#su çatlağını bulur
Explore tagged Tumblr posts
Text
Sus, Konuşma!
Bariz bir denklem var ediliyor. Bütünüyle kıyıcı, yıkıcı, tüketen bir medyumun ortasında, hayat ehveninden alıkonulurken, susun buyruluyor, bu sizin işiniz değil. En küçümen hal ve yaşlardan kazık kadar insanı suretlere dönüşmüş olsanız da asla geçerliliği eksilmeyen bir önerme, ön alma hali her gün yeniden biçimlendiriliyor. Evden, okula, okuldan kışlaya ya da staj yapılan iş yerlerine, bunlar aşıldığında da gündelik yaşam pratiğinin evi kılınan o iş yerlerinde hep ama her dem sürekli güncellenen bir meselle sus konuşma vaz ediliyor artık. Kes, kopyala, yapıştır söylem yığını içerisinde müşterek itiraz hakkının, ortaklaşma halinin var ettiği sorgulama önceliğinin önü alınmak istenir. Belirsiz, nedensiz, yok yere değil tam da doğrudan bir müdahale istemine sahip çıkarak / arka çıkarak topyekun itiraz da imkansız kılmak istenir. Her güne içkin kılınan tahakküm / tehdit ve bir dolu yönelim, uyarı ve ikazlarla birlikte bu cerahat sarmalı haline dönüşmüş ülkede susun buyrulur.
Gelişigüzel değil doğrudan bilinçli bir yönelim hali içerisinde memleket sathı mahallinde itiraz hakkı gasp edilir. Sus konuşma, aman düşünme, bırak şimdi ağzımızın tadı / tuzu da kaçmasın, şöyle olursa bu, böyle olursa şu evlerden ırak gibi silsile halinde bir tepkimeler ile var edilmiş olan katran karanlığı es geçilsin istenir. İyi de sadece son birkaç aylık değil aşağı yukarı yirmi bir koca yıllık bir iktidar pratiğinin günbegün var ettiği hemen hemen her şey bu ön alma / engel / takoz olma halleriyle bir bilinci hücceten yok etmiştir. Hepsi bir, hep birden var edilmiş olagelen denklemlerle / yapılandırma ve büyük bir korku hali içerisine rehin ederek bir ülkeyi bildiğimizi var saydığımız eleştirinin de köküne kibrit suyu dökülmesi sağlama alınır. Bugün, son kertede pazarlıklar, şöyle dedik böyle oldu hal ve istemlerinin kıyısında canhıraş bir biçimde hayat hakkı yerle bir edilirken buna itirazın dahi var edilemediği bir yurt / ülke / yer gerçek kılınmaktadır. Üstümüze biçimlendirilip, her gün bir yerinden teyellenen demokrasi mefhumunun böyle bir şey olmadığı ilkten bildirmek farzdır!
Bianet’ten Evrim Kepenek’in haberini aktaralım: “Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mitinglerde Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu PKK’lilerle birlikte gösteren ve gerçek olmayan montaj olan videoyu göstermesi TRT Haber'de Abdülkadir Selvi'nin programında da konu oldu.
Selvi, "Konuşmanızda iki defa 'bunlarla video çekmişlerdir' dediniz. Ben onu tam anlayamadım. Yani kim, neyle video çekmiş?" sorusuna Erdoğan'ın "Kılıçdaroğlu'nun Kandil'dekilerle [...] ama montaj ama şu ama bu video çekimlerini yaptılar" şeklindeki yanıtına, Kılıçdaroğlu "Montajcı sahtekâr" ifadesiyle karşılık verdi.
Ayrıca senarist Murat Çobanoğlu da sosyal medya hesabından bugüne kadar Kılıçdaroğlu ile ilgili yapılmış olan montaj video ve fotoğraflara dikkat çekti.
Peki AKP iktidarının “dezenformasyonu engellemek” adına çıkardığını iddia ettiği “Dezenformasyon Yasası”nda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “montaj” diye açıkladığı videonun bir karşılığı var mı?
İfade Özgürlüğü Derneği Başkanı Prof. Dr. Yaman Akdeniz ve İstanbul Barosu eski başkanlarından avukat Turgut Kazan bianet’e yorumladı.
“Türkiye açısından çok tehlikeli”
Prof. Dr. Yaman Akdeniz de bianet’e şu değerlendirmeyi yaptı:
“Dezenformasyon suçunu Meclis’ten geçirenlerle dezenformasyon suçunu işleyenler aynı kişiler. Mesela dezenformasyon suçuyla ilgili ilk soruşturma Kemal Kılıçdaroğlu hakkında açılmıştı. Uyuşturucu haberiyle ilgiliydi. Hem Emniyet Genel Müdürlüğü hem de Jandarma hem tweet atmış hem de suç duyurusu yapmıştı."
“Bir taraftan dezenformasyon içermeyen ve üst düzey bir ana muhalefet partisi liderinin sözlerine dezenformasyon olarak kabul ediliyor. Tabii dokunulmazlığı olduğu için soruşturma havada kaldı. Fakat yine de bu soruşturmanın gündeme gelmesi dahi facia. Ama bir diğer taraftan Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gerçek olmadığı çok belli, muhalif kesim tarafından bilinen bir video hakkında bu şekilde konuşması bir dezenformasyon. “O videolar var. Biz bunları görüyoruz” dedi. Bunu TRT'de canlı yayında söyledi."
"Gerçek olmayan bir videonun gerçek olduğunu beyan etmiş oldu. Çok tehlikeli ve Türkiye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında soruşturma açacak herhangi savcı yok. Mesela pazar günü seçilemezse sade vatandaş olacak. Hakkında bir soruşturma açılacak mı? Bilmiyoruz."
“Biz şu anda uzun zamandır Türkiye'de olanları hukukçular olarak hukuk bilgisiyle açıklayamıyoruz. Mümkün değil. Buradaki paradoksu ortaya koymak lazım. Bir tarafta Kemal Kılıçdaroğlu hakkında soruşturma açılırken dezenformasyon soruşturması açılırken Cumhurbaşkanı Erdoğan istediği şekilde dezenformasyon yapabiliyor. Tabi çok tehlikeli bir durum.”
Kazan: Bunların inancına göre düşmana karşı her şey mübah
İstanbul Barosu eski başkanlarından avukat Turgut Kazan da şunları belirtti:
“2017 referandumunda yalnız Cumhurbaşkanı'nın yetkileri artmadı bir de korumaya alındı. O yüzden Cumhurbaşkanı için suç işlediği yolunda bir girişimin ulaşabileceği bir durum yok. Meclis’te 400 oyla Yüce Divan’a sevki gerekir. Bir cumhurbaşkanı için sözünü ettiğiniz öyle bir yaklaşım ve öyle bir ifade kullanmış olmak da inanılır bir şey değil."
“Çünkü Cumhurbaşkanı bir çeşit devletin başıdır. Devletin başı herkese örnek olmalı olmak zorundadır. “Böyle bir yaklaşım asla kabul edilemez. Demek ki siz bunu hem yaptınız yaptığınızı biliyorsunuz. Üstelik de savunuyorsunuz. Çünkü karşı taraf onlar açısından düşmandır. Bunların inancına göre düşmana karşı her şey mübahtır."
“O yüzden hiç şaşırmadım. Ben zaten Cumhurbaşkanlığı'nın işte kendisini eleştiren herkesi düşman saydığını görüyorum. O yüzden de şaşırmadım. öyle bir yaklaşım içinde bulunmasına yani onu ifade etmesine şaşırmadım. Zaten kendisi de gayet doğal olarak. ‘Evet, evet, evet...'Biz bunu hep böyle yaparız demiş oluyor.’ Ne yazık ki. Ama siz bunu eleştirirken biraz daha sert ifadeler kullanırsanız, yargılanma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsınız. Cumhurbaşkanı bu yaptığı şeyi inanılmaz gayet doğal sayıyor. Siz Cumhurbaşkanını eleştiremezsiniz ama o size her türlü hakareti edebilir. O yargılanmaz, siz ona ‘dezenformasyon yapıyorsun’ derseniz yargılanırsınız. Türkiye'de rejim budur.”
“28 Mayıs seçimi bizim önümüzde demokrasiye ve hukuk devletine giden yolun açılabilmesi için son şanstır. Bu şansla kullanılamazsa doğru kullanılamazsa sandığa bir daha sandık yoluyla Türkiye'yi değiştirebilme imkanı da kalmayacaktır."
Ne olmuştu?
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim öncesi mitinglerinde ve gençlerle buluştuğu programda gösterilen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun montajlanmış bir videosu dün tekrar gündeme geldi.
Pazartesi günü TRT ortak yayınında Cumhurbaşkanı Erdoğan soru üzerine, “Kılıçdaroğlu'nun Kandil'dekilerle video çekimleri var. Ama montaj ama şu ama bu” dedi.
Erdoğan’ın bahsettiği görüntünün orijinali, Millet İttifakı’nın 2023 Türkiye Genel Seçimleri için yayınladığı kampanya filmi. Bu kampanya filminde Kılıçdaroğlu’nun arkasına Murat Karayılan’ın da aralarında olduğu PKK’liler montajlanmıştı.”
