünyanın en önemli üç şehrinden biri benim için. Bunlar Roma, Kudüs ve İstanbul. 2000 yıldır çeşitli kökleri olan şehirler. Kudüs’te gezerken Roma İmparatorluğu’ndan kalan çarşı alanları ya da sütunlar gördüğüm zaman, İstanbul’da Ayasofya’yı gördüğümde veya Roma’da Kolezyum’u gördüğümde inanılmaz bir etki bırakıyor bu şehirler bende. Bugün İstanbul’daki en eski yapılardan biri olan Ayasofya, yapılırken bile aslında tarihi eser çünkü oraya getirilen dikili taşlar Mısır’dan getirilmiş 1000 yıllık taş. Dolayısıyla İstanbul tarihi benim için çok değerli ve her şeyi çok muhteşem gözüküyor gözüme. Bunun dışında Türkiye coğrafyası noktasında pek bir bağlılık hissetmiyorum. Ama mesela Atatürk benim için çok değerli bir lider. Atatürk’ün birçok tanımlamasına katılırım, mesela “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan her insan Türktür” bağlamında kendimi Türk olarak adlandırmaktan gocunmam. Bunun dışında ailemin köklerinin tamamının İstanbul kökenli olması ekstra bir bağlantı veriyor tabii. 500 yıl önce buraya gelen İspanyol kökenli Yahudilerin yaptığı sinagoga girdiğin zaman bir anda kendini 500 yıl öncesi insanlarının bakış açısından bakarken buluyorsun. Yakın zamanda açılmış modern bir sinagoga gidip baktığın zaman aslında çok bir fark yok ama küçük detaylar çok büyük farklar doğuruyor. Mesela Balat’taki sinagogun dua okuma kürsüsü gemi şeklindedir. Niye gemi şeklinde? Bir bakış açısı diyor ki İspanya’dan buraya gemiyle gelmişler ve onu anlatmak istemişler. O benim için hoş ve ilginç bir bakış açısı, bir farklılık. Doğal olarak bu topraklar bana değerli geliyor. Ancak bu git gide azalıyor tabii ki. Çünkü Türkiye’deki Yahudi popülasyonu git gide düşüyor, antisemitizm artıyor, çevredeki yapılanma değişiyor ve 1950’lerden sonra gelen yoğun göçle İstanbul’un vizyonu da değişiyor. Doğal olarak bugün İstanbul’da İstanbulluyum diyen adamı bulmak zaten imkansıza yakın, bulduğun zaman da konuştuğunda söylediği standart şey “Hey gidi bizim zamanımızda bu böyleydi, artık öyle değil” oluyor. Artık sinagogdan çıktığın zaman evine başında kipanla gitmen risk oluşturuyor. O sinagoglar 500 yıl önce oraya yapıldığında oralar zaten Yahudi semti olduğu için oradan oraya giderken bir sorun yaşamıyorken bugün Hasköy’de kafanda kipayla gezemezsin. İstanbul’u çok seviyorum, sevdiğim çok yanı var ama “Artık demir alma günü gelmişse bu limandan” çok da takılmamak lazım.
Geldi mi peki?
Geldi geldi. Kuzenim hayatını başka bir ülkede sürdürmek durumunda şu anda ve onunla ne zaman buluşsak deniz kenarında rakı içmeye gidiyoruz. İstanbul’u özlüyor ve eskisi gibi görmek istiyor. Rakı ona Türkiye’yi anımsatıyor. Eminim ki ben de günün birinde gidersem buradan, hayatımın sonuna kadar İstanbul’u hatırlayacağım ve İstanbul’u özleyeceğim diye düşünüyorum. Sadece İstanbul’u değil Türk kavramlarını da özleyeceğim. Atıyorum kuru fasulye-pilav yemeyi de İbrahim Tatlıses duymayı da birine nazar boncuğu hediye etmeyi de… Bu arada yurt dışında hiç yaşamadım. Giden arkadaşlarımı görüyorum neler yaşadıklarını biliyorum. Onların İstanbul’a ilişkin bilgi dağarcıklarını, sevdalarını ve hasretlerini bildiğim gibi kendiminkileri de biliyorum ve kıyasladığım zaman diyorum ki evet gerçekten özleyeceğim galiba. Gitmeyi hep düşünüyorum ama çok zor bir şey bu. Belki bugün değil de çocuğum olduğu zaman, üniversiteye başka bir ülkeye giderse onun peşinden ben de giderim diye düşünüyorum.
Yeri gelmişken sorayım, İspanyol veya Portekiz vatandaşlığına başvurdun mu?
Tabii, Portekiz’e başvurdum. O pasaportun çok değerli olduğunu düşünüyorum. İki temel sebebi var başvurmamın, biri vize sıkıntısı çekmemek bir diğeriyse güvence. Çünkü başka bir ülkenin vatandaşıysan başına kolay kolay bir şey gelmiyor.
İsrail’in varlığı ne hissettiriyor sana?
Güven. Orası inanılmaz bir güven veriyor ve çok değerli bir kavram benim için. İsrail’e aslında bir ülke oluşundan ziyade tarih olarak bakıyorum ben. Yahudilerin anavatanı olan topraklara geri dönmüş olmaları ve orada bir devlet kurmaları tarihsel olarak zaten görece bir mucize. 2000 yıl boyunca hiç konuşulmamış bir dilin tekrar hayata dönmesi, İbranice anlamında acayip bir mucize. Birbiriyle çok alakası olmayan Almanya’nın kuzeyinden gelen adamla Etiyopya’nın güneyinden gelen adamın eşit hak ve hürriyetlere sahip olarak yaşayabiliyor olması ayrı bir şey. Her ne kadar Türkiye’deki basında insan hakları ihlali gibi kavramlarla gündeme gelse de aslında oraya bir kere gidip gören insan, İsrail’deki Yüksek Mahkeme’de Müslüman Arap birinin bulunduğunu ya da orduda iyi yerlerde Arap insanların bulunduğunu görünce diyor ki ne kadar farklı bir ülke. Çünkü düşünüyorum bu ülkede çöpçü olan bir Yahudi ya da Hristiyan bile yok. Bana çöpçülüğü layık görmeyen devlete karşın bir buçuk milyon Arap Filistinli Müslüman vatandaşı olan İsrail’de istediğin her şeyi olabiliyorsun. Aynı şekilde Hristiyanlar, Dürzîler, Bedevîler, Ahmedîler, Çerkezler gibi birbirinden çok farklı insandan her birine kendi özgürlüklerini veriyor. Türk basınında İsrail çoğu zaman din devleti olarak değerlendirilirken İsrail aslında seküler bir devlet.
Gittin mi İsrail’e peki?
Gittim. 2003’te sinagog saldırılarında kuzenim yaralandı. Sonrasında İsrail’e gitti, şimdiki eşiyle tanıştı ve evlendi. Şimdi orada yaşıyor ben de onu ziyarete gidiyorum sık sık. Çok farklı yerlerini gezdim. Standart bir turist gibi değil de bir araştırmacı gibi gezdim. Mesela gidiyorum kontrol noktalarına hem geçen insanlarla konuşuyorum hem askerlerle. Türkiye’de nasıl yansıtıldığını bildiğim için hiç öyle değilmiş diyorsun. Aşağı yukarı 3.000.000 kişi var Batı Şeria bölgesinden İsrail’e girip, gün içinde çalışıp akşamları geri dönen. Mesela düşün Türkiye’de yaşıyorsun Yunanistan’a günlük çalışmak için gidip geldiğini düşün. Nasıl bir trafik olurdu hayal edebiliyor musun? Yüksek Mahkeme’nin bununla ilgili kararı var İsrail’de, bir kişi en fazla 12 dakika bekletilebilir ve sen 15 dakika bekletirsen bir kişiyi bu bir hak ihlali. Hakikaten de ben kimseyi beklettiklerini görmedim. Bunun gibi örnekler gördüm oradayken. Hiç anlatıldığı gösterildiği gibi değil. Ben yaşayacak olsam orada yaşamak isterim. Dünyanın başka bir yerinde yaşayacaksam, ilk tercihim İsrail olurdu. Ama Türkiye’den gitmeyi de çok istemem. İstanbul dışında başka bir yerde yaşamam gerekmesin istiyorum. Neticede bugün burada ne özgürüz ne güvendeyiz. Çoğu zaman kimliğini ifade ederken çeşitli korkular içerisinde ifade edebiliyor bazen de tamamen gizleyebiliyorsun. Kimliğini asla rahatça yaşayamıyorsun. Kimliğini yaşamanın temel kavramlarından biri dinî görevlerini yerine getirmekse eğer bunu da yapamıyorsun; bir sinagoga girerken dört tane demir kapıdan güvenlik kameralarıyla geçiyor veya güvenlik görevlilerine bu sinagoga girebilecek doğru insan olduğunu ifade etmek durumunda kalıyorsun. Bunun gibi onlarca şey var. Cemaat binaları, okullar sürekli korunmak durumunda. Korkutucu bu. Bu boyutta bir riskin içinde yaşama düşüncesi de korkutucu. Bundan 5-6 sene önce Hürriyet gazetesinin yaptığı bir anket vardı, “Türk toplumunun %78’i Yahudi bir komşu istemiyor”. Düşün, sadece komşu yani. Ben yan dairemde oturanların ismini bilmiyorum, benim için ne dine inandığı umurumda bile değil. Ama onlar senin Yahudi olduğunu öğrenince seni istemiyorlar ve %78 hiç az bir oran değil. Bir kısmı da hayatında Yahudi görmemiş zaten, buna rağmen istemiyorlar. Düşün artık nasıl kulaktan dolma yanlış bilgilere sahipler…
Çok geçmiş olsun kuzenine, sana, ailene… Son olarak şunu sorayım, İstanbul’daki cemaat hayatı içerisinde kendini nasıl hissediyorsun?
