#saat tutkusu
Explore tagged Tumblr posts
Text
Don’t let the same dog bit you twice… 🐶
#bayram#bahar#lifestyle#çiçekler#egeveizmir#izmir#dikili#bademli#my watchlist#saat#klasik saat#retro#vintage#saat tutkusu#saatşeysi#seiko#seikotank#vintageseiko#travel#style#yaşam
0 notes
Text
Spor Tutkunlarına Yılbaşı Özel Turnuvası!
Yılbaşı heyecanını doyasıya yaşamak isteyen spor bahis severlere müjde! Padişahbet Spor Turnuvası, 23 Aralık’tan 30 Aralık’a kadar sürecek ve yılbaşı ruhunu özel ödüllerle taçlandırıyor. Toplamda 500.000 ₺ ödül havuzu ile adrenalin dolu bir mücadeleye hazır olun!
Katılım Şartları
Turnuva katılımı tamamen ücretsizdir! Spor bahislerinde minimum 20 ₺ tutarında ve her seçimi 1.30 oranında olan tekli ya da kombine bahislerle turnuvaya dahil olabilirsiniz. Bonus ve Freebet ile alınan bahislerin turnuva dışı olduğunu unutmayın.
Liderlik Tablosu ve Ödüller
Turnuvanın sonunda en yüksek oranlarla kazanan 150 oyuncu sıralamada yer alacak. Birinciye tam 50.000 ₺ Freebet ödülü verilirken, diğer katılımcılar da sıralamaya göre ödüller kazanacak. Ödüller, sonuçların açıklanmasından itibaren 1-6 saat içinde hesaplara aktarılacak.
Bu yılbaşında, sporseverlerin tutkusu ödüllerle birleşiyor. Şimdiden başarılar!
0 notes
Text
Tutkusu Olanlara Müjde: Netflix, Dizi ve Film Temalı Şömine Gösterileri Yayımladı
Netflix, çok sevilen yapımları Squid Game, Bridgerton ve Spellbound için şömine gösterileri oluşturdu. Birer saat uzunluğundaki gösteriler, tüketicilerin ilgisini çekecek gibi görünüyor. Netflix’in şömine gösterileri, Squid Game, Bridgerton ve Spellbound temalarına sahipler. Hepsi de bir saat uzunluğunda olan şömine görüntüleri, arka planda söz konusu yapımlarla ilgili detaylara ev sahipliği…
0 notes
Text
İkinci El Saat Alım Satımı: Güvenilir Adresler ve Dikkat Edilmesi Gerekenler
Saat tutkusu, tarih boyunca prestij ve zarafetin simgesi olmuştur. Ancak, kaliteli bir saatin yüksek maliyeti, birçok insanı ikinci el saat alan yerler arayışına yönlendirmiştir. İkinci el saatler, hem ekonomik açıdan avantaj sağlar hem de nadir bulunan modelleri edinme fırsatı sunar. Bu nedenle, saat koleksiyoncuları ve meraklıları için ikinci el saat alanlar büyük önem taşır.
İkinci el saat alan yerler arasında güvenilirliğin önemi büyüktür. Güvenilir bir yerden alışveriş yapmak, sahte saat riskini en aza indirir ve aldığınız ürünün gerçek değerini korumasını sağlar. İkinci el saat alım satımı konusunda uzmanlaşmış mağazalar, genellikle geniş bir ürün yelpazesine sahip olup, müşterilerine garanti ve sertifika sunar. Bu tür mağazalar, saatlerin orijinalliğini ve durumunu titizlikle kontrol eder.
İkinci el rolex saat alanlar ise özellikle dikkatli olmalıdır. Rolex gibi prestijli markaların ikinci el piyasası oldukça geniştir ve sahte ürünlerle doludur. Güvenilir bir satıcıdan alışveriş yapmak, saatin gerçekliğini ve değerini koruma açısından hayati önem taşır. İkinci el Rolex saatler, doğru yerden alındığında, uzun yıllar boyunca değerini korur ve hatta değer kazanabilir.
İkinci el saat alımında dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise, saatin geçmişidir. Satın alacağınız saatin bakım geçmişi ve orijinal parçalarının korunmuş olması, saatin değerini ve kullanım ��mrünü doğrudan etkiler. Bu nedenle, ikinci el saat alan yerler arasında seçim yaparken, mağazanın sağladığı garanti ve sertifika bilgilerine dikkat etmek önemlidir.