Bütünüyle haber metni meramını var ediyor. Sorgusuz, sualsiz demokrasicilik oyununa devam derken Baş Efendi, montaj bir kayıtla, yılların sultasına dur demeye gayret eden, artık birbirinin gırtlağına çöktürülmekten, düşman, hain, mihrak bilinip, atanmaktan da fevkalade yorulan / bıkan bir halka çözümü sulhu vaat eden Kılıçdaroğlu hedefe konulur. Mesele her zamankinden farklı olarak aidiyeti, kimliği, inancındaki farklılıklarla yara bere içinde konulmaya devam denilen bir menzilde, ilk defa halkın haklılığından dem vurup, mevzuyu hakkaniyetle yüzleşmeye getirmek isteyen bir temsile bir de böylesi bir kuru iftira ile hayat dar edilmek istenir. Cerahat eli yükseltildikçe, montajsa montajdan, Kandil’de dağdakilerle görüştü bahsine bir şecere ortaya karışık dökülüverir. Biteviye hiç kesintisiz bir biçimde noksansız bir kötülük haliyle Baş Efendi, Soylu, vekil bozuntusu kimi tiplemeler, Fahrettin Efendinin beslemesi troller, nice yüreğini kine boğdurmuş, aklını çoktan ipotek altına almış temsiller ve nicesiyle ve o herkesi kuşatan yavşak medya eliyle Kılıçdaroğlu’nun umudu var etme istemi yok sayılır. Yok olsun istenir. Hukuki hal, var edilmiş cerahat çeşitlemesi bir yandan, bir de böylesi bir toplumsal ayrıştırma gayreti o darbeleri yok ettik, demokrasiyi var ettik diyen AKP’nin aslında nasıl da despotizmin ta kendisi olduğunu da ifşa eder.
Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’den başlayarak, yıllar yılıdır sürdürülen ötekileştirme, HDP ve tüm öncüllere reva görülen ‘terörist’ bunlar şartlanmışlığı bir kere daha utanmazca birinci elden işlenir. Bütün bunların gümbürtüsü kafi gelmez, ekonomik çöküş konuşulmasın varılan ülke dert edilmesin diye çıkagelen tüm ikazlar engellenir. Dahası seçimin son dönemecinde Kılıçdaroğlu’nun aksettirdiği, ne yapacağına dair o kısa mesajların dahi yollanmasına mani olunur. Televizyon ekranları baş efendi için sonuna kadar açıkken, bizatihi o montaj lafzını iftiharla paylaşırken dahi göründüğü TRT ekranlarında Kemal Kılıçdaroğlu’nun varlığı %1’i bile geçmez. Bütünüyle, her şekilde cerahat politikasının üstünde, kötücül, nefrete tutunan bir dille, aralıksız ayrıştırma hallerinin ortasında bir seçim / tam da Kemal Kılıçdaroğlu’nun bahsettiği gibi / referanduma dönüştürülür. Ya sonrası...
Seçim öncesindeki son yirmi dört saate sığdırılan, hedef almalar, gözaltılar, tehditler ve ekranlardan neredeyse hiç inmeyen baş efendi, baş faşistin son mitingleri, son en son dakika çıkagelen geçen Ayasofya’da, şimdi Eyüp Sultan’da gerçekleştirilen camii-miting tahayyülleri, yine buralardan verilen mesajlar ve nicesiyle, arasız, fasılasız ötekileştirmeyi önceleyip toplumu hedefe koyan bir zihni garabetlik ve ötesiyle seçim sathı mahallinde son düzlük tamama erdirilir. Nihayetinde bir beş senenin daha nasıl yönlendirileceği her nereye doğru koşulduğu zaten kendiliğinden ortaya dökülürken, paldır küldür var edilen her tahakküm veçhesi, her biyopolitik hamleyle birlikte sorgu / sual bitirilmeye çalışılır. Dememiz odur ki, susun buyrulur, itaat etmenin ötesindeki en ufak itirazın zapturaptının her ne olduğuna dair emareler belirir. YSP gibi CHP de tüm ortaklarıyla birlikte bir terör organizasyonu ilan edilip, terörize edilirken sonuç Bakur Kürdistan’ında biber gazlarıyla müdahale ve gözaltılar, şehri İstanbul’da sırf Soylu efendiye eliyle kalp yaptığı için bir gencin darp edilerek gözaltına alınmasına mahal verdirir. Demokrasi hep bir beden büyük, hep bu ülkeye fazla diye bildirilir. Bunca düşmanlaştırmayla yol nereyedir ki bir katran karanlığından gayri.
Susun denilmeye devam ediliyor. Siyasetin hayatın politize edilmiş olagelen güncesindeki varlığı, gölgesi, değdiği yerdeki yaraların akıbeti merak edilmesin isteniyor. Bir oy verilip geçilip gidilsin isteniyor. O oyun kullanıldığı sandıklardan başlayarak, türlü çeşit avantür, tam da şarka özgün hile / hurda, toplu oy kullanmalardan, oy kaydırmalara, torba torba oy hazır etmelere, yurt dışında kullanılan oyların tasnifleri sırasında araya kaynatılan temiz, pak, helal oyların(!) sayıma dahil edilmesine, eski istihbaratçı bir temsilin var ettiği trajik müdahalelere kadar geçişken bir yıldırı tezgahta işlenirken, susup durmak bir şeyleri sahi ama sahiden de değiştirecek midir? Seçimin son düzlüğünde, görünen köy kılavuz istemiyor artık. Kurduğu şematik yapısıyla, dün o bu şu bugün bambaşka temsillerle var ettiği akçeli işleriyle, beşli çetesinden uyuşturucu ticaretinden silah tüccarlığına yolunu kesiştiren, bir biçimde dünyanın çöplüğü kılınmış bir rantiye pazarına dönüştürülen ülke gerçekliğini koruyor. Yoksullaştırılan halkın gözlerinin önünde sergilenen nefret halleri, o, bu, şu terörist, bu, beriki hain, mihrak, militan, ipe çekilesi korkak vesaire tanımlarıyla birlikte üç otuz kuruşluk demokrasi de sizlere ömür kılınmak isteniyor. Gidilen istikametin bir karanlık mı, uçurum mu, girdap mı, cehennemin ta kendisi mi olabileceği vurgusu unutturulup her şey güllük gülistanlık denilirken ortaya çıkan irin konuşulmasın istenir. Hal de, gidişat da, yönelim de, projeksiyonuna devam olunan yüzyılın yenisinin de nereye doğru olduğu 28 Mayıs gecesi belirli olacaktır. Susun karışmayın buyuranlar, ne etsin sıradan insanlar bunca kapkaranlık karşısında, sahiden ne!...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Getty Images via The Middle East Institute
#biyopolitika#meram#türkiye gerçekliği#seçim#hayat akarken#su çatlağını bulur#söz#mesele#yara#tahakküm#baş efendi#kötülük sarmalı#karanlık çağ#duraksama#demokrasiye ne oldu#fecaat#kör karanlık#yıldırı#anlamak#yönelim#siyaset#politik101#demokrasi#başka türkiye vardır#kriz#çöküş#deneyim#hayat hakkı#yaşama mücadelesi
0 notes
Text
Zaman hiç kimseyi beklemez, gereken hep olur
Ve su gibi akarken de kendi çatlağını bulur
Seni dinlemezler, kötüler öyle olur
Doğru insanlar hep yanlış insanları mı bulur?
6 notes
·
View notes
Photo
After the Germoney Progress Organization assassinated the Jewish intellectual who said "Water will find the crack", the government imprisoned some retired military and journalists for show in the Reichgenekon case. A few years later, when they come out of jail saying "We are like a sword out of its sheath", they prepare for that lofty day of salvation called "This is the grace of God" under the name Alternative Vatan Fur Deustchland Party.
Germoney Terakki Örgütü'nün "Su çatlağını bulur " diyen Yahudi aydın'a suikast yapmasının ardından hükümet göstermelik br kaç emekli askeri Reichgenekon davası kapasamında içeri atar. Bir kaç sene sonrasında hapisten " Kınından çıkmış kılıç gibiyiz " diyerek çıktıklarında ise " Bu bize Tanrının lütfu " denilen o ulvi kurtuluş gününe Alternative Vatan Fur Deustchland Partisi adıyla hazırlanırlar.
https://www.belltower.news/querdenken-veterans-and-inactive-soldiers-organise-to-defend-covid-deniers-115073/
1 note
·
View note
Text
İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?
"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...) Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez." Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim." Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz. Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır. Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır. Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var. Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir. Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var. Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki. Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.
0 notes
Text
“Er ya da geç su çatlağını bulur” diye bir cümle okudum bugün. İçim umut doldu bir anda. Böyle cümlelerle hayata her yeni gün tutunabilmek için umutlar bulduğumuzdan okuyoruzdur belki de.