Teşekkürler. Cemaat hayatı hakkında şöyle bir benzetme yapabilirim; küçük bir mahallede yaşıyormuşsun gibi hissediyorsun sürekli. Damdaki Kemancı’yı izledin mi bilmiyorum aynı o; küçük bir köyde yaşıyorlardır, köyde herkes birbirini tanır ve bilir. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden olan İstanbul’da kendimi o filmdeki küçük köyde gibi hissediyorum. Zengini, fakiri, yakışıklısı, güzel kızı bellidir ve bunların sayıları, evleri bellidir, arada bir dedikodu olduğunda çok alakasız insanların kulağına gider… Çok kötü değil bu arada. Komiktir. Alışkın olduğum için de acayip rahatsız oluyorum diyemeyeceğim. Bunun içinde büyüdüğüm için çok da anormal gelmiyor artık.
OCAK 15, 2018 | AVLAREMOZ*
TOMRİS DERYA KERESTECİ | MOŞE ANLATIYOR
Tumblr media
0 notes
Photo
Tumblr media
Size Bir Sır Vereceğim... - Mustafa Kaya (kitap yorumu) Tasavvuf türünde yazılmış, yazarın seri halde hazırlanan güzel bir kitabı 😊 su ve rüya ile ilgili anlatılanlar, ilginç bilgiler, okuduğunuzda size güzel şeyler öğreten, kalemi akıcı bir biçimde ilerleyen, tasavvuf sevenler için okunası bir kitap🙂 okumayı düşünüyorsanız eğer kesinlikle tavsiye ediyorum 😎📖📙🌸 #mustafakaya #sizebirsırvereceğim #fenomenkitaplar #tasavvuf #felsefe #su #rüya #kitap1sevda #kütüphanem #kitapokumak #ayraç #bookstagram #book #books #bookstrammer #kütüphane #neokudum #kitap #kitaplar #okudumbitti #kitapönerisi #kitaptavsiyesi #kitappaylaşımı #kitapayracı #kitapyorumu https://www.instagram.com/p/CKMdjNBJM0r/?igshid=bpl6v16fhyz
0 notes
bakmisonline · 4 years
Video
İzmir Deprem Anı Saniye Saniye Kamerada! 7 Büyüklüğünde #Deprem
Deprem Anı Kamerada! İzmir deprem anı saniye saniye kamerada! İzmir Seferihisar merkezli 7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Yerin 16.5 kilometre derinliğindeki deprem Ege ve Marmara'da da hissedildi. Saat 14.51'deki deprem 15 saniye sürdü. Bazı evlerin yıkıldığı belirtilirken, çok sayıda bina da hasar gördü. Deprem İzmir'in yanı sıra çevre illerde de hissedildi. #deprem #depremanı #izmir #izmirdeprem ÜCRETSİZ abone olmayı unutmayın; http://bit.ly/2ReyspU Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), ''Afet bölgesindeki hasarlı yapılara kesinlikle girilmemesi gerekmektedir. Yollar acil yardım araçları için boş bırakılmalıdır. Depremden sonra evler terk edilirken, ortamda herhangi bir doğalgaz kokusu olmaması halinde, doğalgaz ve su vanaları ile elektrik şalterleri kapatılmalıdır'' uyarısında bulundu. Deprem İzmir’in yanı sıra Aydın, Muğla, Manisa, Denizli, Çanakkale, Bursa, İstanbul, Uşak, Kütahya, Bursa, Yalova, Tekirdağ ve Edirne’de de hissedildi. Depremle birlikte vatandaşlar yakınlarına bilgi vermek isteyince, operatörlerde yoğunluk oluştu. Hastaneler, itfaiye, polis ve sağlık ekipleri, alarm durumuna geçti. İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger "Bize intikal eden can ve mal kaybıyla ilgili henüz bilgi yok. Kriz merkezine geçeceğiz, gelen bilgiler neyse aktaracağız'' diye konuştu. İstanbul Valisi Ali Yerlikaya da, ''İstanbul'da da hissedilen depremle ilgili olarak herhangi bir olumsuzluk bildirilmemiştir'' dedi. Deprem İstanbul dahil çevre illerden de hissedildi. Depremin 15 saniye sürdüğü belirtiliyor. Depremde can ve mal kaybının olup olmadığının belirlenmesi için çalışma başlatıldı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ''Şu ana kadar İzmir Bornova ve Bayraklı’da 6 binanın yıkıldığı ihbarı geldi. Uşak, Denizli, Manisa, Balıkesir, Aydın ve Muğla'da binalarda ufak çatlaklar dışında ve can kaybı ile ilgili herhangi bir ihbar gelmemiştir'' açıklamasını yaptı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, ''Bornova ve Bayraklı'da 5 binanın yıkıldığı bilgisini aldık. Enkaz altında da vatandaşlarımız var. Afet Koordinasyon Merkezi valilik bünyesinde oluşturuldu. Tüm bakanlıklarımız, AFAD'ımız İzmir ve ilçelerine yönlendirilmiş durumda. Tüm ekiplerimizi seferber etme suretiyle vatandaşlarımızın yaralarını hızlı şekilde saracağız'' dedi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer de, 20'ye yakın binada yıkım ihbarı olduğunu açıkladı. Soyer ''Ağırlıklı olarak Bornova ve Bayraklı bölgesinde yıkılan binalar var'' dedi. Bakmış Kanalında daha fazla video izleyin! Popüler Videolar: - TÜRKİYE'DE YAŞANMIŞ EN KORKUNÇ OLAYLAR ve 16 GİZEMLİ YER https://youtu.be/KzkYiZ5zYn8 - ZOMBİ VİRÜS SALGINI - BİR BU EKSİKTİ 2020? https://youtu.be/9kWwwN5YArU - KURAN DA ZAMAN YOLCUSU GİZEMİ! https://youtu.be/M1vSu2Ix-bI - 21 ARALIK'TA NE OLACAK? Kehanetler https://youtu.be/wxYBPtbTJWQ - İNSAN YAPIMI UÇAN DAİRELER https://youtu.be/XM7hLcGnMWQ - İNSANLIĞIN SON ÇAĞI https://youtu.be/4-zBrJD4lZM ve daha fazlası kanalımızda... Popüler Oynatma Listelerimiz Zombi Videoları: https://bit.ly/37r2uSi Türkiye ve Dünya Kehanetleri: https://bit.ly/31rrTaK Gündem videoları: https://bit.ly/2FRu7c2 Gizlenen Türk Tarihi: https://bit.ly/3meN6wN Kıyamet Sonrası Bilim Kurgu: https://bit.ly/3dNqwbC Epifiz bezi ve 3. Göz hakkında: https://bit.ly/3o7Aj0R Mehdi ve Deccal Videoları: https://bit.ly/35jYfFt Dünya bunu konuşuyor! Sondakika: https://bit.ly/3o9fdiJ Konu hakkında daha fazla detay ve kaynak linkler web sitemizde;  www.bakmis.com Sosyal Medya Takip edin sondakika gelişmelerinden haberdar olun: İnstagram: https://www.instagram.com/bakmisonline/ Pinterest: https://tr.pinterest.com/bakmisonline/ Bakmış Kanalı Hakkında: Bakmış içeriklerinde teknoloji ve bilimi en iyi şekilde kullanarak komplo teorileri, gizli bilgiler, ilginç bilgiler ve daha fazlasını tüm okuyucularına ve izleyicilerine ücretsiz şekilde sunmaktadır. Bakmış en çok merak edilen konuların başında gelen kehanetler ve bu kehanetler hakkındaki araştırmaları, gizemli olayları ve merak edilen arkeoloji çalışmalarını detaylı bir şekilde incelemektedir. Bunun yanında mitler, efsaneler, paranormal olaylar, uzay ve uzay bilimi, antik medeniyetler ve birçok ilgi çekici içeriği başarılı şekilde yapılan araştırmalar ile sunmaktadır. Sizde gizemli olaylar izlemek ve daha fazla bilgi almak için hemen BAKMIŞ Youtube kanalımıza abone olarak hemen ücretsiz videolarımızdan bildirim alabilirsiniz. Birbirinden farklı kategorilerde onlarca içerik ve video sizleri beklemektedir. Sizlerde tüm bu içerikleri kolayca takip etmek, videoları izlemek ve sevdiklerinizi ile paylaşmak için hemen ücretsiz yerinizi alın, aileye katılın. ÜCRETSİZ abone olmayı unutmayın; http://bit.ly/2ReyspU ÜCRETLİ abone olup kanalımıza destek olmak için; https://bit.ly/2TfiSwY iletişim için; [email protected]
0 notes
melih-asik · 7 years
Text
Zor Rota...
Emekli Büyükelçi Onur Öymen’in son kitabı “Zor Rota” okurun beğenisine sunuldu. Zor Rota, Öymen’in emekli olduktan sonra yazdığı 10’uncu kitap. Onun çocukluk, gençlik ve meslek yıllarına ilişkin anılarını kapsıyor. Kitabın her bölümü gibi Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi) yıllarına ilişkin satırları da çok ilginç... Öymen o yüzden kitabını özellikle gençlerin okumasını istiyor.