İkinci el saat alanlar için güvenilir ve saygın satıcılar bulmak, kaliteli ve değerli bir saat edinmenin anahtarıdır. İkinci el saat pazarında, özellikle Rolex gibi yüksek prestijli markalar söz konusu olduğunda, dikkatli ve bilinçli alışveriş yapmak gerekmektedir. Bu sayede, hem ekonomik olarak avantaj sağlanır hem de değerli bir saat koleksiyonuna sahip olunabilir.
0 notes
Text
Zamanı Yeniden Tanımlayan Konyalı Saat’in Trendleri!
Zamanı Yeniden Tanımlayan Konyalı Saat’in Trendleri!; İnsanlar, yüzyıllardır zamanı ölçmek için farklı yöntemler geliştirdi. Günümüzde ise teknolojinin gelişmesiyle birlikte saatler sadece zamanı gösteren araçlar olmaktan çıktı. Birer moda ve yaşam tarzı unsuru haline geldi, değişimin en güzel örneklerinden biri de Konyalı Saat markası. Zamanı yeniden tanımlayan marka, şık tasarımları, kaliteli ürünleriyle saat tutkunlarının gönlünde taht kurdu.
Heyecan Verici Hız Tutkusu
Erkek saati Tissot T-Race MotoGP Chronograph 2023 Limited Edition, spor ve şık tasarıma sahip. MotoGP'nin heyecanını ve hızını temsil eden özel tasarımının yanı sıra kırmızı renkli silikon kayışı büyüleyicidir. Aynı zamanda yuvarlak kasa şekliyle sportif görünüm kazandırır. 10 ATM su geçirmezlik özelliğiyle yüzme gibi su aktiviteleri için de uygundur. Quartz çalışma tipi, saatteki zamanın doğru ve hassas şekilde ölçülmesini sağlar. Özellikle spor tutkunu erkekler için hem stil hem fonksiyonu bir araya getiren seçenektir. Safir kristal cam dayanıklı bununla birlikte çizilmelere karşı korumalıdır. Sadece şık tasarıma sahip olmakla kalmaz aynı zamanda kullanışlı fonksiyonlar da sunar. Takvim ile kronometre fonksiyonları günlük hayatınızda size yardımcı olmaktadır. MotoGP™ yarışlarının heyecanıyla Tissot'nun saatçilik ustalığını yansıtan dinamik tasarıma sahiptir. Siyah kadranı üzerinde kırmızı detaylar ve MotoGP™ logoları ile dikkat çekicidir.
Zamansız Zarafet Hamilton Ventura Kadın Kol Saati
Kadınlar için saat sadece zamanı göstermekle kalmaz aynı zamanda tarzlarını yansıtan aksesuardır. Hamilton Ventura kadın kol saati, dengeyi mükemmel şekilde yakalayan tasarım sunuyor. Hem estetik hem de işlevsellik açısından dikkat çekici özelliklere sahip. Klasik ve modern çizgilerin harmanlandığı ürünün kare şeklindeki kasası safir cam ile korunuyor. Safir camın kullanılması çizilmelere karşı dayanıklılığın yanında saatin uzun ömürlü olmasını sağlıyor. Kasası 34,5X38 mm boyutlarındadır bu da saatin bileğe mükemmel uyum sağladığı anlamına gelir. Güvenilir Quartz mekanizmasıyla donatılması saatin zamanı doğru şekilde göstermesini sağlarken uzun yıllar güvenilir performans sunar. Saatin kordonu silikon malzemedir dolayısıyla kullanımı kolaydır. Silikon kordonun sağlamlığı ile esnekliği günlük kullanıma uygun olduğunu gösterir. Renk seçenekleri arasında klasik siyah, zarif beyaz, cesur kırmızı gibi seçenekler bulunur. Renkler, kullanıcının tercihlerine veya stilini yansıtmasına olanak tanır. Saatin kasa rengi de çeşitlilik sunar altın tonları, gümüş tonları veya roze altın gibi seçeneklerle kişisel zevklere hitap eder. 5 ATM su geçirmezlik özelliğiyle suya maruz kalma durumlarında korunmasını sağlar. Yalnız zamanı göstermekle kalmaz bununla birlikte tarih göstergesi de vardır böylece günlük kullanımda pratiklik sağlar. Saat, ayarları kolayca yapılabilen düğmelerle donatılmıştır bu da kullanıcının istediği şekilde ayarlayabilmesini sağlar. Ayrıca kolay okunan kadranıyla da zamanı net şekilde gösterir. Ürün çeşitliliği, kalitesi, çevre dostu üretim anlayışıyla öne çıkan Konyalı Saat sektördeki rekabeti başarıyla yönetmektedir. Ürünleri, hem günlük kullanıma uygun hem de özel davetlerde şıklığıyla öne çıkan niteliktedir. Tüm markalar ya da trendler için https://www.konyalisaat.com.tr adresinden daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz. Read the full article
0 notes
Text
Benim gibi biri bile bazen bir şey yazmak istemeyebiliyor.