3 notes
·
View notes
Text
UKDE - Kümülatif Muzaffer
Piyonunu şahın önünden iki kare ileri sürdü. Cep telefonundan online satranç oynuyordu. Telefonu (daha doğrusu İphone’u ) alalı iki ay, oyunu yükleyeli de bir ay olmuştu, fakat yeni birisine göre sıralamada deneyimli oyunculardan bile ilerdeydi, milyonlarca puanı vardı. Günlerdir sabah akşam demeden aralıksız oynuyordu ve son iki haftanın da neredeyse herkesin karşılaşmaktan imtina ettiği namağlup birincisiydi. Handiyse bu telefon ve oyun hayatının anlamı olup, kıymetler üstü bir kıymete binmişti. Bugün, bu sefer ise çok farklıydı. Hani ‘rutin’ bir halka oluşturur ve gün gelir o halkada bir baloncuk çıkar, bu baloncuk da kırılmaya yol açar ya, işte böyle bir baloncuk akşamıydı. Her şey yolunda gidiyordu. Ta ki… Piyonunu şahın önünden iki kare ileri sürdü. Sanki karşısında dijital bir varlık yokmuş da, kanlı canlı biri varmış gibi ‘’Hadi görelim bakalım başlangıcını! Başlamak zordur, evlat. İyi başlarsan ne kadar kötü koşarsan koş güzel bitirirsin. Kötü başlarsan, vay hâline!’’ diye kendi kendine ekrana karşı söyledi. Dudaklarını kemirdi. Rakibi oyuna atıyla başladı. Bu hamle nedense ona, çıraklık vakitleri hatırası olsa gerek, her zaman maceraperest ve kuvvetli bir oyuncuyla muhatap olduğu hissi verirdi. Şimdi de aynısı oldu. ‘’Hımmm demek dişli rakipsin, biliyorum diyor ve Don Kişot hamlesi yapıyorsun.’’ dedi. Hamlelere kendince verdiği isimlerdi bunlar. Atla gelen başlangıçlar ona maceraya atılmayı çağrıştırırdı ve maceraperestler sonuç değil sebebin kendisi olduklarından ötürü güçlü insanlardır diye düşünürdü. Nedense Don Kişot aklına düşmüş ve kendisinin de bu durumda yel değirmeni olduğunu varsayarak bu hamleye bu isimi uygun görmüştü. Karşı hamle olarak Doktor B beşlisini oynamaya karar verdi. Bu hareket oynayana mutlaka ama mutlaka en kötü ihtimal beş artı iki hamlelik oyun hâkimiyeti sağlardı. Vezirinin hesapladığı plan doğrultusunda hareket kabiliyetini arttırmak için sağ çaprazındaki piyonunu da iki kare ileri götürdü. Böylece en önde birbirine paralel iki piyonu olmuş oldu. Bu taktiği Stefan Zweig’in nefis romanı Satranç’ta öğrenmişti. Bu oyun içinde oyunuyla oyunun bütününden hem edebi bir zevk tadıyor, hem eğlenmiş oluyordu. Aslında burada bastırılmış fakat gün yüzüne çıkmış bir acı da saklıydı. Şöyle ki, yıllar evvel içi yazma isteğiyle dolu bir yeniyetmeyken, çeşitli engeller, ertelemeler ve korkularla, bu arzusundan gün geçtikçe uzaklaşmış ve sonunda kendini kabuğundan çıkmayan, bırakın kalem oynatmayı kitap dahi okumaz huysuz ve küskün bir adama dönüşüvermiş olarak bulmuştu. Evet, bulmuştu. Çünki ona sorarsanız sanki derin bir uykuya zorla yatırılmış da, yüz yıl sonra uyandırılmış ve salıverilmiş gibiydi. Kalbinin yerine kara bir taş koyulmuş, kafatasının içineyse saman doldurulmuştu. Uyku dediği aralıkta neler olduğunu ve ne yaşadığını da bilmiyordu. Bir gün uyanmış ve öykündüğü adama, yani Zweig’a yaraşır biri olamadığını görmüştü. Üstüne üstlük zaman da boş durmamış ustalığını onun bedeninde sergilemişti. Saçları dökülmüştü, gözlerinin altı çiziklerle doluydu ve elleri titriyordu. Kırklı yaşlarında olmalıydı. Yalnız yaşıyordu; evde çıt çıkmadığına ve ondan başka kimsenin etrafta donu olmadığına ve bu etrafta olan donlar toplanıp uygun yere bırakılmamış olduklarına göre, bu kesindi. Ailesi dostları neredeydi peki? Hiç mi yoklardı? Hep mi böyleydi? Buraya nasıl gelmişti? Göbeği bile vardı. Bu kimdi? Hantallığın ve tembelliğin tam karşılığıydı. O muydu? Kendisi miydi yani? Ne yapabilirdi ki bunla? Taş bir kalp ile destanlar mı yazılırdı, çöp olmaktan başka neye yarar? Saman bir beyinle fikir mi üretilirdi, bu koca evrende bir çınlama olmaktan başka kime faydası olur? Hantal bir vücut neyin savaşını hakkıyla verebilirdi..? Bu gibi yıkıcı sorularla kendini ufalamış, iyice toz haline getirmişti. Rüzgâr aralık bulup evine, oradan da odasına giremediği için toz bütünü olarak öylece kalabildi. Bu mevcut kendisinin de nereden geldiğini bilmediği ve bulamadığı için nereye gideceğini kestiremedi bir türlü. Benden geçti, benden geçirdiler diye söylendi bir zaman. İçi o kadar kaynaksız ve hedefsiz öfkeyle doluydu ki, adeta on kişinin linçine maruz kalan ve dayağın nereden geldiğini bilmeyen bir avare gibi kendini savunmak adına mecazi ve hakiki tekmelerle yumruklar savurmuştu kendinden dışarıya dışarıya. Bir sinir harbinde seçme kitaplardan oluşturduğu kütüphaneyi devirdi, en sevdiği film sahnelerinden bayılarak bastırdığı duvarlardaki afişleri yırttı ve özenle bıkmadan usanmadan duvarlara çiziktirdiği mısraları, replikleri ve alıntıları karaladı. Odası hafriyat ve kanla dolu bir iç savaş artığı oldu. Bu kriz uzun sürdü. Sonunda benden geçti demesi sorumluluğun kendinde olduğunu hatırlattığından, yani ‘o tren önümden geçti ve ben binmedim’ manasına geldiğinden, fakat bu kendi kendini tokatlamak gibi bir şey olduğundan ve çoğu kişi gibi o da böyle bir oto suçlama-cezalandırmaya daha fazla dayanamayacağından ‘’benden geçirdiler’’ dedi. Demek zorunda kaldı, ( zorunda kaldı çünki bu hayati bir mecburiyettir, arkadaşlar.) Sonra durdu. Derin olan uğultulu sessizliğinin keyfini çıkarmaya karar verdi. Ya da bu bir yanılsamaydı ve o bunu keyif sandı. Denizin üstünde gözleri kapalı, sırt üstü uzanmaya benzetti bu hâlini. Bir gün sakinlediğinde yıkıntılar arasından başını çıkarmış o eski dostunu gördü. Stefan Zweig’tı bu ve Satranç kitabıydı. Dudaklarının arasından belli belirsiz ah sevgili dostum sesi çıktı. Ellerinin titrediğini ilk öyle fark etti. Uzanmaya üşendi, uzanıp almaya korktu. Çok eski bir tanıdığı görünce insan bir an durur ve süratli anılar silsilesinden sonra sımsıkı sarılır ya, öyle bir hışımla çekti ve sayfalarını evirdi çevirdi, bir saatte okumayı bitirdi kitabı. Heyhat hiçbir şey hissetmedi. O eski toy heyecandan, yüksek hayranlıktan eser yoktu üzerinde. İşte o an beyninin yerinde saman, kalbinin yerinde de taş olduğunu idrak etti. Ondan hakikaten geçmişti. Uzun hikâye, satranç oyununu öğrenmeye bundan sonra karar verdi. Öğrendi de. Belki artık şiirler düşlemiyor, öyküler yazmıyordu ve büyük bir roman bırakamamış olabilirdi bu hayata, lakin bu nimetlerden aldıklarının karşılığı olarak satranç oyununda kendince uydurduğu isimlerden birini edebi babası Zweig’ın bir karakterinden seçmişti. Dr B… Doktor B beşlisi. Çatlağını bulan su misali gün yüzüne çıkmış saklı acı buydu işte. Neden adlarına tuzluk hamlesi, çatal beşlisi veya turşu atağı demiyordu da Don Kişot hamlesi ve Doktor B beşlisi diyordu? O kendinden geçtiğini düşünsün, ah o UKDE ah, o öyle yaman bir kemirgendi ki, yolunu bulur ve çıktığı yerde yaşlı bir ninenin ağzındaki altın bir diş gibi sırıtırdı. O bunun farkında değildi, belki de farkındaydı da, her zamanki çok bilmişliğiyle ‘’İnsanın kimliği yaralarıdır, olur o kadar’’ deyip görmezden geldi. Eğer kafasındaki taktik ilerler ve rakibi buna çözüm bulamazsa bugüne kadar bu başlangıç oyunuyla neredeyse hiç kaybetmemişti ve şimdi de kaybetmeyecekti. ‘’Bakalım ne kadar dişlisin Kasparov_23’’ dedi. Kasparov_23 rakibinin rumuzuydu. Kasparov bildiğimiz satranç ustasıydı da, 23 neydi diye düşündü. Yaşı olacak herhalde derken rakibi şah tarafından bir diğer atını daha sürdü. Böylece kendisinin beş artı iki olan hamle esnekliği beşte kaldı. Oyun kısa sürmeyeceğe benziyordu. Rakibin hamlesinden hoşnut olacak ki, ‘’Güzel.. Ya çok zekisin, Kasparov_23’’ dedi, ‘’ya da yaşın 23 değil.’’ Ortaya bulmaca atıp çözmek en keyif aldığı işlerden biriydi. Kendin çengel kendin çöz diyordu buna. Kendin pişir kendin ye cümlesinden mülhem pek matah bir benzetme olmadığının farkındaydı, fakat her zaman yerinde ve şık ifadeler bulmak zorunda değildi ya, bu da böyle kalsındı diye düşünmüş, bırakmıştı. Şu telefon ve internet de olmasa ne yapardı kim bilir? Yeni keşfettiği bu ikili namına, benim gibiler için büyük nimet, dedi içinden. ‘’Acaba memleketi olmasın; 21 Diyarbakır, 22 Edirne, 23 belki de Elazığlı.’’ dedi. ‘’Aman bu memleket işareti koyanlar da ya hiç çekilmez yavan tipler olur ya da oyununa doyum olmaz muzır tipler.’’ Bu Kasparov hangisiydi? Umarım ikincisidir deyip şahın solundan atını iki kare öne bir kare sağa sürdü. Doktor B beşlisinin içindeyken gelen at hamlesine de Aylak Adam adı vermişti. Çünkü oyunda üç at birden vardı, bu bir kır gezintisini andırıyordu ve piyonlarıysa başı boş duruyordu. Bunda içten içe bir hüzün ve uyumsuzluk görüyordu. Size göre olmayabilir, lakin ona göre bu meşru bir benzetmeydi; gerekçesi de şuydu: ‘’Neticede her metnin velayeti yazarından çıkar, okuruna geçer.’’di. Rakibinin hamlesini beklerken kendi kendine konuşmaya devam etti. Susamıştı. Telefon ekranından gözünü ayırmadan mutfağa doğru koyuldu. Damacanada su kalmadığını görünce sucunun telefon kartını arandı, bulamadı. Hay Allah nereye koydum, acaba magnet yine düştü de dolabın arkasına mı kaçtı dedi. Telefonu tezgâhın üzerine bıraktı. Uzun zamandır oynadığından elleri bir garip olmuştu; kıtlattı. Başparmağını sağa sola yukarı aşağı oynatmaya çalıştı. Çaydanlıkta su olacaktı deyip bir bardak indirdi ve evet su vardı, doldururken telefondan bip sesi geldi. Baktı. Kasparov_23 mesaj atmıştı. Dijital de olsa birinden sohbet işareti alması hoşuna gitti. Neşelendi. ‘Sen bittin, Kümülatif Muzaffer ; )’ yazıyordu mesajda. Büyük bir kahkaha koyverdi. Evet, adı Kümülatif Muzaffer ve evet bu bir mahlastır. Bu ismin birincisini, sözlüğe bakarsanız bir başka beni dinlerseniz bir başka, fakat siz elbette her iki anlamı da dikkate alın, yani Kümülatif’i musluktan akan suyu düşünerek bulmuştu. Hani aslında su damla damla çıkar da, biz musluğu çevirdikçe bütünlük oluşturur ve kalın bir çizgi halini alır ya, işte hayatta yaşadıklarımızı da buna benzetmişti. Hatta o bu kadarıyla yetinmeyip hayatta yaşamadıklarımızı, uyuduklarımızı, içimizde kalanları da bu bütünlüğün bir parçası saydı. Belki de aslında bu ‘yaşananlar’ dediklerimiz kesik kesik kalıyordu da, en çok bu ‘deneyimlenmeyenler; yaşamadıklarımız, uyuduklarımız, içimizde bıraktıklarımız’ boşluksuz bir bütün oluşturuyordu diye de düşündü… Muzaffer de sözlüklerde gördüğümüz, sokaklarda duyduğumuz, bildiğimiz Muzaffer’di işte… Esas isim mi? Şu soğuk damgalı kafa kâğıdındaki ismi mi diyorsunuz? Onun ne önemi var ki? Korku mu? Evet, belki bir korku belki bir memnuniyetsizlikten ötürüdür. Fakat işin doğrusu, kendisinin bir mahlastan fazlası olduğunu bildiğimiz Kümülatif Muzaffer’in bu konuda bir kelamı vardı elbette, ondan dinleyelim: ‘’O nüfus cüzdanlarındaki isimler ki, ebeveynlerin gerçekleşmemiş hayalleri, kaçırılmış fırsatları ve karşılanmayacak beklentilerinin bir bütün olarak çocukların üstüne giydirilmesidir. Tasmalı yazgıdır ve kölelik işaretidir.’’ Alın bir de buradan yakın. Şimdi söyleyin bakalım, esas isim mi esas isimdir yoksa mahlaslar mıdır esas isim? Hâsılı kelam, bir insanın esas ismi, arkadaşlar, kendisini varlığı yokluğu bütünüyle hissettiğidir. Nerdeyse keyiften göbeği çatlayacaktı ki, kahkahasını durdurmuş, bir bardak su daha içmişti. ‘’Elazığlı mısın yoksa yirmi üç yaşında mısın bilmem, ama esas sen bittin Kasparov efendi.’’ diye söylendi ve mesaja yanıt yazmak için telefonuna uzandı. Aldı, yüzündeki hin ifadeye engel olamıyordu. Bu bitimsiz neşe de neyin nesiydi böyle? Yüzyıllık uykudan uyandırılan o değil gibiydi. Tuş kilidini açtı. Karnına bir sancı oturdu. O an elektrikler kesildi, telefonu elinden yere düştü. Karanlıktan korkardı. Telefon ters dönmüş bir hamam böceğini andırıyordu ve altından cılız bir ışık yayılıyordu. Eline alıp baktı, ekran tuz buz olmuştu. Simsiyah gökyüzünü aydınlatan havai fişek patlamalarını andıran rengârenk bir görüntü vardı yalnızca. Ne yapacağını şaşırdı. İki ay evvel 4200 Tl verip almıştı bu telefonu, adı iphone’du fakat ismi ve parası hiç umurunda değildi. Tek hakikat: yalnızlıktan korktuğuydu. Artık o an için ne satranç ne Kasparov_23 vardı. Güçsüz ve biçareydi. Bir başınaydı. Ve karanlıktan ve yalnızlıktan korkardı. O Kümülatif Muzaffer’di. Birden nasıl ve neden o derin uykuya daldığını hatırladı. Esas ismi, eski arkadaşları, gezmekten hoşnut olduğu yollar, söylemeyi sevdiği şarkılar, okumaya bayıldığı kitaplar ve en önemlisi gerçekleştirmeyi umduğu arzuları, kurmaktan hoşlandığı hayalleri gözünün önünden birer şimşek parıltısı, birer rüzgâr gibi kümülatif bir biçimde geçtiler. Kendisini yükselttiğini sandığı o yalnızlıktan ötürü uyumuştu Muzaffer. Bir efsuna kapılmış, gitmişti işte. Oysa o, Kümülatif Muzaffer, yükseldim sanırken meğer bildiğin düşmüştü. Gece yarısıydı. Sokak lambaları da kesilince uzun ovalara ve yıldızlı gecelere yaraşır bir sessizlik olmuştu. Hayat biraz da elimizde olmayan şeylerdi. Elektrik tesisata gelmedi fakat Muzaffer’e geldi ve her şey aydınlandı ve o ayırdına vardı. Gözünün önünde elinin dibinde telefonun cenazesinin olduğu yerde damacana su satıcısının kartını buldu. Siyah fon üstüne pembe harflerle Hayat Su yazıyordu ve yanına da bir palyaço suratı koyulmuştu. Her şey o kadar saçmaydı ki, güldü. Elinde magnet kart, katlandı Kümülatif Muzaffer ve cenin pozisyonunda uzandı. ‘’Kasparov’’ dedi ‘’Kasparov, geleceğim.’’ Böğüre böğüre, hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağlamaya başladı. Ev sarsıldı. Bina sarsıldı. Sokak sarsıldı. Cadde sarsıldı. Mahalle sarsıldı. Semt sarsıldı. İlçe sarsıldı. İl sarsıldı. Ülke sarsılmadı, o kadar büyük değil. Birkaç bardak yoğun titreşimden ötürü yukardan yere düştü yalnızca. İçlerine Muzaffer’in gözyaşları doluştu.
#öykü#kısa öykü#edebiyat#kitap#stefan zweig#satranç#don kişot#cervantes#yazı#yazılar#öyküler#hikaye#doğan kitap#garry kasparov#muzaffer#kümülatif#ukde#tbt#ağlamak#hayat#aforizma#iphone
1 note
·
View note
Text
Ve su gibi akarken de kendi çatlağını bulur
Zaman hiç kimseyi beklemez gereken hep olur
1 note
·
View note
Text
su akar çatlağını bulur
bazı bazı...
* uzun masalardan, janjanlı yemeklerden hoşlanmayan, onları istemeyen, anlamaya kültürü yetmeyen birinin aile istemesi trajikomik bir gelecek vaadediyor.
**su akar çatlağını bulur demişler, ne de iyi kader yolu çizercilik oynamışlar.
*** var olan ilişkinin çatlaklarını tamir etmece oynuyor, olmayan ilişkilerin kiracıları..
derin kesikleri olanlara az biraz fazla para verip, kırmızı yara bandı mı alsak imece usulü, iyilik mi sürsek kabuk bağlasın diye, yara iziyle mi salsak toplum içine ya da hiç ellemeyip yalnızlık mağarasına mı davet etsek tek yön biletle gönülsüzce..