1960’lar... Adnan Menderes iktidarının baskılarına karşı duran Mülkiye gençliği, 27 Mayıs sonrasında yeri geldiğinde Milli Birlik Komitesi’ne karşı da tepkisini gösteriyor. Örneğin bir MBK üyesinin Mülkiye hocalarından Sadun Aren aleyhindeki sözleri üzerine yaklaşık 300 öğrenci karlı bir günde okuldan Yeni Meclis’e kadar yürüyüş yapıyor. Ancak MBK yönetimi (darbeciler!) yürüyüşe engel olmadığı gibi bina önünde slogan atan öğrencilerden birkaçını temsilci olarak kabul ediyor, şikâyetlerini bizzat dinliyor.
O sıralarda MBK üyeleri zaman zaman Mülkiye’ye gelip konferans veriyor. Bir defasında Alparslan Türkeş gelmiş, güncel sorunlara değinen bir konuşma yapmış. O günlerde gazeteler “Binbaşının üzerindeki bütün subaylara otomobil verilecek” şeklinde haberler de veriyor. Bir öğrenci Türkeş’e bu haberin doğruluğunu soruyor. Türkeş, böyle bir uygulamanın ülkede otomobil sanayiini geliştireceğini söylüyor. Bir başka öğrenci ayağa kalkıp soruyor: “Türk denizcilik sanayiini geliştirmek için binbaşıdan yukarı her subaya bir kotra vermeyi de düşünüyor musunuz?”
Kitap geçmiş ve geleceğe ilişkin ufkumuzu genişletiyor...
İddia
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu grup konuşmasında Cumhurbaşkanı ile ilgili vahim iddialarda bulunuyor... Mesela: - Sevgili Erdoğan, çocuklarının, dünürünün, eniştenin, kardeşinin, eski özel kalem müdürünün, yurt dışında, vergi cennetinde bir şirkete milyonlarca dolar para gönderdiklerini biliyorum. Sen misin yerli ve milli, ben miyim?” Bu iddialar doğruysa vahim. Yanlışsa bu defa Kemal Kılıçdaroğlu adına vahim... Herhalde tez zamanda aydınlığa kavuşturulacaktır...
TANIK
Soru: Günün hatta yılın adamı Reza Zarrab eğer itirafçı olur ve tanık koruma programına alınırsa bir daha Türkiye’ye gelir mi? Cevap: Gelirse de haberimiz olmaz...Zira... Muhtemelen estetik ameliyat olacak. Ayrıca mahkeme şart koşuyor: Geçmişte tanıdığın hiç kimse ile irtibata geçemezsin. Ne mektup, ne telefon ne sosyal medya, annen, baban, arkadaş, eş  dost, kimseyle irtibata geçemezsin. Geçtiğin takdirde devlet seni bu programdan çıkarır, kendi başına kalırsın. Ya da kendin bu programdan gönüllü olarak çıkarsın. Soru: İtirafçıya ne kadar ceza indirimi tanınıyor? Cevap: Bunu mahkeme tespit ediyor...
SU
Okurumuz mühendis Semih Kalkanoğlu tasarruflu su kullanıyor. Eylül ve ekimde aynı miktarda; 11 metreküp su kullanmış. Eylülde 56 lira ödemiş,  ekimde 66 lira... Su faturaları önümüzde, isteyene gösterebiliriz. Böylece eylülden ekime 11 metreküpte 10 lira artış olmuş. Metreküpte yaklaşık 1 lira... İstanbul’da 4 milyon 750 bin su abonesi var. Metreküpte bir lira sessiz zammın sağladığı ilave kârı düşünün... Hesapsız yönetimin zararları bu şekilde günahsız abonelere ödetiliyor...
TOTO
Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ yaptığı açıklamanın bir yerinde “Türkiye’nin NATO’nun kurucu ülkelerinden bir tanesi” olduğunu söylüyor. Ali Sirmen sütununda anımsatıyor: - NATO 1949 yılında kuruldu. Türkiye ilk iki üyelik başvurusundan olumsuz yanıt aldı. Bu örgüte 17 Ekim 1951’ de Londra’da imzalanan protokol gereğince Yunanistan ile birlikte girme olanağını buldu.
3 notes · View notes
omarketim · 5 years
Text
Makarna Hakkında Bilinmeyenler
Tumblr media
Makarna, yüzyıllardır dünya genelinde sıklıkla tüketilen, yüzlerce lezzetli tarifleri olan besleyici bir yiyecektir. Özellikle günümüzde hızlı pişirilmesi, kolay ve lezzetli olması, birbirinden güzel tarifler yapılabilmesi makarnayı mutfağımızın önemli bir parçası yapmaktadır. Peki makarnayı yüzyıllardır bu kadar özel yapan sır ne? Güzel makarna yapmanın püf noktaları neler? Omarketim olarak bu hafta hazırladığımız blog yazısında makarna hakkında her şeyi bulabilirsiniz. Makarna hakkında ilginç bilgiler de sunacağımız yazımız için keyifli okumalar dileriz.
Makarnalar Hakkında Genel Bilgi
Sağlıklı besinler arasında yer alan makarna, sıradan buğdaylardan üretilmemektedir. Her ne kadar unlu mamüller kategorisinde yer alsa da, makarnanın ana bileşenlerinden bir tanesi de irmiktir. Hem Türkiye genelinde hem de dünya genelinde farklı versiyonlarda en çok tüketilen besinlerden bir tanesidir. Makarna, dünyaya her ne kadar İtalyanlar tarafından tanıtılsa da, tarihte makarnaya dair ilk izler Çin’e kadar gitmektedir. Günümüzde dünya genelinde 600’ün üzerinde makarna çeşidi bulunduğu tahmin edilmektedir. Nitekim sanayi devriminin başlaması ile birlikte makarna üretimi de hızlanmış ve tüm dünya geneline farklı biçimlerde ve tariflerle yayılmıştır.
Türk mutfağında makarnanın geçmişine baktığımızda ise makarna üretiminin Cumhuriyet ile yaşıt olduğu söylenebilir. Türkiye’deki gıda sanayinin ilk örneklerinden olan makarna ve irmik sanayi, ülkemize 1922 yılı civarında girmiştir. Türkiye’deki ilk makarna fabrikası İzmir’de açılmıştır. Bu fabrikadan önce yalnızca Anadolu topraklarında ev yapımı erişte üretimi bulunmaktaydı. Şehirleşmenin ve makarna fabrikalarının giderek artması neticesinde de makarna çeşitleri Türk mutfağının önemli unsurlarından bir tanesi haline gelmiştir.
Makarna Hakkında Sıklıkla Sorulan Sorular
Makarna hakkında kısa bilgi vermemizin ardından makarnalar hakkında sıklıkla sorulan soruları yanıtlayabiliriz. Böylelikle makarnalar ile ilgili merak ettiğiniz daha spesifik bilgilere de ulaşabilirsiniz.
1. Makarna Neden Çok Tüketilir?
Makarnaların raf ömürlerinin çok uzun olması, hemen tüketme kaygısı olmadan alınabilmesi onu tercih edilebilir kılan ana sebeplerdendir. Hızlıca pişirilebilmesi, farklı tariflerle birbirinden güzel lezzetlerin ortaya çıkarılması, fiyatının uygun olması ve kolay erişilebilir olması makarnanın dünya genelinde çok tüketilmesinin diğer sebepleri arasında yer almaktadır.
2. Makarna Kilo Aldırır mı?
Makarna ile ilgili en çok sorulan sorulardan bir tanesi de ‘’Makarna kilo aldırıyor mu?’’ sorusudur. Makarna direkt olarak kilo aldırmamaktadır. Düşük miktarda kalori içeren makarnada kalori miktarı fazla değildir. Ancak bilindiği üzere onlarca çeşit makarna tarifi bulunmaktadır. Makarnaya eklenen yağ, kıyma, kremalı soslar ile birlikte makarnadan alınan kalori de artmış olur. Dolayısıyla eğer diyetteyseniz, makarna pişirirken eklediğiniz ek malzemeler konusunda dikkatli olmalısınız.
3. Makarna Neden Köpürür?
Öncelikle tüm makarnaların köpürmediğini belirtmekte fayda var. Öte yandan makarnanın pişerken köpürmesinin birçok sebebi bulunmaktadır. Yapımında ekmeklik buğday kullanılması bu sebeplerden bir tanesidir. Ekmekli buğday kullanılması içerisindeki nişastanın dışarı çıkmasına sebep olur. Makarnanın yapımında kullanılan kurutma ve değirmen teknolojilerinin çok iyi olmaması diğer sebeplerdendir. Dolayısıyla makarna pişerken köpürmesi sizi rahatsız ediyorsa, daha güvenilir markalar tercih etmenizde fayda olur.
4. Makarna Neden Yapış Yapış Olur?
Makarna haşlanırken yeterli su kullanılmaması, makarnanın gereğinden fazla haşlanması, karıştırılmadan pişirilmesi, sıvı yağ kullanılmaması makarnanın yapış yapış olmasının sebepleri arasında yer almaktadır.
5. Makarna Neden Suya Tutulur?
Genellikle yapışmasın, diri kalsın diye makarna piştikten sonra suya tutulması tercih edilmektedir. Ancak makarna piştikten sonra soğuk sudan geçirmek makarnanın tadını köreltir ve sosu tutma kapasitesini azaltır. Eğer illa ki suya tutmak istiyorsanız, sıcak su tercih edin ve süzgeci de sıcak sudan geçirmeyi unutmayın.
6. Glutensiz Makarna Neyden Yapılır?
Glutensiz makarna glüten içermeyen pirinç ve/veya gluten içermeyen mısır unundan üretilmektedir.