Teknik olarak tumblru 2016 da bırakmıştım. Asosyal biri için süper sonuç bunca yıl.
Her ne kadar burda tam tersi bir imaj çizmişsem de üniversite yıllarımdan bu yana ne yeni arkadaşlarla tanışmak istedim, ne konuşmak.
Orjinal halim anlaşılsın diye anlatıyım bu konusuzlukta:
Bir ara burda birisi bana günde üç beş mesaj atıyor. Yanıt yazmıyordum. Sonra neden yazmıyorsun diye sordu. Ben de çalışırken internetimin tesadüflere bağlı olduğunu eski bir telefon kullandığımı bu nedenle de mesaj filan görmediğimi anlattım ama biraz da bahane, mesajları görsem de yanıt yazmıyordum.
Durumu kabullendi ama bu sefer de yanıtlarımı beğenmedi. Çok kısa yazıyormuşum. Konuşmak istemeyen biri gibiymişim.
Ben de inkar etmedim. Gerçekten kimseyle konuşmak, kimseyi tanımak istemiyorum dedim.
Tabii çok özel nedenler değilse nedeni nedir diye sordu.
Ben de açıkladım: İyi deneyimler yaşamadım. Benim özgün durumumda konuşmak boş. En geç bir iki ay içinde ya sen beklentiler geliştireceksin, ben o beklentileri karşılayamayacağım, ya ben bir arkadaş olarak senden beklentiler geliştireceğim, sen onları karşılamayacaksın. Sonra birbirimize sessizce kızacağız. Sonrada konuşmayacağız. Hep böyle oluyor, tecrübem böyle, o yüzden daha tanımadan seninle konuşmanın vakit kaybı olduğunu biliyorum dedim.
Tamam sen yanıt yazmasan bile ben yazarım. Senden hiç bir şey beklemiyorum ve ilerde de beklemeyeceğim, yazdıklarımda seni rahatsız ederse engellersin olur biter, buna kızmam kırılmam dedi.
---
İşte istisna bir kişi. Biliyorum ki ben dahil büyük çoğunluk böyle bir durumla karşılaşsa ısrar etmez, O'nun yerinde ben olsam belki kibir sayarım, bırakırım ne hali varsa gördün diye.
Bunları öylesine anlattım ama az önce daşbordda ki gönderiyle uyumlu oldu. Metin ingilizce de türkçesi sanırım şöyle: İsteyen yapar. İsteyen en zor şartlar altında bir çözüm bulur. İstemeyen şartları öne sürer, bahaneler üretir.
Benim hayat tecrübelerim de bu sözleri doğruluyor.
░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░
İlk kez bir NBC filmi bitirdim. Kuru Otlar Üstüne filmini izledim. Filmin görüntüsü güzel. Başrolde kar var ve filme asıl güzellik katan kar.
Senaryonun akışını çok beğenmedim. İki saat on dakika sürmesi gereken filmi 3 saat 1o dakikaya neden tamamlamış anlayamadım. Nedir ki bunca film çekmiş bir insanın içinde ki mesaj tutkusu? Seyirciye ilk kez mi ulaşacak? Sessiz sinema gibi çektiği diğer filmlerine inat olsun diye mi koymuş bunca ağır diyalogları ve monologları?
Filmin iki saati usta işi sürmüştü bence ondan sonra akış rayından çıktı. Her filmde olabilecek bir bahtsızlık, karakterleri zorlamak. Daha çok dizilerde ortaya çıkar bu sorun. Senaristler konuyu geliştiremez. O zaman bütün yükü oyuncuya yüklerler. Bir karakter birden o ana kadar çizdiği imaja ters davranmaya başlar, dengesizleşir.