0 notes
Photo
Germoney Terakki Örgütü'nün "Su çatlağını bulur " diyen Yahudi aydın'a suikast yapmasının ardından hükümet göstermelik br kaç emekli askeri Reichgenekon davası kapasamında içeri atar. Bir kaç sene sonrasında hapisten " Kınından çıkmış kılıç gibiyiz " diyerek çıktıklarında ise " Bu bize Tanrının lütfu " denilen o ulvi kurtuluş gününe Alternative Vatan Fur Deustchland Partisi adıyla hazırlanırlar. https://www.belltower.news/querdenken-veterans-and-inactive-soldiers-organise-to-defend-covid-deniers-115073/?f
After the Germoney Progress Organization assassinated the Jewish intellectual who said "Water will find the crack", the government imprisoned some retired military and journalists for show in the Reichgenekon case. A few years later, when they come out of jail saying "We are like a sword out of its sheath", they prepare for that lofty day of salvation called "This is the grace of God" under the name Alternative Vatan Fur Deustchland Party.
0 notes
Text
Su Çatlağını Bulur, Ya İnsan?
Gerçekliğin çürütüldüğü, hayat tahayyülünün, hile, hurda, yalan, dolanla dönüştürülmeye tam gaz devam olunduğu bir yerde yaşamanın akıbeti her ne olacaktır? Ol çürümüşlüğün memleket sathının dört bir yanını kapsadığı iş bu yerde sıradanın hali her nice olacaktır. Böylesine afaki bir o kadar aralıksız eksiği ve gediği her gün tanımlanan, tamamlanan bir cerahat sarmalının ta kendisi kılınan yerde hayat her nereye evrilir? Biteviye, kesintisiz olan cerahatin bu yeri dönüştürdüğü suretle ol hayat meseli her neye dönüştürülmektedir, sahiden? Bir yerin, yurdun, yurt diye bildirilen bir sahanın, bunca açıktan cürümlere rehin edilmesinin akıbeti sahiden de her ne olacaktır?
Baş Amir’in hikayesi sıradan için ‘kabus’ kılınmaktadır. Muktedirin var ettiği yeni ülke gerçekliğinin her nasıl bir tehdit döngüsünü sıradana karşı kurduğu yaşananlarla sabittir. Tahakküm biçim değiştirirken düzenin sabık tahayyülü olan yıkımın “muhafazası” halen etkindir. İstanbul’un büyükşehir ölçeğinde yönetiminden, Türkiye’nin yönetim şablonuna, meclis çalışmalarından kolluğun yaptıklarına bir menzilde yaşamak edimi hiçleştirilendir. Gerçekliğin çürütüldüğü sahada var edilen fasit döngü muktedirin asıl istikametini göstere gelir. Müştereklerimiz tahayyülüne en üst perdeden saldırı bir “normatif” kılınır. Cerahat kesintisizleştirilirken çürümenin eksik ve gediği için her gün yeniden yola çıkılır. Erk, muktedir, iktidar hayata karşıttır. Onların eliyle kurulmuş, güncellenmiş olan ülke halinin bir yönü ya da gelecek tahayyülü yoktur.
Her şeyiyle içine doğru göçmeye devam eden, tekmili birden bir yıkım mekanizmasının o açık seçik haleti ruhiyesi içerisinde bir fasit döngüye mahkum kılınırız. Cerahatin nükteli ya da nüktesiz doğrudan yalın ve apaçık halinde sözün çalınması güncellene gelir. Yaşam derdest olunabilir ilan edildikten sonra, her günün bir öncesinden ağır kırımlara tabi ilanı, yaralara yenilerini ekleme cüreti vs. ile birlikte muktedirin oyun havzası, hepimiz için bir deney sahası kılınır. Hayat meselinin akıbeti hiçleştirilmeye devam olunandır. Bunca açık ve afaki bir o kadar kesintisiz bir cerahatin var edildiği yerde yıkımların ardı bu çürüme sürekliliğine çıkartılır.
Hayat akıbeti bilinmez kılınır. Cerahatin ortasında, biteviye yeniden var edilen devletli tahakkümü bütün o biyopolitik sentez yeni ülke şablonunu güncellemektedir. “Yaşama” tahayyülü üstüne çöken devletli aklının var ettiği her gölgeleme hayatın varlığını tehdit etmektedir. Nicesinden yıkımlara varmış olan menzilin bir kez daha yolunu karanlıklar ile bütünleştirmek kesintisizdir. Bu bahisten bir ülke var edilebilir mi? Baş Amir’in yeni ülkesi her neyi biçimlendirmektedir sahiden fark ediyor musunuz? Bir tevatür değil kat’i hakikat cürümlerin sahasında yaşamın dönüşümüdür. Bu kadar kesintisiz olanın sıradanın hayatında gelecek beklentisinin hiç kılınmasıdır. Yaralar bunca açık / pekken yol da yön de her nereyedir?
Berivan Altan'ın Mezopotamya Ajansı'nda yayınlanmış haberidir: “10 Ekim Katliamı’nda yaşamını yitiren Güney Doğan’ın babası Mustafa Doğan, “Erdoğan’a hareket” suçlamasıyla aldığı 10 ay hapis cezası için “Ben bundan sonra oğlum ve arkadaşlarının barış bayrağını adalet gelene kadar taşıyacağım” dedi. Ankara’da 10 Ekim 2015 tarihinde DAİŞ’in üstlendiği katliamda yaşamını yitiren Güney Doğan’ın babası Mustafa Doğan, “Erdoğan’a hakaret” suçlamasıyla aldığı 10 ay hapis cezası için, “Barış ve adalet arayışım sürecek” dedi.
Baba Doğan’ın katliam dair açılan davanın karar duruşması sonrası yaptığı konuşma nedeniyle, hakkında “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla verilen cezaya tepki gösteren avukat Atiye Arıkan, acılı ve üzüntülü bir baba hakkında Adalet Bakanı tarafından soruşturma izninin verilmesinin adalete olan güveni sarstığını söyledi. Arıkan, “Hakkaniyetli bir beraat kararı bekliyorduk. Mahkeme heyetine emsal kararlar da gösterdik ancak ceza verildi. Gerekli itirazları yapacağız” dedi.
Davanın karar duruşmasının görüldüğü 3 Ağustos 2018 tarihinde, Sincan Cezaevi Kampüsü önünde kendini kaybettiğini ve neler söylediğini hatırlamadığını anlatan Doğan, şöyle devam etti: “Ambulansta gözlerimi açtığımı hatırlıyorum. Ben o gün acıdan kendimi kaybetmişim. Ben 23 yaşında bu ülkenin en iyi üniversitesinde okuyan oğlunu kaybetmiş bir babayım. Bir baba çocuğuna ömrünü verir. Fidan gibi bir genci kaybeden bir baba olarak bu acıya karşı ben nasıl dayanır, nasıl ayakta durabilirim.”
Beraat kararı beklediğini dile getiren Doğan, “Ben hangisine dayanayım. Oğlum gözlerimin önünde sürekli. Bunların hiç mi vicdanı yok? Mahkeme heyetinin vicdanına bıraktım ve empati kurmasını istedim. Verilen cezayla 5 yıl boyunca benim beynim hapsedilmek isteniyor. Ha cezaevine girmişim ha dışarıda kalmışım. Ben bu acıyla nasıl konuşmam” diye konuştu.
Doğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Güney benim en büyük çocuğum. Ben yaşamayı bile kendime yakıştıramıyorum, oğlum yaşamıyor. Şuan yaşayıp, yaşamadığım belli değil. Oğlum herkese eşit yaklaşırdı ve herkese ‘bıra’ diye hitap ederdi. İnanılmaz derece insani duygulara sahip bir çocuktu. Böyle bir çocuğun yaşamı yok olmuş ben nasıl dayanayım, soruyorum. Benim oğlum bu ülkede insanların ölmemesi, analar ağlamaması için Barış Mitingi’ne katılmıştı. Ben bundan sonra onun ve arkadaşlarının barış bayrağını nefesim yetene, bu ülkeye adalet gelene kadar taşıyacağım. Bu ülkede yaşayan herkes için adalet gerekir. Önemli olan bu ülkede adaleti sağlayanların da adaletli karar vermeleridir.”
Hayatın çalınması meseli bir yana, bu hali var eden muktedirin hali diğer yana, suçluların adalet önüne taşınmaması diğer yana, her yanda apayrı bir cerahatin yumurtlandığı yeni ve yeniden kırım halinin güncellendiği bir meselde, bir insanın evladını yitirdikten sonra hesap sormak her neyin nesidir? Adalet mefhumunun alaşağı edildiği yerde seksen iki milyonu kucaklama bahsini çok seven muktedirin vaadi ile hakikati arasındaki uçurumu ne yapacağız? Mustafa Doğan bir hakikati aksettirirken nasıl bir ülkede yaşadığımızı ve başımıza nelerin getirilebileceğini de örneklemektedir, sahiden de fark ediyor musunuz?
Gazeteci Metin Yoksu’nun paylaştığı bir meramı aktaralım: “Sinop Kaleyazısı Limaniçi Plajı’na "Vatanı için savaşmayanlar plajımıza giremez" ve "Türk ırkı varolsun" ifadelerinin yer aldığı pankartın asıldı. Pankartta, ifadenin Arapçasına da yazıldı.” Bu kadarcık cümle bile her nereye doğru yollandığımızı örnekler. Bir memleketteki yaşam ihtimallerini sıfırlamak çabasına düşülendir. Her defasında başa sarılıp yeniden kurgudan öteye taşınan, hayatın merkezine konumlandırılan nefret / ırkçılık ile birlikte can yakma çabalarının da bir sonu getirilmez. Müdahale edilen pankart yerinden kaldırılır, memleket sathına sabitlenmiş olanı ne yapılacaktır!