7. Makarna Hangi Besin Grubuna Girer?
Makarnalar tahıl besin grubuna girmektedir.
8. Makarnanın Besin İçeriği Nedir?
Makarnanın besin değeri oldukça zengindir. Makarna içerisinde A, B1, B2 vitaminlerinin yanı sıra; demir, kalsiyum, fosfor, potasyum ve protein bulunmaktadır.
9. Marketten Satın Aldığımız Bir Paket Makarna Hangi Aşamalardan Geçer?
Makarna üretim aşamaları; temizleme ve tavlama, öğütme ve eleme, yoğurma ve şekil verme, kurutma ve dinlendirme, soğutma ve ambalajlama adımlarından meydana gelmektedir.
10. Makarna Ne Kadar Sürede Sindirilir?
Makarnanın sindirilme süresi içerdiği ek malzemelere göre değişiklik göstermektedir. Bununla birlikte makarna ve benzeri türevdeki yiyecekler ortalama olarak 2 saatte sindirilmektedir.
11. Makarna Sıcak Suyla mı Soğuk Suyla mı Yapılır?
Makarnalar kaynayan suya atılarak yapılmaktadır.
12. Makarna Hangi Yağ ile Yapılır?
Makarnalar genellikle sıvı yağ ya da margarin ile pişirilmektedirler. Sıvı yağ daha çok tercih edilmektedir.
Lezzetli Makarna Yapmanın Püf Noktaları
Makarnanın dünü ve bugünü ile ilgili bilgi verip makarna hakkında en çok merak edilen soruları yanıtlamamızın ardından, makarna yapmanın inceliklerinden de bahsedebiliriz. Nitekim ufak dokunuşlarla dahi makarnanın lezzetini fark edilebilir seviyede arttırmak mümkündür. İşte merak edenler için güzel makarna yapmanın sırları:
1. Makarna Suyunu Hemen Dökmeyin
Makarnayı hemen süzmek yerine bir kase kadarını ayırın. Oldukça faydalı olan bu su görece biraz daha yoğun bir kıvamda olur. Kokusu da son derece hoş olan makarna suyunu ek sosların yapımında kullanabilirsiniz. Örneğin, suyun içine bir miktar salça koyup karıştırmanız, salçanın daha iyi kıvama gelmesini ve daha lezzetli olmasını sağlayacaktır.
2. Makarnayı Suya Tutmayın
Birçok kişi makarnayı süzdükten sonra soğuk suya tutmaktadır. Ancak bu durum makarnanın lezzetini ve vitaminlerini azaltacaktır. Bu yüzden makarnanın yapışmaması amacıyla yapılan soğuk suya tutma işlemi önerilmemektedir.
3. Çubuk Makarnaları Kırmanıza Gerek Yok
Makarnanın en önemli unsurlarından bir tanesi de görselliğidir. Tencereye sığmayan çubuk makarnalar genellikle kırılarak tencereye atılır ancak görsellik açısından pek hoş durmaz. Çubuk makarnayı dikey olarak koymanız halinde sıcak suda yarısı yumuşayacaktır. Ardından üstten yavaşça bastırmanız diğer yumuşamayan kısımların da suyun içerisine girmesini sağlayacaktır.
4. Makarna Sosunu Zamanında Ekleyin
Herhangi bir makarna sosu hazırlıyorsanız, makarna haşlanırken sosu da pişirmelisiniz. Makarnayı süzdükten hemen sonra da beklemeden sosu üzerine döküp karıştırmalısınız. Sos ile birlikte makarnayı tekrar pişirmemelisiniz.
5. Makarna Haşlama Suyuna Tuz ya da Limon Atın
Makarnayı pişirirken haşlama suyuna tuz atabilirsiniz. Nitekim makarna tuzu sever. Ancak tuzu makarna suyu kaynamaya başladıktan sonra atmalısınız, hemen değil. Tuz kaynar suda eridikten sonra makarnanın tamamını birden suyun içine boşaltın. Tuz sizin için sakıncalıysa tuz yerine benzer metotla limon kullanabilirsiniz.
6. Makarnayı Bir Miktar Nemli Bırakmalısınız
Makarnayı süzmek için büyük delikli süzgeçler yerine küçük delikli süzgeçler kullanmalısınız. Büyük delikli süzgeçler makarna pişirme suyunun hemen boşalmasına ve makarnaların birbirine yapışmasına sebep olur. Makarnaların birbirine yapışmaması için biraz nemli bırakmak önemlidir. Bu noktada da küçük delikli süzgeç kullanmak önemlidir. Öte yandan makarnanın piştiğine kanaat getirir getirmez makarnayı süzmelisiniz. Sıcak suyun içerisinde kaldığı her dakika pişmeye devam eder ve gereğinden fazla pişen makarnada yapışma sorunu ortaya çıkar.
7. Her Makarna Çeşidinin Pişme Süresi Farklıdır
Her makarna çeşidinin ve markasının pişme süreleri birbirlerinden farklıdır. Bu yüzden geçmiş deneyimlerinize dayanarak pişme süresi belirlememeli, paketin üzerinde yazan ideal pişme süresini okumalısınız. Bununla birlikte belirtilen pişme süresinden 2-3 dakika önce makarnanın pişme durumunu, bir parça yiyerek kontrol etmenizde fayda var.
8. Makarnayı Suya Atar Atmaz Karıştırın
Makarnaları suya atar atmaz birbirlerine yapışmalarını engellemek adına ilk 30 saniye boyunca karıştırmalısınız. Sonrasında da ise 3 dakikada bir karıştırmanızda fayda var.
9. Yeterli Miktarda Su Kullanmasınız
Makarnayı pişirirken yeterli miktarda su kullandığınıza emin olmalısınız. 500 gramlık 1 paket makarna için ortalama olarak 5 litre su gerekmektedir. Gereğinden az suyla pişirmeniz makarnanın tencere dibine yapışmasına sebebiyet verebilir.
10. Makarna Kapağı Açık Tencerede Pişirilmeli
Makarna pişirilirken kapağı açık tencerede ve harlı ateşte pişirilmelidir.
Omarketim olarak makarna hakkında bilgi verdiğimiz blog yazısının sonuna geldik. Yazı boyunca makarna ile ilgili bilgiler vermemizin ardından makarnalar hakkında sıklıkla merak edilen soruları yanıtladık. Ardından güzel makarna yapmanın sırlarını sizlerle paylaştık. Görüldüğü üzere iyi ve lezzetli bir makarna için ince noktalara dikkat edilmelidir. Buna ek olarak kaliteli makarna markası seçmek de önemlidir. Sizler için en kaliteli makarna markalarından olan Barilla makarna çeşitlerini %25’e varan indirimlerle sunuyoruz. Omarketim’e özel uygun fiyatlı Barilla makarna çeşitlerine link üzerinden ulaşabileceğinizi hatırlatmak ister, keyifli günler dileriz.
0 notes
Text
İstanbul'dan Ankara'ya Uçak Bileti ve Gezi Rehberi
Tumblr media
·         İstanbul – Ankara Arası Kaç Km: 450 km’dir.
·         İstanbul – Ankara Arası Arabayla Kaç Saat: 4 saat 46 dakikadır.
·         İstanbul – Ankara Arası Uçakla Kaç Saat: 1 saat 25 dakikadır.
·         İstanbul’dan Ankara’ya Giden Havayolu Şirketleri Hangileridir: THY, Borajet, Pegasus, Sun Express, Atlas Global ve Anadolu Jet’tir.
İstanbul – Ankara arası indirimli uçak bileti satın almak isteyenler, uygun uçak biletlerini geziyoruz.com üzerinden sahip olabilirler. Ucuz öğrenci uçak bileti satın alabilmeniz için yapmanız gereken tek işlem; uçuş tarihinizi girip arama yapmaktır. Sonrasında oluşan listede kendiniz için en uygun öğrenci uçak bileti listesinden dilediğinizi hızlı bir şekilde satın alabilirsiniz.
İstanbul – Ankara arasında günde 3 havayolu şirketi sefer yapmaktadır. İstanbul – Ankara arası uçuş yapan her havayolu şirketi günde ortalama olarak 15 sefer düzenlemektedir. İstanbul – Ankara uçak bileti fiyatları, seferleri ve sefer saat bilgileri ile ilgili merak ettiğiniz tüm detaylara geziyoruz.com üzerinden ulaşabilirsiniz. İstanbul – Ankara arası uçak seferleri arasında karşılaştırma yaparak kendiniz için indirimli öğrenci uçak biletini hızlı ve güvenilir bir şekilde satın alabilirsiniz.
En Ucuz İstanbul - Ankara Uçak Biletini Bulanlara, Geziyoruz.com’dan Tavsiyeler
Ankara’da mevsim olarak karasal iklim hüküm sürmektedir. Ankara’da yılın en sıcak ayları temmuz ve ağustos aylarıdır. Söz konusu aylarda sıcaklık ortalama olarak 27-28 derecedir. Ankara’da yılın en soğuk ayları olan ocak ve şubat aylarında ise ortalama sıcaklık -6, -5 seviyelerindedir. Ankara, İstanbul’a kıyasla hayat pahalılığının daha az olduğu bir şehirdir. Ancak restoran fiyatlarının birbirine yakın olduğu söylenebilir.