Film de de bu karakter zorlaması mesaj tutkusu yüzünden ortaya çıkmış gibi. Az çok bir ahlakı var gibi görünen, entel dantel iki öğretmen bir anda şeytani işlere girişiyor. O kadar entel bir adam bir kışkırtmayla arkadaşına düşman oluyor. Olmaz. Film bana o değişimin gerekçelerini anlatamadı. Zaten o andan itibaren de usta işi değil amatör işine döndü film.
---
Güzelliklere güzel hafta sonları...
0 notes
Text
Bad Octopus kuruldu!
Bad Octopus Interactive, internetin derinliklerinde tanışıp bir araya gelen, oyun dünyasına bir iz bırakma isteğiyle bir araya gelen gençler tarafından kuruldu.
Her şey Mağara Jam 2023 için bir ekip kurma fikri başladı. Bilmeyenler için özet geçelim; Mağara Jam, 16-19 Kasım 2023 tarihleri arasında gerçekleşecek, 72 saat boyunca sürecek bir oyun geliştirme maratonu. Bu etkinlik, hem çevrimiçi hem de fiziksel olarak düzenleniyor ve oyun geliştirme dünyasının parlak yıldızları, yeteneklerini sınırlarını zorlayarak ve eğlenceli oyunlar yaratma tutkusuyla yarışıyorlar. Biz de bu etkinliğe online olarak katılmak için bir araya geldik.
Bad Octopus, 13 Ekim 2023 tarihinde kuruldu ve 17 Ekim 2023 tarihinde de ekip son halini aldı. Biz, internet üzerinde tanıştığımız bir grup oyun geliştiriciyiz. Oyun projelerini aşırı ciddi bir iş olarak değil, eğlenceli bir macera olarak görüyoruz. Ne de olsa, oyun geliştirme tutkusu ve deneyimi kazanmanın eğlenceli bir yolculuk olduğunu düşünüyoruz.
Amacımız, Mağara Jam 2023 etkinliğinde kendimizi geliştirmek, yeni şeyler öğrenmek ve elbette eğlenmek. Ve kim bilir, belki de derece yapmak! Bizi takip ederek, bu amatör oyun ekibinin heyecan verici yolculuğunda bizimle birlikte olabilirsiniz. Her zaman sizden gelecek geri bildirimlere açığız. Bir sonraki güncellemede görüşmek üzere!
0 notes
Text
Galatasaray - Kopenhag Maçı Bilet Fiyatları
Galatasaray, 20 Eylül 2023 tarihinde UEFA Şampiyonlar Ligi A Grubu'ndaki ilk maçında Danimarka temsilcisi Kopenhag ile karşı karşıya gelecek. Bu önemli maç için bilet fiyatları, 2.793 TL ile 10.999 TL arasında değişiyor.
Galatasaray - Kopenhag Maçı Bilet Fiyatları
Galatasaray'ın UEFA Şampiyonlar Ligi A Grubu'ndaki ilk maçı, Kopenhag takımıyla karşı karşıya gelmeye hazırlanıyor. 20 Eylül 2023 tarihinde oynanacak bu heyecan dolu maç için biletlere olan ilgi büyük. İşte Galatasaray Kopenhag maçı bilet fiyatları ve diğer detaylar:
Galatasaray - Kopenhag Maçı Bileti fiyatları - Maç Tarihi ve Saati: Galatasaray Kopenhag maçı 20 Eylül Çarşamba günü saat 19:45'te başlayacak. - Maçın Yayın Kanalı: Galatasaray Kopenhag maçı Exxen platformunda canlı olarak izlenebilecek. (Exxen Fiyatları) - Bilet Fiyatları: Galatasaray - Kopenhag maçı için Premium bilet fiyatı 17.500 TL olarak belirlenmiştir. Heyecanla beklenen bu maçı stadyumda izlemek istiyorsanız, bilet fiyatlarını ve diğer detayları kontrol etmekte fayda var. Maçın tadını canlı olarak çıkarmak için biletinizi almayı unutmayın!