Mezopotamya Ajansı’ndan Nimet Ölmez’in haberidir: “Yaz aylarının başından itibaren çoğunluğu Bölge illerinden olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanından tarla ve bahçelerde çalışmak üzere aileleriyle birlikte Manisa’ya gelen mevsimlik tarım işçileri, oldukça zor koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Kentin Sarıbey Mahallesi’nde, daha önce çöplük alanı olarak kullanılan Sarıbey Köprüsü yakınına çadırlarını kuran büyük bölümü Urfa Suruç’tan gelen aileler ile Suriyeli mültecilerin oluşturduğu mevsimlik işçileri, en temel ihtiyaçlarını bile karşılama koşullarından oldukça uzak.
Tarla ya da bahçelerinde çalıştıkları işverenlerince kendileri için konteyner temin edilmediği için kurdukları çadırlarda aileleriyle kalan işçiler, toz toprağın içerisinde yaşayıp, çamaşırlarını da aynı koşullar içerisinde yıkamak zorunda kalırkken, yine yemeklerini de tenekelerde yaktıkları ateşin üzerinde ancak yapabiliyor.
Emin Şimşek'in aktarımıdır: Kendilerine iyi davranılmadığını, ötekileştirildiklerini dile getiren Şimşek, maruz kaldıkları ayrımcılığa dönük tepkisini şu sözlerle dile getirdi: “Bizler bu ülkenin vatandaşı değiliz gibi davranıyorlar. Bir telefonu götürüp köyde şarj etmek bile problem oluyor. Köyün gençleri gelip çadırın yukarında içki içiyor, ‘pis Kürtler, Suriyeliler dışarı çıkın’ diye bağırıyorlar. Bunlar doğru şeyler değil. Bizler ekmeğimiz için buradayız. En başta belediye başkanının gelip içinde bulunduğumuz koşulları görmesini istiyoruz.”
Mevsimlik işçilerden Abdullan Dirik de, insani hiçbir yaşam koşullarının bulunmadığından yakındı. Tuvalet kazdırmak için köye gelen kepçenin bile toprağı kazmadığını anlatan Dirik, yine birkaç gün önce hastaneye götürdükleri Suriyeli mülteciye doktorun ırkçı söylemlerde bulunduğunu paylaştı.
“Suruç’ta bizimle gelen mülteci bir aile var. Yaşlı adam hastalanmış dil bilmiyor diye hastaneye götürdüm” diyen Dirik, gittikleri Turgutlu Devlet Hastanesi’nde muayene sonuçlarına bakacak olan doktorun saatlerce gelmediğini belirtti. Dirik, sonrasında yaşananları ise; “İçeriye girdiğinde kendisine ne de sonuçlarına bakmadığını söyledim. Doktor bağırarak; ‘Suriye’de askerlerimiz teröristler tarafından öldürülüyor, ben size niye bakayım?’ dedi. Biz onunla tartışmaya başlayınca bu sefer de ‘barbarlar’ diyerek hakaretlerini sürdürdü. Hastamıza bile bakmadı” sözleriyle dile getirdi.”
Hayat mefhumunun akıbeti bu kadar afaki bir ayrımcılığın var edilmesiyle birlikte hiçleştirilendir. Bir karanlıktan bir diğerine doğru meyil edilen sahnede ayrımın, ırkçılığın gündelik bir tahayyüle indirgenmesinin vebali her ne olacaktır? Bakur Kürdistan’ı yahut da bölge illerinin yurttaşlarının seyahat hakları neden diğerleri kadar açık ve aleni değildir, bu nasıl bir ülkedir? Doksanlar ile 1915 arasında salınan bir yer tahayyülüne daha ne kadar kol kanat gerilecektir. Böylesine bir kindarlığa her ne kadar daha olur verilecektir? Mülteci’ye düşman, gayrimüslim’e düşman, yabancı zannetiği herkes ve her kesime düşman en nihayetinde Kürd’e de düşman bir toplum inşasının ardı her ne olur, bu bahis de bir hakikat kılınırsa oranın ülkeliği her nerede kalır?
Yaşama eylemine karşıtlık bu toprakların dününde olduğu gibi şimdisinde de sabit kılınan bir meseldir. Hayat mefhumunun olası tüm akıbeti böylesine bariz müdahalelerle yerle bir edilendir. Böylesi bir yerde her bir öteki için her gün yeniden sınav kılınandır. Her gün iş bu sahada yaşayabilmek gailesi törpülenip, un ufak olunandır. Muktedirin tahayyülü öteki ya da ötekisi diye bildirdiği / bildiğine günü dar etmek gelecek bırakmamaktır. Bir köyün ölçeğinde var edilen cerahat Amed’de saldırılar, Ankara’da işkence ve gözaltı kayıpları ile İstanbul’da yersiz yurtsuzlaştırma, Manisa’da dışlama, konaklama şansı bile tanımama ile olur / oldurulur.
Dahası da vardır Samatya’da bıçaklı saldırıya uğrayan Arpine Tumanyan ailesi ile birlikte Ermenistan’a geri dönmek zorunda kalır. Memlekette topun ucuna getirilip terk edilen, hep ama her dem istim üstünde tutulan Ermeni’nin misafir olanına da tahammül buraya kadardır. Ne davası, ne dosyası ilerletilmiştir. Her şeyin yerinde sayma devam ettiğini İnsan Hakları Derneği EşBaşkanı Eren Keskin Artı TV’ye açıklar. “Hala dosya savcılığa bildirilmedi.”
Rojava'nın Qamışlo kentinde bomba yüklü bir saldırı gerçekleştirilir. ANF’den aktaralım: “Wista Mahallesi’ndeki Ezra Kilisesi önünde (Perşembe günü) yerel saatle 17.45’te gerçekleşti. Bomba yüklü araçla düzenlenen saldırıda yerel kaynaklara göre 12 kişi yaralandı. Bir önceki bilançoda 7 kişinin yaralandığı bildirilmişti. Yaralılar kentteki hastanelere kaldırıldı. Yaralı sivillerin hayati tehlikesinin bulunmadığı belirtildi. Patlamada yaralılardan isimleri öğrenilenler şöyle:Bahoz Khalil Mahmoud (37) Jan Khalid (8), Barsum Loka, Samir Sulaiman, Sami Abdo, Fahima Shamoun, Alisa Aisa.”
11 Temmuz günü elli yıllık gazeteci Hüseyin Aykol gözaltına alınır. Mezopotamya Ajansı’ndan gerisini aktaralım: “Hakkındaki kesinleşmiş hapis cezası nedeniyle tutuklanan Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, Sincan F Tipi 2 Nolu Cezaevi’ne götürüldü. Ankara’daki evinde öğle saatlerinde gözaltına alınan gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, adliyedeki işlemleri ardından cezaevine gönderildi. Sincan Batı Adliyesi’nde işlemleri tamamlanan Aykol, Sincan F Tipi 2 Nolu Cezaevi’ne götürüldü. Kapatılan Özgür Gündem Gazetesi eski Eş Genel Yayın Yönetmeni olan Aykol hakkında “Örgüt propagandası yapmak” gerekçesiyle kesinleşmiş 3 yıl 9 aylık hapis cezası bulunuyor. 1970’lerden bu yana gazetecilik yapan Aykol hakkında açılmış 63 dava var. Aykol’un ceza aldığı bazı davaları da istinaf mahkemelerinde bekliyor.”
Birbiri ardına hayata karşıtlık şekillendiriliyor. Böylesine bariz bir karanlık içerisinde bir tek gün kalmasın diye günbegün devletli elindeki imkanları seferber ediyor. Yaraların ardı yenilerine açılıyor. Kesintisiz kılınan cerahatle, ses de söz de kesilmek isteniyor. Bu bahislerin var edildiği yerin her neresi yeni ülkedir? Bir yerin, yurdun, yurt diye bildirilen bir sahanın, bunca alenen cürümlere rehin edilmesinin akıbeti sahiden de her ne olacaktır? Bildirilen ile yaşatılanlar arasındaki uçurum, devletli ile sıradanın hayatındaki kopuşların ol bir asırdır süre giden demokrasi tahayyülünün hiçleştirildiği yerde bir gelecek söz konusu edilebilir mi? Sahiden de bunca yıkımın, biyopolitik deneyin ortasında bir gelecek nasıl var edilir? Bütün fişler çekilirken, yeni ülke yeni konuşla düzenlenirken, sınırlar ve sözcükler alaşağı, hayatlar derdest edilirken bir gelecek nasıl var edilir?