Tumblr media
Ankara Havaalanı’ndan Şehir Merkezine Ulaşım
1995’ten bu yana faal olarak hizmet veren ve hem yurt içi hem de yurt dışı birçok noktaya uçuş imkanı veren Ankara Esenboğa Havalimanı’ndan Ankara merkeze ulaşmak son derece kolaydır. Ankara Esenboğa Havalimanı’ndan merkeze ulaşmak için farklı ulaşım seçenekleri bulunmaktadır. Söz konusu seçenekler aşağıdaki gibidir:
·         Belediye otobüsü
·         Belkoair servis aracı
·         Taksi ve araç kiralama
Ankara Havalimanı ve merkez arasında yolculuk, trafiğe bağlı olarak 30-50 dakika civarında sürmektedir. Taksi ile ulaşımı tercih edecekseniz, ücret ortalama olarak 75 TL civarı çıkacaktır. Ankara taksilerinde 7/24, gece-gündüz aynı tarife uygulanmaktadır.
Belkoair otobüsleri Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraki firması tarafından işletilmektedir. Belkoair otobüsleri sanah 05.00 ve gece 00.00 saatleri arasında hizmet vermektedir. Söz konusu süre aralığında saat başı sefer düzenlemektedir. Belediye otobüsü tercih etmek istemeniz halinde ise 442-3 numaralı otobüsü tercih edebilirsiniz. Söz konusu otobüs 24 saat boyunca yarım saatte bir merkeze doğru sefer düzenlemektedir.
Ankara Esenboğa Havaalanı Telefonu: +90 (312) 590 40 00
Üniversite Öğrencilerine Ankara Uçak Bileti Kampanyası ve Tavsiyeleri
Avantajlı ve indirimli İstanbul – Ankara uçak bileti satın almak  isteyen öğrenciler için birçok fırsat bulunmaktadır. ‘geziyoruz.com’ üzerinden sunulan fırsatlardan yararlanmak isteyen öğrencilerin son derece basit bir işlem yapmaları gerekiyor. Halihazırda eğitiminizi devam ettirdiğiniz üniversiteye ait mail hesabınızdan sistemimize kayıt olmanız halinde, sistem sizi otomatik olarak öğrenci görecektir. Dolayısıyla bu işlemin ardından öğrenciler için uygun uçak bileti fırsatlarından faydalanmaya başlayabilirsiniz. Ek olarak toplu alımlarda 10 uçak bileti satın alana 1 uçak bileti hediye ettiğimiz fırsattan da yararlanma şansınız bulunmaktadır.
Ankara’da Yapmadan Dönmeyin
Ankara’yı ziyaret etmişken yapmanız gerekenleri şu şekilde özetleyebiliriz:
·         Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’i ziyaret etmek
·         Ankara Caz Festivali’ni izlemek
·         Gordion Müzesini ziyaret etmek
·         Soğuksu Milli Parkı’na gitmek
·         Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni ziyaret etmek
Ankara’da Gezilecek Yerler
Tumblr media
Ankara’da gitmenizi tavsiye ettiğimiz başlıca yerlerin adlarını verdikten sonra, Ankara’da gezilecek yerler ile ilgili biraz daha detaylara inebiliriz.
·         Anıtkabir: Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir, Ankara’da ilk ziyaret edilecek yerler arasında bulunmaktadır. İçerisinde anlam dolu eşyaların ve bilgilerin yer aldığı Anıtkabir, her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
·         Ankara Kalesi: Tarih tutkunu öğrencilerin Ankara’da mutlaka ziyaret etmesi gereken yerler arasında bulunmaktadır. Şehrin Altındağ adlı ilçesinin sınırları içerisinde yer alan Ankara Kalesi, tarihte Romalılar ve Bizanslılar gibi birçok medeniyet tarafından kullanılmıştır. Günümüzde birçok önemli kalıntıyı bölgede ziyaret edebilirsiniz.
·         Gordion Müzesi: Tarihe meraklı olan öğrenciler için önerebileceğimiz bir başka yer ise Gordion Müzesi’dir. Lokasyon olarak Polatlı ilçesinin Yassıhöyük adlı köyünde yer alan Gordion Müzesi; Kayabaşı Mozaiği, Kral Midas tümülüsü gibi Eski Tunç döneminden Helenistik döneme kadar birçok tarihi esere ev sahipliği yapmaktadır.
·         Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi: Ankara’nın Ulus ilçesinde yer almaktadır. Bina ilk olarak 1915 yılında 1. TBMM binası olma amacıyla inşa edilmiş; 1924 yılında hizmete başlamıştır. Kurtuluş Savaşı döneminin izlerini daha yakından görmek isteyenlerin mutlaka uğraması gereken bir müzedir. Nitekim müzede, o dönemi yansıtan birçok parça bulunmaktadır.
·         Hacı Bayram Camii: Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte gelişen Ankara’nın en önemli tarihi yerleri arasında bulunmaktadır. Yapımı 1428’li yıllara dayanan bu tarihi camii, Augustus Tapınağı’nın hemen yanı başındadır.
Ankara’da Görülmesi Gereken Doğal Güzellikler
Tumblr media
Ankara’da genel olarak gezilecek yerlere göz atmamızın ardından, şehirdeki doğal güzellikleri de sizler için derledik.
·         Nallıhan Kuş Cenneti: Doğa ile iç içe vakit geçirmeyi seven öğrenciler için Nallıhan Kuş Cenneti’ni önerebiliriz. 1994 yılında milli park olan ve bünyesinde 200 civarı kuş türü barındıran Nallıhan Kuş Cenneti, adını yer aldığı Nallıhan ilçesinden almaktadır.
·         Soğuksu Milli Parkı: Ankara, volkanik bir bölgede bulunduğundan hem sıcak hem de soğuk su kaynaklarına sahiptir. Bunun için ideal noktalardan bir tanesi de Soğuksu Milli Parkı’dır. Başkentin Kızılcahamam adlı ilçesinde yer alan Soğuksu Milli Parkı, şehir merkezine yaklaşık olarak 80 km uzaklıkta yer almaktadır. Bölgedeki kaplıcalara gidebilir ve onlarca çeşit ağacı inceleyebilirsiniz.
·         Abacı Peri Bacaları: Kızılcahamam’da yer alan Soğuksu Milli Parkı’nı ziyaret etmenizin ardından, yine aynı ilçede yer alan Abacı Peri Bacaları’nı da ziyaret edebilirsiniz. Kapadokya kadar olmasa da bölgede oldukça ilginç peri bacaları bulunmaktadır ve her yıl binlerce turist tarafından ziyaret edilmektedir.
·         Eğriova Yaylası: Doğa tutkunu öğrencilere Ankara’da önerebileceğimiz bir başka yer ise Eğriova Yaylası’dır. Ankara’nın Beypazarı adlı ilçesine 50 km uzaklıkta yer alan bu yayla; ormanlık araziye, yürüyüş parkurlarına, göle ve yeşilin binbir tonuna sahip bir yerdir.
Ankara’da Kültür & Sanat
Ziyaret ettiği şehirlerdeki kültür ve sanat aktivitelerine de katılmayı seven öğrenciler için, Ankara’da düzenlenen kültür ve sanat etkinlikleri ile ilgili bilgi veren kısa bir bölüm hazırlamak istedik. Ankara, Özdemir Asaf gibi birçok yazarın, şairin ve sanatçının çıktığı bir şehirdir. Sanat ve kültür faaliyetlerinin yoğun olduğu şehirlerimiz arasında yer alır. Başkentte, yıl boyunca birçok sergi, tiyatro oyunu, konser gibi organizasyonlar düzenlenmektedir. Ankara’da organize edilen ve gidebileceğiniz başlıca kültür ve sanat etkinlikleri aşağıdaki gibidir:
·         Ankara Film Festivali
·         Ankara Müik Festivali
·         Ethos Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali
·         Uluslar arası Çocuk Tiyatroları Festivali (24 Nisan)
·         Büyük Ankara Festivali (Yaz ayları)
·         Uluslararası 2. El Film Festivali
Ankara’da Ne Yenir?
Tumblr media
Ankara’da bulunduğu süre içerisinde tatmanız gereken lezzetleri bu bölüm altında sizler için derledik. Ankara tava, şehrin en bilindik lezzetleri arasında yer almaktadır. Arpa şehriye ya da pirinç ile hazırlanan pilavın et ile kombinasyonundan oluşmaktadır. Osmanlı dönemi sarayının lezzetleri arasında yer alan Beypazarı Güveci, tadabileceğiniz bir diğer lezzettir. Kuzu etinin taş fırında saatlerce pişirilmesinden yapılmaktadır. Ankara’da tatmanız gereken diğer lezzetler arasında ise entekke böreği, tatmak tiridi, efelek sarması, bazlama kebabı, şibir tatlısı gibi yemekler ve tatlılar bulunmaktadır.
Ankara’da Alışveriş
Ankara’da bulunduğu esnada alışveriş de yapmak isteyen öğrenciler için onlarca seçenek bulunmaktadır. Şehrin farklı noktalarında Armada AVM, ANKAMall, Forum Ankara Outlet, Gordion AVM, Kızılay AVM gibi çok sayıda alışveriş merkezi yer almaktadır. Ulus Meydanı’na yakın bir noktada yer alan Çıkrıkçılar Yokuşu ise, Ankara’nın tarihi çarşılarından bir tanesine ev sahipliği yapmaktadır. Çarşıda, hem kendiniz hem de sevdikleriniz için giyimden züccaciyeye kadar birçok ürün bulunmaktadır. Ankara’dayken meşhur Bakırcılar Çarşısı’na da uğrayabilirsiniz. Çarşı’da geleneksel el sanatlarını devam ettiren zanaatkarların ortaya koyduğu harika ürünler satılmaktadır. Antikacılar Çarşısı, Beypazarı Çarşısı, Maltepe Pazarı, Aşağı Ayrancı Çarşısı gibi yerler, Ankara’da gidilebilecek diğer çarşılar arasında yer almaktadır.