Galatasaray - Kopenhag Maçın Yayın Kanalı ve İzleme Seçenekleri
Galatasaray Kopenhag maçı, Exxen platformu üzerinden canlı olarak yayınlanacak. Bu, futbolseverlere stadyum atmosferini evlerinin konforunda deneyimleme fırsatı sunacak. Ancak birçok kişi için gerçek futbol tutkusu, stadyumun coşkusunu yaşamaktır. Stadyumda bu büyük mücadeleyi izlemek isteyenler için ise biletler şimdiden satışa sunulmuş durumda.
Galatasaray - Kopenhag Maçın Yayın Kanalı ve İzleme Seçenekleri
Bilet Fiyatları ve Kategorileri:
Galatasaray - Kopenhag maçının bilet fiyatları farklı kategorilerde sunuluyor. Premium kategori biletler, 17.500 TL olarak belirlenmiştir. Bu biletler, özel hizmetler ve stadyumun en iyi konumlarına erişim sağlar. Ayrıca, farklı tribün ve koltuk seçenekleri de bulunmaktadır, bu nedenle bilet almadan önce tercihlerinizi gözden geçirmekte fayda var. İglili Bağlantılar; Exxen Satıl Almak Exxen Fiyatları Enpara.com’dan Harcama Yapanlara Müjde: Dijital Platformlarda İade Kampanyası! Galatasaray Kombine Fiyatları Read the full article
0 notes
Text
Ömer 21. Bölüm Fragman (Sezon Finali) Yayınlandı!
Ömer 21. Bölüm Fragman (Sezon Finali) Yayınlandı! Gamze İle Birbirlerine Aşık Olacaklar!
Ömer 21.Bölüm Fragmanı yayınlanmıştır. STAR TV ekranlarında büyük beğeniyle izlenen Ömer dizisinin yeni bölümü 12 Haziran Pazartesi akşamı saat 20.00'de sizlerle. Ömer Ademoğlu, babası Reşat’ın imam olarak görev yaptığı camide müezzindir. Yakın zamanda annesini kaybeden Ömer, bu kaybın sızısı yüreğinde, babası Reşat ve babaannesi Nezahat ile hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Üç kardeşin en küçüğüdür. Anne yarısı bildiği ablası Nisa, babasının ve abisi Tahir’in istemediği bir evlilik yaparak, aileden kopmuş, bu durum Ömer’in ruhunu derinden yaralamıştır. Yürekten bağlı olduğu ailesinde yaşanan bu kırgınlıklardan, çelişkilerden, kayıplardan incinen ruhunu onarmanın yolunu çizmeye başlayarak bulur Ömer... Ömer 21. Bölüm Fragman (Sezon Finali) Yayınlandı! Gamze İle Birbirlerine Aşık Olacaklar! Çocukluğundan beri resim yapmaya olan aşkı, tutkusu, ailesinin engeline rağmen devam eder, çizmeyi sürdürür. Ama tek aşkı resim olmayacaktır, günün birinde karşısına çıkan, kendisinden yaşça büyük, dul ve çocuklu bir kadın olan Gamze ile birbirlerine aşık olacaklar ve bu aşkı sürdürmekte engelleri çok büyük olacaktır... Ömer 19. Bölüm 2. Fragmanı Yayınlandı! Mahkeme Sonucu Dönüm Noktası Olacak! Haluk'un Ömer'in kapısına gelip Gamze'den oğlunu almak istemesi herkesi şaşkına döndürür. Geçmişten gelen bu beklenmedik misafir Ömer ve ailesi tarafından savuşturulsa da, Haluk'un neler yapabileceğini bilen Gamze Tuna için büyük bir korkuya kapılır. İntikam hırsıyla dolup taşan Haluk, sadece Gamze'nin değil, tüm ailesinin de basını çok ağrıtacak bir adım atar. Hakan'ın iş yerine gelmesi, tek başına evini geçindirmek ve ayakta durmak için mücadele eden Nisa ile aralarında büyük bir kavganın yaşanmasına sebep olur. Emine'nin Yaman'la olan yakınlığını sürdürmesiyse Nisa için günden güne daha da büyüyen bir sıkıntıdır. Read the full article
0 notes
Text
0 notes
Text
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Bu muhteşem yazıyı Hazırlayanlara kucak dolusu selamlar sevgiler ve sonsuz saygılarımı sunuyorum/ÖZGÜRCE 💙🇹🇷❤
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma Demirel
Ahmet Gümüş
Ege Dinler..