Yaşamın akıbetinin belirsizliği mütemadiyen güncellenirken, oluşturulan karanlığın tam da hepimizi dibine doğru çeken bir mesel olduğu kendiliğinde ortaya çıkmaktadır. Ajans haberlerine düşmüş her vakıa / her eylem / her sunum ile bir kez daha yeni ülkenin her ne olduğu / nasıl biçimlendirildiği karşımıza çıkartır. Biteviye, kesintisiz olan cerahatin bu yeri dönüştürdüğü suretle tüm bu hayat meseli her neye dönüştürülmektedir bu bariz bir biçimde meydana çıkmaktadır. Yaşayabilme edimine karşıtlığın güncelliğinde sözümüzü hayattan yana kurmaya devam edebilecek miyiz, meselimizdir. Soluk alabilmeyi bir iş bu güzergahta na mümkün kılmaya ant içenlerin arasında bir biçimde kendi suyun kendine açtığı rota gibi, kendi çatlağımızı oluşturabilecek miyiz, meselemizdir. Bilginize...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Artworks Courtesy From Dianne DELAHAUNTY v/Behance
#linç#fasit döngü#türkiye gerçeği#başka türkiye var#devlet 102#çürüme#hasmane#ayrımcılık#faşizm#ırkçılık#mülteciler#insan hakları#ankara katliamı#10ea#yıldırı#gazetecilik suç değildir#hüseyin aykol#özgür basın#rojava#qamışlo#azınlıklar#samatya#arpine t#hiçleştirme#arzihal#mesele#anlatmak#ses vermek#sorgulamak#politik
0 notes
Text
İki Bin On Beş
İki bin on beş, kalbimizde taşıya durduğumuz o derin boşluğun, öncesinden hiç aşina olunamayan ağrıların yeniden sökün ettiği, bu seferinde daha da ağır geldiği bir tarihin ta kendisidir. Karşılaşılan, bilinen ve aklın bir köşesinde yer edinen kadar halen en ufak bir detayın bile bambaşka tahayyülleri beraberinde getirdiği bir tarihtir. Tüm umudun ve umutsuzluğun, yaşam ile nihayetlenenin birbirine karıştığı bir tarih. Söylenmiş ve yazılmışlarla dile getirilemeyenlerin buluştuğu bir tarihtir. Bir meseller toplamı değil meselenin ta kendisini bildiren bir tarih; iki bin on beş. Dünün hiç de dünde kalmadığını, konuşulmadıkça, hiç bahsi açılmadıkça, unutulması bildirilenin, hiç ötede olmadığını göstere gelen bir tarih, on beş, iki bin on beş.
Tehdit bir ülkenin sınırları dâhilinde, belirli bir sistematik düzen ile uzamı dönüştürüp yok etmeleri güncelleye dururken bunun mihenk taşı olagelmiş başlangıçtır, on beş. Onu takip ededuran yüzyıl bu trajedinin kanıtlarının istendiği hala belgen nerede diye konuşula gelinen bir tarihtir iki bin on beş. Bir toprağın üzerindeki yaşamdan arındırılması, bunun da, salt o kimliğin ülkeye tüm felaketleri taşıyan bir müsebbip, fail olduğunun duyurulduğu, böylesinin bilinmesi için çalışıldığı, o güzergâhın korumasının altında yersizliğin ve yurtsuzluğun başlangıcı olan bir tarihtir on beş. Yüz yıl sonra hala neresindeyiz o zamanların bahsinin dillendirilmediği, varsa yoksa ezberlerin tekrarlandığı, düşmanı (!) halen düşman bildiren bir tarihtir, iki bin on beş. İçimize çöken karanlığın temellerinin on beşten çok önce atıldığı muhakkaktır.
Bin sekiz yüz doksan dört ile altının, bin dokuz yüz dokuz küçük kıyametleri bu derin, belki de en ağır insanın insana ettiği kırımın nişanelerinden, önde gidenlerinden olan on beşe uzanmaktadır. Yüzyıl sonra iki bin on beş bu mahv ikliminin hamlelerinin sergilendiği bir tarihtir. Yaşadık mı daha önce böylesini, tecrübe etik mi diye söylene dururken şimdilerde, tam yüzyıl önce ondan hayatını muhafaza etmeyi başarabilenlerin bir daha asla çığlıklarının duyulduğu menzildir şimdi iki bin on beş. Karşı karşıya olduğumuz yıkımın, günbegün değiştirilip dönüştürülüp farklı adlarla ve tanımlarla yinelene geldiği bir menzildir şimdi iki bin on beş. Dünün yıkımı handiyse hiç aralıksız bir biçimde yüzyıl sonraya hemen hemen olduğu gibi taşınmıştır mesele budur. Yüz yıllık ağrı, takvimden yapraklar düşmeye devam ederken, gayri kabul diye bildirilen - bilinen her kesime o ‘uğursuz’ felaketi yeniden ulaştırmaktadır.
Dağıtılan ve yok edilen Lego parçaları değildir ‘insandır’ ve candır. Sadece bir menzilin belirli noktalarının değil, hayatiyet bahsinin toptan taca atıldığı bu felaketin bir gereklilik gibi duyurulduğu bir sürekliliktir devam olunan. İnkârla artık üstü örtülemeyecek, bir kulaktan girip ötekisinden çıkamayacak, “affedersiniz” bahisleri ile geçiştirilemeyecek bir tehdidin, alenen ölümün taşeronluğunun ta kendisidir on beş. Zulüm ile bir ülkenin istikbalinin devşirilmesidir, gerçek kılınmasıdır o mesel edilmesi gereken, on beş için ilk söyleyebileceğimiz çıkarsama haddizatında kanıtlanandır. Hayatiyet bahsinin üzerinde hınç ile yükseltilen, nefret ile bütünleştirilen ve sonsuz bir kinle mesh edilen bizatihi bu kırım sürekliliğidir on beş, iki bin on beşe böyle ulaştırılmaktadır. Tüm duyarlılığın, empatinin, koca bir ülkede Ermeniler başta olmak üzere, Süryani’nin, Nesturi’nin, Pontus Rum’unun, Yahudi’nin gayri kabullüklerinin bildirildiği hayatlarının tehcir tenkil ve tedip edilmesi dışında herhangi bir seçeneğin bırakılmadığının ilan edilişidir ol; on beş.
Yüz koca sene evvelinin tehdidinin, bugün yetmiş milyonu aşmış olan bir menzilde yinelenebilirliğidir süren, iki bin on beş. Sepastiya’nın, Kesariya’nin, Hadjin’in, Sis’in, Adana’nın elbette Dikranagert’in, Trapezun’un ve Bursa’nın hatta Şehri-İstanbul’un tek renge mahkûm edilmesidir on beş. Kan kırmızı bir örtünün gerilmesidir yurdun göğüne, nar kırmızısının ta kendisi bir örtü kandan mürekkep, on beş. Bu teşebbüsün düzenli ve yegâne şey olarak devlet elinden çıkagelen tek şey kırımın Dersim’den Roboski’ye menzilini geliştirmesidir işte iki bin on beş. On beş bu ülkenin elinin, ayağının, aklının, ufkunun yağma edilmesidir. Sınırının hakikaten sıfırlanmasıdır. Kalanı mahvetmek için handiyse her gün çalışılan bir güncelliktir işte on beşten sonra günbegün onu teyit edendir şimdi, iki bin on beş. Ağrının anlaşılması bir yana son kertede, aslında neyi kaybettiğimizin anlaşılmazdan gelindiği bir odaktır on beş.
Orada olan bitenin, bugün bu toprağın hem içinde, hem yöresinde eylene gelmesidir iki bin on beş. Tolere edilebilen tek şeyin daha fazla tahakküm adına zulüm olduğu görünendir on beşten bugüne. Yüz yılın sonrasında onun devamlılığını görmek için; Khabour, Kessab, Alleppo, Lazkiye ya da Kobane anlatacaktır on beşi, Merdin, Şirnex, Cizir ve Gever, iki bin on beşte biteviye hala. Ayrımcılığın, atalete sığdırılamayacak kadar hesaplı kitaplı ırkçılığın temelinin bina olunduğu yerdir on beş. Bugün bu şartlanmışlığın artık hayatın yegâne gerçeği olarak bildirildiği menzildir vardığımız iki bin on beş. Yüz yıl sonrasında Ali hala topu Hagop’a atamamış, Ayşe halen türkülerini, Anita ile söyleyememiş, Mardiros ise bu ülkede Orhan kadar yaşadığını halen kanıtlayamamıştır. Su çatlağını bulur diye anıla gelenin anlamı bunca tehdide rağmen müştereki buluşturacağıdır aklın, fikrin, gel gelelim on beşin eksikleri, iki bin on beşte tamama erdirilir.
Suyun çatlağını bulmasının önüne, mihrak, düşman mitleri, eksiksiz döşenen setlere dönüştürülür. Engeller sorgusuz sualsiz yinelenendir o bahiste. Kimi kimseyi, muhatap almadan hizalar bildirilir. Kaybedilenin tanzimi, sözce de olsa iyileşmek için empati bir kenara konulur. Bizden, sizden ayrımı bu sınırın içinde, devletin “müdahil” olduğu her gün, her yerde istisnasız süreklileştirilendir. Buradayız, burada kalmaya devam edeceğiz bir mizansen, tılsımı çoktan kaçmış, her şeyi soluklaşmış bir sonuca terk edilendir işte. İki bin on beşte yaşamak her nedir tanımı yalnız ve cevapsız bırakılandır. Duvarların, sokakların, yerleşkelerin, toprağın; sözü çalınmıştır on beşte. Bir yüz yıl sonra henüz o sözün yerine o boşluğu ikame edecek, onaracak tek bir vecize yol bırakılmamıştır iki bin on beşte. Dolma, topik ya da pilaki, lakerda veya lavaş değildir, bunlardan ibaret değildir Ermeni, on beşteki nüfusundan az, “kılıç artığı” bir halktır iki bin on beşte.