Ankara’ya Ait Özel Günler ve Festivaller
Yeni bir şehri ziyaret eden öğrenciler için şehirdeki özel günler ve festivaller vazgeçilmezler arasında yer alır. Bu doğrultuda sizler için Ankara’daki özel günler ve festivaller hakkında kısa bilgiler veren ayrı bir bölüm derledik.
·         Ankara Kale Festivali: Ankara’nın Altındağ ilçesinde haziran ayının ilk haftalarında organize edilmektedir. Festival süresince birçok film gösterisi, fotoğraf sergisi, halk oyunu gösterileri ve konserler olmaktadır. Festival, ilçe belediyesi tarafından organize edilmektedir.
·         Beypazarı ve Yöresi Festivali: Ankara’da haziran ayının ilk haftasında düzenlenen bir başka festival, Beypazarı ilçesinde yapılan Beypazarı ve Yöresi Festivali’dir. Yabancı konukların da olduğu festival; halk oyunu gösterilerine, sergilere ve konserlere ev sahipliği yapmaktadır.
·         Uluslararası Anadolu Günleri Kültür ve Sanat Festivali: Ankara’nın Etimesgut ilçesinde her yıl düzenlenen bu festival, ağustos ayının son haftası ile eylül ayının ilk haftası aralığında yapılmaktadır. Festival boyunca birçok konser, defile ve halk oyunu gösterileri yapılmaktadır.
·         Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali: Ankara’nın belli bir noktasında değil; birçok farklı noktasında eş zamanlı olarak organize edilen bir festivaldir. Festivalin ana amacı halka tiyatro sanatını sevdirmektir. Kasım ayında gerçekleşen festival, Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) ve Çankaya Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü ortaklığı ile organize edilmektedir.
Ankara’da Konaklama
Başkent ve büyük bir şehir olmasından dolayı Ankara’da konaklama konusunda problem yaşamazsınız. Nitekim Ankara’nın birçok noktasında farklı bütçelere ve zevklere hitap eden konaklama seçenekleri mevcuttur. Özellikle doğa ile baş başa kalmak isteyen öğrenciler için Kızılcahamam ilçesinde konaklamalarını tavsiye ederiz. Nitekim bölgede kaplıcaların şifalı sularından faydalanabileceğiniz birçok otel bulunmaktadır. Tarihi Suluhan Kervansarayı gibi noktalara yakın yerlerdeki oteller ise geleneksel mimari çizgisi ile birçok kişinin beğenisini kazanıyor.
Kaynak: https://geziyoruz.com/ankara-ucak-bileti
0 notes
glaukopiss-blog1 · 7 years
Text
Antik Yunan ve Roma’da Büyü.
öncelikle belirtiyim tek bir kitabın özeti niteliğinde bilgiler sunucam.biraz da tez buldum dileyen bana ulaşıp bu tezlere de erişebilir. Sizlere kaynaklarda,buluntularda büyü kavramını karşılayan Grekçe-Latince kelimelerin hangileri olduğundan da bahsetmicem çünkü gerçek hayatta ne işinize yarıcak. Eski dünyada büyü ,genellikle kurşundan yapılma ince levhaların üzerine bir takım,büyü metinleri,tasviri resimler ya da tılsımlar kazılarak yapılıyor ve duruma göre bir yere saklanıyordu.Duruma göre dedim evet büyünün işlevine göre ;özellikle yeraltı tanrılarının olmak üzere tapınaklara,su kaynaklarına,mezarlıklara ya da büyü yapılcak kişi ile bağlantılı bir yere (ev,işyeri ) saklanıyordu.Eski dünyada olsaydınız siz de büyü yapabilir ya da bir uzmandan destek alabilirdiniz.yani şimdiki gibi pek bi olayı yok ama illa mezara koycam derseniz siz yine de bi uzmana danışın derim çünkü onun raconu ayrı. isterseniz şimdi de yapın canım banane büyü levhalarının nasıl yazıldığına ya da kime hitaben yazıldığına  geçmeden önce çeşitlerinden bahsetmek isterim. ilk aklınıza gelen Aşk ve pozitif anlamda bağlama büyüleri olabilir.pozitif anlamda dememin sebebi bağlama kavramının elden ayaktan düşürsün,gebersin,sakat kalsın manası da olabiliyor ki nitekim beddua levhalarında ya da adalet dualarında öyle. AŞK BÜYÜLERİ :bilirsiniz ki bu konuda da iki duygu ön plandadır.örneklerle bahsedeyim ilki “ allam ne kadar da hoş bir adam keşke benim olsa ” ikincisi “ berkecan çok yakışıklı ama sevgilisi var ve işallah pelinsudan ayrılır” Fakat konumuz olan çağlarda bir de aşk değil cinsel çekime yönelik bir büyü var. neyse ben susuyorum ve örneklerim konuşuyor.Gerçi bi tane var.
Hukuki Büyüler Farzedelim ki bir dava duruşmasında karşı tarafın avukatı sağlı sollu savunmaları çakıyor ve bu sebeble karar sizin aleyhinize çıkıyor,napıcaksınız? Temyiz mi,ne temyizi ya büyü yapcaksınız tabi ki. evet buluntuların bir çoğu böyle ve beddua niteliğinde,en çok istenen de özellikle hatiplerin dillerinin bağlanması, buyrun örneği: Yarış (bahis ) Büyüleri
Alam yarabbim kuponum tek maçtan yatmasın yarabbiim amin,şekli değil de biraz daha değişik.Malumunuz o zamanlar futbol henüz yok.efendime söyliyim disk atma biraz daha geç dönem için atlı araba yarışları böyle şeyler var daha çok ve ata bile büyü yapılmış koşamasın ayakları bağlansın diye ya da tam tersi ata şans getirsin diye yazılan büyüler var.Örneğin koşacak atın nalına “ bana başarı ver” gibisinden şeyler yazılmış.Büyü levhaları bunun haricinde hipodrom duvarlarının dibinde ya da start kapılarına gömülüyormuş.Klasik dönem Yunanistan'ında spor müsabakalarından çok tiyatral yarışlar hakkında yapılmış bu levhalar.Zamanla çok yaygın bir hale gelmiş,M.S 389 yılında bu büyüyü yapanların teşhir edileceği duyulmuştur. Ticari Beddualar 
Antik Yunan'da olsaydı mesela bu iki esnaf birbirlerine kesin beddua levhası hazırlardı özellikle sağdaki.Evet,girişten anlaşıldığı gibi bu bedduanın kaynağı,rekabet.Özellikle Klasik dönem Yunan dünyasında ve Hellenistik dönemden kalma levhalar var yani buluntuların büüüüyük bir kısmını bu tarihlerden kalanları oluşturuyor.En çok beddua edilen meslek grubu ise genelev sahibler ya da hancılar.(ya ne olacağdı ya)  Bunların haricinde -bugün de olduğu gibi ,- aklınıza gelen her türlü konu için büyü yapılıyordu.Misal,memelerinizin sertleşmesini mi istiyorsunuz birkaç sihirli harfi o zamanın sütyeninin içine sarıp günlerce onla gezin sertleşene kadar çıkarmayın. Yapılan büyüye göre hitap edilen ya da desteği beklenen tanrısal güçler değişiyordu elbet.Şimdi tek tanrılısınız işler kolay tabi.Örneğin Helios'a ,Apollon'a şans ya da kehanet büyülerini,Adalet ile ilgili olanları ne bileyim öç tanrıçalarına ,ya da genel itibari ile yer altı tanrılarına (Persephone,Hades ) havale edebilirdiniz. Sizi sıkmadan büyü levhalarının şekil özelliklerinnden bahsedeyim.Hani ilkokulda iş eğitimi dersinde aliminyum kabartama yapardınız /yapardık ya aynennnn o şekil,ama kurşun o devrin en işlenebilir materyali olduğu için kurşun levhalar tercih ediliyor,özellikle kamuya ait kanalizasyon sisteminde kullanılan olursa tadından yenmez.Neden mi?ÇÜMKİİİ üzerinden su geçiyor,büyü işlerinde su çok önemlidir tıpkı bugünkü gibi. Kitabı okursanız bir çok kere BÜKÜLMÜŞLÜK kavramını göreceksiniz.Bu hem üzerine yazdığınız levhanın bükülmüşlüğü  hem de yazının bükülmüşlüğü. WHAT DI FAK YAZININ BÜKÜLMÜŞLÜĞÜ derseniz de İĞZI HANİİİİ LOK ET DI PIKÇIRS derim.çünkü anlatması na-mümkün birşey. BU YAZI ŞEKLİNİN ADI ; BOUSTROPHEDON THE EGZAMPIL…. ayrıca,levhalarda Voces Magicae şeklinde kalıplaşmış kutsal kelimeler (hokus pokus gibi düşün ) harfler,şekiller,tılsımlar,resimler mevcut.Bir takım ifrit adları ,ya da kimsenin anlayamadığı ama büyünün muhattabı ifritlerin anlayabilceği kelimelere de rastlanmış.Yazı çift dil ile yazılmış olabiliyor,ya da hecelerinde bi oynaklık yaptıkları levhalara da rastlanıyor.o dönemde materyallere kolay ulaşım sebebi ile sıradan kişiler de yapıyor,etkili olması için uzmanlara bırakılıyordu bu levha işleri. Bir de dikkate değer bir konu var.Büyü yapılacak kişi tasvir ve de tarif ederken baba soyu ile değil ana soyu ile yazıyorsun.hasan oğlu hüseyin değilde ayşe oğlu hüseyin gibi yani.Gerçi bu bugün de böyleymiş sanırım cağnım tivıtırın vasıtasıyla öğrendim bunu da. peki toplum tarafından nasıl karşılanıyordu?Peki bugün toplum tarafından nasıl karşılanıyor? hah aynısı işte.Genellikle büyü yapanlar ya da yaptıranlar hakkında kötü düşünüyorlar zaman zaman kötü düşünme somut olarak yasaya dönüşüyor ceza ya da ifşa yolu ile engellenmeye çalışılıyordu.Platon amcamın eserlerinde bazen bu konuya ilişkin eleştiriler de mevcut aslında ama biri hariç.Yani bu levhaların bir çeşidi toplum tarafından zerre yadırganmıyor.O da Adalet duaları : Bu kategoride özellikle çalınan eşyayı geri getirme.