121 notes
·
View notes
Text
ÖZGÜR RUHLAR EL KALDIRSIN!!! TAMAMEN KENDİNE HAS ÖZGÜR BİR RUH MUSUN? 1- En büyük hayali bağımsız bir iş yapmak 2- Kendine has ve orjinal şeyleri sevmek 3- Saat kısıtlaması olmadan yaşama isteği 4- Yasaklanan her şeyin aksini yapma arzusu 5- Bolca espri, mizah ve muziplik yapmak 6- Modaya uymadan canı ne isterse onu giymek 7- Dünyayı gezme ve yeni yerler görme tutkusu 8- Yaratıcılık içeren şeyler yapmayı sevmek
İllüstrasyon: https://www.deviantart.com/ivantalavera
3 notes
·
View notes
Text
TÜRKİYE 9.SINIF ÖĞRENCİSİ 3 GENCİN YAZDIĞI YAZIYI KONUŞUYOR.
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insand��..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Hazırlayanlar:
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma D
Ahmet G
Ege D….
ataturkiyehaber.com
14 Mart 2018
130 notes
·
View notes
Text
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1961 yılında yayınlanan ve Türkçe edebiyatın mihenk taşlarından birisi olan kitabı. Edebi olarak nedense çok keyif almadım, romanın içine çok fazla girebilmişim gibi hissetmiyorum. Ama konu ve temalar olarak yaratıcı ve farklı bir olduğunu söyleyebilirim. Romanın esas kahramanı olan Hayri İrdal yaşamının büyük kısmını başarısız bir şekilde geçiriyor. Babasından kalma hatta dedesinden kalan birçok sorunla boğuşuyor ve bu boğuşmalardan da çoğunlukla başarısız ayrılıyor. Ama en büyük tutkusu her zaman saatler, öyle bir yetenek ki bozuk bir saati bir kaç saat içerisinde tamir edebiliyor. Hayri İrdal bir dönem akıl hastanesine yatmak zorunda dahi kalıyor ve burada Türkiye'de psikanaliz ilk kez uygulamaya çalışan doktor Ramiz ile karşılaşıyor hatta Türkiye'nin psikanaliz uygulanan ilk hastası dahi oluyor (romanın okurken en keyif aldığım kısımları buralardı). Daha sonra Psikanaliz Cemiyeti ve İspritizma Cemiyetlerini kuruyorlar ama bu girişimler çok başarılı olamıyor. Bir gün Halit Ayarcı ile tanışıyor ve tüm hayatı bir anda değişiyor. Halit Ayarcı, Hayri İrdal'ın içindeki yeteneği görüyor ve onun içinde yer alacağı bir kurum kurmaya karar veriyor. Bu kurum Saatleri Ayarlama Ensitütüsü tabii ki. Çok ulvi işleri ise artık en önemli şeylerden birisi haline zaman onu ölçen saatlerin geri kalmamasını sağlamak. Bu saçmalık etrafında adeta bir yalanlar dünyası kurulmaya başlanıyor. Hayri İrdal her zaman bu girişime şüpheyle yaklaşsa da başarılar geldikçe o da büyüsüne kapılmaktan kendini alamıyor. Türk edebiyatı için konu oldukça ilginç. Gerçekçi bir roman değil. Daha çok semboller üzerinden bir anlatıma sahip. Özellikle muhafazakar, kendi çıkarına çalışan, cahil, niteliksiz ama bir şekilde bağlantılar kurmuş insanların bir eleştirisi niteliğinde. Bu bakımdan romana dair hissiyatım ikircikli ama Türkçe edebiyatın en önemli eserlerinden birisi nihayetinde ve o yüzden zaman ayırmanızın size fayda sağlayacağını düşünüyorum.
1 note
·
View note
Text
Yol Hayali
Bir hayalin gerçek olma ihtimali, ne kadar içten ve ne kadar safça istediğinle doğru orantılı, artık eminim. Bir hayale soru işareti düşürmeyince, çelişkili fikirlerde kaybolmadıkça ve en önemlisi peşinden tutkuyla gitmeyince o hayal şıp diye gerçek oluveriyor.