Söze vurulan ketin, engellenen hayat bahsinden, bunca viranelikten ancak hayat için mücadele etme istenciyle tutunandır, tüm o ağırlığa, yüke rağmen on beşte. Talan edilen, katledilen, hayatların tam dibinde yok edilen Anadolu’nun yüz yıldır bir daha asla bulamadığı birlikteliğidir, iki bin on beşte. Yüz yıldır tek bir cümlenin dahi onarılmadığı “müşterek” bahsin üzerinin çizilmesidir. Yarım konulan hikâyeler gibi işte bu ülkenin bir daha asla o “eksisi” gibi olmayacağının ilamıdır, bin dokuz yüz on beş. Yüz yıl sonrasında hiçbir tahayyülün asla ağrıyı, bunca ağır geleni halen tam olarak karşılayamadığı bir odaktır iki bin on beş. Yüzyıl evvel işte bu menzilde denenmek istenen, Ermenilerin öncüllüğündeki anayasa taslağının ki bir “hayat bildirgesi” olarak işlevsellik kazandırılması gayretine vurulan kettir on beş. Yüz koca yıl evvel on iki vekilin bu ülkeye dair tüm anlamların peşinde sözü ülkede yaşamak iradesine taşıdıkları bir menzildir on beşin öncesi, gel gelelim on beşte hepsi birden katledildiler.
İki bin on beş ol umudun mahvının süregittiği bir menzilin hattında ilerlemektedir. Acının sınıflandırılması illa ki bir adla bildirilmesi, ona dair en işitilmedik cümleleri değil bazen gözümüzün önündekini fark ederek söz konusu olacaktır mahvedilenin her ne olduğunu anlamak. Hayatlarımız, kazınmıştır toprağından şimdinin ülkesinin de belleğinden. Ya isimleri değiştirilmiştir ya da meskenlerin tamamı dönüştürülmüştür. Ya kimlikler silinmiştir, sıfırlanmıştır ya da o belleksizlik nizami bir biçimde sürsün diye olmadık çabalara girişilmiştir. Ya din hanesi düzenlenmiş İslam olarak ol menzilin yegâne gerçekliğine terk edilmiştir ya da soy kodu uygulamalarının artık göz önünde hiç gizli saklı olmadan hane hane fişlenmenin gerçek kılındığı bir uzama ulaşmıştır. En derinde kültürel kırım çıka gelmektedir. Handiyse gayri kabullüğü bildirilen, canı, malı yok edilenin bir de sözü elinden çalınmıştır on beşte.
Gelip vardığımız yerde ne harfler tanıdıktır, ne dilden en ufak bir eser kalmıştır. Sokaklarında her dil vardır, Ermenice, Rumca ve Süryanice, tıpkı Kürtçe gibi dışlanmaya, yok sayılmaya devam edilendir. Yüz koca yıl geçmiştir sakıncalılık bahsinden en ufak bir ırama olmamıştır burada. Düşmandan temizlenmesi bu yerin, yurdun, şu toprağın Enver, Cemal, Talat üçlüsünün hin oyunlarının, galiz kinlerinin yanında, bir vicdan meselesidir aslında nesilden nesile devam edilen bir kırımın sessiz sedasız sürdürüle gelmesidir. Yok etme bahsinin az sonrası hayatlar paramparça edilmiştir bin dokuz yüz on beş de. Eksik parçaları, o ağrının has müsebbiplerini halen bulamadığımız, hatıratın her nasıl üzerinin örtüldüğünü göre geldiğimizdir şimdi, iki bin on beş.
“Milli Mutabakatın” hiçbir surette elim olana dair, fenalığın gerçekliğine dair tek ama tek bir sözünü duyamadığımızdır yüzyıl boyunca tek bir anlığına bile. Kırımın, zulmün, tenkit ve tehdidin, ötekileştirmenin bir yaşamı bu topraklardan onlar işte içimizdeki “canavarlar” addederek zerresini bırakmamanın ardından, hiçbir bahis açılamamıştır yüz yıllık bir acının kanırtılmasından gayri hiçbir şey anıla gelmemiştir. Mesel edilen tehdit, hiç tükenmemiş memleket bir türlü tek tipleştirilememiştir. Sıfırlanmanın eşiğine artık terk edilmiş olmasına rağmen halklara karşı denilmedik hakaretler, umulmadık tenkitler, ağrıların birleştiği kırımdan geriye kalanların gözlerine bakıla bakıla yinelenmiştir. Asala, Diaspora, Xocalı kodları hep belirli, acının karşısına başka, üstün, öncelikli olanın addedilmesi, tanımlama gayreti yarayı kanatan bir meseledir.
Dünyanın hemen her yerindeki, her tür kırım gayretine karşı insaniyettir oysa tarafımız Affedersiniz Ermeniler olarak. “Hepiniz Piçsiniz” veçhesini dillendirenlerin, iş bu sözün her nereye değdiğini umursamayanların menzilinde, annesiz, babasız, kalmış insanların onurunu duyarız ancak, hakaret bahsinden çok daha önce. Yaşama tutunmanın ‘piç’ de olunsa kadrini kıymetini bilmektir çünkü asıl mesele hepimiz için nihayetinde. Hala yoktur bildirilirken varız, yaşıyoruz diye söze karışmaktır meselemiz yüz koca yıl sonrası hali hazırdaki tehditlerine rağmen erkin hala. Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ermeniler yüzlerce Müslüman’ın kanına girerek tehcirin kapılarını bizzat kendileri araladılar” sözünün kanatıcılığıdır meselemiz bir kez daha piç kadar ağır, yüzümüze inen şamarların soğuk tekrarlarından bir diğeridir. Ağrı, acı budur, anlaşılmamış olmak.
Küfre ��zne bildirilip, günaşırı tehditlerin yinelene geldiği, yine azdı bu Ermeniler bahsinin dillendirilmesidir canımızı yakmaya devam eden, piç kadar ağrımız haline dönüşen. Delirtici bir kayıtsızlığın Sözde S harfi ile başlayan bir kelimenin kullanılmadığı dış görüşmelerin ekranlarda kahkahalar eşliğinde paylaşılmasıdır meselemiz, içimize kocaman bir kaya gibi oturan. Ağrımızı kanatmaya devam eden, yaşadığımız mahalleye yazılanmış olan, üstelik bir okul duvarındaki o "Ermeni piçleri, siktirin gidin" notudur. Çoluk çocuğun gözlerine yerleşen korku da çabasıdır affedersiniz. Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünkü konuşmasında yer edinen, onlar Ermenistan’da kendileri çalacak kendileri oynayacak bahsidir içimizi kanatmaya, nedendir bu kin sorusunu yanıtsız bırakmaya devam edenlerin şiddeti çağırmalarının sonucu, yine yeniden çekinecek olmamızdır, yine sinecek olmamızdır meselemizi ağırlaştıran. Kendileri çalıp, kendileri oynayacak sözü tüm yitirdiklerimiz için yüzleşmekten devletin aslında ne kadar uzakta olduğunu bildirendir.
Kendileri çalıp, kendileri oynayacak, ayıptır, zulümdür, cinayettir, inkârın devamıdır.
Yüz koca yıl sonra, geçtiğimiz yıl ilk defa dillendirilen acının ortaklığının hiç ama hiçbir emaresinin bırakılmamasıdır sıfatımıza söylenip durulan. Bizler bu ülkede yeniden soluk almak istiyoruz. İnatla yaşadığımızı kanıtlamak, yaşama tutunmak istiyoruz. Korkmadan, çekinmeden, bir arada buradayız demek istiyoruz. Türkiye tarihinde ilk kez, Ermeni halkının en önemli isimleri bu topraklarda, yüz yıl sonra, kendileri çalacak kendileri oynayacak bahsine en doğrudan yanıtı, gözlerimizin içine bakarak soracaklar. Hep birlikte soracağız, ölümün yasın ve ağrının düğünü mü olur cenazesi mi? Yirmi dört nisan bir bayram telaşı mıdır, bir de kendimiz çalıp kendimiz oynayacağız nedir? Tüm bu bahislerin çokluğu, kulağımızdan girip aklımızın en zor tahayyüllerle bir başına bırakılmasının hazinliği bir yana, yaşamak namına, yüzyıllık cinayet cevaplarını bekliyor. Hatırlanmayı bekliyor. Unutulmamayı bekliyor. Kaldırımın ortasında, aklın sınırlarında yatan naaş görülmeyi, anlaşılmayı, ağıt ise işitilmeyi bekliyor. Daha çok bekleyecek miyiz?
Biz Buradayız ve Burada Kalacağız! // Մենք Հոս Ենք Եւ Հոս Պիտի Մնանք
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2015
Görsel: “Anguish” By Krikor Khandjian
#affedersiniz ermeniler#soykırım#yaşama uğraşı#mesele#yüzyıllık ağıt#1915#neveragain#milli ve yerli#milletisadıka#zulüm#cinayet#kırım#tanıklık#bozbulanıkfelsefe#spyurk#kimlik#hatırat#insanlık suçu#hakikat#adalet#yüzleşme#yayınlanmış yazılar#harfvolver
1 note
·
View note