örnek veriyorum : bahçeden tarım aletiniz çalındı,ne yapcaksınız ? Tabi ki allah senin belanı versin diceksiniz.İşte bu durumun biraz daha değişik biçimi bu.Genellikle Tanrılardan örneğin Hermes,Demeter gibi tanrılardan “ey tanrım benim malımı çalan ,geri getirene kadar sürüm sürüm sürünsün ” gibi birşey yazarsınız levhaya ,burda kalıplaşmış metin yoktur.Tüm içtenliğinizle,tanrıya /tanrıçaya yalvarır adaletin yerini bulmasını dilersiniz.Bazen çalınan malı geri getirene kadar bazen de geri getirse de sürüm sürüm sürünsün isitersiniz.Şüphelinin genelde ismi belli değildir en nihayetinde kamera falan yok alan yolunu buluyor ama belli olanlara da rastlanmış.Bu gibi levhalar çoğu kez tam ortasında bir delik ile bulunmuş.Bu da levhaların gömülmeden önce kamuya açık yerlerde afişe edilidğini gösteriyormuş.örneğin Forumda duvara çivilenmiş,3 gün kalmış sonra da gömülmüş. son olarak büyü nasıl ortadan kalkar sorunusun cevabına gelince.Levha bulunursa ve yok edilirse laneti de kalkar. ilginç bir konu da kitabı okursanız ( OKUYUN) göreceksiniz önyargılarınız kırılsın.buluntuların ezici çoğunluğu levhaların erkek elinden çıkma,tabi bu kitapta konu edilen koleksiyonların genellemesi. daha bir sürü ilginçlikler var fakat okumanız lazım çümkii yazmaktan sıkıltım.şimdi bir sigara yakmam gerek…
1 note · View note
muhendisliklerr · 7 years
Photo
Tumblr media
Su yönetim sistemleriyle ilgili projeler geliştiren Aquaila ve araba üreticisi SEAT bir araya gelerek, atık suların geri dönüştürülmesi üzerine bir projeye imza attılar ve bu sulardan yakıt yapmayı başardılar. Life Metha-Morphosis ismiyle anılan bu projenin asıl amacı; atık sulardaki organik maddeleri kullanarak bioyakıt üretmek. Bu yolla üretilen CNG (Sıkıştırılmış Doğal Gaz) ile araba motorlarını ateşlemek ve CO2 emisyonunu %80 oranında azaltmak mümkün. Evlerde, arabalarda hatta gemilerde kullanılmak üzere tasarlanan proje, atık sulardan elde edilen biometanı motorlarda veya ısıtmada kullanılabilecek seviyeye getirmek için çaba sarf ediyor. Bu proje de benzer temelle hazırlanan diğer projeler gibi anaerobik sindirim (AD) adı verilen bir süreçte, katı atıkları parçalamak için bakteri kullanılmasını gerektiriyor ve ortaya metan çıkarılmasını sağlıyor. Atık su ile gazı ayıracak tesislerini de kuran ve bu yolla üretilen yakıtı kullanan arabalarının üretimini geliştirmek için çalışan iki şirket, ortaya çıkan yakıta dair ilginç bilgiler de verdiler. Ortalama 50,000 kişinin yaşadığı bir kasabanın atık sularının dönüştürülmesi ile bir arabanın 5 milyon kilometre yol alabileceğini söyleyen yetkililer, İspanya'da her yıl 4000 hektometre3 yani 1,5 milyon yüzme havuzu büyüklüğünde suyun da arıtıldığının altını çizdiler. Her gün, orta boy bir arıtma tesisi 10.000 m3 su arıtabilir ve 1000 m3 biyometan üretebilir. Bu da 150’den fazla otomobilin günde 100 km’den fazla yol yapması için yeterli olduğunu da belirttiler. Avrupa Birliği tarafından kısa bir süre önce koyulan yakıt tüketimi sınırlarından da etkilenmeyen araba, SEAT'ın SEAT Leon TGI, SEAT Leon ST TGI, Seat Leon ST ve Seat Mii Ecofuel modelleri gibi Avrupa Birliği’nin Aralık ayında hava kirliliğini önlemek için büyük şehirlerde yürürlüğe koyduğu trafik kısıtlamalarından etkilenmeden trafiğe çıkabiliyor . . #teknoloji #bilim #mühendislik #mühendis #engineering #fizik #iş #öğrenci #engineer #mühendislikler #mühendislikfakültesi #fakülte #mekatronik #yazılım #makine #robot #endüstri #ucak #proje #tasarim #elektronik #araba #su #electronic #vizeler #sinav #endustri #seat #atik #software
0 notes
fenrees · 4 years
Text
Pigment Nedir, Ne İşe Yarar? Özellikleri Nasıldır?
Pigment olmadan renk olması mümkün değildir. Gözümüzle gördüğümüz bütün renkler pigmentlerden dolayı ortaya çıkar. Pigment kısaca renkleri oluşturan moleküller, maddeler ya da tozlar olarak tanımlanabilir. Pigmentlerin kaynakları metal oksit, tuz ya da organik olabilir. İnorganik kaynaklı pigmentler de bulunur. Canlıların cilt rengi, saç rengi, göz rengi pigmentlerle ilgili bir durumdur. Eski çağlarda pigment üretimi için kilden ve topraktan faydalanılırdı. Modern dünyada ise artık pigmentlerin kimyasal süreçlerle elde edilmesi mümkün olmuştur. İnsandaki pigmentler vücut tarafından doğal olarak salgılanmaktadır. Pigmentler renk vermekle birlikte aynı zamanda kapatma yeteneği katar, dayanıklılığın artmasını sağlar.
Pigment Nedir konusuna kısaca değindik. Şimdi detaylara geçelim.
Halüsinasyon nedir? Bilgilerine de bakabilirsiniz.
Pigmentin Tarihi Nasıl Başlar?
Pigmentin tarihi tarih öncesi çağlara kadar uzanmaktadır. En eski pigmentler doğal minerallerdir. Eski çağlarda pigment olarak demir oksit ve okra kullanılırdı. Arkeologlar yaptıkları çalışmalar sonucu insanların estetik amaçlı pigmentler kullandıklarını respit etmiştir. Araştırmalar sayesinde yaklaşık 400 bin yaşında olduğu tahmin edilen boya öğütme makineleri ortaya çıkmıştır. Pigmentin siyah olması için insanlar eski çağlarda kömür tercih ediyordu. Sanat devriminde renk aralıkları günümüzde olduğu kadar çeşitli değildir.
Genellikle toprak ve mineral kaynaklı pigmentler tercih edilirdi. Biyolojik pigmentlerin de tercih edildiği olurdu. Bunun için yumuşakçalar, böcekler ve hayvansal atıklardan faydalanılırdı. Ne var ki bazı renklerin elde edilmesi neredeyse imkansızdı çünkü özellikle biyolojik yoldan pigment elde etmek yoğun emek ve zaman istiyordu.
Biyolojik Pigmentleri İlk Kimler Kullanmaya Başladı?
Biyolojik pigmentlerin kullanılması milattan önce 1200 yılına, Fenikelilere kadar uzanmaktadır. İlk biyolojik pigmentin bir salyangozdan elde edildiği bilinmektedir. Ortaya çıkan renk ise tyrian mor yani su moruydu. Kumaş boyası olarak o tarihlerde zambak moru kullanılıyordu. İstanbul’un fethedildiği 1453 senesine kadar hem Romalılar hem de Yunanlar kumaş boyası için bu pigmenti tercih etmişlerdir. Mavi rengin elde edilmesi için insanlar lapis lazuli adında yarı değerli bir taşı kullanmışlardır.
Ne var ki taşın kaynağının uzak olması renk kullanımının kısıtlanmasına yol açmıştır. Bu nedenle mavi zengin rengi olarak bilinir. Mavi renkli bir tablo ya da malzeme olduğu zaman insanların bunları satın alması için daha yüksek ücretler ödemesi gerekiyordu. Sanatçılar bu yarı değerli taşın pahalı ve uzakta yer almasından dolayı eserlerinde daha çok smalt ve azurit gibi minerallerden elde edilen pigmentleri kullanmaya başladılar.
Renk Pigmentlerinin Kullanımı Dünyaya Nasıl Yayıldı?
Renk pigmenti kullanımının dünyaya yayılması 16 yüzyılda  gerçekleşmiştir. İspanyol İmparatorluğu’nun bu dönemde dünyanın beş kıtasında da toprağı bulunuyordu. Bu durum Atlas Okyanusu’nun her iki yakasına da renk pigmentlerinin yayılmasıyla sonuçlandı. Orta ve Güney Amerika bölgesinde bu dönemlerde böcekten elde edilen kırmızı renkli be ismi carmine olan bir boyayı kullanıyordu. Bu boya Avrupa’da önemli bir konuma sahipti. Bu boya sanat eserlerinde, vücut boyası olarak, kumaşta ve diğer alanlarda kullanılmıştır.