Gecenin bir vakti, eski arabalar ve araba tutkusu gibi bilmediğim bir konu üzerine sohbet ederken bilmediğim yollardayım. Düştüğüm yolun başı ve sonu hakkında hiçbir fikrim yok. Çocukluğumu hatırlatan bir Brodway’de çok bir şey düşünmeden ve durmaksızın konuşarak gecenin içinde ilerliyoruz. Şehir geride kaldıkça kafamın içindeki ve kalbimin tam üzerindeki yüklerden birbir kurtuluyorum. Kontrolcü yanımı evde bırakmış olmalıyım ki aklımdan nereye varacağımız geçmiyor, yol o an beni yeterince mutlu ediyor. Kafamın kendinden güzel olduğu saatleri içinden geçtiğimiz köylerle birlikte geride bırakıyorum. Solumuzda bir göl var, ağaçlarla süslenen bir siluet...
Bir yerde duruyoruz. Arabadan inmemle ilk olarak gökyüzü kucaklıyor beni. Şehir ışıklarından uzakta yıldızlarla sarmaş dolaş olmak beni tahminimden çok daha fazla mutlu ediyor. Kimsenin olmadığı bu yerde sandalyeleri açıp uzun bir sessizliğe bürünüyoruz. Bir göl kenarında, insanlardan uzak, yıldızlara bakıp da kaybolacağım, ayın kendini belli belirsiz ağaçların üzerinden gösterdiği bu muhteşem geceyi tanıyorum. Tanıyorum da nasıl? Daha önce buraya gelmemiştim, daha önce kafam bu denli güzelken böyle bir yerde olmamıştım. Bu benim hayalimdi, yaklaşık 3 ay önce gecenin bir vakti yollardayken tamı tamına böyle bir anı hayal etmiştim ve şimdi gerçek olma vaktiymiş. Gülümsüyorum. Bu hayalimi Onunla paylaşıyorum. Anlayıp anlamadığından şüpheliyim. İlk kez benden çok konuşan bir insanla tesadüf etmenin şaşkınlığı ile geçiyor gecenin devamı. Bol bol susuyorum. Çokça üşüyorum. Arabaya geçtiğimde de doğadan kopmak içimi huzursuz ediyor, çok oturamayıp çıkıyorum arabadan.
Ay utangaçlığı kenara bırakıp tüm ihtişamıyla yükseliyor, göl üzerinde başlıyor yansıması dans etmeye. Heyecanlanıyorum. Çoktandır yaşamadığım, unutmaya yüz tutmuş heyecanlar kurcalıyor içimi. Saat, ertesi gün gibi kavramların kafamın içinden uçup gitmesi beni mutlu ediyor. Sonra devam ediyoruz yola. Yollar birbirinden güzel kıvrımlarla nereye çıkarırsa...
Gece bitiyor. Uzun zamandır isteyip de kavuşamadığım bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Uyandığımda nasıl derin ve güzel uyuyordun cümlesini duyup gülüyorum. Ben bu uykuyu aylardır arıyorum.
Hayaller listemde bir tik daha atılmasının mutluluğunu yaşıyorum şimdi. Ama insanoğlunun istekleri biter mi hiç? Diğer hayallerim? Bu soru bir yandan beni sevindiriyor. Hayallerimin tükendiğine inandığım şu günlerde içimde bir şeyler mutlu olacak günleri düşlüyormuş meğer. Teşekkürler.
9 notes
·
View notes
Text
Farkındalık İçinde Bir Akış
Herkes Ya Yogacı Ya da DJ...
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla yemekteydik. Konu bir noktada yaşam amacına, şu anda bulunduğumuz noktadan, yaptığımız işlerden memnun muyuza geldi. Herkesin cevap aradığı ve genelde bulacağı cevaplardan korktuğu için kendine soramadığı her zamanki sorular. Konuştukça ikimiz de tutkularımızdan bahsetmeye başladık. Arkadaşım bir noktada biraz da alaycı bir tavırla şöyle bir cümle kurdu: "Etrafımdaki herkes ya yogacı ya da DJ". Masada karşı karşıya oturan iki kişiden mühendis olan ben, avukat olan arkadaşım. Şu anda meslek olarak yapmasam da bir noktada mesleğim olacağına inandığım "yogacı" olarak ben, şu anda profesyonel olarak yapmasa büyük tutkusu elektronik müzik olan, ileride bununla ilgili güzel işler yapacağına inandığım arkadaşım. Çok uzaklarda aramadan kurduğu cümleyi doğrular nitelikte karşı karşıya oturmuş iki insandık.
Peki neden böyle olduk? Neden avukatlar avukat, mühendisler mühendis olarak kalmak istemiyor? Bulunduğu yerden başka bir yerde olmak isteyen insanlar topluluğuna dönüştük. Bunun temelini ailemizin koşullanmalarını kendi fikrimiz gibi özümseyerek yanlış kararlar almış olmamıza bağlıyorum ben. Bu koşullanmalara dayalı oluşturduğumuz fikirler, biz kendimizi tanımaya başladıkça bizim için doğruluğunu yitirmeye başlıyor. Doğruluğunu yitirmeye başladığı noktada da öyle ya da böyle geldiğimiz yerin aslında olmak istediğimiz yer olmadığını fark ediyoruz. İş hayatlarından tatmin olamayan insanlar, hobilerini profesyonel meslekleri haline getirmeyi düşünerek bir kaçış yolu arıyorlar diyebiliriz.
Son yıllarda da bir yoga merakı insanları sarmış durumda. Herkes işinde, aile yaşantısında, günlük hayatında kaybetmiş olduğu huzuru başka bir yerlerde bulmanın peşinde. Bu yazıyı okuyorsan belki de sen de aynı yollardan geçtin veya geçiyorsun.
Farkındalık İçinde Bir Akış
Yoga kendine dönüşün hiç bitmeyen yolculuğu. Matın üzerinde geçirdiğin o bir buçuk saat boyunca hep kendinlesin. Ellerine, ayaklarına vücudunun hiç dikkat etmediğin yerlerine bakıyorsun, ilgini enerjini vücudunun her noktasına teker teker gönderiyorsun. Normal hayatta fark etmeden alıp verdiğin "nefes", pratiğin boyunca dikkatinin odak noktası oluyor. Günlük hayattaki sürüklenme hali, yoga sırasında farkındalık içinde bir akış halini alıyor. Bu alışkın olmadığımız farkındalık hali, içimizde derinlerde uyuyan asıl benliğimizi, özümüzü uyandırıyor ve kendini dinlemekten doğan sorgulama hali bu noktada başlıyor.
Bu özü uyandıran illa yoga olmuştur veya olacaktır demiyorum tabi ki de. İnsanın o anda kalarak farkındalık ile yaptığı her şey özünü harekete geçiriyor. Peki bir şeyi anda kalarak farkındalık ile yaptığını nasıl anlarsın?
İngiliz bir filozof var ismi Alan Watts, onun felsefi konuşmalarını dinliyorum son zamanlarda. Hayatta farkındalık ile yaptığımız şeyleri nasıl anlarız deyince onun sözleri geldi aklıma. Temelde anlatmak istediği şöyleydi: eğer o sırada yaptığın şeyi belirli bir noktaya ulaşmak için yapmıyorsan, yaptığın şeyin amacı yalnızca onu şu anda yapıyor olmak ise, yaptığın şey seni anda tutuyordur, benim deyimimle farkındalık içinde akıyorsundur yani.
Müzik çalmayı, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi örnek veriyordu konuşmasının devamında Alan Watts. Şarkı söylerken, o şarkının sonuna ulaşmaya çalışmazsın, şarkıyı o sırada söylüyor olmaktır işin güzel yanı. Müzik dinlerken de sonu gelsin diye de beklemezsin çünkü işin güzel yanı o müziği o anda dinlemek, acelen yok, akıyorsun farkındalıkla o anın içinde.
Dans etmek de aynı şekilde, dans ederken dans pistinde bir noktadan bir noktaya varmaya çalışmazsın. O anda dans ediyor olmak işin güzel yanı.
Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir, kişiden kişiye değişebilir, herkesi bu ana döndüren şeyler farklıdır. Zaten aynı olsaydı herkes ya yogacı ya da DJ olurdu sonuçta:)
İşte önemli olan, ve bana göre mutluluğa ulaşmanın da en kestirme yolu, yaparken farkındalık içinde aktığın şey neyse onu bulup, hayatının en merkezine koymak onu.
Farkındalık içinde akacağınız bir hafta olması dileğiyle, sevgiyle:)
1 note
·
View note