Gümüşten sonra gelen en değerli madde carmine’di. Carmine ve mavi renk Avrupa’da çok uzun bir süre zenginliğin sembolü olarak görülmüştür. Pigment Nedir konusunu detaylıca incelemeye devam ediyoruz.
İlk Sentetik Pigment Nasıl Elde Edildi?
Sentetik pigment üretilmesi yanlışlıkla olmuştur. Sentetik pigmentlerin üretilmesinden önce insanlar doğal yollardan pigment üretiyorlardı. 1704 yılında yanlışlıkla Prusya mavisi adındaki renk üretilmiştir. Bu renk ilk üretilen sentetik renk olarak tarihe geçmiştir. Perkin leblebi olarak bilinen anilin moru, ilk sentetik ve organik kimyasal boyadır. Bu buya 18 yaşında bir kimyager olan William Henry Perkin tarafından üretilmiştir. 20 yüzyıldan sonra artık pigment üretimi büyük ölçüde sentetik şekilde yapılmaya başlanmıştır. Sentetik üretim yapılması, renk aralığının genişlemesini sağlamıştır. Pigment moleküllerinin hepsi, doğal ya da yapay fark etmeksizin, belli bir enerji ile harekete geçer. Rengin oluşması için mutlaka ışık olması gerekir.
Pigment İle İlgili Video Anlatım
Pigment Nedir konusuyla ilgili izleyebileceğiniz bilgilendirici bir video.
youtube
Pigmentlerin Özellikleri Nelerdir?
Pigment özellikleri arasında şunlar yer alır:
Renk verme mukavemeti,
Isı kararlılığı,
Boyanması,
Şeffaf ya da opak oluşu,
Işınlara karşı dayanıklılığı,
Toksitesi,
Alkali ve asitlere karşı direnci pimentlerin üretiminde önemli özellikler kabul edilmektedir.
Pigmentler farklı çeşitte olabilir. Metal bazlı, organik ve biyolojik pigmentler bulunmaktadır. Türüne göre farklı renkler elde edilmektedir. Örneğin demir oksit pigmentlerden oksit kırmızı, kırmızı küre, Prusya mavisi ve sanguine gibi renkler elde edilmektedir. Türlerine göre elde edilen renklerden bazıları şu şekilde sıralanabilir:
Biyolojik pigmentlerden gamboge, tyrian mor, gül çiçeği, alizarin,
Kil toprağı pigmentlerinden sarı kurt, yanmış amber, ham amber, yanmış kahveregi,
Karbon pigmentlerinden fildişi siyahı ve karbon siyahı,
Titanyum pigmentlerinden titanyum sarısı, titanyum beji ve titanyum beyazı elde edilebilir.
Diş sızlaması nedir? Hakkında detaylar yazımızdadır.
Pigment Doku Nedir?
Pigment doku melanositler olarak da bilinir. Özellikle görme merkezinde yoğun olarak bulunurlar. Gözün retina kısmı ve iris kısmında bulunur. Deride ise daha az yoğun olarak lifli dokularda yer alır. Hayvanlar soğukkanlı ise derilerinde pigment doku nedeniyle yer yer koyuluklar bulunur. Hücre içinde pigmentler çekirdeğe yakın bulunur. DNA’nın güneş ışınlarından zarar görmemesi için onu korur.
Pigmentler Hakkında İlginç Bilgiler
Pigmentler hakkında bilgilerden bazıları şu şekilde sıralanabilir:
Melanin pigmenti sentezlenmediği zaman albino adı verilen cilt hastalığı meydana gelir.
Siyah derili insanların cildinde melanin ismi verilen renk pigmenti bulunur.
Yapılan araştırmalar dünya genelinde pigment pazarının 30 milyar dolar civarında olduğunu ortaya koymuştur.
Pigmentler günümüzde en çok boya, mürekkep, plastik ve seramik sektörlerinde kullanılmaktadır.
Demir bakımından zengin olan topraklarda yer alan demir oksitler tarih öncesi dönemlerden bu yana sıkça kullanılmaktadır.
Mango yapraklarından ve sığır idrarından mango sarısı rengi elde edilmiştir.
İnci küpeli kız isimli tablonun sanatçısı ünlü ressam Hollandalı Johannes Vermeer, eseri için böcekten elde edilen varmian ve taştan elde edilen mavi rengini kullanmıştır.
Cochineal isimli böcek kaktüslerin üzerinden asalak olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu böcekten kırmızı rengi elde edilir. Renk ruj, allık, kola, sosis üretiminde kullanılmaktadır. Böcek kilosu 500 Euro civarında satılmaktadır.
Metalik bir tuz ile çözünen pigmentler göl pigmenti olarak adlandırılırlar.
Biyolojik pigment terimi, bütün renkli maddeler için kullanılabilir.
Eğer bir canlının gözünde görme merkezinde renk pigmenti az olursa ya da hiç olmasa renk körlüğü adı verilen durum ortaya çıkar.
Ciltte Pigment Bozukluğu Nedir?
Ciltte pigment bozukluğu melanin isimli yapıdan kaynaklanmaktadır. Bazı durumlarda cilde rengini veren pigmentlerde sorun olur. Bu nedenle cildin bir bölgesi fazla miktarda melanin üreterek rengin koyulaşmasına yol açar. Bunun tam tersi durum da söz konusu olabilir. Clidin bir kısmında hiç melanin üretilmediği zaman cilt beyazlaşır. Bu iki durum da ciltte pigmentasyon bozukluğu olarak adlandırılır. Pigment burada insan derisinin rengi anlamında kullanılmıştır. Sağlıklı insanların ten rengi normaldir. Ancak hastalık durumlarında ten renginde farklılıklar olabilir. Yaralanma da cilt renginin normalden daha açık ya da daha koyu olmasına yol açabilir. Pigment renklerinin düzensiz olması durumu hiperpigmentasyon olarak adlandırılmaktadır. Ciltte melanin artışı olmuştur. Hamile olmak ya da güneş ışığına çok fazla maruz kalmak bu duruma neden olabilir.
Havale ne demek? Bilgilerini de inceleyebilirsiniz.
Pigment Nedir konusuyla ilgili yorumlarınızı ve sorularınızı bekliyoruz.
Kaynak: https://www.zovovo.com/pigment-nedir/
0 notes
butter-ballies · 5 years
Text
Üzerinde yaşadığımız Dünya ile ilgili şaşırtan gerçekler ve ilginç bilgiler...
1. Dünya üzerinde keşfedilmiş en dayanıklı canlı olan Tardigrad, vakumlu uzay ortamında 10 gün hayatta kalabilmektedir.
 2. Dünya’nın çekirdek kısmı 5500 santigrat derece sıcaklıktadır. Bu sıcaklık, Güneş’in yüzey sıcaklığına hemen hemen eşittir.
 3. Antarktika’daki toplam buz miktarı, Atlas Okyanusu’ndaki su miktarına eşittir.
 4. Dünya’ya her gün 8.600.000 yıldırım düşmektedir.
 5. Dünya üzerindeki ilk canlılık örneklerine günümüzden 3.5 milyar yıl öncesine ait tabakalarda, Avusturalya’da rastlanmaktadır. Bu o kadar uzun bir süredir ki, o dönemde atmosferde oksijen bile bulunmamaktadır.
 6. Çin’deki hava kirliliği uzaydan görülmektedir. Çin Seddi, uzaydan görülemez.
 7. Her gün 200.000 bebek dünyaya gelmektedir.
 8. Bir insan uzay boşluğunda, tamamen korunmasız olarak en fazla 2 dakika hayatta kalabilir.
 9. Kum taneleri mikroskop altında böyle görünür.
 10. Bir günde 24 saat yoktur. Doğrusu, 23 saat 56 dakika 4 saniyedir.
 11. İnsan DNA’sı %50 oranında muz DNA’sı ile aynıdır.
12.  Dünya, bir bowling topundan bile daha pürüzsüzdür. Bowling topunun üzerindeki, hissedilemeyen pürüzlerin aksine, en yüksek dağ ile en derin okyanus bile Dünya yüzeyinin kalınlığının sadece 5.000’de 1’ini oluşturur.
 13. Dünya’daki suların %97’si tuzlu, %3’ü tatlı sudur.
 14. 1 Litre okyanus suyu içerisinde, 1 gram altının 13 milyarda biri kadar altın elementi bulunur.
15. Her yıl, 2.000 adet yeni deniz türü tanımlanmaktadır.
 16. Denizlerdeki atıkların %90’ı plastiklerdir
 17. Okyanuslarda ortalama 1.000.000 adet tür yaşadığı düşünülmektedir. Üstelik tüm okyanus türlerinin sadece%33’ünün keşfedildiği düşünülmektedir.
 18. Her yıl ortalama olarak 8-12 adet insan, köpekbalığı saldırıları sebebiyle ölmektedir. Her yıl 100.000.000 civarında köpekbalığı, insan saldırıları sebebiyle ölmektedir.
 19. Her saniye 2 insan hayatını kaybetmektedir.
 20. Bugüne kadar gezegenimizde 106.000.000.000 insan yaşamıştır. 2050 yılına ulaştığımızda Dünya’da 9.200.000.000 insan olacağı tahmin edilmektedir.
0 notes